Göç
Sorunu ve Türklerde Göç Olgusu
“Göç
yolda düzelir.”
Fuat
Bozkurt
Özet
Göç, geçmişten
günümüze insan ve toplum yaşamında önemli yer tutan bir olgudur. Oldukça geç
dönemde yerleşik yaşama geçen Türk insanı için ayrı bir önem taşır. En eski
destanlarımızdan biri Göç Destanıdır. Destanda anlatılan göç, Çinlilere kutsal
bir kayanın hediye edilmesi ve bu olayın yıkıma neden olması sonucunda
gerçekleşir. Orta Asya- Horasan’dan göç sonrasında Türkler Anadolu’ya
yerleşirler. Ancak, bu yerleşik yaşam bile yarı göçebeliktir. Halk, yazın ve
kışın farklı alanlarda yaşar. Yazı yaylalarda, kışı obalarda köylerde
geçirirler. Eski dönemlerin göç alışkanlığı genlere işlemiştir.
Balkan
kapılarının açılmasıyla gazi dervişler öncülüğünde Balkanlara göç sürer. Türk
göçmenler, Romanya’ya kadar ulaşır. 18. Yüzyıl sonlarında Osmanlı
İmparatorluğunun toprak kayıpları ile, göç yönü Anadolu’ya döner. Kırım, Girit,
Makedonya ve Kafkaslardan göçler yoğunlaşır.
Bu
dış göç dalgaları yanında bir de iç göç vardır. Anadolu’nun yoksul, kurak
bölgelerinden Güney illerine, özellikle Çukurova’ya mevsimlik işçiler gelir,
yazın köylerine geri dönerler. 1950 yılında İstanbul’a göç başlar. İstanbul’a
göç edenler, genellikle yalnız giderler. Adana’ya gidenler gibi ailelerini
birlikte götürmezler. İstanbul göçmenleri daha çok maceracıdır. İstanbul,
zengin ve ünlü olmak isteyen gençlerin „Taşı toprağı altın“ kentidir.
1960
yılında Türkler Almanya başta olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerine konuk
işçi olarak gitmeye başlarlar. Önceleri bir iki yıl çalışıp geri dönme
düşüncesiyle yola çıkarlar. Ancak, yıllar yıllara ulanır, konuk işçilik
göçmenliğe dönüşür.
Coğrafi
konumu nedeniyle Türkiye doğu ile batı arasında bir geçitte yer alır. Tarih
boyunca Anadolu halkı, göç etmeye de göçmen kabul etmeye de alışıktır.
Göçmenlik sorunları Türk destan ve halk hikayelerinde konu edilir. Göçmenlikle
ilgili sözcükler Türkçede önemli yer tutar.
Batı
toplumları göçe karar verdiklerinde hazırlık yaparlar. Gidecekleri ülke
hakkında bilgi edinirler. O ülkenin dilini ve kültürünü öğrenmeye çalışırlar.
Türk göçmenliğinin en önemli özelliği plansız olmasıdır. „Göç yolda düzelir“
atasözü bu özelliğimizi çok belirgin biçimde anlatır.
Abstract
The
Migration issue and the Origin of Turkish Migration
‘The
caravan organises itself on the road’
Migration is a phenomenon that - from past to present – plays an
important role in the life of both individuals and society. For the Turks, who settled permanently in later periods,
migration has also another significance. One of their oldest epic is the migration
epic. The migration described in this epic was the consequence of the gift of a
sacred mountain to the Chinese people and how this gesture finally resulted in
destruction.
After their emigration from Central
Asia-Khorasan, the Turks finally settled in Anatolia. However, this settled
life is still semi nomadic. Many people nowadays still live in different places
during summer and winter time. They are used to spend summer in the highlands
and winter in their villages; migration habits of former times became part of
their genes.
With the expansion of the Ottoman Empire, Turkish
migration continued towards the Balkan region among the leadership of veteran
dervishes and Turkish migrants reached Romania.
In the late 18th century, due to the
Ottoman Empire’s reduction of territory, a migration process appeared from
Crimea, Crete, Macedonia and the Caucasus to Anatolia.
In addition to these above mentioned
external migration processes, also an internal migration movement started.
Seasonal workers from dry poor regions of Anatolia migrated to southern cities
in the Cukurova region, especially to Adana. During summer, this workers
returned to their villages.
In the early 1950s, an internal migration
process to Istanbul started. Those who migrated to Istanbul usually went on an
individual basis instead of those who migrated to Adana with their families.
The first group tends to be more adventurous as Istanbul - with its ‘stone and
ground of gold’- is considered as the city
of ‘the young, rich and famous’.
In the early 1960s, the guest workers
movement to various European countries, particularly Germany, occurred.
Actually, these employees planned to work abroad for only a few years, but
finally, year after year, temporary employment abroad resulted in emigration.
Due to its geographical location, Turkey can be
considered as a bridge connecting East and West. Throughout history, the
Anatolian population became accustomed to migration and the acceptance of
immigrants. Immigration issues are important subjects of Turkish epics and folk
stories and expressions in the context of the migration concept take an
important place in the Turkish vocabulary.
People from Western societies generally prepare
themselves when deciding to emigrate by thoroughly researching their intended
country of destination and committing themselves to learn the language and
culture of their new home land. The most important characteristic of Turkish
migration is the fact that it is unplanned. A well-known Turkish proverb says:
‘The caravan organises itself on the road’ which can be seen as a metaphor for
migration. Migration provides bitterness, pain and sorrow, but these negative
impacts have the ability to transfer into peace, joy and
happiness in society.
Such as life, migration enquires a great
deal of effort and necessary tension. In case of mutual endeavour of both the
individual and society, migration has the potential to be successfully and of
added value.
Göç
Göç, hareketli canlının geçici ya da sürekli
olarak yaşam alanını değiştirmesi olayıdır. İnsanlarda olduğu gibi hayvanlarda
da göç olayı vardır. Göçü bir yerde canlının yaşamını ve soyunu sürdürme
çabasının ürünüdür. Canlı geleceğini tehlikede gördüğü
Tarihin en eski döneminden beri insanlar
gibi başka hareketli canlıların çeşitli nedenlerle yer değiştirdiklerine tanık
olunur. Düşünen canlı olarak insan hareketliliği büyük olaylara neden olan
sonuçlar doğurmuştur. Doğudan Batıya ünlü kavimler göçü, Hindistan’dan dünyaya
yayılan Çıgan göçü bunların önemlileridir. Yakınlarda bilimsel verilerle
kanıtlanan Kuzey Amerikan yerlilerinin Kuzeydoğu Asya ile ilişkileri bir göç
olayı olarak değerlendirilmelidir.
Göç Koşulları
ski çağlardan günümüze uzanan süreçte göç, zor bir
olaydır. İnsanlar kolay kolay göç etmezler. İnsanı zorlayan nedenler olmak
zorundadır. Zorunlu nedenlerle göçe çıkan insanları bir dizi güçlük bekler. Bozkırın
kendine özgü yasaları vardır. Yaban hayvanı ve bitkilerle geçinen toplumun
üyesi bir anne, bir yerden başka bir yere göçülürken birkaç eşyasının yanı sıra
ancak tek bir çocuk taşıyabilir. Çocuğu göç sırasında kabileye ayakbağı
olmayacak ölçüde hızlı yürümeye başlamadan ikinci bir çocuk sahib olmayı göze
alamaz. Uygulamada yaban hayvanı ve bitkilerle geçinen göçebe bir toplumda
doğumların arası –süt üretimi nedeniyle adetten kesilme, cinsel ilişkiden
kaçınma, çocuk öldürme, çocuk düşürme gibi yollarla- dört yılı bulur.[1]
Bu nedenle insan soyunu sürdürebilmek için gerektiğinde
yaşlıyı ölüme bırakır, çocuğunu yaşatır. Bu özellikle göçebe yaşam koşullarının
yarattığı bir dayatmadır. Göçebe yaşam döneminde yaşlı ve çocuk aileden çok
obanın sorumluğu altndadır. Oba gelecekle geçmiş arasındaki ikilemde geleceğini
seçer.
Bunun tam karşıtı, yerleşik yerleşik insanların göç etmek
ve küçük çocukları taşımak gibi sorunları olmadığı için onlar da
besleyebilecekleri kadar çocuk yapıp bakabilirler. Çiftçi toplumlarda
doğumların arası iki yıl kadardır ; avcı/ yiyeccek toplumlardakinin yarısı
kadar. Yiyecek üretenlerdeki yüksek doğum oranı, dönüm başına doyurabilecekleri
insan sayısının yüksekliğiyle birleştiği zaman, onların avcı/ yiyecek
toplayıcılara göre daha yüksek nüfus yoğunluğuna ulaşmalarına olanak sağlar.
Nedenleri
Göç olayının başat nedeni yaşam ortamında
olan daralma, sıkışmadır. Bu daralma kavimler göçünde olduğu gibi kimileyin
doğal ortam değişimi nedenleriyle olur. Kuraklık, iklim değişimi yaşam
koşullarının güçleşmesi en önemli etkendir. Kimileyin ise -Hun ve Moğol
yayılmasında olduğu gibi- siyasal nedenlerden kaynaklanır.
Çağımızda bu nedenlere bir de yaşam
süresinin uzaması ve emeklilik yıllarını daha rahat ortamda sürdürme
eklenmelidir. Özellikle son yıllarda Avrupa ülkelerinden Akdeniz kıyılarına
olan göçler bu türdendir.
Hangi nedene dayanırsa dayansın, yaşam
alanı koşullarına dayanır.
Türleri
Elinden ülkesinden ayrılıp yurdunu
yuvasını bırakan insan olan göçmen, kendi içinde birtakım alt başlıklara
ayrılır.
İç
Göç Dış Göç
Göç olayını birkaç alt türde incelemek
olasıdır. Öncelikle göç, iç göç, dış göç olarak iki türe ayrılır.
İç Göç aynı ülkede yaşanan yerleşim alanı
değiştirme olayıdır. Bu göçler sürekli kalıcı ya da mevsimlik olur. Genellikle
mevsimlik göçlerle başlar, giderek süreklik kazanır. Adana iç göçü geleneği ile
yoğrulmuş kentlerinden biridir.
Bir de göçü sürekli ve geçici göç olarak ayrılabilir.
İnsanlar, yaşadıkları toprakları kolay kolay bırakıp gitmezler. Nedenlerini
daha önce vurguladığımız gibi yaşam koşullarının bulunmaması nedeniyle terk
ederler. Bu koşulların düzelmeyeceği inancı olduğunda göçler başlangıçta
süreklilik düşüncesine dayanır. Elini memleketini bırakıp ayrılan topluluk bir
daha dönmemek üzere ayrılır ve gittiği yeri vatan tutmak üzere gider. Doğal
koşullara dayanan göçlerde bu kesinlik kazanır. Bırakılan el anılara gömülür,
destanlarda, söylencelerde anlatılır. Doğan yeni kuşaklar gittikleri ülkenin
çocuğu olarak büyürler. Anadolu’ya gelen Türkler bunun bir örneğidir. Yakın
dönemde bunun en özgün örneğini Amerika oluşturur.
Sürgün
Kimi dönemlerde yöneticilerin emriyle
yapılan zoraki göçler sürgün diye
adlandırılır. Osmanlı döneminde Yörüklerin Kıbrıs’a göçe zorlanması ve Kurtuluş
Savaşı sonrasında Karamanlı Türklerinin Ortodoks mezhebine inandıkları için Rum
sanılarak Yunanistan’a gönderilmesi bu tür sürgünlerdir. Adana yöresinde
yaşayan Türkmenlerden Nacarlı oymağı e
Siyasal nedenlerle yapılan bu göçler derin
yaralara neden olur ve sancısı uzun sürer.
Türk Tarihinde Kırım sürgünleri, Ahıska
sürgünleri gibi örnekleri vardır.
Sığınmacı
Göçmenlik olayında başka bir ayrım,
göçmen, sığınmacı ayrımıdır. Göçmenlik daha çok ekonomik nedenlere dayanır,
sığınmacılık ise politik nedenlerden kaynaklanır. Göçmen, gönüllü olarak yerini
yurdunu terk eder ve genellikle dönmemek üzere ayrılır. Sığınmacı göçmenlik
süresini geçici olarak düşler, öylece ülkesinden ayrılır, ama koşulların
değişmesi ile geleceğin ne getireceğini bilemez. Çok kez göçmene dönüşür.
Ortak
Özellikler
Göçmen, yurdundan yuvasından koparılmış
insandır. Yaşamı boyu oradan oraya konaklar, Yurt edinmeğe çalışır. Temelde
toprağından, yetiştiği kaynaktan sökülüp atılmanın acısını kendisi ile birlikte
sürükler. Bu sürükleyiş içinde toplumsal bir depremi, aklıyla duygusuyla sezer.
Yerleşmiş, durağan bir toplumsal yapının içinde tek düze bir yaşama soyunmuş
kişilerle göçmenin temel farkı da buradan kaynaklanır. Bu fark neleri ortaya
çıkarabilir. Bir kez toplumsal yabancılaşma çarpıcı ve o ölçüde de yıkıcı olur.
Aşağılık duygusunun yarattığı karmaşık dürtülerin güdümlediği davranışlar
güçlenir. Bu davranışlar yerleşik toplumun değer yargılarıyla açık ya da kapalı
bir çatışmaya kadar uzanır. Göçmen yerleştiği yeni yerde, kendisini sürekli
yalnız hissetmesi sonucunda varlığını sürdürme açısından kişiliğini kabul ettirme
güdüsü toplumun diğer bireylerinden daha güçlü ve etkili olmaya başlar. Öte
yandan göçmen kültürle yerleşik kültürün arasındaki farklar o döneme kadar akla
getirilmeyen bazı çelişkileri yaratır.
Göçmenle sürekli devinen bir topluluk
oluştururlar. Bu devinim başlangıçta yer ve yöre değiştirmeden ileri gelen fiziki
bir devinim görünümündedir. Ama bu devinim kısa sürede toplumsal devinim
biçimine dönüşür. Toplumsal devinimde bir hızlanma gözle görünür hale gelir.
Özellikler toplumsal ilişkileri ve kültürleri daha ileri düzeyde olan göçmen
toplumlarda bu hızlı değişim dönüşümcü bir karakter almaya başlar. Yeni geldiği
toplumu daha ileri götürmenin koşulları aranır, bu koşullarda öncüler
yetiştirmeye başlar. Öç olgusu böylece sayısal bulgularla ölçülebilen
demografik bir olgu olmaktan çıkarak toplumsal dinamiği güçlendiren ve artıran
bir nitelik kazanır.[2]
Üst
Düzey Göçmen
Göçmen kültür, yerleşik kültürden daha
kuvvetli ise ya da başka bir deyişle daha üst düzeyde yani ileri ise toplum
içinde başat olma arzusu o oranda öncelik kazanır. Fakat göçmen kültürün taşıyıcılarının
nitel olarak tabanı dar olduğu için, göçmenlerin birey ve grup olarak yerleşik
otoriteye karşı tutumlarında dik başlılık, umursamazlık, o otoriteyi sarsmaya
yönelik tutumlar, egemen olmaya başlar. Eline geçen en küçük fırsatta bile
göçmen yerleşik otoriteyi alt edecek bir kavganın içine girer.
Alt
Düzey Göçmen
Göçmen kültürün yerleşik kültüre oranla
geriliği ise bunun tam tersi bir tepkiye neden olur. Çoğunlukla göçmen
topluluklar yerleşik kültürü kabul eder ya da içine kapanır ezik, kendi öz
çıkarlarını bile savunmaktan uzak bir boyun eğişin tipik örneklerini verir.
Sonuçta göç, gerek göç edenler açısından,
gerekse yerleşik toplumlar yönünden özümsenme çabası gerektiren bir olgudur.
Göçmen
Ülkesi
Göçmen genelde istenmeyen konuktur. İnsan
yükü ağırdır ve insanlar kendi kaynaklarını başkaları ile paylaşmak istemezler.
Yabancı insanlara güvenmezler. Bu yüzden toplumların göçmenlere yaklaşımları
değişik olur. Başka toplumlarla ilişkisi olmayan toplumların yaklaşımı çok
olumsuzdur.
Vatandan
Kopmak
Göçmenleri özellikle ülkesine dönme yasağı
yaşayan göçmenleri bekleyen büyük bunalımlardan biri vatancüdalık duygusudur.
Vatancüdalık vatandan kopunca bastığı toprağın ayaklarının altından kayması
sonucu ortaya çıkan bir ruh halidir. Bu ruh halinde bireyin iç âlemindeki
şuur gücü, denetleme yeteneği zayıflar. Şuuraltının derinliklerine itilmiş
küçüklükler, küçük kinler, garazlar, nefretler, küçük görmeler, ucuz suçlamalar
ve tümü içinde de doğrudan basitleşme, iç âlemindeki küçük
ölçülere ve değersiz hükümlere kaptırmak kaçınılmaz bir durum alır.
Hele nefsimizi murakabe edecek bir ruh
disiplininden, yani bir iç alem kültüründen yoksunsak veya bu alanda zayıfsak,
bu şuuraltı şeytanları hemen harekete geçerler. Ve en önce bizim sağduyumuzu
zaptederler.
Avrupa’da bulunduğum sırada bu vatandan
kopmuş olma rahatsızlığının sayısız canlı örneği ile karşılaştım.
Amerika
Örneği
Amerika toprağı içine aldığı insanı eriten
kazanı andırır. Amerika’ya gelen birinci göçmen yaşamı boyu geldiği ülkenin
insanı olarak kalır. İngilizceyi öğrense de anadili baskındır. Oğlu,
İngilizceden başka dil bilmez ve çevre tarafından yarı yarıya özümsenmiş
durumdadır. Kökenini bilirse de bununla övünmez. Kabuğundan çıkıp kabuğunu
beğenmeyen kestane gibi ana babasını beğenmeme duygusu yaşar. Üçüncü kuşak ise
tümüyle Amerikan’dır. Kökeninin anısı bile silinmiş, adıyla sanıyla Amerikan
olmuştur. Kendisini bir kilise zincirinin içine atıp orada kendine yer bulmaya
çalışır. Başlangıçtaki İngiliz taban (zemin) üzerine Alman, İrlandalı, Yahudi
katılımları kendi damgalarını basar. Protestan zemine Katolik öge eklenir.
Samuel Huntington, Amerikan kimliğini Anglo-Amerikan Protestan kimliği olarak
tanımlar.
Genç bir toplumdur ortaya çıkan ama
kendine söylence yaratmada gecikmez. Bunun en özgün örneği beyaz sivri sakallı,
çizgili pantolonlu, üzerine yıldızlar serpiştirilmiş lacivert ceketli
karikatürde gözüken Sam Amca tipidir.
Sam Amca’nın kendine özgü bir yaşam
anlayışı vardır. Özel girişimci olarak yaşama atılır. Ama girişim düşüncesi
giderek yerini süreklik, kalıcılık, sıkıdüzene bırakır. Artık köylü değil
gittikçe güçleşen kentli bir ortamda sivrilmek gerekir. Çalışma bireysel
olmaktan çıkıp kollektifliğe dönüşmüştür.
Eğitime inanır ama işlevsel olmasını
ister. Eğitimin bir kültür edinme işi değil, formüller, yöntemler topluluğu
olduğuna inanır. Eğitimi pişmiş kotarılmış bilgiyi kutulara yerleştirilmiş,
hatta olasıysa komprime biçimine
sokulmuş ister.
Yaratıcı, aşırı pervasız, biraz delibozuk,
eksantrik bir adamdır.
Edebiyatı bile ulusaldır. Mark Twain,
Whitman, Edgar Alla Poe özgün Amerikan yazarlarıdır. Ama Avrupa ile bağları
sürer.
Türk
Kimliğinde Göçmenlik
Türk kültüründe
derinlerinde göç olgusu ve yarası vardır.
Bireyler gibi toplumlar da bir anda
geçmişleri ile bağlarını koparıp yeni yaşam düzeninin uyum sağlayamazlar. Oldukça
geç yerleşik yaşama geçmiş olan Türk halkı yerleşik yaşamda eski yaşam biçiminin
izlerini değişik biçimlerde sürdürmüştür.
Bohça
Kültürü
Göçebelerin mal, mülkü seyyardır. Bütün
çamaşırlar giysiler bohçalara, sandıklara konup korunur. Bunlar her an
yolculuğa çıkılacakmış gibi hazır bekletilir. Anı geldiğinde bohça ve
sandıklar, atlara öküzlere yüklenir. Halılar, çadır iskeleti, keçe duvarlar
develere yüklenir. Eve gelindiğinde de herkesin bohçası, sandığı saklanır.
Konut düzenimiz de çadırı andırır. Türklerin bu konumunu yabancı bir gözlemci şöyle anlatır:
“Türkler o kadar
uzun zamandır göçebedirler ki, hala içlerinde avereliklerinin izlerini taşırlar
ve evleri çadırın az çok genişletilmiş ve güzel gösterilen bir haldir.
İçinde hiçbir sandalye
ve yatak, bir banyo ve duvarlarında resim olmayan bir ev hakkında ne düşünürsünüz?
Yine de bu tür bir ev rahat ve sanatsal olabilir. Resimlerin yerini duvardaki
güzel halılar alır.[3]
Genlerimize
işlemiş göçebe geleneğimiz, konutlarda kalış süresine bile yansır. Türkiye’de
her ev on dört yılda bir değişir. Yani konutlar her on dört yılda bir el
değiştirir. Kuşaktan kuşağa uzun süre aynı semtte aynı konutta oturan aileler
pek azdır. Bu yerleşim birimi kimliğinin sürmemesine neden olur. Bu yüzden eski
semtlerde oturanlar, eski gelenekleri, eski davranış biçimlerini özlemle anarlar.
Almanya’da
doksan dört yılda bir el değiştirir. İnsanlar genellikle nerede doğmuşlarsa
orada yaşamlarını sürdürürler.[4]
Derviş Göçleri
Türk göçmen hareketinde derviş geleneği
vardır. Geçmişte büyük göç hareketleri dervişler öncülüğünde yapılır. Derviş,
elinde tahta kılcı ilre yolları, ülkeleri açar. Ardından ona güvenip inana
kitle yürür. Uygun bir uzamda yerleşilir. Balkanlarda ve Anadolu’da Türk
yayılması dervişlerin öncülüğünde olur. Ömer Lütfi Barkan'ın "Kolonizatör
Türk Dervişleri" yazısında bu göçleri anlatır.[5]
Göçmenlik Türklerde yaşam
biçimidir. Günümüze kadar göçebe yaşayan Türk halkları vardır. Anadolu’da
yerleşik yaşama geçen Yörükleri bir bölümü göçebe yaşamını günümüze değin
sürdürmüşlerdir. Yörük adı verilen bu topluluk günümüzde de yarı göçebeliği
sürdürür.
Türk
Yazınında Göçmenlik
Türk kültüründe derin
göçmenlik izleri vardır. En eski Türk destanlarından biri Göç Destanıdır. Eski Türk destanlarından biri göç olayını işler.
Çin ve İran kaynaklarında geçen destanın özü şöyledir:
Uygur ilindeki Hulin adlı kutsal dağı Uygur Tigini
Çinlilere hediye eder. Çinliler dağı parçalara ayırarak götürüler. Ülkedeki
bütün kuşlar, hayvanlar kendi dillerinde kayanın gidişine ağlarlar. Ardından
ülkede yıkım başlar. Irmaklar kurur, göllerin suyu çekilir. Kurak toprak
çatlar, ürün vermez olur. Yedi gün sonra tigin ölür. Halk Bügü han soyundan
başka birini tigin seçer. Bütün evcil hayvanlar, kuşlar, hayvanlar, çocuklar
“Göç, Göç” diye çağrışırlar. Uygurlar bu göksel buyruğa uup ülkeleri bırakıp
giderler. Beşbalık denen yere
geldiklerinde bu uğultu kesilir. Oraya yerleşir, çoğalırlar.
Anadolu’da ve Rumeli’ndeki
Türk göçmenliği ile ilgili en eski kitaplara dervişlerin menakıpnamelerini
gösterebiliriz. Horasan’dan Anadolu’ya uzanan süreci anlatan Hacı Bektaş’
Velayetnamesi, Balkanlara Tük ve İslam yayılmasını anlatan Sarı Saltuk
menakıpnamesi bu tür kitapların özgün örnekleri sayılabilir.
Uzun sürmüş göçebe
geleneği, gurbet ve gariplik temaları ile halk yazınında işlenir. Bunun en
güzel örneği Kemalettin Kamu’nun “ben gurbette değilim, gurbet benim içimde”
dizesine yansıyan duygulardır.
Sanayileşme ile büyük
kentlere olan akın yanında Güney illerine dönemsel göçler. 1960 Gazeteciler
Cemiyeti ödülü kazanan Tahir Kutsi Makal’ın İç Göç adlı röportajları ilgi
çekicidir. Yazar, birçok canlı örnekle göç olayını anlatır.
1960 sonrası gittikçe
artan yurt dışına göçler.
Bunların tümü yazınsal
ürünlere, araştırmalara konu olmuştur.
Türkülere konu olan göç
olaylarından Ezo Gelin türküsü[6] ünlüdür.
Ezo gelinin göçü birçok göç olayında olduğu gibi kaçınılmaz bir yazgıdır.
Yurt dışına işçi göçünü
anlatan ilk örnek Bekir Yıldız’ın Türkler Almanya’da kitabıdır. Anılardan
oluşan kitabına yazar şöyle başlar:
“Su ve toprağın tükendiği yerde
insanlar göç eder, Bu bütün bir ülke için de böyle olabilir. Tarihte örnekleri
vardır. Kendi örneğimiz, Büyük Orta Asya göçü, Bunları kimse ayıplayamaz. Hatta
yurt anılarının tutkularına rağmen, tabiatın lanetine teslim olmaksızın, yeni
hayat sahalarını aramak, bulmak, onlara yerli direnişi vererek, yenin yerleşmek
hele üstün medeniyetler görebilmek, kahramanlıktır da…
Fakat Sirkeci’den akıp giden göç
bunlara benzemiyor…
Her şeyi ile var olan vatandan
yurttan kaçıştır bu. Bu defa sebep tabiatın değil, insanların tükenişi… Göç bu
tükenişe son direnişimiz.”[7]
Göç
Sözcükleri
Yaşam biçimi, yaşam
ortamı dillerin ruhuna siner. Yaşanan olaylar sözcükler yaratır.
Türkçede göç olayı ile
ilgili oldukça çok sözcük vardır ki, bunların başka dillerde karşılığını bulmak
zordur. Şöyle bir dizi sözü örnek verelim. Sıla,
gurbet, garip, hasret. Bunlara onlarcası eklenebilir. Tümünde derin anlam
yüklü sözcüklerdir. Bu sözcükler halk öykülerinde, şiirinde, destanlarda, atasözü
ve deyimlerde işlenir. Zengin bir sözvarlığı kesitidir.
Türk
Göçmenler
Anadolu, doğudan batıya
ve kuzeyden güneye yolların kesiştiği bir kavşakta yer alır. Bu coğrafik konumu
ve yaşadığı tarihsel olaylar nedeniyle göç kavşağı konumundadır. Osmanlı
İmparatorluğunun çöküşü ile başlayan dış göçler, halkın geçim kaygısı ile sürekli
yurt arayışı göçleri bitimsiz hale getirir. Kırım, Kafkasya, Makedonya’dan
göçler birbirini izler. Anadolu’nun yoksul kentlerinden güneyin verimli
topraklarına dönemsel göçler kurallı biçimde sürer. Cumhuriyet böylesine ağır
bir miras devralır ve Cumhuriyet döneminde aynı biçimde insan hareketliliği
sürer.
Bir başka özellik de
gidip dönen göçmenlerin anlattıklarıdır. Gittikleri yeri, oradaki yaşantılarını
abartarak anlatırlar.
“İstanbul’dan bir büyük
şehirden biri köye gitmeye görsün. Günlerce, aylarca bitmez hikâyeleri,
anlattıkça anlatır, ballandırdıkça ballandırır. Ağalar gibi gezmiş
eğlenmiştir.”
Çok zaman dönüşü olmayan
şehirden köye dönerken söyleyeceği yalanları hazırlamıştır. İstanbul’daki asıl
durumunun İstanbul’da başkası tarafından görülmesi üzer belki onu ama
anlatışına bakılırsa İstanbul’un bir yanından bal akıyor, bir yanından yağ”.[8]
Zoru
Başarmak
Türk göçünde en dikkat
çeken özellik ön hazırlık bulunmamasıdır. Bohça kültürü içinde yaşayan bir
halk, “göç” denince ayağa kalkar. Gideceği yeri gerektiği gibi araştırıp
incelemez, yola düşer. “Göç yolda düzelir” atasözü yaşam ilkesidir. Batı
toplumlarında görülen türden gidileceği ülkenin dili öğrenme, ülke kültürünü
tanımaya gerek duyulmaz. Bohça kültürü göçe egemdir. Bu bilinçsiz göç Türk
halkını gittiği yerde zora sokan olaydır.
Göç, bir anlamda sürtüşme demektir. Eski
ile yeni arasında bir mücadele, bir kavgadır. Ama aynı zamanda bilinçli bir
değişim sürecidir. Bu değişimin olumlu ve olumsuz yansımaları kaçınılmazdır.
Gerçekte göç, bir zenginleşme, yeni
gelişmelere açılım şansı olarak da değerlendirilebilir. Yeni bir kimlik ya da
uzun bir tarihi sentezin sonucunda yeni bir oluşum olarak görülebilir. Bu
süreçte acılar, ağrılar, üzüntüler olsa da, bunu iç barışa, neşeye, esenlik ve
mutluluğa dönüştürme insanların kendi iradesindedir.
Tüm yaşamda olduğu gibi göç de bir emek,
bir uğraş gerektirir. Bu emek verildiğinde karşılık alınır, göç başarılmış
olur.
Kaynaklar
Çavdar, Tevfik, Talât
Paşa, Bir Örgüt Ustasının Yaşam Öyküsü, Ankara 1995.
Çelik, Ali, Yörüklerin
Dünyası, Isparta 2006.
Diamond, Jared, Tüfek,
Mikrop, Çelik, Ankara 2002.
Ete, Etem, Anları
Yaşamak, İstanbul 2016.
Karataş, Cuma, Baraklar,
İstanbul 1998.
Köprülü, M. Fuad, Osmanlı
İmparatorluğunun Kuruluşu, Ankara 1972.
Köprülü, M. Fuad, Türk
Edebiyatında ilk Mutasavvıflar, Ankara 1991.
Makal, Tahir Kutsi, İç
Göç, İstanbul 1964.
Demir Özlü, Sürgünde On
Yıl, İstanbul 2001.
Turan, Metin (Haz.), Almanya’ya
Göçün 50. Yılında Göç, Kimlik ve Edebiyat, Ankara 2012.
Uyanık, Cevat, Yol
Ver Çubuk Beli, İstanbul 1995.
Yalman, Ali Rıza, Cenubda
Türkmen Oymakları, Ankara 1977.
Yıldız, Bekir, Türkler
Almanyada, İstanbul 1966.
[1] Jared Diamond, Tüfek, Mikrop, Çelik,
Tübitak y. Ankara 2006, s. 98.
[2] Tevfik Çavdar, Talât
Paşa, Ankara 1995, s. 4.
[3] Standwood Cobb, Gerçek Türkler, Maviağaç,
İstanbul 2006, s. 73.
[4] Etem Ete, Anları
Yaşamak, İstanbul, 2016, s. 97
[5] Ömer Lutfi Barkan, Kolonizatör Türk Dervişleri, Vakıflar
Dergisi, 1942.
[6] Ezo
Gelin Türküsüne konu olan Ezo Gelin,
Bozgeyikli oymağındandır. Asıl adı Zühre Bozgeyik olan Ezo Gelin, 1909’da Gaziantep’in
Nizip ilçesine bağlı Uruş köyünde doğar. Güzelliği çevre köylerde söylenen
gençlerin düşlerine giren, dillere destan bir kızdır. Beledin köyünden Halil Açıkgöz ile “değişik” yapılarak
evlendirilir. Değişik töresince, Ezo Gelin, Halil Açıkgöz ile evlenirken Halil
Açıkgöz’ün halası da Ezo Gelin’in kardeşi ile evlenir.
İlk
zamanlar iki evlilik de iyi gider. Sonraları Ezo Gelin’in erkek kardeşi ile
Halil Açıkgöz’ün halasının ilişkisi bozulur, eşler ayrılır. Töre gereği, Ezo
Gelin ile Halil Açıkgöz de ayrılır. Ama Halil Açıkgöz çok sevdiği eşini bir
türlü unutamaz.
Bu
yüzden Ezo Gelin genç yaşta dul kalır. Altı yıl evlenmez. Daha sonra Suriye’nin
Cabarlus’a bağlı Kozbaş köyünde
oturan teyzesi oğlu Memey ile evlenmesi uygun görülür. 1936 yılında Ezo Gelin,
Suriye’ye gider. Bu ayrılık ona da çok acı verir. 1952 yılında veremden ölür.
Hâlâ
yüreğinden Ezo Gelini atamayan Halil Açıkgöz iyi bağlama çalan, türkü söyleyen
bir aşıktır. Ezo Gelin’in gurbet ellerde ölmesi içini kor gibi yakar. Ondan
ayrıldıktan sonra sevgisi giderek derinleşir. Sevgisini türkülerde dile
getirir. Söylediği türküler, çevre Barak köylerine, Anadolu’ya yayılır.
Malatyalı Fahri Kayahan, Ezo Gelin
türküsünü plağa doldurur. Bundan sonra türkü bütün ülkede ünlenir.
1968
yılında Orhan Elmas, Ezo Gelin adlı
bir filim yapar. Ancak film Ezo Gelin’in yaşamını yansıtmaktan çok, Anadolu
kadınının yazgısını anlatmaya çalışan hayali bir konuya dayanır. Ezo Gelin’in
gerçek yaşam öyküsünü Mehmet Solmaz,
Ezo Gelin İstanbul 1976 kitabında anlatır.
[7] Bekir Yıldız, Türkler Almanyada, İstanbul 1966, s. 5.
[8] Tahir Kutsi Makal, İç
Göç İstanbul 1964, s. 163.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder