Yayında Olan Eserlerim

31 Ağustos 2025 Pazar

Çağrışımlar

 Güher Ana sabah erken, yorganına sarınmış titreyerek duruyordu. Bir süre karşısında yer yatağında uyuyan gelinine baktı. Biraz ileride elle yapılmış tahta beşikte bir yaşındaki torunu uyuyordu. Gelinini uyandırıp durumunu söylese miydi? Torun da uyanır diye kuşku duyuyordu. Bebeği uyandırmak istemiyordu. Ama üşümenin şiddetine dayanamıyordu. Gelinine seslendi: “Leyli, kalk çok üşüyorum. Bana bir şey oldu” Yün yatağın içinden başını kaldıran gelin, garip bakışlarla kaynanasına baktı. “Ne üşümesi ana? İçerisi sımsıcak. Yün yatağın içindesin.” “Biliyorum, sımsıcak, ama üşüyorum işte.” Gerçekten dişleri dişlerine vuruyordu. Gelin duvara gömülü ocağa iki koca tezek attı. Külleri karıştırıp tutuşmasını sağladı. Tezekler çıra gibi tutuşup yanmaya başladı. Biraz duman içeriyi sardı. Buna alışıklardı. Ocağın üzerinde sürekli tüten dumandan kalan kara bir iz vardı. Üç kişilik ailenin bütün yaşamı burada dönüyordu. Evin erkeği birkaç ay önce askere alınmıştı. Odanın bir kıyısında kışlık yiyecek torbaları duruyordu. Kerpiç duvarlar soğuğa ve sıcağa karşı korunaklıydı. Toprak oda iyice ısındı. Güher Ana yün yatağa sarınmış oturuyor, küçük pencereden dışarıda yağan kara bakıyordu. Kar yağışı pencereden pek belli olmuyordu. Pencere, hayvan karnının zarı ile kaplıydı. Dışarıda yoğun tipi vardı. Kar alabildiğine yağıyor, göz gözü görmüyordu. Güher Ana’nın dişleri zangırdadı. İçinde düğümlenen söz yumağını gizleyemez oldu. Gelinine sordu. “Bu karda kışta Ali’m ne yapıyordur şimdi?” Gelin, derin bir nefes aldı. Ne diyeceğini bilmez biçimde gözünü kapatıp açtı. Kaynanasının soracağı soruyu biliyordu. Ama ne yanıt vereceğini bilmiyordu. Bir an durdu. Kaynanası, oğlunu saplantıya dönüştürmüştü. “Ne bileyim, umarım kapalı bir yerdedir. Elbet onu düşünen büyükleri bir çaresine bakarlar. Bu karda kışta sefere sürecek değiller ya!” Güher Ana kendini tutamaz oldu. Gözlerinden yaşlar damlamaya başladı. Güçlükle konuşarak anlatmaya girişti. “Bu gece düşümde ne gördüm biliyor musun?” Bir süre duraksadı, başına örttüğü beyaz bezle gözlerinin yaşını sildi. Üzüntüsünü güçlükle zapt ederek konuşmaya sürdürdü. “Ali’m toz duman esen karda yürüyor, üşüyordu. Çok üşüyordu. İşte o zaman beni de bir titreme aldı. Bir ana çocuğunun yaşandığını duyar biliyor musun? Sen de duyarsın. Hele ilerde Hatice’nin başına bir şey gelmeye görsün. Uzakta olsa da duyarsın. Böyle bir duygu analık.” Gözyaşları arasında konuşması belirsizleşti, anlaşılmaz oldu. Biliyordu. Gelini sürekli aynı sözleri dinlemekten yorgundu. Bu tür konuşmalarla gelinini canını sıktığını biliyordu. Onun suçu yoktu. Daha iki yıllık evliyken kocasını askere almışlardı. Seferberlik denen insan yiyen canavar başlamıştı. Köyde eli iş tutan kimse kalmamıştı. Ali orta kuşaktandı. Yaşı otuzlardaydı. Daha önce askerliğini yapmıştı, ama seferberlik çıkınca yeniden askere alınmıştı. Güher Ana bu acımasız şanssızlığın bunalımını yaşıyordu. Oğlu askerlik yüzünden zaten geç evlenmişti. Tek kızı bir yaşına gelmişti. Düzen kurup yaşayacağı günlerde yeniden evini ocağını bırakıp gitmişti. Gelin kaynanasına dikkatle baktı. “Bir çorba yapsam iyi gelir ana. Bence senin üşümen korkudan yoksa oda sıcak. Yün yatak da öyle.” Güher Ana başı ile onayladı söylenenleri. Dağlar arasına sıkışmış köyün soğuğu beter olurdu. Yapağı yününden kalın yataklarda insanlar kış gecelerinin soğuğuna dayanabilirlerdi. Sıcak tutuyordu yün yataklar. Kaynanasının yün yorganı üzerinden atıp kalkmaya çalıştığını gören gelini kuşku ile sordu: “Nereye gidiyorsun ana? Hani üşüyordun?” “Üşümem hiçbir şey. Gidip Ali Efendigilin eşiğe dua edeceğim. Ali’me yardımcı olsun çağırdığımız yer.” Genç gelin, “peki” diye umutsuzca onayladı. Yaşlı Güher Ana’ya söz geçiremeyeceğini biliyordu. Güher Ana üzerine kendi eliyle ördüğü yün kazağı giydi. Kıyıda duran çarıkları sıkıca ayağına geçirip bağlarını iyice bağladı, dışarı çıktı. Kar savurarak yağıyor, göz gözü görmüyordu. Fuat Bozkurt ÇAĞRIŞIMLAR Güher Ananın belleğinde yaşanan olaylar geçiyordu. Ali’yi yeniden askere almışlar, Erzurum taraflarına doğru sefere götürmüşlerdi. Erzurum kışlarının yaman olduğu söyleniyordu. Soğuğun etkisi üzerine öyküler anlatılıyordu. Dağın taşın buz kestiği, hayvanların birbirini yediği öyküleniyordu. Yoğun kışın yaşandığı o soğukta ne yapıyordu biricik oğlu? Üstünde kalın bir şeyler var mıydı? Kara kışa nasıl dayanırdı? Bir de karşısında Rus vardı. Türk’ün ezeli düşmanı, kan emici şeytan! Bu düşüncelerle kara bata çıka birkaç evin kapsını geçti. Gece boyu kar tepeleme yağmıştı. Kapıların önü karla doluydu. Henüz dışarı çıkan olmadığı belli oluyordu. Sabahın erken saatleriydi. Kangal köpekleri avlularda kıvrılmış yatıyorlardı. Arada bir derinden havlama sesleri geliyordu. Sözde ev sahiplerine güvence veriyorlardı. Bir iki horoz sesi, ahırlarda hayvanların derinden gelen homurtularından başka bir şey duyulmuyordu. Ocak diye bildiği Ali Efendigilin evin kapsını kar bürümüştü. Kanatlı kapı kapalıydı. Henüz kimse uyanmamıştı. Kapı eşiğine eğilip niyaz etti. Doğruldu, ellerini açtı, yakarmaya başladı. Kuran’dan, duadan bir şey bildiği yoktu. Bunun eksiğini de duymuyordu. Dudağından Türkçe dilekler dökülüyordu. “Ey kurban olduğum Hz. Hüseyin, ey mübarek ocak, Ali’me yardım et. Onu sakla bekle. O benim tek çocuğum. Sakla bekle, onu bana geri getir.” Başını çevrede gezdirdi. Sağda ve solda bulunduğu söylenen melekleri arar gibiydi. Tipiden göz gözü görmüyordu. Tüm sözler birbirini andırıyordu. Tümünde aynı dilek yankılanıyordu. Kutsal eşik, erenler evliyalar, oğlunu sağ esen kendisine ulaştırmalıydı. Oğlu zaten daha önce birkaç yıl askerliğini yapmış, sırasını savmıştı. Ey büyük Tanrı hiç mi acıman yoktu Güher Ana’ya? Yıllardır bitip tükenmeyen seferberliklerde kaç oğlunu almıştı. Tek çocuğunu ona bağışlayamaz mıydı? Dileği, duası bitince yeniden eşiği öpüp eve döndü. O artık Tanrıya söyleyeceği son sözü söylemiş, yakaracağı ölçüde yakarmıştı. Bundan sonrası çağırdığı yerin sorunuydu. Titremesi ürpermesi de geçmişti. Genç gelin odanın içindeki kara ocakta çorba kaynatıyordu. Kışı çıkarmak unu bulguru özenle kullanıyordu. Zemheri ayına girilmemişti. Kışı başları sayılırdı. Soğuk karlı sabahlar birbirini izliyordu. Kış için hazırlanan çuvallar eridikçe eriyordu. Henüz savaşın başlangıcıydı. Ne zaman biteceğini kimse bilmiyordu. Evdeki un bulgurla yaza çıkılacaktı ama yazın ne yapılacaktı? Kıt kanaat yiyip içerek Güher ana üç kişilik aileyi bahara çıkarmayı başardı. İlkyazla doğa yeşerdi. Yoncalarda çayırlarda mantarlar çıkıyor su kıyılarında madımaklar yeşeriyordu. Bir kazan yeşilliğe bir avuç bulgur atarak kazanlar kaynıyor, köylü sabırla direnip yokluğu aşmaya çalışıyordu. Karların erimesi ile köyün dış dünyayla bağı kurulur oldu. Askerlerden mektuplar, devlet kapısından haberler ulaşmaya başladı. Dört beş aydır dış dünyadan tümüyle kopuk köyde uğursuz haberler dolaşıyordu. Söylenenlere göre Doğu yönüne giden askerlerin tümü karda donup ölmüştü. Ne ölçüde doğru olduğu bilinmiyordu. Böylesi bunalımlı günlerde ortalarda sayısız yalan haber dolaşırdı. Dedikodu önce sessizce söylendi. Doğuya giden askerlerin yakınlarından gizlendi. Ama haber kısa sürede herkese yayıldı. Kimse ne yapacağını bilmiyordu. Kimi yaşlı analar dualar ederek oğlunun başına bir şey gelmemiş olmasını diliyor, ağlıyorlardı. Kimsenin kesin bir şey bildiği yoktu. Çok geçmeden köye künyeler gelir oldu. Bunlar şehit düşen askerlerin nerde, nasıl şehit düştüğü bilgisiydi. Künye gelen evleri bir süre kara yas basıyor, sonra Yüzlerde hüzün ve gerilim bir yaşlı ana babalar, genç bacılar garip duygular içinde korkunç ateşin kendi yüreklerine düşmemesini diliyorlardı. Jandarma komutanı çavuş doğuda yaşanan olayları sakin bir dille anlatmaya girişti. Gözü yaşlı beli bükük Güher ana elindeki sopaya dayanarak muhtar Cuma çavuşun elinde oldu. Asker Tokuş Ali'nin Türkiye'ye döndüğü yıllarda Mamaş'ta bir aile. Aşık Revani (Kurtveli Bozkurt) iki eşi ve kızlarıyla bahçede yakınları eli yüreğinde muhtarın evinde toplanıyor, yakınları üzerine bilgi alıyorlardı Köyde yayılan dedikoduların doğruluğu anlaşılıyordu. Kahraman askerimiz karda Ruslarla savaşmış, çok kayıp vermişti. Tümü şehit olmuştu. Doğuya giden askerlerin adlarını okuyarak künyelerini dağıtmaya başladı. Köyden bu cepheye gidenlerin tümünün künyesi ana babasına dağıtıldı. Sokakları ağıt, figan sardı. Köyü bir yas aldı. Güher Ana kendi oğlunu sordu. “Ali’mden bir haber var mı?” Komutan yalnız kendine ulaşan bilgileri iletiyordu Ali konusunda bir bilgi bulunmuyordu. Ölü mü, sağ mı belli değildi. Güher Ana sevindi, ama rahatlayamadı. Çelişkili bir duygu yaşıyordu. Künyenin gelmemesi mutluluktu. Yaşam belirtisiydi, ama neredeydi, ne durumdaydı, aç mı, susuz mu, yaralı mıydı? Komşular Ali’nin de öldüğü yargısına vardı. Uzun süre askerlik yapmış gaziler deneyimlerine dayanarak olayı değerlendiriyor, böylesine karda kışta bir savaştan sağ çıkılamayacağı yargısına varıyorlardı. Bir ağaç dibinde, bir kaya kovuğunda ölmüştü. Yemen gazileri kayıp askerlerin neden bulunamadığı üzerine ilginç anılar anlatıyorlar, Ali’nin de bu tür bir kayıplardan biri olduğunu söylüyorlardı. Ne var ki, ortada acı bir durum vardı. Yas yeri ziyaretine gitseler gidemiyorlar, bilmezden gelseler edemiyorlardı. İçlerinden yalnız kalmış bir şehit anası duygusu içinde az çok yardımcı olmaya çalışıyorlar, güç durumlarda işlerine el atıp geçiştiriyorlardı. Ama Güher Ananın içinde garip bir ferahlık vardı. Acıklı türküler söyleyip işe güce koşarken, oğlunun esenliği için dualar ediyor, torunu Hatice ile oynuyor, torununa “bir gün eden gelecek” diye kendi kendini teselli ediyordu. Ve yaşam sürüyordu. Soyunu sürdürme çabası en zor koşullarda, en acımasız ortamda ayakta kalmayı gerektiriyordu. Elinden iş gelmeyecek ölçüde güçsüz erkekler ve kadınlar yaşamak için doymak için üretmek zorundaydı, ama nasıl? Tarlalar ekilmez, çayırlar biçilmez olmuş, açlık ortalığı sarmıştı. Köyün yakınında geçen kara yolunda o güne değin görülmemiş demir araçlar içlerinde kızıl suratlı, sarı saçlı adamlarla yel gibi uçarak geçiyorlardı. Cadde diye adlandırılan Halep’e, Bağdat’a, hacca doğru uzanan yoldan geçen bu garip araçları görenler korkulu gözlerle gördüklerini anlatıyorlardı. Köye arada bir jandarmalar geliyor, “askere erzak taşınacak. Kimin ne kadar bineği varsa yola düşecek diye buyurumda bulunuyorlar, yaşlı, çocuk, karı kız kim varsa yola vuruyorlardı. Kangal’dan başlayıp Divriği’ye değin süren azap yolculuğu yokluk, açlık, en zor koşullarda insan gücüyle yapılıyordu. Dizi tutanlar Kangal’a toplanıyordu. Kişi başına bir ölçek, bir mucur yükleniyordu. Bu yük Divriği›ye iletilecekti. Ayaklar çarık, şalvar içinde kadınlar yükleniyordu yükü. Karı yararak ilerliyordu topluluk. Kadınlar üst üste uyuyorlar, birbirinin sıcağı ile ısınmak, canlı kalmak istiyorlardı. Bir savanın üzerinde on, on iki kadın uyuyordu. Yol üstünde ölü hayvan leşleri ne bulurlarsa közleyip yiyorlardı. Tuz, ekmek bulmak olanaksızdı. Tuzsuz cıvık herle yapıp yemek bir mutluluk oluyordu. Açlarından köpük kusuyorlardı. Kimsenin kimseye acıdığı, üzüldüğü yoktu. Herkes başı gailesinde gününü akşam etmeye çalışıyordu. Geceler ise ayrı bir işkenceydi. Yaşam anlarda vardı yalnızca. Bir an, gün yaşamak sevinç kaynağı oluyordu. Erzak taşımaya gidenler her defasında böyle anılarla dönüyorlardı. Güher Ananın ne bir binek hayvanı ne de sırtında yük taşıyacak gücü vardı. Gelini Leyla ise emzikte bebeği olduğu için bu görevden uzak tutuluyordu. Köye her jandarma gelişinde Güher Ana aksayan adımlarla Muhtar Cuma Çavuş’a uğruyor oğlundan Aşık Revani'nin kızları bir mektup, bir bilgi olup olmadığını soruyordu. Yine bir umut diyerek muhtarın evine gittiğinde muhtarın evinde jandarmalarla karşılaştı. “Oğlum Ali’den bir haber var mı?” diye sordu. Jandarmalar ne biliyorlardı ki ne söylesinler? Jandarmalar başka bir sorun nedeniyle gelmişlerdi. Güher Ana yaşananları duyuyor, umursamaz dinliyordu. O ne acılar yaşamamıştı ki? Jandarmalar ayran, içerek bekliyorlardı. Bineği olanlar Divriği’ye iaşe taşıyacaklardı. Muhtar, tek öküzü olan Gök Veli’ye gelip damdan bağırdı. “Hazır ol Veli Ağa sen de iaşe taşıyacaksın!” Boncuk gözlü olduğu için köyde Gök Veli” diye anılan Veli ağa umursamaz biçimde karşılık verdi: “Olur Muhtar sen var, ben öküzü alır gelirim.” Muhtarın uzaklaşmasına kalmadı ki, Gök Veli ahırda kalan tek öküzü kapının önüne çıkardı, boynuna bıçağı çalmaya başladı. Karısı şaşırmış bağırıyor, öküzün kesilmesine engel olmak istiyordu: “Dur, herif, kudurdun mu? Ne yapıyorsun?” Gök Veli, öküzü kesmeyi sürdürürken karşılık verdi: “Kız avrat, sen karışma, bu öküz ölecek, yanı sıra ben de öleceğim, bırak da şunun etini yiyelim!” Gök Veli’nin geciktiğini gören muhtar, yeniden damda belirdi. “Haydi Veli Ağa, öküz hazır mı?” Gök Veli, kızgın biçimde karşılık verdi: “Ula Muhtar, aha ben öküzü kestim, kurtuldum. Bu yaştan sonra ne silah taşırım ne de yiyecek, Yiğitsen sen de öküzünü kes, kurtul.” Güher Ana yaşananlar karşısında kendi acısını unutur oldu. Gülerek evine döndü. Gelinine olanları anlattı. Ardından dağları eşkıyalar sardı. Asker kaçakları çeteler oluşturuyor, köyleri basıyordu. Tümü yörenin insanlarıydı. Birkaç köyün kaçağı bir çete oluşturuyor, öbür köyleri basıyorlar, ne bulurlarsa alıp gidiyorlardı. Kimse kimseye acımıyordu. Köylerde can, mal güvenliği kalmamıştı. İkide bir köyde bir haber yayılıyordu. “Eşkıya geliyormuş!” Kadınlar köyü bırakıp dere kıyılarına, mağaralara gizleniyorlar, gizli sığınaklar arıyorlardı. Özellikle akşam üzeri yayılan korkutucu haber dalgası genç kadınları deliye çeviriyordu. Ama karanlık bastıktan sonra nerden sızacağı belli olmayan bu vahşete karşı savunma olanağı kalmıyordu. Yine böyle korkulu bir söylentinin ardından kadınlar dağa kaçıp dere koyaklarına saklanmışlardı. Sürekli yayılan dedikodulardan yorulan Çeldir lakabıyla anılan Ayşe uyuya kalmış, eşkıyalar köyü bastıklarında eşkıyaların eline düşmüştü. Eşkıyalar, yiyecek içecek ne varsa almışlar, ardından ziynet, para, takı türünden eşyaları vermesini istemişlerdi. Ayşe karının nesi vardı ki, nesini versin? Ne Ayşe kadında verecek değerli bir eşya, ne de eşkıyada insaf acıma vardı. Bir şeyler sızdırmak için iyice dövmüşler, çenesini kırmışlardı. Gelini ve torunu ile bir dere koyağına gizlenen Güher Ana, eşkıya çekildikten sonra köye döndüğünde komşusu Çeldir’i kırık çene ile ağlarken buldu. Gelinine ve torununa bir şey olmadan bu belayı savuşturduğu için Tanrıya dualar etti. Günler günlere, aylar aylara, yıllar yıllara ulanarak sürüyordu. Yaşam, kendi kurallarını uygulayarak sürüyordu. İnsan yaşamının bir bitki, bir hayvan bir böcek yaşamından farkı yok gibiydi. Ne varsa onunla yetinerek yaşamak gerekiyordu. Bir gün köy bekçisinin bir damın başından “Duyduk duymadık demeyin. Seferberlik bitti. Askere gidip sağ kalanlar, evlerine ocaklarına dönecekler. Gözünüz aydın. Müjdeler olsun. Bundan sonra harp yok!” diye bağırması duyuldu. Köylü evlerden çıkıp yinelenenleri iyice dinledi. Kimileri haberin doğruluğunu pekiştirmek için Muhtarın evine gitti. Kimileri evlerde toplanıp durum değerlendirdi. Çok şükür şu beladan kurtulmuşlardı. Yeni bir dönem başlıyordu. Yeni yetişmeye başlayan gençler koç katımı eğlencelerine hazırlanıyorlardı. 1922 yılının Ekim günleri yaşanıyordu. Her gün köye bir askerin dönüş müjdesi geliyor, köylü topluca karşılamaya gidiyor, törenle alıp geliyorlardı. Her askerde ayrı bir sevgi seli yaşanıyor, her dönende bir mutluluk paylaşılıyordu. Güher Ana her döneni karşılamaya gidiyor, oğlundan bir bildikleri var mı diye soruyor, karşılamaya gidenlerin mutluluğuna katılıyordu. Bir gün oğlu da böyle gelecek katmerler yapacak, kuru yemişlerle karşılayacak köylüyü ağırlayacaktı. Sürekli o günü düşlüyor, neler yapacağını, köylüye ne şölen vereceğini hayal ediyordu. Ekim bitti Kasım geldi. Asker dönüşleri giderek iyice azaldı. Doğu cephesine gidenler ulaşım güçlüğünden anca dönüyorlardı. Son Aşır Çavuş geldi. Gelişinde yaşanan komik olay bütün köyün diline dolanıp fıkra gibi anlatılır oldu. Aşır Çavuş, eve geldiğinde babasını sormuş. Babasının öldüğünü bir anda söylemek istemeyen evdekiler, komşuya gitti, şimdi gelecek türü” sözlerle oyalamak istemişler. Aşır Çavuş, “Vay babam öldü, siz bana söylemiyorsunuz, beni kandırıyorsunuz” diye dağa doğru koşmaya başlamış. Köyün gençleri de “Aman Aşır’ı bu kışta kurt yiyecek diye onun pişene düşmüş. Kış başladığı için her taraf soğuk. Buz kesiyormuş. Sonunda Aşır’ı kendi tarlalarının başında türkü söyleyip ağlarken bulmuşlar. “Sılaya geldim ki pederim ölmüş, pederim ölmüş de haberim yokmuş” diye kendi kendine destan diziyormuş. Bu öykü bir anda bütün köyü güldüren bir fıkraya dönüştü. Bu son askerin gelişi ile asker dönüşleri kesildi. Ali’yi görüp duyan yoktu. Komşular çoktan umut kesmişlerdi. Genç yaştaki eşi için de her şey bitmişti. Askerden dönen gençlerden Numan kendisiyle evlenmek istiyordu. Gelin de bu evliliğe sıcak bakıyordu. Ne var ki, Güher Ana “oğlum gelecek” diye karşı çıkıyordu. Gelin kocası Tokuş Ali’den çoktan umudu kesmişti. Yedi yılı aşkın süredir en küçük haber alınamayan bir asker için başka ne düşünülürdü? Güher Ana ne söylediyse söyledi gelinine söz geçiremedi. Gelini, Numan’la evlendi. Tokuş Ali’nin çocuk yaştaki kızından başka mirasçısı olmadığı için, gelin ikinci eşini kendi evine getirdi. Güher ana bir anda kendi evinde sığınç durumuna düşmüştü. Tarlayı, toprağı işleyecek gücü yoktu. Gelin ile yeni kocasının eline bakıyordu. Bir türlü gelininin başkası ile evlenmesine katlanamıyor, kargışlar yağdırıyordu. “Bu gelin bu gelin, Ali’min evine koca getirdi. Ali’min üstüne evlendi” Sessiz çığlığa dönüşmüştü adeta. Duvar diplerine oturuyor, kendi kendine yanık türküler mırıldanıyor, ağlıyor, gelinine yazgısına kargışlar veriyor, kendi kendini teselli ediyordu. “Ali’m gelecek.” Komşular, haline acıyıp gerçeği kabullenmesi için akıl veriyordu: “Ali askere gideli bunca yıl oldu. Herkes döndü bak. Sağ olsa şimdiye dönerdi. Gelini boşa suçlama. Genç kadın ne yapsın? Daha kaç yıl bekleyecek. “Kız anam, suçlama gelinini yıllar oldu bir haber ucar gelmedi, Ali’nin şimdi kemiği sümüğü çürümüştür” diye yatıştırmaya çalışıyorlardı. Ne var ki Güher Ana’yı inandırmak imkansızdı. Giderek gözleri de görmez olmuş, adı Kör Güher diye anılmaya başlamıştı. Ağlaya ağlaya gözlerini kör ettiği söyleniyor, Tanrı’ya isyan etmemesi gerektiği, başına gelenlerin Tanrı’ya isyan yüzünden olduğu anlatılıyordu. Ancak o üsteliyordu: “Ali’m ölmedi. Ali’m uca, sapa bir yere düştü, bakın ben öleceğim, siz kalacaksınız. Bir gün Ali’m gelecek. Bu Leyli, Ali’min evine koca getirdi.” Güher Ana’yı bu saplantıdan kurtarmak olanaksızdı. Oğlunun öldüğüne inanmadığı gibi, günün birinde döneceğini söylüyordu. Yaşam umudu da kalmadığı için kendini dinleyenlere “Ben ölürüm, siz kalırsınız siz göreceksiniz. Ali’m sağ esen gelecek diye inadında direniyordu. Duyanlar zavallı ananın olmayacak işe inanmasına, kendini avutmasına acıyor, Seferberlik'ten dönmeyenler üzerine örnekler verip, umut kesmesini öğütlüyorlardı. Ne var ki yaşlı ananın gözlerinde yaşlar süzülüyor, “Ali’m yaşıyor, Ali’m yaşıyor” diye karşı çıkıyordu. Günün birinde yaşlı Güher Karı öldü. Gelini de yeni eşinden doğan çocuğu ile Ali’nin evinde yaşamını sürdürmeye koyuldu. Savaş sonrasının yaraları sarılmaya çalışılıyor, köylü dirlik düzen kurmak için yarışıyor, doğal yaşam olağan akışında sürüyordu. Tarlalar kara sabanla sürülüyor, ekinler elle biçiliyor, kağnılarla taşınıyor, harmanlarda çakmak taşlı dövenlerle dövülüyor, yabalarla savruluyor, kışlık yiyecekler çuvallarda korunuyordu. Ardıç ağaçlarından yapılmış toprak damlar, kerpiç duvarlar, küçük ışıklıklı odalar, büyük baş hayvanların kışladığı ahırlar, küçükbaş hayvanların korunduğu ağıllar insanoğlunun yaşam olanaklarının uzamlarıydı. Yüzlerce yıldır hiçbir hizmet verilmeyen topraklarda insanlar soylarını sürdürebilmek için her tür sıkıntıya dayanıyor, doğaya karşı direnme savaşı veriyorlardı. Savaşlar bitmiş, toplumsal sağalma dönemi başlamıştı. Savaşlar, yaşanan açlıklar, çekilen sıkıntılar duvar dibi sohbetlerinde konu oluyor, o olayları yaşamamış yeni kuşağa anlatılıyordu. Kimler askere gitmiş, kimler ne olaylar yaşamış, kimler ölmüş, kimler kalmıştı. Bir sabah Kör Güher’in ölüm haberi köye yayıldı. Yaşı iyice ilerlemiş olduğu için pek üzülen olmadı. Hatta ele avuca düşmeden öldüğü için sevinenler de oldu. Kimileri “Kurtuldu, zavallı çok acı çekiyordu. Şimdi Ali’sine kavuşmuş mutlu olmuştur” diye söylendi. En çok rahatlayan gelini Leyla oldu. İnsan yükü ağırdı. İşten güçten düşmüş, çenesi düşük bir koca karıdan kurtulmuştu. Ali’den kalan eve tümüyle yayılıp gelecek günlere açılacaktı. 1927 yılında ülkede olduğu gibi köyde de savaş yaraları sağalmış, dirlik düzen kurulmuştu. Tarlalar ekiliyor, koyun kuzu besleniyor, köyde yaşam renkleniyordu. Bir bahar günün, iki çoban Kurtkulağı’nda köyün sürüsünü yayıyordu. Kurtkulağı köyün kuzey doğusuna düşer dağlık yaylaydı. Çobanlar kaval çalıp koyunları otlatırken Kurtkulağı tepesinde bir yolcu belirdi. Üzerinde lacivert bir takım giysi, başında değişik bir şapka vardı. Şık giyimli dağ gibi orta yaşlı bir adamdı. Çobanların yanına geldiğinde selam verdi. “Selamın aleyküm çobanlar. Kolay gelsin, Nerelisiniz?” “Sağ ol. Aleykümselam. Mamaşlıyız bu Mamaş’ın sürüsü.” Yolcuya çobanların yüzü yabancı gelmiyordu. Birilerine benzetiyordu, ama genç insanlardı. “Mamaş’tan kimlerdensiniz? Kimin oğlusunuz?” “Kimi tanıyorsun Mamaş’tan? “Gençler hariç tümünü. Ben de Mamaşlıyım. Belki adımı işitmişsinizdir. Ben Tokuş Ali’yim.” Çobanlar hayrete birbirine baktılar. Ne diyeceklerini şaşırmışlardı. Adını çok duymuşlardı, ama öldü diye biliyorlardı. “Anam Güher nasıl, yaşıyor mu? Leyli, Kızım Hatice nasıllar?” Çobanlardan biri kendine geldi. Ne söyleyeceğine karar verdi, Yanındaki arkadaşına “Koş köye müjde ver. Sana bahşiş versinler dedi. Heyecanla Tokuş Ali’nin eline sarılıp öptü. “Vay Ali Emmi hoş geldin. Seni tanımaz olur muyuz? Köyde herkes seni biliyor. Güher ana her gün seni sayıklıyor. Gözleri biraz az görüyor ama sağlığı yerinde. Seni görünce ne kadar sevineceğini bilemezsin. Yıllardır hep seni andı. Köylü senin ölmüş olacağını söylerken bir türlü inanmadı. Ali’m gelecek göreceksiniz diye diretti. Kadın keramet göstermiş inanmamışız. Bak döndün. Hatice kocaman kız oldu. Evlenme çağına geldi. Bütün köy geldiğine çok sevinecek.” Çoban adını duyduğu ama yüzünü görmediği Tokuş Ali’ye baktı. Dağ gibi bir adamdı. Buğdaysı yüzü parlıyordu. Tertemiz giysi içindeydi. Yıllar adeta yaramıştı. Ağzı kalabalık çoban köyden, olup bitenlerde anlatıp Tokuş Ali’yi oyalıyordu. Tokuş Ali’nin habersiz eve varması bir yıkım olacaktı. Çoban, Tokuş Ali’yi lafa tutarken, yamağı bir an önce köye haber ulaştırmak için koşuyordu. Tokuş Ali, çobanının konuşmasına canı sıkılıyor, yıllardır görmediği köyüne kavuşmak için kıvranıyordu. Ayaküstü söyleşinin ardından yola koyuldu. Öylesine hızlı yürüyordu ki, nerdeyse önü sıra koşan çoban yamağına yetişecekti. Ama yamak ondan önce köye girmeyi başardı. Bir anda haber bütün köye yayıldı. Tokuş Ali askerden gelmiş! Köyde askerden dönme önceden öğrenilir, dönen daha köye gelmeden uzaklarda topluca karşılanırdı. Bitip tükenmeyen savaşlar, gidip dönmeyen oğullar yüzünden askerden gelme bir törene dönüşmüştü. Ancak Ali’nin ne gidişi kalmıştı ne dönüşünü kimse öğrenmişti. Haber, karısı Leyla’ya Kaşlık düzlüğünde davar sağarken ulaştı. Bu sırada Leyli, ikinci evliliğinden çocuğu ile Tokuş Ali’nin evinde yaşıyordu. Leyli, eve haber iletti, “İsmail’in beşiğini alıp Osman’ın evine kaçırın!” Osman hemen yakındaki komşusu oluyordu. Bebeğin bir an önce evden uzaklaşması gerekiyordu. Kendisi de hemen süt sağma işini yarıda kesip eve koştu. İsmail ikinci evliliğinden doğan altı aylık bebekti, beşikte uyuyordu. Cumali Kurtkulağı, Tokuş Ali'nin Rusya dönüşü ikinci evliliğinden oğlu. Tokuş Ali, cemlerde "delil uyandırma" hizmetini görürdü. Bu hizmet babadan oğula geçerdi. Bu hizmeti sürdüren Cumali'nin elinde tuttuğu araç, cemde uyandırılan "delil-i Şah-ı Merdan". Yıllar sonra köye dönen Tokuş Ali’ye yaşananlar nasıl anlatılacağını kimse bilmiyordu. O anlarda köyün üst başında top söğüdün gölgesinde günün tadını çıkararak dinlenen Kurt Veli dede yerinden kalktı. Kurt Veli, Şah İbrahim ocağı soyundan gelen bir dede çocuğuydu. Beş yıl önce Batı Cephesinden dönmüştü. Tokuş Ali’den on, on beş yaş küçüktü. Ama dede olduğu için Tokuş Ali Kurt Veliyi çok sever ve sayardı. Kurt Veli, Kaşlık düzlüğünden aşağı doğru inen Tokuş Ali’yi yanına çağırdı: “Ali, Ali buraya gel. Sana anlatacaklarım var. Birlikte gideriz senin eve.” Tokuş Ali yılların ardından ne gibi olaylarla karşılaşacağını bilecek ölçüde zekiydi. Çobanın anlattıklarına inanmamış, öylece dinlemişti. İkiletmeksizin Kurt Veli’nin yanına geldi. İki eski arkadaş, birbirini tanımak ister gibi, sessiz bir süre birbirine baktı. Dal gibi genç olarak gidip orta yaşlı bir adam olarak dönen Tokuş Ali, Kurt Veli’nin karşısında öylece durup duruyordu. Ardından Tokuş Ali, Kurt Veli’nin eline sarıldı, öpmek istedi. Kurt Veli elini geri çekti. Tokuş Ali diretti: “Veli, niyazım, sana değil, Şah İbrahim’e” dedi. Bunca yılın ardından Tokuş Ali ne yapmıştı? Asıl merak edilen konu buydu. Tokuş Ali yılların boşluğunu birkaç sözlük öykü ile doldurdu: Ruslara tutsak düşmüş, esirlik döneminden sonra Dağıstan’da bir Rus köyünde yaşamıştı. Bir Rus kızı ile evlenmiş, iki oğlu doğmuş, eşinin ölümü sonrasında, ülkesine dönmesine izin çıkmış, o da dönüp gelmişti. Kurt Veli Dede: “Ali aradan çok zaman geçti. Köyde de senin evde de çok çok şey değişti. Bunları anlayışla karşılaman gerek.” “Öyle Veli, benim dünyamdan da çok şey geçti.” Bir an durdu, “Ya anam?” diyebildi. Anasını sorarken sesi titredi. “Öldü, değil mi?” “Yaşı ileriydi Ali. Sen gittikten sonra da epey yaşadı. Hep seni andı. Senin ölmediğini, sapa bir yere düştüğünü söyledi. Ben ölürüm, siz kalırsınız, aha bu sözümü belleyin, Ali’m gelecek, Ali’m ölmedi dedi de inanmadık. Meğer Güher karı doğru söylemiş. Onların içine doğuyordu yaşanalar. Leyli de Numan’la evlendi.” Kurt Veli ile evine yürüdü. İçeri girdiklerinde toprak damlı boş ev sıcağı soğumamış ölü gibi öylece sessiz duruyordu. On üç yaşına gelen Kızı Hatice, boş gözlerle kendine bakıyordu. Bir ev için gerekli her şey yerli yerinde duruyor, ama içeri garip görünüyordu. Avlunun çatısını tutan ardıç orta direk koyu kahverengi görünüşü ile yerli yerindeydi. Karşıda duran tandır ocağının dumanı yeni sönmüş gibiydi. Sabah erken saatlerde ekmek pişirilmiş olmalıydı. Ocağın yanındaki duvarda un eleği asılı duruyordu. İçerisi insan kokuyordu. Hem yaşıyor hem de ölmüş gibi bir durum yaşanıyordu. Kurt Veli, hüzünlü gözlerle içeriye bakan Tokuş Ali’ye baktı. Ne söyleyeceğini bilemez durumda ağzından gelişigüzel sözler kendiliğinden döküldü: “İnsanın nefesi evin direğidir. Leyli, evi korudu. Yoksa şimdi bunca yılda yıkılır peğ olurdu. Kadının bir suçu yok Ali. Sen okuyan adamsın. Bu yazgı” Neydi yazgı olan? İnsanın istenci ile yönlendiremediği, gücünün erişmediği bir güç. Yaklaşık her ocağın öyküsü birbirini andırıyordu. Yıllardır bitip tükenmeyen savaşlar, köyü eritip bitiriyordu. Anlatmakla bitmeyecek olaylar zamanla unutuluyordu. Tokuş Ali, dalgın düşünceli toprak sekiye oturdu. Cebinden tabakasını çıkardı. Gümüş rengi parlayan tabakanın kapağını açtı. Tabaka tıka basa tütün doluydu. Tabakayı Kurt Veli Dedeye uzattı. “Bir tütün sar, içelim” Kurt Veli, bir sigara sardı, tabakayı geri verirken “Rus tütünü bu… Bize cephede bu tütünden verirlerdi” dedi. Tokuş Ali de bir sigara sardı. Cebinden çıkardığı Rus çakmağı ile sigaraları yaktı. Yoğun sigara dumanı içeri yayıldı. Bunca yıl sonra ikisi de konuşacak söz bulamıyordu. “Ömür” denen süreç, bir sigara içimi zamandan başka neydi ki?

29 Temmuz 2023 Cumartesi

İran Kimliği ve Türkçe

 

İran Kimliği ve Türkçe

Fuat Bozkurt

 

Jeopolitik İran coğrafyası, günümüzdeki İran sınırlarının ötesinde, çok geniş bir alanı kapsar. Anadolu yaylalarının bittiği yerde başlar, Horansan, Afganistan’ı içine alarak ve Hindistan’a dayanan alandır. Horasan ise günümüzdeki İran eyaletinden çok daha geniş bölgeyi içine alır. Günümüzdeki Türkmenistan’ın tümünü ve Özbekistan’ı kapsar.

 

İran’da Türkler

İşte Türk dilinin yayılım alanı bu uzam içindedir. Türkçe ve Türk kimliği Anadoludan önce İran coğrafyasında yer alır. Böylesine bir olgu içinde İran’ı Türkçeden ve Türklükten koparmak olanaksızdır. Türkçe ve Türk kimliği her dönemde İran’da vardır ve bir anlamda İran’la yarış içindedir.

İran Coğrafyasında Türkçe ve Türklük Horasanla başlar. Güneş Ülkkesi anlamına gelen bu bölge günümüzde İran’da bir eyalet adıdır. Geçmişte çok geniş alanları kapsar başkenti günümüzde Afganistan sınırları içinde bulunan Herat kentidir. Horasan, Anadolu’nun eşğidir. Türk kimlik söylencecesinin temelidir. Söylencesel tarihimiz Horasan’a değin uzanır. Onun öncesi, Ahmet Yesevi kitabi bilgidir. Horasan Nişabur, Merv, Belh şehirleri ile Anadolu aydınlanmasının pınarlarıdır. Hacı Bektaş Nişabur, Mevlana Belh’ten gelir.

Öncüler Selçuklar

Akkoyunlu ve Kara Koyunlular

Safeviler:

(Şah İsmail (1501-1524), Şah Tahmabs (1524-1576), 2. Şah İsmail (1576-1578), Muhammed Hudavend (1577), 1. Şah Abbas (1578-1629), Şah Mirza (1629-1642), 2. Şah Abbas (1642-1666), Şah Süleyman (1666-1694), Hüseyin Sultan Hüseyin (1694-1722), 2. Şah Tahmabs (1729-1732), 3. Şah Abbas (1732-1736)

Afşarlar: Nadir Şah (1737-1747), Adil Şah (1747-1748), İbrahim Şah (1748-1749),

Zend : 1749-1791

Kaçarlar : 1794-1926

Pehlevi : 1926-1979.

Kimlikle koşut Dil

 

İran Coğrafyasında Tükler

Selçuklu İran’a girer ama devlet dili Farsça olur. Devletin yönetimi de Farsların elindedir. Ünlü vezir Nizamül Mülk devletin başındadır. Türkler geniş coğrafyaya yayılırlar. Günümüze dek uzanan coğrafya şöye bir  renkli görüntü sunar:

Öncelikle dört Oğuz Lehçesi İran’da etkindir :

1.     Horasan’da Türkiye Türkçesine yakın bir Türkçen konuşulur. Bunun Türkiye Türkçesinden ayrılan yazı Eski Türkçenin uzun ünlülerini korumasıdır.

2.     Günümüz Türkmenistanında ve İran’ın Hazar kıyılarında Türkmence egemendir. Türkmence Oğuz dilleri içinde uzun ünlüleri koruyan bir lehçe olarak ünlüdür. İlke Alyev, Böriyef’in sözlüğünde bu uzun ünlüler gösterilir. Günümüzde tümüyle bu konu aydınlannır.

3.     Azerbaycan’da Batı kolu olarak Azerice yer alır. İran içinde en kalabalık Türk kolunun konuştuğu Türkçedir.Türkiye Türkçesinde kimi ses zellikleri ve sözcüklerdeki anlam değişikliği ile ayrılır. Tarihsel olarak.

4.     Afşarca, İran’ın doğusunda ve Afganistan’da kimi dar alanlara serpşştirilmiş olarak konuşulur. Oğuzcanın Batı kolundan bir Türkçe ağzı olarak dewğerlendirilebilir. Yıllar önce Kabil’de konuşulan Afşarca’dan örnekler yayınlamıştık.

5.     Doğu bölgelerde Kaşkay Türkleri yaşar. Bunlar da Oğuz kolundandır.

6.     Tahran’ın güneylerine düşen Kum ve Save yöresinde Halaç Türkleri yayaşar. Hallaçça Türkçenin eskicil özellikleirni koruyan bir dil olarak Türkoloji dünyasında önemlidir. Doerfer’in Göttingen Türkoloji bölümünün çalışmaları ile gün yüzüne çıkarılmıştır.

 

*

İran Coğrafyası’nın Hint sınırında başladığını söyledik. Bu tanıma göre günümüzdeki Afganistan sınırları içinde konuşulan Türkçe kollarını da İran coğrafyası içinde incelemek gerekir.

Afganistan’da en kalabalık Türkçe kolu Özbekçedir. Özbekler kuzey Afganistan toprakları içinde yer alan Türkistan bölgesinde konuşulur. Afgan halkının önemli bir bölümünü Özbekler oluşturur. Resmi sayılara göre Afganistan halkının yüzde onunu oluşturular. Bölgenin başkenti Mezar-ı Şerif kentidir. Kunduz, Meymemne, Andhoy önemli Özbek yerleşim alanlarıdır. Bölgede bozulmamış, duru bir Özbekçe konuşulur.

Türkistan adı verilen bu alanda çok sayda Kazak, Karakalpak bulunur. Bunlar 1917 Rus devriminden sonra gelip yerleşmişlerdi. Türkçenin Kuzey koluna ait bu lehçeler, Özbekçe’den kesin çizgilerle ayrılırlar.

Vakan koridorunda yaşayan Kırgızlar 1980 sonrası topluca Türkiye’ye göç etmişler, Van yöresine yerleştirilmişlerdir.

 

İran’dan Hindistan’a

Türkçe ve Türklük İran Coğrafyası’nı da aşar. Onuncu yüzyılın sonlarına doğru, Gazneli Sebüktekin Hint yolunu Türk hanedanlara açar.  Oğlu Gazneli Mahmut, 1000 ile 1026 yıılları arasında on yedi akınla Hint topraklarına yerleşir. O günden tam 1875 tarihine Hint tarihi hemen hemen bir Türk devletleri tairihidir. Bazen tek bir devlet -Gaznelilerde  ve Babürlerde olduğu gibi- ülkeyi baştan başa denecek ölçüde egemenlikleri altına alırlar. Bu iki hanedan arasında, egemenlik parçalanması oursa da Türk hanedanının Hint yarımadsında egemen olmadığı bir dönem bulunmaz. Bir kumandan veya bir bey, herhangi bir hanedanın zaafını kollayrak isyan eder, yeni bir saltamnat kurar, ülke büyür, gelişir, sonra yeni başka bir Türk beyliğine yerini bırakır.

On altıncı yüzyıl başlarında Timur soyundan Babur’un kurduğu İmparatorluk on dokuzuncu yüzyılın ortalarına değin yaşar. Bu İmparatorluğun Türklüğü su götürmez. Ama nedense Batılılar Moğol adını vermek adet olur.

Bunca alan fethedilip, bunca devlet kurulurken, Türkçe ve Türklük görmezden gelinmesine ne demeli? Görmezden gelmek ne söz aşağılanıp özüne karşı çıkılmasını nasıl açıklamalı?

İran’da Türkü har, Osmanlıda kaba Türk, Hindistanda üç kuşak sonra sarayda konuşulmayan bir devlet dili.

Nereden geliyor bu eziklik, bu özünden uzaklaşmak; anlamak olası değil. Gazneliler döneminden çarpıcı bir örnek vardır.

 

Tarihte İran

İran köklü bir devlet geleneğine dayanır. Dara’nın İ.Ö. 600 yılında Persepolis kentini başkent yapıp abad etmesi ile Pers devleti görkemli bir başlangıç yapar.  Böylece İran devlet geleneği 2500 yıllık bir geçmişe dayanır. Büyük İskeder, MÖ. 330’da Persepolis’i yağmalayıncaya değin başkent kalır. Şiraz yakınlarında bulunan Persepolis’ln günümüze yıkıntıları kalır.

İslamın doğuş ve yayılış yıllarında Sasani İmparatorluğu eski Pers İmparatorluğu geleneğini sürdüren bin yıllık geçmişi olan, dünyanın ikinci büyük gücü konumunda bir devlettir. Mezepotamya'dan Hindistan'a dek uzanan geniş top­raklara egemen, Pers Hükümdarlarının zenginliği dillere destandır. Devletin başkenti eski Babil, şimdiki Bağdat'ın bu­lunduğu yere ku­rulmuştur.

Dönemin egemenlik yarışı Bizansla Pers arasındadır. Bu iki devlet ayını zamanda iki karşı dinin temsilcisidir. Bizans Hıristiyandır, İran ise, Zerdüşt'ün kurduğu Mazdeizme inanır. Sasani hane­danı­nın ve halkının resmi dini Zerdüştlük İran'ın ulusal dinidir[1]. Pers -Bizans. İmparatorlukları arasındaki çekişme do­ğudan gelen değerli malların ulaşım damarı İpek ve Baharat yollarını kimin elinde tutacağı sorununda düğümlenir. Bu malların ulaşımını kuzeyde Türkler, güneyde Araplar tekelleri altında tutar. 642 yılında Araplar Nihavend Savaşında Persleri yenip imparatorluğa son verirler. Persler yenilmişler, ama yıkılmamışlardır. Köklü bir devlet geleneği, güçlü bir inanç dizgesi ve görkemli bir mitoloji ile Perslik bilinci ayaktadır. Bu kültürün üzerine İslam yerleşmeye çalışırken, doğal bir evrim yaşanır ve İslam bu ülkede ayrı bir görüntüye bürünür. Zerdüştlük, Ateşetaparlık, İslamlık ve Doğu gizemi birbirine karışarak, bulanık yoğun bir kültür tortusu olarak Şiilik biçinine dönüşür.

«Bu karışım içinde İran, gerek Fars, gerek Türk İran’ın bu feodal aileleri, aynı zamanda hem en yüksek devlet adamlarının, hem de en aydın en görgülü şahsiyetlerin fideliğidir. Zira bu ailelerin çocukları, hemen umumiyetle Avrupa’da, Amerika’da tahsil ve tebiye görürler. Memleketlerine her biri bir ihtisas sahibi olarak ve iki üç yabancı dil konuşarak dönerler. Döner dönmez de yurtlarını hiç yadırgamazlar. Hatta köylerindeki işlerinin başına geçip bir köy hayatı sürmeyi Tahran’ın kozmopolit aleminde dolaşıp eğlenmeye tecih ederler. Bunlar arasında kimi diplomatik vazifelerle, kimi ticaret maksadıyla uzun yıllar Avrupa veya Amerika’da ömür sürenler, evlenip yerleşenler vardır ki, koyu Farslıklarından bir zerre kaybetmek şöyle dursun, yabancı karılarından,  yabancı diyarlarda doğup yetişmiş çocuklarını dahi günün birinde, İran’a tam bir İranlı olarak getirirler.»[2]

 

Farsların derin ve köklü bir milliyet duygusu burada yatar. Farsın bilinçaltına sızıp birikmiş binlerce yıllık bir uygarlık, Asya uygarlığı Şiilik görüntüsü altında ortaya çıkmıştır. Bu bireşimde Şiiliğin İslam tarihinde ne gibi bir anlam taşıdığı ve ne gibi etkilerin ürünü olduğu önemini yitirmiştir. Fars kimliği ya da İranlılık bilinci, bu karmaşık bulmacayı, bilme ve çözme ile anlaşılır. Fars ruhu bu tortudur. Farsları Türklerden ve Arap dünyasından ayıran köklü ruh ve kültür farkı burada yatar. Bu nedenle Fars, millidir ama milliyetçi değildir.[3]

Fars kimliği bir anlamda İran coğrafyasının kimliğidir ve bu kimlik Şiilikte kristalleşir. Şiilik, İran coğrafyasının yarattığı, değişik kökenlerden halkları da içine alan görkemli bir karışımda Fars kimliğine dönüşmüştür. İslam coğrafyasında hiçbir ülkede Şiilik dışında ulusal mezhepten söz edilemez. Bunun jeopolitik nedenleri vardır.

Bu kimlikte otoriteye tapınç düzeyinde bağlılık vardır. İki bin beş yüz yıldan beri İranlılar Krallarının Tanrı tarafından verilmiş haklarına inandırılır. Yüzyıllara ulaşan geleneklere göre Kral toplum hiyerarşisinin tepesindedir ve aldığı kararlardan dolayı halkına karşı hesap vermeye zorunlu değildir. O’na körü körüne itaat edilir. Eski çağların büyük kralları Dara’lar, Keyhüsrevler rol örnekleridir. Kökeni Türk, Fars olsun değişmez, ona itaat edilir.

Rıza Şah da, İmam Humeyni de İran devlet geleneğinin bir devamıdır.

Yeni İran

Pehlevi hanedanının kurucusu Rıza, Mazenderan’ın Hazar bölgesinde 1876’da doğar. Çocukken asker olan babasın ölümü üzerine annesi ile Tahran’a gelir. 15 Yaşındayken dayısının özendirmesi ile Kazak tugayı ileri karakoluna baş vurur. İran Kazak Alayı, Nareddin Şah’ın Petersburg ziyareti sırasında Rus Kazaklarından etkilenmesi sonrası kurulmuş bir özel askeri birliktir. Askerleri çoğunluk Rus subayları eğitir. Rıza boyu 185’in üzerinde geniş omuzlu, gösterişli bir askerdir. Burada sıkı bir asker olarak yetişir. 1921 yılında İngilizler İran’da kendi işlerine engel olmayacak bir başbakan arayışına girişirler. Bunun için uysal bir gazeteci Seyit Ziya Tabatabay’ı uygun bulurlar. Kazak alay subayı Rıza’nın desteği ile Seyit Ziya’yı başbakanlığa gtirilerse de üç ay sonra Rıza onu bir kıyıya iterek başbakanlığa geçer. Nüfusunu pekiştiren Rıza’yı başbakan olmak tatmin etmez. Gözü Kacar hanedanının üzerindedir. 1923 yılı sonunda budala ve obez Şah Ahmet’i Avrupa’ya yolculuğa çıkmaya zorlar. Herkes bu yolculuğun dönüşü olmayan yolculuk olduğunu anlar. Böylece 132 yıllık Kaçar hanedanının sonu olur. İran bir yol ayrımında kalır. Nasıl bir yönetim seçecektir? Mollalar cumhuriyetten korkarlar ve meclisteki görüşmeleri protesto etemk üzere 20 bin kızgın inançlı insanı sokağa dökerler. Bunun üzerine cumhuriyetten vaz geçilir. İran Meclisi dört olumsuz oya karşı 132 oyla Kaçar hardanını kaldıırp Tavuskuşu tahta Rıza’yı oturtmaya karar verir. Dört muhaliften biri İsviçre’de hukuk eğitimi gören Muhammed Musaddık’ın oyudur. «Tek adama bu kadar güç vermenin Bu oylama Rıza’yı 1926’da Gülistan sarayında taç giyme törenine taşır.

İran’ı Zanzibar’dan bile daha ileri götüreceğini söyler. Daha sonra Rıza Pehlevi döneminde başbakanlık yapacak adamın öngörüşleridir. Dedikleri bir bir çıkacaktır.

CIA Rıza Şahı tahta yerleştirdikten sonra 18 yıl içinde demokratik hakların tümü kısıtlanır. CIA’nın desteğiyle dünyanın en etkin istahbarat kurmlarından SAVAK yaratılır. Petrol gelirlerinden akan para ile beslenen saray ve eşraf sınıfı oluşur.

1971’de Persepolis’te İran İmparatorluğunun 2500. Yılı 100 milyon dolarlık bir harcama ile kutlanır. Kendi sözü ile « Dünyanın o güne kardar gördüğü en görkemli kutlama » yapar.

İtalyan gazeteci Oraina Fallaci

«Çok tehlikeli bir megalomanyak, çünkü eskinin en kötü yanları ile, yeninin en kötü yanlarını birleştiriyor. Kayıp imparatrluğu yeniden kurmak için Allah tarafinda gönderilmiş Darius ve Küros’un reenkernasyonu olduğu gibi ahmakça düşüncelere sahip» diye değerlendirir.

1979’da Tavus Taht’tan tepetaklak yuvarlanacak Muhammed Rıza bu durumdadır.

 

Türkün Konumu

«Türk aydınları kitlelerin cehaletinden büyük acı çekerler. Fakat Türk aydını, halkın ayağına gitme yeteneğinden yoksundur. Çoğu, köylere gidip yaşamına ve kültürüne başkalarını ortak etmeye razı olamaz. Eğtim görmüş Türkler köy  adını işitince ürpeririler. Eğitim görmüş Türkler, köy adını işitince, ürpeririler. Seçkin Türk aydınları, bir misyoner gibi köylünün ayağına bilgi götürmek yeteneğinden yoksundur. Rahat evlerinde oturup köylüleri eğitmek, gerektiği üzerine fetvalar veren aşırı solcular bile, onların arasıdna karışmakta istekszidir.»[4]

Bir dönemde büyük ilgi uyandırın Türk aydını kitabının kapağına şu sözlerle satışa sunar.

«Türkçe giderse Türkiye gider! Yabancı dille eğitim ile Türkiye gider.»[5]

Böylesine diline ve ülkesine sahip çıkan bir aydına saygı duyulur. Ancak aynı kişinin ölümünde 20 yaşındaki oğlunun Türkçe bilmediğini görenler şaşıp kalırlar.

 

Türk ellerinde Türkün ve Türkçenin konumu iç içedir. Genel olarak Türk dışlanır ve aşağı görülür. Bin yılı aşkın süre egemen olunan İran ülkesinde bir deyim vardır: «Türk-i har», Türkçesi «eşek Türk». İran’da böyledir de Osmanlı’da daha mı iyidir? İşte ünlü Koçi Bey  Risalesinden bir kesit:

«Her zümreye, adı geçen tarihten beri milleti ve mezhebi bilinmeyen şehir oğlanı, Türk, çingene Tatar, ecnebi, laz, yörük katırcı, deveci, hamal, ağdacı, yolkesen, yankesici, ve diğer çeşitli kimseler katılıp, usul ve kaideler bozduldu. Kanun ve kaide kalktı.»[6]

1631 yılında 4. Murat’a sunulan tutanak, düzenin bozulma nedenleri böyle anlatılıyor.

Başka bir örnek daha yakın dönemden. Olayın ne ölçüde gerçek olduğu bilinmez ama şöyle anlatılır :

II. Abdülhamit’in Arnavut bahçivanlarından biri, Türk çocuğu olan yamağının  beceriksizliğine kızarak «Eşek Türk» diye bağırdı. Olaya, Yıldız Sarayının penceresinden şahit olan Sultan başını uzatı. «Ben de Türk’üm» dedi. Bahçivan şoke oldu ve düşüp bayıldı.[7]

Abdülhamit’in bu tavrı ile öğünsek mi, yoksa kendi ülkesinde bir kimlik böylesine ezildiği için yerinsek mi?

Falih Rıfkı Atay’dan bir kesit:

Beyoğlun’nda bir İstanbullu Türk “Yerli”liğini kolayca hisseder. Dükkanlardan çoğu Türkçeden başka dille konuşmayana cevap vermeğe ancak “Tenezzül” eder. Yan sokaklardan bazılarının adları Fransızcadır ve Fransızca yazılnıştır. “Büyük Kulüp”ün adı Cercle d’Orient”dır. Dili Fransızcadır. “Karşı” Türklerinin de Türkçe konuştuğu pek duyulmaz. Bu Tanzimat tipi “Batılı” ile bugünkü Batılı Türk arasında hiçbir benzerlik aramayınız. O, Türklüğünden utanan, türklüğünü saklayan bir “Alafranga”dır. Bir göbek, çoğu iki, nihayet üç üç göbek ötesi Anadolu’nun bir kasaba veya köyüne çıkan bu Türkler, Saraya yahut Bab-ı Ali’ye çatınca ilk işleri soylarını da, soyadlarını da unutmak olur. Ama biz meşrutiyetten önce onların tenkid edildiklerini duymazdık.[8]

 

Osmanlı resmi tarih anlayışına göre Türk tarihi diye bir tarih bulunmaz, Türk tarihi Osmanlı tarihi ile başlar. Osmanlı devletinin kurucuları da Söğüt kışlağı ile Domaniç yaylasına yerleşmiş 300 çadır halktan oluşur. Osmanlı, Oğuz Han soyuna çıkan Kayı Boyundan Ertuğrul Gazi öncülüğünde Anadolu’ya yerleşen halktır. Bu kuramı Namık Kemal “Cihangirane bir devlet çıkardık bir aşiretten” diye över ama okul tarih kitaplarında ve öğretimde Türk diye bir soydan söz edilmez. Türk uygarlığı diye bir uygarlık bulunmaz. Müslümanlar ve Osmanlı vardır. İslam tarihinin uluları Araplardır. Türk çocukları kendilerine Türk demezler. Arap sözkonusu oldu mu “Soylu Arap Halkı” (Kavm-ı necib-i Arab)” derler. Onlar üstün vasıflarla donanmış, seçkin halktır. Türk okuryazarı, yetkini “Esseyyid”siz Türk mührü bulunmaz. Herkes soyunu Arab’a çıkarmak için kütük uydurur. Bir Mevlevi’nin kişisel kartı iki satır “Bin”li addan sonra “Bin Ebubekir”le biter.[9] Okullarda Arab’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum, fakat Türk‘e, Osmanlı derler. Padişahın nöbetçileri, bekçileri, korucuları Arnavut, ağaları Zenci, haremi Çerkezdir. Kürd’ün de saygınlığı Türk’ün üstündedir.[10] Türk olmak aşağılandığı için, Türk soylu aileler kendilerini Arap soyuna bağlama yarışına girerler. Şam’da Arap milliyetçiliği yapan Azimzadeler, Konya’dan gelme Kemik Hüseyin torunlarıdır. Halep’in köklü ailelerinin kökenleri Türklerdir. Osmanlı İmparatorluğunda saygınlık, azınlığa tanınmış bir ayrıcalık olduğu için, herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha yararlıdır.[11]

 

Araplarda, Peygamber döneminden uzaklaştıkça, eski anıları canlandırma özlemi güçlenir. İslam öncesi halk dil, tarih, yazın, etnografik ögeleri derlemeye girişir. Türk ve  İranlı araştırmacılar onlarla birlikte bu işe koyulur. Çöllerde yaşayan göçebe Araplardan gereç derler, araştırma yapar. Bunun sonucu Cahiliye dönemi ve Arap kültür kökeni aydınlanır ve yaşatılır olur.

Öte yandan İranlılar İslam’ı kabulden bir-iki yüzyıl sonra kendi dillerini ve geleneklerini yeniden canlandırmaya yönelirler. Firdevsi, İran destanı Şehaname’yi anıtlaştırır.

Buna karşılık, Türk devletlerinde böyle bir özendirme destek görülmez. ilk Selçuklu sultanları, devletin kuruluşundan önceki dönemlere ait bir tarih yazdırma girişiminde bulunmaz. Dönemin Türk aydın katmanı böyle bir gereksinim duymaz. Oysa küçük bir kitle olan Moğollar eski geçmişlerini Camiüttevarih kitapta yazdırarak geleceğe bırakırlar. Oğuz-name de İslam kaynaklarına bu kitap aracılığıyla girer.

Kendisi de Türkçü olan Osman Turan, Selçuklu ve Osmanlılarda süren Türkün bu tutumunu, biraz utanarak itiraf eder. Türkiye Selçuklu Sultanları, Osmanlı padişahları ve Türk kültürünün taşıyıcısı olan yüksek tabaka, -Türk kültürünün zararına olarak- İslam ideolojisi uğruna hiçbir emek ve özveriden kaçınmazlar. İslamdan önceki kendi tarih ve geleneklerine karşı ilgisiz ve duyarsız kalmalarına yakınır. Ama hemen ardından kendini avutacak bir neden bulur: “Türkler İslam medeniyetini tamamiyle benimsemiş bir milllet olarak milli kültürün, İslam medeniyeti çevresinde gelişmesini dünya hakimiyeti temayüllleri için lüzumlu görmemişlerdir.” [12]

 

Benimsetilen Aşağılık Duygusu 

Türk ruhunda, İslam karşısında bir eziklik, bir Türk düşmanlığı sezilir. Bunu en açık biçimde anlatan Fahrettin Mübarekşah (1148-1215)’tır.

 Türk kimliğini savunduğu ileri sürülen Fahrettim Mübarekşah, bir yandan “Bir Türk bir inciye benzetilebilir. Sedefin içinde ve denizin dibinde iken onun değeri yoktur. Fakat denizin dibinden çıkarılıp da sedefinden alınınca kıymetlenir. Hükümdarların taçlarında, gelinlerin boyunlarında ve kulaklarında bir süsü olur”[13] överken biraz sonra şöyle der:

“Başka kavimlerin müslüman iken de ana, baba ve yakınlarıyle ilişkilerini kesmedikleri çok defa görüldüğü ve samimi bir müslüman olmak için uzun bir zamana ihtiyaç hasıl olduğu halde, Türkler müslüman olduktan sonra müslümanlığa öyle sarılırlar, ki bir daha adlarını, yerlerini ve yakınlarını hatırlamazlar; hiçbir Türk’ün irtidad ettiği (Müslümanlıktan döndüğü, çıkıtığı) görülmemiştir.[14] 

 

Kendisi de Türk olmasına karşın, Mubarekşah, Türklerin İslamlık uğruna ana baba ve yakınlarıyle ilişkilerini kesmesini, gerçek adlarını, nereli olduklarını, yakınlarını utanmasını alkışlar. Hiçbir Türk’ün Müslümanlıktan dönmmemesi ile öğünür.

İslamı seçişinden 150 yıl sonra saptanan bu olgu bütün Türk halklarını kuşaktan bir duygu olur.

Fahreddin Mübarekşah Hindistan Türk İmparatorluğunda yaşar. Bilindiği gibi Birinci Hint Türk İmparatorluğunun en ünlü sultanı Gazneli Mahmut’tur. Onun döneminde yaşayan iki kişi ilginç biçimde Türkleri aşağılayan kitaplar yazarlar. Bunların birincisi, al-Utbi al-Manini’dir. Manini, Tarih adlı kitabında, Türk’ü “yayvan suratlı, basık burunlu ve seyrek sakallı, küçük gözlü” biçiminde betimler. Öbür özellikleri bakımından da Türkleri -Peygamberin Araplara tanımladığı niteliklerle- “korkutucu, yıkım getirici”, tanıtır. Tüm tanımlar Muhammed’in sözleri ile örtüşür.[15]

Bu sultan sarayında Firdevsi’yi besleyerek ona Şehname’yi yazdırır. Firdevsi Şehname’de Türk’ü olmayacak kılıklara sokarken, İran tarihini ve uygarlığını över, Fars üstünlüklerini anlatır.

 

Azerbaycan

Rusya, Osmanlılar ve İran arasındaki paylaşım kavgasında Güney Azerbaycan İran'ın elinde kalmıştır. Kuzey ile Güney Azerbaycan'ı Aras Irmağı ayırır. Gerçi İran tahtını bin yıla yakın Türkler doldurdu, ama İran hiçbir zaman Türk olmadı. Yine de Azerbaycan için İran iki ba­kımdan büyük önem ta­şır: Birincisi, Azerilerle İran ortak din ve kültürü 19. yüzyıla dek taşımışlardır. İkinci anlamı ise kendi dillerini konuşan halk Azerbaycanda yaşar.

Ekonomik bakımdan İran'ın en kalkınmış eyaleti olan Azerbaycan, eskiden beri özgürlükçü eylemlerin merkezi olur. Tebriz sürekli Rus Azerbaycanı ile bağlantısı sür­er. Bir bakıma Tebriz'de esen ye­lin yönü Bakü'den Gence'den gelir. Yüzyılın başlarında Tebriz' de, Hayat, İrşad gibi Bakü gazeteleri okunur. Rus yenilikçi ha­reketine ilgi duyulur.

Yirminci yüzyıl başlarında İran tam bir anarşi içindedir. Ülke Türk soylu Kaçar ailesinin elinde şahlıktır. Tahtta Mehmet Ali  Şah bulunur. Ancak şahlık düzeni ve otoritesi çürümüştür. Valilikler her yıl açık artırma ile dağıtılır. Ülke gerçek anlamda bağımsız da sayılmaz. Kuzey İran, Rusyanın, güney İnglizlerin fiili denetimi altındadır. Meşrutiyet ile ir­tica kıran kırana ya­rışır. Kimi aydınların ve Azerbaycan‘ın baskısı sonucu Mehmet Ali Şah, 1906’da meşrutiyeti kabul edip meclisi toplar. İki yıl sonra karşı devrimci bir darbe düzenlenmesiyle yeni bir dönem başlıyor. Şahın emriyle meclis bombalanıp dağıtılır. Tebrizli meşrutiyetçiler hemen kentin yönetimini ele geçirip bir milis gücü oluşturuyorlar. Milisin yöneticisi okuma yazma bilmeyen Tebrizli at tüccarı Sattar Han ile Bakır Han ayaklanmayı başlatırlar.

Bu sırada İstanbul'da da genç Türkler, 1908 Meşrutiyet devrimini gerçekleştirip iktidara geçmiş­lerdir. Sattar Han eylemine sıcak bakarlar. Devrimi yapan genç subaylar arasında bir düşünce gelişir: İran’da  da ihtilal yapalım!

Aralarında İttihat ve Terakki’nin ünlü hatibi Ömer Naci, şair Mehmet Emin Yurdakul, Enver Paşanın amcası Halil Bey, Abdülkadir, Yakup Cemil, Sapancalı Hakkı gibi İttihat ve Terakki silahşörlerinden oluşan ekip İran’a doğru yola çıkar. Aralarında bir de İranlı Osmanlı Harbiyesinde okuyan subay Mehdi bey vardır. vardır. Ne varki İran topraklarına girdiklerinde evdeki pazarın çarşıya uymadığı anlaşılır. Şahı tahtından indirmek öylesine kolay değildir. Sınırı geçtikten sonra bir çatışmada İranlı Mehdi Bey ölür. Kafile İranlı kılavuzdan da yoksun kalınca umutları tümden çöker, dönüp Van’a ulaştırlar. Ancak orada kendilerini kötü bir sürpriz bekler. İstanbul’da 31 Mart ihtilali patlamıştır. Devrimciler Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak üzeredir. Silahşörlerin İran macerası düş kırıklığı ile sonlanır.

 

Azadistan

1.Dünya Savaşı sonrası Kuzey Azerbaycan'da başlayan bağımsızlık gi­rişimleri Güney Azerbaycan'a da yansıdı. 1920 yılı sonlarına doğru Şeyh Muhammet Hiyabani Azadistan adlı bir devlet kurmayı başarır.

Şeyh Muhammet Hiyabani adı, ilk kez, İran'da meşrutiyet için veri­len uğraşlarda duyulur. O zamanlar 26-27 yaşla­rında başı sarıklı, eli silahlı yiğit bir özgürlük savaşçısıdır. Genç yaşta siyasete atılmıştır. Rusya İngilizlerle anlaşıp İran'a ültümatom verip silah gücü ile mecli­sin ka­pa­tıl­masını sağla­yınca; o, Tahran'da yapılan göste­ride ateşli bir konuşma yaptar. İngiliz ve Rus sömürgeciliğini ağır bi­çimde eleştirir. Bunun üzerine İran hükümetince kovuşturmaya uğ­rar. Horasan ve Türkistan üzerinden Mahaç kaleye gitder. Ancak 1. Dünya Şavaşı yılların­da Tebriz'e dönebilir. Tebriz'de Teceddüd ga­zetesini çı­karmaya başlar. 1917'de Tebriz'de Azerbaycan Demokrat Partisini toplar. Teceddüd'de bağımsız Azerbaycan düşüncesini yay­maya baş­lar.

Şeyh Muhammet Hiyabani hükümeti, ancak 9 ay hüküm sürer. Bu kısa sü­rede Tebriz'de bir Ticaret Yüksekokulu açar. Kuzey Azerbaycan'dan öğret­men­ler getirir. Tebriz'de tiyatro kurur, kütüphane açar.

5 Eylül 1921'de Rıza Şah yönetimindeki as­kerler Tebriz'e girmeyi başarırlar. Şeyh Muhammet Hiyabani ile birlikte Azadistan hükümeti yöneticileri idam edilir.

 

Milli Azerbaycan

2. Dünya savaşı sırasında İngilizlerle Sovyetler anlaşmışlar İran'a gir­mişlerdi. Kuzey İran, Sovyet, Güney ran İngiliz, denetimine girmişti. 1943 yı­lında yapılan seçimde Tebriz'den Mir Cafer Pişerevi İran par­lemento­suna girdi. Pişerevi inançlı bir sosya­listi. Yaşamının en güzel on bir yı­lını zin­danlarda işken­celerle geçirmişti. İran parlemen­tosu Pişeveri yanlısı milletvekillerinin mazbatalarını onaylamadı. Pişeveri Tebriz'e döndü. Geniş katılımlı bir halk kurultayı topladı. Kurul­tay, 39 kişi­lik bir ulu­sal kurul seçti ve isteklerini belirledi.

12 Aralık 1945'te Tebriz'de Özerk Azerbaycan Cumhuriyeti ku­ruldu. Hükümete İran özerklik tanıdı. Pişeveri, köklü reformlara girişti. Büyük bankaları millileştirdi. Rüşveti engelleyecek ciddi önlemlemler aldı. Kentlerde ve köylede hizmet verecek gezici hastaneler ve sağlık ocakları kurdu. Önemli ürünlerin fiatını denetime aldı. Yiyecek saklanmasına karşı önlemler aldı. İşçilere 8 saatlik çalışma süresi belir­lendi. Kadın hakları ta­nındı. Toprak reformu yasası onay­landı ve uygu­lan­maya baş­ladı

Azericeyi devletin resmi dili olarak benimsenerek ulusal dil olarak eğitim kurmlarında işlenmeye başlandı. Ulusal basın ve öğretim ku­rumları açıldı. Tebriz' de bir üni­versite oluşturuldu. Güzel Sanatlar ve Ressamlık Akademisi, Devlet Tiyatrosu, Azerbaycan Radyo Ajansı yaratıldı. Tebriz’de sanat ve edebiyat alanında büyük altılımlat yapıldı. Veten Yolunda, Azerbaycan, Feryed, Azad Millet, gibi gazete ve dergiler art arda yayınlanmaya başladı. Ulusal hükümetin bayrağında Devlet-i Hod Azerbaycan, Ya Sahibüzzaman sözleri yer alıyordu. Yapılan yeniliklerde Atatürk devrimleri örnek alınıyordu. Azeri halkı yenilikleri içtenlikle benimsiyor, ulusal hükümeti bağrına basıyordu. Hedef devletçi, bağımsız bir ulusal Azerbaycan devleti kurmaktı.

Ulusal kıpırdanış eylemi, Sovyetleri ve İran Şahlığını korkuttu. Şah Özerk Azerbaycan Milli Hükümetini resmen onaylamasına karşın antlaşmayı bozdu. İran büyük güçler­le Özerk Azerbaycan'a yüklendi. 1946'da devlet başkanı Pişeveri ye­nildi. Binlerce Azeri Şah güçlerince öldürüldü. Pek çok insan Kuzey Azerbaycan’a kaçtı. Pişeveri de birkaç arkadaşı ile birlikte Kuzey Azerbaycan'a sığındı. Böylece Milli Azerbaycan hükümeti son buldu.

Pişeveri, Sovyet Azerbaycan'ında 11 Temmuz 1947'de, karanlık bir otomobil ka­za­sında öldü. Hemen herkes bunun kaza değil suikast olduğunu düşündü.

 

Halaç Türkleri

Halaçlar, Tahran'ın 200. km güneyine düşen Kum ve Arak kentleri dolaylarında yaşarlar. Sayıları 30.000 dolayındadır. Halaçlar 57 köye yayılmışlardır. Bilindiği ka­darıyla hiç bir dönemde birleştirici bir yazı di­line sahip olmamışlardır. Bu yüzden köyler arasında önemli ağız ay­rımları bulunur. Sözgelimi batı ağızlarından Talhâb ağzını öbür Halaçlar başka bir dil sayarlar.

     Halaçlardan ilk sözedenler, İslam coğrafyacılarıdır. 9-10. yüzyıl kay­naklarına göre Halaçalar, Seyhun'un bu yakasında, Afganistan'da yaşayan göçebe boylardır. Kışlakları Seyhun ötesinde, Talas bölgesin­de yer alar. Harezmi'nin Mafatih al-'ulum'inde Halaç ve Kanicina Türkleri Eftalitlerden arata kalan boylar olarak gösterilir. Bu görüşlere dayanan Maquart, günümüzde onaylanmayan görüşler ileri sürer. Ona göre, Halaçlar bir Hint Avrupa boyu, Sakalardan gelirler. Sonradan türk­leşmiş­lerdir.

     Nizamu'l-mulk Siyasetname'de Selçuklular döneminde vergi top­la­mak ve ilişkileri geliştirmek için Halaç ve Türkmenlere Sebüktegin'in yollan­dığını yazar.

     Prof. Dr. Doerfer'e göre, Halaççadan ilk söz eden Kargarlı Mahmut'tur. Kaşgarlı, Halaçları Argu adıyla anar. Dillerinden örnekler verir. Gerçekten bu örneklerin çoğu günümdeki Halaçça ile uyuşur.

     Eski kaynaklarda Halaççadan çok az söz edilir. İbni Haldun, Reşidüddin gibi ya­zarların yapıtlarında Halaçlar üze­rine kısa bilgiler var­dır. Bu kısa kesitlerden Halaçlar üzerine sağlıklı bilgi edinmek olası de­ğildir. Halaçlar arasında geçmiş­leri üzerine kimi söylenceler anlatı­lır. Bunlar halk arasında yayılmış, kesin olmayan dağınık anlatılardır. Bir top­lumun geçmişi, söylencelerden yola çıkarak araştırmak sakınca­lıdır. Bu bakımdan şimdilik Halaçların geçmişi koyu bir sis taba­kası al­tında­dır. Halaççanın araştırmasında kaynak kişi olarak önemli katkısı olan Halaç Türklerinden Moseyyib Arabgol Halaçların geçmişleri ve genel yaşamları üzerine şu bilgileri verir:

 

     Halaç adlı topluluk İran'da Kum, Arak, Tafreşve Save ara­sında ya­şar. Sayıları 18.000 kişidir. 45 köyde otururlar. Eskiden sayıları daha çok­muş. Zamanla kimi köylerin dili değişmiş. Farsça ya da İran'da ko­nuşu­lan öbür Türk dillerin­den biri olmuş.

     Halaçların bu bölgeye nereden ve ne zaman geldikleri bi­linmiyor. Köşede bucakta anlatılanlara göre Halaçlar kendi istekleri ile gelme­miş­ler. Buralara sürülmüşler. Bu söylenti gerçekten doğru olmalı. Çünkü son yıllara değin Halaçlar arasında bir kırgınlık, bir yabancı­lık duygusu egemendi. Çocukluğumda hep Halaçların hangi ulustan ol­duğunu öğ­renmek isterdim. Birtakım yaşlılara Halaçların nereden ve nasıl geldikle­rini sorardım. Pek çoğu, Halaçların buraya İran Körfezinden geldiğini söylerdi.

     Eskiden Halaçların yaylak ve kışlakları varmış. Tarım ve hayvancı­lıkla geçinirlermiş. O zamanlar yaylaklarına ağıl ve çoban evleri yap­mışlar.

     Günümüzde Halaçlar köylerde yaşıyorlar. Eskiden olduğu gibi yine tarım ve hay­vancılıkla geçiniyorlar. Her köyün se­çimle gelen bir "ak­sa­kalı" (muhtarı) bulunuyor. Köyde her­hangi bir sorun ortaya çık­tı­ğında aile büyükleri bir araya ge­liyorlar. Ne yapılacağına bu toplan­tıda karar veriyorlar.

     Halaçlar Şii Müslümanlar. Dinlerine çok bağlılar. Büyüklerine karşı son derece saygılılar. Konukseverler. Kışın işlerin az olduğu ay­larda topluca birbirlerine konuk giderler. Akşam söyleşileri yaparlar.

     Evlilikler baba ve ananın izni ile yapılır. Gösterişli düğün­leri sever­ler. Düğünler iki ya da üç gün sürer. Düğün günleri  süresince, düğün sahibi tüm köy halkına günde iki kez ye­mek verir. Yaklaşık bütün eski eğlence ve oyunlarımız günü­müzde de aramızda yaşar. Nevruz bay­ra­mında köy halkı bir­birini görmeye gider. Aralarında kin ve düşman­lık olanlar barışır.

     Halaçların dili ne Farsça ne de İran'da konuşulan Türkçedir. Şimdiye değin kimse Halaççanın hangi dile bağlı olduğunu bilmi­yordu. Prof.Dr. Doerfer, Halaç dilinin Eski Türkçe olduğunu ve bu­güne değin geldiğini ortaya çıkardı."

 

Konum

     Halaçça Türkçe içindeki yeri en son belirlenen Türk dil­lerinden bi­ri­dir. Halaççadan ilk gereç derlemesini 1906 yı­lında Minorski yapar. Bu gereçler 1940'ta yayınlanır. Aynı yazı 1950 yılında Halaç Türk Diyalekti adı ile Türkçeye çev­rilir. Sonra İranlı bir dilci Halaççadan bir sözcük di­zini yayın­lar. Mugaddam adlı dilcinin yayınladığı 184 sayfa­lık bu kitap bir inceleme değildir. Arap yazısı ile verdiği Halaçça söz­lerin ses değerle­rini belirtmeye çalışır. Bu gereçlerin yayınlanması Halaççanın özgün kişi­liğinin tanınmasına yetmez. Bunun için daha çey­rek yüzyıl geçmesi gere­kecektir.

     Halaççanın gerçek kişiliğinin ortaya çıkması 1968 yılına dayanır. Bu yıl Göttingen Üniversitesi Türkoloji bölümü İran'a bir araştırma ge­zisi ya­par. 1968 ve ardından 1969 yıl­larında yapılan araştırma gezi­le­rinde Halaççadan 57 bant do­lusu gereç derlenir. Bu bantlar üzerine ça­lışan ünlü türkolog Doerfer İran'daki Türk Dilleri adlı kısa yazısında Halaççanın öz­gün kişiliğine ilk kez değinir. Bunu izleyen Khalaj Materials (1977) ki­tabında ve çeşitli yazılarında konu ile ilgili araş­tır­ma­larını derinleştirir. Halaççanın apayrı özellikler taşıyan bir Türk dili ol­du­ğunu ortaya koyar. Prof.Dr. Doerfer Halaççanın Türkçe içindeki ye­rini şöyle gösterir:

     * En Eski Türkçe ikiye ayrılıyor. Birinci kolu geniş anlamdaki Ortak Türkçe ikinci kolu Çuvaşça-Bulgarca oluşturuyor. Bu ortak Türkçe de iki kola  ayrılıyor. Bunlardan birincisi dar anlamda Ortak Türkçe ikincisi ise Hallaça. Bu ortak Türkçeden Oğuzca, Uygurca, Yakutça, Kıpçakça ve Güney Sibirya Türkçesi ayrılıyor. Sonuçta Halaçça, Çuvaş Bulgarcadan sonra Ortak Türkçeden ayrılan ilk kol.

     Doerfer ilk yayınlarından başlayarak, günümüze değin Halaççanın Divanü Lügat-it Türk'te sözü edilen Argu lehçe­sinin devamı olduğunu sa­vunur.

     Argu lehçesi üzerine ad da olsa Divanü Lügat-it Türk'te bilgi bulu­nur. Kaşgarlı yapıtında Argu Türkçesinin özellikle­rine değinir. Kimi sözcük­leri "Arguca" diye nite­ler. Kaşgarlı'nın verdiği bilgilere göre, Karahanlıca ve çağın öbür Türk lehçelerindeki -y-, -y ünsüzü yerine Argucada -n-, -n ünsüzü kullanılır. Bu ses olayını Orhun Türkçesinden başla­yarak ele alır­sak şöyle bir gelişme karşımıza çıkar:

 

                                                             Argu -n- , -n

         Orhun Türkçesi -n-,-n

                                                             Karahanlıca -y-,-y

 

         Orhun Türkçesi       Arguca        Karahanlıca

         kon 'koyun'                kon              koy, koyun

         çıgan 'yoksul'             çıgan           çıgay

         kanu 'hangi'               kanu            kayu

                                                             kânak 'kaymak'

                                                             kien- 'göyünmek'

 

     Divan'da serpiştirilmiş durumda Arguca olarak gösterilen kırka ya­kın sözcük bu­lunur. Ancak bu sözcüklerin çoğunu doğrudan Halaçça ile karşılaştırmak zordur. Sözgelimi Kaşgarlı Arguca olarak şu sözleri göste­rir:

         balıklan- 'çamurlanmak'                baştar 'orak'

         bének 'tane, habbe'                        bitrik 'fıstık'

         bük 'köşe, bucak'                           çagı 'gürültü'

         çıgan 'yoksul'                                dag 'değil, yok'

         girzi 'havuç'                                  idiş'tas'

         kadık 'ağaçtan oyulmuşnesne'        kânak 'kaymak'

         kél- 'gelmek'                                  kon 'koyun'

         katkıç 'çıyana benzer böcek'           kön- 'yanmak'

         koş'birşeyin eşi, çifti'                     közün- 'görülmek'

         maraz 'ücretle çalışan ırgat'           ogla 'yiğit'

         tang 'elek'                                     tudrıç 'fışkı'

         tümse 'minder'                              tüşrüm 'eğrilmişip yumağı'

         uluş'şehir'                                     yung 'yün, pamuk'

 

Sözvarlığı

Halaççanın sözvarlığı beş bakımdan ilginçtir:

     1. Halaçça çağdaş Türk dillerinde ölmüş çok sayıda Ana Türkçe söz­cüğü barındırır:

         üem 'pantolon'                              kişi 'eş, ev kadını'

         hirin 'beyaz'                                  hark 'pislik'

         baluk 'köy' ET. balık                      sü-  'kırmak'

         kiden 'düğün'                                u- 'uyku'

         kudgu 'sinek'                                 erden 'gelin'

         havul 'iyi' <ET amul 'uslu, yavaş'

 

         2. Yaklaşık 150 dolayında kaynağı bilinmeyen sözcük vardır. Bunların bir bölümü tüm Halaç ağızlarına yayılmıştır: hilki 'ağaç'.

 

     3. Batı Oğuzcada bulunmayan sözcükler vardır:

         erin <ET erin  'dudak'                   büeri <ET böri 'kurt'

         kindik <ET kindik 'göbek'

 

     4. Oğuzcadan iki ayrı tabaka bulunur. Birinci tabakadan sözcük­lerde Oğuzcanın tüm özellikleri görülür. Sözgelimi:

         gayın <ET kadın 'kadın'                adaş 'adaş' (Azericeden)

 

     Oğuzcanın öbür katmanından olan sözcüklerde bir yan­dan uzun ünlü­ler korunur­ken, bir yandan da Oğuzcanın tüm özellikleri izlenir:

         dâam 'dam' <ET 'tâm', Azerice 'dam'

         güel 'göl' <köl Türkmence 'göl'

 

     Bu örneklerde Oğuzcaya özgü önsesler hemen göze çar­par:

 

         t- yerine                                        d-

         k- yerine                                       g-

 

     Ancak söz konusu örnekler uzun ünlüler de korunur. Bu durumda bu sözcükler 15. yüzyıldan önce Oğuzcanın Sonkur-Aynalu-Kaşkay ağızla­rından alınmışolmalıdır. Bu ağızlar Azericenin değil, uzun ünlü­le­rin yer yer korunduğu Horasan Türkçesinin ağızlarıdır. Halaçça ile Azerice ara­sın­daki ses düzeni ayrımını şöyle belirleyebiliriz:

 

         Göktürkçe           Azerice            Halaçça

         k-                          g-                     k-

         â                           a                      âa

         d                           y                      d

         a                           ı                       u

 

     5. Birkaç sözcük doğrudan Argucadan alınmıştır:

         dâg 'değil'                                     kanu 'hangi'

         kon 'koyun'

 

     Tüm bu özellikleri ile Halaçça Türkçenin eski özellikleri koruyan az­değişmiştutucu bir Türk dilidir. Göktürkçe ile arasında şaşırtıcı özel­likler bulunur.

 

Ses Dizgesi

Halaççanın ünlüleri Ana Türkçedeki "üç nitelikli ünlü" ti­pini koru­rur. Doerfer'e göre Türkçenin yapısında yalnız uzun ünlü değil, iki türlü uzun ünlü bulunur. Bunlar, uzun ve vur­gulu uzun ünlülerdir. Böylece Türkçede üç türlü ünlü vardır:

                                                             1. Normal ünlü

                                                             2. Uzun ünlü

                                                             3. Vurgulu uzun ünlü

 

                                                             İki türlü uzun ünlü söylenişi salt Türkçeye özgü bir olay da değil­dir. Kimi dil­lerde benzer söylenişler bulunur.

                                                             Sözgelimi Halaççada şu örneklerde üç nitelikle ünlü söy­lenişi açık­tır:

 

         Normal ünlü     Uzun ünlü             Vurgulu Uzun ünlü

         hat 'at'              bâş'kafa'                tâağ (tâğ) 'dağ'

                                                             tâar 'dar'

 

     Bu özelliği ile Halaçça Ana Türkçenin özgün ünülü dü­zenini koru­yan biricik Türk dilidir.

     Doerfer'e göre Kaşgarlı Mahmut Divan'da Türkçenin üç nitelikle ünlü düzenini göstermiştir. Ama şimdiye değin Halaçça bilinmediği için bu­nun ayrımına varılmamıştır. Türkmence Türkçe'nin uzun ünlü­lerini koru­yan dillerden biridir. Ama Kaşgarlı Divan'da uzun olarak gösterdiği kimi sözcükler kısa ünlü iledir. Bu nereden kaynaklanır? Açıklaması şöyle olabilir:

 

         Kaşgarlı'da                                   Türkmencede

         bâş 'kafa'                                      baş

         kâş 'kaş'                                        kâş

 

     Bu örneklere göre Türkmence, Türkçenin vurgulu uzun ünlülerini ko­rumuştur. Normal uzun ünlüler Türkmencede kısa ünlüye dönüş­müştür. Görüldüğü gibi Kaşgarlı'da uzun ünlü ile gösterilen iki söz­den ancak biri Türkmencede uzun ünlü ile, söylenir. Oysa Halaççada du­rum değişiktir:

         Vurgulu uzun ünlü                        Uzun ünlülü söz­cük

         hoot 'ateş'                                     oot 'bitki, ot'

    

     Böylece Halaççada iki türlü uzun ünlü bulunur. Bu ayrım çok açık­tır. Aynı sözlerin öbür Türk dillerindeki durumu değişiktir. "Bitki" an­lamın­daki "ot" sözü bütün Türk dille­rinde kısa ünlü iledir. Oysa Ana Türkçede bu sözcük uzun ünlü ile, "ateş" anlamında ki sözcük vurgulu uzun ünlü olma­lıdır. Ana Türkçenin ses düzeni şöyle olmalı­dır:

 

         oot 'ot, bitki' (vurgusuz)                 *poot 'od, ateş' (vurgulu)

 

     Doerfer bu konuyu "Halaççada Ünlülerinin Niceliği" diye çevi­rebi­le­ceğimiz uzun yazısında ele alır. Belirttiğine göre yazıda verilen örnekler dil laboratuarında in­celenmiştir:

     Vurgulu uzun ünlülü sözcükler:

         âat 'ad'                                         bâar 'var'

         bâaş 'kafa'                                    büeri 'kurt'

         huoçak 'ocak'                                huot 'od, ateş'

         üem 'pantolon'                              köök 'gök, mavi'

          kîız 'kız'                                        tâar 'dar'

         tâaş 'taş'                                       toon 'giysi, don'

 

     Uzun ünlülü sözcükler:

         âş'yemek'                                      bâş 'kafa'

         hengligh 'enli'                               kün 'gün'

         sürdiler 'sürdüler'                         tül 'dil'

         üç 'üç'                                           yel 'yel'

         yun 'yün'

 

     Olağan ünlülü sözcükler:

         bidik 'büyük'                                 bogarsuk 'bağırsık'

         cugdı 'sinek'                                  çakur 'sarı'

         dag 'değil'                                     eççi 'keçi'

         erin 'dudak'                                   eşke 'eşek'

         hagaç 'ağaç'                                  her 'er, erkek'

         heylek 'elek'                                  hikmek 'ekmek'

         ilyer 'ileri'                                     kidey 'güveyi'

         kindik 'göbek'                                kiryek 'kürek'

         kiden 'düğün'                                kişi 'kadın'

         sıçgan 'sıçan'                                sigir 'sığır'

         tovuşgan 'tavşan'

 

     Ünsüzler bakımından da Halaçça kimi özgün nitelikleri korur. Göktürkçede söz başında bulunan k-, t- ünsüzleri Halaççada koru­nur. Oysa İran'da konuşulan öbür Türk dille­rinde böyle bir olay söz­konu­su değildir. Göktürkçenin bu ötümsüz ünsüzlerle başlayan söz­cükle­rinin bir bölümü Oğuz dillerinde g-, d- ünsüzleri ile söylenir:

     k- korunmasına örnekler:

         kez- 'gezmek'                                 kel- 'gelmek'

         köz 'göz'                                       ked- 'giymek'

         gieçe 'gece'                                   kedgülük 'giysi'

         kergülük 'görülecek'                      köys 'göğüs'

         küiç 'güç, zor'

 

     Göktürkçedeki kalın k- sesi Türkiye Türkçesi yazı dilinde ko­runur. Ama gerek Anadolu ağızlarında gerekse Azeri ve öbür Oğuz dillerinde g- sesine çevrilir. Halaççada da bu ses koru­nur. Bu bakımdan Hallaçça çev­rede konuşulan Oğuz dille­rinden ayrılır:

         kâan 'kan'                                     kâar 'kar'

         kâal- 'kalmak'                               karrı 'yaşlı'

         kattıg 'katı, sert'                            kazgan- 'kazanmak'

 

     Halaççada t- ünsüzü korunur. Gerçi Türkiye Türkçesinde de kimi söz­cüklerde ko­runduğu olmuştur. Ancak Halaççada olduğu gibi dü­zenli ve yaygın değildir:

         tâag 'dag'                                     tâalak 'dalak'

         tâar 'dar'                                      tâaş 'taş'

         téyirmen 'değirmen'                       temir 'demir'

         teri 'deri'                                      tüiş 'diş'

         til 'dil'                                           tirri 'diri'

         tik- 'dikmek'

 

     Göktürkçedeki -d-, -d sesi günümüz Türk lehçelerinde çeşitli bi­çim­ler almıştır:

         Çuvaşça  -r-, -r ura

         Göktürkçe -∂-. -∂  aak

         Yakutça -t-, -t atax

         Orta Türkçe --, -  adak

         Hakasça  -z-, -z azax

         Ortak Türkçe -y-, -y ayak

 

     Bu ses Halaççada Göktürkçe ve Orta Türkçede olduğu gibi -d-, -d ola­rak koru­nur:

         bod 'boy' <ET bo∂                         boda- 'boyamak' <ET bo∂a-

         bodag 'boya' <ET bo∂ug                bidik, büdük 'büyük' <ET be∂ük

         hadâk 'ayak' <ET a∂ak                  hadru 'ayrı' <ET a∂rı

         hadruluk 'ayrılık' <*ET a∂rut-       hadur 'ayırmak' <ET a∂rut-

         tod- 'doymak' <ET to∂-

 

Göktürkçenin -n-, -n sesi de Halaççada olduğu gibi koru­nur. Bu ses Orta Türkçe döneminde bile Arguca dışındaki Türk lehçelerinde -y-, -y, ünsüzüne dönüşmüştür. Kaşgarlı'nın verdiği bu bilgiye ve Halçaçanın söz­cük varlığındaki kimi benzerliklere dayanarak Doerfer Halaççayı Argucanın ardılı sayar:

 

         Göktürkçe           Arguca            Halaçça

         kon 'koyun'            kon                  kon

         çıgan 'yoksul'        çıgan                çığan

         kanu 'hangi'          kanu                 kanu

         kien- 'göyünmek'

 

     Halaççada Ana Türkçenin p- biçimindeki önsesi h- biçi­minde ko­ru­nur. Türkçede birtakım sözlerde h- öntüremesi olduğu bilinir. Ancak ilke olarak Halaççada bu söz konusu değildir. Halaççanın söz­cük var­lığında h- ile başlayan pek çok sözcük vardır:

         hâara 'ara' <ET ara                      hâarı 'arı' <ET arıg

         hâart 'art' <ET art                        hâay 'ay' <ET ay

         hâaz 'az' <ET az                            hâç- 'açmak' <ET aç-

         haçuk 'açık' <ET açuk                   hadak 'ayak' <ET adak

         hâğrığ 'ağrı' <ET agrıg                 hüel 'nemli, islak' <ET öl

         hikmek 'ekmek' <ET ekmek            hogrı 'uğru, hırsız' <ET ogrı

         hırak 'ırak'' <ET ırak                     helim 'ölüm' <ET ölüm

         hâaçug 'acı' <ET açıg                   hîin 'mağara, in' <ET in

         hirin, hürün 'ak, beyaz' <ET ürüñ

 

     Halaççada Göktürkçenin sözsonu -g sesi korunur. Bu sese Oğuz dille­rinde ve kimi Türk dillerinde düşmüştür:

         henlig 'enli' <ET enlig                   bodağ 'boya' <ET bodag

         kattığ 'katı' <ET katıg                    hağrığ 'ağrı' <ET agrıg

 

Örgü

     Çoğul eklerinde herhangi bir değişiklik bulunmaz.

     Halaççanın en önemli ağızlarından olan Harrab ağzında iyelik ek­leri şöyledir:

 

                       Tekil                              Çoğul

         1. kişi     -m  hev-im 'evim'             -miz  hev-imiz 'evimiz'

         2. kişi     -y  hev-üy 'evin'               -üz  hev-üz  'eviniz'

         3. kişi     -i/-si  hev-i 'evi'               -leri hev-leri 'evleri'

                        bâba-sı 'babası'              bâba-ları 'babaları'

 

     Durum eklerinin kullanımı Halaççada çok ilginçtir.

     Yalın durum bütün Türk dilinde olduğu gibi eksizdir.

     Tamlayan durumu kimi örneklerde tıpkı Orhun Yazıtlarında oldu­ğu gibi ek­sizdir. Bu durum çağdaş Türk dillerinde görülmeyen bir özel­liktir.

         bâba hevi 'babanın evi'

 

     Bunun yanında kimi örneklerde ise -üün, -üüy -ii iekleri iledir:

         alünüün 'elinin'

         neneyüüy ogli 'senin annenin oğlu'

 

     Yönelme durumu -ka/-ke, -a/-e  eki iledir:

         bâba-ka 'babaya'                           al-ü-n-e '(senin) eline'

         al-i-n-e '(onun) eline'                     vaddilar taakka 'dağa gittiler'

         keldik şam-a hevke 'akşama eve geldik'

 

     Belirtme durumu eki -y, -i dir:

         bâba-y 'babayı'                             hev-i 'evi'

 

     Bulunma durumu -ça /-çe, eki ile karşılanır:

         bâba-ça 'babada'                          hev-de 'eve'

         şaam istiçe 'akşam vaktinde'

         bo herçe üç ogul vaaramiş 'bu adamın yanında üç oğlan varmış'

 

     Bu ek ile bulunma durumu anlatımı Halaççaya özgüdür. Yalnız Orhun Anıtlarında bel-çe 'bele değin' biçiminde buna benzer bir kullanım bulu­nur.

     Çıkma durumu -da eki iledir. bâba-da 'babadan'. Orhun Türkçesinde de bu­lunma durum eki olarak bu ek kullanılır. Bulunma du­rumu aynı zamanda çıkma du­rumunu da karşılar. Aynı olay çağdaş Türk dil­leri içinde Yakutçada görülür. Bunun yanında -indan/ -inden, iida/-iide, -inda/-iinde kullanımları da saptanır:

    

         yaarim eşiklerinden hinmiş 'yarim kapılarından çıkmış'

         ketünde'ndi 'gerisinden çıkıp geldi'

         hem aaçlugda hem aaşlugluxda yikinar 'hem açlıktan, hem de aşıklıktan çekiniyor'

 

     Durum ekleri iyelik eklerinin üzerine geldiklerinde söy­lenişte önemli değişmeler olur.

     Tamlayan eki -nuy durumuna girer.

     Yönelme durum eki -a sesine dönüşür. Sonuçta şöyle bir görünüm ortaya çıkar:

         bâba-sı-nuy oğlı                            'babasının oğlu'

         bâba-m                                         'babama'

         bâba-y-a                                       'babana'

         bâba-si-y-a                                   'babasına'

         bâba-miz-ça                                  'babamıza'

         bâba-yiz-ça                                   'babanıza'

         bâba-lariye                                   'babalarına'

 

     Görüldüğü gibi durum eklerinin iyelik ekleri ile birlikte kullanım­ları Oğuz dille­rindekine yakındır. Kökende -ka bi­çiminde olan yö­nelme eki -n- ünsüzünden sonra -nka- bile­şimi üzerinden önce -na ve giderek de -ya biçimine dönüş­müştür.

     Belirtme durumu ünsüzlerden sonra -u/-,-i eki ile karşıla­nır:

         bâba-m-u kerdüm 'babamı gördüm'

 

     Ünsüzlerden sonra -y eki iledir:

         bâba-si-y kerdüm 'babasını gördüm'

 

     Halaççada 3. kişide iyelik ekleri ile durum ekleri arasında adıl n'si bu­lunmaz.

         ogli-da 'oğlunda'

 

     Kişi sözcükleri bakımından Halaçça genel Türkçeden ayrılmaz. Kişi ve gös­terme sözcükleri şöyledir:

 

         Yalın      men         sen         o             biz          siz

         Tamla.   meniy      seniy      unuy       biziy       siziy

         Yönel.    mene       sene       uya         bize        size

         Belirt.    meni        seni        unu         bizi         sizi

         Eşit.       mençe     sençe      unça       bizçe      sizçe

 

     Dönüşlü sözcük üez 'kendi' sözüdür.

 

     Sayı adlarında Türkiye Türkçesine göre birtakım değişik­likler var­dır. Kimi sayı adlarının Türkçesi yerine Farsçası kul­lanlır: bii  'bir',  ekki 'iki',  üç  'üç', tüert 'dört', büeş 'beş'. alta  'altı'. yüeti  'yedi'.  sekkiz 'sekiz', tokkuz 'dokuz', uon  'on' .

         yigirmi 'yirmi'                               otuz-hotuz 'otuz'

         kırk 'kırk'                                      elli 'elli'   

         altmış 'altmış'                                ekkiotuzuon 'yetmiş'

         ekkikırk 'seksen'                            üçotuz 'doksan'

 

     Sıra sayıları birtakım Halaç ağızlarında Azerice ve Türkmencede ol­duğu gibi -minci eki iledir:

         ekki-minci 'ikinci'                          üç-minci 'üçüncü'

         elli-minci 'ellinci'                          yüz-minci 'yüzüncü'

 

     Bu sözcüklerin bir bölümü aynı zamanda belirteç işle­vinde de kul­lanı­lır. Halaççanın belirteçlerinde de kimi ayrım­lar vardır. Sözgelimi 'şimdi' belirteci yerine "tiem" sözü kul­lanılır. Bu sözcük Türkiye Türkçesindeki "demin" sözü ile aynı köktendir. Halaççada sık kullanılan belirteçler şunlardır:

         bura 'bura'                                    ura 'ora'

         nire 'nere'                                     ne 'ne'

         kim 'kim'                                       câ 'nerede'

         kâni 'nerede'                                 ku 'nasıl'

 

 

İlgi

     Halaççada Göktürkçenin kimi ilgeçleri kullanılır:

         asra 'altında'                                 bere 'beri yan'

         ere 'karşı yan'                               hâga 'arkada'

         saru 'yüzünden'

 

*

 



[1]Zekeriye Kitapçı: Türkistan'da İslamiyet ve Türkler, Konya 1988, s. 59.

[2] Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Zoraki Diplomat, İstanbul 2012, s. 316-317

[3] Yakup Kadri Karaosmanoğlu: a. g. k, 317.

[4] David Hortham, Türkler, İstanbul 2000, s. 101.

[5] Oktay Sinanoğlu, Bye Bye Türkçe Bir Nev-York Rüyası, İstanbul 2006.

[6] Koçi Bey Risalesi, (Zuhuri Danışman), İstanbul 1972, s. 43.

[7] Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği, İstanbul 1993, s. 79.

[8] Falih Rıfkı Atay, Batış Yılları, İstanbul 1963, s. 17.

[9]Falih Rıfkı Atay, a. g. k, s. 132.

[10]Falih Rıfkı Atay, a. g. k., s. 18.

[11] Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, MEB, İstanbul 1970, s. 37.

[12] Osman Turan, Selçuklular ve İslamiyet, Nakışlar y., İstanbul 1980, s. 58.

[13] Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkudun Kitabı, İstanbul 1973, s. XLIX

[14] Abdollah Dodangeh, Secer-yi Ensab İsimli Esesin Türkçe Tercümesi, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı 188, yıl 2010, s. 15-16 ve Osman Turan, Selçuklular ve İslamiyet, Nakışlar K., İstanbul 1980, s. 55. Fahreddin Mübarekşah (1126-1206) Lahor’da doğar. Gazneli Mahmud’un Kayınpederi Bilge Tegin’in soyundan gelir. Gazneli Türk devletinin tarihçisidir. Yazdığı tarih kitabında Türk tarihi etnolojisi, kullandıkları yazılar ve Türk dili üzerine önemli bilgiler verir. Türk dilinin Arapçadan sonra en mükemmel dil olduğunu ve Türklerin çok örgütçü olduklarını söyler. 

[15] İlhan Arsel, Arap Milliyetçiliği ve Türkler, İstanbul 1977, s.60.