İran Kimliği ve Türkçe
Fuat Bozkurt
Jeopolitik İran coğrafyası, günümüzdeki İran sınırlarının ötesinde, çok
geniş bir alanı kapsar. Anadolu yaylalarının bittiği yerde başlar, Horansan,
Afganistan’ı içine alarak ve Hindistan’a dayanan alandır. Horasan ise
günümüzdeki İran eyaletinden çok daha geniş bölgeyi içine alır. Günümüzdeki
Türkmenistan’ın tümünü ve Özbekistan’ı kapsar.
İran’da Türkler
İşte Türk dilinin yayılım alanı bu uzam içindedir. Türkçe ve Türk kimliği
Anadoludan önce İran coğrafyasında yer alır. Böylesine bir olgu içinde İran’ı Türkçeden
ve Türklükten koparmak olanaksızdır. Türkçe ve Türk kimliği her dönemde İran’da
vardır ve bir anlamda İran’la yarış içindedir.
İran Coğrafyasında Türkçe ve Türklük Horasanla başlar. Güneş Ülkkesi
anlamına gelen bu bölge günümüzde İran’da bir eyalet adıdır. Geçmişte çok geniş
alanları kapsar başkenti günümüzde Afganistan sınırları içinde bulunan Herat
kentidir. Horasan, Anadolu’nun eşğidir. Türk kimlik söylencecesinin temelidir.
Söylencesel tarihimiz Horasan’a değin uzanır. Onun öncesi, Ahmet Yesevi kitabi
bilgidir. Horasan Nişabur, Merv, Belh şehirleri ile Anadolu aydınlanmasının pınarlarıdır.
Hacı Bektaş Nişabur, Mevlana Belh’ten gelir.
Öncüler Selçuklar
Akkoyunlu ve Kara Koyunlular
Safeviler:
(Şah İsmail (1501-1524), Şah Tahmabs (1524-1576), 2. Şah İsmail
(1576-1578), Muhammed Hudavend (1577), 1. Şah Abbas (1578-1629), Şah Mirza
(1629-1642), 2. Şah Abbas (1642-1666), Şah Süleyman (1666-1694), Hüseyin Sultan
Hüseyin (1694-1722), 2. Şah Tahmabs (1729-1732), 3. Şah Abbas (1732-1736)
Afşarlar: Nadir Şah
(1737-1747), Adil Şah (1747-1748), İbrahim Şah (1748-1749),
Zend : 1749-1791
Kaçarlar : 1794-1926
Pehlevi : 1926-1979.
Kimlikle koşut Dil
İran Coğrafyasında Tükler
Selçuklu İran’a girer ama devlet dili Farsça olur. Devletin yönetimi de
Farsların elindedir. Ünlü vezir Nizamül Mülk devletin başındadır. Türkler geniş
coğrafyaya yayılırlar. Günümüze dek uzanan coğrafya şöye bir renkli görüntü sunar:
Öncelikle dört Oğuz Lehçesi İran’da etkindir :
1. Horasan’da Türkiye Türkçesine yakın bir Türkçen konuşulur.
Bunun Türkiye Türkçesinden ayrılan yazı Eski Türkçenin uzun ünlülerini
korumasıdır.
2. Günümüz Türkmenistanında ve İran’ın Hazar kıyılarında
Türkmence egemendir. Türkmence Oğuz dilleri içinde uzun ünlüleri koruyan bir
lehçe olarak ünlüdür. İlke Alyev, Böriyef’in sözlüğünde bu uzun ünlüler
gösterilir. Günümüzde tümüyle bu konu aydınlannır.
3. Azerbaycan’da Batı kolu olarak Azerice yer alır. İran
içinde en kalabalık Türk kolunun konuştuğu Türkçedir.Türkiye Türkçesinde kimi
ses zellikleri ve sözcüklerdeki anlam değişikliği ile ayrılır. Tarihsel olarak.
4. Afşarca, İran’ın doğusunda ve Afganistan’da kimi dar
alanlara serpşştirilmiş olarak konuşulur. Oğuzcanın Batı kolundan bir Türkçe
ağzı olarak dewğerlendirilebilir. Yıllar önce Kabil’de konuşulan Afşarca’dan
örnekler yayınlamıştık.
5. Doğu bölgelerde Kaşkay Türkleri yaşar. Bunlar da Oğuz
kolundandır.
6. Tahran’ın güneylerine düşen Kum ve Save yöresinde Halaç
Türkleri yayaşar. Hallaçça Türkçenin eskicil özellikleirni koruyan bir dil
olarak Türkoloji dünyasında önemlidir. Doerfer’in Göttingen Türkoloji bölümünün
çalışmaları ile gün yüzüne çıkarılmıştır.
*
İran Coğrafyası’nın Hint sınırında başladığını söyledik.
Bu tanıma göre günümüzdeki Afganistan sınırları içinde konuşulan Türkçe
kollarını da İran coğrafyası içinde incelemek gerekir.
Afganistan’da
en kalabalık Türkçe kolu Özbekçedir. Özbekler kuzey Afganistan
toprakları içinde yer alan Türkistan bölgesinde konuşulur. Afgan halkının
önemli bir bölümünü Özbekler oluşturur. Resmi sayılara göre Afganistan halkının
yüzde onunu oluşturular. Bölgenin başkenti Mezar-ı Şerif kentidir. Kunduz, Meymemne,
Andhoy önemli Özbek yerleşim alanlarıdır. Bölgede bozulmamış, duru bir Özbekçe
konuşulur.
Türkistan adı verilen bu alanda çok sayda Kazak,
Karakalpak bulunur. Bunlar 1917 Rus devriminden sonra gelip yerleşmişlerdi.
Türkçenin Kuzey koluna ait bu lehçeler, Özbekçe’den kesin çizgilerle
ayrılırlar.
Vakan koridorunda yaşayan Kırgızlar 1980 sonrası
topluca Türkiye’ye göç etmişler, Van yöresine yerleştirilmişlerdir.
İran’dan Hindistan’a
Türkçe ve Türklük İran Coğrafyası’nı da aşar. Onuncu
yüzyılın sonlarına doğru, Gazneli Sebüktekin Hint yolunu Türk hanedanlara
açar. Oğlu Gazneli Mahmut, 1000 ile 1026
yıılları arasında on yedi akınla Hint topraklarına yerleşir. O günden tam 1875
tarihine Hint tarihi hemen hemen bir Türk devletleri tairihidir. Bazen tek bir
devlet -Gaznelilerde ve Babürlerde olduğu
gibi- ülkeyi baştan başa denecek ölçüde egemenlikleri altına alırlar. Bu iki
hanedan arasında, egemenlik parçalanması oursa da Türk hanedanının Hint
yarımadsında egemen olmadığı bir dönem bulunmaz. Bir kumandan veya bir bey,
herhangi bir hanedanın zaafını kollayrak isyan eder, yeni bir saltamnat kurar,
ülke büyür, gelişir, sonra yeni başka bir Türk beyliğine yerini bırakır.
On altıncı yüzyıl başlarında Timur soyundan Babur’un
kurduğu İmparatorluk on dokuzuncu yüzyılın ortalarına değin yaşar. Bu
İmparatorluğun Türklüğü su götürmez. Ama nedense Batılılar Moğol adını vermek
adet olur.
Bunca alan fethedilip, bunca devlet kurulurken, Türkçe ve
Türklük görmezden gelinmesine ne demeli? Görmezden gelmek ne söz aşağılanıp
özüne karşı çıkılmasını nasıl açıklamalı?
İran’da Türkü har, Osmanlıda kaba Türk, Hindistanda
üç kuşak sonra sarayda konuşulmayan bir devlet dili.
Nereden geliyor bu eziklik, bu özünden uzaklaşmak;
anlamak olası değil. Gazneliler döneminden çarpıcı bir örnek vardır.
Tarihte İran
İran köklü bir devlet geleneğine dayanır. Dara’nın İ.Ö. 600 yılında
Persepolis kentini başkent yapıp abad etmesi ile Pers devleti görkemli bir
başlangıç yapar. Böylece İran devlet
geleneği 2500 yıllık bir geçmişe dayanır. Büyük İskeder, MÖ. 330’da
Persepolis’i yağmalayıncaya değin başkent kalır. Şiraz yakınlarında bulunan
Persepolis’ln günümüze yıkıntıları kalır.
İslamın doğuş ve
yayılış yıllarında Sasani İmparatorluğu eski Pers İmparatorluğu geleneğini
sürdüren bin yıllık geçmişi olan, dünyanın ikinci büyük gücü konumunda bir
devlettir. Mezepotamya'dan Hindistan'a dek uzanan geniş topraklara egemen,
Pers Hükümdarlarının zenginliği dillere destandır. Devletin başkenti eski
Babil, şimdiki Bağdat'ın bulunduğu yere kurulmuştur.
Dönemin egemenlik yarışı Bizansla Pers arasındadır. Bu iki devlet ayını
zamanda iki karşı dinin temsilcisidir. Bizans Hıristiyandır, İran ise,
Zerdüşt'ün kurduğu Mazdeizme inanır. Sasani hanedanının ve halkının resmi
dini Zerdüştlük İran'ın ulusal dinidir[1]. Pers -Bizans. İmparatorlukları arasındaki çekişme doğudan
gelen değerli malların ulaşım damarı İpek ve Baharat yollarını kimin elinde
tutacağı sorununda düğümlenir. Bu malların ulaşımını kuzeyde Türkler, güneyde
Araplar tekelleri altında tutar. 642 yılında Araplar Nihavend Savaşında
Persleri yenip imparatorluğa son verirler. Persler yenilmişler, ama
yıkılmamışlardır. Köklü bir devlet geleneği, güçlü bir inanç dizgesi ve
görkemli bir mitoloji ile Perslik bilinci ayaktadır. Bu kültürün üzerine İslam
yerleşmeye çalışırken, doğal bir evrim yaşanır ve İslam bu ülkede ayrı bir
görüntüye bürünür. Zerdüştlük, Ateşetaparlık, İslamlık ve Doğu gizemi birbirine
karışarak, bulanık yoğun bir kültür tortusu olarak Şiilik biçinine dönüşür.
«Bu
karışım içinde İran, gerek Fars, gerek Türk İran’ın bu feodal aileleri, aynı
zamanda hem en yüksek devlet adamlarının, hem de en aydın en görgülü
şahsiyetlerin fideliğidir. Zira bu ailelerin çocukları, hemen umumiyetle
Avrupa’da, Amerika’da tahsil ve tebiye görürler. Memleketlerine her biri bir
ihtisas sahibi olarak ve iki üç yabancı dil konuşarak dönerler. Döner dönmez de
yurtlarını hiç yadırgamazlar. Hatta köylerindeki işlerinin başına geçip bir köy
hayatı sürmeyi Tahran’ın kozmopolit aleminde dolaşıp eğlenmeye tecih ederler.
Bunlar arasında kimi diplomatik vazifelerle, kimi ticaret maksadıyla uzun
yıllar Avrupa veya Amerika’da ömür sürenler, evlenip yerleşenler vardır ki,
koyu Farslıklarından bir zerre kaybetmek şöyle dursun, yabancı
karılarından, yabancı diyarlarda doğup
yetişmiş çocuklarını dahi günün birinde, İran’a tam bir İranlı olarak getirirler.»[2]
Farsların derin
ve köklü bir milliyet duygusu burada yatar. Farsın bilinçaltına sızıp birikmiş
binlerce yıllık bir uygarlık, Asya uygarlığı Şiilik görüntüsü altında ortaya
çıkmıştır. Bu bireşimde Şiiliğin İslam tarihinde ne gibi bir anlam taşıdığı ve
ne gibi etkilerin ürünü olduğu önemini yitirmiştir. Fars kimliği ya da
İranlılık bilinci, bu karmaşık bulmacayı, bilme ve çözme ile anlaşılır. Fars
ruhu bu tortudur. Farsları Türklerden ve Arap dünyasından ayıran köklü ruh ve
kültür farkı burada yatar. Bu nedenle Fars, millidir ama milliyetçi değildir.[3]
Fars kimliği bir
anlamda İran coğrafyasının kimliğidir ve bu kimlik Şiilikte kristalleşir.
Şiilik, İran coğrafyasının yarattığı, değişik kökenlerden halkları da içine
alan görkemli bir karışımda Fars kimliğine dönüşmüştür. İslam coğrafyasında
hiçbir ülkede Şiilik dışında ulusal mezhepten söz edilemez. Bunun jeopolitik
nedenleri vardır.
Bu kimlikte otoriteye tapınç düzeyinde bağlılık vardır. İki bin beş
yüz yıldan beri İranlılar Krallarının Tanrı tarafından verilmiş haklarına
inandırılır. Yüzyıllara ulaşan geleneklere göre Kral toplum hiyerarşisinin
tepesindedir ve aldığı kararlardan dolayı halkına karşı hesap vermeye zorunlu
değildir. O’na körü körüne itaat edilir. Eski çağların büyük kralları Dara’lar,
Keyhüsrevler rol örnekleridir. Kökeni Türk, Fars olsun değişmez, ona itaat
edilir.
Rıza Şah da, İmam Humeyni de İran devlet geleneğinin bir devamıdır.
Yeni İran
Pehlevi hanedanının kurucusu Rıza, Mazenderan’ın Hazar bölgesinde 1876’da
doğar. Çocukken asker olan babasın ölümü üzerine annesi ile Tahran’a gelir. 15
Yaşındayken dayısının özendirmesi ile Kazak tugayı ileri karakoluna baş vurur.
İran Kazak Alayı, Nareddin Şah’ın Petersburg ziyareti sırasında Rus
Kazaklarından etkilenmesi sonrası kurulmuş bir özel askeri birliktir. Askerleri
çoğunluk Rus subayları eğitir. Rıza boyu 185’in üzerinde geniş omuzlu,
gösterişli bir askerdir. Burada sıkı bir asker olarak yetişir. 1921 yılında
İngilizler İran’da kendi işlerine engel olmayacak bir başbakan arayışına
girişirler. Bunun için uysal bir gazeteci Seyit Ziya Tabatabay’ı uygun
bulurlar. Kazak alay subayı Rıza’nın desteği ile Seyit Ziya’yı başbakanlığa
gtirilerse de üç ay sonra Rıza onu bir kıyıya iterek başbakanlığa geçer.
Nüfusunu pekiştiren Rıza’yı başbakan olmak tatmin etmez. Gözü Kacar hanedanının
üzerindedir. 1923 yılı sonunda budala ve obez Şah Ahmet’i Avrupa’ya
yolculuğa çıkmaya zorlar. Herkes bu yolculuğun dönüşü olmayan yolculuk olduğunu
anlar. Böylece 132 yıllık Kaçar hanedanının sonu olur. İran bir yol ayrımında
kalır. Nasıl bir yönetim seçecektir? Mollalar cumhuriyetten korkarlar ve
meclisteki görüşmeleri protesto etemk üzere 20 bin kızgın inançlı insanı sokağa
dökerler. Bunun üzerine cumhuriyetten vaz geçilir. İran Meclisi dört olumsuz
oya karşı 132 oyla Kaçar hardanını kaldıırp Tavuskuşu tahta Rıza’yı oturtmaya
karar verir. Dört muhaliften biri İsviçre’de hukuk eğitimi gören Muhammed
Musaddık’ın oyudur. «Tek adama bu kadar güç vermenin Bu oylama Rıza’yı 1926’da
Gülistan sarayında taç giyme törenine taşır.
İran’ı Zanzibar’dan bile daha ileri götüreceğini söyler. Daha sonra Rıza
Pehlevi döneminde başbakanlık yapacak adamın öngörüşleridir. Dedikleri bir bir
çıkacaktır.
CIA Rıza Şahı tahta yerleştirdikten sonra 18 yıl içinde demokratik hakların
tümü kısıtlanır. CIA’nın desteğiyle dünyanın en etkin istahbarat kurmlarından
SAVAK yaratılır. Petrol gelirlerinden akan para ile beslenen saray ve eşraf
sınıfı oluşur.
1971’de Persepolis’te İran İmparatorluğunun 2500. Yılı 100 milyon dolarlık
bir harcama ile kutlanır. Kendi sözü ile « Dünyanın o güne kardar gördüğü
en görkemli kutlama » yapar.
İtalyan gazeteci Oraina Fallaci
«Çok tehlikeli bir megalomanyak, çünkü eskinin en kötü yanları ile, yeninin
en kötü yanlarını birleştiriyor. Kayıp imparatrluğu yeniden kurmak için Allah
tarafinda gönderilmiş Darius ve Küros’un reenkernasyonu olduğu gibi ahmakça
düşüncelere sahip» diye değerlendirir.
1979’da Tavus Taht’tan tepetaklak yuvarlanacak Muhammed Rıza bu durumdadır.
Türkün Konumu
«Türk aydınları kitlelerin cehaletinden büyük acı çekerler. Fakat Türk
aydını, halkın ayağına gitme yeteneğinden yoksundur. Çoğu, köylere gidip
yaşamına ve kültürüne başkalarını ortak etmeye razı olamaz. Eğtim görmüş Türkler
köy adını işitince ürpeririler. Eğitim
görmüş Türkler, köy adını işitince, ürpeririler. Seçkin Türk aydınları, bir
misyoner gibi köylünün ayağına bilgi götürmek yeteneğinden yoksundur. Rahat
evlerinde oturup köylüleri eğitmek, gerektiği üzerine fetvalar veren aşırı
solcular bile, onların arasıdna karışmakta istekszidir.»[4]
Bir dönemde büyük ilgi uyandırın Türk aydını kitabının kapağına şu sözlerle
satışa sunar.
«Türkçe giderse Türkiye gider! Yabancı dille eğitim ile Türkiye gider.»[5]
Böylesine diline ve ülkesine sahip çıkan bir aydına saygı duyulur. Ancak
aynı kişinin ölümünde 20 yaşındaki oğlunun Türkçe bilmediğini görenler şaşıp
kalırlar.
Türk ellerinde Türkün ve Türkçenin konumu iç içedir. Genel olarak Türk
dışlanır ve aşağı görülür. Bin yılı aşkın süre egemen olunan İran ülkesinde bir
deyim vardır: «Türk-i har», Türkçesi «eşek Türk». İran’da böyledir de
Osmanlı’da daha mı iyidir? İşte ünlü Koçi Bey
Risalesinden bir kesit:
«Her
zümreye, adı geçen tarihten beri milleti ve mezhebi bilinmeyen şehir oğlanı,
Türk, çingene Tatar, ecnebi, laz, yörük katırcı, deveci, hamal, ağdacı,
yolkesen, yankesici, ve diğer çeşitli kimseler katılıp, usul ve kaideler
bozduldu. Kanun ve kaide kalktı.»[6]
1631 yılında 4. Murat’a sunulan tutanak, düzenin bozulma nedenleri böyle
anlatılıyor.
Başka bir örnek daha yakın dönemden. Olayın ne ölçüde gerçek olduğu
bilinmez ama şöyle anlatılır :
II. Abdülhamit’in Arnavut bahçivanlarından biri, Türk çocuğu olan
yamağının beceriksizliğine kızarak «Eşek
Türk» diye bağırdı. Olaya, Yıldız Sarayının penceresinden şahit olan Sultan
başını uzatı. «Ben de Türk’üm» dedi. Bahçivan şoke oldu ve düşüp bayıldı.[7]
Abdülhamit’in bu tavrı ile öğünsek mi, yoksa kendi ülkesinde bir kimlik
böylesine ezildiği için yerinsek mi?
Falih Rıfkı Atay’dan bir kesit:
Beyoğlun’nda bir İstanbullu Türk “Yerli”liğini kolayca
hisseder. Dükkanlardan çoğu Türkçeden başka dille konuşmayana cevap vermeğe
ancak “Tenezzül” eder. Yan sokaklardan bazılarının adları Fransızcadır ve
Fransızca yazılnıştır. “Büyük Kulüp”ün adı Cercle d’Orient”dır. Dili
Fransızcadır. “Karşı” Türklerinin de Türkçe konuştuğu pek duyulmaz. Bu Tanzimat
tipi “Batılı” ile bugünkü Batılı Türk arasında hiçbir benzerlik aramayınız. O,
Türklüğünden utanan, türklüğünü saklayan bir “Alafranga”dır. Bir göbek, çoğu
iki, nihayet üç üç göbek ötesi Anadolu’nun bir kasaba veya köyüne çıkan bu
Türkler, Saraya yahut Bab-ı Ali’ye çatınca ilk işleri soylarını da, soyadlarını
da unutmak olur. Ama biz meşrutiyetten önce onların tenkid edildiklerini
duymazdık.[8]
Osmanlı resmi tarih anlayışına göre Türk tarihi diye bir
tarih bulunmaz, Türk tarihi Osmanlı tarihi ile başlar. Osmanlı devletinin
kurucuları da Söğüt kışlağı ile Domaniç yaylasına yerleşmiş 300 çadır halktan
oluşur. Osmanlı, Oğuz Han soyuna çıkan Kayı Boyundan Ertuğrul Gazi öncülüğünde
Anadolu’ya yerleşen halktır. Bu kuramı Namık Kemal “Cihangirane bir devlet
çıkardık bir aşiretten” diye över ama okul tarih kitaplarında ve öğretimde Türk
diye bir soydan söz edilmez. Türk uygarlığı diye bir uygarlık bulunmaz.
Müslümanlar ve Osmanlı vardır. İslam tarihinin uluları Araplardır. Türk
çocukları kendilerine Türk demezler. Arap sözkonusu oldu mu “Soylu Arap Halkı”
(Kavm-ı necib-i Arab)” derler. Onlar üstün vasıflarla donanmış, seçkin halktır.
Türk okuryazarı, yetkini “Esseyyid”siz Türk mührü bulunmaz. Herkes soyunu
Arab’a çıkarmak için kütük uydurur. Bir Mevlevi’nin kişisel kartı iki satır
“Bin”li addan sonra “Bin Ebubekir”le biter.[9]
Okullarda Arab’a Arap, Arnavut’a Arnavut, Rum’a Rum, fakat Türk‘e, Osmanlı
derler. Padişahın nöbetçileri, bekçileri, korucuları Arnavut, ağaları Zenci,
haremi Çerkezdir. Kürd’ün de saygınlığı Türk’ün üstündedir.[10] Türk
olmak aşağılandığı için, Türk soylu aileler kendilerini Arap soyuna bağlama
yarışına girerler. Şam’da Arap milliyetçiliği yapan Azimzadeler, Konya’dan
gelme Kemik Hüseyin torunlarıdır. Halep’in köklü ailelerinin kökenleri
Türklerdir. Osmanlı İmparatorluğunda saygınlık, azınlığa tanınmış bir ayrıcalık
olduğu için, herhangi bir Müslüman azınlığın çocuğu olmak, Türk olmaktan daha
yararlıdır.[11]
Araplarda, Peygamber
döneminden uzaklaştıkça, eski anıları canlandırma özlemi güçlenir. İslam öncesi
halk dil, tarih, yazın, etnografik ögeleri derlemeye girişir. Türk ve İranlı araştırmacılar onlarla birlikte bu işe
koyulur. Çöllerde yaşayan göçebe Araplardan gereç derler, araştırma yapar.
Bunun sonucu Cahiliye dönemi ve Arap kültür kökeni aydınlanır ve yaşatılır
olur.
Öte yandan İranlılar
İslam’ı kabulden bir-iki yüzyıl sonra kendi dillerini ve geleneklerini yeniden
canlandırmaya yönelirler. Firdevsi, İran destanı Şehaname’yi anıtlaştırır.
Buna karşılık, Türk devletlerinde
böyle bir özendirme destek görülmez. ilk Selçuklu sultanları, devletin
kuruluşundan önceki dönemlere ait bir tarih yazdırma girişiminde bulunmaz.
Dönemin Türk aydın katmanı böyle bir gereksinim duymaz. Oysa küçük bir kitle
olan Moğollar eski geçmişlerini Camiüttevarih kitapta yazdırarak geleceğe
bırakırlar. Oğuz-name de İslam kaynaklarına bu kitap aracılığıyla girer.
Kendisi de Türkçü olan
Osman Turan, Selçuklu ve Osmanlılarda süren Türkün bu tutumunu, biraz utanarak
itiraf eder. Türkiye Selçuklu Sultanları, Osmanlı padişahları ve Türk
kültürünün taşıyıcısı olan yüksek tabaka, -Türk kültürünün zararına olarak-
İslam ideolojisi uğruna hiçbir emek ve özveriden kaçınmazlar. İslamdan önceki
kendi tarih ve geleneklerine karşı ilgisiz ve duyarsız kalmalarına yakınır. Ama
hemen ardından kendini avutacak bir neden bulur: “Türkler İslam medeniyetini
tamamiyle benimsemiş bir milllet olarak milli kültürün, İslam medeniyeti
çevresinde gelişmesini dünya hakimiyeti temayüllleri için lüzumlu
görmemişlerdir.” [12]
Benimsetilen Aşağılık Duygusu
Türk ruhunda, İslam karşısında bir eziklik, bir Türk
düşmanlığı sezilir. Bunu en açık biçimde anlatan Fahrettin Mübarekşah (1148-1215)’tır.
Türk
kimliğini savunduğu ileri sürülen Fahrettim Mübarekşah, bir yandan “Bir Türk
bir inciye benzetilebilir. Sedefin içinde ve denizin dibinde iken onun değeri
yoktur. Fakat denizin dibinden çıkarılıp da sedefinden alınınca kıymetlenir.
Hükümdarların taçlarında, gelinlerin boyunlarında ve kulaklarında bir süsü olur”[13] överken
biraz sonra şöyle der:
“Başka
kavimlerin müslüman iken de ana, baba ve yakınlarıyle ilişkilerini kesmedikleri
çok defa görüldüğü ve samimi bir müslüman olmak için uzun bir zamana ihtiyaç
hasıl olduğu halde, Türkler müslüman olduktan sonra müslümanlığa öyle
sarılırlar, ki bir daha adlarını, yerlerini ve yakınlarını hatırlamazlar;
hiçbir Türk’ün irtidad ettiği (Müslümanlıktan döndüğü, çıkıtığı) görülmemiştir.”[14]
Kendisi de Türk olmasına
karşın, Mubarekşah, Türklerin İslamlık uğruna ana baba ve yakınlarıyle
ilişkilerini kesmesini, gerçek adlarını, nereli olduklarını, yakınlarını
utanmasını alkışlar. Hiçbir Türk’ün Müslümanlıktan dönmmemesi ile öğünür.
İslamı seçişinden 150 yıl
sonra saptanan bu olgu bütün Türk halklarını kuşaktan bir duygu olur.
Fahreddin Mübarekşah
Hindistan Türk İmparatorluğunda yaşar. Bilindiği gibi Birinci Hint Türk
İmparatorluğunun en ünlü sultanı Gazneli Mahmut’tur. Onun döneminde yaşayan iki
kişi ilginç biçimde Türkleri aşağılayan kitaplar yazarlar. Bunların birincisi, al-Utbi al-Manini’dir. Manini, Tarih adlı kitabında, Türk’ü “yayvan
suratlı, basık burunlu ve seyrek sakallı, küçük gözlü” biçiminde betimler. Öbür
özellikleri bakımından da Türkleri -Peygamberin Araplara tanımladığı
niteliklerle- “korkutucu, yıkım
getirici”, tanıtır. Tüm tanımlar
Muhammed’in sözleri ile örtüşür.[15]
Bu sultan sarayında
Firdevsi’yi besleyerek ona Şehname’yi yazdırır. Firdevsi Şehname’de Türk’ü
olmayacak kılıklara sokarken, İran tarihini ve uygarlığını över, Fars
üstünlüklerini anlatır.
Azerbaycan
Rusya, Osmanlılar ve İran arasındaki paylaşım kavgasında
Güney Azerbaycan İran'ın elinde kalmıştır. Kuzey ile Güney Azerbaycan'ı Aras
Irmağı ayırır. Gerçi İran tahtını bin yıla yakın Türkler doldurdu, ama İran
hiçbir zaman Türk olmadı. Yine de Azerbaycan için İran iki bakımdan büyük önem
taşır: Birincisi, Azerilerle İran ortak din ve kültürü 19. yüzyıla dek
taşımışlardır. İkinci anlamı ise kendi dillerini konuşan halk Azerbaycanda
yaşar.
Ekonomik bakımdan İran'ın en kalkınmış eyaleti olan
Azerbaycan, eskiden beri özgürlükçü eylemlerin merkezi olur. Tebriz sürekli Rus
Azerbaycanı ile bağlantısı sürer. Bir bakıma Tebriz'de esen yelin yönü
Bakü'den Gence'den gelir. Yüzyılın başlarında Tebriz' de, Hayat, İrşad gibi Bakü gazeteleri okunur. Rus yenilikçi hareketine
ilgi duyulur.
Yirminci yüzyıl başlarında İran tam bir anarşi içindedir.
Ülke Türk soylu Kaçar
ailesinin elinde şahlıktır. Tahtta Mehmet Ali
Şah bulunur. Ancak şahlık düzeni ve otoritesi çürümüştür. Valilikler her
yıl açık artırma ile dağıtılır. Ülke gerçek anlamda bağımsız da sayılmaz. Kuzey
İran, Rusyanın, güney İnglizlerin fiili denetimi altındadır. Meşrutiyet ile irtica
kıran kırana yarışır. Kimi aydınların ve Azerbaycan‘ın baskısı sonucu Mehmet
Ali Şah, 1906’da meşrutiyeti kabul edip meclisi toplar. İki yıl sonra karşı
devrimci bir darbe düzenlenmesiyle yeni bir dönem başlıyor. Şahın emriyle
meclis bombalanıp dağıtılır. Tebrizli meşrutiyetçiler hemen kentin yönetimini
ele geçirip bir milis gücü oluşturuyorlar. Milisin yöneticisi okuma yazma
bilmeyen Tebrizli at tüccarı Sattar Han
ile Bakır Han ayaklanmayı
başlatırlar.
Bu sırada İstanbul'da da genç Türkler, 1908 Meşrutiyet
devrimini gerçekleştirip iktidara geçmişlerdir. Sattar Han eylemine sıcak
bakarlar. Devrimi yapan genç subaylar arasında bir düşünce gelişir: İran’da da ihtilal yapalım!
Aralarında İttihat ve Terakki’nin ünlü hatibi Ömer
Naci, şair Mehmet Emin Yurdakul, Enver Paşanın amcası Halil Bey, Abdülkadir,
Yakup Cemil, Sapancalı Hakkı gibi İttihat ve Terakki silahşörlerinden
oluşan ekip İran’a doğru yola çıkar. Aralarında bir de İranlı Osmanlı
Harbiyesinde okuyan subay Mehdi bey vardır. vardır. Ne varki İran
topraklarına girdiklerinde evdeki pazarın çarşıya uymadığı anlaşılır. Şahı
tahtından indirmek öylesine kolay değildir. Sınırı geçtikten sonra bir
çatışmada İranlı Mehdi Bey ölür. Kafile İranlı kılavuzdan da yoksun kalınca
umutları tümden çöker, dönüp Van’a ulaştırlar. Ancak orada kendilerini kötü bir
sürpriz bekler. İstanbul’da 31 Mart ihtilali patlamıştır. Devrimciler Dimyat’a
pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak üzeredir. Silahşörlerin İran macerası
düş kırıklığı ile sonlanır.
Azadistan
1.Dünya Savaşı sonrası Kuzey Azerbaycan'da başlayan
bağımsızlık girişimleri Güney Azerbaycan'a da yansıdı. 1920 yılı sonlarına
doğru Şeyh Muhammet Hiyabani Azadistan adlı bir devlet kurmayı başarır.
Şeyh Muhammet Hiyabani adı, ilk kez, İran'da meşrutiyet
için verilen uğraşlarda duyulur. O zamanlar 26-27 yaşlarında başı sarıklı,
eli silahlı yiğit bir özgürlük savaşçısıdır. Genç yaşta siyasete atılmıştır.
Rusya İngilizlerle anlaşıp İran'a ültümatom verip silah gücü ile meclisin kapatılmasını
sağlayınca; o, Tahran'da yapılan gösteride ateşli bir konuşma yaptar. İngiliz
ve Rus sömürgeciliğini ağır biçimde eleştirir. Bunun üzerine İran hükümetince
kovuşturmaya uğrar. Horasan ve Türkistan üzerinden Mahaç kaleye gitder. Ancak
1. Dünya Şavaşı yıllarında Tebriz'e dönebilir. Tebriz'de Teceddüd gazetesini
çıkarmaya başlar. 1917'de Tebriz'de Azerbaycan Demokrat Partisini toplar.
Teceddüd'de bağımsız Azerbaycan düşüncesini yaymaya başlar.
Şeyh Muhammet Hiyabani hükümeti, ancak 9 ay hüküm sürer.
Bu kısa sürede Tebriz'de bir Ticaret Yüksekokulu açar. Kuzey Azerbaycan'dan
öğretmenler getirir. Tebriz'de tiyatro kurur, kütüphane açar.
5 Eylül 1921'de Rıza Şah yönetimindeki askerler Tebriz'e
girmeyi başarırlar. Şeyh Muhammet Hiyabani ile birlikte Azadistan
hükümeti yöneticileri idam edilir.
Milli Azerbaycan
2. Dünya savaşı sırasında İngilizlerle Sovyetler
anlaşmışlar İran'a girmişlerdi. Kuzey İran, Sovyet, Güney ran İngiliz,
denetimine girmişti. 1943 yılında yapılan seçimde Tebriz'den Mir Cafer
Pişerevi İran parlementosuna girdi. Pişerevi inançlı bir sosyalisti.
Yaşamının en güzel on bir yılını zindanlarda işkencelerle geçirmişti. İran
parlementosu Pişeveri yanlısı
milletvekillerinin mazbatalarını onaylamadı. Pişeveri Tebriz'e döndü. Geniş
katılımlı bir halk kurultayı topladı. Kurultay, 39 kişilik bir ulusal kurul
seçti ve isteklerini belirledi.
12 Aralık 1945'te Tebriz'de Özerk Azerbaycan Cumhuriyeti
kuruldu. Hükümete İran özerklik tanıdı. Pişeveri, köklü reformlara girişti.
Büyük bankaları millileştirdi. Rüşveti engelleyecek ciddi önlemlemler aldı.
Kentlerde ve köylede hizmet verecek gezici hastaneler ve sağlık ocakları kurdu.
Önemli ürünlerin fiatını denetime aldı. Yiyecek saklanmasına karşı önlemler
aldı. İşçilere 8 saatlik çalışma süresi belirlendi. Kadın hakları tanındı.
Toprak reformu yasası onaylandı ve uygulanmaya başladı
Azericeyi devletin resmi dili olarak benimsenerek ulusal
dil olarak eğitim kurmlarında işlenmeye başlandı. Ulusal basın ve öğretim kurumları
açıldı. Tebriz' de bir üniversite oluşturuldu. Güzel Sanatlar ve Ressamlık
Akademisi, Devlet Tiyatrosu, Azerbaycan Radyo Ajansı yaratıldı. Tebriz’de sanat
ve edebiyat alanında büyük altılımlat yapıldı. Veten Yolunda, Azerbaycan, Feryed, Azad Millet, gibi gazete ve
dergiler art arda yayınlanmaya başladı. Ulusal hükümetin bayrağında Devlet-i
Hod Azerbaycan, Ya Sahibüzzaman sözleri yer alıyordu. Yapılan yeniliklerde
Atatürk devrimleri örnek alınıyordu. Azeri halkı yenilikleri içtenlikle
benimsiyor, ulusal hükümeti bağrına basıyordu. Hedef devletçi, bağımsız bir
ulusal Azerbaycan devleti kurmaktı.
Ulusal kıpırdanış eylemi, Sovyetleri ve İran Şahlığını
korkuttu. Şah Özerk Azerbaycan Milli Hükümetini resmen onaylamasına karşın
antlaşmayı bozdu. İran büyük güçlerle Özerk Azerbaycan'a yüklendi. 1946'da
devlet başkanı Pişeveri yenildi. Binlerce Azeri Şah güçlerince öldürüldü. Pek
çok insan Kuzey Azerbaycan’a kaçtı. Pişeveri de birkaç arkadaşı ile birlikte
Kuzey Azerbaycan'a sığındı. Böylece Milli Azerbaycan hükümeti son buldu.
Pişeveri, Sovyet Azerbaycan'ında 11 Temmuz 1947'de,
karanlık bir otomobil kazasında öldü. Hemen herkes bunun kaza değil suikast
olduğunu düşündü.
Halaç Türkleri
Halaçlar, Tahran'ın
Halaçlardan ilk sözedenler, İslam
coğrafyacılarıdır. 9-10. yüzyıl kaynaklarına göre Halaçalar, Seyhun'un bu
yakasında, Afganistan'da yaşayan göçebe boylardır. Kışlakları Seyhun ötesinde,
Talas bölgesinde yer alar. Harezmi'nin Mafatih al-'ulum'inde Halaç ve Kanicina
Türkleri Eftalitlerden arata kalan boylar olarak gösterilir. Bu görüşlere
dayanan Maquart, günümüzde onaylanmayan görüşler ileri sürer. Ona göre, Halaçlar
bir Hint Avrupa boyu, Sakalardan gelirler. Sonradan türkleşmişlerdir.
Nizamu'l-mulk Siyasetname'de
Selçuklular döneminde vergi toplamak ve ilişkileri geliştirmek için Halaç ve
Türkmenlere Sebüktegin'in yollandığını yazar.
Prof. Dr. Doerfer'e göre,
Halaççadan ilk söz eden Kargarlı Mahmut'tur. Kaşgarlı, Halaçları Argu adıyla
anar. Dillerinden örnekler verir. Gerçekten bu örneklerin çoğu günümdeki
Halaçça ile uyuşur.
Eski kaynaklarda Halaççadan çok
az söz edilir. İbni Haldun, Reşidüddin gibi yazarların yapıtlarında Halaçlar
üzerine kısa bilgiler vardır. Bu kısa kesitlerden Halaçlar üzerine sağlıklı
bilgi edinmek olası değildir. Halaçlar arasında geçmişleri üzerine kimi
söylenceler anlatılır. Bunlar halk arasında yayılmış, kesin olmayan dağınık
anlatılardır. Bir toplumun geçmişi, söylencelerden yola çıkarak araştırmak
sakıncalıdır. Bu bakımdan şimdilik Halaçların geçmişi koyu bir sis tabakası
altındadır. Halaççanın araştırmasında kaynak kişi olarak önemli katkısı olan
Halaç Türklerinden Moseyyib Arabgol Halaçların geçmişleri ve genel yaşamları
üzerine şu bilgileri verir:
Halaç adlı topluluk İran'da Kum, Arak, Tafreşve Save arasında yaşar.
Sayıları 18.000 kişidir. 45 köyde otururlar. Eskiden sayıları daha çokmuş.
Zamanla kimi köylerin dili değişmiş. Farsça ya da İran'da konuşulan öbür Türk dillerinden
biri olmuş.
Halaçların bu bölgeye nereden ve ne zaman geldikleri bilinmiyor.
Köşede bucakta anlatılanlara göre Halaçlar kendi istekleri ile gelmemişler.
Buralara sürülmüşler. Bu söylenti gerçekten doğru olmalı. Çünkü son yıllara
değin Halaçlar arasında bir kırgınlık, bir yabancılık duygusu egemendi.
Çocukluğumda hep Halaçların hangi ulustan olduğunu öğrenmek isterdim.
Birtakım yaşlılara Halaçların nereden ve nasıl geldiklerini sorardım. Pek
çoğu, Halaçların buraya İran Körfezinden geldiğini söylerdi.
Eskiden Halaçların yaylak ve kışlakları varmış. Tarım ve
hayvancılıkla geçinirlermiş. O zamanlar yaylaklarına ağıl ve çoban evleri yapmışlar.
Günümüzde Halaçlar köylerde yaşıyorlar. Eskiden olduğu gibi yine
tarım ve hayvancılıkla geçiniyorlar. Her köyün seçimle gelen bir "aksakalı"
(muhtarı) bulunuyor. Köyde herhangi bir sorun ortaya çıktığında aile
büyükleri bir araya geliyorlar. Ne yapılacağına bu toplantıda karar
veriyorlar.
Halaçlar Şii Müslümanlar. Dinlerine çok bağlılar. Büyüklerine karşı son derece saygılılar.
Konukseverler. Kışın işlerin az olduğu aylarda topluca birbirlerine konuk
giderler. Akşam söyleşileri yaparlar.
Evlilikler
baba ve ananın izni ile yapılır. Gösterişli düğünleri severler. Düğünler iki
ya da üç gün sürer. Düğün günleri
süresince, düğün sahibi tüm köy halkına günde iki kez yemek verir.
Yaklaşık bütün eski eğlence ve oyunlarımız günümüzde de aramızda yaşar. Nevruz
bayramında köy halkı birbirini görmeye gider. Aralarında kin ve düşmanlık
olanlar barışır.
Halaçların
dili ne Farsça ne de İran'da konuşulan Türkçedir. Şimdiye değin kimse
Halaççanın hangi dile bağlı olduğunu bilmiyordu. Prof.Dr. Doerfer, Halaç dilinin
Eski Türkçe olduğunu ve bugüne değin geldiğini ortaya çıkardı."
Konum
Halaçça Türkçe içindeki yeri en
son belirlenen Türk dillerinden biridir. Halaççadan ilk gereç derlemesini
1906 yılında Minorski yapar. Bu gereçler 1940'ta yayınlanır. Aynı yazı 1950
yılında Halaç Türk Diyalekti adı ile Türkçeye çevrilir. Sonra İranlı bir dilci
Halaççadan bir sözcük dizini yayınlar. Mugaddam adlı dilcinin yayınladığı 184
sayfalık bu kitap bir inceleme değildir. Arap yazısı ile verdiği Halaçça sözlerin
ses değerlerini belirtmeye çalışır. Bu gereçlerin yayınlanması Halaççanın
özgün kişiliğinin tanınmasına yetmez. Bunun için daha çeyrek yüzyıl geçmesi
gerekecektir.
Halaççanın gerçek kişiliğinin
ortaya çıkması 1968 yılına dayanır. Bu yıl Göttingen Üniversitesi Türkoloji
bölümü İran'a bir araştırma gezisi yapar. 1968 ve ardından 1969 yıllarında
yapılan araştırma gezilerinde Halaççadan 57 bant dolusu gereç derlenir. Bu
bantlar üzerine çalışan ünlü türkolog Doerfer İran'daki Türk Dilleri adlı kısa
yazısında Halaççanın özgün kişiliğine ilk kez değinir. Bunu izleyen Khalaj
Materials (1977) kitabında ve çeşitli yazılarında konu ile ilgili araştırmalarını
derinleştirir. Halaççanın apayrı özellikler taşıyan bir Türk dili olduğunu
ortaya koyar. Prof.Dr. Doerfer
Halaççanın Türkçe içindeki yerini şöyle gösterir:
* En Eski Türkçe ikiye ayrılıyor.
Birinci kolu geniş anlamdaki Ortak Türkçe ikinci kolu Çuvaşça-Bulgarca
oluşturuyor. Bu ortak Türkçe de iki kola
ayrılıyor. Bunlardan birincisi dar anlamda Ortak Türkçe ikincisi ise
Hallaça. Bu ortak Türkçeden Oğuzca, Uygurca, Yakutça, Kıpçakça ve Güney Sibirya
Türkçesi ayrılıyor. Sonuçta Halaçça, Çuvaş Bulgarcadan sonra Ortak Türkçeden
ayrılan ilk kol.
Doerfer ilk yayınlarından
başlayarak, günümüze değin Halaççanın Divanü Lügat-it Türk'te sözü edilen Argu
lehçesinin devamı olduğunu savunur.
Argu lehçesi üzerine ad da olsa
Divanü Lügat-it Türk'te bilgi bulunur. Kaşgarlı yapıtında Argu Türkçesinin
özelliklerine değinir. Kimi sözcükleri "Arguca" diye niteler. Kaşgarlı'nın
verdiği bilgilere göre, Karahanlıca ve çağın öbür Türk lehçelerindeki -y-, -y ünsüzü yerine Argucada -n-, -n ünsüzü kullanılır. Bu ses
olayını Orhun Türkçesinden başlayarak ele alırsak şöyle bir gelişme karşımıza
çıkar:
Argu -n- , -n
Orhun Türkçesi -n-,-n
Karahanlıca
-y-,-y
Orhun Türkçesi Arguca Karahanlıca
kon 'koyun' kon koy, koyun
çıgan 'yoksul' çıgan çıgay
kanu 'hangi' kanu kayu
kânak
'kaymak'
kien-
'göyünmek'
Divan'da serpiştirilmiş durumda
Arguca olarak gösterilen kırka yakın sözcük bulunur. Ancak bu sözcüklerin
çoğunu doğrudan Halaçça ile karşılaştırmak zordur. Sözgelimi Kaşgarlı Arguca
olarak şu sözleri gösterir:
balıklan- 'çamurlanmak' baştar
'orak'
bének 'tane, habbe' bitrik
'fıstık'
bük 'köşe, bucak' çagı
'gürültü'
çıgan 'yoksul' dag
'değil, yok'
girzi 'havuç' idiş'tas'
kadık 'ağaçtan oyulmuşnesne' kânak 'kaymak'
kél- 'gelmek' kon
'koyun'
katkıç 'çıyana benzer böcek' kön-
'yanmak'
koş'birşeyin eşi, çifti' közün-
'görülmek'
maraz 'ücretle çalışan ırgat' ogla 'yiğit'
tang 'elek' tudrıç
'fışkı'
tümse 'minder' tüşrüm
'eğrilmişip yumağı'
uluş'şehir' yung
'yün, pamuk'
Sözvarlığı
Halaççanın sözvarlığı beş
bakımdan ilginçtir:
1. Halaçça çağdaş Türk dillerinde
ölmüş çok sayıda Ana Türkçe sözcüğü barındırır:
üem 'pantolon' kişi
'eş, ev kadını'
hirin 'beyaz' hark
'pislik'
baluk 'köy' ET. balık sü- 'kırmak'
kiden 'düğün' u-
'uyku'
kudgu 'sinek' erden
'gelin'
havul
'iyi' <ET amul 'uslu, yavaş'
2. Yaklaşık 150 dolayında kaynağı
bilinmeyen sözcük vardır. Bunların bir bölümü tüm Halaç ağızlarına yayılmıştır:
hilki 'ağaç'.
3. Batı Oğuzcada bulunmayan sözcükler
vardır:
erin <ET erin
'dudak' büeri
<ET böri 'kurt'
kindik <ET kindik 'göbek'
4. Oğuzcadan iki ayrı tabaka
bulunur. Birinci tabakadan sözcüklerde Oğuzcanın tüm özellikleri görülür.
Sözgelimi:
gayın <ET kadın 'kadın' adaş
'adaş' (Azericeden)
Oğuzcanın öbür katmanından olan
sözcüklerde bir yandan uzun ünlüler korunurken, bir yandan da Oğuzcanın tüm
özellikleri izlenir:
dâam
'dam' <ET 'tâm', Azerice 'dam'
güel
'göl' <köl Türkmence 'göl'
Bu örneklerde Oğuzcaya özgü önsesler hemen
göze çarpar:
t- yerine d-
k- yerine g-
Ancak söz konusu örnekler uzun
ünlüler de korunur. Bu durumda bu sözcükler 15. yüzyıldan önce Oğuzcanın
Sonkur-Aynalu-Kaşkay ağızlarından alınmışolmalıdır. Bu ağızlar Azericenin
değil, uzun ünlülerin yer yer korunduğu Horasan Türkçesinin ağızlarıdır.
Halaçça ile Azerice arasındaki ses düzeni ayrımını şöyle belirleyebiliriz:
Göktürkçe Azerice Halaçça
k- g- k-
â a âa
d y d
a ı u
5. Birkaç sözcük doğrudan Argucadan
alınmıştır:
dâg
'değil' kanu
'hangi'
kon
'koyun'
Tüm bu özellikleri ile Halaçça Türkçenin
eski özellikleri koruyan azdeğişmiştutucu bir Türk dilidir. Göktürkçe ile
arasında şaşırtıcı özellikler bulunur.
Ses Dizgesi
Halaççanın
ünlüleri Ana Türkçedeki "üç nitelikli ünlü" tipini korurur.
Doerfer'e göre Türkçenin yapısında yalnız uzun ünlü değil, iki türlü uzun ünlü
bulunur. Bunlar, uzun ve vurgulu uzun ünlülerdir. Böylece Türkçede üç türlü
ünlü vardır:
1. Normal ünlü
2. Uzun
ünlü
3.
Vurgulu uzun ünlü
İki
türlü uzun ünlü söylenişi salt Türkçeye özgü bir olay da değildir. Kimi dillerde
benzer söylenişler bulunur.
Sözgelimi
Halaççada şu örneklerde üç nitelikle ünlü söylenişi açıktır:
Normal ünlü Uzun ünlü Vurgulu
Uzun ünlü
hat 'at' bâş'kafa' tâağ (tâğ) 'dağ'
tâar
'dar'
Bu özelliği ile Halaçça Ana
Türkçenin özgün ünülü düzenini koruyan biricik Türk dilidir.
Doerfer'e göre Kaşgarlı Mahmut
Divan'da Türkçenin üç nitelikle ünlü düzenini göstermiştir. Ama şimdiye değin
Halaçça bilinmediği için bunun ayrımına varılmamıştır. Türkmence Türkçe'nin
uzun ünlülerini koruyan dillerden biridir. Ama Kaşgarlı Divan'da uzun olarak
gösterdiği kimi sözcükler kısa ünlü iledir. Bu nereden kaynaklanır? Açıklaması
şöyle olabilir:
Kaşgarlı'da Türkmencede
bâş 'kafa' baş
kâş 'kaş' kâş
Bu örneklere göre Türkmence,
Türkçenin vurgulu uzun ünlülerini korumuştur. Normal uzun ünlüler Türkmencede
kısa ünlüye dönüşmüştür. Görüldüğü gibi Kaşgarlı'da uzun ünlü ile gösterilen
iki sözden ancak biri Türkmencede uzun ünlü ile, söylenir. Oysa Halaççada durum
değişiktir:
Vurgulu uzun ünlü Uzun ünlülü sözcük
hoot 'ateş' oot 'bitki, ot'
Böylece Halaççada iki türlü uzun
ünlü bulunur. Bu ayrım çok açıktır. Aynı sözlerin öbür Türk dillerindeki
durumu değişiktir. "Bitki" anlamındaki "ot" sözü bütün
Türk dillerinde kısa ünlü iledir. Oysa Ana Türkçede bu sözcük uzun ünlü ile,
"ateş" anlamında ki sözcük vurgulu uzun ünlü olmalıdır. Ana
Türkçenin ses düzeni şöyle olmalıdır:
oot 'ot, bitki' (vurgusuz) *poot
'od, ateş' (vurgulu)
Doerfer bu konuyu "Halaççada
Ünlülerinin Niceliği" diye çevirebileceğimiz uzun yazısında ele
alır. Belirttiğine göre yazıda verilen örnekler dil laboratuarında incelenmiştir:
Vurgulu uzun ünlülü sözcükler:
âat 'ad' bâar
'var'
bâaş 'kafa' büeri
'kurt'
huoçak 'ocak' huot
'od, ateş'
üem 'pantolon' köök
'gök, mavi'
kîız
'kız' tâar 'dar'
tâaş 'taş' toon
'giysi, don'
Uzun ünlülü sözcükler:
âş'yemek' bâş
'kafa'
hengligh 'enli' kün
'gün'
sürdiler 'sürdüler' tül
'dil'
üç 'üç' yel
'yel'
yun 'yün'
Olağan ünlülü sözcükler:
bidik 'büyük' bogarsuk
'bağırsık'
cugdı 'sinek' çakur
'sarı'
dag 'değil' eççi
'keçi'
erin 'dudak' eşke
'eşek'
hagaç 'ağaç' her
'er, erkek'
heylek 'elek' hikmek
'ekmek'
ilyer 'ileri' kidey
'güveyi'
kindik 'göbek' kiryek
'kürek'
kiden 'düğün' kişi
'kadın'
sıçgan 'sıçan' sigir
'sığır'
tovuşgan 'tavşan'
Ünsüzler bakımından da Halaçça
kimi özgün nitelikleri korur. Göktürkçede söz başında bulunan k-, t- ünsüzleri Halaççada korunur.
Oysa İran'da konuşulan öbür Türk dillerinde böyle bir olay sözkonusu
değildir. Göktürkçenin bu ötümsüz ünsüzlerle başlayan sözcüklerinin bir
bölümü Oğuz dillerinde g-, d-
ünsüzleri ile söylenir:
k- korunmasına örnekler:
kez- 'gezmek' kel-
'gelmek'
köz 'göz' ked-
'giymek'
gieçe 'gece' kedgülük
'giysi'
kergülük 'görülecek' köys
'göğüs'
küiç 'güç, zor'
Göktürkçedeki kalın k- sesi Türkiye Türkçesi yazı dilinde korunur.
Ama gerek Anadolu ağızlarında gerekse Azeri ve öbür Oğuz dillerinde g- sesine çevrilir. Halaççada da bu ses
korunur. Bu bakımdan Hallaçça çevrede konuşulan Oğuz dillerinden ayrılır:
kâan 'kan' kâar
'kar'
kâal- 'kalmak' karrı
'yaşlı'
kattıg 'katı, sert' kazgan-
'kazanmak'
Halaççada t- ünsüzü korunur. Gerçi Türkiye Türkçesinde de kimi sözcüklerde
korunduğu olmuştur. Ancak Halaççada olduğu gibi düzenli ve yaygın değildir:
tâag 'dag' tâalak
'dalak'
tâar 'dar' tâaş
'taş'
téyirmen 'değirmen' temir
'demir'
teri 'deri' tüiş
'diş'
til 'dil' tirri
'diri'
tik- 'dikmek'
Göktürkçedeki -d-, -d sesi günümüz Türk lehçelerinde çeşitli biçimler
almıştır:
Çuvaşça -r-, -r ura
Göktürkçe -∂-. -∂ a∂ak
Yakutça -t-, -t atax
Orta Türkçe -∂-, -∂ adak
Hakasça -z-, -z azax
Ortak Türkçe -y-, -y ayak
Bu ses Halaççada Göktürkçe ve
Orta Türkçede olduğu gibi -d-, -d olarak
korunur:
bod
'boy' <ET bo∂ boda-
'boyamak' <ET bo∂a-
bodag
'boya' <ET bo∂ug bidik,
büdük 'büyük' <ET be∂ük
hadâk
'ayak' <ET a∂ak hadru
'ayrı' <ET a∂rı
hadruluk
'ayrılık' <*ET a∂rut- hadur
'ayırmak' <ET a∂rut-
tod-
'doymak' <ET to∂-
Göktürkçenin -n-,
-n sesi de Halaççada olduğu gibi korunur. Bu ses Orta Türkçe döneminde
bile Arguca dışındaki Türk lehçelerinde -y-,
-y, ünsüzüne dönüşmüştür. Kaşgarlı'nın verdiği bu bilgiye ve Halçaçanın sözcük
varlığındaki kimi benzerliklere dayanarak Doerfer Halaççayı Argucanın ardılı
sayar:
Göktürkçe Arguca Halaçça
kon 'koyun' kon kon
çıgan 'yoksul' çıgan
çığan
kanu 'hangi' kanu kanu
kien- 'göyünmek'
Halaççada Ana Türkçenin p- biçimindeki önsesi h- biçiminde korunur. Türkçede
birtakım sözlerde h- öntüremesi
olduğu bilinir. Ancak ilke olarak Halaççada bu söz konusu değildir. Halaççanın
sözcük varlığında h- ile başlayan
pek çok sözcük vardır:
hâara 'ara' <ET ara hâarı
'arı' <ET arıg
hâart 'art' <ET art hâay
'ay' <ET ay
hâaz 'az' <ET az hâç-
'açmak' <ET aç-
haçuk 'açık' <ET açuk hadak
'ayak' <ET adak
hâğrığ 'ağrı' <ET agrıg hüel
'nemli, islak' <ET öl
hikmek 'ekmek' <ET ekmek hogrı
'uğru, hırsız' <ET ogrı
hırak 'ırak'' <ET ırak helim
'ölüm' <ET ölüm
hâaçug 'acı' <ET açıg hîin
'mağara, in' <ET in
hirin, hürün 'ak, beyaz' <ET ürüñ
Halaççada Göktürkçenin sözsonu -g sesi korunur. Bu sese Oğuz dillerinde
ve kimi Türk dillerinde düşmüştür:
henlig 'enli' <ET enlig bodağ
'boya' <ET bodag
kattığ 'katı' <ET katıg hağrığ
'ağrı' <ET agrıg
Örgü
Çoğul eklerinde herhangi bir değişiklik
bulunmaz.
Halaççanın en önemli ağızlarından
olan Harrab ağzında iyelik ekleri şöyledir:
Tekil Çoğul
1. kişi -m hev-im 'evim' -miz hev-imiz 'evimiz'
2. kişi -y
hev-üy 'evin' -üz hev-üz
'eviniz'
3. kişi -i/-si
hev-i 'evi' -leri
hev-leri 'evleri'
bâba-sı 'babası' bâba-ları 'babaları'
Durum eklerinin kullanımı Halaççada çok
ilginçtir.
Yalın durum bütün Türk dilinde olduğu gibi
eksizdir.
Tamlayan
durumu kimi örneklerde tıpkı Orhun Yazıtlarında olduğu gibi eksizdir. Bu
durum çağdaş Türk dillerinde görülmeyen bir özelliktir.
bâba
hevi 'babanın evi'
Bunun yanında kimi örneklerde ise -üün, -üüy -ii iekleri iledir:
alünüün
'elinin'
neneyüüy
ogli 'senin annenin oğlu'
Yönelme durumu -ka/-ke, -a/-e eki iledir:
bâba-ka 'babaya' al-ü-n-e
'(senin) eline'
al-i-n-e '(onun) eline' vaddilar
taakka 'dağa gittiler'
keldik şam-a hevke 'akşama eve geldik'
Belirtme durumu eki -y, -i
dir:
bâba-y 'babayı' hev-i
'evi'
Bulunma durumu -ça /-çe, eki
ile karşılanır:
bâba-ça
'babada' hev-de
'eve'
şaam
istiçe 'akşam vaktinde'
bo
herçe üç ogul vaaramiş 'bu adamın yanında üç oğlan varmış'
Bu ek ile bulunma durumu anlatımı Halaççaya
özgüdür. Yalnız Orhun Anıtlarında bel-çe 'bele değin' biçiminde buna benzer bir kullanım bulunur.
Çıkma durumu -da eki iledir. bâba-da
'babadan'. Orhun Türkçesinde de bulunma durum eki olarak bu ek kullanılır.
Bulunma durumu aynı zamanda çıkma durumunu da karşılar. Aynı olay çağdaş Türk
dilleri içinde Yakutçada görülür. Bunun yanında -indan/ -inden, iida/-iide, -inda/-iinde kullanımları da saptanır:
yaarim eşiklerinden hinmiş 'yarim kapılarından çıkmış'
ketünde'ndi 'gerisinden çıkıp geldi'
hem aaçlugda hem aaşlugluxda yikinar 'hem açlıktan, hem de
aşıklıktan çekiniyor'
Durum ekleri iyelik eklerinin
üzerine geldiklerinde söylenişte önemli değişmeler olur.
Tamlayan
eki
-nuy durumuna girer.
Yönelme
durum eki -a sesine dönüşür. Sonuçta şöyle bir görünüm ortaya çıkar:
bâba-sı-nuy
oğlı 'babasının
oğlu'
bâba-m 'babama'
bâba-y-a 'babana'
bâba-si-y-a 'babasına'
bâba-miz-ça 'babamıza'
bâba-yiz-ça 'babanıza'
bâba-lariye 'babalarına'
Görüldüğü gibi durum eklerinin iyelik
ekleri ile birlikte kullanımları Oğuz dillerindekine yakındır. Kökende -ka biçiminde olan yönelme eki -n- ünsüzünden sonra -nka- bileşimi üzerinden önce -na ve giderek de -ya biçimine dönüşmüştür.
Belirtme durumu ünsüzlerden sonra -u/-,-i eki ile karşılanır:
bâba-m-u kerdüm 'babamı gördüm'
Ünsüzlerden sonra -y eki iledir:
bâba-si-y kerdüm 'babasını gördüm'
Halaççada 3. kişide iyelik ekleri
ile durum ekleri arasında adıl n'si bulunmaz.
ogli-da 'oğlunda'
Kişi sözcükleri
bakımından Halaçça genel Türkçeden ayrılmaz. Kişi ve gösterme sözcükleri
şöyledir:
Yalın men sen o biz siz
Tamla. meniy seniy unuy biziy siziy
Yönel. mene sene uya bize size
Belirt. meni seni unu bizi sizi
Eşit. mençe sençe unça bizçe sizçe
Dönüşlü sözcük üez 'kendi'
sözüdür.
Sayı adlarında Türkiye Türkçesine göre birtakım değişiklikler vardır.
Kimi sayı adlarının Türkçesi yerine Farsçası kullanlır: bii 'bir', ekki 'iki',
üç 'üç', tüert 'dört', büeş
'beş'. alta 'altı'. yüeti 'yedi'.
sekkiz 'sekiz', tokkuz 'dokuz', uon
'on' .
yigirmi 'yirmi' otuz-hotuz
'otuz'
kırk 'kırk' elli
'elli'
altmış 'altmış' ekkiotuzuon
'yetmiş'
ekkikırk 'seksen' üçotuz
'doksan'
Sıra sayıları birtakım Halaç
ağızlarında Azerice ve Türkmencede olduğu gibi -minci eki iledir:
ekki-minci 'ikinci' üç-minci
'üçüncü'
elli-minci 'ellinci' yüz-minci
'yüzüncü'
Bu sözcüklerin bir bölümü aynı
zamanda belirteç işlevinde de kullanılır. Halaççanın belirteçlerinde de kimi
ayrımlar vardır. Sözgelimi 'şimdi'
belirteci yerine "tiem"
sözü kullanılır. Bu sözcük Türkiye Türkçesindeki "demin" sözü ile aynı köktendir. Halaççada sık kullanılan
belirteçler şunlardır:
bura
'bura' ura
'ora'
nire
'nere' ne
'ne'
kim
'kim' câ
'nerede'
kâni
'nerede' ku
'nasıl'
İlgi
Halaççada Göktürkçenin kimi ilgeçleri
kullanılır:
asra
'altında' bere
'beri yan'
ere
'karşı yan' hâga
'arkada'
saru
'yüzünden'
*
[1]Zekeriye Kitapçı: Türkistan'da
İslamiyet ve Türkler, Konya 1988, s. 59.
[2] Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Zoraki
Diplomat, İstanbul 2012, s. 316-317
[3] Yakup Kadri Karaosmanoğlu: a. g. k,
317.
[4] David Hortham, Türkler,
İstanbul 2000, s. 101.
[5] Oktay Sinanoğlu, Bye Bye Türkçe Bir
Nev-York Rüyası, İstanbul 2006.
[6] Koçi Bey Risalesi, (Zuhuri Danışman),
İstanbul 1972, s. 43.
[7] Aydın Taneri, Türk Devlet Geleneği, İstanbul 1993, s. 79.
[8] Falih Rıfkı Atay, Batış Yılları, İstanbul
1963, s. 17.
[9]Falih Rıfkı Atay, a. g. k, s.
132.
[10]Falih
Rıfkı Atay, a. g. k., s. 18.
[11] Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, MEB, İstanbul 1970, s. 37.
[12] Osman Turan, Selçuklular ve İslamiyet, Nakışlar y., İstanbul 1980,
s. 58.
[13] Orhan Şaik Gökyay, Dedem Korkudun Kitabı, İstanbul 1973, s. XLIX
[14] Abdollah Dodangeh, Secer-yi Ensab İsimli Esesin Türkçe
Tercümesi, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı 188, yıl 2010, s. 15-16 ve
Osman Turan, Selçuklular ve İslamiyet, Nakışlar K., İstanbul 1980, s.
55. Fahreddin Mübarekşah (1126-1206) Lahor’da doğar. Gazneli Mahmud’un
Kayınpederi Bilge Tegin’in soyundan gelir. Gazneli Türk devletinin
tarihçisidir. Yazdığı tarih kitabında Türk tarihi etnolojisi, kullandıkları
yazılar ve Türk dili üzerine önemli bilgiler verir. Türk dilinin Arapçadan
sonra en mükemmel dil olduğunu ve Türklerin çok örgütçü olduklarını
söyler.
[15] İlhan Arsel, Arap Milliyetçiliği ve Türkler, İstanbul 1977, s.60.