Gıjıkin Dede
Fuat Bozkurt
Ali Doğan işyerini
güne hazırlamak için içeriyi düzenliyor, Vitrin pancurlarını açıyordu. Karşıdan
gelen Gijikin dedeyi görünce garipsedi. Bu saatlerinde dedenin uğradığı
olmazdı. Olağan dışı bir durum olmalıydı. Görünüşe göre kötü bir durum yoktu.
Dede hırsla aldırmadan yürüyordu.
Ali Doğan’ın
işyerine iyice yaklaşmıştı ki yandaki dükkan çırağının ağzının içinde küfür
ederek söylendiğini duydu:
“Kızılbaş
kafirin gidişine bak. Sanki dünyayı o yaratmış. Sakalına… kafir Kızılbaş.”
Dedenin görünümü
kırda, dağlarda yaşayan göçebenin görüntüsüydü. El değmemiş sakal bıyık,
salıverilmiş saçlar ve başına sarılmış bir örtü. Alabildiğine rahat,
alabildiğine özgür yaşıyorlardı.
Dede bu hakareti
yanıtsız bırakmak istemdi. Kendi kendisi ile konuşur gibi yüksek sesle karşılık
verdi:
“Dükkanınızdan
alışveriş ederken iyiydi, yezit dölü!”
Yöre Alevileri
genellikle bu tür aşağılamaları duymazdan gelir, aldırmazlardı. Bastırılmış,
suskun kimlikleri vardı. Onlar için kanıksanmış bir davranıştı bu. Saçı sakalı
birbirine karışmış bir Alevi dedenin görüntüsüne kent Sünniliği katlanamazdı. Aşağılama,
hor görme yüzyılların önyargısıydı. Bu düşmanlık bu hor görme nereden
kaynaklanırdı tam bilinmezdi. Genelde inançsal ayrıma dayandırılırdı. Kökü bin
yıla uzanan Kerbela kıyımına bağlanırdı. Bitip tükenmeyen bir kinin kuşaktan
kuşağa aktarımı sürüyordu. Aynı topraklarda yan yana yaşayan, sürekli ötelenen
dışlanan insan olmanın acısını duyan, üvey evlat olarak büyüyen aşağılana birey
olmanın acısını yaşamışlardı yüreklerinde.
Alevi çevre bu
tür aşağılamalara alışıktı. Yasa karşısında eşit, ama egemen çoğunluk gözünde
itilip kakılan bireyler olarak yetişirler, direnme savaşı verirlerdi.
Yüzyılların bir yargısı sayılırdı.
Gijikin dede bu
tür baskılardan uzak dağlarda büyümüştü. Baskı ve aşağılamaya dayanılmaz öfkesi
vardı.
On beş yirmi
yıla öncelere kadar tümüyle kırsal kesimde yaşayan Alevilerin kentle bağları
bulunmuyordu. Kent onlara yabancıydı. Bütün alışverişlerini Sünni esnafın
dükkanından yapıyorlardı.
Günlerden bir gün şans kırsal kesimde yaşayan
yoksul halka gülmüştü. Devlet Pazarcık ilçesi çevresinde yaşayan Alevi köylerin
yaşadığı sazlıklar kurutulmuş tarıma açılmıştı. Kartalkaya barajının
yapılmasıyla bu alan suya kavuşmuş, yolda iki üç kez ürün alınır olmuştu.
Böylece bölgede yaşayan Alevi köyleri akçal güce kavuşmuş, kentleşmeye,
kentlerde işyerleri açılmaya başlamıştı. Bir süre sonra edinilen kazanla
Aleviler de işyerleri açmaya başlamışlardı. Alevi halk kendine yakın bulduğu bu
esnafın işyerinden alışverişe alışmıştı Kentin köklü esnaf çevresi bu Pazar
kaybından sürekli rahatsızdı. Kendilerine teslim olmuş iyi bir Pazar günden
güne ellerinden kayıyordu.
Ali Doğan, Maraş
çarşısında yenilerde belirmeye başlayan Alevi esnaftan biriydi.
Gijikin Dedenin
öfkeyle gelişini gören Ali Doğan gülerek sordu?
“Hayrola dede bu
saatlerde uğramazdın. Beni rüyanda mı gördün?”
“Yok be dede
erenler ne rüyası, evde grev var. Kendimi dışarı attım.”
“Ne grevi?”
“Tüp bitmiş. Dün
karı, bir yerden bir tüp al diye söyledi. Bulamadım laneti. Sabah çay yapamayınca
dır dır etmeye başladı. Dayanamadım, çıktım evden.”
Sosyal demokrat
partinin yarım yamalak iktidara gelmesi ile ülke büyük bir bunalıma girmişti.
Bir anda bir dizi yokluk belirmişti. Tüp gaz, kuru çay, benzin, pirinç,
margarin gibi daha sıradan günlük ihtiyaç maddesi bulunmaz olmuştu. Kıbrıs
çıkarmasında söz dinletemedikleri Bülent Ecevit hükümetini yönetime gelince
Amerika bütün muslukları kısmış, onunla birlikte sağcı çevre partiler, ortamı
kaosa sürükleme çabasına girmişti. Ülkenin Amerika Kıbrıs fatihi Ecevit bu
ortamda beceriksizlik içinde debeleniyor, dışarıdan kimi destek arıyor boşa
koyuyor almıyor, doluya koyuyor sığmıyordu. Halkın acil gereksinimleri için
kamusal satış yerleri ile karşılamaya çalışıyor, mal yetiştiremiyordu. Solcu
sendikalar partiler de bu ortama bir türlü dayanamıyorlar, kesin önlemler
bekliyorlar, hükümeti zorluyorlardı. Sağcı partiler, solun yükselişinden endişe
duyuyor, ülkenin komünizme geçeceğini, Rusya’ya uydu ülke olacağı düşüncesini
yayıyorlardı.
Rus korkusu
Türklerin eski karabasanıydı. Sınır komşuları olan Ruslarla hep savaşmışlardı.
Son savaş 1 dünya savaşıydı ve Ruslar bu topraklara doğru ilerlemişlerdi. Şimdi
aynı sorunla yine yüz yüzeydi ülke. Bitip tükenmeyen kuşkular, korkular
özellikle Sünni kesim kavruluyordu.
Ali Dede
konuğuna yer gösterdi.
“Dede buyur
otur. Sabah çayını burada iç. Sonra bir yerden bir tüp buluruz. Bir de simit
söyleyeyim. Kahvaltını burada etmiş olursun.”
Gijikin dede,
Ali Doğan’ın konukseverliğe elini göğsün götürerek teşekkür etti. Hep böyle,
sağ elini kalbinin üzerine bastırarak içtenlikli selam verir, içtenlikle
teşekkür ederdi.
Boş olan
iskemleye oturduğunda rahatlayıp bıyığını sakalını sıvazladı. Dolu dolu
bıyıkları aşağı sarkıyor, sakalının içinde kayboluyordu. Makas değmemiş ak sakalı
bütün göğsünü dolduruyor, beline doğru uzanıyordu. Alnında yılların verdiği
kırışıklar, yüzüne derin anlam veriyordu. Sere serpe yayılmış kaşları gözleri
üzerine doğru dökülüyordu. Göz çukurlarına gömülmüş kara gözlerde anlamlı bir
enginlik, derinlik gizliydi.
Masanın üzerinde Cumhuriyet Gazetesi
duruyordu.
“Ne var
gazetede, havadislerde Ali Erenler?”
Ali Doğan,
umutsuz biçimde içini çekti.
“Tatsız dedem,
tatsız. Bu gidiş iyi değil. Bakalım sonumuz ne olur?”
“Ne olmuş ki?”
“Bir ev
basılmış. Türk yıldırım komandoları diye bir örgüt eviymiş. Dinamit paketleri,
silahlar bulunmuş.”
“Neredeymiş bu
ev?”
“Nerde olacak
burada, Maraş’ta.”
Ali Doğan, bir
an sustu. Dedenin tepkisini bekledi. Yanıt gelmeyince önüne döndü. Gazetedeki
haberi okumaya başladı.
“Şaşırtma yapmak
için atacakları sağcı kuruluş, işyerlerinin adları yazılıymış. Silah alımı,
suçlu kaçırmak için yapılan harcama belgeleri varmış. Çek yapımı silahlar
alındığı belirlenmiş.”
Dede, bir an
şaşırmış Ali Doğan’ın gözlerine baktı. Aklına gelen ilk soruyu sordu:
“Hüseyin’le
görüştün mü? Hüseyin ne diyor bu gidişe?”
Ali Doğan’ın
ağabeyi Hüseyin, bir süre önce yapılan seçimlerde, Maraş’tan milletvekili
seçilmişti ve başbakanla yakın ilişki içindeydi. Gijikin Dede gizli bir
beklenti içinde ondan umutlu bir haber duymak istiyordu. Ali Doğan, elini
boşlukta savurarak umutsuz karşılık verdi:
“Her şey denetim
altında korkunuz olmasın. Sıkı biçimde olayları izliyoruz’ demiş. Şu sıra
ekonomik sorunları çözmeye uğraştığını söylemiş. Libya’dan petrol almaya
çalışıyormuş. Devletin kasasında beş kurul kalmamış.”
“Kim kime
parasız bir şey verir, Ali?”
“Tam söylediğin
gibi dedem. Bu günleri atlatmaya çalışacağız. Ama sorun yoklukla bitmiyor.
Ortalık çok kötü dede. Dün Öğretmen okulunda kavga çıkmış. Kurtçular bizim
çocuklara saldırmışlar. İki çocuğu çok kötü döğmüşler. Ortalarda kötü haberler
dolaşıyor. Kurtçuların dışarıdan adam getirdikleri söyleniyor. Mahalleleri
gezip Alevi evlerini belirliyorlarmış.”
Yaşlı adam
anlatılanları dinlerken sigara sarmaya başladı. Yılların acısını duyar gibi
gözlerini süzmüş sardığı sigaraya bakıyordu. Söylenenleri duymuyordu Önüne
konan çay bardağının farkına varmadı. Sigarayı ağzına götürürken nerdeyse çayı
devirecekti. Sigarasından derin derin derin solurken düşünüyordu.
Ali Doğan
karşılık vermeksizin kendini dinleyen Gijikin dedeye baktı bir an. İçinden
geçenleri söyleme gereği duydu:
“Dede, ortalık
karışık. Bir süre köye gitseniz nasıl olur? Hani şu işyeri olmasa ben de
giderim. Ama mal, canının yongası. İşyerini kapayıp nereye gideyim? Senin böyle
bir sorunun yok.”
Gijikin Dede yılların
acılarını üzerinde taşımış olmanın gururu ile gülümsedi.
“Bir benimle mi
oluyor kurtuluş? Bir sürü eş dost ne olacak? Aldırma Ali erenler, atamızın
başına ne geldiyse bizim başımıza da o gelir. Yazgıdan kaçılmaz. iş olacağına
varır. Gençlere çocuklara bir şey olmasın o bize yeter.”
Gijikin Dede,
yaşı belirsiz bir çınarı andırıyordu. Doğum tarihi tam belli değildi. Geçen
yüzyılın sonlarında Tercan’da doğmuştu. Seksen, seksen beş yaşlarında
olmalıydı. Kureyşan ocağından geliyordu. Yörede kutsanan, kerametlerine
inanılan bir ocakzadeydi. Uzun yaşam koşusunda başına gelmeyen kalmamıştı.
Dersim olayları gibi kanlı olayın içinden sağ çıkmıştı. Bundan sonra yaşamının
bir önemi yoktu. Gençler, yeni yetişenler yaşasın yeterdi Bir de inandığı yol,
erkan yaşasındı. Hazreti Ali’nin, Hazreti Hüseyin’in yolu. Bütün özlemi buydu. Gerçeğe
uzanan yolun açığa çıkması ve aydınlanması.
Ali Doğan,
dedenin umursamaz tavrına içi sızladı.
“Dedem, sen bize
lazımsın. Senin gölgen bize yeter. Daha senden çok şey öğreneceğiz. Önümüzde
kılavuz olacaksın.”
“Ali’m
öğrenmenin sonu yok. Bizim zamanımız geçti artık sizler kılavuz olacaksınız.”
Masada duran
çaydan bir yudum aldı. İlerlemiş yaşına karşın güçlü ve dirençliydi. Horasan’dan,
Anadolu’yu aydınlatma görevi ile yollanmış son Rum erenini andırıyordu. Bu
söylencelerle büyümüştü. Çağlar öncesinde ataları Anadolu’ya gelmişler
ocaklarını kurup halkı birlik, dirlik içinde tutmuşlardı. Savaşlarını tahta
kılıçlarla yapmışlardı. Gerçekte tümü sevgi dağıtan barış adamıydı. Kimseyi
dışlayıp ötelememişlerdi. Ama yüzyıllardır kendileri dışlanıyor, itilip
kakılıyorlardı.
“Ali, benim
gitme zamanım geldi. Bize bir tüp bulabilir misin?”
“Dede o kolay”
diye telefona uzandı Ali Doğan. Dede’nin sıkıldığını anlamıştı. Uzun süre
oturmayı sevmezdi. Telefonu kapadıktan sonra açıklama yaptı. “Dede öğleden
sonra getirecekler, için rahat olsun. Bundan sonra greve gerek kalamayacak”
diyerek güldü.
Gijikin Dede
elini göğsüne bastırıp selam vererek yerinden kalktı. Dışa çıkarken elini
havada salladı:
“Aldırma Ali, iş
olacağına varır. Bizimki dervişlik. Ne gelirse Allahtan.”
Ardına bakmadan
içeriden çıkıp yürüdü. Pırıl pırıl güneşli bir bozkır sabahı yaşanıyordu. Hava
henüz serindi. Ana cadde boyunca çarşı içine ilerledi. Esnaf işyerini açmış alıcı
bekliyordu. Cadde boyu sağda solda milli piyango bilet satıcıları geziniyordu.
Bu saatlerde pek karşılaşılmayan bir durumdu.
Böylesi bir
günde insanlar neşeli, şen şakrak olurlar, konuşup gülüşürlerdi. Ama öyle
değil. Herkes karşıdakinden bir saldırı gelecekmiş gibi, gözünün üstünden
bakıyor. Sokaklar ürkütücü ayak sesleri, duruşlar soğuk, yüzler asık, insanlar
kaygılı. Bakışlarda hoyratlık seziliyor. Evler perdelerini dışarıya kapamış.
Arabalar sokaklarda kaçar gibi geçiyorlar. Aynı kapana kısılmış düşman silahşörleri
andırıyorlar. Kent omuzlarını sıkmış gerilim içinde bekliyor. Kimseye
aldırmadan yürümeyi sürdürdü. Bir lokantanın önünden geçti. İçeriden çorba
kokusu geliyordu. Başını çevirip içeri baktı, birkaç genç işkembe içiyordu.
Bir gazete
bayinin önünde sırtı kendine dönük iki genç adam gazete alıyordu. Üç yeniyetme
onların gazeteyi alıp uzaklaşmasını bekler gibi biraz ileride duruyordu. Gijik
Dede aralarından sıyrılarak geçti. Bayi önüne geldiğinde adamlar gazetelerini
almışlardı. Geri döndüklerinde Gijikin Dedeyle yüz yüze geldiler. Yüzlerinde
bir gülümseme belirdi:
“Günaydın dede,
nereden böyle sabah vakti?”
Gijikin dede tanıyamadığını
sezdirmemek için konuşuyor, kim olduklarını çıkarmak için dikkatle arada bir
yüzlerine, gözlerine bakıyordu.
“Günaydın beyler.
Evde tüp yok. Tüp aramaya çıktım.”
Adamlar dedenin
kendilerini tanımadığını hemen anlamışlardı. Biri dedeye,
“Dede, sakalın
çok uzamış. Berberde sakalına bir biçim verdirsek nasıl olur” dedi.
“Yok oğul,
sakala bıçak vurulmaz” diye tepki gösterdi Gijikin dede. Kendisini yakından
tanıdıklarını, şaka yaptıkları anlamıştı.
Dedeye takılan
kişiyi arkadaşı uyardı:
“Dedeye takılma.
Dede bizi tanımadı. Dedem sen ile Ali Doğan’ın işyerinde tanıştık. Meslek okulu
öğretmenleri. Ben Hacı, bu da Mustafa Yüzbaşıoğlu. Yüzbaşıoğlu’dur ama babası
yüzbaşı değil.”
“Haa” diye
anımsadığını belirtti Gijikin dede. “Yaşlılık işte, kusura bakmayın oğul.
İyisiniz değil mi? Ortalık karışık gözüküyor.” Eli ile uzaklaşan gençleri
gösterdi. “Şunlar uzaktan sizi izliyorlardı, dikkatli olun.”
İki öğretmen
sırtları dönük gençlere baktı.
“Bizim
öğrenciler bunlar. Hangi gazeteyi aldığımızı merak etmişlerdir, sanki bilmezmiş
gibi. Beyinlerini yıkıyorlar bu zavallıların. Tümü perişan. Açlarından
ölüyorlar, bu haldeyken akıllarınca ülkeyi kurtarıyorlar. Daha kendilerini
kurtarmadan milliyetçilik yapıyorlar.”
“Allah akıl
fikir versin, ne diyeyim oğul.”
Mustafa
Yüzbaşıoğlu dedeye doğru elini uzattı.
“Dede, ver elini
öpeyim de uğur getirsin. Dua et bu günleri atlatalım.”
Hacı arkadaşına
takılmadan edemedi:
“Dede bu Sünni.
Buna güven olmaz. Elini verme.”
“Oğul,
insanlığın Alevisi, Sünnüsü olmaz. İnsan olsun yeter.”
Gijikin Dede elini göğsüne götürerek
selamlayıp ayrıldı.
Ulu Cami’nin
önüne geldiğinde, bir hareketlilik dikkatini çekti. Öğle namazı için de henüz
erkendi Henüz namaz saati değildi. Bu saatlerde camide birkaç yaşlıdan başka
kimse görülmezdi. Bunlar genç insanlardı. Hızlı adımlarla sağa sola gidiyorlar,
asık suratla birbirine bir şeyler söylüyorlar, cami avlusuna girip
çıkıyorlardı. “Bir cenaze olmalı” diye düşündü Gijikin dede. “Allah rahmet
eylesin” diye söylenerek Camiyi geçti.
Birkaç genç
önünde yürüyordu. Kendi aralarında hararetli bir konuşma içinde oldukları belli
oluyordu. Çevreyi gözden geçirircesine inceliyorlar, uyarılarda bulunuyorlardı.
“Şu sokak … bu cadde… ilerisi Yörük Selim’e çıkar” türünden, kenti bilmeyen
birine kenti tanıtır sözler geliyordu dedenin kulağına. Son günlerde kentte
yabancı yüzler geziniyordu. Birtakım dedikodular dolaşıyordu ortalarda. Çevre
köylerden adam getirildiği söyleniyordu. Bunlarda köylü tipi yoktu. Yavaş
adımlarla ilerliyorlardı. Gıjıkin Dede, epeyce yaklaştı, hızla aralarından
sıyrılıp geçip gitmek istedi. Önde yürüyenlerden biri ayak seslerinden tedirgin
geri baktı. Gıjıkin Dede ile göz göze geldi. Genç adamın dişlerini sıktığını
gördü. Bakışları zehir saçar gibiydi. Arkadaşının “Mehmet Ali ağabey” diye
seslendiği duydu dede. Önüne dönen adam sert dille azarladı:
“Yok öyle biri”
Adımlarını
yavaşlatarak yürüyüşünü sürdürüyor, bir an önce bunlardan kurtulmayı
düşünüyordu. Öndekilerin de kuşkulu oldukları belli oluyordu. Ateşli bir
konuşma içindeydiler. Lafı birbirinin ağzından kapar bir heyecan içinde
gözüküyorlardı. Ülkeyi sevme, bu uğurda canını verme görevi yerine getirme,
gibi bir şeyler söylüyorlardı. Arada bir yarı baş çevirmesi ile çevreyi
gözetliyorlardı. Aralarından biri bir baş döndürüşte Gijikin dedeyi gördü.
Yılansı hoyrat dikizle yüzüne baktı. Arkadaşlarına başı ile arkadan gelen
dedeyi işaret etti, umursamaz bir yüksek sesle düşüncelerini söyledi:
“Bunlar var ya,
ah bunların tümünün köküne kibrit suyu döküp yakacaksın. Bu mikroplar olduğu
sürece bu ülkeye huzur yok.”
Tümü yarım
dönüşle Gijikin Dedeye baktı. Dede iyice işkillendi. Açıkça belaya
sürünüyorlardı. Ne yapacakları belli olmazdı. Bir çelme takıp devirebilirlerdi.
Belki bıçak da kullanırlardı. Çarşı esnafı çoğunluk onların yanındaydı. Başına gelenlerden sonra ne tanık bulabilirdi,
ne de savunan olurdu. Bir an bir vitrine bakar gibi durdu. Gerisin geri dönüp
bir ara sokağa girdi. Maraş’ı avucunun içi gibi biliyordu. Kaldırım taşları
döşeli dar ara sokaklarda kendisi ile hesaplaşarak ilerlemeye başladı. Dalgın
düşünüyor, kendi kendine söyleniyordu.
Güneşli güzel
günde kent bir cendereye dönüşmüştü. Bu sokaklar, bu evler, kapıda oynayan
çocuk yabancıydı. Bu insanlar başka aynı sözcüklerle ayrı dili konuşuyor, başka
duyguları paylaşıyorlardı. Yaşamında uğramadığı bir yerde bir başına gezinir
gibiydi. Duvarlar üzerine yürüyordu. Öylece yürüdü taş döşeli ara sokakları. Kendinden,
yaşamdan nefret ederek. Kimileyin gözü doluyordu. Neden bu piçlerin ağzının
payını vermemişti? Yiğit bir gün yaşar, korkak her gün ölürdü. Korkmuş muydu?
Başka ne olabilirdi? Başı kaldırmadan arnavurt kaldırımında yürüyor,
öfkeleniyor, yazgıya küfürler savuruyordu. Kendi kentinde yabancı, kendi
ülkesinde istenmeyen adam olmanın acısı yüreğini sızlatıyordu. Her olayda
suçlu, her kıyımda yalnız. Yalnızlık ve sahipsizlik içinde onurla direnmek,
ayakta kalmak bir yazgı, tanrının onlara yüklediği bir görevdi. Böyle
yazılmıştı yazgısı, böyle belirlenmişti yaşam yolu.
İnatla yolu
uzatıyor, içindeki kirli duyguları atmaya çalışıyordu.
Yürükselim
mahallesi önlerine vardığında kendisini rahatlamış hissetti. Başını sokak
taşlarından kaldırıp gök yüzüne baktı. Durdu, derin bir soluk aldı. Üzerindeki bütün gerilimi atmıştı. Gözlemlediği
olaydan söz etmeyecek, sıkıntısını onlara yansıtmayacaktı. Üzerinden bakan bir
bakışla yaşadıklarını değerlendirmeye girişti. Çağlardır süren bir yazgıydı
yaşadıkları. Kerbela’da Hz. Hüseyin’in başının kesilmesi ile başlayan kıyımın
artçı dalgası. Tepkisizliği de korkaklığından değildi, öyle öğütlenmişti.
Derinlerine sindirilmiş eziklik, yılgınlık duygusu içinde soylarını sürdürmüşler,
bu günlere gelmişlerdi. Egemen çoğunluğun hem içinde, hem dışındaydılar. Tüm
yükümlülükleri paylaşan, acıda tasada ortak, ama sevinçte, mutlulukta dışlanan,
paylaşımda yok sayılan bir birliktelik. Kıpırdayan sol düşüncelerle eşitlik
sağlanma umudu belirmişti. Ama bu kez de başka bir açmaz doğmuştu. Mezhep
anlaşmazlığı siyasi kavgaya dönüşmüştü. Kuşaktan kuşağa süren kavga, başka bir
boyuta taşınmıştı. Şimdilerde doğru düzgün bilmese de o da bir solcu
sayılıyordu. Tıpkı karşıtlarının milliyetçiliği bilmeden milliyetçi olmaları
gibiydi. Soyu Horasan erenlerine uzanan Türk de kendisiydi, Türk düşmanı
komünist sayılan da kendisiydi. Gerçekte hangisiydi?
Erenler Kahvesi,
kenti yukarılara bağlayan ana yolun önlerinde küçük bir tepecik üzerinde kurulmuş
derme çatma ahşap yapıydı. Kahvenin arkasında Alevilerin oturduğu Yürükselim
mahallesi yer alıyordu. Eski kalenin yamaçlarına serpilmiş evlerden oluşan
mahalle ise aynı kaplı dünyaydı. Evler, tepe yamaçlarına gelişigüzel serpilmişti.
Dar sokaklar eğri büğrü ilerliyordu. Çoğunluğu düzayak derme çatma evler yamacı
dolduruyordu. Evlerde yaşam yalın ve tekdüzeydi. Her gün aynı koşu içinde yarım
köy yarı şehir yaşamı sürüyordu. Ekmek çoğunluk evlerde ya da mahalle fırınında
pişiriliyor, yazın köyde bin bir emekle bir araya getirilen erzakla kış
çıkarılıyordu. Bir keçi kavurması, tuluk dolusu çökelek, içine serpiştirilmiş
peynir, bir külek tereyağından oluşan katıklık erzak gıdım gıdım kullanılarak
bir kış boyu idare edilip yaza çıkılıyordu. Yaşam koşulları çok daha zor olan
köye göre kentin yoksul mahallesinde yaşam sürmek bir gelişme sayılırdı.
Mahalleye
hastalık kaza gibi olaylar nedeniyle seyrek olarak taksi girerdi. Mahallede
herkes birbirini tanırdı. Mahalleye giren yabancı hemen fark edilir. Siyah
renkli Reno polis araçları hemen göze çarpar, herkes dikkat kesilirdi. Genellikle
gelen polisler Pol-derli devrimci polisler olurdu. Arada bir uğradıklarında
kendilerine çay ısmarlanır, kim oldukları, nereden geldikleri sorulur, dostça
yolcu edilirdi. Sivil polis ne ölçüde başarılı yalancı olursa olsun, anında
anlaşılır. Rahat siyasi konuşmalar kesilir, konuşma şakaya dönüşürdü.
Gijikin Dede
kahveye uzanan yokuşu tırmanırken yorulmuştu. Bir türlü kabul edemediği
yaşlılık kendini belli ediyordu. Ne çevik, ne dinamik bir adamdı. Yıllar
yıpratmış, yormuştu. Ama içinde gizli gençlik, bitmeyen umutlar, sönmeyen
inançlarla yaşıyordu. İçeriye soluk soluğa girmek istemedi. Bir iki dakika dinlendi.
Dingin biçimde kahvenin kapsını açıp girdiğinde, içeri tanıdık yüzlerle doluydu.
Erenler Kahvesi,
yabancıları kıskandıracak özlemlerin sığınağını andırıyordu. Evlerde yaşanan
sıkıntılar, sorunlar çok kez paylaşılarak unutulur, söyleşinin tadına varılır,
anlara dönülürdü. Çevre köylerden gelen Alevilerin bir araya geldikleri, sıcak
çay içerken geçmişi yaşattıkları bir tür sözlü gelenek yuvasıydı. Orta yaş üstü
erkekler kahvaltı sonrası birer ikişer kahveye gelirler, selamlaşıp hal hatır
sorduktan sonra ya bir oyun başlatırlar ya da sohbete girişirlerdi. Kahveye
erken gelenin çay parasını ödemesi geleneğine karşın, yoksul insanlar arasında
bu kural seyrek uygulanırdı. Zor koşullarda geçinen bu insanlar kendileri
ölçüsünde karşısındakini de düşünür, ona yük olmak istemezdi. Bu neden masalarda
içilen az sayıda çayların parasını içen öderdi. “Alman usulü” diye
adlandırılırdı bu uygulama ve pek seyrek bozulurdu.
Dedenin girişi
ile içeride gönül gücü yükseldi. Gijikin Dede, Maraş Alevilerinin sevip saydıkları
eski kuşak dedelerin son örneği sayılırdı. Bütün yüzünü dolduran makas değmemiş
gür aksakalı ve saçıyla Tolstoy’u andırıyordu. Uzun boylu dev gibi bir görünümü
vardı. Yeri sarsar gibi yürür, coşkulu konuşmaları ile bulunduğu söyleşi
ortamını renklendirirdi.
“Dede Gel dede gel” diye masalara çağırı
birbirini izledi. Gijikin eli ile selamlara karşılık verip göğsüne götürerek
teşekkür etti. Masalardan birine oturdu. Yanındakilere sağ elini sol göğsüne
götürerek gönül selamı verdi.
“Ne var ne yok,
erenler.”
Sıkıntılı bir hava
yaşanıyordu kahvede.
Sosyal demokrat
hükümetin gelişi ile kentte gerilim başlamıştı. Her gün kıyıda köşede olaylar patlıyor,
lisede öğretmen okulunda öğrenciler çatışıyorlardı. Gerilim günden güne
tırmanıyordu.
Daha korkunç bir
haber vardı. Kimsenin açmaya cesaret edemediği durum kendi sorunlarıydı.
Ortalarda kimi söylentiler dolaşıyordu. Dün akşam bir evde birtakım gizli işler
ortaya çıkarılmıştı. Örgüt Türk Yıldırım Komandoları adını taşıyordu. Dinamit
paketleri, ordu yapımı bombalar ve şaşırtma yapmak için sağcı kişi ve
kuruluşların adresleri, silah alımı ve suçlu kaçırılması için yapılan harcama
belgeleri, çek yapımı silah, bombalar.
Çevre köylerden
kurtçular toplanmıştı. Alevi mahallelerine baskın yapacaklardı. Kurtçu diye
tanımlanan otuzu bulmayan geçler topluluğu, ülkeyi Komünizmden kurtarmak için
korkunç savunma içinde sayıyordu kendini.
Kahveci bir çay getirip Gijikin Dedenin önüne koydu. Dede çaya iki şeker
atıp karıştırırken sabahtan beri yaşadıklarının etkisinden sıyrılamıyor,
düşünüyor, arada bir dalıp gidiyordu. Çayını yudumlamaya başlamadan bir
eksiklik duyar gibi tabakasını çıkardı. Parmaklarının arasında kalın bir sigara
sardı. Dili ile kağıdı ıslatarak yapıştırdı. Sigarayı yakıp dumanı dolu dolu ciğerlerine
çektikten sonra kendine gelir gibi oldu. Sigara dumanını burnundan dışarı
veriyordu.
Orta yaşlı biri, Gıjıkin dedenin yüzüne bakarak sordu:
“Dede nedir bu durum, nasıl görüyorsun bu yaşananları”
“Olanlar hayra alamet değil oğul. Hava kan kokusu var. Yem kavgası var.”
On sekiz yirmi yaşlarında olması gereken bir delikanlı karşı çıktı:
“Ne yem kavgası dede? Sorun ideolojik. Bunlar Amerikan uşakları.
Kendilerini bir türlü Amerikan uşaklığından kurtaramıyorlar. Komünizm falan
tümü bahane. Daha geçenlerde Robert Aleksander Peck adında bir Amerikalı
buralarda gezip bir şeyler araştırmış.”
“Ben bunları bilmem. Yem kavgası var. Biraz önce Ali Doğan’nın işyerine
giderken bir çırak bana laf attı. Kendilerinden alışveriş yaptığımız günlerde
her şey iyiydi. Şimdi bizimkiler dükkan açtı. Müşteri ellerinden kaçtı. Kavga
burada.”
Gijikin Dede
Fuat Bozkurt
Ali Doğan işyerini
güne hazırlamak için içeriyi düzenliyor, Vitrin pancurlarını açıyordu. Karşıdan
gelen Gijikin dedeyi görünce garipsedi. Bu saatlerinde dedenin uğradığı
olmazdı. Olağan dışı bir durum olmalıydı. Görünüşe göre kötü bir durum yoktu.
Dede hırsla aldırmadan yürüyordu.
Ali Doğan’ın
işyerine iyice yaklaşmıştı ki yandaki dükkan çırağının ağzının içinde küfür
ederek söylendiğini duydu:
“Kızılbaş
kafirin gidişine bak. Sanki dünyayı o yaratmış. Sakalına… kafir Kızılbaş.”
Dedenin görünümü
kırda, dağlarda yaşayan göçebenin görüntüsüydü. El değmemiş sakal bıyık,
salıverilmiş saçlar ve başına sarılmış bir örtü. Alabildiğine rahat,
alabildiğine özgür yaşıyorlardı.
Dede bu hakareti
yanıtsız bırakmak istemdi. Kendi kendisi ile konuşur gibi yüksek sesle karşılık
verdi:
“Dükkanınızdan
alışveriş ederken iyiydi, yezit dölü!”
Yöre Alevileri
genellikle bu tür aşağılamaları duymazdan gelir, aldırmazlardı. Bastırılmış,
suskun kimlikleri vardı. Onlar için kanıksanmış bir davranıştı bu. Saçı sakalı
birbirine karışmış bir Alevi dedenin görüntüsüne kent Sünniliği katlanamazdı. Aşağılama,
hor görme yüzyılların önyargısıydı. Bu düşmanlık bu hor görme nereden
kaynaklanırdı tam bilinmezdi. Genelde inançsal ayrıma dayandırılırdı. Kökü bin
yıla uzanan Kerbela kıyımına bağlanırdı. Bitip tükenmeyen bir kinin kuşaktan
kuşağa aktarımı sürüyordu. Aynı topraklarda yan yana yaşayan, sürekli ötelenen
dışlanan insan olmanın acısını duyan, üvey evlat olarak büyüyen aşağılana birey
olmanın acısını yaşamışlardı yüreklerinde.
Alevi çevre bu
tür aşağılamalara alışıktı. Yasa karşısında eşit, ama egemen çoğunluk gözünde
itilip kakılan bireyler olarak yetişirler, direnme savaşı verirlerdi.
Yüzyılların bir yargısı sayılırdı.
Gijikin dede bu
tür baskılardan uzak dağlarda büyümüştü. Baskı ve aşağılamaya dayanılmaz öfkesi
vardı.
On beş yirmi
yıla öncelere kadar tümüyle kırsal kesimde yaşayan Alevilerin kentle bağları
bulunmuyordu. Kent onlara yabancıydı. Bütün alışverişlerini Sünni esnafın
dükkanından yapıyorlardı.
Günlerden bir gün şans kırsal kesimde yaşayan
yoksul halka gülmüştü. Devlet Pazarcık ilçesi çevresinde yaşayan Alevi köylerin
yaşadığı sazlıklar kurutulmuş tarıma açılmıştı. Kartalkaya barajının
yapılmasıyla bu alan suya kavuşmuş, yolda iki üç kez ürün alınır olmuştu.
Böylece bölgede yaşayan Alevi köyleri akçal güce kavuşmuş, kentleşmeye,
kentlerde işyerleri açılmaya başlamıştı. Bir süre sonra edinilen kazanla
Aleviler de işyerleri açmaya başlamışlardı. Alevi halk kendine yakın bulduğu bu
esnafın işyerinden alışverişe alışmıştı Kentin köklü esnaf çevresi bu Pazar
kaybından sürekli rahatsızdı. Kendilerine teslim olmuş iyi bir Pazar günden
güne ellerinden kayıyordu.
Ali Doğan, Maraş
çarşısında yenilerde belirmeye başlayan Alevi esnaftan biriydi.
Gijikin Dedenin
öfkeyle gelişini gören Ali Doğan gülerek sordu?
“Hayrola dede bu
saatlerde uğramazdın. Beni rüyanda mı gördün?”
“Yok be dede
erenler ne rüyası, evde grev var. Kendimi dışarı attım.”
“Ne grevi?”
“Tüp bitmiş. Dün
karı, bir yerden bir tüp al diye söyledi. Bulamadım laneti. Sabah çay yapamayınca
dır dır etmeye başladı. Dayanamadım, çıktım evden.”
Sosyal demokrat
partinin yarım yamalak iktidara gelmesi ile ülke büyük bir bunalıma girmişti.
Bir anda bir dizi yokluk belirmişti. Tüp gaz, kuru çay, benzin, pirinç,
margarin gibi daha sıradan günlük ihtiyaç maddesi bulunmaz olmuştu. Kıbrıs
çıkarmasında söz dinletemedikleri Bülent Ecevit hükümetini yönetime gelince
Amerika bütün muslukları kısmış, onunla birlikte sağcı çevre partiler, ortamı
kaosa sürükleme çabasına girmişti. Ülkenin Amerika Kıbrıs fatihi Ecevit bu
ortamda beceriksizlik içinde debeleniyor, dışarıdan kimi destek arıyor boşa
koyuyor almıyor, doluya koyuyor sığmıyordu. Halkın acil gereksinimleri için
kamusal satış yerleri ile karşılamaya çalışıyor, mal yetiştiremiyordu. Solcu
sendikalar partiler de bu ortama bir türlü dayanamıyorlar, kesin önlemler
bekliyorlar, hükümeti zorluyorlardı. Sağcı partiler, solun yükselişinden endişe
duyuyor, ülkenin komünizme geçeceğini, Rusya’ya uydu ülke olacağı düşüncesini
yayıyorlardı.
Rus korkusu
Türklerin eski karabasanıydı. Sınır komşuları olan Ruslarla hep savaşmışlardı.
Son savaş 1 dünya savaşıydı ve Ruslar bu topraklara doğru ilerlemişlerdi. Şimdi
aynı sorunla yine yüz yüzeydi ülke. Bitip tükenmeyen kuşkular, korkular
özellikle Sünni kesim kavruluyordu.
Ali Dede
konuğuna yer gösterdi.
“Dede buyur
otur. Sabah çayını burada iç. Sonra bir yerden bir tüp buluruz. Bir de simit
söyleyeyim. Kahvaltını burada etmiş olursun.”
Gijikin dede,
Ali Doğan’ın konukseverliğe elini göğsün götürerek teşekkür etti. Hep böyle,
sağ elini kalbinin üzerine bastırarak içtenlikli selam verir, içtenlikle
teşekkür ederdi.
Boş olan
iskemleye oturduğunda rahatlayıp bıyığını sakalını sıvazladı. Dolu dolu
bıyıkları aşağı sarkıyor, sakalının içinde kayboluyordu. Makas değmemiş ak sakalı
bütün göğsünü dolduruyor, beline doğru uzanıyordu. Alnında yılların verdiği
kırışıklar, yüzüne derin anlam veriyordu. Sere serpe yayılmış kaşları gözleri
üzerine doğru dökülüyordu. Göz çukurlarına gömülmüş kara gözlerde anlamlı bir
enginlik, derinlik gizliydi.
Masanın üzerinde Cumhuriyet Gazetesi
duruyordu.
“Ne var
gazetede, havadislerde Ali Erenler?”
Ali Doğan,
umutsuz biçimde içini çekti.
“Tatsız dedem,
tatsız. Bu gidiş iyi değil. Bakalım sonumuz ne olur?”
“Ne olmuş ki?”
“Bir ev
basılmış. Türk yıldırım komandoları diye bir örgüt eviymiş. Dinamit paketleri,
silahlar bulunmuş.”
“Neredeymiş bu
ev?”
“Nerde olacak
burada, Maraş’ta.”
Ali Doğan, bir
an sustu. Dedenin tepkisini bekledi. Yanıt gelmeyince önüne döndü. Gazetedeki
haberi okumaya başladı.
“Şaşırtma yapmak
için atacakları sağcı kuruluş, işyerlerinin adları yazılıymış. Silah alımı,
suçlu kaçırmak için yapılan harcama belgeleri varmış. Çek yapımı silahlar
alındığı belirlenmiş.”
Dede, bir an
şaşırmış Ali Doğan’ın gözlerine baktı. Aklına gelen ilk soruyu sordu:
“Hüseyin’le
görüştün mü? Hüseyin ne diyor bu gidişe?”
Ali Doğan’ın
ağabeyi Hüseyin, bir süre önce yapılan seçimlerde, Maraş’tan milletvekili
seçilmişti ve başbakanla yakın ilişki içindeydi. Gijikin Dede gizli bir
beklenti içinde ondan umutlu bir haber duymak istiyordu. Ali Doğan, elini
boşlukta savurarak umutsuz karşılık verdi:
“Her şey denetim
altında korkunuz olmasın. Sıkı biçimde olayları izliyoruz’ demiş. Şu sıra
ekonomik sorunları çözmeye uğraştığını söylemiş. Libya’dan petrol almaya
çalışıyormuş. Devletin kasasında beş kurul kalmamış.”
“Kim kime
parasız bir şey verir, Ali?”
“Tam söylediğin
gibi dedem. Bu günleri atlatmaya çalışacağız. Ama sorun yoklukla bitmiyor.
Ortalık çok kötü dede. Dün Öğretmen okulunda kavga çıkmış. Kurtçular bizim
çocuklara saldırmışlar. İki çocuğu çok kötü döğmüşler. Ortalarda kötü haberler
dolaşıyor. Kurtçuların dışarıdan adam getirdikleri söyleniyor. Mahalleleri
gezip Alevi evlerini belirliyorlarmış.”
Yaşlı adam
anlatılanları dinlerken sigara sarmaya başladı. Yılların acısını duyar gibi
gözlerini süzmüş sardığı sigaraya bakıyordu. Söylenenleri duymuyordu Önüne
konan çay bardağının farkına varmadı. Sigarayı ağzına götürürken nerdeyse çayı
devirecekti. Sigarasından derin derin derin solurken düşünüyordu.
Ali Doğan
karşılık vermeksizin kendini dinleyen Gijikin dedeye baktı bir an. İçinden
geçenleri söyleme gereği duydu:
“Dede, ortalık
karışık. Bir süre köye gitseniz nasıl olur? Hani şu işyeri olmasa ben de
giderim. Ama mal, canının yongası. İşyerini kapayıp nereye gideyim? Senin böyle
bir sorunun yok.”
Gijikin Dede yılların
acılarını üzerinde taşımış olmanın gururu ile gülümsedi.
“Bir benimle mi
oluyor kurtuluş? Bir sürü eş dost ne olacak? Aldırma Ali erenler, atamızın
başına ne geldiyse bizim başımıza da o gelir. Yazgıdan kaçılmaz. iş olacağına
varır. Gençlere çocuklara bir şey olmasın o bize yeter.”
Gijikin Dede,
yaşı belirsiz bir çınarı andırıyordu. Doğum tarihi tam belli değildi. Geçen
yüzyılın sonlarında Tercan’da doğmuştu. Seksen, seksen beş yaşlarında
olmalıydı. Kureyşan ocağından geliyordu. Yörede kutsanan, kerametlerine
inanılan bir ocakzadeydi. Uzun yaşam koşusunda başına gelmeyen kalmamıştı.
Dersim olayları gibi kanlı olayın içinden sağ çıkmıştı. Bundan sonra yaşamının
bir önemi yoktu. Gençler, yeni yetişenler yaşasın yeterdi Bir de inandığı yol,
erkan yaşasındı. Hazreti Ali’nin, Hazreti Hüseyin’in yolu. Bütün özlemi buydu. Gerçeğe
uzanan yolun açığa çıkması ve aydınlanması.
Ali Doğan,
dedenin umursamaz tavrına içi sızladı.
“Dedem, sen bize
lazımsın. Senin gölgen bize yeter. Daha senden çok şey öğreneceğiz. Önümüzde
kılavuz olacaksın.”
“Ali’m
öğrenmenin sonu yok. Bizim zamanımız geçti artık sizler kılavuz olacaksınız.”
Masada duran
çaydan bir yudum aldı. İlerlemiş yaşına karşın güçlü ve dirençliydi. Horasan’dan,
Anadolu’yu aydınlatma görevi ile yollanmış son Rum erenini andırıyordu. Bu
söylencelerle büyümüştü. Çağlar öncesinde ataları Anadolu’ya gelmişler
ocaklarını kurup halkı birlik, dirlik içinde tutmuşlardı. Savaşlarını tahta
kılıçlarla yapmışlardı. Gerçekte tümü sevgi dağıtan barış adamıydı. Kimseyi
dışlayıp ötelememişlerdi. Ama yüzyıllardır kendileri dışlanıyor, itilip
kakılıyorlardı.
“Ali, benim
gitme zamanım geldi. Bize bir tüp bulabilir misin?”
“Dede o kolay”
diye telefona uzandı Ali Doğan. Dede’nin sıkıldığını anlamıştı. Uzun süre
oturmayı sevmezdi. Telefonu kapadıktan sonra açıklama yaptı. “Dede öğleden
sonra getirecekler, için rahat olsun. Bundan sonra greve gerek kalamayacak”
diyerek güldü.
Gijikin Dede
elini göğsüne bastırıp selam vererek yerinden kalktı. Dışa çıkarken elini
havada salladı:
“Aldırma Ali, iş
olacağına varır. Bizimki dervişlik. Ne gelirse Allahtan.”
Ardına bakmadan
içeriden çıkıp yürüdü. Pırıl pırıl güneşli bir bozkır sabahı yaşanıyordu. Hava
henüz serindi. Ana cadde boyunca çarşı içine ilerledi. Esnaf işyerini açmış alıcı
bekliyordu. Cadde boyu sağda solda milli piyango bilet satıcıları geziniyordu.
Bu saatlerde pek karşılaşılmayan bir durumdu.
Böylesi bir
günde insanlar neşeli, şen şakrak olurlar, konuşup gülüşürlerdi. Ama öyle
değil. Herkes karşıdakinden bir saldırı gelecekmiş gibi, gözünün üstünden
bakıyor. Sokaklar ürkütücü ayak sesleri, duruşlar soğuk, yüzler asık, insanlar
kaygılı. Bakışlarda hoyratlık seziliyor. Evler perdelerini dışarıya kapamış.
Arabalar sokaklarda kaçar gibi geçiyorlar. Aynı kapana kısılmış düşman silahşörleri
andırıyorlar. Kent omuzlarını sıkmış gerilim içinde bekliyor. Kimseye
aldırmadan yürümeyi sürdürdü. Bir lokantanın önünden geçti. İçeriden çorba
kokusu geliyordu. Başını çevirip içeri baktı, birkaç genç işkembe içiyordu.
Bir gazete
bayinin önünde sırtı kendine dönük iki genç adam gazete alıyordu. Üç yeniyetme
onların gazeteyi alıp uzaklaşmasını bekler gibi biraz ileride duruyordu. Gijik
Dede aralarından sıyrılarak geçti. Bayi önüne geldiğinde adamlar gazetelerini
almışlardı. Geri döndüklerinde Gijikin Dedeyle yüz yüze geldiler. Yüzlerinde
bir gülümseme belirdi:
“Günaydın dede,
nereden böyle sabah vakti?”
Gijikin dede tanıyamadığını
sezdirmemek için konuşuyor, kim olduklarını çıkarmak için dikkatle arada bir
yüzlerine, gözlerine bakıyordu.
“Günaydın beyler.
Evde tüp yok. Tüp aramaya çıktım.”
Adamlar dedenin
kendilerini tanımadığını hemen anlamışlardı. Biri dedeye,
“Dede, sakalın
çok uzamış. Berberde sakalına bir biçim verdirsek nasıl olur” dedi.
“Yok oğul,
sakala bıçak vurulmaz” diye tepki gösterdi Gijikin dede. Kendisini yakından
tanıdıklarını, şaka yaptıkları anlamıştı.
Dedeye takılan
kişiyi arkadaşı uyardı:
“Dedeye takılma.
Dede bizi tanımadı. Dedem sen ile Ali Doğan’ın işyerinde tanıştık. Meslek okulu
öğretmenleri. Ben Hacı, bu da Mustafa Yüzbaşıoğlu. Yüzbaşıoğlu’dur ama babası
yüzbaşı değil.”
“Haa” diye
anımsadığını belirtti Gijikin dede. “Yaşlılık işte, kusura bakmayın oğul.
İyisiniz değil mi? Ortalık karışık gözüküyor.” Eli ile uzaklaşan gençleri
gösterdi. “Şunlar uzaktan sizi izliyorlardı, dikkatli olun.”
İki öğretmen
sırtları dönük gençlere baktı.
“Bizim
öğrenciler bunlar. Hangi gazeteyi aldığımızı merak etmişlerdir, sanki bilmezmiş
gibi. Beyinlerini yıkıyorlar bu zavallıların. Tümü perişan. Açlarından
ölüyorlar, bu haldeyken akıllarınca ülkeyi kurtarıyorlar. Daha kendilerini
kurtarmadan milliyetçilik yapıyorlar.”
“Allah akıl
fikir versin, ne diyeyim oğul.”
Mustafa
Yüzbaşıoğlu dedeye doğru elini uzattı.
“Dede, ver elini
öpeyim de uğur getirsin. Dua et bu günleri atlatalım.”
Hacı arkadaşına
takılmadan edemedi:
“Dede bu Sünni.
Buna güven olmaz. Elini verme.”
“Oğul,
insanlığın Alevisi, Sünnüsü olmaz. İnsan olsun yeter.”
Gijikin Dede elini göğsüne götürerek
selamlayıp ayrıldı.
Ulu Cami’nin
önüne geldiğinde, bir hareketlilik dikkatini çekti. Öğle namazı için de henüz
erkendi Henüz namaz saati değildi. Bu saatlerde camide birkaç yaşlıdan başka
kimse görülmezdi. Bunlar genç insanlardı. Hızlı adımlarla sağa sola gidiyorlar,
asık suratla birbirine bir şeyler söylüyorlar, cami avlusuna girip
çıkıyorlardı. “Bir cenaze olmalı” diye düşündü Gijikin dede. “Allah rahmet
eylesin” diye söylenerek Camiyi geçti.
Birkaç genç
önünde yürüyordu. Kendi aralarında hararetli bir konuşma içinde oldukları belli
oluyordu. Çevreyi gözden geçirircesine inceliyorlar, uyarılarda bulunuyorlardı.
“Şu sokak … bu cadde… ilerisi Yörük Selim’e çıkar” türünden, kenti bilmeyen
birine kenti tanıtır sözler geliyordu dedenin kulağına. Son günlerde kentte
yabancı yüzler geziniyordu. Birtakım dedikodular dolaşıyordu ortalarda. Çevre
köylerden adam getirildiği söyleniyordu. Bunlarda köylü tipi yoktu. Yavaş
adımlarla ilerliyorlardı. Gıjıkin Dede, epeyce yaklaştı, hızla aralarından
sıyrılıp geçip gitmek istedi. Önde yürüyenlerden biri ayak seslerinden tedirgin
geri baktı. Gıjıkin Dede ile göz göze geldi. Genç adamın dişlerini sıktığını
gördü. Bakışları zehir saçar gibiydi. Arkadaşının “Mehmet Ali ağabey” diye
seslendiği duydu dede. Önüne dönen adam sert dille azarladı:
“Yok öyle biri”
Adımlarını
yavaşlatarak yürüyüşünü sürdürüyor, bir an önce bunlardan kurtulmayı
düşünüyordu. Öndekilerin de kuşkulu oldukları belli oluyordu. Ateşli bir
konuşma içindeydiler. Lafı birbirinin ağzından kapar bir heyecan içinde
gözüküyorlardı. Ülkeyi sevme, bu uğurda canını verme görevi yerine getirme,
gibi bir şeyler söylüyorlardı. Arada bir yarı baş çevirmesi ile çevreyi
gözetliyorlardı. Aralarından biri bir baş döndürüşte Gijikin dedeyi gördü.
Yılansı hoyrat dikizle yüzüne baktı. Arkadaşlarına başı ile arkadan gelen
dedeyi işaret etti, umursamaz bir yüksek sesle düşüncelerini söyledi:
“Bunlar var ya,
ah bunların tümünün köküne kibrit suyu döküp yakacaksın. Bu mikroplar olduğu
sürece bu ülkeye huzur yok.”
Tümü yarım
dönüşle Gijikin Dedeye baktı. Dede iyice işkillendi. Açıkça belaya
sürünüyorlardı. Ne yapacakları belli olmazdı. Bir çelme takıp devirebilirlerdi.
Belki bıçak da kullanırlardı. Çarşı esnafı çoğunluk onların yanındaydı. Başına gelenlerden sonra ne tanık bulabilirdi,
ne de savunan olurdu. Bir an bir vitrine bakar gibi durdu. Gerisin geri dönüp
bir ara sokağa girdi. Maraş’ı avucunun içi gibi biliyordu. Kaldırım taşları
döşeli dar ara sokaklarda kendisi ile hesaplaşarak ilerlemeye başladı. Dalgın
düşünüyor, kendi kendine söyleniyordu.
Güneşli güzel
günde kent bir cendereye dönüşmüştü. Bu sokaklar, bu evler, kapıda oynayan
çocuk yabancıydı. Bu insanlar başka aynı sözcüklerle ayrı dili konuşuyor, başka
duyguları paylaşıyorlardı. Yaşamında uğramadığı bir yerde bir başına gezinir
gibiydi. Duvarlar üzerine yürüyordu. Öylece yürüdü taş döşeli ara sokakları. Kendinden,
yaşamdan nefret ederek. Kimileyin gözü doluyordu. Neden bu piçlerin ağzının
payını vermemişti? Yiğit bir gün yaşar, korkak her gün ölürdü. Korkmuş muydu?
Başka ne olabilirdi? Başı kaldırmadan arnavurt kaldırımında yürüyor,
öfkeleniyor, yazgıya küfürler savuruyordu. Kendi kentinde yabancı, kendi
ülkesinde istenmeyen adam olmanın acısı yüreğini sızlatıyordu. Her olayda
suçlu, her kıyımda yalnız. Yalnızlık ve sahipsizlik içinde onurla direnmek,
ayakta kalmak bir yazgı, tanrının onlara yüklediği bir görevdi. Böyle
yazılmıştı yazgısı, böyle belirlenmişti yaşam yolu.
İnatla yolu
uzatıyor, içindeki kirli duyguları atmaya çalışıyordu.
Yürükselim
mahallesi önlerine vardığında kendisini rahatlamış hissetti. Başını sokak
taşlarından kaldırıp gök yüzüne baktı. Durdu, derin bir soluk aldı. Üzerindeki bütün gerilimi atmıştı. Gözlemlediği
olaydan söz etmeyecek, sıkıntısını onlara yansıtmayacaktı. Üzerinden bakan bir
bakışla yaşadıklarını değerlendirmeye girişti. Çağlardır süren bir yazgıydı
yaşadıkları. Kerbela’da Hz. Hüseyin’in başının kesilmesi ile başlayan kıyımın
artçı dalgası. Tepkisizliği de korkaklığından değildi, öyle öğütlenmişti.
Derinlerine sindirilmiş eziklik, yılgınlık duygusu içinde soylarını sürdürmüşler,
bu günlere gelmişlerdi. Egemen çoğunluğun hem içinde, hem dışındaydılar. Tüm
yükümlülükleri paylaşan, acıda tasada ortak, ama sevinçte, mutlulukta dışlanan,
paylaşımda yok sayılan bir birliktelik. Kıpırdayan sol düşüncelerle eşitlik
sağlanma umudu belirmişti. Ama bu kez de başka bir açmaz doğmuştu. Mezhep
anlaşmazlığı siyasi kavgaya dönüşmüştü. Kuşaktan kuşağa süren kavga, başka bir
boyuta taşınmıştı. Şimdilerde doğru düzgün bilmese de o da bir solcu
sayılıyordu. Tıpkı karşıtlarının milliyetçiliği bilmeden milliyetçi olmaları
gibiydi. Soyu Horasan erenlerine uzanan Türk de kendisiydi, Türk düşmanı
komünist sayılan da kendisiydi. Gerçekte hangisiydi?
Erenler Kahvesi,
kenti yukarılara bağlayan ana yolun önlerinde küçük bir tepecik üzerinde kurulmuş
derme çatma ahşap yapıydı. Kahvenin arkasında Alevilerin oturduğu Yürükselim
mahallesi yer alıyordu. Eski kalenin yamaçlarına serpilmiş evlerden oluşan
mahalle ise aynı kaplı dünyaydı. Evler, tepe yamaçlarına gelişigüzel serpilmişti.
Dar sokaklar eğri büğrü ilerliyordu. Çoğunluğu düzayak derme çatma evler yamacı
dolduruyordu. Evlerde yaşam yalın ve tekdüzeydi. Her gün aynı koşu içinde yarım
köy yarı şehir yaşamı sürüyordu. Ekmek çoğunluk evlerde ya da mahalle fırınında
pişiriliyor, yazın köyde bin bir emekle bir araya getirilen erzakla kış
çıkarılıyordu. Bir keçi kavurması, tuluk dolusu çökelek, içine serpiştirilmiş
peynir, bir külek tereyağından oluşan katıklık erzak gıdım gıdım kullanılarak
bir kış boyu idare edilip yaza çıkılıyordu. Yaşam koşulları çok daha zor olan
köye göre kentin yoksul mahallesinde yaşam sürmek bir gelişme sayılırdı.
Mahalleye
hastalık kaza gibi olaylar nedeniyle seyrek olarak taksi girerdi. Mahallede
herkes birbirini tanırdı. Mahalleye giren yabancı hemen fark edilir. Siyah
renkli Reno polis araçları hemen göze çarpar, herkes dikkat kesilirdi. Genellikle
gelen polisler Pol-derli devrimci polisler olurdu. Arada bir uğradıklarında
kendilerine çay ısmarlanır, kim oldukları, nereden geldikleri sorulur, dostça
yolcu edilirdi. Sivil polis ne ölçüde başarılı yalancı olursa olsun, anında
anlaşılır. Rahat siyasi konuşmalar kesilir, konuşma şakaya dönüşürdü.
Gijikin Dede
kahveye uzanan yokuşu tırmanırken yorulmuştu. Bir türlü kabul edemediği
yaşlılık kendini belli ediyordu. Ne çevik, ne dinamik bir adamdı. Yıllar
yıpratmış, yormuştu. Ama içinde gizli gençlik, bitmeyen umutlar, sönmeyen
inançlarla yaşıyordu. İçeriye soluk soluğa girmek istemedi. Bir iki dakika dinlendi.
Dingin biçimde kahvenin kapsını açıp girdiğinde, içeri tanıdık yüzlerle doluydu.
Erenler Kahvesi,
yabancıları kıskandıracak özlemlerin sığınağını andırıyordu. Evlerde yaşanan
sıkıntılar, sorunlar çok kez paylaşılarak unutulur, söyleşinin tadına varılır,
anlara dönülürdü. Çevre köylerden gelen Alevilerin bir araya geldikleri, sıcak
çay içerken geçmişi yaşattıkları bir tür sözlü gelenek yuvasıydı. Orta yaş üstü
erkekler kahvaltı sonrası birer ikişer kahveye gelirler, selamlaşıp hal hatır
sorduktan sonra ya bir oyun başlatırlar ya da sohbete girişirlerdi. Kahveye
erken gelenin çay parasını ödemesi geleneğine karşın, yoksul insanlar arasında
bu kural seyrek uygulanırdı. Zor koşullarda geçinen bu insanlar kendileri
ölçüsünde karşısındakini de düşünür, ona yük olmak istemezdi. Bu neden masalarda
içilen az sayıda çayların parasını içen öderdi. “Alman usulü” diye
adlandırılırdı bu uygulama ve pek seyrek bozulurdu.
Dedenin girişi
ile içeride gönül gücü yükseldi. Gijikin Dede, Maraş Alevilerinin sevip saydıkları
eski kuşak dedelerin son örneği sayılırdı. Bütün yüzünü dolduran makas değmemiş
gür aksakalı ve saçıyla Tolstoy’u andırıyordu. Uzun boylu dev gibi bir görünümü
vardı. Yeri sarsar gibi yürür, coşkulu konuşmaları ile bulunduğu söyleşi
ortamını renklendirirdi.
“Dede Gel dede gel” diye masalara çağırı
birbirini izledi. Gijikin eli ile selamlara karşılık verip göğsüne götürerek
teşekkür etti. Masalardan birine oturdu. Yanındakilere sağ elini sol göğsüne
götürerek gönül selamı verdi.
“Ne var ne yok,
erenler.”
Sıkıntılı bir hava
yaşanıyordu kahvede.
Sosyal demokrat
hükümetin gelişi ile kentte gerilim başlamıştı. Her gün kıyıda köşede olaylar patlıyor,
lisede öğretmen okulunda öğrenciler çatışıyorlardı. Gerilim günden güne
tırmanıyordu.
Daha korkunç bir
haber vardı. Kimsenin açmaya cesaret edemediği durum kendi sorunlarıydı.
Ortalarda kimi söylentiler dolaşıyordu. Dün akşam bir evde birtakım gizli işler
ortaya çıkarılmıştı. Örgüt Türk Yıldırım Komandoları adını taşıyordu. Dinamit
paketleri, ordu yapımı bombalar ve şaşırtma yapmak için sağcı kişi ve
kuruluşların adresleri, silah alımı ve suçlu kaçırılması için yapılan harcama
belgeleri, çek yapımı silah, bombalar.
Çevre köylerden
kurtçular toplanmıştı. Alevi mahallelerine baskın yapacaklardı. Kurtçu diye
tanımlanan otuzu bulmayan geçler topluluğu, ülkeyi Komünizmden kurtarmak için
korkunç savunma içinde sayıyordu kendini.
Kahveci bir çay getirip Gijikin Dedenin önüne koydu. Dede çaya iki şeker
atıp karıştırırken sabahtan beri yaşadıklarının etkisinden sıyrılamıyor,
düşünüyor, arada bir dalıp gidiyordu. Çayını yudumlamaya başlamadan bir
eksiklik duyar gibi tabakasını çıkardı. Parmaklarının arasında kalın bir sigara
sardı. Dili ile kağıdı ıslatarak yapıştırdı. Sigarayı yakıp dumanı dolu dolu ciğerlerine
çektikten sonra kendine gelir gibi oldu. Sigara dumanını burnundan dışarı
veriyordu.
Orta yaşlı biri, Gıjıkin dedenin yüzüne bakarak sordu:
“Dede nedir bu durum, nasıl görüyorsun bu yaşananları”
“Olanlar hayra alamet değil oğul. Hava kan kokusu var. Yem kavgası var.”
On sekiz yirmi yaşlarında olması gereken bir delikanlı karşı çıktı:
“Ne yem kavgası dede? Sorun ideolojik. Bunlar Amerikan uşakları.
Kendilerini bir türlü Amerikan uşaklığından kurtaramıyorlar. Komünizm falan
tümü bahane. Daha geçenlerde Robert Aleksander Peck adında bir Amerikalı
buralarda gezip bir şeyler araştırmış.”
“Ben bunları bilmem. Yem kavgası var. Biraz önce Ali Doğan’nın işyerine
giderken bir çırak bana laf attı. Kendilerinden alışveriş yaptığımız günlerde
her şey iyiydi. Şimdi bizimkiler dükkan açtı. Müşteri ellerinden kaçtı. Kavga
burada.”
Biraz önce dedeye ideolojik çözümleme yapmaya kalkan genç adam hayran
hayran dedenin yüzüne baktı:
“Vallahi dede bu hiç aklıma gelmişti.”
“Oğul bu saçı değirmende ağartmadık. Okumadık ama bizim de gördüğümüz,
yaşadığımız var. Amerikan’ı bilmem kimi bahane. Onlar gelirler, ortalığı
karıştırırlar. Sonuçta bizim karşımıza bunlar çıkacak. Bin yıldır hep bunlar
vardı. Yine onlar olacak.”
Gıjikin Dede, ne komünizmi, ne de faşizmi biliyordu. Yılların verdiği deneyimle sorunları çözmeye
çalışıyordu yalnızca. Son dönemde iyiden iyiye kendini Cumhuriyet Halk
Partisine kaptırmış, Bülent Ecevit’i umut olarak görmüştü. Irkçılıktan oldu
bitti nefret ederdi. İnancına, yaşantısına, doğasına aykırı bir söylemdi
ırkçılık. Bu yüzden kurtçu, faşist diye adlandırılan aykırı gençlerden nefret
ediyordu.
Değişik masalardan konuşma sesleri birbirini bastırıyordu. Arada biri
“Ben bir yerden duydum bu gece bizim mahalleyi basacaklarmış. Hazırlıklı
olsak iyi olur. Boş bırakmamak gerek. Sonra pişman oluruz” dedi.
Bir süredir ortalarda bu tür söylentiler birbirini kovalıyordu. Ama
genellikle doğru çıktığı yoktu bu haberlerin. Bu yüzden pek kimse
önemsemiyordu.
İçerideki gençler kendi kendilerine efeleniyorlar, faşistler
geldiklerinde onları nasıl geri püskürteceklerini anlatıyorlardı. Kahvenin
camekanlarından dışarıyı seyre dalan yaşlılar, gençlerin özgüvenine
gülüyorlardı. Kimsenin evinde savunacak silah yoktu. Kazma kürek gibi ilkel
araçlarla nasıl direnilirdi?
Gıjikin Dede yanında oturanlara güvence verdi:
“İş olacağına varır erenler. Şahımerdan Ali’ bizleri saklar, korur.”
Gençlerden biri ironik bir gülümseme ile karşılık verdi:
“Dede Ali’nin kendisine faydası olmamış ki bizi korusun!”
İçerdekilerin büyük bölümü de güldü. Dedenin aldırdığı yoktu. Önüne gelen
çayı yudumluyor, sigarasını içiyordu.
Bu sırada uzaklardan bir araç sesi duyuldu. Bir taksi kahvenin önüne
doğru yaklaşırken, hemen herkesin içinde bir sızı belirdi. İçeride nefesler
tutulmuştu. Yavaşça ilerleyen arabanın gitmesin bekliyorlardı. Biraz ilerleyen
taksi durdu. Dört kapı aynı anda hızla açılıp dört kişi dışarı fırladı.
Kahvede oturanlar donmuş gibi ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı ki, en
önde koşanlardan biri elindeki bir paketi kahveye doğru atması bir oldu. Aynı
anda çaycının sesi yükseldi:
”Basıldık, başınızın çaresine bakın.”
Atılan bomba kapının önüne düştü. Birkaç saniye sonra korkunç biçimde
patlarken kapı paramparça oldu. İçeri saldırganların girişine açılmıştı. O anda
herkes kendini yerlere atmış, canını kurtarmaya çalışıyordu. Dışarıdan kapıya
ateş ediliyor, içerisi acımasızca taranıyordu. Her tarafa kurşunlar yağıyor,
can derdi ile kimse ne yapacağını bilmiyordu. Dışarıdakiler başladıkları işi
yarım bırakmaya niyetli gözükmüyorlardı. İlk anda içeriyi susturmuş, baskı
altına almışlardı. İçeri girip tümünü temizleyeceklerdi.
O anda Gijikin Dede yerinden başını kaldırdı, içeridekilere seslendi:
“Erenler, kendimi feda ediyorum. Çağırdığım yerde zerre kadar bir şey
varsa sizi korusun. Hakkınızı helal edin.”
Kimsenin bir şey söyleyecek gücü yoktu. Gıjikin Dede hırsla yerinden
kalkıp kahvenin kapısına vardı. Ellerini göğe doğru açtı. Çılgınca bağırdı:
“Ey Şahımerdan, ey Hazreti Hüseyin, koru seni sevenleri. Sana sesleniyorum
ey erenler şahı. Göster seni sevenlere gücünü!”
İçerdekiler yattıkları yerden başlarını kaldırmış, dedenin ne yaptığına bakmaya
çalışıyordu. Aralıksız kurşunlar yağıyordu. Dede ayaktaydı. Kurşunların ona
isabet edip etmediği belli değildi. İlerledi, kapının tam önüne geldi. Açık
durumdaki iki avcu ile kapının üzerine şiddetle vurdu. Dışarıdan kurşunlar
yağmaya devam ediyordu. Kahvedekiler yeniden başlarını kollarının içine almış,
korunmaya çalışıyordu. Kurşun sesleri arasında saldırganların bağırma seslerini
duyuluyordu yalnızca:
“Ölmüyor lan, ölmüyor kafir. Hala ayakta. Ne oluyor anlamıyorum”
Saldırganlar şaşırmışlardı. Kızılbaş dedesi ölümsüz müydü? Neydi karşıda
gördükleri? Kapıyı tutan adam bir türlü bırakmıyordu.
Belli belirsiz küfürler, şaşma sözleri birbirini izliyordu.
“Kaçalım, arkadaşlar. Bu hayra alamet değil” diye bir bağırtı duyuldu.
Saniyeler uzuyor, bitimsiz zamana dönüşüyordu kahve tabanına kapanmış
ölümü bekleyen müşteriler için. Ne kadar sürdüğü belli olmayan bir ölüm kalım
süreci yaşanıyordu. Silah sesleri sustu. Küfürler, tehditler kesildiğinde,
birer ikişer başlarını kaldıranlar dışardakilerin gittiğini gördüler.
Gıjikin dede öylece kanlar içinde kapıya asılmış duruyordu. Başı sağ yana
omuzunun üstüne düşmüştü. Üzerinden akan kanlar ayaklarına doğru kan sızıyordu.
Beton zemin benek benek kan olmuştu. Duvara isabet eden kurşunlar delikler
açmıştı.
Ayağa kalkanlalar hayretler içinde dedenin yanına yaklaştı. Bunca kurşuna
karşın ayakta kalmasına onlar da şaşırmıştı. İyice yaklaşıp baktıklarında dedenin
kerametini gördüler. Dede ellerini kapı sövesi üzerinde bulunan çivilere
saplamış, öylece ayakta kalmayı başarmıştı.
Dedenin üzerinde on iki kurşun yarası vardı. O çağırdığı Şahımerdan Ali ve on iki imamlar aşkına kendini feda etmiş, içeridekileri kurtarmıştı.imamlar aşkına kendini feda etmiş, içeridekileri kurtarmıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder