Yayında Olan Eserlerim

29 Temmuz 2023 Cumartesi

İran Kimliği ve Türkçe

 

İran Kimliği ve Türkçe

Fuat Bozkurt

 

Jeopolitik İran coğrafyası, günümüzdeki İran sınırlarının ötesinde, çok geniş bir alanı kapsar. Anadolu yaylalarının bittiği yerde başlar, Horansan, Afganistan’ı içine alarak ve Hindistan’a dayanan alandır. Horasan ise günümüzdeki İran eyaletinden çok daha geniş bölgeyi içine alır. Günümüzdeki Türkmenistan’ın tümünü ve Özbekistan’ı kapsar.

 

İran’da Türkler

İşte Türk dilinin yayılım alanı bu uzam içindedir. Türkçe ve Türk kimliği Anadoludan önce İran coğrafyasında yer alır. Böylesine bir olgu içinde İran’ı Türkçeden ve Türklükten koparmak olanaksızdır. Türkçe ve Türk kimliği her dönemde İran’da vardır ve bir anlamda İran’la yarış içindedir.

İran Coğrafyasında Türkçe ve Türklük Horasanla başlar. Güneş Ülkkesi anlamına gelen bu bölge günümüzde İran’da bir eyalet adıdır. Geçmişte çok geniş alanları kapsar başkenti günümüzde Afganistan sınırları içinde bulunan Herat kentidir. Horasan, Anadolu’nun eşğidir. Türk kimlik söylencecesinin temelidir. Söylencesel tarihimiz Horasan’a değin uzanır. Onun öncesi, Ahmet Yesevi kitabi bilgidir. Horasan Nişabur, Merv, Belh şehirleri ile Anadolu aydınlanmasının pınarlarıdır. Hacı Bektaş Nişabur, Mevlana Belh’ten gelir.

Öncüler Selçuklar

Akkoyunlu ve Kara Koyunlular

Safeviler:

(Şah İsmail (1501-1524), Şah Tahmabs (1524-1576), 2. Şah İsmail (1576-1578), Muhammed Hudavend (1577), 1. Şah Abbas (1578-1629), Şah Mirza (1629-1642), 2. Şah Abbas (1642-1666), Şah Süleyman (1666-1694), Hüseyin Sultan Hüseyin (1694-1722), 2. Şah Tahmabs (1729-1732), 3. Şah Abbas (1732-1736)

Afşarlar: Nadir Şah (1737-1747), Adil Şah (1747-1748), İbrahim Şah (1748-1749),

Zend : 1749-1791

Kaçarlar : 1794-1926

Pehlevi : 1926-1979.

Kimlikle koşut Dil

 

İran Coğrafyasında Tükler

Selçuklu İran’a girer ama devlet dili Farsça olur. Devletin yönetimi de Farsların elindedir. Ünlü vezir Nizamül Mülk devletin başındadır. Türkler geniş coğrafyaya yayılırlar. Günümüze dek uzanan coğrafya şöye bir  renkli görüntü sunar:

Öncelikle dört Oğuz Lehçesi İran’da etkindir :

1.     Horasan’da Türkiye Türkçesine yakın bir Türkçen konuşulur. Bunun Türkiye Türkçesinden ayrılan yazı Eski Türkçenin uzun ünlülerini korumasıdır.

2.     Günümüz Türkmenistanında ve İran’ın Hazar kıyılarında Türkmence egemendir. Türkmence Oğuz dilleri içinde uzun ünlüleri koruyan bir lehçe olarak ünlüdür. İlke Alyev, Böriyef’in sözlüğünde bu uzun ünlüler gösterilir. Günümüzde tümüyle bu konu aydınlannır.

3.     Azerbaycan’da Batı kolu olarak Azerice yer alır. İran içinde en kalabalık Türk kolunun konuştuğu Türkçedir.Türkiye Türkçesinde kimi ses zellikleri ve sözcüklerdeki anlam değişikliği ile ayrılır. Tarihsel olarak.

4.     Afşarca, İran’ın doğusunda ve Afganistan’da kimi dar alanlara serpşştirilmiş olarak konuşulur. Oğuzcanın Batı kolundan bir Türkçe ağzı olarak dewğerlendirilebilir. Yıllar önce Kabil’de konuşulan Afşarca’dan örnekler yayınlamıştık.

5.     Doğu bölgelerde Kaşkay Türkleri yaşar. Bunlar da Oğuz kolundandır.

6.     Tahran’ın güneylerine düşen Kum ve Save yöresinde Halaç Türkleri yayaşar. Hallaçça Türkçenin eskicil özellikleirni koruyan bir dil olarak Türkoloji dünyasında önemlidir. Doerfer’in Göttingen Türkoloji bölümünün çalışmaları ile gün yüzüne çıkarılmıştır.

 

*

İran Coğrafyası’nın Hint sınırında başladığını söyledik. Bu tanıma göre günümüzdeki Afganistan sınırları içinde konuşulan Türkçe kollarını da İran coğrafyası içinde incelemek gerekir.

Afganistan’da en kalabalık Türkçe kolu Özbekçedir. Özbekler kuzey Afganistan toprakları içinde yer alan Türkistan bölgesinde konuşulur. Afgan halkının önemli bir bölümünü Özbekler oluşturur. Resmi sayılara göre Afganistan halkının yüzde onunu oluşturular. Bölgenin başkenti Mezar-ı Şerif kentidir. Kunduz, Meymemne, Andhoy önemli Özbek yerleşim alanlarıdır. Bölgede bozulmamış, duru bir Özbekçe konuşulur.

Türkistan adı verilen bu alanda çok sayda Kazak, Karakalpak bulunur. Bunlar 1917 Rus devriminden sonra gelip yerleşmişlerdi. Türkçenin Kuzey koluna ait bu lehçeler, Özbekçe’den kesin çizgilerle ayrılırlar.

Vakan koridorunda yaşayan Kırgızlar 1980 sonrası topluca Türkiye’ye göç etmişler, Van yöresine yerleştirilmişlerdir.

 

İran’dan Hindistan’a

Türkçe ve Türklük İran Coğrafyası’nı da aşar. Onuncu yüzyılın sonlarına doğru, Gazneli Sebüktekin Hint yolunu Türk hanedanlara açar.  Oğlu Gazneli Mahmut, 1000 ile 1026 yıılları arasında on yedi akınla Hint topraklarına yerleşir. O günden tam 1875 tarihine Hint tarihi hemen hemen bir Türk devletleri tairihidir. Bazen tek bir devlet -Gaznelilerde  ve Babürlerde olduğu gibi- ülkeyi baştan başa denecek ölçüde egemenlikleri altına alırlar. Bu iki hanedan arasında, egemenlik parçalanması oursa da Türk hanedanının Hint yarımadsında egemen olmadığı bir dönem bulunmaz. Bir kumandan veya bir bey, herhangi bir hanedanın zaafını kollayrak isyan eder, yeni bir saltamnat kurar, ülke büyür, gelişir, sonra yeni başka bir Türk beyliğine yerini bırakır.

On altıncı yüzyıl başlarında Timur soyundan Babur’un kurduğu İmparatorluk on dokuzuncu yüzyılın ortalarına değin yaşar. Bu İmparatorluğun Türklüğü su götürmez. Ama nedense Batılılar Moğol adını vermek adet olur.

Bunca alan fethedilip, bunca devlet kurulurken, Türkçe ve Türklük görmezden gelinmesine ne demeli? Görmezden gelmek ne söz aşağılanıp özüne karşı çıkılmasını nasıl açıklamalı?

İran’da Türkü har, Osmanlıda kaba Türk, Hindistanda üç kuşak sonra sarayda konuşulmayan bir devlet dili.

Nereden geliyor bu eziklik, bu özünden uzaklaşmak; anlamak olası değil. Gazneliler döneminden çarpıcı bir örnek vardır.

 

Tarihte İran

İran köklü bir devlet geleneğine dayanır. Dara’nın İ.Ö. 600 yılında Persepolis kentini başkent yapıp abad etmesi ile Pers devleti görkemli bir başlangıç yapar.  Böylece İran devlet geleneği 2500 yıllık bir geçmişe dayanır. Büyük İskeder, MÖ. 330’da Persepolis’i yağmalayıncaya değin başkent kalır. Şiraz yakınlarında bulunan Persepolis’ln günümüze yıkıntıları kalır.

İslamın doğuş ve yayılış yıllarında Sasani İmparatorluğu eski Pers İmparatorluğu geleneğini sürdüren bin yıllık geçmişi olan, dünyanın ikinci büyük gücü konumunda bir devlettir. Mezepotamya'dan Hindistan'a dek uzanan geniş top­raklara egemen, Pers Hükümdarlarının zenginliği dillere destandır. Devletin başkenti eski Babil, şimdiki Bağdat'ın bu­lunduğu yere ku­rulmuştur.

Dönemin egemenlik yarışı Bizansla Pers arasındadır. Bu iki devlet ayını zamanda iki karşı dinin temsilcisidir. Bizans Hıristiyandır, İran ise, Zerdüşt'ün kurduğu Mazdeizme inanır. Sasani hane­danı­nın ve halkının resmi dini Zerdüştlük İran'ın ulusal dinidir[1]. Pers -Bizans. İmparatorlukları arasındaki çekişme do­ğudan gelen değerli malların ulaşım damarı İpek ve Baharat yollarını kimin elinde tutacağı sorununda düğümlenir. Bu malların ulaşımını kuzeyde Türkler, güneyde Araplar tekelleri altında tutar. 642 yılında Araplar Nihavend Savaşında Persleri yenip imparatorluğa son verirler. Persler yenilmişler, ama yıkılmamışlardır. Köklü bir devlet geleneği, güçlü bir inanç dizgesi ve görkemli bir mitoloji ile Perslik bilinci ayaktadır. Bu kültürün üzerine İslam yerleşmeye çalışırken, doğal bir evrim yaşanır ve İslam bu ülkede ayrı bir görüntüye bürünür. Zerdüştlük, Ateşetaparlık, İslamlık ve Doğu gizemi birbirine karışarak, bulanık yoğun bir kültür tortusu olarak Şiilik biçinine dönüşür.

«Bu karışım içinde İran, gerek Fars, gerek Türk İran’ın bu feodal aileleri, aynı zamanda hem en yüksek devlet adamlarının, hem de en aydın en görgülü şahsiyetlerin fideliğidir. Zira bu ailelerin çocukları, hemen umumiyetle Avrupa’da, Amerika’da tahsil ve tebiye görürler. Memleketlerine her biri bir ihtisas sahibi olarak ve iki üç yabancı dil konuşarak dönerler. Döner dönmez de yurtlarını hiç yadırgamazlar. Hatta köylerindeki işlerinin başına geçip bir köy hayatı sürmeyi Tahran’ın kozmopolit aleminde dolaşıp eğlenmeye tecih ederler. Bunlar arasında kimi diplomatik vazifelerle, kimi ticaret maksadıyla uzun yıllar Avrupa veya Amerika’da ömür sürenler, evlenip yerleşenler vardır ki, koyu Farslıklarından bir zerre kaybetmek şöyle dursun, yabancı karılarından,  yabancı diyarlarda doğup yetişmiş çocuklarını dahi günün birinde, İran’a tam bir İranlı olarak getirirler.»[2]

 

Farsların derin ve köklü bir milliyet duygusu burada yatar. Farsın bilinçaltına sızıp birikmiş binlerce yıllık bir uygarlık, Asya uygarlığı Şiilik görüntüsü altında ortaya çıkmıştır. Bu bireşimde Şiiliğin İslam tarihinde ne gibi bir anlam taşıdığı ve ne gibi etkilerin ürünü olduğu önemini yitirmiştir. Fars kimliği ya da İranlılık bilinci, bu karmaşık bulmacayı, bilme ve çözme ile anlaşılır. Fars ruhu bu tortudur. Farsları Türklerden ve Arap dünyasından ayıran köklü ruh ve kültür farkı burada yatar. Bu nedenle Fars, millidir ama milliyetçi değildir.[3]

Fars kimliği bir anlamda İran coğrafyasının kimliğidir ve bu kimlik Şiilikte kristalleşir. Şiilik, İran coğrafyasının yarattığı, değişik kökenlerden halkları da içine alan görkemli bir karışımda Fars kimliğine dönüşmüştür. İslam coğrafyasında hiçbir ülkede Şiilik dışında ulusal mezhepten söz edilemez. Bunun jeopolitik nedenleri vardır.

Bu kimlikte otoriteye tapınç düzeyinde bağlılık vardır. İki bin beş yüz yıldan beri İranlılar Krallarının Tanrı tarafından verilmiş haklarına inandırılır. Yüzyıllara ulaşan geleneklere göre Kral toplum hiyerarşisinin tepesindedir ve aldığı kararlardan dolayı halkına karşı hesap vermeye zorunlu değildir. O’na körü körüne itaat edilir. Eski çağların büyük kralları Dara’lar, Keyhüsrevler rol örnekleridir. Kökeni Türk, Fars olsun değişmez, ona itaat edilir.

Rıza Şah da, İmam Humeyni de İran devlet geleneğinin bir devamıdır.

Yeni İran

Pehlevi hanedanının kurucusu Rıza, Mazenderan’ın Hazar bölgesinde 1876’da doğar. Çocukken asker olan babasın ölümü üzerine annesi ile Tahran’a gelir. 15 Yaşındayken dayısının özendirmesi ile Kazak tugayı ileri karakoluna baş vurur. İran Kazak Alayı, Nareddin Şah’ın Petersburg ziyareti sırasında Rus Kazaklarından etkilenmesi sonrası kurulmuş bir özel askeri birliktir. Askerleri çoğunluk Rus subayları eğitir. Rıza boyu 185’in üzerinde geniş omuzlu, gösterişli bir askerdir. Burada sıkı bir asker olarak yetişir. 1921 yılında İngilizler İran’da kendi işlerine engel olmayacak bir başbakan arayışına girişirler. Bunun için uysal bir gazeteci Seyit Ziya Tabatabay’ı uygun bulurlar. Kazak alay subayı Rıza’nın desteği ile Seyit Ziya’yı başbakanlığa gtirilerse de üç ay sonra Rıza onu bir kıyıya iterek başbakanlığa geçer. Nüfusunu pekiştiren Rıza’yı başbakan olmak tatmin etmez. Gözü Kacar hanedanının üzerindedir. 1923 yılı sonunda budala ve obez Şah Ahmet’i Avrupa’ya yolculuğa çıkmaya zorlar. Herkes bu yolculuğun dönüşü olmayan yolculuk olduğunu anlar. Böylece 132 yıllık Kaçar hanedanının sonu olur. İran bir yol ayrımında kalır. Nasıl bir yönetim seçecektir? Mollalar cumhuriyetten korkarlar ve meclisteki görüşmeleri protesto etemk üzere 20 bin kızgın inançlı insanı sokağa dökerler. Bunun üzerine cumhuriyetten vaz geçilir. İran Meclisi dört olumsuz oya karşı 132 oyla Kaçar hardanını kaldıırp Tavuskuşu tahta Rıza’yı oturtmaya karar verir. Dört muhaliften biri İsviçre’de hukuk eğitimi gören Muhammed Musaddık’ın oyudur. «Tek adama bu kadar güç vermenin Bu oylama Rıza’yı 1926’da Gülistan sarayında taç giyme törenine taşır.

İran’ı Zanzibar’dan bile daha ileri götüreceğini söyler. Daha sonra Rıza Pehlevi döneminde başbakanlık yapacak adamın öngörüşleridir. Dedikleri bir bir çıkacaktır.

CIA Rıza Şahı tahta yerleştirdikten sonra 18 yıl içinde demokratik hakların tümü kısıtlanır. CIA’nın desteğiyle dünyanın en etkin istahbarat kurmlarından SAVAK yaratılır. Petrol gelirlerinden akan para ile beslenen saray ve eşraf sınıfı oluşur.

1971’de Persepolis’te İran İmparatorluğunun 2500. Yılı 100 milyon dolarlık bir harcama ile kutlanır. Kendi sözü ile « Dünyanın o güne kardar gördüğü en görkemli kutlama » yapar.

İtalyan gazeteci Oraina Fallaci

«Çok tehlikeli bir megalomanyak, çünkü eskinin en kötü yanları ile, yeninin en kötü yanlarını birleştiriyor. Kayıp imparatrluğu yeniden kurmak için Allah tarafinda gönderilmiş Darius ve Küros’un reenkernasyonu olduğu gibi ahmakça düşüncelere sahip» diye değerlendirir.

1979’da Tavus Taht’tan tepetaklak yuvarlanacak Muhammed Rıza bu durumdadır.

 

Türkün Konumu

«Türk aydınları kitlelerin cehaletinden büyük acı çekerler. Fakat Türk aydını, halkın ayağına gitme yeteneğinden yoksundur. Çoğu, köylere gidip yaşamına ve kültürüne başkalarını ortak etmeye razı olamaz. Eğtim görmüş Türkler köy  adını işitince ürpeririler. Eğitim görmüş Türkler, köy adını işitince, ürpeririler. Seçkin Türk aydınları, bir misyoner gibi köylünün ayağına bilgi götürmek yeteneğinden yoksundur. Rahat evlerinde oturup köylüleri eğitmek, gerektiği üzerine fetvalar veren aşırı solcular bile, onların arasıdna karışmakta istekszidir.»[4]

Bir dönemde büyük ilgi uyandırın Türk aydını kitabının kapağına şu sözlerle satışa sunar.

«Türkçe giderse Türkiye gider! Yabancı dille eğitim ile Türkiye gider.»[5]

Böylesine diline ve ülkesine sahip çıkan bir aydına saygı duyulur. Ancak aynı kişinin ölümünde 20 yaşındaki oğlunun Türkçe bilmediğini görenler şaşıp kalırlar.

 

Türk ellerinde Türkün ve Türkçenin konumu iç içedir. Genel olarak Türk dışlanır ve aşağı görülür. Bin yılı aşkın süre egemen olunan İran ülkesinde bir deyim vardır: «Türk-i har», Türkçesi «eşek Türk». İran’da böyledir de Osmanlı’da daha mı iyidir? İşte ünlü Koçi Bey  Risalesinden bir kesit:

«Her zümreye, adı geçen tarihten beri milleti ve mezhebi bilinmeyen şehir oğlanı, Türk, çingene Tatar, ecnebi, laz, yörük katırcı, deveci, hamal, ağdacı, yolkesen, yankesici, ve diğer çeşitli kimseler katılıp, usul ve kaideler bozduldu. Kanun ve kaide kalktı.»[6]

1631 yılında 4. Murat’a sunulan tutanak, düzenin bozulma nedenleri böyle anlatılıyor.

Başka bir örnek daha yakın dönemden. Olayın ne ölçüde gerçek olduğu bilinmez ama şöyle anlatılır :

II. Abdülhamit’in Arnavut bahçivanlarından biri, Türk çocuğu olan yamağının  beceriksizliğine kızarak «Eşek Türk» diye bağırdı. Olaya, Yıldız Sarayının penceresinden şahit olan Sultan başını uzatı. «Ben de Türk’üm» dedi. Bahçivan şoke oldu ve düşüp bayıldı.[7]

Abdülhamit’in bu tavrı ile öğünsek mi, yoksa kendi ülkesinde bir kimlik böylesine ezildiği için yerinsek mi?

Falih Rıfkı Atay’dan bir kesit:

Beyoğlun’nda bir İstanbullu Türk “Yerli”liğini kolayca hisseder. Dükkanlardan çoğu Türkçeden başka dille konuşmayana cevap vermeğe ancak “Tenezzül” eder. Yan sokaklardan bazılarının adları Fransızcadır ve Fransızca yazılnıştır. “Büyük Kulüp”ün adı Cercle d’Orient”dır. Dili Fransızcadır. “Karşı” Türklerinin de Türkçe konuştuğu pek duyulmaz. Bu Tanzimat tipi “Batılı” ile bugünkü Batılı Türk arasında hiçbir benzerlik aramayınız. O, Türklüğünden utanan, türklüğünü saklayan bir “Alafranga”dır. Bir göbek, çoğu iki, nihayet üç üç göbek ötesi Anadolu’nun bir kasaba veya köyüne çıkan bu Türkler, Saraya yahut Bab-ı Ali’ye çatınca ilk işleri soylarını da, soyadlarını da unutmak olur. Ama biz meşrutiyetten önce onların tenkid edildiklerini duymazdık.[8]

 

Osmanlı resmi tarih anlayışına göre Türk tarihi diye bir tarih bulunmaz, Türk tarihi Osmanlı tarihi ile başlar. Osmanlı devletinin kurucuları da Söğüt kışlağı ile Domaniç yaylasına yerleşmiş 300 çadır halktan oluşur. Osmanlı, Oğuz Han soyuna çıkan Kayı Boyundan Ertuğrul Gazi öncülüğünde Anadolu’ya yerleşen halktır. Bu kuramı Namık Kemal “Cihangirane bir devlet çıkardık bir aşiretten” diye över ama okul tarih kitaplarında ve öğretimde Türk diye bir soydan söz edilmez. Türk uygarlığı diye bir uygarlık bulunmaz. Müslümanlar ve Osmanlı vardır. İslam tarihinin uluları Araplardır. Türk çocukları kendilerine Türk demezler. Arap sözkonusu oldu mu “Soylu Arap Halkı” (Kavm-ı necib-i Arab)” derler. Onlar üstün vasıflarla donanmış, seçkin halktır. Türk okuryazarı, yetkini “Esseyyid”siz Türk mührü bulunmaz. Herkes soyunu Arab’a çıkarmak için kütük uydurur. Bir Mevlevi’nin kişisel kartı iki satır “Bin”li addan sonra “Bin Ebubekir”le biter.[9] Okullarda Arab’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum, fakat Türk‘e, Osmanlı derler. Padişahın nöbetçileri, bekçileri, korucuları Arnavut, ağaları Zenci, haremi Çerkezdir. Kürd’ün de saygınlığı Türk’ün üstündedir.[10] Türk olmak aşağılandığı için, Türk soylu aileler kendilerini Arap soyuna bağlama yarışına girerler. Şam’da Arap milliyetçiliği yapan Azimzadeler, Konya’dan gelme Kemik Hüseyin torunlarıdır. Halep’in köklü ailelerinin kökenleri Türklerdir. Osmanlı İmparatorluğunda saygınlık, azınlığa tanınmış bir ayrıcalık olduğu için, herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha yararlıdır.[11]

 

Araplarda, Peygamber döneminden uzaklaştıkça, eski anıları canlandırma özlemi güçlenir. İslam öncesi halk dil, tarih, yazın, etnografik ögeleri derlemeye girişir. Türk ve  İranlı araştırmacılar onlarla birlikte bu işe koyulur. Çöllerde yaşayan göçebe Araplardan gereç derler, araştırma yapar. Bunun sonucu Cahiliye dönemi ve Arap kültür kökeni aydınlanır ve yaşatılır olur.

Öte yandan İranlılar İslam’ı kabulden bir-iki yüzyıl sonra kendi dillerini ve geleneklerini yeniden canlandırmaya yönelirler. Firdevsi, İran destanı Şehaname’yi anıtlaştırır.

Buna karşılık, Türk devletlerinde böyle bir özendirme destek görülmez. ilk Selçuklu sultanları, devletin kuruluşundan önceki dönemlere ait bir tarih yazdırma girişiminde bulunmaz. Dönemin Türk aydın katmanı böyle bir gereksinim duymaz. Oysa küçük bir kitle olan Moğollar eski geçmişlerini Camiüttevarih kitapta yazdırarak geleceğe bırakırlar. Oğuz-name de İslam kaynaklarına bu kitap aracılığıyla girer.

Kendisi de Türkçü olan Osman Turan, Selçuklu ve Osmanlılarda süren Türkün bu tutumunu, biraz utanarak itiraf eder. Türkiye Selçuklu Sultanları, Osmanlı padişahları ve Türk kültürünün taşıyıcısı olan yüksek tabaka, -Türk kültürünün zararına olarak- İslam ideolojisi uğruna hiçbir emek ve özveriden kaçınmazlar. İslamdan önceki kendi tarih ve geleneklerine karşı ilgisiz ve duyarsız kalmalarına yakınır. Ama hemen ardından kendini avutacak bir neden bulur: “Türkler İslam medeniyetini tamamiyle benimsemiş bir milllet olarak milli kültürün, İslam medeniyeti çevresinde gelişmesini dünya hakimiyeti temayüllleri için lüzumlu görmemişlerdir.” [12]

 

Benimsetilen Aşağılık Duygusu 

Türk ruhunda, İslam karşısında bir eziklik, bir Türk düşmanlığı sezilir. Bunu en açık biçimde anlatan Fahrettin Mübarekşah (1148-1215)’tır.

 Türk kimliğini savunduğu ileri sürülen Fahrettim Mübarekşah, bir yandan “Bir Türk bir inciye benzetilebilir. Sedefin içinde ve denizin dibinde iken onun değeri yoktur. Fakat denizin dibinden çıkarılıp da sedefinden alınınca kıymetlenir. Hükümdarların taçlarında, gelinlerin boyunlarında ve kulaklarında bir süsü olur”[13] överken biraz sonra şöyle der:

“Başka kavimlerin müslüman iken de ana, baba ve yakınlarıyle ilişkilerini kesmedikleri çok defa görüldüğü ve samimi bir müslüman olmak için uzun bir zamana ihtiyaç hasıl olduğu halde, Türkler müslüman olduktan sonra müslümanlığa öyle sarılırlar, ki bir daha adlarını, yerlerini ve yakınlarını hatırlamazlar; hiçbir Türk’ün irtidad ettiği (Müslümanlıktan döndüğü, çıkıtığı) görülmemiştir.[14] 

 

Kendisi de Türk olmasına karşın, Mubarekşah, Türklerin İslamlık uğruna ana baba ve yakınlarıyle ilişkilerini kesmesini, gerçek adlarını, nereli olduklarını, yakınlarını utanmasını alkışlar. Hiçbir Türk’ün Müslümanlıktan dönmmemesi ile öğünür.

İslamı seçişinden 150 yıl sonra saptanan bu olgu bütün Türk halklarını kuşaktan bir duygu olur.

Fahreddin Mübarekşah Hindistan Türk İmparatorluğunda yaşar. Bilindiği gibi Birinci Hint Türk İmparatorluğunun en ünlü sultanı Gazneli Mahmut’tur. Onun döneminde yaşayan iki kişi ilginç biçimde Türkleri aşağılayan kitaplar yazarlar. Bunların birincisi, al-Utbi al-Manini’dir. Manini, Tarih adlı kitabında, Türk’ü “yayvan suratlı, basık burunlu ve seyrek sakallı, küçük gözlü” biçiminde betimler. Öbür özellikleri bakımından da Türkleri -Peygamberin Araplara tanımladığı niteliklerle- “korkutucu, yıkım getirici”, tanıtır. Tüm tanımlar Muhammed’in sözleri ile örtüşür.[15]

Bu sultan sarayında Firdevsi’yi besleyerek ona Şehname’yi yazdırır. Firdevsi Şehname’de Türk’ü olmayacak kılıklara sokarken, İran tarihini ve uygarlığını över, Fars üstünlüklerini anlatır.

 

Azerbaycan

Rusya, Osmanlılar ve İran arasındaki paylaşım kavgasında Güney Azerbaycan İran'ın elinde kalmıştır. Kuzey ile Güney Azerbaycan'ı Aras Irmağı ayırır. Gerçi İran tahtını bin yıla yakın Türkler doldurdu, ama İran hiçbir zaman Türk olmadı. Yine de Azerbaycan için İran iki ba­kımdan büyük önem ta­şır: Birincisi, Azerilerle İran ortak din ve kültürü 19. yüzyıla dek taşımışlardır. İkinci anlamı ise kendi dillerini konuşan halk Azerbaycanda yaşar.

Ekonomik bakımdan İran'ın en kalkınmış eyaleti olan Azerbaycan, eskiden beri özgürlükçü eylemlerin merkezi olur. Tebriz sürekli Rus Azerbaycanı ile bağlantısı sür­er. Bir bakıma Tebriz'de esen ye­lin yönü Bakü'den Gence'den gelir. Yüzyılın başlarında Tebriz' de, Hayat, İrşad gibi Bakü gazeteleri okunur. Rus yenilikçi ha­reketine ilgi duyulur.

Yirminci yüzyıl başlarında İran tam bir anarşi içindedir. Ülke Türk soylu Kaçar ailesinin elinde şahlıktır. Tahtta Mehmet Ali  Şah bulunur. Ancak şahlık düzeni ve otoritesi çürümüştür. Valilikler her yıl açık artırma ile dağıtılır. Ülke gerçek anlamda bağımsız da sayılmaz. Kuzey İran, Rusyanın, güney İnglizlerin fiili denetimi altındadır. Meşrutiyet ile ir­tica kıran kırana ya­rışır. Kimi aydınların ve Azerbaycan‘ın baskısı sonucu Mehmet Ali Şah, 1906’da meşrutiyeti kabul edip meclisi toplar. İki yıl sonra karşı devrimci bir darbe düzenlenmesiyle yeni bir dönem başlıyor. Şahın emriyle meclis bombalanıp dağıtılır. Tebrizli meşrutiyetçiler hemen kentin yönetimini ele geçirip bir milis gücü oluşturuyorlar. Milisin yöneticisi okuma yazma bilmeyen Tebrizli at tüccarı Sattar Han ile Bakır Han ayaklanmayı başlatırlar.

Bu sırada İstanbul'da da genç Türkler, 1908 Meşrutiyet devrimini gerçekleştirip iktidara geçmiş­lerdir. Sattar Han eylemine sıcak bakarlar. Devrimi yapan genç subaylar arasında bir düşünce gelişir: İran’da  da ihtilal yapalım!

Aralarında İttihat ve Terakki’nin ünlü hatibi Ömer Naci, şair Mehmet Emin Yurdakul, Enver Paşanın amcası Halil Bey, Abdülkadir, Yakup Cemil, Sapancalı Hakkı gibi İttihat ve Terakki silahşörlerinden oluşan ekip İran’a doğru yola çıkar. Aralarında bir de İranlı Osmanlı Harbiyesinde okuyan subay Mehdi bey vardır. vardır. Ne varki İran topraklarına girdiklerinde evdeki pazarın çarşıya uymadığı anlaşılır. Şahı tahtından indirmek öylesine kolay değildir. Sınırı geçtikten sonra bir çatışmada İranlı Mehdi Bey ölür. Kafile İranlı kılavuzdan da yoksun kalınca umutları tümden çöker, dönüp Van’a ulaştırlar. Ancak orada kendilerini kötü bir sürpriz bekler. İstanbul’da 31 Mart ihtilali patlamıştır. Devrimciler Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak üzeredir. Silahşörlerin İran macerası düş kırıklığı ile sonlanır.

 

Azadistan

1.Dünya Savaşı sonrası Kuzey Azerbaycan'da başlayan bağımsızlık gi­rişimleri Güney Azerbaycan'a da yansıdı. 1920 yılı sonlarına doğru Şeyh Muhammet Hiyabani Azadistan adlı bir devlet kurmayı başarır.

Şeyh Muhammet Hiyabani adı, ilk kez, İran'da meşrutiyet için veri­len uğraşlarda duyulur. O zamanlar 26-27 yaşla­rında başı sarıklı, eli silahlı yiğit bir özgürlük savaşçısıdır. Genç yaşta siyasete atılmıştır. Rusya İngilizlerle anlaşıp İran'a ültümatom verip silah gücü ile mecli­sin ka­pa­tıl­masını sağla­yınca; o, Tahran'da yapılan göste­ride ateşli bir konuşma yaptar. İngiliz ve Rus sömürgeciliğini ağır bi­çimde eleştirir. Bunun üzerine İran hükümetince kovuşturmaya uğ­rar. Horasan ve Türkistan üzerinden Mahaç kaleye gitder. Ancak 1. Dünya Şavaşı yılların­da Tebriz'e dönebilir. Tebriz'de Teceddüd ga­zetesini çı­karmaya başlar. 1917'de Tebriz'de Azerbaycan Demokrat Partisini toplar. Teceddüd'de bağımsız Azerbaycan düşüncesini yay­maya baş­lar.

Şeyh Muhammet Hiyabani hükümeti, ancak 9 ay hüküm sürer. Bu kısa sü­rede Tebriz'de bir Ticaret Yüksekokulu açar. Kuzey Azerbaycan'dan öğret­men­ler getirir. Tebriz'de tiyatro kurur, kütüphane açar.

5 Eylül 1921'de Rıza Şah yönetimindeki as­kerler Tebriz'e girmeyi başarırlar. Şeyh Muhammet Hiyabani ile birlikte Azadistan hükümeti yöneticileri idam edilir.

 

Milli Azerbaycan

2. Dünya savaşı sırasında İngilizlerle Sovyetler anlaşmışlar İran'a gir­mişlerdi. Kuzey İran, Sovyet, Güney ran İngiliz, denetimine girmişti. 1943 yı­lında yapılan seçimde Tebriz'den Mir Cafer Pişerevi İran par­lemento­suna girdi. Pişerevi inançlı bir sosya­listi. Yaşamının en güzel on bir yı­lını zin­danlarda işken­celerle geçirmişti. İran parlemen­tosu Pişeveri yanlısı milletvekillerinin mazbatalarını onaylamadı. Pişeveri Tebriz'e döndü. Geniş katılımlı bir halk kurultayı topladı. Kurul­tay, 39 kişi­lik bir ulu­sal kurul seçti ve isteklerini belirledi.

12 Aralık 1945'te Tebriz'de Özerk Azerbaycan Cumhuriyeti ku­ruldu. Hükümete İran özerklik tanıdı. Pişeveri, köklü reformlara girişti. Büyük bankaları millileştirdi. Rüşveti engelleyecek ciddi önlemlemler aldı. Kentlerde ve köylede hizmet verecek gezici hastaneler ve sağlık ocakları kurdu. Önemli ürünlerin fiatını denetime aldı. Yiyecek saklanmasına karşı önlemler aldı. İşçilere 8 saatlik çalışma süresi belir­lendi. Kadın hakları ta­nındı. Toprak reformu yasası onay­landı ve uygu­lan­maya baş­ladı

Azericeyi devletin resmi dili olarak benimsenerek ulusal dil olarak eğitim kurmlarında işlenmeye başlandı. Ulusal basın ve öğretim ku­rumları açıldı. Tebriz' de bir üni­versite oluşturuldu. Güzel Sanatlar ve Ressamlık Akademisi, Devlet Tiyatrosu, Azerbaycan Radyo Ajansı yaratıldı. Tebriz’de sanat ve edebiyat alanında büyük altılımlat yapıldı. Veten Yolunda, Azerbaycan, Feryed, Azad Millet, gibi gazete ve dergiler art arda yayınlanmaya başladı. Ulusal hükümetin bayrağında Devlet-i Hod Azerbaycan, Ya Sahibüzzaman sözleri yer alıyordu. Yapılan yeniliklerde Atatürk devrimleri örnek alınıyordu. Azeri halkı yenilikleri içtenlikle benimsiyor, ulusal hükümeti bağrına basıyordu. Hedef devletçi, bağımsız bir ulusal Azerbaycan devleti kurmaktı.

Ulusal kıpırdanış eylemi, Sovyetleri ve İran Şahlığını korkuttu. Şah Özerk Azerbaycan Milli Hükümetini resmen onaylamasına karşın antlaşmayı bozdu. İran büyük güçler­le Özerk Azerbaycan'a yüklendi. 1946'da devlet başkanı Pişeveri ye­nildi. Binlerce Azeri Şah güçlerince öldürüldü. Pek çok insan Kuzey Azerbaycan’a kaçtı. Pişeveri de birkaç arkadaşı ile birlikte Kuzey Azerbaycan'a sığındı. Böylece Milli Azerbaycan hükümeti son buldu.

Pişeveri, Sovyet Azerbaycan'ında 11 Temmuz 1947'de, karanlık bir otomobil ka­za­sında öldü. Hemen herkes bunun kaza değil suikast olduğunu düşündü.

 

Halaç Türkleri

Halaçlar, Tahran'ın 200. km güneyine düşen Kum ve Arak kentleri dolaylarında yaşarlar. Sayıları 30.000 dolayındadır. Halaçlar 57 köye yayılmışlardır. Bilindiği ka­darıyla hiç bir dönemde birleştirici bir yazı di­line sahip olmamışlardır. Bu yüzden köyler arasında önemli ağız ay­rımları bulunur. Sözgelimi batı ağızlarından Talhâb ağzını öbür Halaçlar başka bir dil sayarlar.

     Halaçlardan ilk sözedenler, İslam coğrafyacılarıdır. 9-10. yüzyıl kay­naklarına göre Halaçalar, Seyhun'un bu yakasında, Afganistan'da yaşayan göçebe boylardır. Kışlakları Seyhun ötesinde, Talas bölgesin­de yer alar. Harezmi'nin Mafatih al-'ulum'inde Halaç ve Kanicina Türkleri Eftalitlerden arata kalan boylar olarak gösterilir. Bu görüşlere dayanan Maquart, günümüzde onaylanmayan görüşler ileri sürer. Ona göre, Halaçlar bir Hint Avrupa boyu, Sakalardan gelirler. Sonradan türk­leşmiş­lerdir.

     Nizamu'l-mulk Siyasetname'de Selçuklular döneminde vergi top­la­mak ve ilişkileri geliştirmek için Halaç ve Türkmenlere Sebüktegin'in yollan­dığını yazar.

     Prof. Dr. Doerfer'e göre, Halaççadan ilk söz eden Kargarlı Mahmut'tur. Kaşgarlı, Halaçları Argu adıyla anar. Dillerinden örnekler verir. Gerçekten bu örneklerin çoğu günümdeki Halaçça ile uyuşur.

     Eski kaynaklarda Halaççadan çok az söz edilir. İbni Haldun, Reşidüddin gibi ya­zarların yapıtlarında Halaçlar üze­rine kısa bilgiler var­dır. Bu kısa kesitlerden Halaçlar üzerine sağlıklı bilgi edinmek olası de­ğildir. Halaçlar arasında geçmiş­leri üzerine kimi söylenceler anlatı­lır. Bunlar halk arasında yayılmış, kesin olmayan dağınık anlatılardır. Bir top­lumun geçmişi, söylencelerden yola çıkarak araştırmak sakınca­lıdır. Bu bakımdan şimdilik Halaçların geçmişi koyu bir sis taba­kası al­tında­dır. Halaççanın araştırmasında kaynak kişi olarak önemli katkısı olan Halaç Türklerinden Moseyyib Arabgol Halaçların geçmişleri ve genel yaşamları üzerine şu bilgileri verir:

 

     Halaç adlı topluluk İran'da Kum, Arak, Tafreşve Save ara­sında ya­şar. Sayıları 18.000 kişidir. 45 köyde otururlar. Eskiden sayıları daha çok­muş. Zamanla kimi köylerin dili değişmiş. Farsça ya da İran'da ko­nuşu­lan öbür Türk dillerin­den biri olmuş.

     Halaçların bu bölgeye nereden ve ne zaman geldikleri bi­linmiyor. Köşede bucakta anlatılanlara göre Halaçlar kendi istekleri ile gelme­miş­ler. Buralara sürülmüşler. Bu söylenti gerçekten doğru olmalı. Çünkü son yıllara değin Halaçlar arasında bir kırgınlık, bir yabancı­lık duygusu egemendi. Çocukluğumda hep Halaçların hangi ulustan ol­duğunu öğ­renmek isterdim. Birtakım yaşlılara Halaçların nereden ve nasıl geldikle­rini sorardım. Pek çoğu, Halaçların buraya İran Körfezinden geldiğini söylerdi.

     Eskiden Halaçların yaylak ve kışlakları varmış. Tarım ve hayvancı­lıkla geçinirlermiş. O zamanlar yaylaklarına ağıl ve çoban evleri yap­mışlar.

     Günümüzde Halaçlar köylerde yaşıyorlar. Eskiden olduğu gibi yine tarım ve hay­vancılıkla geçiniyorlar. Her köyün se­çimle gelen bir "ak­sa­kalı" (muhtarı) bulunuyor. Köyde her­hangi bir sorun ortaya çık­tı­ğında aile büyükleri bir araya ge­liyorlar. Ne yapılacağına bu toplan­tıda karar veriyorlar.

     Halaçlar Şii Müslümanlar. Dinlerine çok bağlılar. Büyüklerine karşı son derece saygılılar. Konukseverler. Kışın işlerin az olduğu ay­larda topluca birbirlerine konuk giderler. Akşam söyleşileri yaparlar.

     Evlilikler baba ve ananın izni ile yapılır. Gösterişli düğün­leri sever­ler. Düğünler iki ya da üç gün sürer. Düğün günleri  süresince, düğün sahibi tüm köy halkına günde iki kez ye­mek verir. Yaklaşık bütün eski eğlence ve oyunlarımız günü­müzde de aramızda yaşar. Nevruz bay­ra­mında köy halkı bir­birini görmeye gider. Aralarında kin ve düşman­lık olanlar barışır.

     Halaçların dili ne Farsça ne de İran'da konuşulan Türkçedir. Şimdiye değin kimse Halaççanın hangi dile bağlı olduğunu bilmi­yordu. Prof.Dr. Doerfer, Halaç dilinin Eski Türkçe olduğunu ve bu­güne değin geldiğini ortaya çıkardı."

 

Konum

     Halaçça Türkçe içindeki yeri en son belirlenen Türk dil­lerinden bi­ri­dir. Halaççadan ilk gereç derlemesini 1906 yı­lında Minorski yapar. Bu gereçler 1940'ta yayınlanır. Aynı yazı 1950 yılında Halaç Türk Diyalekti adı ile Türkçeye çev­rilir. Sonra İranlı bir dilci Halaççadan bir sözcük di­zini yayın­lar. Mugaddam adlı dilcinin yayınladığı 184 sayfa­lık bu kitap bir inceleme değildir. Arap yazısı ile verdiği Halaçça söz­lerin ses değerle­rini belirtmeye çalışır. Bu gereçlerin yayınlanması Halaççanın özgün kişi­liğinin tanınmasına yetmez. Bunun için daha çey­rek yüzyıl geçmesi gere­kecektir.

     Halaççanın gerçek kişiliğinin ortaya çıkması 1968 yılına dayanır. Bu yıl Göttingen Üniversitesi Türkoloji bölümü İran'a bir araştırma ge­zisi ya­par. 1968 ve ardından 1969 yıl­larında yapılan araştırma gezi­le­rinde Halaççadan 57 bant do­lusu gereç derlenir. Bu bantlar üzerine ça­lışan ünlü türkolog Doerfer İran'daki Türk Dilleri adlı kısa yazısında Halaççanın öz­gün kişiliğine ilk kez değinir. Bunu izleyen Khalaj Materials (1977) ki­tabında ve çeşitli yazılarında konu ile ilgili araş­tır­ma­larını derinleştirir. Halaççanın apayrı özellikler taşıyan bir Türk dili ol­du­ğunu ortaya koyar. Prof.Dr. Doerfer Halaççanın Türkçe içindeki ye­rini şöyle gösterir:

     * En Eski Türkçe ikiye ayrılıyor. Birinci kolu geniş anlamdaki Ortak Türkçe ikinci kolu Çuvaşça-Bulgarca oluşturuyor. Bu ortak Türkçe de iki kola  ayrılıyor. Bunlardan birincisi dar anlamda Ortak Türkçe ikincisi ise Hallaça. Bu ortak Türkçeden Oğuzca, Uygurca, Yakutça, Kıpçakça ve Güney Sibirya Türkçesi ayrılıyor. Sonuçta Halaçça, Çuvaş Bulgarcadan sonra Ortak Türkçeden ayrılan ilk kol.

     Doerfer ilk yayınlarından başlayarak, günümüze değin Halaççanın Divanü Lügat-it Türk'te sözü edilen Argu lehçe­sinin devamı olduğunu sa­vunur.

     Argu lehçesi üzerine ad da olsa Divanü Lügat-it Türk'te bilgi bulu­nur. Kaşgarlı yapıtında Argu Türkçesinin özellikle­rine değinir. Kimi sözcük­leri "Arguca" diye nite­ler. Kaşgarlı'nın verdiği bilgilere göre, Karahanlıca ve çağın öbür Türk lehçelerindeki -y-, -y ünsüzü yerine Argucada -n-, -n ünsüzü kullanılır. Bu ses olayını Orhun Türkçesinden başla­yarak ele alır­sak şöyle bir gelişme karşımıza çıkar:

 

                                                             Argu -n- , -n

         Orhun Türkçesi -n-,-n

                                                             Karahanlıca -y-,-y

 

         Orhun Türkçesi       Arguca        Karahanlıca

         kon 'koyun'                kon              koy, koyun

         çıgan 'yoksul'             çıgan           çıgay

         kanu 'hangi'               kanu            kayu

                                                             kânak 'kaymak'

                                                             kien- 'göyünmek'

 

     Divan'da serpiştirilmiş durumda Arguca olarak gösterilen kırka ya­kın sözcük bu­lunur. Ancak bu sözcüklerin çoğunu doğrudan Halaçça ile karşılaştırmak zordur. Sözgelimi Kaşgarlı Arguca olarak şu sözleri göste­rir:

         balıklan- 'çamurlanmak'                baştar 'orak'

         bének 'tane, habbe'                        bitrik 'fıstık'

         bük 'köşe, bucak'                           çagı 'gürültü'

         çıgan 'yoksul'                                dag 'değil, yok'

         girzi 'havuç'                                  idiş'tas'

         kadık 'ağaçtan oyulmuşnesne'        kânak 'kaymak'

         kél- 'gelmek'                                  kon 'koyun'

         katkıç 'çıyana benzer böcek'           kön- 'yanmak'

         koş'birşeyin eşi, çifti'                     közün- 'görülmek'

         maraz 'ücretle çalışan ırgat'           ogla 'yiğit'

         tang 'elek'                                     tudrıç 'fışkı'

         tümse 'minder'                              tüşrüm 'eğrilmişip yumağı'

         uluş'şehir'                                     yung 'yün, pamuk'

 

Sözvarlığı

Halaççanın sözvarlığı beş bakımdan ilginçtir:

     1. Halaçça çağdaş Türk dillerinde ölmüş çok sayıda Ana Türkçe söz­cüğü barındırır:

         üem 'pantolon'                              kişi 'eş, ev kadını'

         hirin 'beyaz'                                  hark 'pislik'

         baluk 'köy' ET. balık                      sü-  'kırmak'

         kiden 'düğün'                                u- 'uyku'

         kudgu 'sinek'                                 erden 'gelin'

         havul 'iyi' <ET amul 'uslu, yavaş'

 

         2. Yaklaşık 150 dolayında kaynağı bilinmeyen sözcük vardır. Bunların bir bölümü tüm Halaç ağızlarına yayılmıştır: hilki 'ağaç'.

 

     3. Batı Oğuzcada bulunmayan sözcükler vardır:

         erin <ET erin  'dudak'                   büeri <ET böri 'kurt'

         kindik <ET kindik 'göbek'

 

     4. Oğuzcadan iki ayrı tabaka bulunur. Birinci tabakadan sözcük­lerde Oğuzcanın tüm özellikleri görülür. Sözgelimi:

         gayın <ET kadın 'kadın'                adaş 'adaş' (Azericeden)

 

     Oğuzcanın öbür katmanından olan sözcüklerde bir yan­dan uzun ünlü­ler korunur­ken, bir yandan da Oğuzcanın tüm özellikleri izlenir:

         dâam 'dam' <ET 'tâm', Azerice 'dam'

         güel 'göl' <köl Türkmence 'göl'

 

     Bu örneklerde Oğuzcaya özgü önsesler hemen göze çar­par:

 

         t- yerine                                        d-

         k- yerine                                       g-

 

     Ancak söz konusu örnekler uzun ünlüler de korunur. Bu durumda bu sözcükler 15. yüzyıldan önce Oğuzcanın Sonkur-Aynalu-Kaşkay ağızla­rından alınmışolmalıdır. Bu ağızlar Azericenin değil, uzun ünlü­le­rin yer yer korunduğu Horasan Türkçesinin ağızlarıdır. Halaçça ile Azerice ara­sın­daki ses düzeni ayrımını şöyle belirleyebiliriz:

 

         Göktürkçe           Azerice            Halaçça

         k-                          g-                     k-

         â                           a                      âa

         d                           y                      d

         a                           ı                       u

 

     5. Birkaç sözcük doğrudan Argucadan alınmıştır:

         dâg 'değil'                                     kanu 'hangi'

         kon 'koyun'

 

     Tüm bu özellikleri ile Halaçça Türkçenin eski özellikleri koruyan az­değişmiştutucu bir Türk dilidir. Göktürkçe ile arasında şaşırtıcı özel­likler bulunur.

 

Ses Dizgesi

Halaççanın ünlüleri Ana Türkçedeki "üç nitelikli ünlü" ti­pini koru­rur. Doerfer'e göre Türkçenin yapısında yalnız uzun ünlü değil, iki türlü uzun ünlü bulunur. Bunlar, uzun ve vur­gulu uzun ünlülerdir. Böylece Türkçede üç türlü ünlü vardır:

                                                             1. Normal ünlü

                                                             2. Uzun ünlü

                                                             3. Vurgulu uzun ünlü

 

                                                             İki türlü uzun ünlü söylenişi salt Türkçeye özgü bir olay da değil­dir. Kimi dil­lerde benzer söylenişler bulunur.

                                                             Sözgelimi Halaççada şu örneklerde üç nitelikle ünlü söy­lenişi açık­tır:

 

         Normal ünlü     Uzun ünlü             Vurgulu Uzun ünlü

         hat 'at'              bâş'kafa'                tâağ (tâğ) 'dağ'

                                                             tâar 'dar'

 

     Bu özelliği ile Halaçça Ana Türkçenin özgün ünülü dü­zenini koru­yan biricik Türk dilidir.

     Doerfer'e göre Kaşgarlı Mahmut Divan'da Türkçenin üç nitelikle ünlü düzenini göstermiştir. Ama şimdiye değin Halaçça bilinmediği için bu­nun ayrımına varılmamıştır. Türkmence Türkçe'nin uzun ünlü­lerini koru­yan dillerden biridir. Ama Kaşgarlı Divan'da uzun olarak gösterdiği kimi sözcükler kısa ünlü iledir. Bu nereden kaynaklanır? Açıklaması şöyle olabilir:

 

         Kaşgarlı'da                                   Türkmencede

         bâş 'kafa'                                      baş

         kâş 'kaş'                                        kâş

 

     Bu örneklere göre Türkmence, Türkçenin vurgulu uzun ünlülerini ko­rumuştur. Normal uzun ünlüler Türkmencede kısa ünlüye dönüş­müştür. Görüldüğü gibi Kaşgarlı'da uzun ünlü ile gösterilen iki söz­den ancak biri Türkmencede uzun ünlü ile, söylenir. Oysa Halaççada du­rum değişiktir:

         Vurgulu uzun ünlü                        Uzun ünlülü söz­cük

         hoot 'ateş'                                     oot 'bitki, ot'

    

     Böylece Halaççada iki türlü uzun ünlü bulunur. Bu ayrım çok açık­tır. Aynı sözlerin öbür Türk dillerindeki durumu değişiktir. "Bitki" an­lamın­daki "ot" sözü bütün Türk dille­rinde kısa ünlü iledir. Oysa Ana Türkçede bu sözcük uzun ünlü ile, "ateş" anlamında ki sözcük vurgulu uzun ünlü olma­lıdır. Ana Türkçenin ses düzeni şöyle olmalı­dır:

 

         oot 'ot, bitki' (vurgusuz)                 *poot 'od, ateş' (vurgulu)

 

     Doerfer bu konuyu "Halaççada Ünlülerinin Niceliği" diye çevi­rebi­le­ceğimiz uzun yazısında ele alır. Belirttiğine göre yazıda verilen örnekler dil laboratuarında in­celenmiştir:

     Vurgulu uzun ünlülü sözcükler:

         âat 'ad'                                         bâar 'var'

         bâaş 'kafa'                                    büeri 'kurt'

         huoçak 'ocak'                                huot 'od, ateş'

         üem 'pantolon'                              köök 'gök, mavi'

          kîız 'kız'                                        tâar 'dar'

         tâaş 'taş'                                       toon 'giysi, don'

 

     Uzun ünlülü sözcükler:

         âş'yemek'                                      bâş 'kafa'

         hengligh 'enli'                               kün 'gün'

         sürdiler 'sürdüler'                         tül 'dil'

         üç 'üç'                                           yel 'yel'

         yun 'yün'

 

     Olağan ünlülü sözcükler:

         bidik 'büyük'                                 bogarsuk 'bağırsık'

         cugdı 'sinek'                                  çakur 'sarı'

         dag 'değil'                                     eççi 'keçi'

         erin 'dudak'                                   eşke 'eşek'

         hagaç 'ağaç'                                  her 'er, erkek'

         heylek 'elek'                                  hikmek 'ekmek'

         ilyer 'ileri'                                     kidey 'güveyi'

         kindik 'göbek'                                kiryek 'kürek'

         kiden 'düğün'                                kişi 'kadın'

         sıçgan 'sıçan'                                sigir 'sığır'

         tovuşgan 'tavşan'

 

     Ünsüzler bakımından da Halaçça kimi özgün nitelikleri korur. Göktürkçede söz başında bulunan k-, t- ünsüzleri Halaççada koru­nur. Oysa İran'da konuşulan öbür Türk dille­rinde böyle bir olay söz­konu­su değildir. Göktürkçenin bu ötümsüz ünsüzlerle başlayan söz­cükle­rinin bir bölümü Oğuz dillerinde g-, d- ünsüzleri ile söylenir:

     k- korunmasına örnekler:

         kez- 'gezmek'                                 kel- 'gelmek'

         köz 'göz'                                       ked- 'giymek'

         gieçe 'gece'                                   kedgülük 'giysi'

         kergülük 'görülecek'                      köys 'göğüs'

         küiç 'güç, zor'

 

     Göktürkçedeki kalın k- sesi Türkiye Türkçesi yazı dilinde ko­runur. Ama gerek Anadolu ağızlarında gerekse Azeri ve öbür Oğuz dillerinde g- sesine çevrilir. Halaççada da bu ses koru­nur. Bu bakımdan Hallaçça çev­rede konuşulan Oğuz dille­rinden ayrılır:

         kâan 'kan'                                     kâar 'kar'

         kâal- 'kalmak'                               karrı 'yaşlı'

         kattıg 'katı, sert'                            kazgan- 'kazanmak'

 

     Halaççada t- ünsüzü korunur. Gerçi Türkiye Türkçesinde de kimi söz­cüklerde ko­runduğu olmuştur. Ancak Halaççada olduğu gibi dü­zenli ve yaygın değildir:

         tâag 'dag'                                     tâalak 'dalak'

         tâar 'dar'                                      tâaş 'taş'

         téyirmen 'değirmen'                       temir 'demir'

         teri 'deri'                                      tüiş 'diş'

         til 'dil'                                           tirri 'diri'

         tik- 'dikmek'

 

     Göktürkçedeki -d-, -d sesi günümüz Türk lehçelerinde çeşitli bi­çim­ler almıştır:

         Çuvaşça  -r-, -r ura

         Göktürkçe -∂-. -∂  aak

         Yakutça -t-, -t atax

         Orta Türkçe --, -  adak

         Hakasça  -z-, -z azax

         Ortak Türkçe -y-, -y ayak

 

     Bu ses Halaççada Göktürkçe ve Orta Türkçede olduğu gibi -d-, -d ola­rak koru­nur:

         bod 'boy' <ET bo∂                         boda- 'boyamak' <ET bo∂a-

         bodag 'boya' <ET bo∂ug                bidik, büdük 'büyük' <ET be∂ük

         hadâk 'ayak' <ET a∂ak                  hadru 'ayrı' <ET a∂rı

         hadruluk 'ayrılık' <*ET a∂rut-       hadur 'ayırmak' <ET a∂rut-

         tod- 'doymak' <ET to∂-

 

Göktürkçenin -n-, -n sesi de Halaççada olduğu gibi koru­nur. Bu ses Orta Türkçe döneminde bile Arguca dışındaki Türk lehçelerinde -y-, -y, ünsüzüne dönüşmüştür. Kaşgarlı'nın verdiği bu bilgiye ve Halçaçanın söz­cük varlığındaki kimi benzerliklere dayanarak Doerfer Halaççayı Argucanın ardılı sayar:

 

         Göktürkçe           Arguca            Halaçça

         kon 'koyun'            kon                  kon

         çıgan 'yoksul'        çıgan                çığan

         kanu 'hangi'          kanu                 kanu

         kien- 'göyünmek'

 

     Halaççada Ana Türkçenin p- biçimindeki önsesi h- biçi­minde ko­ru­nur. Türkçede birtakım sözlerde h- öntüremesi olduğu bilinir. Ancak ilke olarak Halaççada bu söz konusu değildir. Halaççanın söz­cük var­lığında h- ile başlayan pek çok sözcük vardır:

         hâara 'ara' <ET ara                      hâarı 'arı' <ET arıg

         hâart 'art' <ET art                        hâay 'ay' <ET ay

         hâaz 'az' <ET az                            hâç- 'açmak' <ET aç-

         haçuk 'açık' <ET açuk                   hadak 'ayak' <ET adak

         hâğrığ 'ağrı' <ET agrıg                 hüel 'nemli, islak' <ET öl

         hikmek 'ekmek' <ET ekmek            hogrı 'uğru, hırsız' <ET ogrı

         hırak 'ırak'' <ET ırak                     helim 'ölüm' <ET ölüm

         hâaçug 'acı' <ET açıg                   hîin 'mağara, in' <ET in

         hirin, hürün 'ak, beyaz' <ET ürüñ

 

     Halaççada Göktürkçenin sözsonu -g sesi korunur. Bu sese Oğuz dille­rinde ve kimi Türk dillerinde düşmüştür:

         henlig 'enli' <ET enlig                   bodağ 'boya' <ET bodag

         kattığ 'katı' <ET katıg                    hağrığ 'ağrı' <ET agrıg

 

Örgü

     Çoğul eklerinde herhangi bir değişiklik bulunmaz.

     Halaççanın en önemli ağızlarından olan Harrab ağzında iyelik ek­leri şöyledir:

 

                       Tekil                              Çoğul

         1. kişi     -m  hev-im 'evim'             -miz  hev-imiz 'evimiz'

         2. kişi     -y  hev-üy 'evin'               -üz  hev-üz  'eviniz'

         3. kişi     -i/-si  hev-i 'evi'               -leri hev-leri 'evleri'

                        bâba-sı 'babası'              bâba-ları 'babaları'

 

     Durum eklerinin kullanımı Halaççada çok ilginçtir.

     Yalın durum bütün Türk dilinde olduğu gibi eksizdir.

     Tamlayan durumu kimi örneklerde tıpkı Orhun Yazıtlarında oldu­ğu gibi ek­sizdir. Bu durum çağdaş Türk dillerinde görülmeyen bir özel­liktir.

         bâba hevi 'babanın evi'

 

     Bunun yanında kimi örneklerde ise -üün, -üüy -ii iekleri iledir:

         alünüün 'elinin'

         neneyüüy ogli 'senin annenin oğlu'

 

     Yönelme durumu -ka/-ke, -a/-e  eki iledir:

         bâba-ka 'babaya'                           al-ü-n-e '(senin) eline'

         al-i-n-e '(onun) eline'                     vaddilar taakka 'dağa gittiler'

         keldik şam-a hevke 'akşama eve geldik'

 

     Belirtme durumu eki -y, -i dir:

         bâba-y 'babayı'                             hev-i 'evi'

 

     Bulunma durumu -ça /-çe, eki ile karşılanır:

         bâba-ça 'babada'                          hev-de 'eve'

         şaam istiçe 'akşam vaktinde'

         bo herçe üç ogul vaaramiş 'bu adamın yanında üç oğlan varmış'

 

     Bu ek ile bulunma durumu anlatımı Halaççaya özgüdür. Yalnız Orhun Anıtlarında bel-çe 'bele değin' biçiminde buna benzer bir kullanım bulu­nur.

     Çıkma durumu -da eki iledir. bâba-da 'babadan'. Orhun Türkçesinde de bu­lunma durum eki olarak bu ek kullanılır. Bulunma du­rumu aynı zamanda çıkma du­rumunu da karşılar. Aynı olay çağdaş Türk dil­leri içinde Yakutçada görülür. Bunun yanında -indan/ -inden, iida/-iide, -inda/-iinde kullanımları da saptanır:

    

         yaarim eşiklerinden hinmiş 'yarim kapılarından çıkmış'

         ketünde'ndi 'gerisinden çıkıp geldi'

         hem aaçlugda hem aaşlugluxda yikinar 'hem açlıktan, hem de aşıklıktan çekiniyor'

 

     Durum ekleri iyelik eklerinin üzerine geldiklerinde söy­lenişte önemli değişmeler olur.

     Tamlayan eki -nuy durumuna girer.

     Yönelme durum eki -a sesine dönüşür. Sonuçta şöyle bir görünüm ortaya çıkar:

         bâba-sı-nuy oğlı                            'babasının oğlu'

         bâba-m                                         'babama'

         bâba-y-a                                       'babana'

         bâba-si-y-a                                   'babasına'

         bâba-miz-ça                                  'babamıza'

         bâba-yiz-ça                                   'babanıza'

         bâba-lariye                                   'babalarına'

 

     Görüldüğü gibi durum eklerinin iyelik ekleri ile birlikte kullanım­ları Oğuz dille­rindekine yakındır. Kökende -ka bi­çiminde olan yö­nelme eki -n- ünsüzünden sonra -nka- bile­şimi üzerinden önce -na ve giderek de -ya biçimine dönüş­müştür.

     Belirtme durumu ünsüzlerden sonra -u/-,-i eki ile karşıla­nır:

         bâba-m-u kerdüm 'babamı gördüm'

 

     Ünsüzlerden sonra -y eki iledir:

         bâba-si-y kerdüm 'babasını gördüm'

 

     Halaççada 3. kişide iyelik ekleri ile durum ekleri arasında adıl n'si bu­lunmaz.

         ogli-da 'oğlunda'

 

     Kişi sözcükleri bakımından Halaçça genel Türkçeden ayrılmaz. Kişi ve gös­terme sözcükleri şöyledir:

 

         Yalın      men         sen         o             biz          siz

         Tamla.   meniy      seniy      unuy       biziy       siziy

         Yönel.    mene       sene       uya         bize        size

         Belirt.    meni        seni        unu         bizi         sizi

         Eşit.       mençe     sençe      unça       bizçe      sizçe

 

     Dönüşlü sözcük üez 'kendi' sözüdür.

 

     Sayı adlarında Türkiye Türkçesine göre birtakım değişik­likler var­dır. Kimi sayı adlarının Türkçesi yerine Farsçası kul­lanlır: bii  'bir',  ekki 'iki',  üç  'üç', tüert 'dört', büeş 'beş'. alta  'altı'. yüeti  'yedi'.  sekkiz 'sekiz', tokkuz 'dokuz', uon  'on' .

         yigirmi 'yirmi'                               otuz-hotuz 'otuz'

         kırk 'kırk'                                      elli 'elli'   

         altmış 'altmış'                                ekkiotuzuon 'yetmiş'

         ekkikırk 'seksen'                            üçotuz 'doksan'

 

     Sıra sayıları birtakım Halaç ağızlarında Azerice ve Türkmencede ol­duğu gibi -minci eki iledir:

         ekki-minci 'ikinci'                          üç-minci 'üçüncü'

         elli-minci 'ellinci'                          yüz-minci 'yüzüncü'

 

     Bu sözcüklerin bir bölümü aynı zamanda belirteç işle­vinde de kul­lanı­lır. Halaççanın belirteçlerinde de kimi ayrım­lar vardır. Sözgelimi 'şimdi' belirteci yerine "tiem" sözü kul­lanılır. Bu sözcük Türkiye Türkçesindeki "demin" sözü ile aynı köktendir. Halaççada sık kullanılan belirteçler şunlardır:

         bura 'bura'                                    ura 'ora'

         nire 'nere'                                     ne 'ne'

         kim 'kim'                                       câ 'nerede'

         kâni 'nerede'                                 ku 'nasıl'

 

 

İlgi

     Halaççada Göktürkçenin kimi ilgeçleri kullanılır:

         asra 'altında'                                 bere 'beri yan'

         ere 'karşı yan'                               hâga 'arkada'

         saru 'yüzünden'

 

*

 



[1]Zekeriye Kitapçı: Türkistan'da İslamiyet ve Türkler, Konya 1988, s. 59.

[2] Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Zoraki Diplomat, İstanbul 2012, s. 316-317

[3] Yakup Kadri Karaosmanoğlu: a. g. k, 317.

[4] David Hortham, Türkler, İstanbul 2000, s. 101.

[5] Oktay Sinanoğlu, Bye Bye Türkçe Bir Nev-York Rüyası, İstanbul 2006.

[6] Koçi Bey Risalesi, (Zuhuri Danışman), İstanbul 1972, s. 43.

[7] Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği, İstanbul 1993, s. 79.

[8] Falih Rıfkı Atay, Batış Yılları, İstanbul 1963, s. 17.

[9]Falih Rıfkı Atay, a. g. k, s. 132.

[10]Falih Rıfkı Atay, a. g. k., s. 18.

[11] Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, MEB, İstanbul 1970, s. 37.

[12] Osman Turan, Selçuklular ve İslamiyet, Nakışlar y., İstanbul 1980, s. 58.

[13] Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkudun Kitabı, İstanbul 1973, s. XLIX

[14] Abdollah Dodangeh, Secer-yi Ensab İsimli Esesin Türkçe Tercümesi, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı 188, yıl 2010, s. 15-16 ve Osman Turan, Selçuklular ve İslamiyet, Nakışlar K., İstanbul 1980, s. 55. Fahreddin Mübarekşah (1126-1206) Lahor’da doğar. Gazneli Mahmud’un Kayınpederi Bilge Tegin’in soyundan gelir. Gazneli Türk devletinin tarihçisidir. Yazdığı tarih kitabında Türk tarihi etnolojisi, kullandıkları yazılar ve Türk dili üzerine önemli bilgiler verir. Türk dilinin Arapçadan sonra en mükemmel dil olduğunu ve Türklerin çok örgütçü olduklarını söyler. 

[15] İlhan Arsel, Arap Milliyetçiliği ve Türkler, İstanbul 1977, s.60.