Yayında Olan Eserlerim

31 Ağustos 2025 Pazar

Çağrışımlar

 Güher Ana sabah erken, yorganına sarınmış titreyerek duruyordu. Bir süre karşısında yer yatağında uyuyan gelinine baktı. Biraz ileride elle yapılmış tahta beşikte bir yaşındaki torunu uyuyordu. Gelinini uyandırıp durumunu söylese miydi? Torun da uyanır diye kuşku duyuyordu. Bebeği uyandırmak istemiyordu. Ama üşümenin şiddetine dayanamıyordu. Gelinine seslendi: “Leyli, kalk çok üşüyorum. Bana bir şey oldu” Yün yatağın içinden başını kaldıran gelin, garip bakışlarla kaynanasına baktı. “Ne üşümesi ana? İçerisi sımsıcak. Yün yatağın içindesin.” “Biliyorum, sımsıcak, ama üşüyorum işte.” Gerçekten dişleri dişlerine vuruyordu. Gelin duvara gömülü ocağa iki koca tezek attı. Külleri karıştırıp tutuşmasını sağladı. Tezekler çıra gibi tutuşup yanmaya başladı. Biraz duman içeriyi sardı. Buna alışıklardı. Ocağın üzerinde sürekli tüten dumandan kalan kara bir iz vardı. Üç kişilik ailenin bütün yaşamı burada dönüyordu. Evin erkeği birkaç ay önce askere alınmıştı. Odanın bir kıyısında kışlık yiyecek torbaları duruyordu. Kerpiç duvarlar soğuğa ve sıcağa karşı korunaklıydı. Toprak oda iyice ısındı. Güher Ana yün yatağa sarınmış oturuyor, küçük pencereden dışarıda yağan kara bakıyordu. Kar yağışı pencereden pek belli olmuyordu. Pencere, hayvan karnının zarı ile kaplıydı. Dışarıda yoğun tipi vardı. Kar alabildiğine yağıyor, göz gözü görmüyordu. Güher Ana’nın dişleri zangırdadı. İçinde düğümlenen söz yumağını gizleyemez oldu. Gelinine sordu. “Bu karda kışta Ali’m ne yapıyordur şimdi?” Gelin, derin bir nefes aldı. Ne diyeceğini bilmez biçimde gözünü kapatıp açtı. Kaynanasının soracağı soruyu biliyordu. Ama ne yanıt vereceğini bilmiyordu. Bir an durdu. Kaynanası, oğlunu saplantıya dönüştürmüştü. “Ne bileyim, umarım kapalı bir yerdedir. Elbet onu düşünen büyükleri bir çaresine bakarlar. Bu karda kışta sefere sürecek değiller ya!” Güher Ana kendini tutamaz oldu. Gözlerinden yaşlar damlamaya başladı. Güçlükle konuşarak anlatmaya girişti. “Bu gece düşümde ne gördüm biliyor musun?” Bir süre duraksadı, başına örttüğü beyaz bezle gözlerinin yaşını sildi. Üzüntüsünü güçlükle zapt ederek konuşmaya sürdürdü. “Ali’m toz duman esen karda yürüyor, üşüyordu. Çok üşüyordu. İşte o zaman beni de bir titreme aldı. Bir ana çocuğunun yaşandığını duyar biliyor musun? Sen de duyarsın. Hele ilerde Hatice’nin başına bir şey gelmeye görsün. Uzakta olsa da duyarsın. Böyle bir duygu analık.” Gözyaşları arasında konuşması belirsizleşti, anlaşılmaz oldu. Biliyordu. Gelini sürekli aynı sözleri dinlemekten yorgundu. Bu tür konuşmalarla gelinini canını sıktığını biliyordu. Onun suçu yoktu. Daha iki yıllık evliyken kocasını askere almışlardı. Seferberlik denen insan yiyen canavar başlamıştı. Köyde eli iş tutan kimse kalmamıştı. Ali orta kuşaktandı. Yaşı otuzlardaydı. Daha önce askerliğini yapmıştı, ama seferberlik çıkınca yeniden askere alınmıştı. Güher Ana bu acımasız şanssızlığın bunalımını yaşıyordu. Oğlu askerlik yüzünden zaten geç evlenmişti. Tek kızı bir yaşına gelmişti. Düzen kurup yaşayacağı günlerde yeniden evini ocağını bırakıp gitmişti. Gelin kaynanasına dikkatle baktı. “Bir çorba yapsam iyi gelir ana. Bence senin üşümen korkudan yoksa oda sıcak. Yün yatak da öyle.” Güher Ana başı ile onayladı söylenenleri. Dağlar arasına sıkışmış köyün soğuğu beter olurdu. Yapağı yününden kalın yataklarda insanlar kış gecelerinin soğuğuna dayanabilirlerdi. Sıcak tutuyordu yün yataklar. Kaynanasının yün yorganı üzerinden atıp kalkmaya çalıştığını gören gelini kuşku ile sordu: “Nereye gidiyorsun ana? Hani üşüyordun?” “Üşümem hiçbir şey. Gidip Ali Efendigilin eşiğe dua edeceğim. Ali’me yardımcı olsun çağırdığımız yer.” Genç gelin, “peki” diye umutsuzca onayladı. Yaşlı Güher Ana’ya söz geçiremeyeceğini biliyordu. Güher Ana üzerine kendi eliyle ördüğü yün kazağı giydi. Kıyıda duran çarıkları sıkıca ayağına geçirip bağlarını iyice bağladı, dışarı çıktı. Kar savurarak yağıyor, göz gözü görmüyordu. Fuat Bozkurt ÇAĞRIŞIMLAR Güher Ananın belleğinde yaşanan olaylar geçiyordu. Ali’yi yeniden askere almışlar, Erzurum taraflarına doğru sefere götürmüşlerdi. Erzurum kışlarının yaman olduğu söyleniyordu. Soğuğun etkisi üzerine öyküler anlatılıyordu. Dağın taşın buz kestiği, hayvanların birbirini yediği öyküleniyordu. Yoğun kışın yaşandığı o soğukta ne yapıyordu biricik oğlu? Üstünde kalın bir şeyler var mıydı? Kara kışa nasıl dayanırdı? Bir de karşısında Rus vardı. Türk’ün ezeli düşmanı, kan emici şeytan! Bu düşüncelerle kara bata çıka birkaç evin kapsını geçti. Gece boyu kar tepeleme yağmıştı. Kapıların önü karla doluydu. Henüz dışarı çıkan olmadığı belli oluyordu. Sabahın erken saatleriydi. Kangal köpekleri avlularda kıvrılmış yatıyorlardı. Arada bir derinden havlama sesleri geliyordu. Sözde ev sahiplerine güvence veriyorlardı. Bir iki horoz sesi, ahırlarda hayvanların derinden gelen homurtularından başka bir şey duyulmuyordu. Ocak diye bildiği Ali Efendigilin evin kapsını kar bürümüştü. Kanatlı kapı kapalıydı. Henüz kimse uyanmamıştı. Kapı eşiğine eğilip niyaz etti. Doğruldu, ellerini açtı, yakarmaya başladı. Kuran’dan, duadan bir şey bildiği yoktu. Bunun eksiğini de duymuyordu. Dudağından Türkçe dilekler dökülüyordu. “Ey kurban olduğum Hz. Hüseyin, ey mübarek ocak, Ali’me yardım et. Onu sakla bekle. O benim tek çocuğum. Sakla bekle, onu bana geri getir.” Başını çevrede gezdirdi. Sağda ve solda bulunduğu söylenen melekleri arar gibiydi. Tipiden göz gözü görmüyordu. Tüm sözler birbirini andırıyordu. Tümünde aynı dilek yankılanıyordu. Kutsal eşik, erenler evliyalar, oğlunu sağ esen kendisine ulaştırmalıydı. Oğlu zaten daha önce birkaç yıl askerliğini yapmış, sırasını savmıştı. Ey büyük Tanrı hiç mi acıman yoktu Güher Ana’ya? Yıllardır bitip tükenmeyen seferberliklerde kaç oğlunu almıştı. Tek çocuğunu ona bağışlayamaz mıydı? Dileği, duası bitince yeniden eşiği öpüp eve döndü. O artık Tanrıya söyleyeceği son sözü söylemiş, yakaracağı ölçüde yakarmıştı. Bundan sonrası çağırdığı yerin sorunuydu. Titremesi ürpermesi de geçmişti. Genç gelin odanın içindeki kara ocakta çorba kaynatıyordu. Kışı çıkarmak unu bulguru özenle kullanıyordu. Zemheri ayına girilmemişti. Kışı başları sayılırdı. Soğuk karlı sabahlar birbirini izliyordu. Kış için hazırlanan çuvallar eridikçe eriyordu. Henüz savaşın başlangıcıydı. Ne zaman biteceğini kimse bilmiyordu. Evdeki un bulgurla yaza çıkılacaktı ama yazın ne yapılacaktı? Kıt kanaat yiyip içerek Güher ana üç kişilik aileyi bahara çıkarmayı başardı. İlkyazla doğa yeşerdi. Yoncalarda çayırlarda mantarlar çıkıyor su kıyılarında madımaklar yeşeriyordu. Bir kazan yeşilliğe bir avuç bulgur atarak kazanlar kaynıyor, köylü sabırla direnip yokluğu aşmaya çalışıyordu. Karların erimesi ile köyün dış dünyayla bağı kurulur oldu. Askerlerden mektuplar, devlet kapısından haberler ulaşmaya başladı. Dört beş aydır dış dünyadan tümüyle kopuk köyde uğursuz haberler dolaşıyordu. Söylenenlere göre Doğu yönüne giden askerlerin tümü karda donup ölmüştü. Ne ölçüde doğru olduğu bilinmiyordu. Böylesi bunalımlı günlerde ortalarda sayısız yalan haber dolaşırdı. Dedikodu önce sessizce söylendi. Doğuya giden askerlerin yakınlarından gizlendi. Ama haber kısa sürede herkese yayıldı. Kimse ne yapacağını bilmiyordu. Kimi yaşlı analar dualar ederek oğlunun başına bir şey gelmemiş olmasını diliyor, ağlıyorlardı. Kimsenin kesin bir şey bildiği yoktu. Çok geçmeden köye künyeler gelir oldu. Bunlar şehit düşen askerlerin nerde, nasıl şehit düştüğü bilgisiydi. Künye gelen evleri bir süre kara yas basıyor, sonra Yüzlerde hüzün ve gerilim bir yaşlı ana babalar, genç bacılar garip duygular içinde korkunç ateşin kendi yüreklerine düşmemesini diliyorlardı. Jandarma komutanı çavuş doğuda yaşanan olayları sakin bir dille anlatmaya girişti. Gözü yaşlı beli bükük Güher ana elindeki sopaya dayanarak muhtar Cuma çavuşun elinde oldu. Asker Tokuş Ali'nin Türkiye'ye döndüğü yıllarda Mamaş'ta bir aile. Aşık Revani (Kurtveli Bozkurt) iki eşi ve kızlarıyla bahçede yakınları eli yüreğinde muhtarın evinde toplanıyor, yakınları üzerine bilgi alıyorlardı Köyde yayılan dedikoduların doğruluğu anlaşılıyordu. Kahraman askerimiz karda Ruslarla savaşmış, çok kayıp vermişti. Tümü şehit olmuştu. Doğuya giden askerlerin adlarını okuyarak künyelerini dağıtmaya başladı. Köyden bu cepheye gidenlerin tümünün künyesi ana babasına dağıtıldı. Sokakları ağıt, figan sardı. Köyü bir yas aldı. Güher Ana kendi oğlunu sordu. “Ali’mden bir haber var mı?” Komutan yalnız kendine ulaşan bilgileri iletiyordu Ali konusunda bir bilgi bulunmuyordu. Ölü mü, sağ mı belli değildi. Güher Ana sevindi, ama rahatlayamadı. Çelişkili bir duygu yaşıyordu. Künyenin gelmemesi mutluluktu. Yaşam belirtisiydi, ama neredeydi, ne durumdaydı, aç mı, susuz mu, yaralı mıydı? Komşular Ali’nin de öldüğü yargısına vardı. Uzun süre askerlik yapmış gaziler deneyimlerine dayanarak olayı değerlendiriyor, böylesine karda kışta bir savaştan sağ çıkılamayacağı yargısına varıyorlardı. Bir ağaç dibinde, bir kaya kovuğunda ölmüştü. Yemen gazileri kayıp askerlerin neden bulunamadığı üzerine ilginç anılar anlatıyorlar, Ali’nin de bu tür bir kayıplardan biri olduğunu söylüyorlardı. Ne var ki, ortada acı bir durum vardı. Yas yeri ziyaretine gitseler gidemiyorlar, bilmezden gelseler edemiyorlardı. İçlerinden yalnız kalmış bir şehit anası duygusu içinde az çok yardımcı olmaya çalışıyorlar, güç durumlarda işlerine el atıp geçiştiriyorlardı. Ama Güher Ananın içinde garip bir ferahlık vardı. Acıklı türküler söyleyip işe güce koşarken, oğlunun esenliği için dualar ediyor, torunu Hatice ile oynuyor, torununa “bir gün eden gelecek” diye kendi kendini teselli ediyordu. Ve yaşam sürüyordu. Soyunu sürdürme çabası en zor koşullarda, en acımasız ortamda ayakta kalmayı gerektiriyordu. Elinden iş gelmeyecek ölçüde güçsüz erkekler ve kadınlar yaşamak için doymak için üretmek zorundaydı, ama nasıl? Tarlalar ekilmez, çayırlar biçilmez olmuş, açlık ortalığı sarmıştı. Köyün yakınında geçen kara yolunda o güne değin görülmemiş demir araçlar içlerinde kızıl suratlı, sarı saçlı adamlarla yel gibi uçarak geçiyorlardı. Cadde diye adlandırılan Halep’e, Bağdat’a, hacca doğru uzanan yoldan geçen bu garip araçları görenler korkulu gözlerle gördüklerini anlatıyorlardı. Köye arada bir jandarmalar geliyor, “askere erzak taşınacak. Kimin ne kadar bineği varsa yola düşecek diye buyurumda bulunuyorlar, yaşlı, çocuk, karı kız kim varsa yola vuruyorlardı. Kangal’dan başlayıp Divriği’ye değin süren azap yolculuğu yokluk, açlık, en zor koşullarda insan gücüyle yapılıyordu. Dizi tutanlar Kangal’a toplanıyordu. Kişi başına bir ölçek, bir mucur yükleniyordu. Bu yük Divriği›ye iletilecekti. Ayaklar çarık, şalvar içinde kadınlar yükleniyordu yükü. Karı yararak ilerliyordu topluluk. Kadınlar üst üste uyuyorlar, birbirinin sıcağı ile ısınmak, canlı kalmak istiyorlardı. Bir savanın üzerinde on, on iki kadın uyuyordu. Yol üstünde ölü hayvan leşleri ne bulurlarsa közleyip yiyorlardı. Tuz, ekmek bulmak olanaksızdı. Tuzsuz cıvık herle yapıp yemek bir mutluluk oluyordu. Açlarından köpük kusuyorlardı. Kimsenin kimseye acıdığı, üzüldüğü yoktu. Herkes başı gailesinde gününü akşam etmeye çalışıyordu. Geceler ise ayrı bir işkenceydi. Yaşam anlarda vardı yalnızca. Bir an, gün yaşamak sevinç kaynağı oluyordu. Erzak taşımaya gidenler her defasında böyle anılarla dönüyorlardı. Güher Ananın ne bir binek hayvanı ne de sırtında yük taşıyacak gücü vardı. Gelini Leyla ise emzikte bebeği olduğu için bu görevden uzak tutuluyordu. Köye her jandarma gelişinde Güher Ana aksayan adımlarla Muhtar Cuma Çavuş’a uğruyor oğlundan Aşık Revani'nin kızları bir mektup, bir bilgi olup olmadığını soruyordu. Yine bir umut diyerek muhtarın evine gittiğinde muhtarın evinde jandarmalarla karşılaştı. “Oğlum Ali’den bir haber var mı?” diye sordu. Jandarmalar ne biliyorlardı ki ne söylesinler? Jandarmalar başka bir sorun nedeniyle gelmişlerdi. Güher Ana yaşananları duyuyor, umursamaz dinliyordu. O ne acılar yaşamamıştı ki? Jandarmalar ayran, içerek bekliyorlardı. Bineği olanlar Divriği’ye iaşe taşıyacaklardı. Muhtar, tek öküzü olan Gök Veli’ye gelip damdan bağırdı. “Hazır ol Veli Ağa sen de iaşe taşıyacaksın!” Boncuk gözlü olduğu için köyde Gök Veli” diye anılan Veli ağa umursamaz biçimde karşılık verdi: “Olur Muhtar sen var, ben öküzü alır gelirim.” Muhtarın uzaklaşmasına kalmadı ki, Gök Veli ahırda kalan tek öküzü kapının önüne çıkardı, boynuna bıçağı çalmaya başladı. Karısı şaşırmış bağırıyor, öküzün kesilmesine engel olmak istiyordu: “Dur, herif, kudurdun mu? Ne yapıyorsun?” Gök Veli, öküzü kesmeyi sürdürürken karşılık verdi: “Kız avrat, sen karışma, bu öküz ölecek, yanı sıra ben de öleceğim, bırak da şunun etini yiyelim!” Gök Veli’nin geciktiğini gören muhtar, yeniden damda belirdi. “Haydi Veli Ağa, öküz hazır mı?” Gök Veli, kızgın biçimde karşılık verdi: “Ula Muhtar, aha ben öküzü kestim, kurtuldum. Bu yaştan sonra ne silah taşırım ne de yiyecek, Yiğitsen sen de öküzünü kes, kurtul.” Güher Ana yaşananlar karşısında kendi acısını unutur oldu. Gülerek evine döndü. Gelinine olanları anlattı. Ardından dağları eşkıyalar sardı. Asker kaçakları çeteler oluşturuyor, köyleri basıyordu. Tümü yörenin insanlarıydı. Birkaç köyün kaçağı bir çete oluşturuyor, öbür köyleri basıyorlar, ne bulurlarsa alıp gidiyorlardı. Kimse kimseye acımıyordu. Köylerde can, mal güvenliği kalmamıştı. İkide bir köyde bir haber yayılıyordu. “Eşkıya geliyormuş!” Kadınlar köyü bırakıp dere kıyılarına, mağaralara gizleniyorlar, gizli sığınaklar arıyorlardı. Özellikle akşam üzeri yayılan korkutucu haber dalgası genç kadınları deliye çeviriyordu. Ama karanlık bastıktan sonra nerden sızacağı belli olmayan bu vahşete karşı savunma olanağı kalmıyordu. Yine böyle korkulu bir söylentinin ardından kadınlar dağa kaçıp dere koyaklarına saklanmışlardı. Sürekli yayılan dedikodulardan yorulan Çeldir lakabıyla anılan Ayşe uyuya kalmış, eşkıyalar köyü bastıklarında eşkıyaların eline düşmüştü. Eşkıyalar, yiyecek içecek ne varsa almışlar, ardından ziynet, para, takı türünden eşyaları vermesini istemişlerdi. Ayşe karının nesi vardı ki, nesini versin? Ne Ayşe kadında verecek değerli bir eşya, ne de eşkıyada insaf acıma vardı. Bir şeyler sızdırmak için iyice dövmüşler, çenesini kırmışlardı. Gelini ve torunu ile bir dere koyağına gizlenen Güher Ana, eşkıya çekildikten sonra köye döndüğünde komşusu Çeldir’i kırık çene ile ağlarken buldu. Gelinine ve torununa bir şey olmadan bu belayı savuşturduğu için Tanrıya dualar etti. Günler günlere, aylar aylara, yıllar yıllara ulanarak sürüyordu. Yaşam, kendi kurallarını uygulayarak sürüyordu. İnsan yaşamının bir bitki, bir hayvan bir böcek yaşamından farkı yok gibiydi. Ne varsa onunla yetinerek yaşamak gerekiyordu. Bir gün köy bekçisinin bir damın başından “Duyduk duymadık demeyin. Seferberlik bitti. Askere gidip sağ kalanlar, evlerine ocaklarına dönecekler. Gözünüz aydın. Müjdeler olsun. Bundan sonra harp yok!” diye bağırması duyuldu. Köylü evlerden çıkıp yinelenenleri iyice dinledi. Kimileri haberin doğruluğunu pekiştirmek için Muhtarın evine gitti. Kimileri evlerde toplanıp durum değerlendirdi. Çok şükür şu beladan kurtulmuşlardı. Yeni bir dönem başlıyordu. Yeni yetişmeye başlayan gençler koç katımı eğlencelerine hazırlanıyorlardı. 1922 yılının Ekim günleri yaşanıyordu. Her gün köye bir askerin dönüş müjdesi geliyor, köylü topluca karşılamaya gidiyor, törenle alıp geliyorlardı. Her askerde ayrı bir sevgi seli yaşanıyor, her dönende bir mutluluk paylaşılıyordu. Güher Ana her döneni karşılamaya gidiyor, oğlundan bir bildikleri var mı diye soruyor, karşılamaya gidenlerin mutluluğuna katılıyordu. Bir gün oğlu da böyle gelecek katmerler yapacak, kuru yemişlerle karşılayacak köylüyü ağırlayacaktı. Sürekli o günü düşlüyor, neler yapacağını, köylüye ne şölen vereceğini hayal ediyordu. Ekim bitti Kasım geldi. Asker dönüşleri giderek iyice azaldı. Doğu cephesine gidenler ulaşım güçlüğünden anca dönüyorlardı. Son Aşır Çavuş geldi. Gelişinde yaşanan komik olay bütün köyün diline dolanıp fıkra gibi anlatılır oldu. Aşır Çavuş, eve geldiğinde babasını sormuş. Babasının öldüğünü bir anda söylemek istemeyen evdekiler, komşuya gitti, şimdi gelecek türü” sözlerle oyalamak istemişler. Aşır Çavuş, “Vay babam öldü, siz bana söylemiyorsunuz, beni kandırıyorsunuz” diye dağa doğru koşmaya başlamış. Köyün gençleri de “Aman Aşır’ı bu kışta kurt yiyecek diye onun pişene düşmüş. Kış başladığı için her taraf soğuk. Buz kesiyormuş. Sonunda Aşır’ı kendi tarlalarının başında türkü söyleyip ağlarken bulmuşlar. “Sılaya geldim ki pederim ölmüş, pederim ölmüş de haberim yokmuş” diye kendi kendine destan diziyormuş. Bu öykü bir anda bütün köyü güldüren bir fıkraya dönüştü. Bu son askerin gelişi ile asker dönüşleri kesildi. Ali’yi görüp duyan yoktu. Komşular çoktan umut kesmişlerdi. Genç yaştaki eşi için de her şey bitmişti. Askerden dönen gençlerden Numan kendisiyle evlenmek istiyordu. Gelin de bu evliliğe sıcak bakıyordu. Ne var ki, Güher Ana “oğlum gelecek” diye karşı çıkıyordu. Gelin kocası Tokuş Ali’den çoktan umudu kesmişti. Yedi yılı aşkın süredir en küçük haber alınamayan bir asker için başka ne düşünülürdü? Güher Ana ne söylediyse söyledi gelinine söz geçiremedi. Gelini, Numan’la evlendi. Tokuş Ali’nin çocuk yaştaki kızından başka mirasçısı olmadığı için, gelin ikinci eşini kendi evine getirdi. Güher ana bir anda kendi evinde sığınç durumuna düşmüştü. Tarlayı, toprağı işleyecek gücü yoktu. Gelin ile yeni kocasının eline bakıyordu. Bir türlü gelininin başkası ile evlenmesine katlanamıyor, kargışlar yağdırıyordu. “Bu gelin bu gelin, Ali’min evine koca getirdi. Ali’min üstüne evlendi” Sessiz çığlığa dönüşmüştü adeta. Duvar diplerine oturuyor, kendi kendine yanık türküler mırıldanıyor, ağlıyor, gelinine yazgısına kargışlar veriyor, kendi kendini teselli ediyordu. “Ali’m gelecek.” Komşular, haline acıyıp gerçeği kabullenmesi için akıl veriyordu: “Ali askere gideli bunca yıl oldu. Herkes döndü bak. Sağ olsa şimdiye dönerdi. Gelini boşa suçlama. Genç kadın ne yapsın? Daha kaç yıl bekleyecek. “Kız anam, suçlama gelinini yıllar oldu bir haber ucar gelmedi, Ali’nin şimdi kemiği sümüğü çürümüştür” diye yatıştırmaya çalışıyorlardı. Ne var ki Güher Ana’yı inandırmak imkansızdı. Giderek gözleri de görmez olmuş, adı Kör Güher diye anılmaya başlamıştı. Ağlaya ağlaya gözlerini kör ettiği söyleniyor, Tanrı’ya isyan etmemesi gerektiği, başına gelenlerin Tanrı’ya isyan yüzünden olduğu anlatılıyordu. Ancak o üsteliyordu: “Ali’m ölmedi. Ali’m uca, sapa bir yere düştü, bakın ben öleceğim, siz kalacaksınız. Bir gün Ali’m gelecek. Bu Leyli, Ali’min evine koca getirdi.” Güher Ana’yı bu saplantıdan kurtarmak olanaksızdı. Oğlunun öldüğüne inanmadığı gibi, günün birinde döneceğini söylüyordu. Yaşam umudu da kalmadığı için kendini dinleyenlere “Ben ölürüm, siz kalırsınız siz göreceksiniz. Ali’m sağ esen gelecek diye inadında direniyordu. Duyanlar zavallı ananın olmayacak işe inanmasına, kendini avutmasına acıyor, Seferberlik'ten dönmeyenler üzerine örnekler verip, umut kesmesini öğütlüyorlardı. Ne var ki yaşlı ananın gözlerinde yaşlar süzülüyor, “Ali’m yaşıyor, Ali’m yaşıyor” diye karşı çıkıyordu. Günün birinde yaşlı Güher Karı öldü. Gelini de yeni eşinden doğan çocuğu ile Ali’nin evinde yaşamını sürdürmeye koyuldu. Savaş sonrasının yaraları sarılmaya çalışılıyor, köylü dirlik düzen kurmak için yarışıyor, doğal yaşam olağan akışında sürüyordu. Tarlalar kara sabanla sürülüyor, ekinler elle biçiliyor, kağnılarla taşınıyor, harmanlarda çakmak taşlı dövenlerle dövülüyor, yabalarla savruluyor, kışlık yiyecekler çuvallarda korunuyordu. Ardıç ağaçlarından yapılmış toprak damlar, kerpiç duvarlar, küçük ışıklıklı odalar, büyük baş hayvanların kışladığı ahırlar, küçükbaş hayvanların korunduğu ağıllar insanoğlunun yaşam olanaklarının uzamlarıydı. Yüzlerce yıldır hiçbir hizmet verilmeyen topraklarda insanlar soylarını sürdürebilmek için her tür sıkıntıya dayanıyor, doğaya karşı direnme savaşı veriyorlardı. Savaşlar bitmiş, toplumsal sağalma dönemi başlamıştı. Savaşlar, yaşanan açlıklar, çekilen sıkıntılar duvar dibi sohbetlerinde konu oluyor, o olayları yaşamamış yeni kuşağa anlatılıyordu. Kimler askere gitmiş, kimler ne olaylar yaşamış, kimler ölmüş, kimler kalmıştı. Bir sabah Kör Güher’in ölüm haberi köye yayıldı. Yaşı iyice ilerlemiş olduğu için pek üzülen olmadı. Hatta ele avuca düşmeden öldüğü için sevinenler de oldu. Kimileri “Kurtuldu, zavallı çok acı çekiyordu. Şimdi Ali’sine kavuşmuş mutlu olmuştur” diye söylendi. En çok rahatlayan gelini Leyla oldu. İnsan yükü ağırdı. İşten güçten düşmüş, çenesi düşük bir koca karıdan kurtulmuştu. Ali’den kalan eve tümüyle yayılıp gelecek günlere açılacaktı. 1927 yılında ülkede olduğu gibi köyde de savaş yaraları sağalmış, dirlik düzen kurulmuştu. Tarlalar ekiliyor, koyun kuzu besleniyor, köyde yaşam renkleniyordu. Bir bahar günün, iki çoban Kurtkulağı’nda köyün sürüsünü yayıyordu. Kurtkulağı köyün kuzey doğusuna düşer dağlık yaylaydı. Çobanlar kaval çalıp koyunları otlatırken Kurtkulağı tepesinde bir yolcu belirdi. Üzerinde lacivert bir takım giysi, başında değişik bir şapka vardı. Şık giyimli dağ gibi orta yaşlı bir adamdı. Çobanların yanına geldiğinde selam verdi. “Selamın aleyküm çobanlar. Kolay gelsin, Nerelisiniz?” “Sağ ol. Aleykümselam. Mamaşlıyız bu Mamaş’ın sürüsü.” Yolcuya çobanların yüzü yabancı gelmiyordu. Birilerine benzetiyordu, ama genç insanlardı. “Mamaş’tan kimlerdensiniz? Kimin oğlusunuz?” “Kimi tanıyorsun Mamaş’tan? “Gençler hariç tümünü. Ben de Mamaşlıyım. Belki adımı işitmişsinizdir. Ben Tokuş Ali’yim.” Çobanlar hayrete birbirine baktılar. Ne diyeceklerini şaşırmışlardı. Adını çok duymuşlardı, ama öldü diye biliyorlardı. “Anam Güher nasıl, yaşıyor mu? Leyli, Kızım Hatice nasıllar?” Çobanlardan biri kendine geldi. Ne söyleyeceğine karar verdi, Yanındaki arkadaşına “Koş köye müjde ver. Sana bahşiş versinler dedi. Heyecanla Tokuş Ali’nin eline sarılıp öptü. “Vay Ali Emmi hoş geldin. Seni tanımaz olur muyuz? Köyde herkes seni biliyor. Güher ana her gün seni sayıklıyor. Gözleri biraz az görüyor ama sağlığı yerinde. Seni görünce ne kadar sevineceğini bilemezsin. Yıllardır hep seni andı. Köylü senin ölmüş olacağını söylerken bir türlü inanmadı. Ali’m gelecek göreceksiniz diye diretti. Kadın keramet göstermiş inanmamışız. Bak döndün. Hatice kocaman kız oldu. Evlenme çağına geldi. Bütün köy geldiğine çok sevinecek.” Çoban adını duyduğu ama yüzünü görmediği Tokuş Ali’ye baktı. Dağ gibi bir adamdı. Buğdaysı yüzü parlıyordu. Tertemiz giysi içindeydi. Yıllar adeta yaramıştı. Ağzı kalabalık çoban köyden, olup bitenlerde anlatıp Tokuş Ali’yi oyalıyordu. Tokuş Ali’nin habersiz eve varması bir yıkım olacaktı. Çoban, Tokuş Ali’yi lafa tutarken, yamağı bir an önce köye haber ulaştırmak için koşuyordu. Tokuş Ali, çobanının konuşmasına canı sıkılıyor, yıllardır görmediği köyüne kavuşmak için kıvranıyordu. Ayaküstü söyleşinin ardından yola koyuldu. Öylesine hızlı yürüyordu ki, nerdeyse önü sıra koşan çoban yamağına yetişecekti. Ama yamak ondan önce köye girmeyi başardı. Bir anda haber bütün köye yayıldı. Tokuş Ali askerden gelmiş! Köyde askerden dönme önceden öğrenilir, dönen daha köye gelmeden uzaklarda topluca karşılanırdı. Bitip tükenmeyen savaşlar, gidip dönmeyen oğullar yüzünden askerden gelme bir törene dönüşmüştü. Ancak Ali’nin ne gidişi kalmıştı ne dönüşünü kimse öğrenmişti. Haber, karısı Leyla’ya Kaşlık düzlüğünde davar sağarken ulaştı. Bu sırada Leyli, ikinci evliliğinden çocuğu ile Tokuş Ali’nin evinde yaşıyordu. Leyli, eve haber iletti, “İsmail’in beşiğini alıp Osman’ın evine kaçırın!” Osman hemen yakındaki komşusu oluyordu. Bebeğin bir an önce evden uzaklaşması gerekiyordu. Kendisi de hemen süt sağma işini yarıda kesip eve koştu. İsmail ikinci evliliğinden doğan altı aylık bebekti, beşikte uyuyordu. Cumali Kurtkulağı, Tokuş Ali'nin Rusya dönüşü ikinci evliliğinden oğlu. Tokuş Ali, cemlerde "delil uyandırma" hizmetini görürdü. Bu hizmet babadan oğula geçerdi. Bu hizmeti sürdüren Cumali'nin elinde tuttuğu araç, cemde uyandırılan "delil-i Şah-ı Merdan". Yıllar sonra köye dönen Tokuş Ali’ye yaşananlar nasıl anlatılacağını kimse bilmiyordu. O anlarda köyün üst başında top söğüdün gölgesinde günün tadını çıkararak dinlenen Kurt Veli dede yerinden kalktı. Kurt Veli, Şah İbrahim ocağı soyundan gelen bir dede çocuğuydu. Beş yıl önce Batı Cephesinden dönmüştü. Tokuş Ali’den on, on beş yaş küçüktü. Ama dede olduğu için Tokuş Ali Kurt Veliyi çok sever ve sayardı. Kurt Veli, Kaşlık düzlüğünden aşağı doğru inen Tokuş Ali’yi yanına çağırdı: “Ali, Ali buraya gel. Sana anlatacaklarım var. Birlikte gideriz senin eve.” Tokuş Ali yılların ardından ne gibi olaylarla karşılaşacağını bilecek ölçüde zekiydi. Çobanın anlattıklarına inanmamış, öylece dinlemişti. İkiletmeksizin Kurt Veli’nin yanına geldi. İki eski arkadaş, birbirini tanımak ister gibi, sessiz bir süre birbirine baktı. Dal gibi genç olarak gidip orta yaşlı bir adam olarak dönen Tokuş Ali, Kurt Veli’nin karşısında öylece durup duruyordu. Ardından Tokuş Ali, Kurt Veli’nin eline sarıldı, öpmek istedi. Kurt Veli elini geri çekti. Tokuş Ali diretti: “Veli, niyazım, sana değil, Şah İbrahim’e” dedi. Bunca yılın ardından Tokuş Ali ne yapmıştı? Asıl merak edilen konu buydu. Tokuş Ali yılların boşluğunu birkaç sözlük öykü ile doldurdu: Ruslara tutsak düşmüş, esirlik döneminden sonra Dağıstan’da bir Rus köyünde yaşamıştı. Bir Rus kızı ile evlenmiş, iki oğlu doğmuş, eşinin ölümü sonrasında, ülkesine dönmesine izin çıkmış, o da dönüp gelmişti. Kurt Veli Dede: “Ali aradan çok zaman geçti. Köyde de senin evde de çok çok şey değişti. Bunları anlayışla karşılaman gerek.” “Öyle Veli, benim dünyamdan da çok şey geçti.” Bir an durdu, “Ya anam?” diyebildi. Anasını sorarken sesi titredi. “Öldü, değil mi?” “Yaşı ileriydi Ali. Sen gittikten sonra da epey yaşadı. Hep seni andı. Senin ölmediğini, sapa bir yere düştüğünü söyledi. Ben ölürüm, siz kalırsınız, aha bu sözümü belleyin, Ali’m gelecek, Ali’m ölmedi dedi de inanmadık. Meğer Güher karı doğru söylemiş. Onların içine doğuyordu yaşanalar. Leyli de Numan’la evlendi.” Kurt Veli ile evine yürüdü. İçeri girdiklerinde toprak damlı boş ev sıcağı soğumamış ölü gibi öylece sessiz duruyordu. On üç yaşına gelen Kızı Hatice, boş gözlerle kendine bakıyordu. Bir ev için gerekli her şey yerli yerinde duruyor, ama içeri garip görünüyordu. Avlunun çatısını tutan ardıç orta direk koyu kahverengi görünüşü ile yerli yerindeydi. Karşıda duran tandır ocağının dumanı yeni sönmüş gibiydi. Sabah erken saatlerde ekmek pişirilmiş olmalıydı. Ocağın yanındaki duvarda un eleği asılı duruyordu. İçerisi insan kokuyordu. Hem yaşıyor hem de ölmüş gibi bir durum yaşanıyordu. Kurt Veli, hüzünlü gözlerle içeriye bakan Tokuş Ali’ye baktı. Ne söyleyeceğini bilemez durumda ağzından gelişigüzel sözler kendiliğinden döküldü: “İnsanın nefesi evin direğidir. Leyli, evi korudu. Yoksa şimdi bunca yılda yıkılır peğ olurdu. Kadının bir suçu yok Ali. Sen okuyan adamsın. Bu yazgı” Neydi yazgı olan? İnsanın istenci ile yönlendiremediği, gücünün erişmediği bir güç. Yaklaşık her ocağın öyküsü birbirini andırıyordu. Yıllardır bitip tükenmeyen savaşlar, köyü eritip bitiriyordu. Anlatmakla bitmeyecek olaylar zamanla unutuluyordu. Tokuş Ali, dalgın düşünceli toprak sekiye oturdu. Cebinden tabakasını çıkardı. Gümüş rengi parlayan tabakanın kapağını açtı. Tabaka tıka basa tütün doluydu. Tabakayı Kurt Veli Dedeye uzattı. “Bir tütün sar, içelim” Kurt Veli, bir sigara sardı, tabakayı geri verirken “Rus tütünü bu… Bize cephede bu tütünden verirlerdi” dedi. Tokuş Ali de bir sigara sardı. Cebinden çıkardığı Rus çakmağı ile sigaraları yaktı. Yoğun sigara dumanı içeri yayıldı. Bunca yıl sonra ikisi de konuşacak söz bulamıyordu. “Ömür” denen süreç, bir sigara içimi zamandan başka neydi ki?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder