Bir Senaryo Denemesi
1.
Dağlar
arasına sıkışmış köy yoğun bir kış yaşıyor. Dağ taş, her yer bembeyaz. Dış
dünya ile iletisi kesilmiş. Giderek hava kararıyor. Köye tek can katan olay cem
törenleri. Küçük pencereli evlerin kedi gözünü andıran fersiz ışıkları bir bir
sönüyorlar. Her ışık sönüşü ile, elinde yiyecek olan birkaç kişi kapıda
beliriyor.
Biraz sonra kocaman bir odanın kapısında buluyoruz
kendimizi. Kapıda "İznikçi" adlı görevli duruyor. Gelenler:
"Akşamlar hayr ola!" diye selamlıyorlar.
İznikçi:
"Hayra karşı gelesiniz, gelişiniz daha
hayırlı ola!" diye karşılık veriyor.
Gelenler ayakkabılarını çıkarıyorlar. İznikçi
ayakkabıları sıraya koyuyor. Kapının eşiğini öperek, kilimlerle döşeli odada
yerlerini alıyorlar. Yukarıda post serili. Giderek yukarıya doğru olan yerler
doluyor. Tek boş yer postun bulunduğu yer. Bir süre sonra kapıdaki görevli
içriye bağrıyor:
"Huu erenler, post sahibi geliyor."
Toplum ayağa kalkıyor. Dede kapı eşiğine
basmaksızın içeri giriyor. Postu niyaz edip yere oturuyor. Sırası ile törenin
yürütülmesinde görevli on bir (on ikincisi dededir) dedenin önüne dizilip kısa
bir dua ile hizmetlerini alıyorlar. Delilci delil uyandırıyor:
Delil tereyağı ile yanan bir şamdan. Tereyağı ve
beyaz çaputa sarılı bir avuç tuz var içinde. Yağ yanmaya başlayınca delilci
sazcının eşliğinde bir-iki dörtlük okuyor.
Hata ettim Huda suçum bağışla
Aliyyel Murtaza suçum bağışla.
Delil sönüyor, semah başlıyor. Üç bacı, üç er
kalkıyor semaha. Coşkulu müzik eşliğinde nefis bir semah dönüyorlar. Bir dua
ile bitiyor semah. Dede dua ediyor:
"Semahlar saf ola, muratlar hasıl ola. Hak
için ola, seyir için olmaya! Ülkemizin dirliğine, cemimizin birliğine, Tanrı
yardımcı ola. Yüzlerce yıldır, böyle gördür, böyle tören sürdük. Yolumuz Hz.
Ali'nin yolu, dilimiz aşıkların dili. Tanrı sayrılarımıza sağlık, dargınlara
dostluk, kırgınlara dirlik versin. Diyelim bir Allah, Allah"
Tüm toplum yarı bellerine dek eğlmiş. Herkes
Allah, Allah çağrışıyor. Herkes sağ eli ile önündekinin sırtını sıvazlıyor.
Dede dua ediyor ve bir çağrıda bulunuyor:
"Erenler, bacılar, dil bizden çare büyük
Tanrıdan. Hastası olan, yolcusu olan, askerde oğlu, gurbette yakını olanlar bu
yakınları için duaya durmak isteyenler dara çıksınlar!"
Birer ikişer birkaç kişi çıkıyor. Herkes birbirini tanıdığı için şaşıran
yok. Kiminin oğlu askerde, kiminin hastası var. Derken orta yaşlı Cennet Bibi
de çıkıyor dara.
"Allah, Allah Cennet niçin çıktı dara?"
diye hafiften birbirine soruyorlar. Öbürleri niçin dara çıktıklarını
anlatıyorlar. Son olarak sıra Cennet Bibi'de:
"Komşular şaşırdılar benim kim için dua
isteyeceğime. Ben Abbas için dua istemeye çıktım. Bilirsiniz Ali Efendigilin
Abbas, benim dünya ahret kardeşim sayılır. Çok severdim kendisini. Askerde
tezkere bırakmış. Artık gelmeyecekmiş köye. Sevgili kardeşim için dedemden bir
dua diliyorum."
Öylesine içten, öylesine yürekten anlatıyor ki,
gözlerde yaşlar beliriyor. Arı bir sevginin derinliği tüm toplumu sarıyor.
Gizemli bir ortamda dudaklar titriyor, yüzlere enginlik çöküyor, değişik
sözcükler yuvarlanıyor.
2.
Kara kışta köye doğru ilerleyen bu karartı da ne?
Ne ölüm haberi, ne köyünü ve eşinin özlemi ile yanan asker cesaret edebilir,
kara kışta karı yarıp gelmeye. Cemin kapısında duran gözcü uzaklara bakıyor.
Biraz sonra koşarak gelen bir delikanlı kendini korkuyla içeri atıyor:
"Köyü cendermeler basıyor!"
Gözcü içeri giriyor, posta niyaz edip dedeye bilgi
veriyor:
"Dedem, cendermeler köye doğru geliyor!"
Dede:
"Şu doluları kaldırın. Kimse yerinden
kalkmasın. Korkup çekinmeyin. Ne gelirse korkudan gelir. Buraya gelirlerse
konuşurum. "
İçeriyi soğuk bir hava sarıyor. "Başımıza ne
gelir" sorusu bakışlara yansıyor. "Dede kurtarabilir mi". Dede
büyük insan, ceddi büyük, çağırdı mı her dileği olur. Ne ki, hükümet güçlü,
hükümet acımasız. Tuttu mu bitirir
insanı. Şimdi ne yapacağız?"
Soğuk şakalar, belli belirsiz sözcükler birbirini
izliyor. Arada bir yükselen çocuk seslerini anneler susturuyor. Bekleme anları
bitmez bir uzunlukta sürüyor.
3.
Köyün alt ucuna ulaşan kolluk güçleri, neredeyse
soğuktan donmuş durumdalar. Işıklı bir pencere arıyorlar. Muhtarın evine
ulaşmak, kurtuluş demek. Muhtarsa, sobaya birkaç tezek atmış, ayağını uzatmış,
tek başına odasında bir bey gibi oturuyor. Elindeki kara tesbihi çekiyor.
Tespihin "şak şak" eden sesleri yankılanıyor odada. Kapıdan bir genç
bağırıyor:
"Cuma Emmi, seni soruyorlar."
Muhtar kapıyı açıyor. Karşısında jandarmaları
görünce, yapma bir şaşkınlık geçiriyor:
"Hayrola karda kışta ne işiniz var?"
Çavuş:
"Muhtar soğuktan donduk, hele bir içeri
girelim, bir ısanalım, anlatırım."
Toprak damlı bir eve sığınmak mutlulukların en
büyüğü. Jandarmalar, tümden ıslak çizmeler çıkarılıyor. Sobanın başına
üşüşüyorlar. Muhtar Cuma Çavuş üsteliyor.
"De söyleyin hele bu karda kışta ne işiniz
var çavuş?
"Muhtar bilmez değilsin ya köylü milleti
birbirini yer?"
"Eee?"
"Eeesi, ne olacak, ihbar var. Namussuzun
yüzünden biz de iki saat karda kışta yürüyoruz. Az kalsın soğuktan ölüyorduk.
Bir gün bu dağlarda kurda kuşa yem olacağız."
"Ne ihbarı , ne olmuş?"
"Kaçak tütün varmış."
"Çavuş bu karda kışta kaçak tütün için
gelmezsiniz."
"Bir de..."
"Bir de ne?
"Cem yapyormuşsunuz... hükümete karşı.."
"Biz mi? Hükümete karşı?..."
"Muhtar, ben neyim ki, bana soruyorsun? Bize
"git bak dediler" geldik. Biz emir kuluyuz muhtar. Tümünüzün ekmeğini
yedim. Nasıl derim ki, siz hükümete karşısınız. Emir verdiler, geldim."
"Kim ihbar etmiş?"
"Vallahi bilmiyorum?" Komutan da
bilmiyormuş. O da şaşırdı, küfür etti ihbarcıya. 'Erlerin yaşamını tehlikeye
atamam. Kim giderse gitsin' diye karşı çıktı. Ama savcı zorladı. Eh, görev
bizimki.
"Neyse bu geç saatte çok şükür köye
ulaştınız. Açlık susuzluk, neyiniz var? Bunca yol geldiniz."
4.
Cem odasına giren genç adam postu öpüp bilgi
veriyor:
"Dedem, şikayet varmış. Kaçak tütün için
gelmişler. Bir de cem için. Hükümete karşı."
Dede soğukkanlılığını yitirmemeye özen göstererek
konuşuyor:
"Korkmayın yok bir şey. Birşey olmaz. Biz
hükümete karşı birşey yapmıyoruz. Bize bu suçlamalar çok yapılır. Ne
ahlaksızlık yaparız, ne de kötülük. Buyursun jandarma isterse buraya gelsin.
Nişan var, onun için toplandık diyeceğiz. Şurdan iki genci hazırlarız olur
biter. Yalnız evinde yasak birşeyi olan varsa, gidip saklasın. Ne olur ne
olmaz, bakarsın evleri ararlar. Buradan korkunuz olmasın."
Topluma bir rahatlama çöküyor. Dede boş konuşmaz.
Güvenilir kişidir. Görmüş geçirmiş, el memleket görmüştür. Devlet adamıyla
nasıl konuşulacağını bilir.
Üç-dört kişi değişik yerlerden hafifçe
doğruluyorlar. Bakışlar onlar üzerinde dolaşıyor. Arada söylentiler oluyor.
"Kaçak tütünü var."
"Eski bir tabancası var."
"Kaçak dut rakısı çekti."
Dede başka konulara giriyor:
"Erenler aldırmayın, biz bin yıldır alışığız
bu baskılara... Gelirler, yemeklerimizi yerler, rakılarımızı içerler, sazı-
sözü dinlerler, ardımızdan küfür ederek giderler. Boşlayın gitsin. Bir de jandarmalar
gelirse onlara verilecek yemek var mı?"
"Var dedem, komşulardan. Ekmek yemek..."
"Erenler, bunlar etli yemekleri görünce
onlardan isterler. Zorda kalıp da bir günah işlemeyelim. Allah korusun, dünya
başımıza yıkılır."
"Yok dedem, komşularda başka pilav var. Biraz
da kavurma, peynir, yufka ekmek koruz önlerine geçip gider."
Tüm toplum gülüyor. Sazcı bağlamaya asılıyor.
Yeniden ezginin sesi çınlıyor. Yüzlerce çizgiler rahatlıyor.
Sabahtan uğradım ben bir güzele
Dedim güzel o gafletten uyane
Eğildim lebinden bir buse aldım
Uyanıben dedi var git o yane
Niçin melül melül baktın bize yar
Kerem eyle, ihsan eyle bize yar
Ezel sen de krar verdin bize yar
şimdi ikrarından döndün o yane
Bak cemale, bu gerdana bu hane
Arz ederim o sultana bu hane
Beni aşkın ateşine yakana
Dilerim ki benden beter o yane
Kamil inci, kamil sedef kamil dür
Kamillere hizmet iyle kamil dur
Kamil otur, kamil eğlen kemil dur
Cahil demem kamil söze uyane
Şah Hatayim bu gönlümüz harabet
Aşık isen bir gül için harabet
Her meydanda menzil almaz arap at
Uydurmamış dizginini uyane
Güven doluyor yüreklere. Tüm yaşamı kucaklamış
Hatayi Sultan. Zileli aşık da döktürüyor bağlamayı. Tüm ordu gelse kimsenin
korkusu yok artık.
5.
Güneş ışını ak karın üzerinden yasıyor, gözler
kamaşıyor. Gökyüzü derin mi derin, yeryüzü ak mı ak. Dağların doruklarında ak
karla, mavi gök birleşiyor. Dağların doruklarında ak karla, mavi gök
birleşiyor. Jandarmalar, Muhtar Cuma Çavuş'ın evinin önünde topanmışlar.
Köylüler damların başına çıkmışlar. Akşam yağan karı kürüyorlar. Uzaktan
Muhtarın evini izliyorlar. Arada birbirine takılıyorlar. Kafalara hep aynı soru
çivilenmiş:
"Hangi namussuz yaptı bu hainliği?"
Araba bir dedikodular geziyor damdan dama.
"Halburveranlılar ihbar etmiş..."
"Yok yahu nereden bilsinler bizim cem
yaptığımızı? Bunu yapan içimizden biri, bizi bilen biri. Neyse ki, ucuz
atlattık. Kimsenin canı yanmadı."
"Cuma Çavuş'tan Allah razı olsun, bu işi iyi
kapattı."
"Hükümet adamını doyuracaksın kardeşim.
Hükümet adamını doyurmazsan elini tutamazsın."
"Cuma Çavuş da nıkıs herifin teki ya. Nasıl
yaptı bu ağırlamayı?"
"Cemden iki şişe rakı yollandı. birtek ekmek
yemek kaldı Cuma Çavuşa.. Bir horoz kestim diyor. Onun da parasını veririz
gider."
Candarmalar Cuma Çavuş'a veda ediyorlar. Cuma
Çavuş:
"Komutana selam söylen, bu karda kışta
sizleri buralara yollamasın. Bizim köyde kötü birşey olmaz" diyor. İçerde
hazırlanan bir torba azık geliyor:
"Yolda yersiniz çavuş. Kış günü, ne olur ne
olmaz. Şu yiyecekleri alın."
"Sağ ol Muhtar!"
"Hadi güle güle.."
Jandarmalar kara bata çıka, köyden uzaklaşıyorlar.
Muhtar çevrede toplanan gençlere bakıyor, başını sallıyor:
"Şu şevkecinin anasını avradını... Birinden
şüpheleniyor, birinden... Ah bir kesin bilsem, anası avradını ne yapacağımı ben
biliyorum ya..."
Cuma Çavuş dişlerini gıcırdatıyor. Gençler
gülüyorlar.
6.
Kara Cemal'in evi. Yer sofrasına bağdaş kurmuş
sekiz kişi oturuyor. Ortada kocaman bir bakır tencerede yemeğin buğusu
yükseliyor. Tahta kaşıklar tencereye isteksiz inip kalkıyor. Ağızlar mühürlenmiş,
kimsenin ağzını kara bıçak açmıyor. İşitilen yalnızca tencereye çarpan donuk
tahta kaşık sesi, dudak şapırtısı, yutkunma sesi. Gözlerde ağlamaklı bir hüzün.
Kara Cemal arada bir pala bıyıklarını sıvazlıyor. Bıyığına bulaşan yemek
artıklarını avuca ile. elinin tersi ile siliyor. Yufka ekmekten bir parça
koparıyor, ağzına atıyor. Bu arada tümü başı eğik biçimde yemek yiyen
çocuklarına eşine bakıyor. Kimse ona bakmıyor. Sessizliği bozuyor:
"Bizden bilmişler değil mi?"
Eşi yanıt veriyor:
"Yok Cemal, tümü değil, kimileri öyle
demişler. Ama dede bizim için birşey dememiş. "Kimin ne olduğu bilinmez
komşular. Gözünüzle görmediğiniz, kulağınızla duymadığınıza inanmayın. Ayıptır
gereksiz yere kimseyi suçlamayın" demiş. Yalnız düşmanlarımız "Kara
Cemal'in büyük oğlu yapmıştır" demişler."
"Dedeye bir sözüm yok. Vahap Efendi'den
beklemem böyle birşey. Ama nedir bizim bu köylüden çektiğimiz. Allah garazdan
esirgesin. Hani diyorum ki, yükleyip göçü gitsek..."
"Kolay mı, herif, göçü alıp gitmek. Hep bu
sözü ediyorsun. Mal davar, hısım akraba?.."
"Hangi hısım akraba? Bir gün kapını açan mı
kaldı? Ölsek ölümüzü kaldırmayacaklar. Hasta olsak bir su veren yok. Nedir
bizim bu çektiğimiz. Gavur bunlardan yufka yüreklidir."
"Düzelir herif, hepsi geçer. Oldu birkez bir
yanlışlık, oğlan bir cahillik etti, komşularla aramız bozuldu."
Kapıdaki Kangal köpeği havlıyor.
"Bir gelen var, kapıya bakın. Hayvan kimseyi
ısırmasın!"
Genç bin kadın içeri giriyor.
"Sen miydin yavrum! Hoş geldin."
"Hoş bulduk ana..."
Genç kadın gözünde beliren gizli gözyaşını
siliyor.
"Otur yemek ye..."
"Sağ olun. Evde yedim, aç değilim."
"Yoksa sen de mi düşkün lokması
yemiyorsun?"
"Aman edemin ettiği söze bakın! Bu ne biçim
söz? Aha bir lokma alıyorum. Ama gerçekten karnım tok." Eğilip bir lokma
alıp kıyıdaki sedirin üstüne oturuyor. Ağlamaklı gözlerle ana, baba ve
kardeşlerine bakıyor. Kara Cemal soruyor:
"Eee, cemde ne var ne yok yavrum? Bize
gelmene sofu kaynatan bir şey demiyor mu?"
"Ede, bırakın bu sözleri. Dayanamayıp geldim.
Cemde ne olacak? Nerede kalabalık orada dedikodu. Sofu kaynatamın yüzünü
gördüğüm yok. Kaynanama "ben babamın evine giderim, kimse karışamaz"
dedim. Kaynatam hele kendi günahını düşünsün. Geçmişte neler yaptığını siz
biliyorsunuz. Yaşı ilerleyince başımıza sofu kesildi. Siz nasılsınız, asıl onu
söyleyin bana?"
"İyiyik, iyi. Kendi halimizde yaşayıp
gidiyoruz. Gündüzleri mal davar işi. Akşamları bilmece satıyoruz, hikaye
anlatıyoruz. İşte tümü bu. Köylü bizden uzaklaşalı dirliğimiz bir daha düzeldi.
Herkes kendi işini yapıyor. Kazanımız kaynıyor, ocağımız tütüyor."
7.
Uzaklarda bir kıyı ilçesi. Asker giyimli saçları
kısa kesilmiş genç bir adam, gözleri dolu dolu bir mektubun içinde dalmış.
Sessiz ve dingin mektup okuyor. O sırada içerinden koşan eşi elinde oval, beyaz
bir taşla geli;yor:
" Bak yollanan un-bulgurun içinden ne
çıktı?"
"Bu bizim bereket taşı değil mi?"
"Evet, bereket taşı.."
"Allah Allah bunu nasıl koymuşlar, bizim
torbanın içine? Una karışmış olmalı. Hayırdır inşallah! Gelmemesi gerekirdi.
Aman, yitmesin. Yazın giderken götürür bırakırız eve."
"Bu bizi seçmiş, bize gelmiş. Uğur bundan
sonra burada tütücek. Şimdi verisek uğur bizden kaçar."
"Uğur baba ocağında olur. Oranın uğuru
kaçarsa, bizim evde uğur kalmaz. Götürüp vereceği eve."
"Uğur bizi seçti bizde kalacak!"
"Allah, Allah... Neyse sen iyice sakla, ben
bilirim ne yapacağımı. Mektupta ne yazıyor biliyor musun? Cennet benim için
cemde dua almış. Öyle güzel anlatmış ki kardeşliğimizi, bütün toplum ağlamış...
Bir de türkü yazmış mektubuna.Bak ne diyor türküsünde:
Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun,
Gördün güzelleri bizi unuttun...
Nasıl için yandı bilmezsin. Şu çocukları okutma
kaygısı olmasa, bugün dönerim köye. Ama lanet olsunokulyok, geçim yok. Ne
yaparsın, gurbete dayanacaksın. Bir kış gidelim, şu cemi cemaati yaşayalım. Gün
geçtikçe azalıyor eş dost..."
"İzin alabilirsen gideriz, ya bu iki
çocuklar, karda kşta nasıl ulaşırız köye?"
"Gelip götürürler İstasyondan. Haber
yollarız. Bir de bizim Kara Cemal'e çok ayıp etmişler. Düşkün diye ceme
almamışlar. Hani şu oğlunun işi yüzünden. Köyü jandarmalar basmış, biri ihbar
etmiş. İhbarı da ondan bilmişler. Kara Cemal yapmaz böyle birşey."
8.
Aydınlık, güneşli bir kış
günü. Tüm gençler sokakta. Tören kara kış yüzünden ertelenmiş. Gençler
ertelemek istememişler, ama yaşlılar izin vermemiştri. Belki bir daha bir
araya gelemezler. Aralarından oyunbozan çıkabilir. Ya da umdukları ilgiyi
bulamayabilirler. Aşırların ağılda toplanan gençler kış yarısı töreni için
hazırlığa başlamışlar bile. Eğelencenin belli tipleri seçilecek.
Koca kim olacak?
Eğlencenin ağırlığı kocanın omuzunda. Koca tüm kafilenin babası konumunda.
Koca olarak seçilen erkek bu görevi yapacak yetenekte olmalı. Üzerine geniş
bir aba giyecek. Bacağına geniş bir şalvar geçirecek. Abanın içine ot
doldurulacak. Böylece kocaya bir irlik, bir korkutuculuk, ilk bakışta göze
gözükürlük verilmiş olacak Ama Kocanın görüntü değişimi bitmiyor. Yüzüne
yünden sakalbıyık yapılacak. Başına deriden kocaman bir külah geçirilecek.
Eline bir kamçı verilecek. Bütün bu giysi içinde zor hareket edebilen koca,
eğlentiye hazırlanmış olacak.
Kör Veli, koca olmayı
istiyorsa da de kimse ona bu işi uygun bulmuyor. Koca iri yarı biri olmalı.
Yüzü asık olmalı. Gençlerden biri bir öneride bulunuyor:
"Durun hele benim bir
düşüncem var: Mahmut olsun koca. Onun gözleri mavi. Çok değişik bir koca olur.
Mavi gözlüler şeytan olur derler?"
"Mahmut çok iyi olur.
Sen koca ol."
"Yok kardeş ben gelin
olacağım."
"Allah Allah, herkes
koca olmak ister, sen gelin oluyorsun bu nasıl olur?"
"Benim canım öyle
istiyor..."
"Peki sen
bilirsin..."
Mahmut sesizce dışarı
sıyrılıyor. Ardından iki arkadaşı onu izliyo. Ortada bir fiskos dönüyor.
Birinin başında kabak patlayacak, ama bakalım kimin başında. Yine Kör Veli'ye
mi bir oyun edecekler yoksa? Son günlerde Veli gençlerin abasılısı oldu. Hep
ona takılıyorlar. Garbime bir koca olmayı bile çok gördüler. Zorla gelin
yaptılar. Kırk yılın başı bir kez koca olup şu töreni yönetmek istemişti. Onun
yerine küçük kardeşi Aşçı Ali'yi koca yaptılar. Ancak gençlerde öyle şaka yapar
hava yok. Bir garip gerilim ve korku içindeler. Yalnız biraç kişi kendi
aralarında sürekli birşeyler konuşuyorlar.
Mahmut gelin olacak öbür
gençlerle birlikte geleneksel gelin giysileri giyiyor. Çok renkli parlak üç
etekler, kutnu-kumaş renkli baş örtüleri köyde ne varsa bu gün için ortaya
çıkmış. Altı gelin seçiliyor bu kışayarısı için. Bu durumda iki koca gerekir.
Altın gelini bir koca yönetemez. Kaçırılırlar yoksa. Ama kimileri ne gelinin
çok olmasından geçiyorlar, ne de ikinci bir koca olmasını istiyorlar.
"Kışyarısını bozar gideriz" diye terslik ediyorlar. Yapacak birşey
yok. Yılda bir kez yapılanbir eğlenceyi bozmamak için karşıtlar
"peki" diyorlar. Genç delikanlılar gelin giysileri giyiyorlar.
Yüzlerini renkli peçelerle gizliyorlar.
Bir kişi Arap görevini
üstlenmiş. Eller ve yüzler is ya da kurum ile kap kara boyanmış. Yalnız gözleri
ile dişleri parlıyor. Başına şapka yerine, bakır leğen giymiş.
Gençlerden biri ise tilki
olmuş. Tilkinin görünümüde özgün. Üzerine deriden birşeyler geçirmiş. Arkasına
bir kuyruk bağlamış.
Büyük bir zahmetle deve de
yapılıyor bu kışyarısında. Oysa deve görünümü vermek zor bir iş. Bir merdiven
üzerine kilim örtülüyor. Kafa kesimine bir deri konuyor. Göz yerine bir cep aynası takılıyor. Deveyi taşıyacak
üç, dört kişi seçiliyor. Bu yorucu işi onlar üstleniyorlar.
Oyunun tipleri bunlardır.
Ama koca tören kafilesininin bir dizi görevlisi daha vardır. Bunlar köyden
derlenecek yardımları toplayacak kişilerdir. Kimi tavuk, kimi buğday, kimi
yağ toplamakla görevlidir. Tören bu görevliler de belirlendikten sonra başlar.
Bir evden başlanarak sırası ile köyün tüm evleri
ziyaret ediliyor. Koca ortada, gelinler çevresinde arap bir yanda, tilki başka
bir kıyıda. Davul vuruyor zurna ötüyor.
Ala karda boz dumanda kuş uçmaz kervan girmez Anadolu köyüne bir canlılık
geliyor. Tilki o yana bu yana kaçıp oyun oynuyor. Ama gözü gelinlerin
üzerinde. Oyunun kurallarına göre her an gelinlerin kaçırılması söz konusu.
Tilkinin onlara göz kulak oluyor. Koca altı gelinin kocası sayılıyor. Yapma
sakalı, pos bıyığı ile dağ gibi gelinlerin arasında dolaşıyor. Evlerden yardım
topluyorlar. Yağ, bulgur, un, tavuk, buğday.. kim ne verirse eyvallah.
Kimseye gücenip darılmak yok. Ama zaman zaman daha fazla bağış da istiyorlar.
Bir yıl önceki kıışyasında verilen sözü anımsatıyorlar. "Geçen yıl bir
tavuk dilek dilemiştin. Dileğin oldu. Hadi bizim hakkımızı ver" diye
diretiyorlar. Kış yarıcılara dilek dilendiği de olur. Çoluk çocuk bir sürü
insanın duası ile sorunların çözüleceğine inanılıyor. Hastaların iyileşeceği düşünülüyor.
Öbür yıla çeşitli sözler verilir. "Oğlum askerden sağ gelsin gelecek yıla
size bir tavuk vereceğim". "Hastam iyileşsin size bir koyun
vereceğim" gibi dilekler dileniyor. Kış yarıcılar dileğin yerine gelmesi
için hep bir ağızdan "Allah, Allah" çekiyor. Ancak kimi evlerin
sözünden döndüğü oluyor. Kışyarıcıların adağı ev sahibinden koparıyorlar. Ev
sahibi kış yarıcıları razı ediyor. Kuzu adamışsa, bir tavuk veriyor. Yoksa kış
yarıcılar kapıda oynayıp duruyorlar. Bırakmıyorlar ev sahibinin yakasını.
Türküler söylüyorlar, oyunlar oynuyorlar. Tüm bunlara karşın, ev sahibi adağı
vermeyecek olursa kargış verdikleri oluyor.
Köyün altbaşlarıda yer alan Haydar Kahya'nın
kapısı önünde bir şenlik kuruluyor ki, anlatılır gibi değil. Öyle, her evin
önünde olmayacak türden bir gelence Bir halay tutuluyor:
leylanı gülüm yar de
Pınarları tekneli
Dibine gül dikmeli
Bir kötünün kahrını
Öleneçe çekmeli...
Evden bir toklu isteniyor. Geçen kış askerdeki
oğlu için adamıştır ana. Orta yaştaki ana bir tavuğa gençleri razı etmek
istiyor. Gençlerin bir bölümü razı olmuyorlar:
"Yoo, kabul etmeyiz, toklu söz vermiştin. Biz
burada boşuna mı dua ettik?"
Kimi gençler:
"Ulan yapmayın, bir tavuk veriyor, etmeyin
alıp gidelim şunu. Soğuk tandırdan, sıcak ekmek" diyorlar.
Bu kışyarısında birkaç genç başından beri çitil
çıkarıyorlar. Oysa, köyün en uyumlu gençleri bunlar. Ne oldu, ne oluyor, kimse
anlayalıyor. Hop... bir halay daha tutuyorlar:
İnce eleğim duvarda
Bir yar sevdim hovarda
Öyle bir yar sevdim ki
Su doldurur pınarda...
Haydar Kahyanın kapıyı tutmuşlar bir türlü
bırakmıyorlar. Koca, tilki ve arabın gözleri önünde bir gelin kayboluyor. Koca
elindeki kamçı ile tilkiyi, arabı dövüyor. Herkes gülüyor. Kaşla göz arasında
ikinci gelin de ortadan yok oluyor. Yüzleri paçalı olduğu için hangi gelinlerin
yittiği belli değil. Allah Allah ne oluyor bu gelinlere? Koca yapma bir bunalım
geçiriyor. Kendini karın üzerine atıp yuvarlanıyor. Bir anda gelinler Haydar
Kahya'nın evinden çıkıyorlar dışarı. İki gelinin gelmesi herkesi sevindiriyor.
Haydar Kahyanın eşi de yorulmuş. Nerdeyse içeriden tokluyu getirip verecek.
Biraz daha direnseler alacaklar. Ama bu günün aksi gençleri ansızın tavuğa razı
oluyorlar. Tavuğu alıp uzaklaşıyorlar. Koca gelinleri devenin altına gizliyor.
Hızlı biçimde kapıdan çekiliyorlar. Ama elleri ayakları titriyor. birbirlerine
kaş göz ediyorlar. "Tamam mı?" "Tamam tamam!.." "Yahu
bugün sizde bir hal var? Ne oluyor? Söyleyin de biz de bilelim? Niye renginiz
attı?" "Yok yok... birşey yok."
9.
Kışyarıcılar köyün üstbaşına doğru koşar gibi
ilerlerken, Haydar Kahya'nın samanlığının bacasından bir gencin çıktığı
görülüyor. Yaşlı bir komşu görüyor bu çıkışı.
Delikanlıya soruyor:
"Ulan ne arıyorsun ahırda?"
"Hiç Hüseyin amca, bir şaka yapmıştık da.
Kapıdan değil buradan çıkarsam, bana hediye vereceklerini söylediler arkadaşlar
da.. İşte kış yarısı eğlencesi."
"Ulan eşek oğlu eşek böyle boktan şaka mı
olur? Elin ahırında ne arıyorsun? Hırsız mısın, oğru musun? Sen hiç mi el,
memleken görmedin?"
Delikanlı, yanıt vermeksizin yıldırım gibi
uzaklaşıyor. Gücük Hüseyin, delikanlının ardından küfürü sürdürüyor. Gidip
bacadan aşağı bakıyor. "Allah, Allah" çekiyor. "Şimdiki gençler
tümden piç... Görülmüş, duyulmuş değil bu köyde..." diye söyleniyor.
Köyün üst başındaki başlangıç yerine kışyarıcılar
koşar adımlarla ulaşıyorlar. Onca toplanan yağ, un, bulgur, tavuğu ortada
bırakıyorlar. Gelinler giysilerini çıkarıyorlar. Koca giysilerini çıkarıp
kaçıyor. Yetişkin gençler birer birer tüyüyorlar. Bunca emekle toplanan
adaklara baktıkları yok. Yalnızca 13-15 yaşındaki çocukların üzerinde kalıyor
kışyarısı adakları.
Aradan yarım saat geçmeden Gücük Hüseyin kışyarısı
düzenlenen ahırdan içeri giriyor:
"Neredeler gençler, Aşçı Ali, Mahmut, Dimit
Yusuf?"
"Vallahi biz de bilmiyoruz, geleceğiz deyip
gittiler, gelmediler?"
"Vay eşek oğlu eşekler vay... Haydar
Kahya'nın kızını kaçırmışlar. Ulan bu yakışır mı kışyarıcıları?"
"Vallah bizim haberimiz yok. Zaten bütün gün
biz ne dediysek tersini söyleyip bizi bezdirdiler. Bir çeşitlerdi bugün."
"Onlar her zaman birçeşitler. Vay alçak oğlu
alçaklar vay... Komşunun yüzüne nasıl bakacağız? Peki, siz ne yapacaksınız bu
unu, buğdayı?"
"Biz de bilmiyoruz. Onların gelmesini
bekliyorduk."
Gücük Hüseyin, küfür ederek dışarı çıkıyor.
"Çağırın şu Sarıoğlan'ı da satalım. Ne
isterseniz alıp zıkımlanın. Bugün onlar yaptı, yarın da siz yaparsınız. Öğrenin
büyüklerinizden, nasıl kız kaçırılırmış... Tümünüzün köküne kibrit suyu, zamane
piçleri... Koca köyleri birbirine katacaksınız. Tu lanet olsun tümünüze."
Köyün içi birbirine girmiş. Evlerden girip
çıkıyorlar. Zehra ile Mahmut arasında kimi dedikodular çıkmıştı. Kimi yalan,
kimi gerçek demişti. Hatta Sarı Hüseyin kızı istemeyi düşünmüş, ama bir
soruşturmuş Haydar Kahya'nın kapısını çalma yürekliliğini gösteremiş, oğluna
yüreğine taş basmasını istemişti. Böylece kapanmıştı bu sorun. Haydar Kahya
"Ula Sarı Hüseyin kim oluyor ki benim kızımı istesin. Önce kendisine bir
ev yapsın. Kızını gelin getirecek bir ev bile yok. Yoksa kızımı ahır sekisinde
mi yatıracak diye haber yollamıştı. İşte şimdi ahır sekisini görür.
Gücük Hüseyin, karşısına Sarıolan'ı almış
konuşuyor:
"Saroğlan, şaşıp kaldım bugün. Bu kırkkbeş
yaşımdayım bu köyde herşeyi gördüm de kışyarısı yapılırken kız kaçırıldığını da
ilk kez gördüm. Bütün köyü rezil ettiler bu piçler. Ulan eşek oğlu eşek,
yiğitsen tek başına al kaç. Koca köyü bu pisliğe bulaştırma..."
Dudağına yapıştırdığı kalın sigarayı çıkarmadan
konuşmasını sürdürüyor:
"Ne verirsen ver şu çocuklara da ortadan
kalksın kalabalık. Köye yayıldı haber."
"Bunlara
birkaç kilo kuru üzüm, şekerleme, lokum, incir, leblebi, veririm.
Aralarında rakı içecek yaşta kimse yok. Varsın bu çocuklar yesinler. Pilav
yapılır mı bu gün?"
"Ne pilavı Saroğlan? Ben şu işi kapamaya
çalışıyorum, sen pilavdan söz ediyorsun? Bütün unu bulguru al, şunlara ne
verirsen ver, dağılıp gitsinler. bir daha da bu köyde ne kışyarısı yapılır, ne
de eğlence. Üstelik cemi de rezil ettiler. bakalım dede akşama ne yapar. Bir de
cem dağılırsa gör o zaman. tümümüz Kara Cemal'den beter olacağız."
Gücük Hüseyin öylesine üzüntülü konuşuyor ki,
çocukların burnundan geliyor kış yarısı törenleri. Günlerden özledikleri
bekledikleri tören zehir zıkım oluyor. Kimileri çerezi beklemeden çekip
gidiyorlar. Gittikçe azalıyor ortada kalanlar. Herkes ana-babasından azar
işiteceğini biliyor. Tam bir rezalet oluyor kışyarısı törenleri. Ne oyun
oynanıyor, ne o nefis kışyarısı piyavı yapılıyor. Şu birkaç eşek sıpasının
yüzünden. Yeniyetmelerin elinden gelse gidip yetşkin gençleri dövecekler. Ah bir
güçleri yetse...
10.
Cem odasının yarısı boş. içerde soğuk bir hava
var. Kimse öyle sıcak içten değil. Kimse kimsenin yüzüne sıcak bir gülücük
atmıyor. Dede yaşlılarla söyleşiyor:
"Yahu kanı kanla yumazlar, ortada kan yok ya!
Kız gönlüyle kaçmış. Bize düşen ki yanı uzlaştırıp barıştırmak. Hayır işi
hayırla bitirmek. Niye birbirinize kızıp duruyorsunuz. Olan olmuş. Genç bunlar
cahil. Sizin çocuklarınız, bizim çocuklarınız. Ne değişir, ha babası anası
vermiş, ha kendi kaçmış. Eh işte düğün yerine kış yarısı eğlencesi
yapmışlar."
"Dede, kız daha çocuk, Haydar Kahya şikayet
edecek. Şikayetçi olursa oğlanı tutuklarlar. Kar yüzünden gidemedi Kangal'a.
Zor eğledik. Kar, kış dinlemyordu. Soğuktan ölürsün etme, şu kar geçsin
gidersin dedik. Yoksa gidiyordu ilçeye..."
"Kız kaç yaşında?"
"On yedi."
"Erenler, oğlan dama girerse düzelir mi bu
iş? Alıp kaçırmış işte. Kızın da gönlü varmış. Uzatmaya ne gerek var? Bize
düşen Allah hayırlı olsun demek. İki gündür bir araya gelemiyoruz. Yeter artık.
Bu cemaat bin yıldırbirbirinden kopmadı. İki cahilin cahilliği yüzünden
dağılamaz. Peyik yollayacağım. Tüm küskünler gelecek. Yok öyle dargınlık
küskünlük. Sorunlar hak divanında çözülecek. Hu peyik!"
Peyik koşup gelip divana duruyor:
"Başta Haydar Kahya olmak üzere tüm komşuları
çağır."
"Hu dedem" diyerek peyik çıkıyor. İnanca
göre cemin çağrısı olan "peyik kıçı kırılmaz. Bu çarrıya kesinlinle
gelinir. Ama Haydar Kahya'nın gelip gelmeyeceği bilinmiyor. Özellikle eşinin
Haydar kahya'yı kışkırttığı söyleniyor.
Çağrılılar asık yüzle, bir bir damlıyorlar cem
odasına. Postu niyaz edip yerlerine oturuyorlar. Sarı Hüseyin'le eşi içeri
giriyorlar.
"Hu erenler..."
"Hu dedem..."
"Niye gelmiyorsun ceme Sarı Hüseyin?"
"Başımıza gelenleri biliyorsun dedem. Bizim
oğlan bir cahillik etti. Bir kız kaçırdı. Yüzümüz yerde. Nasıl gelip bu
insanların yüzüne bakarız?"
"Yook erenler, bu meydandan kaçmak yok. Kol
kırılıp yen içinde kalır. Hesap bu divanda verilir."
"Siz nasıl buyurursanız dedem. Boynumuz
kıldan incedir. Ne cezamız varsa çekeriz."
Bir süre sonra Haydar kahya tek başına geliyor
ceme. Her gelenle selamlaşma oluyor. Ama Haydar Kahya'nın tek başına gelmesi
herkesin ilgisini çekiyor:
"Hu erenler..."
"Hu dedem..."
"Nasılsın, bacı nerede?"
"Biraz hasta da, bugünlük gelmedi."
"İki gündür neredesin? Kötü bir söz mü duydun
bizden? Seni kıracak birşey mi yaptık da gelmiyorsun ceme?"
"Haşa pirim! söylemeye gerek yok, iki gündür
ne çektiğimi bilirsin. Benim cahilimi kandırıp kaçırdılar. Küskünüm, dargınım
bu topluma. Şu postun emri olması adımımı atmam buraya. Bütün köy bir oldu,
kışyarısı sırasında kızımı alıp götürdüler. Bütün bir köy bizim karşımıza geçip
bize inat düğün yaptı. Bu komşuluğa sığar mı? İki cihanda elim, yavrumu
kandıranların yakasındadır. Dede, buyurdun geldim. Ama benden uzlaşma isteme.
Yoksa bir daha şu kapıdan adımımı atarsam ayağım kırılsın."
Haydar Kahya öylesine kesin söylüyor ki bu
sözleri, kimsenin bir karşı sav getirmesi olanaksız. Dede de toplum da şaşkın.
Ayıp mı ayıp yapılanlar. Sanki bütün köy bir olup kızın kaçırılmasını sağlamışlar
gibi bir durum yaşanıyor. Haydar Kahya şakacıdır, yaşam doludur, olura olmaza
aldırış etmez. Bu tezgahı bir içine sinderemiyor. Belki de eşi kışkırttı. Yoksa
o sevecen insanın ağzından böylesine katı tümceler çıkmaz. Eşi, içten
hesaplıdır, kincidir. Ama sonuçta tüm köy de suçlu. Bir bilen, bir duyan
olmuştur kesinlikle. Neden söylemediler? Neden uyarmadılar.
Dede daha ılımlı yaklaşıyor:
"Haydar Kahya, senden bir isteğimiz olmadı.
Boğazına sarılıp "uzlaş" demedik. Bu post küskünlük tanımaz. Senin bir
suçun yok hesap vermesi gereken varsa o da se değilsin. celallenme. Aşık sen de
bir deme çal hele..."
Sazcı sazı eline alıyor. Ne ki, kimsenin
söyleyecek sözü yok. Herkes suçluluk duyuyor. Cem evinin ortasına zehirli yılan
atılmış gibi bir var. Söazcı bir semah çalıp havadaki gerginliği atmak istiyor.
Ama kimse semaha kalkmıyor. Deyişi değiştiriyor. Ne çalacağını o da bilmiyor.
Tüm toplum yeniden bir gerilime girmiş. Kara
Cemal'in düşkünlük sorunu çözülmeden, yeni bir tatsızlık çıkmış durumda. Tüm
düşgücü ve yaşam devigenliği dağlar arasında sıkışmış yüz evlik köyde, yeni bir
gerilim yaratılmış. Ne çözüm getirilir, kim kiminle uzlaştırılır? Ne veriler,
ne alınır kimse bilmiyor. Cemin bağlanacağı günlerde, tüm cemin yarıda kalması
gibi bir tehlike yaşanıyor. Kimse kimseyle konuşmuyor. Yanıtlar yarım ağızla
veriliyor. Dede ne yapacağını bilmiyor. Sigara üstüne sigara içiyor. Bir bardak
dolu içsem mi diye geçiriyor sürekli içinden. Ne ki, rakı etkisiyle vereceği
buyrumların yerine uygulanmaması sözkonusu. Toplumu daha da gerilime sokabilir.
Zaten, kızın kaçırılmasına yardımcı olan gençler de yok, ana-babaları da.
11.
"Duydun mu olanları" diye söze başladı
Gücük Hüseyin.
"Duyulmayan birşey yok diye yanıtladı dede.
"Yok" dedem, öyle değil. "Bu
duyacağın daha korkunç."
"Gücük Hüseyin, bütün köy birbirine girdi.
Daha korkuncu ne olacak? Kırk yılın başı bir posta oturayım dedim, burnumdan
geldi. Bütün olaylar bu kış patladı."
"Dede, Cuma Çavuş tercüman lokmasını, köye
gelen jandarmalara yedirmiş."
"Yok yahu!..."
"Vallahi öyle diyorlar. Gören var..."
"Allah afatından esirgesin... Nasıl olur? Bu
kadar soysuzluk yapabilir mi, Cuma Çavuş."
"Yapar dedem yapar. Ona boşuna Cerci
dememişler."
Dedenin rengi attı. Dudakları titreye titreye:
"Belki başımıza gelen tüm bu uğursuzluklar
onun yüzünden. Ne yapacağız şimdi?"
"Dedem benden yalnız söylemi. Gerisini sen
bilirsin. Dua mı edersin, Cuma Çavuşu dara mı çekersin, sana kalmış."
Cuma Çavuş garip bir adam. Hiçbirşeye inanmaz ama
cemden ayağını kesmez. O ki inanmıyorsun niye gelirsin ceme? Hadi inanmadın,
tercüman lokmasını nasıl yedirirsin ağzıkaralara? Allahtan korkmaz, kuldan
utanmaz adam. Kırk kez sana söylendi ki, sakın jandarmalara kurban eti yedirme,
tavuk dersen tavuk, kavurma dersen kavurma verir sana bu köy?
Dede oturduğu odadan dışarı çıktıyor. İçerde
oturan üç-beş kişi Gücük Hüseyin'in yüzüne bakıyor. Dede yeniden giriyor:
"Bana Topal Hoca'yı, Abbas Efendi'yi, Turan
Efendi'yi çağırın!"
Bir genç koşup gidiyor. Sırasının üzerine içeri
geliyorlar köyün bilgeleri.
"Erenler ne yapacağız? Cuma Çavuş kurban
lokmasını jandarmalara yedirmiş."
"Tüm köyün üzerine siner uğursuzluk. Bu lokma
kendinin değil, tüm cem erenlerinin."
"Yok, yalnız kendisinin başına gelir
uğursuzluk."
"Yahu, yapmaz Cuma Çavuş böyle birşey. Öyle
gelişigüzel konuşmasına bakmayın. O inanmaz gözükür ama, inanır."
"Demeyin bunları yahu Cuma Çavuş, her haltı
yer. Ceme inandığı için gelmiyor. O cemi böyle eğlence gibi, şenlik gibi birşey
sayıyor. Cemden kopmayı, sürüden ayrılmak gibi birşey görüyor. Ceme gelmezse
muhtar seçilmeyeceğini düşünüyor."
"Desene Cuma Çuvaş bütün köyün köküne kibrit
suyu döktü..."
"Vallahi orasını bilmem, ama durum bu."
12.
Cuma Çavuş cemde dede karşısında dara durmuş. Tüm
toplum gerilim içinde yargılamayı bekliyor. Her kafada aynı soralar geziniyor.
"Cuma Çavuş tercümanı yedirmiş m? Bize de bir uğursuzluk geli mi?"
Herkes kendinden korkuyor. Dede soruyor:
"Cuma Çavuş, el ele el hakka; doğru söyle. Bu
meydanda yalan yok. Suçunu biliyorsun. Yaptınsa ikrar eyle. Dua ederiz.
Tanrıdan af dileriz. Şu masumların dili ile yakarırız. Ama gerçeği söyle. Tanrı
bağışlar. Yalan söylersen iki cihanda sen de suçlu olursun, bütün bu cemaat da.
Başımıza bir uğursuzluk gelir. Jandarmala tercüman lokması yedirmişsin doğru
mu?"
"Dedem, istediğiniz cezayı verin. İstediğiniz
sözü söyleyin. İsterseniz kovun bu meydendan. Yedirmedim. Bu kylü böyle şeyler
uyduruyor. Bir tike kurban eti yedirdimse kor olsun tenime yapışsın. Bir aş
tanesi yedirdimse tenim tike tike ola. Bu yıl tüm çoluk çocuk Adana'da. Evde
yemek yapılmıyor. Götürdüğüm lokmaları kendim yiyorum. Jandarmalara Haydar
Kahyagilden kavurma alıp yedirdim. İşte kendi burad sor. Evde peynir vardı.
Yolcu ederken de peynir ekmek verdim."
"Peki Cuma Çavuş, artık günahı senin
boynuna.Hu postu niyaz et."
Cuma Çavuş yere eğilip duaya duruyor. Tüm toplum
bellerine dek eğilmişler. Dede dua okuyor:
"Allah Allah, ya Şah! Dil bizden, yardım
Ali'den. Suçumuz varsa bağışlasın. Eksiğimiz varsa uyarsın, bilerek bilmeyek
bir yanlışımız varsa, düzeltsin. Bu meydandaki şu tertemiz çocukların diliyle
seslenelim. Diyelim bir Allah, Allah..."
Tüm toplum Allah Allah çekiyor. Tüm oda Allah
Allah sesleri ile yankılanıyor.
"Cuma Erenler dili ile yemin etti, gönlü
tasdik etti. Biz bu meydandaki eren bacı, çoluk çocuk tüm cemaat, ona inandık
iman getirdik. Yalan söylüyorsa, günahını ulu hesabı bırakıyoruz. Biz,
elimizden bu gelir. Bizi kandırırılız, ama ulu Tanrı kandırılmaz. Yalan
söylediyse günahı kendisine, gelecek uğursuzluk kendi ocağına. Bu toplum
suçsuz. tanrı bunu görür, bunu bilir... Diyelim bir Allah Allah..."
Cuma Çavuş, duadan rengi atmış biçimde kalkıyor.
Dakikalardır yerden yatmaktan mı korkudan mı belli değil. Cemdeki tedirginlik
sürüyor. Özellikle kadınlar arasında. yaşlı kadınlar edilen yemine inamamış
biçimde başlarını sallıyorlar. Tek teseli, meydanda yapılan dua. "Bir
uğursuzluk gelirse yalnız Cuma Çavuşun ocağına geleceğine inanyorlar.
"Belası başına. Kendi yedirdi tercümanı. Kendi çeker belasını diyorlar.
Dede:
"Bu günü Kuzu Mehmet'in kurbanı vardı hazır
mı" diyor.
Kurbanlar ortaya getiriliyor. Dua alınıyor.
Kurbancı kurbanları kesmeye götürüyor. Kuzu Mehmet ile yolkardeşi eşleri ile
birlikte görülmek üzere meydana çıkıyorlar. Dua bitiyor.
Vahide hanım dışarı çıkıyor. Soğuk karlı bir
akşam. Cem evinin kapısında ellerini açıyor. Ellerini açıyor, kendi kendine dua
ediyor. belli ki bir dilek diliyor. Vahide de bir gerginlik var.
13.
Davulbaz köyünde cem var. Orada cemi Kurt Veli
dede yürütüyor. Akşam, cem başlamamış. Kurt Veli dede tedirgin. Konuk kaldığı
odada, yürüyüp duruyor. Yolkardeşi ve köylüler soruyorlar:
"Dede neyin car?"
"Erenler, içimde bir sıkıntı var. Sanki bizim
evde bir uğursuzluk var."
"Dede, etme kurban olayım. Mamaş şurdan bir
saatlik yol. Öyle birşey olsa, adam yollarlar. Bırak şu sıkıntıyı."
"Haklı söylüyorsunz. Ben bırakıyorum da,
sıkıntı beni bırakmıyor."
"Dede adam yollayalım yoksa!.."
"Yok... gerek yok..."
"Eee, ne yapalım öyleyse seni rahatlatmak
için?"
"Bilmem..."
"Dedeye bir bardak rakı getirin"
Rakı geliyor. Dede bir dikişte bir çay bağdağı rakıyı
içiyor. Bıyıklarını siliyor. Bakışlarında parlama. Bir anlık rahatlık.
"Huu, erenler cem odasına geçelim. Cemaat
gelmiş olmalı."
"Dede, cemaat çoktan geldi, seni bekliyor.
Ağa dayının tercümanı var biliyorsun. Tercüman dualanacak. Herkes seni bekliyor."
Dede yanındakilerle cem odasına giriyor. Herkes
yerini alıyor. Dede cemi başlatıyor. Tercümanlık kurbanlar duaya geliyor. Dede
duaları yapıyor. Tercümanlar gidiyor. Dedenin sıkıntısı sürüyor. Cem
erenlerinden izin alıp dışarı çıkıyor. Cem odasında konuşmalar:
"Yahu, bugün dedenin üzerinde bir sıkıntı
var? Allah Allah... Ne yapsak. Yoksa, şurdan Mamaş'a iki genç yollayalım."
"Söyledik bunu. kabul etmedi. kendi gitmek
istiyor."
"Olur mu, kurbanı yarıda koymak?"
"Yahu bu böyle olmaz. Kurbanlar kesilmediyse,
kurbanı yarına bırakalım. Dede gitsin. Koşun hele kurbanlar kesilmediyse
beklesinler."
Dışarı koşuyor bir iki kişi. Dışarıdan:
"Kesilmemişler."
"Kesmesinler. Kurbanlar yarına kalsın. Dede
nerede?"
14.
Mamaşta'ki cem evinden Kurt Veli içeri giriyor. O
anda Vahide ayağa kalkıyor. yüksek sesle:
"Ooo, büyük Tanrım, dileğimi kabul
ettin..."
Herkes şaşırmış durumda. İçerde cem yapan Suzani:
"Ne o, Veli hayrola? Cemi bırakıp niye
geldin?"
"İçimi bir sıkıntı sardı, dayanamadım. Köyde
birşey yok ya?"
Vahide gözleri yaşlı dara duruyor:
"Dedem, sabahtır, Kurt Veli dedenin benim
kurbanımda bulunması için dua ediyordum. Tanrı benim duamı kabul etti. Kurt
Veli dedeyi yolladı..."
Herkes şaşırmış, kimigözlerde yaş beliriyor.
Özellikle kadınlar ağlıyorlar. Kendi aralarında konuşma:
"Bir de, şu kadına Yezit deriz. Görüyorsunuz
ya inancı, sevgiyi bağlılığı."
"Yok anam yok, hak katında kimin sevgili
olduğunu kimse bilmez. Kırk Aevi kadın, Vahide'ye kurban olsun. Kimin gönlünü
kırdı, kim bir gün bir yumuşa gitti de kapıdan çevirdi? Allahın sevgili kulu
o."
Dede Vahide'ye bir dua ediyor. Cem odasında
"Allah, Allah sesi yankılanıyor. Kurban pişmiş gelmiştir. Duasını alıyor.
Köprü koruluyor. Lokma dağıtımı başlıyor. Ardından yer sofraları geliyor. Öbek
öbek sofralar kuruluyor. Sofralara kurban lokması konuyor. Lokmalar yeniyor.
15.
Cuma Çavuş'un elinde bir tabağın içinde kurban
lokması var. Yorgun sıkıntılı, karları yararak, köyün alt başındaki evine
giriyor. Kendi kendine konuşuyor.
"Yok uğurszluk gelecekmiş... Yok bütün köye
gelirmiş... Altı üste et ile ekmek. Kim yerse yesin, Yezidi Kızılbaşı olur mu?
Bir de okumuş adamlar şunlar. Ulan hepsi boş. İşte şurada oturup muhabbet
ediyoruz. Şu muhabbetin tadına geliyorum. Kime anlatırsın? Koca Vahap Efendi de
böyle şeylere inanıyor."
Cuma Çavuş, basık odaya giriyor. İçerisi soğuk.
Yün yatak bir kıyıda serili duruyor. Yatağa doğru gidiyor, geri dönüyor. Gelip
sobayı yakıyor. Tezekle dolu sobada borulardan duman sızdırıyor. Pencereye
yöneliyor, açmıyor. Bir süre sonra duman duruyor. Soba alev alev yanıyor.
İçerisi ısınıyor. Sobanın başına varııp bir yer minderi çekip üzerine oturuyor.
Elindeki tesbihi dertli dertle çekiyor. Tüm olanlara canının sıkıldığı belli.
Soba kıp kırmızı kesiliyor. Sobanın ateşinde uzaklaşıyor. Gaz lambasının ışığını
kısıp baş ucuna koyuyor. Yatağa atıyor kendini.
17.
Sarı Hüseyin'in odasında Mahmut genç
arkadaşlarıyla konuşuyor. Bunlar ceme giremeyen gençler. Ceme giremediklerine
üzgünler. Tüm köye rezil olmuş durumdalar. Gündüzleri ortada gözükmüyorlar.
Akşamları, gizli gizli bir evde toplanıp kendi aralarında iskambil oynuyorlar.
Öykü anlatıyorlar, böylece eğleniyorlar. Bir arkadaşlarını evlendirmenin
mutluluğunu, toplumdan atılmanın pişmanlığını yaşıyorlar. Bir birini teselli
ediyorlar:
"Unutulur gider. Kötü birşey yapmadık. Haydar
kahya kızı gönlüyle verseydi, kaçırır mıydık?"
Sarı Hüseyin'in durumu uygun değil. Gelinle
güveyiye bir oda açacak durumu yok. Evin tek odasında çoluk çocuğu ile Sarı
Hüseyin yatıyor. Gelinle Güveye yer yok. Evlikte yatsalar, soğuktan donacaklar.
En iyisi ahır sekisi düzenlemek. Tüm gençler bir olup, Mahmut'a güzel bir ahır
sekisi yapıyorlar. Evlerden ufak tefek eşyalar getiriyorlar. Öyle bir ahır
sekisi ki, padişah odalarında yok bu güzellik. Bu başarının mutluluğu içinde
Sarı Hüseyin'in odasında oturuyorlar. Cemden gelen lokmaları yiyorlar.
"Uşak, sakın bize günah olmasın? Başımıza bir
uğursuzluk gelir sonra? Biz düşkünüz de..."
"Ne düşkünü ulan? Bizim müsahibimiz mi var,
ne zaman yola girdik ki düşkün olalım?"
"Ne bileyim, kız kaçırmaya yardımcı olduk
da."
"Birincisi kız kaçırma düşkünlük getirmez.
İkincisi, düşükün olacaksa edelerimiz olur. Tümü ceme kurulup birbirinin
önünden lokma kapıyorlar. Bize niye günah olsun lokma?"
"Ne bilem öyle söylüyorlar da. Allah
esirgesin sonra başımıza bir uğursuzluk gelir. Hep anlatıp dururlar, lokmanın
kerametini."
"Bakma sen anlatılanlara. Hep laf onlar. Dur
ben sana sorayım? Tüm hesaplar verildi mi bu cemde? Kel Kara Ali ile Kühlan
küskün değiller mi, sınır kavgası yüzünden? Niye barışmadılar? Herkes susup
geçti. Leyla, Hüseyin'in oynaşı değil mi? Kim söyledi? Hani duran oturan
boynunaydı? Herkes susup geçti. herkes ikiyüzlülük ediyor. Hele o yetmişlik
Topal Hoca, herkesin saygısını toplamış adam niye ağzını açıp bir şey
söylemedi?"
"Bilmez Topal Hoca. bilse o söylerdi."
"Nasıl bilmez ulan, o bu köyün içinde değil
mi?"
"Kim söyleyebilir Topal hoca köydeki oynaş
işlerini?"
"Kimse söylemese karısı söyler."
"Yok yahu, karısı da böyle şeyleri söyleyemez
Hoca'ya. Utanır."
"Ahhaa... Ulan karısı nasıl söyleyemez? Karı
ne demek? Bunun bir şeyden haberi yok yahu? Sen tümden angutsun. İnsanın karısı
söylemez mi?
"Doğru, olur olur... Duymuştur. Peki ama niye
söylemedi, niye ağzını açmadı?"
"Açasa ne olacak. Düşün, şu tarikatın
söylediklerini gerçekten yerine getirem desen, bir Allahın kulu girimez o cem
damından içeri. Sırası ile her evi gözünün önüne getir. Kim temiz? Herkesin bir
günahı var."
"Eskiden böyle değilmiş. Eski insanlar pek
saf temizmiş"
"Öyle derler. Derler ya, arkasından da
yaptıkları çapkınlıkları anlatırlar."
"Eee, kimse gitmeyecek mi yani cennete?"
"Orasını ben bilmem. Ama bildiğim birşey var.
Tarikatın gereklerini isteyecek olsan o kapıdan bir kişi giremez."En
günahsızın bile geçmişi kirli. Sözgelimi en sofu kim? Topal Hoca. Onun
gençliğinde yaptığı çapkınlıkları anlata anlata bitiremiyorlar. Ayşe Bibi,
oynaşıymış onun. Herkes biliyor bunu. Ne ki, şaka ile anlatılır onun
çapkınlıkları. Neden? Suçsa suç."
Sobanın alevi ile giderek içeri ısınıyor. Tavan
damlamaya başlıyor. Şıp... şıp... şıp.... Damlayan yerlerin altına tabak
konuyor. Bu saate dek oturulur mu? Nerdeyse cem dağılacak. Ana, Mahmut'un
yüzüne kızgın bakıyor. Konuşmaya bir başladı mı, ağzı kapanmaz. Yarın herkesin
kulağına gidecek burada konuşulanlar. Koru komşuyu kızdırmanın ne anlamı var?
Yarın yüzyüze bakılacak. Komşu komşunun külüne muhtaç. İş düşecek...
Asıl gerçek de bu ya! İş düşecek. İş, iş, iş. Peki
ama cem nerede, tarikt yol nerede? Bir yandan en iyi kuralları söyleyeceksin
öte yandan bu kuralları göz ardı edeceksin, olur mu? Belki geçmişte insanlar
daha temizdi. Yok, yok insanın olduğu yerde kirlenme vardı. Hiçkimse tarikatın
kurallarını yeterince uygulamamıştır. Bir tek Hz. Ali, Hasan Hüseyin. Onlar
dışında sanmam ki, bu kurallar gerçek anlamda uygulanmış olsun. Bizim gibi faniler
için ise tüm eksik, yanlışa karşın cem vardı. Tüm nefret ve kaygılar karşın
vardı ve hep olacak. Geçmişte yaşamış ermişlerin, bilgelerin olağanüstü yaşamı
anlatılacak. Hz. Ali'nin cenkleri ile dünyalar süslenecek. Muhammet Hanefi'nin
yiğitliği yanında yakışıklılığı düşleri süsleyecek.
Yorgun bir kış akşamına mutlu bir söyleşi sığmış
durumda. Herkes konuşmanın derinliğinden, düşüncenin yoğunluğundan esrimiş. Hiç
kimse bugün cemi kaçırdıklarına pişman olmuyor. Burada daha güzel bir söyleşi
yakaladılar. Geç olmasına geç ama kimse yerinden kıpırda niyetinde değil. Bu
bir tür gençlerin kendileri ile hesaplaşmaları. Bundan böyle büyükleri görünce
köşe bucak kaçmalarına gerek yok. Sigaralar birer birer sönüyor. Ah bu akşam
bir şişe de rakı olsaydı. Bir şişe rakı bulunamaz mı bir koşudan? Yaza veririz
borcumuzu? Gençler bacaklarını ovuşturmaya başlıyorlar. Tezek sobası son
direnişini veriyor. Sobanın koru karıştırılıyor. Hafif bir duman yükseliyor.
Damın tepesindeki baca çoktan susmuş. Siğaralar da bir bir susuyor. Artık yatma
zamanı:
"Allah rahatlık vere, Mahmut. Gidip
yapalım."
"Elinize sağlık arkadaşlar. Bir gün bu
iyiliğinizin altında kalmam."
"Sağol Mahmut, biliriz sen yiğit arkadaşsın.
Bizim düğünde saratla su taşıyacaksın söz!"
Tüm gençler gülüyorlar. Mahmut'un yorgun ama mutlu
akşamı, özgürlük yuvası ahır sekisinde, genç eşinin yanında bitiyor. Sekide gaz
lambası yanmış, Zehra kendisini bekliyor. Ahırın köşesine arkadaşların kurduğu
sekiyi Zehra, gelirken evden kaçındığı bohçadaki el işlemeleri ile süslemiş. Kanavçe,
oya, allı pullu tülbentler. Aman tanrım ne güzel olmuş bu ahır! Ahırı böylesine
seveceğini düşünmemiş Mahmut. Öküz, eşek, inek ve birkaç koyun yerlerinde
dingin duruyorlar. Kimi yatıp uzanmış. Mahmut mutlu bir yüzle yeni düzenine
bakıyor. Yoktan var edilmiş bir dünya burası. Çok şükür Tanrım. Tüm koşu, tüm
gerilim bitti. Yoksulluk adam yoksulluğu. Görsün şu Haydar Kahya, Mahmut nasıl
kazanıp zengin olacak. Tek başına ev açaçak.
18.
"Cuma Çavuş..." diye bir ses duyuyor,
yün yatağa boğulur gibi gizlenmiş Cuma Çavuş. "Hayırdır inşallah, yine
jandarma mı geldi yoksa " diye içinden geçirerek, başını yataktan
çıkarıyor. Birden demin kendi oturduğu yerde sobanın başında birisinin
oturduğunu görüyor. Bu bir yaşlı kadın. İçeriyi biraz duman sarmış. Oda iyiden
iyiye ısınmış. "Allah Allah, diye içinden geçiriyor. "Hayal mi
görüyorum gerçek mi?" Ne var ki, üç beş metre ötede sobanın başında dev
anası gibi etli butlu kadın duruyor. Kadında bir burun var ama, anlatılır gibi
değil. Burnu ile sobanın önüne dökülen kölü karıştırıyor. "Tövbe..."
diyor Cuma Çavuş... "Ulan bu ne? Ben böyle şeylere inanmazdım. Ne bu
karı?" Hemen yakınında duran gaz lambasının alevini yükseltiyor. Sakın
hayal görüyor olmayım? Yok yok, hayal falan değil dev anası gelmiş oturuyor
sobanın başında. Ne yapmalı? Bir dua okumaya başlıyor. O anda burnu uzundan ilk
sözcükleri duyuyor?
"Ne inat edip duruyorsun? Ben gerçeğim."
"Tövbee..."
"Fatma duası yanlış okudun."
Cuma Çavuş'un bir an belleğinden dua geçiyor.
Gerçekten yanlış okuduğunu anlıyor. Ama ne yapmalı. Düş mü gerçek mi
yaşadıkları. Hala ayrımında değil olayın. Birden kendini topluyor. Bu kez Cuma
Çavuş ona soruyor:
"Kimsin? Ne arıyorsun burada?"
"Seni ziyarete geldim. Adımı sen koydun ya
sabahtır. Burnu uzun. Fatmana duasını yanlış okuduğunu anladın mı?"
"Dalga mı geçiyor, benimle eğleniyor mu? Kim
bu? Sakın bir komşu böyle bir şaka hazırlamasın?" diye içinden geçiriyor.
"Yok, komşu momşu değilim ben. Geldim
işte!" diye yanıt veriyor Burnu uzun karı.
Artık Cuma Çavuş'un cinleri başına toplanıyor:
"Bir de bana akıl veriyor! Kalk ...ünü
...tiğim!" diye bağırıyor. Cuma Çavuş karının üstüne yürüyor. Odanın
kapısını hızla açıp kaçıyor burnu uzun karı. Cuma Çavuş, eline lambayı alıp
ardından koşuyor. Büyük avluya bakıyor yok. Dış kapı kapalı. Evlük, samanlık
ahır bomboş. Yeniden odaya geliyor. Ne yapacağını düşünüyor bir an. Şalvarını
geçiriyor ayağına. Giysilerini giymeye başlıyor.
19.
Cemin son akşamı. Daha cemin başlangıç suları.
Cuma Çavuş meydana çıkıyor:
"Dede, beni bilirsiniz, pek inanmam ceme,
tarikata. Şu insanlara olan sevgim yüzünden geliri. Ama başımdan geçenleri size
anlatmam gerekiyor."
Bütün toplum, heyecanla bekliyor. Ne oludu da Cuma
Çavuş böyle konuşuyor?
"Dün gece benim ev bir burnu uzun kadın
geldi. Bilirsin böyle boş şeylere de inanmam. Ama gerçekti gördüklerim. Şimdi
şunu söyleyeyim, bu toplumu da rahatlatayım. Ben jandarmalara gerçekten kurban
eti vermiştim. Bu doğru. Ama sanırım, Tanrı beni cezalandırdı, ya da korkuttu.
Dün gece gördüklerimi açıklayamam size. Gerçekten gördüm."
Tüm halkta bir rahatlama.
"Ohh, belasını buldu... Allah daha beter
edecek... Hele daha neler gelecek başına, gör öküzü mü ölür, evi mi yanar allah
bilir. Dinsiz gavur Cerci. Allahın parmağı yok ki gözüne soksun. Daha ne
olacak, Burnu uzun'u yolamış işte. Hani hiçbirşeye inanmazdı. İşte böyle
inandırır Tanrı adama, hah"
Dede postunda oturan Suzani:
Erenler, bacılar Cuma Çavuş kendi kusurunu
anlattı. Kendi günahını gördü. Tanrı uyarmış onu. Gördüğünüz gibi bir bela
gelirse, yalnız kurbanı yedirenin evine ocağına gelir. hepiniz rahat olun. Cuma
Çavuş çok ağır uyarılmış. Görüyorsunuz, Tarikata karşı gelenin durumunu. Şimdi
Cuma çavuşun başına bir daha bir uğursuzluk gelmemesi için bir dua edeceğim.
Meydan birliğine, dostluk dirliğine diyelim bir Allah Allah. Allah Cuma
Çavuş'un günahlarını af etsin, kusurunu bağışlasın. Kendisi bin pişmanlık
duyuyor. Diyelim bir Allah Allah..."
Bu gece, erkan ağacı getiriliyor. Kara, uzun düz
bir ağaç bu. Dede erkan ağacını iç içe geçirilmiş kılıflardan çıkarıyor. Bir
leğenin içine koyuyor. Üzerinden su dükülüyor. Son günün hüznü var toplumun
üzerinde. Suya dua ediliyor. Sakka duası okunuyor ve su halka içiriliyor. Son
hizmet olan tevhit çekiliyor. Dizler dövülüyor. O anda, esirik durumdaki Yavan
Ali ortaya düşüyor. Çılgınlar gibi gibi dövüne dövüne dönüyor. Dönüşler
sırasında gözleri kapalı. Tevhit bittiği andan, tümüyle bitkin durumda düşüyor.
Yüzüne su serpiliyor. Ağızına su verilip ayıktırılıyor.
Dedeye görüm karşılığı ücreti verliyor. Kim ne
kadan isterse, gölünden kopanı veriyor. Para veren parayı dedenin postnun
altına sokuyor. Kuzu koyun veren vereceği hakullahın ne olduğunu söylüyor. Eşi
ile birlikte çıkıp dua alıyor, yerine oturuyor.
Duran oturan, koğusuz gıybetsin evine varana hızır
yardımcı ola, duası ile cem bitiyor.
20. Adanacı
Karlar erimiş Dağ başlarında kalan karlar son
direnişlerini veriyor. dereler kar suları ile coşmuş, dağ taş yeşermiş.
Çiçekler, otlar, yeşil ekinler, çoban döşekleri, kevenler birbiri ile
yarışıyor. Köyü dış dünyaya bağlayan tek yol bir saat uzaklıktaki tren yolu.
Kış boyu kopan dış dünya bağlantısı, ilekyazla birlikte yeniden yeniden
kuruluyor. Bütün bir kışı Adana, Mersin, Tarsus gibi güneyin zengin illerinde
kol işçiliği ile karnının doyurmuş, Mamaş'ın aç insanları biriktirdikleri son
kuruş ile üzerlerine temiz bir giysi alıyorlar. Tahta bavullarına doldurdukları
eşyalarlala geri dönüyorlar. Kazançları ne, ne getiriyorlar? Bu kazaç hep
abartılarak söylenir. Cebinde elli lirası olan 500 lira ile döndüğü söyler.
Daha az para ile dönen ise, çok para kazandığını ama parayı çaldırdığını
söyler.
Muharrem bir şovalye gibi trenden iniyor. Elinde
sık bir bavul var.
Ayağına
siyah körüklü çizme geçirmiş. Üstünde kilot pantolon, koyu mavi ceket ve onun üzerinde uzun bir
palto var. Gözüne kara güneş gözlüğü takmış, başında şık bir foter var.
Muharrem çalımlı yürüyüşle bir çayın önüne geliyor. Köye gelmesi için bu çayı
geçmesi gerekiyor. Ne ki, çayın suları ilkyazla birlikte coşmuş. Kıyılar
çamurdan geçilmiyor. Muharrem, çimenli yolun bitiminde duruyor. Bir üzerindeki
giysilere bakıyor, bir ırmağa bakıyor, ne yapacağını bilmiyor. O sırada karşı
yakada bir köylü çift çalışıyor. Gelen şık yolcunun ne yapacağını merakla
bakıyor. Birden Muharrem'in yüzünde ne yapması gerektiğine karar vermiş bir
gülücük beliriyor. Yüksek sesle karşı kıyada küreğine yaslanışmış kendisini
izleyen köylüye bağırıyor:
"Köylü gel hele, buraya!"
Karşı kıyıdaki adam koşup geliyor. Muharrem'in
karşısında üzerindeki beyaz yırtık gömleğini toplayıp saygılı bir biçimde
duruyor:
"Buyur
Bey, ne istiyorsun!"
"Beni alıp karşı geçeye geçireceksin"
"Bey siz kim oluyorsunuz?"
"Hele sen geçir, karşı geçede söylerim!"
Adam Muharrem'i sırtına alıyor. Çayın suları
oldukça coşkun. Adam bir yandan taşların arasında ayağına yer arıyor bir yandan
da sırtındaki saygıdeğer kişiyi suya düşürmemek için özen gösteriyor. Suyun
içinde, götünü büke büke soluk soluğa, Muharrem'i karşı kıyıya bırakıyor. Bir
nefes alıyor. Bu kez de karşı kıyada kalan küçük çantayı kapıp getiriyor.
Görevini başarı ile yerine getirdikten sonra, önemli konuğun kimliğini soruyor:
"Bey zatı aliniz kim oluyorsunuz?"
Muharrem çantasını eline almış adamın yanında bir
heykel gibi duruyor. Kafasını dikip
"Ben Mamaşlıyım" diye karşılık veriyor.
Mamaş önemli bir köy. Her tür saygın kişi çıkar düşüncesi ile ayrıntılı bir
yanıt arıyor köylü:
. "Kimlerden oluyorsunuz?"
"Ali Kahyagilerden" deyince adam
şaşırıyor. Mamaş'ın en yoksul ailesi. Soyundan sopundan bir adam gibi adam çıkmışlığı yok. Bu kez çok
daha sert bir soru soruyor:
"Kimsin sen lan?" diyor.
"Bayramın oğlu Muharrem" diye karşılık
verince adam şarırıyor. Bunu duyar duymaz elini silkip
"Aha babanın canına sıçayım" diye
bağırıyor. "Niye başından söylemedin ulan eşek oğlu eşek?
Muharrem sırtını dönmüş gülerek gidiyor.
"Söylesem beni geçirir miydin?"
"He geçirirdim, geçirirdim. Ben bilirdim sana
edeceğimi... Ah bir bilseydim. Ben de bir hükümet adamı sandım. Kaymakan gibi,
tahsildar gibi birşey. Eşek oğlu eşek, Bayramın oğlu Muharremmiş... Kocaoğlan
demiyor da! Bir de bey olmuş..."
Adanacıların en kurnazı Muharrem. Esmer yüzlü,
uzun boylu, dal gibi ince bir delikanlıdır Muharrem. Tek ayak üstünde kırk
yalan söyleyen, ama her yalanını dinleten, hemen çoğuna da inandıran;
inandıramadığına ise sevdiren ilginç bir kişi. Adana-Tarsus-Mersin gurbet
kuşlarının hiçbiri onun başarı ve işbilirliğni yakalayamaz. Köyde Muharrem'in
öyküleri hayranlıkla, gülerek anlatılar. Nasıl bulur, nasıl yaratır olayları
bilincinde? Her yalanı bir yaratıcılık ürünü olan bu kişinin köye dönüşü, gençler
arasında bir sevinç kaynağı olur. sofrası açık, ocağı sıcak bir konuksever
insandır. Yemeyi yedirmeyi seven, ama sözüne üvenilmez bir kişidir.
"Muharrem gelmiş... Muharrem gelmiş"
sözleri bir anda köyün çinde yankılanıyor. Muharrem hep gençlerin dostu. Bir
anda köyün delikanlıları Muharerm'in renk renk kilimlerle donanmış odasını
dolduruyor. Baş köşeden kapı önüne dek sıra sıra oturuyorlar. Muharrem'in
gözleri pırıl pırıl. Sevenleri gelmiş.
"Irmaçlı" diye genç eşini çağırıyor.
"Kız Irmaçlı uşahlara birşeyler getir. Gatıh, matıh ya da Adana
ürünlerinden."
Gençler Anada ürünleri istiyorlar. Kocaman bir
bakır tabak dolusu kuruyemiş geliyor. Çir, leblebi, kuruüzüm. Gençler kibar bir
oburlukla tabağa uzanıp avuçluyor.
"Eee, Muharrem Emmi, Adana nasıldı, Tarsus
nasıldı?"
"Uşah sorman Tarsus'u, Adana'yı. Yine Şadi
Beyi'in yanında çalıştım. Şadi Bey beni bırakmaz. Ama istasyondan köye gelirken
ne oldu bilin?"
"Muharrem Emmi senin hikmetinden sual
edilmez. Gör ne yaptın!"
Çil Mustafa dırdır edip duruyor ben çekip geldim.
Yoksa üstüm başım kirlenecek. Köye rezil olacağım. Ne yapayım komşular?"
"Hay bin yaşayasın Muharrem. peki kaymakamım
falan desen olmaz mıydı? Niye söyledin Muharrem olduğunu?"
"Ula Çil Mustafa biliyorsunuz bu dönük
Bektaşilerin babası. Bektaşilere bir intikam olsun diye söyledim Muharrem
olduğumu. Çil Mustafa'nın sırtına binmem bütün Kangal yöresinde söylenecek.
Fırsat elime düşmüş ki, kaçırır mıyım!"
Bütün gençler gülüyorlar. Hemen her ağızdan bir
övgü yükseliyor. Ama ortak tümce:
"Vallahi büyük adamsın Muharrem!"
21.
Kara Cemal, eşyalarının bir kağnıya yüklüyor.
Köyde evli kızı gelmiş. Eşyaların yüklenmesine yardım ediyor. Anne ve kızlar
sessiz ağlıyorlar. Feleğe kadere küfür ediyorlar. Cemal'in aldırdığı yok. Arada
kızıyor eşinin ve kızının ağlamasına. Küçük çocuklar gelmişler, göçün
yüklenişini hazin gözlerle izliyorlar.
"Kız ne ağlayıp duruyorsunuz? Ağlanacak ne
var? Ölüm yok ya! Gidiyoruz işte. Alıp köylerini başlarına çalsınlar. Yok
düşkünmüşüz de, yokmalımızı dafarlarını katmayacaklarmış da. Görsünler Kara
Cemal'in şehirde de işini yoluna koyduğunu."
"Ede bir güze gelir misiniz?" diyor
büyük kız.
"Bir daha bu köye adımımım atarsam..."
"Bu ne biçim söz ede?"
"Ne olacak, artık bundan sonra gelmem."
"Ben sizi artık görmeyecek miyim?"
"Seni Zile'ye getiririm."
"Beni Zile'ye kim yollar? Artık sizi
göremeyeceğim demektir."
"O, sofu kaynatana söyle. Kına yaksın işte
gidiyoruz..."
Gelin kız ağlıyor. Kağnı yüklenmiş. Kapıya kilit
vuruluyor. Kağnı karayoluna doğru gidiyor. Bir başına gelin yolda kalıyor. Bir
daha görememe korkusu içinde, gözlerinde biriken yaşları başındaki beyaz örtü
ile siliyor.
Hazin ayrılışın sancısı herkes sarmış. Dikbaşlı
adamdı Cemal. Pek sevilmezdi bu yüzden köyde. Köylü fırsatını bulmuş, anki ona
bir ders vermek istemişti. Sonuçta el
ele verip başarmışlardı. Kapısı açılmaz olmuştu. Kapısından geçenler selam
vermiyorlardı. İyice yalnızlığa itilmişti Cemal. Her şeye karşın son ana dek
kuyruğu dik tutmasını bilmişti. Kimseye eyvallah etmeksizin iki yılı şkın süre
evini ocağını yürütmüştü. Sonuçta ise baskılar ağır gelmiş, gurbetin yolunu
tutmuştu.
Şimdi onun kapısına kara kilit vuruldu. Artık onun
kapısından geçen yaşlılar selamlarını gizlemek için zahmet çekmeyecekler.
Kadınlar kocalarına Cemallarla ilişkilerini gizlemek zorunda kalmayacaklar.
Nedir ki, bir kapı kapanmış. Ocağın sönmesi, evin
"peğ" olması gibi bir olgu yaşanıyor. Br komşunun evinin kapısına
uğursuz kara kilit vuruluyor. Hani oğlu uşağı olmayan yaşlıların ölümleriyle
kapılarına kara kilit vurulur, evleri ocakları darma dağın olur ya, öyle bir
durum yaşanıyor. Hem de bunca oğlu kızı olmasına ve de dirliği düzeni yerinde
olmasına karşın.
Toprak damlı evlerin duvarları diplerinde oturan
yaşlılar kedileri ile bir hesaplaşmanın içine girdiler. Suçluluk duygusu içinde
birbirlerine açmak istemedikleri bir konu Kara Cemal'in göçü. Herkes kendini
suçlu tutuyor. Tamam Kara Cemal kötü adamdı, aksi adamdı. Dikbaşlıydı, kimseye
boyun eğmezdi. Ama çalışkan adamdı. Yardımseverdi. Komşunun elini alırdı. Zor
gün dostuydu. Üstelik yola, erkana düşkün bir iş yapmamıştı. Başına ne geldiyse
oğlnun yüzünden gelmişti. Bu duruma itilmemeliydi. Sonuçta ne olmuştu ki, yüz
evlik köyden bir evin eksilmesi kime ne kazandırmıştı? Herkesin günahi
kendineydi.
Elveda toprak damlı evler, elveda söğüt kavak
ağaçları ile süslü dereler. Artık ne zaman, nasıl dönülür kimse bilmiyor.
Bilinmez bir geleceğe gider gibi toprak yollu bozkarda kağnı ilerliyor.
22.
Toprak damlı evler. Dar kıvrımlı yollar. Söğüt
ağaçları ile süslü dere kıyıları. Yaz sıcağı basmış. Öğle sonrası. Harmanlarda
dövenler dönüyor. Yorgun köylüler çalışıyor. Bir top söğüdün altında gözlüklü
yaşlı bir dede bağlama çalıyor. Biraz ileride harmanda döven durmuş. Öküzler
harmanı yiyor. Yaşlı adamın aldırdığı yok. O bağlamaya sarılmış, döktürüyor
bağlamayı. Uzaktan, omuzunda yaba ile 14-15 yaşlarında karayağız bir delikanlı
geliyor. Harmana yaklaşınca yüzünde bir gülümseme beliriyor:
"Amca, ne bu hal? Ne yapıyorsun?"
Yaşlı adam yanıt veriyor.
"Ula oğlum Ali, bir bakayım, parmaklarım alışkanlığını
yitirmiş mi, dedim!
İkisi de gülüyor.
"Amca bir dakika, şu harmanı bir düzene
koyayım. Bu deyişi can kulağı ile dinlemek istiyorum. Öküzleri harmanda başı
boş bırakmışsın. Öküzler buğday yiyorlar, şişip ölecekler. Çocuklar nerde?
Dövene neden onları bindirmedin?"
"Çocuklar sırasının üstüne dövene
bineceklerdi. Kaçıp gitmişler. Derenin kıyısında olmalılar."
"Şimdi ben gösteririm onlara!"
Genç adam bağırıyor:
"Vahap, Cengiz, Tuğrul, Mehmet, nerdesiniz
ulan? Döveni burda koyup hangi cehenneme kaçtınız?"
8-10 yaşları arasında 3-4 çocuk korku içinde koşup
geliyor.
"Buyur ağabey" diye derli toplu
duruyorlar.
"Nerdesiniz ulan. Hepinizi döveceğim. Döveni
amcama bırakıp nere gittiniz? Sırasının üstüne dövene bineceksiniz."
Çocuklardan biri dövene biniyor. Yastıkların
üstüne otururlar. Amca sazı yeniden kucağına alyor.
Kangal'dan aşağı Mamaş'ın köyü
Derindir gölleri soğuktur suyu
Üç köyün içinde Zebneb'in soyu,
Zeyneb'im Zeyneb'im allı Zeyneb'im
Üç köyün içinde belli Zeyneb'im.
Genç adam diz çöküyor. Birkaç dakika amcasının
bağlama çalışını izliyor. Amcanın bağlaması bir türkünün eşliğinde karşı
tepeden yankılanıyor:
Söğüdün yaprağı narinden narin
İçerim yanıyor, dışarım serin
Zeynebi bu ayda ettiler gelin,
Zeyneb'im Zeyneb'im allı Zeyneb'im
Üç köyün içinde belli Zeyneb'im
"Ali oğlum, bu Türkü bizim köyün çok eski
türküsü. Şimdi kimileyin radyoda da söylenir."
Uzaklardan kağnı gıcırtıları geliyor.
Harmanlardaki köylüler arasında yorgun konuşmalar. Yoğun işi birazcık yoluna
koyan kimi komşular, söyleşinin yoğun olduğu top söğüdün gölgesine gelip
oturuyorlar. Bir bir çoğalan kalabalık mutlu bir ortama dönüşüyor. Dede
konuşuyor, çalıyor. Onlar aralıklarla söyleşiye katılıyorlar.
23.Cin Abbas
Cin Abbas lakabı ile ünlü
Abbas Dede kendine özgü bir kişi. Evi köyün bitiminde, mezara yakın yerde yer
alıyor. Küçük bir çayıra harman kurmuş, karınca gibi çalışıyor. Harmanı
derliyor, atların dizginini ayarlıyor. Bir an duruyor, aşağılardan gıcırdayarak
gelen kağnıya doğru bakıyor. Kağnı dev bir buğday çuvalı taşıyor. Komşu Sünni
köyü Halburveranlılar yaz aylarında un öğütmek için, bu yolup kullanıyorlar.
Mamaş'ı aşarak bir öteki köydeki su değirmenine buğday öğütmeye gidiyorlar. Bu
kağnı da onlardan biri olmalı. Cin Abbas gözlerini süzerek özenle bakıyor gelen
yolcuya. İçerden birilerilerini çağırıyor.
"Ali, sen şu harmana
biraz göz kulak ol. Benim Yoncalık'ta ufak bir işim var. Hemen geleceğim. Aman
gözünü atlardan ayırma!"
Omuzuna bir kürek alıp
yola düşüyor. Biraz sonra kağnısı ile gelen komşu köylü yolcu ile birleşiyor.
Söyleşerek gidiyorlar. Sıcak bir şöyleşi içinde tozlu yollarda ilerliyorlar.
Kağnının tekeri tozlu yola yarı yerine dek gömülerek gidiyor. Cin Abbas, adamla
tatlı tatlı havadan sudan konuşarak köyden çıkıyor. Köyün doğu kesimine düşen
yeşil alana geliyorlar. Yoncalıklar kurumuş. Kağnı bir dereye doğru kıvrılıyor.
Bu anda Cin Abbas soruyor:
"Yahu baharda bizim Ali'yi dövmüşsün."
Adam umursamaz yanıt veriyor:
"Haa, dört tane takmıştım."
Cin Abbas, hemen karşılık veriyor:
"Öyle mi? Öyleyse dört tane de ben sana takayım
hele..."
Cin Abbas adama kürekle vurmaya başlıyor. Adam şaşkın bağırıyor.
Ama derenin içinde ne duyan, ne yetişen var. Allah’ın bol, insanın kıt olduğu
bir dere içi burası. Adamı kanlar içinde bırakıp köye dönüyor.
24.
Söğüdün altında söyleşi
sürüyor. Ayranlar geliyor, bakır taslardaki ayranlar kafaya dikiliyor, şakalar
yapılıyor. Giderek artıyor katılım. Bir ikindi sonrasında günün yorgunluğunu
çıkarmak isteyen komşular bir bir beliriyorlar. Bu sırda Cin Abbas, sessizce
yanlarına yanaşıp oturuyor. Cin Abbas korkunç çalışkan bir kişi. Yaz döneminde
öyle söyleşiye, lafa katılmaz. Revani Cin Abbas'ı görünce seviniyor:
"Yahu, Abbas Efendi,
senin yolun düşmezdi bu taraflara, hoş geldin. Sen işten güçten ayrılmazsın.
Abbas Efendiye bir yastık getirin." Söyleşi giderek artan coşku ile
sürüyor:
"Bu Zeynep bizim köyden Hasan Ağagilin
kızıymış. O zamanlar kervancılar gelirdi köylere. Bir kevancı geldi. Atlarla
kervan konakladı. Bir iki eve dağıldılar. Bu arada genç bir delikanlı bizim
Hasan Ağların Zeynebi pınarda görmüş. Zeynep su dolduruyor. Kervancı da yüzünü
yumaya gitmiş pınara. Bir görüşte tutulmuş Zeynep'e. Sonra tutturmuş babasına
"ne yap yap bu kızı bana al." Babası zengin. Kervancı dedik ya sen
anla gerisin. Neyse efendim, geldiler Hasan Ağagile kız istemeye. Hasan Ağa kız
verir mi, öyle elin yabancısına, yezidine. "Ulan siz kim oluyorsunuz"
deyip kovdu. Oğlan mal mülk ne istiyorsanız vereyim. Canımı alın bu kızı bana
verin diye yanıyor. Ama Hasan Ağa vermez. Hem de uzatmadı işi. Hemen Balıgile
verdi. Şu bizim Balı var ya, Götöğ Balı, işte onun anasıydı Zeynep. Daha kervan
köydeyken düğün tutuldu. Zeynep gelin gidiyor. Kervarcı yandı tutuşuyor.
Gözleri dolu dolu, köyün kıyılarında geziyor. İşte o sıra yakmış bu türküyü.
Şöyle sürer:
Zeynebi bu hafta ettiler gelin
İçerim yanıyor dışarım serin
Zeynep'im Zeyneb'im allı Zeyneb'im
Üç köyün içinde şanlı Zeyneb'im
"Sonra türküyü 1932 de Sivas'ta Halk Şairleri
Bayramında Aşık Süleyman çaldı. Muzaffer Sarısözen notayı geçirdi. Şimdi
radyolarda çalıyor. Ama kimse bilmiyor bu olayın Mamaş'ta geçtiğini. Zaten
deyişin birinci dörtlüğü de söylenmiyor."
Cin Abbas'ın üzerinde bir
dinginlik, bir durgunluk var. "Yahu Abbas Efendi, nen var?" diyorlar.
"Yorgunum biraz" diye karşılık veriyor.
Bir süre sonra köyden bir
genç geliyor.
"Dede.." diye
bağırıyor.
"Ne var Mor
Veli?" diye soruyor Revani.
"Duran’ı Ömer'i
dövmüşler", Revani şaşkın biçimde sazı bırakıyor elinden. soruyor:
"Kim dövmüş? "
Çocuk Cin Abbas'ı
gösteriyor.
"Abbas Emmim dövmüş
diyorlar."
Cin Abbas:
"Görüyorsunuz
arkadaşlar saatlerdir ben burada oturuyorum. Hepiniz şahitsiniz."
Herkes gülüyor.
"Doğru sen burda oturuyorsun. Biz şahitiz
Abbas Dede."
Revani sessizce yerinden kalkıyor. Bütün
oturanların yüzünde tatlı bir gülümseme. Hayranlık duyan gülücüklerle Cin
Abbas'ın yüzüne bakıyorlar. Kimse bir şey soramıyor. Cin Abbas yarı şaka yarı
ciddi kızıyor:
"Ne gülüyorsunuz, niye bakıyorsunuz yüzüme
ulan, Allah'tan korkun ben sabahtır burada oturuyorum..."
"Tamam dede tamam, oturuyorsun. Biz şahitiz.
Şahitiz de, sen burada otururken Halburveranlı nasıl döğüldü diye
gülüyoruz."
"Ne bilem kim döğmüş, yezit oğlu yezidi.
Belki komşuları döğmüştür. Benim üstüme atıyor. Biliyorsunuz, bu yezidin bize
düşmanlığı var. İlkyazda bizim Ali'yi döğdü. Şimdi de benim üstüme
atıyor."
Herkes gülüyor. Cin Abbas da gülüyor kendi
sözlerine. Tüm topluluk bu gülme üzerine rahatlıyor. Cin Abbas:
"Vallah yahu... Karısı mı döğdü komşusu mu,
ne bilem, kim döğdüyse döğdü. bana ne?"
25.
Revani, oturanlardan bir iki kişiyi çağırıyor.
Ayaküstü konuşuyorlar. Revani:
"Ne yapacağız? Abbas Efendi'yi ortada koyup
candarmaya teslim edemeyiz. Çabuk çağırın muhtarı."
Birkaç dakika sonra Muhtar geliyor:
"Muhtar, senin aran yok Abbas Efendiyle. Ama
bu iş bütün köyün namusu. Candarmaya teslim etmeyeceksin Abbas
Efendi'yi..."
"Ulan, siz deli mi oldunuz, şaşırdınız mı?
Ben adam mı veririm candarmaya. Abbas Efendi benim kanlım olsa vermem. Bir
Yezit döğmüş... ben kalkıp onu ortada mı koyacağım? Karışmayın."
Köyün içine yayılıyor bir anda Cin Abbas'ın olayı.
Hayranlık ve şaşkınlıkla anlatıyorlar:
"Abbas Efendi Halburveranlı Ömer'i bir döğmüş
ama sorma!"
"Ula görülmüş birşey mi Halburveranlı döğmek?
Hükümet adamı döğmekten beterdir."
"Kardeşim, boşuna Cin Abbas dememişler... O döğer."
"Hay eline sağlık Cin Abbas..."
26.Oruç
Köy kara yasa batmış. Kızgın bozkır sıcağı altında
zaman durmuş gibi. En değerli zaman diliminde yaşam durmuş.Bir yılın birikiminn
derleneceği, bu anlık zaman kesinde ne yapılırsa yapılacak, tane tane buğdaydan
çuvallar doldurulacak, değirmene gitmek üzere avlulara direnecek. Gelecek yaza
çıkıncaya dek yaşamı götürecek un, bulgurun hesabı yapılacak. Sonra işin içinde
komşulardan un, bulgur dilenmek de var. Her ödünç gibi ödünç kuzular. Bir ölçek
un için bir buçuk ölçek denir. Dedikodu da üstüne üstlük.
Açlığın ve toplumsal üzüntünün sıkıntısı içinde bireyler
yarını unutmuş, ölüm sonrasının hesaplaşmasını yapıyor Hz. Hüseyin'in ölüm
günleri, on iki gün oruç tutuluyor. Bu aynı zamanda bir yas töreni. Su en az içilecek,
gülmek yasak ve en küçük sevgi gösterisi suç. Saç sakal kesilmez. Tam anlamıyla
yaşam ötesinde yoğunlaşmış düşünceler.
Ne ki yaşam kuralını koyuyor, ölümün zamanını
bilmek olanaksız. Ölüm ötesi ile tümden bilinçte çizilen soyut bir evren ama on
beş gün sonra yaşam var. On beş güne ne gerek, akşam oruç açılacak. Oruç
sofrasına ne gelecek, onun kaygısı var, oruç sofrası. Ve de çocuklar, onlar
ekmek, yemek isterler. Hadi bakalım sofu kardeş, öteki dünyaya varmadan bu
dünyadaki görevini yerine getir!
Zaman onu sorar. Gün boyu, bu duygu ve düşünce
içinde midelerin açlıktan guruldadığı, tenin sıcaktan doyumsuz bir su isteği
ile çırpındığı ve dudakların çatladığı sırada kağnıya sap yükleyeceksin. Sapı,
devrilmemesi için kendirle kıskıvrak çekip bağlayacaksın.En küçük yanlışa yer
bırakmayan bir çaba ile yapılacak bu iş. Yoksa yolda sapı devirmek tüm işi
yeniden yapmak, dahası bir iki kişinin yardımına gerek duymak, ve de tüm köye
ister istemez rezil olmak var.
İlkokulu bitirmek için kışı ilçede ya da Sivas'ta
geçiren çocuklar, eşek sırtında saman çuvalı taşırken, yaptıkları işin ağır
utancı içinde yalnız önlerine bakıyorlar. Kimseyle göz göze gelmeme çabasında
dış dünyaya kendilerini kapıyorlar.
Kara Ali, şu Ali Efendigilin Kara Ali var ya, bir
garip çocuk. Nasıl demeli hızır gibi bir adam. Yonca mı sulanacak orada, çuval
mı yüklenecek orada, tırpan mı biçilecek orada. Hiç bir işten yüksündüğü, utanç
duyduğu yok. Hangi işi yapsa en iyisini yapmaya çalışıyor. İgücünü çaldığı yok.
Üstelik köyün en iyi okumuş adamı, ortaokul son sınıfa gidiyormuş. Orta okul ne
demek biliyor musun?
27. Sap
Kağnısı
Sap yüklü kağnının gacırtısı dağı taşı tutuyor.
Karayağız delikanlının özenle yüklediği sap dağ gibi heybetli. Yanında yaşlı
amcası ile laflayarak geliyolar.çeredeki ekin tarlaları sararmış biçilmeyi
bekliyorlar. kimi tarlalar ise biçilmiş. Giderek silinip gidiyorlar. Uzaklardan
yorgun selamlşma sözcükleri duyuluyor:
"Kolay gele, bereketli ola... kaç günlük işin
kaldı"
Sorular da görev gereği, yanıtlar da kimsenin
konuşmaya gücü yok. herkesin canı burnunda. Burnunun tutsan canları çıkacak
türden. Kağnı bir kıvrma griyor. Birden önlerinde devrilmiş bir kağnı ile
karşılaşıyorlar. Temizce giyimli sarkık bıyıklı adam, kağnının öküzlerini
çözmüş, arabayı yeniden kaldırmak için üzerindeki yeşil otu atıyor. Ali
soruyor:
"Kim bu amca? bu adamı ilk görüyorum. Bizim
köylü mü?"
"Bizim köylü., Kara Cemal. Zile'de oturur.
Yıllar önce bir düşkünlük yüzünden, köye kahredip gitti. İşini gücünü Zile'de
kurdu. Durumu çok iyi. Bir çayırı var şu ilerde. Her yıl bir kez gelir, çayırın
otunu satıp gider. Elini bir işe sürmezdi. Nasıl oldu da çayırın otunu kendi
götürüyor?"
"Selamın Aleyküm Cemal. Hoş geldin, ne zaman
geldin duymadım."
Aleykümselam dede. İki gün oldu geleli."
"Hayrola Cemal, nerden ot yüklemek aklına
geldi? Sen çayırın yüzünü satıp giderdin."
"Sorma dede, şu Kendirgile sattım. Pazarlığı
bozdular. Mecbur kaldım, otu kapıya götüreyim, burada mal davar yiyor. Artık
köy işlerini unutmuşum. Kağnıyı devirdim."
"Cemal geçti o eski günler. Artık elin işten
uzaklaştı."
"Öyle dedem unutmuşuz. Sapı iyi
yükleyememişim araba devrildi. şimdi toplamaya çalışıyorum. Yeğenin mi bu,
Abbas çavuşun oğulu?"
"Heye."
"Maşallah büyümüş dede. Artık elinden tutuyor
senin."
"Çok şükür Cemal. Ali de tam babası gibi.
Çalışkan."
Ali söze giriyor:
"Amca yardım edeyim mi?"
"Çok iyi olur."
Ali, dirgeni çekip kağnıya yaklaşıyor. Fırtına
gibi otu bir yana atıyor. Üçü kağnının yanına dayanıp yeniden iki tekerleğinin
üzerine oturtuyorlar. Ali yerdeki otları dirgenle kagnının üzerine atıyor. Kara
Cemal çiğniyor. İş bitiminde öküzleri koşuyorlar. Ot kağnısı önde, Revani'nin
kağnısı arkada yola koyuluyorlar. Kara Cemal, Ali'ye dönüyor:
"Ali Efendi nerede okuyorsun?"
"Orta sonda." Ali, kendisine Efendi'
denmesine şaşıyor. Birden kendi kendine "Ali Efendi, Ali Afendi" diye
söyleniyor. Kara Cemal çocuğun kendisine Efendi sözünün söylenmesini
yadırgadığını anlıyor.
"Ali Efendi ya! Sana deden Ali Efendi'nin
adını verdiler." Sen bizim için Ali Efendisin. Maşallah çok
sevindim." Kurt Veli'ye dönüyor.
"Dede, sorma çocukları okutmaya çok hevesim
vardı, ama olmadı. Okumadılar."
"Cemal, Yusuf okudu ya."
"Yok dedem yok, okumak o değil. Sen ne okumak
istiyorsun Ali Efendi?
"Mühendislik, inşaat mühendisi olmak
istiyorum."
"Hay bin yaşayasın. Gördün mü, okumak budur
dede. Avukat olacaksın, mühendis olacaksın, doktor olacaksın, yani şöyle bir
yer tutacaksın. Okumak bu dedem. Yoksa, onun bunun götüne yne vrmayı öğrenmek
okumak değil. Yusuf'uun okuduğu bu.
Sağlık memuru oldu. Bu yalnızca ekmeğini kazanmak. Kimseye muhtaç olmadan
yaşamak. Ben de böyle Ali Efendinin söylediği gibi okutmak istedim Yusuf'u,
liseye gitmedi. Kolayı seçti, tez elden evlenmek için. Sanki birşey varmış
gibi.
"O da yeter Cemal. sen hiç okul
görmedin."
"İşte mesele de bu ya. Dönem değişiyor. Artık
öyle küçük okumuşluk yetmiyor. İleride hiç yetmeyecek. Bizim büüyük okumuş
yetiştirmemiz gerek. Devlette sözümüz geçmeli. Her şey bozuluyor. Bak köyün
eski durumu kalmış mı? Paramla üç araba otu getirtecek adam bulamadım. Kendim
bir kağnı buldum taşıyorum. Emmi oğluna 'ula yavrum on lira verem, gel biraz
yardım et' dedim, gelmedi. Bey arkadaşlarına söz vermiş, onlarla çermiğe
gidecekmiş. Çermiğe iki gün sonra gitse olmazmış sanki. Olur mu bu dede? Böyle
miydi bu köy? Köye biri gelince tümü yardımcı olurdu. Sen dedesin, bir elini
alan var mı?
"Yok Cemal, geçti o günler. Çok şükür, şu
çocuk yetişti de elimi alıyor."
"Geçti tabi. Millette ne sevgi ne inanç, ne
saygı kaldı. Günbe gün tükeniyor.Şu sizin yaşıtlar giderse, her şey unutulup
gider. Ne Alevilik kalır, ne dedelik. Bu yüzden okumalı gençler. Bundan sonra
eski düzen sürmez.
"Ula Cemal, ne laflar ediyorsun? Bu ne
sözler?
"Dede el memleket görüyorum. Sabahtan akşama
el içindeyim. Bir hastan olur Hastaneye yatıramazsın. Bir avukat bulamazsın.
bize bunlar gerekli. Çok şükür Ali Efendi iyi okuyormuş. Bir gün bir yardım
gerekirse, elimden geleni yaparım Ali Efendi'ye."
"Sağ ol Cemal, ne yardım gerekecek. Babasının
aylığı var okutuyor."
"Hani ben söyleyeyim de, gün ola harman
ola..."
"Gün ola harman ola. Haklısın Cemal. Hayatta
hiç birşey belli olmaz.
Kızarmaya hazırlanan güneşin vurduğu gölgeler
uzuyor. Ali, gölgelere bakıyor. Kendi gölgesine. İki üç kat büyük kambur bir
gölge. Sanki ruhunun derinlerindeki dev adam yürüyor o gölgenin içinde.
"Ah şu lise bir bitse diye geçiriyor içinden. "Şu güzel insanlar
görseler okumak nasıl olurmuş. Zavallı adamın oğlu sağlık memuru olmuş. Oysa
adam okutmak için her şeyi yapmak istemiş. Ey tanrım yüzümü kara çıkarma. bana,
şu amcama, şu güzel insanlara hizmet olanağı ver! Bir kez... bir kez...."
28.
Ali Ede Kurtkulağı'ndaki tarlanın ürününü derlemek
için, kağnıyı sap yığınına dayadı. Delikanlılığa yeni adım atmış oğlu
İbrahim'le kağnıyı yüklemeye başladı. Ali Ede aşağıdan dirgenle sap veriyor,
İbrahim sapı yerleştiriyordu. Sap yığınının hemen yanında bir çağal yığını
duruyordu. Tarladan ayıklanan taşların yığılı bulunduğu bu taş yığını,
28.
Kurt Veli Dede bunları anlatırken, birden kapının
önünde konuklar belirdi. "Uşak bakın hele kimler geldi" dedi.
Çocuklar koşarak kapı önüne gittiler. Vahap ordan bağırdı.
"Amca Zile'den
gelmişler. Ziyaretçilermiş. Silisli Aşığın köyünden."
Veli dede yerinden doğruldu. Yanına yeğeni alıp
ziyaretçilerin yanına gitti. Ziyaretçiler el öpüp saygı gösterisinde bulundular.
Evden kadınlar kızlar çıktı. Heybeler içeri alındı. Kapı önüne minderler
atıldı. Ayranlar getirildi. İkramlar başladı. Kadınlar kendi aralarında,
erkekler kendi aralarında konuşmaya başladılar.
Evet, Zile'den gelmişlerdi. Veli dedenin
talipleriydi. Kiminin çocuğu olmuyordu, kiminin çocuğu oluyordu da durmuyor,
yaşamıyor. Dedeyi düşlerinde görmüşler. Bu yaz günü işi gücü bırakıp topluca
dedeye gelmişlerdi. Dede onları çağırmıştı. Eee, böylesine inançlı insanlar
nasıl karşılanırdı. "Hoş gelmiş, sefalar getirmişlerdi."
Böyle bir havada hazırlıklar başladı. Evde hızlı
bir gitgel sürüyor. Komşulara gidiliyor, tabak, yiyecek getiriliyor. Bu arada
yiyecekler getirilirken gizleniyor, konuklara yokluk belli edilmek
istenmiyordu. Ama konuklar da sezimişlerdi.
"Dede sana sıkıntı verdik" gibilerden
arada ağızlarından bir iki sözcük yuvarlanıyordu. Ama dede de moral yerinde hiç
birşeyi aldırdığı yok. Bıyıklarını buruyor, neşe içinde anlatıyor, anlatıyordu.
Köylülerden kimilerini soruyor, gelmişten geçmişten ne aklına geliyorsa
döküyordu. Yanında kara yağız yeğen tatlı gülücüklerle amcasını izliyordu.
Bu sırada kapı önündeki döven çoktan unutulmuştu.
Dövenin üzerindeki çocuk acıklı gözlerle eve bakıyor, bu söyleşiden uzak
kalmanın tedirginliği içinde kendi kendine küfürler ediyordu. Hep kendi mi
yapacaktı bu işi bir sürü çocuk daha vardı. Çocuk derenin ardından dolaşıp sesizce
eve süzüldü. Oh be dünya varmış. Ev bir cümbüş. Tandır başında yufkalar
yapılıyor. Yemekler pişiriliyor. Veli dede anlatıyor. Bir kıyıya sinip
oturuyor.
29.
"Kız ana, çalıdaki çamaşırlar eksik,
"Ne demek eksik. Bizim çamaşırları kim ne
yapacak. Yel bir tarafa atmıştır. Sağa sola baksaydın.
"Baktım ana. Yok. Vallahi eksik.
"Hangi çamaşırlar eksik?
"Ablamın çamaşırları!
Anne olağanüstü tepki gösteriyor. Gözleri açılmış,
"Nee... tümü onun çamaşırları mı?
Tümü onun, iç donu bile yok!
"Eyvahhh...
"Ne oldu ki?
Elif Ana'nın tepkisi korkunç. Top söğüdün
gölgesinde yeğenine saz öğreten kocasına yolluyor küçük kızı."Çok acele
gelsin" diyerek. Top söğüdün
gölgesinde yeğen saz çalmayı sürdürüyor. Baba içeri geliyor. Elif Ana
ile Revani arasında hararetli bir konuşma geçiyor. O dingin Revani'nin rengi
atmış, cebinden tabakasını çıkarıp bir sigara sarıyor. Bir iki dakika kapı
önünde duruyor. Ne yapacağını düşünüyor. Oğullarından birini çağırıyor.
"Git bana muhtarı çağır.
Bir kaç dakika sonra muhtar geliyor;
"Hayr ola dede ne var?
"Muhtar, pek hayır değil. Kızın çamaşırlarını
çalmışlar.
"Etme dede, yel uçurmuş olmasın? Kim
çalabilir, senin kızın çamaşırlarını hangi soysuz bunu göze alabilir? Yok dede
olmaz.
"Muhtar, iyice baktık, arattım. Yok.
Çalınmış. Yalnız kızın çamaşırları eksik. Bir pislik çıkmadan bunu bulmak senin
işin!
"Dedem, kurban olan sen üzülme. Size uzanan
el bize, hepimize uzanmış demektir. Sen ne diyorsun. Sen üzülme.Şimdi kimseye
sezdirme sezdirme. Git çocukların yanına otur. Ben, bir köyün içine girer
anında bulurum. Yalnız sen kemseye duyurma!
"Revani, omuzları düşmüş, top söğüdün altına
gidiyor. O sırada Ali Rıza Bozkurt sevinçli:
"Amca, bak dediğin makamı çıkardım!..
"Çok yaşayasın oğul. Dedim yaparsın diye çal
hele,
Ali Rıza sazı çoşku ile çalıyor. O an yeniden
amcasına bakıyor. Amcasının durgunluğunu, üzüntüsünü seziyor.
"Amca senin neyin var?.. Kötü bir şey mi
oldu?
"Yok... Yok... Sen çal.
"Amca sende birşey var, neden çağırdı seni
Elif Ana?
"Yok... önemli değil. Tarlanın sulanması...
"Sularız Amca...
Ali Rıza Bozkurt anlıyor. Sazı yana bırakıyor.
Durgun bir ortam. Kimse konuşmuyor. Bu suskunluk tedirgin ediyor Ali Rıza
Bozkurt'u.
"Amca gel hele, biz şöyle dereye doğru bir
gidelim.
İkisi kalkıyorlar. Amcanın elinde sigarası. Boylu
boyunca yürüyorlar.
"Amca, nen var senin?
"Sorma Ali. Çok kötü, çok kötü...
"Ne kötü olan?
" Bizim büyük kızın çamaşırlarını çalmışlar.
"Kim çalmış? Bunda üzülecek ne var? Bunca
değerli miydi çamaşırlar? Yenisini alırsın!
"Yok Ali yok... Sen bilmezsin, bu bir namus
sorunu. Burada, genç kızın elbisesinin çalınması...
"Yahu Amca, on paralık bez. Ne namusu, çalan
kıçına soksun. Düşünme, ben yarın Kangal'a gider, yenisini alır gelirim.
"Ali oğlum, para pul sorunu değil. Namus...
"Yahu Amca anlamıyorum, on paralık çit-çaputu
ne gözünde büytüyorsun. Ne namusu?
"Yavrum, burada bir genç kızın iç
çamaşırlarının çalınması, onun orospu olması demektir.
"Niye?
"Böyle işte. Köyde oynaşının giysisini çalıp
ona buna gösterip rezil ederler.
"Allah... Allah...
"Ya Allah... Allah!
"Peki kızın oynaşı mı varmış?
"Yok oğul, dalda asılı çamaşırı çalmış kim
çaldıysa.
"Kim çalabilir?
"Bilmem... Çok önceleri Kara Cemal'in oğlu
böyle bir cahillik etti de düşkün olduydu Kara Cemal."
"Yine o eşek sıpası mı yaptı? Gidip ayağımın
altına alıp çiğneyeyim."
"Yok oğul. Adam düşkün oldu. Kimse selam
vermedi. Çoluğunu çocuğunu toplayıp köyü bırakıp gitti bu yüzden. Kimse kalmadı
ondan. Oysa kendisinin en küçük suçu yoktu ve iyi bir Aleviydi zavallı. Oğlunun
yüzünden."
"Ne yapacağız?
"Yok Ali olmaz. Kimin yaptığını bilmeden
olmaz. Bu çok ağır suç, cinayet çıkar. Hele bekle. Muhtarı çağırıp konuştum.
30. Deli
Mustafa
Bir eşeğin üstünde, ufacık yaşlı biri geliyor. Pos
bıyıklı, kısık sesli, deli bakışlı biri bu. Kısık sesiyle "Veliağa"
diye bağırıyor. Veli dede top söğüdün altında oturduğu yerden sıçrıyor:
"Vay dedem" diye koşuyor. Ali şaşırıyor.
Amcasnı hiç böyle atik görmemiştir. Kim bu garip konuk? Kurt Veli adamın eline
sarılıp öpüyor. Ali, soruyor:
"Kim bu amca?"
"Dede, dede... Ateşağa... Mustafa dede...
Çorumlu Dedekargın ocağından Deli Mustafa dede derler buna oğul. Bu da bizim
dedemiz."
"Amca sen kendin dede değil misin?"
"Dedenin de dedesi olur oğul. bunlar da bizim
ocağın dedeleri. Biz de Dedekargın ocağı önünde hesap veririz. Her ocağın da
sorğulandığı bir ocak bulunur. El ele, el hakka uzanır."
Veli dede, çok sever ve saygı duyar bu çılgın
adama. Yaşı yetmişi aşmış. Bir dizi çılgınlıkları var. Açık sözlü, rahat bir
adam. Dünyayı önemsemez.
Veli dede bir yandan dedeyle bir yandan taliplerle
ilgileniyor, iki yanı da küstürmemek, saygıda kimseyi unutmamak istiyor.
Bu sırada dışardan bağırdılar, döven durmuş.
Öküzler sapı yiyor. Çocuklar dövenin üzerinde tutmak olanaksız. Veli Dede
yeğenine:
"Bu kalabalıkta çocuklar döven üzerinde
tutulmaz. Ali yavrum git şu öküzleri çöz, içeri getir. Şu konukları yolcu
edinceye dek iş dursun."
"Olur mu amca iş dursun? Ben çalıştırırm
çocukları."
"Yok oğlum yok, sen bilmezsin. Boş ver. Benim
dediğimi yap."
"Peki sen bilirsin amca."
Ali kızgın harmana gidiyor. Öküzleri çözüp içeri
getiriyor.
Evde koşu sürüyor. Bulgur pilavları hazırlanıyor.
Ekmekler dökülüyor. Komuşular gidip gelmeler birbirini izliyor. Ha, kaç kişi gelmişti?
On- on iki kişi. Evde yatak var mı? Kimden yatak alınacak? Ana kıza sesleniyor:
"Kız şuradan Dinik Veli'yi gidin üç kat yatak
iste hele"
"Ben gitmem."
"Kız ben gitmem ne demek! Kim gidecek
peki?"
"Kim giderse gitsin. Sen niye
gitmiyorsun"
"Görmüyor musun elimde işim var."
"Gidip kendin istesen ya!"
Ana kalkıyor, dır dır ederek gidiyor. Kız hamurun
başına oturuyor. Biraz sonra Elif Ana geliyor. Ama yüzünden düşen yüz parça.
Kız acı acı gülüyor. Ana kıza sesleniyor:
"Kız git, sessizce edeni çağır."
Biraz sonra Kurt Veli geliyor. Elif Ana:
"Dinik Veligil yatak vermediler. Nerede
yatıracağız ziyaretçileri rezil olacağız. Ne yaparsan yap, yatak bul. İşte
dedeliğin sonu!"
Kurt Veli'nin de rengi atıyor. Bir sigara yakıyor.
"Çabuk bana Ahmet Ede'yi çağırın!"
Büyük kız isteksiz gidiyor. Biraz sonra Ahmet Ede
geliyor:
"Buyur Veli Ağa ne istiyorsun?"
"Ahmet, ziyaretçiler kalabalık yatak lazım.
Ne yap yap yatak bul."
"Veli Ağa, bizim yatakların yünü kurumaya
kondu, biliyorsun."
"Biliyorum Ahmet biliyorum. Ama ne yap yap
bul. Yapacak birşey yok ortada kaldık. Kimse iki kat yatak ödünç vermiyor. Otel
yok ki otele götüreyim. Ne yapayım sen söyle?"
"Peki Veli ağa!.."
Bir sigara da o içiyor. Gözünde hüzünlü yaşlar
birikiyor.
"Koca köyde yatak bulunmuyor değil mi? Bir yatak
vermiyorlar, bir yatak... İşte bu durumlara düştük Veli Ağa... Bet bereket
kalmadı bu köyde."
Birlikte yatacak var mı. Sayım yapılıyor. Erkekler
bir odada, kadınlar bir odada yatacak. O odaya onca yatak sığar mı, hadi
yandaki evlük de de iki kişi yatsın. Yine yer eksik. Üstelik Deli Mustafa
nerede yatacak? Hesaplar yapılıyor, olanaklar ortaya dökülüyor. Ama yok
yetişmiyor bir türlü. Yahu hele daha akşama çok var. Önce şu yemek sorunu
çözülmeli. Adamlar acından öldü. Yoldan geldiler. Pilavlar pişti mi? Davar
gelecekti. Davardan bir keçi, bir koyun bulup kesmeli. Ne kesilecek? Yine
hesaplar, yine kitaplar. Veli dede dışarı çağırılıyor. Ne yapacağız. Hangi
koyun kesilecek?
Ölüm, kimi bekliyor. Genç kızlar bir türlü
hayvanların kesilmesine razı olmuyorlar. Oysa ölüm bıçağı sabırsız bekliyor.
Biri kesilecek. Bunca insan ağırlanacak. Hem bunlar rakı da içerler? Köyde rakı
var mı? Koşun dükkana sorun hele kaç şişe rakı var. Yoksa Kangal'a adam
yollanacak.
Tüm zorluklar aşılmış, akşama çıkılmış. İçeriye
sofralar kurulmuş. Bulgur pilavları öbek öbek kurulan yer sofraları üzerinde
bakır siniler üzerinde yerlerini almışlar. Pilavların üzerinde kızarmış etler
yığılmış. Tere yağının nefis kokusu içeriyi sarmış. Taze soğan, maydonoz gibi
yeşilliklerle masalar süslenmiş. Kadınlar aşağı sofrlara oturmuşlar. Erkek
konuklar üst masalardalar. En başköşede Deli Mustafa dede oturuyor. Yüzünden
düşen yüz parça, kimseyle konuşmuyor, kendini zor tutuyor. Kurt Veli kimseyi
küstürmemek için bıçak sırtında ilişkiyi sürdürüyor. Sofralara bakıyor. Hiçbir
sofrayı öbüründen üstün tutmuyor gözükmek çabası ile çırpınıyor. Rakılar
açılıyor. Çay bardakları içine rakılar dolduruluyor. Üzerine sular konuyor.
"Hu erenler hoş geldiniz!"
Sofralarda bardaklar kalkıyor. Herkes ilk yudumu
atmanın rahatlığı içindeler.
"Dede, de hele al şu sazı eline!"
Kurt Veli sazı alıyor. Yeğenine işaret ediyor. O
da alıyor bağlamayı eline. Ve köyden gelen biri kıralnet çalıyor. Türküler
deyişler, ezgiler göklerde yankılanıyor. Deli Mustafa dışında herkes mutlu. Rakılar
dolup boşalıyor. Bardaklar kalkıyor. Giderik esriklenen konuklar bir bir
dedenin elini öpüp dolu alıyorlar. Bu kez sıra kadınlara geliyor. Onlar da
dededin dolu alıyorlar. Tümü dededen dileklerinin yerine gelmesi için dua
istiyorlar. Dede de esrik. Şu anda gündüz çekilen tüm sıkıntıları unutmuş.
Gündüz geride kalmış, yarın yok. Yaşanan andır var olan yalnızca. Akşam
serinliği çökmüş köyünün üstüne. Bahçede iyice üşünür olmuş. Top söğüdün
altında kurulan sofraların konukları soğuktan ürperiyorlar. Üzerlerine
ceketlerini alıyorlar. Sofralar sürekli boşalıyor. İçeriden yemekler geliyor.
Rakılar dikiliyor. İyiden iyiye sarhoşlular çıkıyor. Ateşağa Deli Mustafa,
sofradan iyice uzaklaşmış. Yaşananları izliyor. Kendi kendine konuşmaya
başlıyor. Yataklar serilmiş. Rakın verdiği yiğitlik soğuğun vurduğu tokatla
yerini yorgunluğa bırakıyor. Bitkin konuklar bir bir yataklarına tünüyorlar. Bu
arada bir ikisi iyice sarhoş. Birinin yatağa gitmeye bie gücü yok. Dere
kıyısına doğru gitmiş. Soğuk suda yüzünü yuyor. İçine bir bulantı çöküyor.
Öğürmeye başlıyor. Uzktan öğürme sesleri gelince Deli Mustafa'nın sesi iyice
yükseliyor:
"Öğğğ, ne var eşekoğlu eşekler. Bu iş zamanı
bir de dede görmeye gelmişler. Haydi anasını ... kara keçi de gitti
üste..."
Kurt Veli, dedeyi menmun etmek, kimseyi
küstürmemek için Deli Mustafa'nın yanına geliyor. Ama Deli Mustafa'yı susturmak
olanaksız. O gündüz kesilen kara keçiyi takmış aklına. Sürekli küfür ediyor
gelenlere. Her küfürün ardından "Kara keçi de gitti üste..." diye yineliyor.
Bütün aile bireyleri gülüyorlar. Deli Mustafa'nın deli bakışları dönüyor
ortamın üzerinde. Ay çıkmış. Ay aydınlığı ortalığı aydınlatıyor. Söğüdün dalına
takılan lüks lambanın ışığında silikleşme beliriyor. Neşe ve coşku ile başlayan
akşam yorgun bir geceye dönüşüyor. Yarın tüm bu gecenin hesabı ödenecek.
31.
Gündüz. Yine kızgın yaz sıcağı. Köyde düğün var.
Yeni türeme zenginlerden, Almancıların düğünü. Düğünün son günü. Artık atlı
düğünler gitmiş. Köyü turlayıp kızı evine götürecekler. Birkaç taksi dolusu
düğüncü köyü turluyorlar. İlk taksinin içinden davul zurna çalınıyor. Kurt Veli
top söğüdün altında oturuyor. Düğüncüler bir çalımla evin önünden geçiyorlar.
Oysa eski geleneğe göre, gelin bu kapıda attan iner, eşiğe niyaz eder, evden
"berklik" denen uğur parası alır öyle geçerdi. Şimdi kimse
önemsemiyor o geleneği. Kurt Veli oturduğu yerden, coşku içinde geçen taksileri
izliyor. Çağdaşlık mı, değerlerin yitişi mi sorusu beliriyor içinde.
32.
Top söğüdün altında akşam, yine aynı yerde yalnız
bir sofra kurulmuş. Dünkü konuklardan kimse yok. Köyden birkaç yaşlı ile
Ateşağa Deli Mustafa oturuyorlar. Yine rakı içiliyor. Sofranın büyüğü Deli
Mustafa. Önceki gün ağzına bir yudum rakı koymayan Deli Mustafa içiyor.
Yaşlılarla coşkun bir söyleşi içinde. Yine bağlamalar çalıyor, ezgiler
çınlıyor. Deli Mustafa anlatıyor:
"Yedi adam öldürdüm. Bunun altısını kendi
nefsim için değil, Hz. Hüseyin için öldürdüm. Öbür dünyada bu altı kişinin
hesabını Hz. Hüseyin'e havale edeceğim. Bir tek birini kendi nefsim için
öldürdüm. Eee o altı kişini sevabına o bir kişinin hesabını Hz. Hüseyin bana
sormaz!"
"Yani dede senin günahın yok öyleyse."
"Yunmuş arınmış sayılırım ben. Hz. Hüseyin
bana sorgu sormaz. Bak ne diyorum Veli Ağa biliyor musun? Şu sazı güzel
çalıyorsun. Bırakılım şu dedeliği. Üç dört kız bulalım. Siz çalın, onlar
oynasın, milletin parasını alalım. Aşağıdan yavrum aşağıdan!"
Bütün dinleyenler Deli Mustafa'nın sözlerine
çılgınlar gibi gülüyorlar. Birbirlerine onun sözcüklerini söylüyorlar:
"Aşağıdan yavrum aşağıdan..."
Sabah kuşlukta akşam sofrayı dolduran yaşlılar,
Kurt Veli'ye beşer onar lira para veriyorlar.
"Deli Mustafa'ya hakkulah olsun. Yaşı çok
ilerledi. Bir daha ya gelir ya gelmez." sözleri ile. Sonra içeri girip
Deli Mustafa'nın elini öpüyorlar. Kapıda bir eşek bekliyor. Deli Mustafa biraz
sonra köye veda edip, kara yoluna ulaştırılacak. Deli Mustafa eşeğe bindirilip
yolcu ediliyor. Biraz sonra yine bir yaşlı koşarak geliyor.
"Deli Mustafa nerede?"
"Gitti."
" Bir komşudan güç bela beş lira buldum.
Dedeye vereyim diye, hay lanet olsun, nasip olmadı dedeye param."
"Bir dahaki yıla verirsin."
"Bir dahaki yıla gelir mi? Ölür. Ah şu param
nasip olsaydı dedeye!"
33. Almancı
Muharrem'le Mahmut Sivas'a kadar otobüsle
gelmişler. Sivas'tan ortak bir taksi tutmuşlar, birlikte iniyorlar köye.
Taksinin gelişi görkemli. Köyün içinde bir anda haber yayılıyor:
"Almancılar gelmiş."
"Hangisi?"
"Muharrem'le Mahmut Sivas'tan taksi tutup
gelmişler. Her birinin birkaç bavulu varmış. Dolu dolu gelmişler. Almancılar
zengin kardeşim. Gör neler getirdiler. Keşke bize de bir şey getirmiş
olsalar."
Taksi önce Muharrem'in kapıda duruyor. Valizler
ilahi bir törenle içeri alınıyor. Sayılıyor eksik yok. Ardından Mahmut'un
evinin önüne varıyorlar. Kapıda kardeşi, ana-basaı karşılıyor. Valizler içeri
alınırken Mahmut'un dikkatni kardeşinin giysisi çekiyor. Ceketinin yırtık
oluşuna takılıyor gözü. Kötü geçmişi yırtıp atmak ister gibi, kardeşini
uyarıyor:
"Ula Metin, üzerindeki ceketi at, şu valizde
güzel bir ceket var. Hemen onu giy!"
Eşyaların içeri alınışı izleyen komşuların yüzünde
ince, alaycı bir gülümseme beliriyor.
Gurbetçi dönüş zamanı artık ilkyaz değil sonyaz,
ya da kış başı. Almanya'ya giden ilk işçi kuşağının izin için ilk dönüşü
gerçekte görkemli. Ne Adana dönüşüne benziyor, ne Ankara, İstanbul dönüşüne.
Giysiler bir başka, getirilen hediyeler bir başka. Kuru üzüm çirin'in yerini
filitleri sigaralar, naylon gömlekler, üzerinde vapur yürüyen tükenmez kalemler
almış. Tümünün elinde bir çanta rodyo. Tahta bavullar uçup gitmiş, şık plastik
valizler zengin sofrasında, aç karnını tıka basa doyurmuş yetim çocuk gibi,
şişmiş. Cüzdanlar öyle beş on lira ile değil, yeşil marklarla dolu.
Kapıya biriken gençler içeri çağrılıyor. Ardından
yakın komşular geliyorlar. Küçük valiz açılıyor. İçenden sigaralar çukolatalar
çıkarılıyor. Yağ gibi eriyen sigaralar konuklara sunuluyor. Mahmut eşi Zehra'ya
sesleniyor:
"Şu şişeyi aç, komşulara birar bardak şinaps
ver hele. Bizim köylüler içkiye severler. Bakalım Alman içkisini sevecekler
mi?"
Pil ile çalışan pikap açılıyor. Pikaba Almanca bir
plak konuyor. Mahmut başından şapkasını çıkarmış, yüzünden yorgunluk terlerini
siliyor. Konuklarla hal hatır ediyor.
"Bu içki ne Mahmut?
"Şinaps, şinaps. Kışları çok içilir
Almanya'da. Bizler de alıştık artık. Gasthauslarda bu şarkılar çalınır, bu
içkiler içilir. Akşamları, hafta sonları yorgunluk atmak için biz de gidiyoruz,
oralarda buluşuyoruz."
"Ula Mahmut, Alman arkadaşın da var mı?"
"Ah şu Hayda Kahya'nın kızı olmasa..."
Tüm komşular gülüyor. Evler, yollar, komşular,
çürük diş gibi sallanıyorlar. Bu yollar mıydı çocukluğuna sığmayan yollar, bu
ev miydi, onca çaba ile onardığı. Bu ev böylesine eski, döküntü müydü? Ya
yaşlıların yüzlerindeki çizgiler hep böyle miydi? Yokluğun verdiği direnç
nerede? Mahmut, içtiği iki üç bardak yoğun içkinin etkisiyle derin düşlere
dalıyor. Özenerek sıvadığı, odanın mini camlarına bakıyor. Öylesine küçük ve
yukarda ki. Böyle olmak zorunda mıydı? bu özlediği insanlar, şimdi kendinden
uzak mı duruyorlar? Değişen birşeyler var? Ama ne?
"Bana bir iki dakika izin" diye kendini
dışarı atıyor. Ama dışarı değil de ahıra gidiyor. Ahır boşalmış. Mal davar
sığdırmak için yırtındığı ahır bomboş duruyor. Bir eşek bir inekten başka bir
hayvan yok. Ahır sekisine bakıyor. Birkaç tavuk tünemiş bir zamanlar kendi yatağının
olduğu yere. Tahtalar kapkara olmuş. Tavuk pislikleri kara tahtalar üzerinde
çirkin bir görüntü sunuyor. Ak toprakla sıvanmış duvarda çatlaklar oluşmuş.
Kimi yerde sıva iyice kara renk almış, kimi yerlerde sıva dökülmüş. Mahmut
hazin gözlerle içeriye bakarken arkadan bir ses duyuyor:
"Ne o Mahmut, ne arıyorsun ahırda?"
"Maldan davardan ne kalmış diye bir
baktım."
"İyice dalıp gittin değil mi."
"Eh, öyle."
"Ahır sekisine mi bakıyordun?"
"Ona da bakıyordum. Uçup gitmiş herşey.
Elinle sıvadığın ak topraklar bile dökülmeye başlamış."
"Beni kaçırdığında, dünyanın en güzel yeri
gibiydi bizim için."
"Evet, güzeldi, güzel."
"Hiç özlediğin oluyor mu o günleri?"
"Olmaz olur mu? Hem de çok."
"Nesini özlüyorsun sözgelişi?"
"Senin kara saçlı çocukluğunu."
"Sonra sarı saçlı Almanları görünce unuttun
ama..."
"Yok be Zehra, öyle değil."
"Değil de ne peki?"
"Benim için sen hep güzelsin. Hep buradaki 17
yaşını düşünüyorum."
"Şimdi eskidim mi yani?"
"Ne bileyim? Eskimedin eskimesine, ama
eskiyen birşey var içimde. Nedir o ben de bilmiyorum. Belki de ben eskidim. Ama
inan şuradaki güzel günlerimiz ne Almanya'da ne de başka bir yerde var. Çökelik
ekmek yerdik boğula boğula."
"İçeriye sofraya çökelek koyayım mı?"
"Evet, koy. Özlemişim"
"Çikolatanın yanına çökelek uyar mı?"
Mahmut'un gözlerinde hüzünlü yaşlar birikiyor. Eşi
müdahale ediyor:
"İyi, iyi, hadi bırak bu telbisliği.
Sahtekârın gözü yaşlı olurmuş. Edip edip untuyorsun hep. Şimdi de gözlerini
yaşartma. İçeride komşular seni bekliyorlar. Geciktik, ayıptır. Komşuları kovmak
gibi olur, önlerinden kaçmak. Kimseye anlatamayız, ahır sekisinin önünde
ağladını."
"Vallahi sahtekârlık değil. İçimden gelenler.
Bak ne davar kalmış, ne mal. Bir inek, bir dana bir eşek. O zamanlar bu ahır
pek küçük gelirdi. büyütmek istemiştik de gücümüz yetmemişti."
Mahmut önde, Zehra arkada odaya giriyorlar. İçeri
sigara dumanı ile dolmuş. Gelenler sigara üstüne sigara içiyorlar. Ortada
yuvarlak yer sofrası son görevini yerine getirir gibi hazin duruyor. Üzerideki
işlemeli bakır tepsinin üzeri Alman ürünleri ile dolu. Konuklar yer
minderlerini sofraya doğur çekip üzerine bağdaş kurmuşlar. Duvarda ipekli bir
Almancı halısı asılı. Yerdeki kıl kilim vedaya hazır gibi bekliyor. Onun yerini
yakında bir makina halısı alacak. Almancının dünyası, Mamaş'ın sınırlarının çok
ötesinde.
Aynı anda Muharrem'in odasında başka bir görüntü
yaşanıyor. Muharrem'in gelişi en çok gençleri sevindiriyor. Muharrem Emmi artık
kırkını aşmış bir Almancı. Onun konukları her zaman gençler. Yaşlı kuşakla
Muharrem'in hiçbir zaman yıldızı barışmaz. Yıllardır hep böyledir. Gençken
Muharrem Emmi'nin konukları, orta yaşa doğru ondan uzaklaşırlar. Gençler
değişir ama Muharrem Emmi değişmez. Onda değişen yalnızca yüzünde oluşan
çizgiler, dökülen ya da yavaş yavaş ağaran saçlardır. Coşkusu ve çocuksu
yaratılışı ile o, hep odasında 15-16'lık yeni yetmeleri ağırlar. Kazanırken
hile yapar, ama yedirirken eli açık, gözü gönlü boldur. Yeniyetmeler Muharrem
Emmi'nin gelişi il odayı doldururlar. Bir bayram sevinci ile onada coşarlar.
34. Ankara,
Ulus, Büyük Postane.
Postanenin dev yapısı ilk göreni ürkütecek
büyüklükte. Giren çıkan belli değil. Her işlem ayrı bir bölümde yapılıyor.
Karayağız genç adam telgraf kuyruğunda bekliyor. Teli teslim edip çıkmak üzere
kapıya yöneliyor. Kalabalığı yarıp çıkmak üzereyken sarkık kır bıyıklı kasketli
bir adam önünde duruyor. Adamın gözlerinde birden bir seviç ışıkları yanıp
sönüyor:
"Ooo, Ali Efendi, çok şükür seni gözlerim
gördü. Başarılarını duyuyoruz, çok seviniyoruz. Çok şükür bizden de okumuş
insan çkıyor. Sevincimizi bilemezsin. Tanrı bu günleri gösterdi bizlere!"
"Ne sevinci be amca. Ben şurada kaldım
İstanbul'a Teknik Üniversite sınavına gitmeye para bulamıyorum. Babama tel
çekmeden geliyorum. Para bulup acele yollası diye. Sen kalkmış seviçten, mutluluktan,
başarıdan söz ediyorsun. Eğleniyor musun benimle?
"Vay güzel Ali Efendi'm, sen okudun da senin
harçlığın mı yok? Hay ben sana kurban olayım! Buyur sana para!"
Cebinden eski bir cüzdan çıkarıyor. Bir deste para
alıyor cüzdandan. Tümü beşlik ve onluklardan oluşan bir deste kağıt para bu.
Dudağı ile baş parmağını ıslatıyor. Parayı şık şık sayarak uzatıyor, Ali
Efendinin eline.
"Bir, iki, üç, dört, beş..."
"Yeter amca yeter..."
"Yok, yok sen al, sana lazım olur. Korkma
benim başka param var. Yeter ki sen oku Ali Efendi, küçük dede. Sen Ali
Efendi'nin torunu küçük Ali Efendisin! Bize sizin gölgeniz yeter.
"Tamam amca çok oldu."
"Çok olsun. Sen öğrencisin, lazım olur. Hadi
güle güle, ceddin yardımcın olsun."
Adam sessizce yitip gidiyor kalabalığın içinde. Ali
Efendi neye uğradığını şaşırmış ardından bir an bakıyor. Parayı koyun cebine
sokuyor. Birden aklına adamın kim olduğunu sormak geliyor. Kalabalığı yararak
adamın arkasından koşuyor. Sağa sola bakıyor. Adam çoktan yitip gitmiş. Soluk
soluğa kalıyor. Kendi kendine konuşuyor:
"Allah Allah, kimdi bu adam. Bu borcu ben
nasıl ödeyeceğim? Kime ödeyeceğim. Neydi bu karşılaşma?"
Ulus meydanının kalabalığı içinde şaşkın duruyor.
Atatürk'ün yontusuna bakıyor. Omuzunda silah taşıyan köylü kadın yontusuna
bakıyor.
"Kimdi bu adam?"
Fuat Bozkurt
1.
Dağlar
arasına sıkışmış köy yoğun bir kış yaşıyor. Dağ taş, her yer bembeyaz. Dış
dünya ile iletisi kesilmiş. Giderek hava kararıyor. Köye tek can katan olay cem
törenleri. Küçük pencereli evlerin kedi gözünü andıran fersiz ışıkları bir bir
sönüyorlar. Her ışık sönüşü ile, elinde yiyecek olan birkaç kişi kapıda
beliriyor.
Biraz sonra kocaman bir odanın kapısında buluyoruz
kendimizi. Kapıda "İznikçi" adlı görevli duruyor. Gelenler:
"Akşamlar hayr ola!" diye selamlıyorlar.
İznikçi:
"Hayra karşı gelesiniz, gelişiniz daha
hayırlı ola!" diye karşılık veriyor.
Gelenler ayakkabılarını çıkarıyorlar. İznikçi
ayakkabıları sıraya koyuyor. Kapının eşiğini öperek, kilimlerle döşeli odada
yerlerini alıyorlar. Yukarıda post serili. Giderek yukarıya doğru olan yerler
doluyor. Tek boş yer postun bulunduğu yer. Bir süre sonra kapıdaki görevli
içriye bağrıyor:
"Huu erenler, post sahibi geliyor."
Toplum ayağa kalkıyor. Dede kapı eşiğine
basmaksızın içeri giriyor. Postu niyaz edip yere oturuyor. Sırası ile törenin
yürütülmesinde görevli on bir (on ikincisi dededir) dedenin önüne dizilip kısa
bir dua ile hizmetlerini alıyorlar. Delilci delil uyandırıyor:
Delil tereyağı ile yanan bir şamdan. Tereyağı ve
beyaz çaputa sarılı bir avuç tuz var içinde. Yağ yanmaya başlayınca delilci
sazcının eşliğinde bir-iki dörtlük okuyor.
Hata ettim Huda suçum bağışla
Aliyyel Murtaza suçum bağışla.
Delil sönüyor, semah başlıyor. Üç bacı, üç er
kalkıyor semaha. Coşkulu müzik eşliğinde nefis bir semah dönüyorlar. Bir dua
ile bitiyor semah. Dede dua ediyor:
"Semahlar saf ola, muratlar hasıl ola. Hak
için ola, seyir için olmaya! Ülkemizin dirliğine, cemimizin birliğine, Tanrı
yardımcı ola. Yüzlerce yıldır, böyle gördür, böyle tören sürdük. Yolumuz Hz.
Ali'nin yolu, dilimiz aşıkların dili. Tanrı sayrılarımıza sağlık, dargınlara
dostluk, kırgınlara dirlik versin. Diyelim bir Allah, Allah"
Tüm toplum yarı bellerine dek eğlmiş. Herkes
Allah, Allah çağrışıyor. Herkes sağ eli ile önündekinin sırtını sıvazlıyor.
Dede dua ediyor ve bir çağrıda bulunuyor:
"Erenler, bacılar, dil bizden çare büyük
Tanrıdan. Hastası olan, yolcusu olan, askerde oğlu, gurbette yakını olanlar bu
yakınları için duaya durmak isteyenler dara çıksınlar!"
Birer ikişer birkaç kişi çıkıyor. Herkes birbirini tanıdığı için şaşıran
yok. Kiminin oğlu askerde, kiminin hastası var. Derken orta yaşlı Cennet Bibi
de çıkıyor dara.
"Allah, Allah Cennet niçin çıktı dara?"
diye hafiften birbirine soruyorlar. Öbürleri niçin dara çıktıklarını
anlatıyorlar. Son olarak sıra Cennet Bibi'de:
"Komşular şaşırdılar benim kim için dua
isteyeceğime. Ben Abbas için dua istemeye çıktım. Bilirsiniz Ali Efendigilin
Abbas, benim dünya ahret kardeşim sayılır. Çok severdim kendisini. Askerde
tezkere bırakmış. Artık gelmeyecekmiş köye. Sevgili kardeşim için dedemden bir
dua diliyorum."
Öylesine içten, öylesine yürekten anlatıyor ki,
gözlerde yaşlar beliriyor. Arı bir sevginin derinliği tüm toplumu sarıyor.
Gizemli bir ortamda dudaklar titriyor, yüzlere enginlik çöküyor, değişik
sözcükler yuvarlanıyor.
2.
Kara kışta köye doğru ilerleyen bu karartı da ne?
Ne ölüm haberi, ne köyünü ve eşinin özlemi ile yanan asker cesaret edebilir,
kara kışta karı yarıp gelmeye. Cemin kapısında duran gözcü uzaklara bakıyor.
Biraz sonra koşarak gelen bir delikanlı kendini korkuyla içeri atıyor:
"Köyü cendermeler basıyor!"
Gözcü içeri giriyor, posta niyaz edip dedeye bilgi
veriyor:
"Dedem, cendermeler köye doğru geliyor!"
Dede:
"Şu doluları kaldırın. Kimse yerinden
kalkmasın. Korkup çekinmeyin. Ne gelirse korkudan gelir. Buraya gelirlerse
konuşurum. "
İçeriyi soğuk bir hava sarıyor. "Başımıza ne
gelir" sorusu bakışlara yansıyor. "Dede kurtarabilir mi". Dede
büyük insan, ceddi büyük, çağırdı mı her dileği olur. Ne ki, hükümet güçlü,
hükümet acımasız. Tuttu mu bitirir
insanı. Şimdi ne yapacağız?"
Soğuk şakalar, belli belirsiz sözcükler birbirini
izliyor. Arada bir yükselen çocuk seslerini anneler susturuyor. Bekleme anları
bitmez bir uzunlukta sürüyor.
3.
Köyün alt ucuna ulaşan kolluk güçleri, neredeyse
soğuktan donmuş durumdalar. Işıklı bir pencere arıyorlar. Muhtarın evine
ulaşmak, kurtuluş demek. Muhtarsa, sobaya birkaç tezek atmış, ayağını uzatmış,
tek başına odasında bir bey gibi oturuyor. Elindeki kara tesbihi çekiyor.
Tespihin "şak şak" eden sesleri yankılanıyor odada. Kapıdan bir genç
bağırıyor:
"Cuma Emmi, seni soruyorlar."
Muhtar kapıyı açıyor. Karşısında jandarmaları
görünce, yapma bir şaşkınlık geçiriyor:
"Hayrola karda kışta ne işiniz var?"
Çavuş:
"Muhtar soğuktan donduk, hele bir içeri
girelim, bir ısanalım, anlatırım."
Toprak damlı bir eve sığınmak mutlulukların en
büyüğü. Jandarmalar, tümden ıslak çizmeler çıkarılıyor. Sobanın başına
üşüşüyorlar. Muhtar Cuma Çavuş üsteliyor.
"De söyleyin hele bu karda kışta ne işiniz
var çavuş?
"Muhtar bilmez değilsin ya köylü milleti
birbirini yer?"
"Eee?"
"Eeesi, ne olacak, ihbar var. Namussuzun
yüzünden biz de iki saat karda kışta yürüyoruz. Az kalsın soğuktan ölüyorduk.
Bir gün bu dağlarda kurda kuşa yem olacağız."
"Ne ihbarı , ne olmuş?"
"Kaçak tütün varmış."
"Çavuş bu karda kışta kaçak tütün için
gelmezsiniz."
"Bir de..."
"Bir de ne?
"Cem yapyormuşsunuz... hükümete karşı.."
"Biz mi? Hükümete karşı?..."
"Muhtar, ben neyim ki, bana soruyorsun? Bize
"git bak dediler" geldik. Biz emir kuluyuz muhtar. Tümünüzün ekmeğini
yedim. Nasıl derim ki, siz hükümete karşısınız. Emir verdiler, geldim."
"Kim ihbar etmiş?"
"Vallahi bilmiyorum?" Komutan da
bilmiyormuş. O da şaşırdı, küfür etti ihbarcıya. 'Erlerin yaşamını tehlikeye
atamam. Kim giderse gitsin' diye karşı çıktı. Ama savcı zorladı. Eh, görev
bizimki.
"Neyse bu geç saatte çok şükür köye
ulaştınız. Açlık susuzluk, neyiniz var? Bunca yol geldiniz."
4.
Cem odasına giren genç adam postu öpüp bilgi
veriyor:
"Dedem, şikayet varmış. Kaçak tütün için
gelmişler. Bir de cem için. Hükümete karşı."
Dede soğukkanlılığını yitirmemeye özen göstererek
konuşuyor:
"Korkmayın yok bir şey. Birşey olmaz. Biz
hükümete karşı birşey yapmıyoruz. Bize bu suçlamalar çok yapılır. Ne
ahlaksızlık yaparız, ne de kötülük. Buyursun jandarma isterse buraya gelsin.
Nişan var, onun için toplandık diyeceğiz. Şurdan iki genci hazırlarız olur
biter. Yalnız evinde yasak birşeyi olan varsa, gidip saklasın. Ne olur ne
olmaz, bakarsın evleri ararlar. Buradan korkunuz olmasın."
Topluma bir rahatlama çöküyor. Dede boş konuşmaz.
Güvenilir kişidir. Görmüş geçirmiş, el memleket görmüştür. Devlet adamıyla
nasıl konuşulacağını bilir.
Üç-dört kişi değişik yerlerden hafifçe
doğruluyorlar. Bakışlar onlar üzerinde dolaşıyor. Arada söylentiler oluyor.
"Kaçak tütünü var."
"Eski bir tabancası var."
"Kaçak dut rakısı çekti."
Dede başka konulara giriyor:
"Erenler aldırmayın, biz bin yıldır alışığız
bu baskılara... Gelirler, yemeklerimizi yerler, rakılarımızı içerler, sazı-
sözü dinlerler, ardımızdan küfür ederek giderler. Boşlayın gitsin. Bir de jandarmalar
gelirse onlara verilecek yemek var mı?"
"Var dedem, komşulardan. Ekmek yemek..."
"Erenler, bunlar etli yemekleri görünce
onlardan isterler. Zorda kalıp da bir günah işlemeyelim. Allah korusun, dünya
başımıza yıkılır."
"Yok dedem, komşularda başka pilav var. Biraz
da kavurma, peynir, yufka ekmek koruz önlerine geçip gider."
Tüm toplum gülüyor. Sazcı bağlamaya asılıyor.
Yeniden ezginin sesi çınlıyor. Yüzlerce çizgiler rahatlıyor.
Sabahtan uğradım ben bir güzele
Dedim güzel o gafletten uyane
Eğildim lebinden bir buse aldım
Uyanıben dedi var git o yane
Niçin melül melül baktın bize yar
Kerem eyle, ihsan eyle bize yar
Ezel sen de krar verdin bize yar
şimdi ikrarından döndün o yane
Bak cemale, bu gerdana bu hane
Arz ederim o sultana bu hane
Beni aşkın ateşine yakana
Dilerim ki benden beter o yane
Kamil inci, kamil sedef kamil dür
Kamillere hizmet iyle kamil dur
Kamil otur, kamil eğlen kemil dur
Cahil demem kamil söze uyane
Şah Hatayim bu gönlümüz harabet
Aşık isen bir gül için harabet
Her meydanda menzil almaz arap at
Uydurmamış dizginini uyane
Güven doluyor yüreklere. Tüm yaşamı kucaklamış
Hatayi Sultan. Zileli aşık da döktürüyor bağlamayı. Tüm ordu gelse kimsenin
korkusu yok artık.
5.
Güneş ışını ak karın üzerinden yasıyor, gözler
kamaşıyor. Gökyüzü derin mi derin, yeryüzü ak mı ak. Dağların doruklarında ak
karla, mavi gök birleşiyor. Dağların doruklarında ak karla, mavi gök
birleşiyor. Jandarmalar, Muhtar Cuma Çavuş'ın evinin önünde topanmışlar.
Köylüler damların başına çıkmışlar. Akşam yağan karı kürüyorlar. Uzaktan
Muhtarın evini izliyorlar. Arada birbirine takılıyorlar. Kafalara hep aynı soru
çivilenmiş:
"Hangi namussuz yaptı bu hainliği?"
Araba bir dedikodular geziyor damdan dama.
"Halburveranlılar ihbar etmiş..."
"Yok yahu nereden bilsinler bizim cem
yaptığımızı? Bunu yapan içimizden biri, bizi bilen biri. Neyse ki, ucuz
atlattık. Kimsenin canı yanmadı."
"Cuma Çavuş'tan Allah razı olsun, bu işi iyi
kapattı."
"Hükümet adamını doyuracaksın kardeşim.
Hükümet adamını doyurmazsan elini tutamazsın."
"Cuma Çavuş da nıkıs herifin teki ya. Nasıl
yaptı bu ağırlamayı?"
"Cemden iki şişe rakı yollandı. birtek ekmek
yemek kaldı Cuma Çavuşa.. Bir horoz kestim diyor. Onun da parasını veririz
gider."
Candarmalar Cuma Çavuş'a veda ediyorlar. Cuma
Çavuş:
"Komutana selam söylen, bu karda kışta
sizleri buralara yollamasın. Bizim köyde kötü birşey olmaz" diyor. İçerde
hazırlanan bir torba azık geliyor:
"Yolda yersiniz çavuş. Kış günü, ne olur ne
olmaz. Şu yiyecekleri alın."
"Sağ ol Muhtar!"
"Hadi güle güle.."
Jandarmalar kara bata çıka, köyden uzaklaşıyorlar.
Muhtar çevrede toplanan gençlere bakıyor, başını sallıyor:
"Şu şevkecinin anasını avradını... Birinden
şüpheleniyor, birinden... Ah bir kesin bilsem, anası avradını ne yapacağımı ben
biliyorum ya..."
Cuma Çavuş dişlerini gıcırdatıyor. Gençler
gülüyorlar.
6.
Kara Cemal'in evi. Yer sofrasına bağdaş kurmuş
sekiz kişi oturuyor. Ortada kocaman bir bakır tencerede yemeğin buğusu
yükseliyor. Tahta kaşıklar tencereye isteksiz inip kalkıyor. Ağızlar mühürlenmiş,
kimsenin ağzını kara bıçak açmıyor. İşitilen yalnızca tencereye çarpan donuk
tahta kaşık sesi, dudak şapırtısı, yutkunma sesi. Gözlerde ağlamaklı bir hüzün.
Kara Cemal arada bir pala bıyıklarını sıvazlıyor. Bıyığına bulaşan yemek
artıklarını avuca ile. elinin tersi ile siliyor. Yufka ekmekten bir parça
koparıyor, ağzına atıyor. Bu arada tümü başı eğik biçimde yemek yiyen
çocuklarına eşine bakıyor. Kimse ona bakmıyor. Sessizliği bozuyor:
"Bizden bilmişler değil mi?"
Eşi yanıt veriyor:
"Yok Cemal, tümü değil, kimileri öyle
demişler. Ama dede bizim için birşey dememiş. "Kimin ne olduğu bilinmez
komşular. Gözünüzle görmediğiniz, kulağınızla duymadığınıza inanmayın. Ayıptır
gereksiz yere kimseyi suçlamayın" demiş. Yalnız düşmanlarımız "Kara
Cemal'in büyük oğlu yapmıştır" demişler."
"Dedeye bir sözüm yok. Vahap Efendi'den
beklemem böyle birşey. Ama nedir bizim bu köylüden çektiğimiz. Allah garazdan
esirgesin. Hani diyorum ki, yükleyip göçü gitsek..."
"Kolay mı, herif, göçü alıp gitmek. Hep bu
sözü ediyorsun. Mal davar, hısım akraba?.."
"Hangi hısım akraba? Bir gün kapını açan mı
kaldı? Ölsek ölümüzü kaldırmayacaklar. Hasta olsak bir su veren yok. Nedir
bizim bu çektiğimiz. Gavur bunlardan yufka yüreklidir."
"Düzelir herif, hepsi geçer. Oldu birkez bir
yanlışlık, oğlan bir cahillik etti, komşularla aramız bozuldu."
Kapıdaki Kangal köpeği havlıyor.
"Bir gelen var, kapıya bakın. Hayvan kimseyi
ısırmasın!"
Genç bin kadın içeri giriyor.
"Sen miydin yavrum! Hoş geldin."
"Hoş bulduk ana..."
Genç kadın gözünde beliren gizli gözyaşını
siliyor.
"Otur yemek ye..."
"Sağ olun. Evde yedim, aç değilim."
"Yoksa sen de mi düşkün lokması
yemiyorsun?"
"Aman edemin ettiği söze bakın! Bu ne biçim
söz? Aha bir lokma alıyorum. Ama gerçekten karnım tok." Eğilip bir lokma
alıp kıyıdaki sedirin üstüne oturuyor. Ağlamaklı gözlerle ana, baba ve
kardeşlerine bakıyor. Kara Cemal soruyor:
"Eee, cemde ne var ne yok yavrum? Bize
gelmene sofu kaynatan bir şey demiyor mu?"
"Ede, bırakın bu sözleri. Dayanamayıp geldim.
Cemde ne olacak? Nerede kalabalık orada dedikodu. Sofu kaynatamın yüzünü
gördüğüm yok. Kaynanama "ben babamın evine giderim, kimse karışamaz"
dedim. Kaynatam hele kendi günahını düşünsün. Geçmişte neler yaptığını siz
biliyorsunuz. Yaşı ilerleyince başımıza sofu kesildi. Siz nasılsınız, asıl onu
söyleyin bana?"
"İyiyik, iyi. Kendi halimizde yaşayıp
gidiyoruz. Gündüzleri mal davar işi. Akşamları bilmece satıyoruz, hikaye
anlatıyoruz. İşte tümü bu. Köylü bizden uzaklaşalı dirliğimiz bir daha düzeldi.
Herkes kendi işini yapıyor. Kazanımız kaynıyor, ocağımız tütüyor."
7.
Uzaklarda bir kıyı ilçesi. Asker giyimli saçları
kısa kesilmiş genç bir adam, gözleri dolu dolu bir mektubun içinde dalmış.
Sessiz ve dingin mektup okuyor. O sırada içerinden koşan eşi elinde oval, beyaz
bir taşla geli;yor:
" Bak yollanan un-bulgurun içinden ne
çıktı?"
"Bu bizim bereket taşı değil mi?"
"Evet, bereket taşı.."
"Allah Allah bunu nasıl koymuşlar, bizim
torbanın içine? Una karışmış olmalı. Hayırdır inşallah! Gelmemesi gerekirdi.
Aman, yitmesin. Yazın giderken götürür bırakırız eve."
"Bu bizi seçmiş, bize gelmiş. Uğur bundan
sonra burada tütücek. Şimdi verisek uğur bizden kaçar."
"Uğur baba ocağında olur. Oranın uğuru
kaçarsa, bizim evde uğur kalmaz. Götürüp vereceği eve."
"Uğur bizi seçti bizde kalacak!"
"Allah, Allah... Neyse sen iyice sakla, ben
bilirim ne yapacağımı. Mektupta ne yazıyor biliyor musun? Cennet benim için
cemde dua almış. Öyle güzel anlatmış ki kardeşliğimizi, bütün toplum ağlamış...
Bir de türkü yazmış mektubuna.Bak ne diyor türküsünde:
Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun,
Gördün güzelleri bizi unuttun...
Nasıl için yandı bilmezsin. Şu çocukları okutma
kaygısı olmasa, bugün dönerim köye. Ama lanet olsunokulyok, geçim yok. Ne
yaparsın, gurbete dayanacaksın. Bir kış gidelim, şu cemi cemaati yaşayalım. Gün
geçtikçe azalıyor eş dost..."
"İzin alabilirsen gideriz, ya bu iki
çocuklar, karda kşta nasıl ulaşırız köye?"
"Gelip götürürler İstasyondan. Haber
yollarız. Bir de bizim Kara Cemal'e çok ayıp etmişler. Düşkün diye ceme
almamışlar. Hani şu oğlunun işi yüzünden. Köyü jandarmalar basmış, biri ihbar
etmiş. İhbarı da ondan bilmişler. Kara Cemal yapmaz böyle birşey."
8.
Aydınlık, güneşli bir kış
günü. Tüm gençler sokakta. Tören kara kış yüzünden ertelenmiş. Gençler
ertelemek istememişler, ama yaşlılar izin vermemiştri. Belki bir daha bir
araya gelemezler. Aralarından oyunbozan çıkabilir. Ya da umdukları ilgiyi
bulamayabilirler. Aşırların ağılda toplanan gençler kış yarısı töreni için
hazırlığa başlamışlar bile. Eğelencenin belli tipleri seçilecek.
Koca kim olacak?
Eğlencenin ağırlığı kocanın omuzunda. Koca tüm kafilenin babası konumunda.
Koca olarak seçilen erkek bu görevi yapacak yetenekte olmalı. Üzerine geniş
bir aba giyecek. Bacağına geniş bir şalvar geçirecek. Abanın içine ot
doldurulacak. Böylece kocaya bir irlik, bir korkutuculuk, ilk bakışta göze
gözükürlük verilmiş olacak Ama Kocanın görüntü değişimi bitmiyor. Yüzüne
yünden sakalbıyık yapılacak. Başına deriden kocaman bir külah geçirilecek.
Eline bir kamçı verilecek. Bütün bu giysi içinde zor hareket edebilen koca,
eğlentiye hazırlanmış olacak.
Kör Veli, koca olmayı
istiyorsa da de kimse ona bu işi uygun bulmuyor. Koca iri yarı biri olmalı.
Yüzü asık olmalı. Gençlerden biri bir öneride bulunuyor:
"Durun hele benim bir
düşüncem var: Mahmut olsun koca. Onun gözleri mavi. Çok değişik bir koca olur.
Mavi gözlüler şeytan olur derler?"
"Mahmut çok iyi olur.
Sen koca ol."
"Yok kardeş ben gelin
olacağım."
"Allah Allah, herkes
koca olmak ister, sen gelin oluyorsun bu nasıl olur?"
"Benim canım öyle
istiyor..."
"Peki sen
bilirsin..."
Mahmut sesizce dışarı
sıyrılıyor. Ardından iki arkadaşı onu izliyo. Ortada bir fiskos dönüyor.
Birinin başında kabak patlayacak, ama bakalım kimin başında. Yine Kör Veli'ye
mi bir oyun edecekler yoksa? Son günlerde Veli gençlerin abasılısı oldu. Hep
ona takılıyorlar. Garbime bir koca olmayı bile çok gördüler. Zorla gelin
yaptılar. Kırk yılın başı bir kez koca olup şu töreni yönetmek istemişti. Onun
yerine küçük kardeşi Aşçı Ali'yi koca yaptılar. Ancak gençlerde öyle şaka yapar
hava yok. Bir garip gerilim ve korku içindeler. Yalnız biraç kişi kendi
aralarında sürekli birşeyler konuşuyorlar.
Mahmut gelin olacak öbür
gençlerle birlikte geleneksel gelin giysileri giyiyor. Çok renkli parlak üç
etekler, kutnu-kumaş renkli baş örtüleri köyde ne varsa bu gün için ortaya
çıkmış. Altı gelin seçiliyor bu kışayarısı için. Bu durumda iki koca gerekir.
Altın gelini bir koca yönetemez. Kaçırılırlar yoksa. Ama kimileri ne gelinin
çok olmasından geçiyorlar, ne de ikinci bir koca olmasını istiyorlar.
"Kışyarısını bozar gideriz" diye terslik ediyorlar. Yapacak birşey
yok. Yılda bir kez yapılanbir eğlenceyi bozmamak için karşıtlar
"peki" diyorlar. Genç delikanlılar gelin giysileri giyiyorlar.
Yüzlerini renkli peçelerle gizliyorlar.
Bir kişi Arap görevini
üstlenmiş. Eller ve yüzler is ya da kurum ile kap kara boyanmış. Yalnız gözleri
ile dişleri parlıyor. Başına şapka yerine, bakır leğen giymiş.
Gençlerden biri ise tilki
olmuş. Tilkinin görünümüde özgün. Üzerine deriden birşeyler geçirmiş. Arkasına
bir kuyruk bağlamış.
Büyük bir zahmetle deve de
yapılıyor bu kışyarısında. Oysa deve görünümü vermek zor bir iş. Bir merdiven
üzerine kilim örtülüyor. Kafa kesimine bir deri konuyor. Göz yerine bir cep aynası takılıyor. Deveyi taşıyacak
üç, dört kişi seçiliyor. Bu yorucu işi onlar üstleniyorlar.
Oyunun tipleri bunlardır.
Ama koca tören kafilesininin bir dizi görevlisi daha vardır. Bunlar köyden
derlenecek yardımları toplayacak kişilerdir. Kimi tavuk, kimi buğday, kimi
yağ toplamakla görevlidir. Tören bu görevliler de belirlendikten sonra başlar.
Bir evden başlanarak sırası ile köyün tüm evleri
ziyaret ediliyor. Koca ortada, gelinler çevresinde arap bir yanda, tilki başka
bir kıyıda. Davul vuruyor zurna ötüyor.
Ala karda boz dumanda kuş uçmaz kervan girmez Anadolu köyüne bir canlılık
geliyor. Tilki o yana bu yana kaçıp oyun oynuyor. Ama gözü gelinlerin
üzerinde. Oyunun kurallarına göre her an gelinlerin kaçırılması söz konusu.
Tilkinin onlara göz kulak oluyor. Koca altı gelinin kocası sayılıyor. Yapma
sakalı, pos bıyığı ile dağ gibi gelinlerin arasında dolaşıyor. Evlerden yardım
topluyorlar. Yağ, bulgur, un, tavuk, buğday.. kim ne verirse eyvallah.
Kimseye gücenip darılmak yok. Ama zaman zaman daha fazla bağış da istiyorlar.
Bir yıl önceki kıışyasında verilen sözü anımsatıyorlar. "Geçen yıl bir
tavuk dilek dilemiştin. Dileğin oldu. Hadi bizim hakkımızı ver" diye
diretiyorlar. Kış yarıcılara dilek dilendiği de olur. Çoluk çocuk bir sürü
insanın duası ile sorunların çözüleceğine inanılıyor. Hastaların iyileşeceği düşünülüyor.
Öbür yıla çeşitli sözler verilir. "Oğlum askerden sağ gelsin gelecek yıla
size bir tavuk vereceğim". "Hastam iyileşsin size bir koyun
vereceğim" gibi dilekler dileniyor. Kış yarıcılar dileğin yerine gelmesi
için hep bir ağızdan "Allah, Allah" çekiyor. Ancak kimi evlerin
sözünden döndüğü oluyor. Kışyarıcıların adağı ev sahibinden koparıyorlar. Ev
sahibi kış yarıcıları razı ediyor. Kuzu adamışsa, bir tavuk veriyor. Yoksa kış
yarıcılar kapıda oynayıp duruyorlar. Bırakmıyorlar ev sahibinin yakasını.
Türküler söylüyorlar, oyunlar oynuyorlar. Tüm bunlara karşın, ev sahibi adağı
vermeyecek olursa kargış verdikleri oluyor.
Köyün altbaşlarıda yer alan Haydar Kahya'nın
kapısı önünde bir şenlik kuruluyor ki, anlatılır gibi değil. Öyle, her evin
önünde olmayacak türden bir gelence Bir halay tutuluyor:
leylanı gülüm yar de
Pınarları tekneli
Dibine gül dikmeli
Bir kötünün kahrını
Öleneçe çekmeli...
Evden bir toklu isteniyor. Geçen kış askerdeki
oğlu için adamıştır ana. Orta yaştaki ana bir tavuğa gençleri razı etmek
istiyor. Gençlerin bir bölümü razı olmuyorlar:
"Yoo, kabul etmeyiz, toklu söz vermiştin. Biz
burada boşuna mı dua ettik?"
Kimi gençler:
"Ulan yapmayın, bir tavuk veriyor, etmeyin
alıp gidelim şunu. Soğuk tandırdan, sıcak ekmek" diyorlar.
Bu kışyarısında birkaç genç başından beri çitil
çıkarıyorlar. Oysa, köyün en uyumlu gençleri bunlar. Ne oldu, ne oluyor, kimse
anlayalıyor. Hop... bir halay daha tutuyorlar:
İnce eleğim duvarda
Bir yar sevdim hovarda
Öyle bir yar sevdim ki
Su doldurur pınarda...
Haydar Kahyanın kapıyı tutmuşlar bir türlü
bırakmıyorlar. Koca, tilki ve arabın gözleri önünde bir gelin kayboluyor. Koca
elindeki kamçı ile tilkiyi, arabı dövüyor. Herkes gülüyor. Kaşla göz arasında
ikinci gelin de ortadan yok oluyor. Yüzleri paçalı olduğu için hangi gelinlerin
yittiği belli değil. Allah Allah ne oluyor bu gelinlere? Koca yapma bir bunalım
geçiriyor. Kendini karın üzerine atıp yuvarlanıyor. Bir anda gelinler Haydar
Kahya'nın evinden çıkıyorlar dışarı. İki gelinin gelmesi herkesi sevindiriyor.
Haydar Kahyanın eşi de yorulmuş. Nerdeyse içeriden tokluyu getirip verecek.
Biraz daha direnseler alacaklar. Ama bu günün aksi gençleri ansızın tavuğa razı
oluyorlar. Tavuğu alıp uzaklaşıyorlar. Koca gelinleri devenin altına gizliyor.
Hızlı biçimde kapıdan çekiliyorlar. Ama elleri ayakları titriyor. birbirlerine
kaş göz ediyorlar. "Tamam mı?" "Tamam tamam!.." "Yahu
bugün sizde bir hal var? Ne oluyor? Söyleyin de biz de bilelim? Niye renginiz
attı?" "Yok yok... birşey yok."
9.
Kışyarıcılar köyün üstbaşına doğru koşar gibi
ilerlerken, Haydar Kahya'nın samanlığının bacasından bir gencin çıktığı
görülüyor. Yaşlı bir komşu görüyor bu çıkışı.
Delikanlıya soruyor:
"Ulan ne arıyorsun ahırda?"
"Hiç Hüseyin amca, bir şaka yapmıştık da.
Kapıdan değil buradan çıkarsam, bana hediye vereceklerini söylediler arkadaşlar
da.. İşte kış yarısı eğlencesi."
"Ulan eşek oğlu eşek böyle boktan şaka mı
olur? Elin ahırında ne arıyorsun? Hırsız mısın, oğru musun? Sen hiç mi el,
memleken görmedin?"
Delikanlı, yanıt vermeksizin yıldırım gibi
uzaklaşıyor. Gücük Hüseyin, delikanlının ardından küfürü sürdürüyor. Gidip
bacadan aşağı bakıyor. "Allah, Allah" çekiyor. "Şimdiki gençler
tümden piç... Görülmüş, duyulmuş değil bu köyde..." diye söyleniyor.
Köyün üst başındaki başlangıç yerine kışyarıcılar
koşar adımlarla ulaşıyorlar. Onca toplanan yağ, un, bulgur, tavuğu ortada
bırakıyorlar. Gelinler giysilerini çıkarıyorlar. Koca giysilerini çıkarıp
kaçıyor. Yetişkin gençler birer birer tüyüyorlar. Bunca emekle toplanan
adaklara baktıkları yok. Yalnızca 13-15 yaşındaki çocukların üzerinde kalıyor
kışyarısı adakları.
Aradan yarım saat geçmeden Gücük Hüseyin kışyarısı
düzenlenen ahırdan içeri giriyor:
"Neredeler gençler, Aşçı Ali, Mahmut, Dimit
Yusuf?"
"Vallahi biz de bilmiyoruz, geleceğiz deyip
gittiler, gelmediler?"
"Vay eşek oğlu eşekler vay... Haydar
Kahya'nın kızını kaçırmışlar. Ulan bu yakışır mı kışyarıcıları?"
"Vallah bizim haberimiz yok. Zaten bütün gün
biz ne dediysek tersini söyleyip bizi bezdirdiler. Bir çeşitlerdi bugün."
"Onlar her zaman birçeşitler. Vay alçak oğlu
alçaklar vay... Komşunun yüzüne nasıl bakacağız? Peki, siz ne yapacaksınız bu
unu, buğdayı?"
"Biz de bilmiyoruz. Onların gelmesini
bekliyorduk."
Gücük Hüseyin, küfür ederek dışarı çıkıyor.
"Çağırın şu Sarıoğlan'ı da satalım. Ne
isterseniz alıp zıkımlanın. Bugün onlar yaptı, yarın da siz yaparsınız. Öğrenin
büyüklerinizden, nasıl kız kaçırılırmış... Tümünüzün köküne kibrit suyu, zamane
piçleri... Koca köyleri birbirine katacaksınız. Tu lanet olsun tümünüze."
Köyün içi birbirine girmiş. Evlerden girip
çıkıyorlar. Zehra ile Mahmut arasında kimi dedikodular çıkmıştı. Kimi yalan,
kimi gerçek demişti. Hatta Sarı Hüseyin kızı istemeyi düşünmüş, ama bir
soruşturmuş Haydar Kahya'nın kapısını çalma yürekliliğini gösteremiş, oğluna
yüreğine taş basmasını istemişti. Böylece kapanmıştı bu sorun. Haydar Kahya
"Ula Sarı Hüseyin kim oluyor ki benim kızımı istesin. Önce kendisine bir
ev yapsın. Kızını gelin getirecek bir ev bile yok. Yoksa kızımı ahır sekisinde
mi yatıracak diye haber yollamıştı. İşte şimdi ahır sekisini görür.
Gücük Hüseyin, karşısına Sarıolan'ı almış
konuşuyor:
"Saroğlan, şaşıp kaldım bugün. Bu kırkkbeş
yaşımdayım bu köyde herşeyi gördüm de kışyarısı yapılırken kız kaçırıldığını da
ilk kez gördüm. Bütün köyü rezil ettiler bu piçler. Ulan eşek oğlu eşek,
yiğitsen tek başına al kaç. Koca köyü bu pisliğe bulaştırma..."
Dudağına yapıştırdığı kalın sigarayı çıkarmadan
konuşmasını sürdürüyor:
"Ne verirsen ver şu çocuklara da ortadan
kalksın kalabalık. Köye yayıldı haber."
"Bunlara
birkaç kilo kuru üzüm, şekerleme, lokum, incir, leblebi, veririm.
Aralarında rakı içecek yaşta kimse yok. Varsın bu çocuklar yesinler. Pilav
yapılır mı bu gün?"
"Ne pilavı Saroğlan? Ben şu işi kapamaya
çalışıyorum, sen pilavdan söz ediyorsun? Bütün unu bulguru al, şunlara ne
verirsen ver, dağılıp gitsinler. bir daha da bu köyde ne kışyarısı yapılır, ne
de eğlence. Üstelik cemi de rezil ettiler. bakalım dede akşama ne yapar. Bir de
cem dağılırsa gör o zaman. tümümüz Kara Cemal'den beter olacağız."
Gücük Hüseyin öylesine üzüntülü konuşuyor ki,
çocukların burnundan geliyor kış yarısı törenleri. Günlerden özledikleri
bekledikleri tören zehir zıkım oluyor. Kimileri çerezi beklemeden çekip
gidiyorlar. Gittikçe azalıyor ortada kalanlar. Herkes ana-babasından azar
işiteceğini biliyor. Tam bir rezalet oluyor kışyarısı törenleri. Ne oyun
oynanıyor, ne o nefis kışyarısı piyavı yapılıyor. Şu birkaç eşek sıpasının
yüzünden. Yeniyetmelerin elinden gelse gidip yetşkin gençleri dövecekler. Ah bir
güçleri yetse...
10.
Cem odasının yarısı boş. içerde soğuk bir hava
var. Kimse öyle sıcak içten değil. Kimse kimsenin yüzüne sıcak bir gülücük
atmıyor. Dede yaşlılarla söyleşiyor:
"Yahu kanı kanla yumazlar, ortada kan yok ya!
Kız gönlüyle kaçmış. Bize düşen ki yanı uzlaştırıp barıştırmak. Hayır işi
hayırla bitirmek. Niye birbirinize kızıp duruyorsunuz. Olan olmuş. Genç bunlar
cahil. Sizin çocuklarınız, bizim çocuklarınız. Ne değişir, ha babası anası
vermiş, ha kendi kaçmış. Eh işte düğün yerine kış yarısı eğlencesi
yapmışlar."
"Dede, kız daha çocuk, Haydar Kahya şikayet
edecek. Şikayetçi olursa oğlanı tutuklarlar. Kar yüzünden gidemedi Kangal'a.
Zor eğledik. Kar, kış dinlemyordu. Soğuktan ölürsün etme, şu kar geçsin
gidersin dedik. Yoksa gidiyordu ilçeye..."
"Kız kaç yaşında?"
"On yedi."
"Erenler, oğlan dama girerse düzelir mi bu
iş? Alıp kaçırmış işte. Kızın da gönlü varmış. Uzatmaya ne gerek var? Bize
düşen Allah hayırlı olsun demek. İki gündür bir araya gelemiyoruz. Yeter artık.
Bu cemaat bin yıldırbirbirinden kopmadı. İki cahilin cahilliği yüzünden
dağılamaz. Peyik yollayacağım. Tüm küskünler gelecek. Yok öyle dargınlık
küskünlük. Sorunlar hak divanında çözülecek. Hu peyik!"
Peyik koşup gelip divana duruyor:
"Başta Haydar Kahya olmak üzere tüm komşuları
çağır."
"Hu dedem" diyerek peyik çıkıyor. İnanca
göre cemin çağrısı olan "peyik kıçı kırılmaz. Bu çarrıya kesinlinle
gelinir. Ama Haydar Kahya'nın gelip gelmeyeceği bilinmiyor. Özellikle eşinin
Haydar kahya'yı kışkırttığı söyleniyor.
Çağrılılar asık yüzle, bir bir damlıyorlar cem
odasına. Postu niyaz edip yerlerine oturuyorlar. Sarı Hüseyin'le eşi içeri
giriyorlar.
"Hu erenler..."
"Hu dedem..."
"Niye gelmiyorsun ceme Sarı Hüseyin?"
"Başımıza gelenleri biliyorsun dedem. Bizim
oğlan bir cahillik etti. Bir kız kaçırdı. Yüzümüz yerde. Nasıl gelip bu
insanların yüzüne bakarız?"
"Yook erenler, bu meydandan kaçmak yok. Kol
kırılıp yen içinde kalır. Hesap bu divanda verilir."
"Siz nasıl buyurursanız dedem. Boynumuz
kıldan incedir. Ne cezamız varsa çekeriz."
Bir süre sonra Haydar kahya tek başına geliyor
ceme. Her gelenle selamlaşma oluyor. Ama Haydar Kahya'nın tek başına gelmesi
herkesin ilgisini çekiyor:
"Hu erenler..."
"Hu dedem..."
"Nasılsın, bacı nerede?"
"Biraz hasta da, bugünlük gelmedi."
"İki gündür neredesin? Kötü bir söz mü duydun
bizden? Seni kıracak birşey mi yaptık da gelmiyorsun ceme?"
"Haşa pirim! söylemeye gerek yok, iki gündür
ne çektiğimi bilirsin. Benim cahilimi kandırıp kaçırdılar. Küskünüm, dargınım
bu topluma. Şu postun emri olması adımımı atmam buraya. Bütün köy bir oldu,
kışyarısı sırasında kızımı alıp götürdüler. Bütün bir köy bizim karşımıza geçip
bize inat düğün yaptı. Bu komşuluğa sığar mı? İki cihanda elim, yavrumu
kandıranların yakasındadır. Dede, buyurdun geldim. Ama benden uzlaşma isteme.
Yoksa bir daha şu kapıdan adımımı atarsam ayağım kırılsın."
Haydar Kahya öylesine kesin söylüyor ki bu
sözleri, kimsenin bir karşı sav getirmesi olanaksız. Dede de toplum da şaşkın.
Ayıp mı ayıp yapılanlar. Sanki bütün köy bir olup kızın kaçırılmasını sağlamışlar
gibi bir durum yaşanıyor. Haydar Kahya şakacıdır, yaşam doludur, olura olmaza
aldırış etmez. Bu tezgahı bir içine sinderemiyor. Belki de eşi kışkırttı. Yoksa
o sevecen insanın ağzından böylesine katı tümceler çıkmaz. Eşi, içten
hesaplıdır, kincidir. Ama sonuçta tüm köy de suçlu. Bir bilen, bir duyan
olmuştur kesinlikle. Neden söylemediler? Neden uyarmadılar.
Dede daha ılımlı yaklaşıyor:
"Haydar Kahya, senden bir isteğimiz olmadı.
Boğazına sarılıp "uzlaş" demedik. Bu post küskünlük tanımaz. Senin bir
suçun yok hesap vermesi gereken varsa o da se değilsin. celallenme. Aşık sen de
bir deme çal hele..."
Sazcı sazı eline alıyor. Ne ki, kimsenin
söyleyecek sözü yok. Herkes suçluluk duyuyor. Cem evinin ortasına zehirli yılan
atılmış gibi bir var. Söazcı bir semah çalıp havadaki gerginliği atmak istiyor.
Ama kimse semaha kalkmıyor. Deyişi değiştiriyor. Ne çalacağını o da bilmiyor.
Tüm toplum yeniden bir gerilime girmiş. Kara
Cemal'in düşkünlük sorunu çözülmeden, yeni bir tatsızlık çıkmış durumda. Tüm
düşgücü ve yaşam devigenliği dağlar arasında sıkışmış yüz evlik köyde, yeni bir
gerilim yaratılmış. Ne çözüm getirilir, kim kiminle uzlaştırılır? Ne veriler,
ne alınır kimse bilmiyor. Cemin bağlanacağı günlerde, tüm cemin yarıda kalması
gibi bir tehlike yaşanıyor. Kimse kimseyle konuşmuyor. Yanıtlar yarım ağızla
veriliyor. Dede ne yapacağını bilmiyor. Sigara üstüne sigara içiyor. Bir bardak
dolu içsem mi diye geçiriyor sürekli içinden. Ne ki, rakı etkisiyle vereceği
buyrumların yerine uygulanmaması sözkonusu. Toplumu daha da gerilime sokabilir.
Zaten, kızın kaçırılmasına yardımcı olan gençler de yok, ana-babaları da.
11.
"Duydun mu olanları" diye söze başladı
Gücük Hüseyin.
"Duyulmayan birşey yok diye yanıtladı dede.
"Yok" dedem, öyle değil. "Bu
duyacağın daha korkunç."
"Gücük Hüseyin, bütün köy birbirine girdi.
Daha korkuncu ne olacak? Kırk yılın başı bir posta oturayım dedim, burnumdan
geldi. Bütün olaylar bu kış patladı."
"Dede, Cuma Çavuş tercüman lokmasını, köye
gelen jandarmalara yedirmiş."
"Yok yahu!..."
"Vallahi öyle diyorlar. Gören var..."
"Allah afatından esirgesin... Nasıl olur? Bu
kadar soysuzluk yapabilir mi, Cuma Çavuş."
"Yapar dedem yapar. Ona boşuna Cerci
dememişler."
Dedenin rengi attı. Dudakları titreye titreye:
"Belki başımıza gelen tüm bu uğursuzluklar
onun yüzünden. Ne yapacağız şimdi?"
"Dedem benden yalnız söylemi. Gerisini sen
bilirsin. Dua mı edersin, Cuma Çavuşu dara mı çekersin, sana kalmış."
Cuma Çavuş garip bir adam. Hiçbirşeye inanmaz ama
cemden ayağını kesmez. O ki inanmıyorsun niye gelirsin ceme? Hadi inanmadın,
tercüman lokmasını nasıl yedirirsin ağzıkaralara? Allahtan korkmaz, kuldan
utanmaz adam. Kırk kez sana söylendi ki, sakın jandarmalara kurban eti yedirme,
tavuk dersen tavuk, kavurma dersen kavurma verir sana bu köy?
Dede oturduğu odadan dışarı çıktıyor. İçerde
oturan üç-beş kişi Gücük Hüseyin'in yüzüne bakıyor. Dede yeniden giriyor:
"Bana Topal Hoca'yı, Abbas Efendi'yi, Turan
Efendi'yi çağırın!"
Bir genç koşup gidiyor. Sırasının üzerine içeri
geliyorlar köyün bilgeleri.
"Erenler ne yapacağız? Cuma Çavuş kurban
lokmasını jandarmalara yedirmiş."
"Tüm köyün üzerine siner uğursuzluk. Bu lokma
kendinin değil, tüm cem erenlerinin."
"Yok, yalnız kendisinin başına gelir
uğursuzluk."
"Yahu, yapmaz Cuma Çavuş böyle birşey. Öyle
gelişigüzel konuşmasına bakmayın. O inanmaz gözükür ama, inanır."
"Demeyin bunları yahu Cuma Çavuş, her haltı
yer. Ceme inandığı için gelmiyor. O cemi böyle eğlence gibi, şenlik gibi birşey
sayıyor. Cemden kopmayı, sürüden ayrılmak gibi birşey görüyor. Ceme gelmezse
muhtar seçilmeyeceğini düşünüyor."
"Desene Cuma Çuvaş bütün köyün köküne kibrit
suyu döktü..."
"Vallahi orasını bilmem, ama durum bu."
12.
Cuma Çavuş cemde dede karşısında dara durmuş. Tüm
toplum gerilim içinde yargılamayı bekliyor. Her kafada aynı soralar geziniyor.
"Cuma Çavuş tercümanı yedirmiş m? Bize de bir uğursuzluk geli mi?"
Herkes kendinden korkuyor. Dede soruyor:
"Cuma Çavuş, el ele el hakka; doğru söyle. Bu
meydanda yalan yok. Suçunu biliyorsun. Yaptınsa ikrar eyle. Dua ederiz.
Tanrıdan af dileriz. Şu masumların dili ile yakarırız. Ama gerçeği söyle. Tanrı
bağışlar. Yalan söylersen iki cihanda sen de suçlu olursun, bütün bu cemaat da.
Başımıza bir uğursuzluk gelir. Jandarmala tercüman lokması yedirmişsin doğru
mu?"
"Dedem, istediğiniz cezayı verin. İstediğiniz
sözü söyleyin. İsterseniz kovun bu meydendan. Yedirmedim. Bu kylü böyle şeyler
uyduruyor. Bir tike kurban eti yedirdimse kor olsun tenime yapışsın. Bir aş
tanesi yedirdimse tenim tike tike ola. Bu yıl tüm çoluk çocuk Adana'da. Evde
yemek yapılmıyor. Götürdüğüm lokmaları kendim yiyorum. Jandarmalara Haydar
Kahyagilden kavurma alıp yedirdim. İşte kendi burad sor. Evde peynir vardı.
Yolcu ederken de peynir ekmek verdim."
"Peki Cuma Çavuş, artık günahı senin
boynuna.Hu postu niyaz et."
Cuma Çavuş yere eğilip duaya duruyor. Tüm toplum
bellerine dek eğilmişler. Dede dua okuyor:
"Allah Allah, ya Şah! Dil bizden, yardım
Ali'den. Suçumuz varsa bağışlasın. Eksiğimiz varsa uyarsın, bilerek bilmeyek
bir yanlışımız varsa, düzeltsin. Bu meydandaki şu tertemiz çocukların diliyle
seslenelim. Diyelim bir Allah, Allah..."
Tüm toplum Allah Allah çekiyor. Tüm oda Allah
Allah sesleri ile yankılanıyor.
"Cuma Erenler dili ile yemin etti, gönlü
tasdik etti. Biz bu meydandaki eren bacı, çoluk çocuk tüm cemaat, ona inandık
iman getirdik. Yalan söylüyorsa, günahını ulu hesabı bırakıyoruz. Biz,
elimizden bu gelir. Bizi kandırırılız, ama ulu Tanrı kandırılmaz. Yalan
söylediyse günahı kendisine, gelecek uğursuzluk kendi ocağına. Bu toplum
suçsuz. tanrı bunu görür, bunu bilir... Diyelim bir Allah Allah..."
Cuma Çavuş, duadan rengi atmış biçimde kalkıyor.
Dakikalardır yerden yatmaktan mı korkudan mı belli değil. Cemdeki tedirginlik
sürüyor. Özellikle kadınlar arasında. yaşlı kadınlar edilen yemine inamamış
biçimde başlarını sallıyorlar. Tek teseli, meydanda yapılan dua. "Bir
uğursuzluk gelirse yalnız Cuma Çavuşun ocağına geleceğine inanyorlar.
"Belası başına. Kendi yedirdi tercümanı. Kendi çeker belasını diyorlar.
Dede:
"Bu günü Kuzu Mehmet'in kurbanı vardı hazır
mı" diyor.
Kurbanlar ortaya getiriliyor. Dua alınıyor.
Kurbancı kurbanları kesmeye götürüyor. Kuzu Mehmet ile yolkardeşi eşleri ile
birlikte görülmek üzere meydana çıkıyorlar. Dua bitiyor.
Vahide hanım dışarı çıkıyor. Soğuk karlı bir
akşam. Cem evinin kapısında ellerini açıyor. Ellerini açıyor, kendi kendine dua
ediyor. belli ki bir dilek diliyor. Vahide de bir gerginlik var.
13.
Davulbaz köyünde cem var. Orada cemi Kurt Veli
dede yürütüyor. Akşam, cem başlamamış. Kurt Veli dede tedirgin. Konuk kaldığı
odada, yürüyüp duruyor. Yolkardeşi ve köylüler soruyorlar:
"Dede neyin car?"
"Erenler, içimde bir sıkıntı var. Sanki bizim
evde bir uğursuzluk var."
"Dede, etme kurban olayım. Mamaş şurdan bir
saatlik yol. Öyle birşey olsa, adam yollarlar. Bırak şu sıkıntıyı."
"Haklı söylüyorsunz. Ben bırakıyorum da,
sıkıntı beni bırakmıyor."
"Dede adam yollayalım yoksa!.."
"Yok... gerek yok..."
"Eee, ne yapalım öyleyse seni rahatlatmak
için?"
"Bilmem..."
"Dedeye bir bardak rakı getirin"
Rakı geliyor. Dede bir dikişte bir çay bağdağı rakıyı
içiyor. Bıyıklarını siliyor. Bakışlarında parlama. Bir anlık rahatlık.
"Huu, erenler cem odasına geçelim. Cemaat
gelmiş olmalı."
"Dede, cemaat çoktan geldi, seni bekliyor.
Ağa dayının tercümanı var biliyorsun. Tercüman dualanacak. Herkes seni bekliyor."
Dede yanındakilerle cem odasına giriyor. Herkes
yerini alıyor. Dede cemi başlatıyor. Tercümanlık kurbanlar duaya geliyor. Dede
duaları yapıyor. Tercümanlar gidiyor. Dedenin sıkıntısı sürüyor. Cem
erenlerinden izin alıp dışarı çıkıyor. Cem odasında konuşmalar:
"Yahu, bugün dedenin üzerinde bir sıkıntı
var? Allah Allah... Ne yapsak. Yoksa, şurdan Mamaş'a iki genç yollayalım."
"Söyledik bunu. kabul etmedi. kendi gitmek
istiyor."
"Olur mu, kurbanı yarıda koymak?"
"Yahu bu böyle olmaz. Kurbanlar kesilmediyse,
kurbanı yarına bırakalım. Dede gitsin. Koşun hele kurbanlar kesilmediyse
beklesinler."
Dışarı koşuyor bir iki kişi. Dışarıdan:
"Kesilmemişler."
"Kesmesinler. Kurbanlar yarına kalsın. Dede
nerede?"
14.
Mamaşta'ki cem evinden Kurt Veli içeri giriyor. O
anda Vahide ayağa kalkıyor. yüksek sesle:
"Ooo, büyük Tanrım, dileğimi kabul
ettin..."
Herkes şaşırmış durumda. İçerde cem yapan Suzani:
"Ne o, Veli hayrola? Cemi bırakıp niye
geldin?"
"İçimi bir sıkıntı sardı, dayanamadım. Köyde
birşey yok ya?"
Vahide gözleri yaşlı dara duruyor:
"Dedem, sabahtır, Kurt Veli dedenin benim
kurbanımda bulunması için dua ediyordum. Tanrı benim duamı kabul etti. Kurt
Veli dedeyi yolladı..."
Herkes şaşırmış, kimigözlerde yaş beliriyor.
Özellikle kadınlar ağlıyorlar. Kendi aralarında konuşma:
"Bir de, şu kadına Yezit deriz. Görüyorsunuz
ya inancı, sevgiyi bağlılığı."
"Yok anam yok, hak katında kimin sevgili
olduğunu kimse bilmez. Kırk Aevi kadın, Vahide'ye kurban olsun. Kimin gönlünü
kırdı, kim bir gün bir yumuşa gitti de kapıdan çevirdi? Allahın sevgili kulu
o."
Dede Vahide'ye bir dua ediyor. Cem odasında
"Allah, Allah sesi yankılanıyor. Kurban pişmiş gelmiştir. Duasını alıyor.
Köprü koruluyor. Lokma dağıtımı başlıyor. Ardından yer sofraları geliyor. Öbek
öbek sofralar kuruluyor. Sofralara kurban lokması konuyor. Lokmalar yeniyor.
15.
Cuma Çavuş'un elinde bir tabağın içinde kurban
lokması var. Yorgun sıkıntılı, karları yararak, köyün alt başındaki evine
giriyor. Kendi kendine konuşuyor.
"Yok uğurszluk gelecekmiş... Yok bütün köye
gelirmiş... Altı üste et ile ekmek. Kim yerse yesin, Yezidi Kızılbaşı olur mu?
Bir de okumuş adamlar şunlar. Ulan hepsi boş. İşte şurada oturup muhabbet
ediyoruz. Şu muhabbetin tadına geliyorum. Kime anlatırsın? Koca Vahap Efendi de
böyle şeylere inanıyor."
Cuma Çavuş, basık odaya giriyor. İçerisi soğuk.
Yün yatak bir kıyıda serili duruyor. Yatağa doğru gidiyor, geri dönüyor. Gelip
sobayı yakıyor. Tezekle dolu sobada borulardan duman sızdırıyor. Pencereye
yöneliyor, açmıyor. Bir süre sonra duman duruyor. Soba alev alev yanıyor.
İçerisi ısınıyor. Sobanın başına varııp bir yer minderi çekip üzerine oturuyor.
Elindeki tesbihi dertli dertle çekiyor. Tüm olanlara canının sıkıldığı belli.
Soba kıp kırmızı kesiliyor. Sobanın ateşinde uzaklaşıyor. Gaz lambasının ışığını
kısıp baş ucuna koyuyor. Yatağa atıyor kendini.
17.
Sarı Hüseyin'in odasında Mahmut genç
arkadaşlarıyla konuşuyor. Bunlar ceme giremeyen gençler. Ceme giremediklerine
üzgünler. Tüm köye rezil olmuş durumdalar. Gündüzleri ortada gözükmüyorlar.
Akşamları, gizli gizli bir evde toplanıp kendi aralarında iskambil oynuyorlar.
Öykü anlatıyorlar, böylece eğleniyorlar. Bir arkadaşlarını evlendirmenin
mutluluğunu, toplumdan atılmanın pişmanlığını yaşıyorlar. Bir birini teselli
ediyorlar:
"Unutulur gider. Kötü birşey yapmadık. Haydar
kahya kızı gönlüyle verseydi, kaçırır mıydık?"
Sarı Hüseyin'in durumu uygun değil. Gelinle
güveyiye bir oda açacak durumu yok. Evin tek odasında çoluk çocuğu ile Sarı
Hüseyin yatıyor. Gelinle Güveye yer yok. Evlikte yatsalar, soğuktan donacaklar.
En iyisi ahır sekisi düzenlemek. Tüm gençler bir olup, Mahmut'a güzel bir ahır
sekisi yapıyorlar. Evlerden ufak tefek eşyalar getiriyorlar. Öyle bir ahır
sekisi ki, padişah odalarında yok bu güzellik. Bu başarının mutluluğu içinde
Sarı Hüseyin'in odasında oturuyorlar. Cemden gelen lokmaları yiyorlar.
"Uşak, sakın bize günah olmasın? Başımıza bir
uğursuzluk gelir sonra? Biz düşkünüz de..."
"Ne düşkünü ulan? Bizim müsahibimiz mi var,
ne zaman yola girdik ki düşkün olalım?"
"Ne bileyim, kız kaçırmaya yardımcı olduk
da."
"Birincisi kız kaçırma düşkünlük getirmez.
İkincisi, düşükün olacaksa edelerimiz olur. Tümü ceme kurulup birbirinin
önünden lokma kapıyorlar. Bize niye günah olsun lokma?"
"Ne bilem öyle söylüyorlar da. Allah
esirgesin sonra başımıza bir uğursuzluk gelir. Hep anlatıp dururlar, lokmanın
kerametini."
"Bakma sen anlatılanlara. Hep laf onlar. Dur
ben sana sorayım? Tüm hesaplar verildi mi bu cemde? Kel Kara Ali ile Kühlan
küskün değiller mi, sınır kavgası yüzünden? Niye barışmadılar? Herkes susup
geçti. Leyla, Hüseyin'in oynaşı değil mi? Kim söyledi? Hani duran oturan
boynunaydı? Herkes susup geçti. herkes ikiyüzlülük ediyor. Hele o yetmişlik
Topal Hoca, herkesin saygısını toplamış adam niye ağzını açıp bir şey
söylemedi?"
"Bilmez Topal Hoca. bilse o söylerdi."
"Nasıl bilmez ulan, o bu köyün içinde değil
mi?"
"Kim söyleyebilir Topal hoca köydeki oynaş
işlerini?"
"Kimse söylemese karısı söyler."
"Yok yahu, karısı da böyle şeyleri söyleyemez
Hoca'ya. Utanır."
"Ahhaa... Ulan karısı nasıl söyleyemez? Karı
ne demek? Bunun bir şeyden haberi yok yahu? Sen tümden angutsun. İnsanın karısı
söylemez mi?
"Doğru, olur olur... Duymuştur. Peki ama niye
söylemedi, niye ağzını açmadı?"
"Açasa ne olacak. Düşün, şu tarikatın
söylediklerini gerçekten yerine getirem desen, bir Allahın kulu girimez o cem
damından içeri. Sırası ile her evi gözünün önüne getir. Kim temiz? Herkesin bir
günahı var."
"Eskiden böyle değilmiş. Eski insanlar pek
saf temizmiş"
"Öyle derler. Derler ya, arkasından da
yaptıkları çapkınlıkları anlatırlar."
"Eee, kimse gitmeyecek mi yani cennete?"
"Orasını ben bilmem. Ama bildiğim birşey var.
Tarikatın gereklerini isteyecek olsan o kapıdan bir kişi giremez."En
günahsızın bile geçmişi kirli. Sözgelimi en sofu kim? Topal Hoca. Onun
gençliğinde yaptığı çapkınlıkları anlata anlata bitiremiyorlar. Ayşe Bibi,
oynaşıymış onun. Herkes biliyor bunu. Ne ki, şaka ile anlatılır onun
çapkınlıkları. Neden? Suçsa suç."
Sobanın alevi ile giderek içeri ısınıyor. Tavan
damlamaya başlıyor. Şıp... şıp... şıp.... Damlayan yerlerin altına tabak
konuyor. Bu saate dek oturulur mu? Nerdeyse cem dağılacak. Ana, Mahmut'un
yüzüne kızgın bakıyor. Konuşmaya bir başladı mı, ağzı kapanmaz. Yarın herkesin
kulağına gidecek burada konuşulanlar. Koru komşuyu kızdırmanın ne anlamı var?
Yarın yüzyüze bakılacak. Komşu komşunun külüne muhtaç. İş düşecek...
Asıl gerçek de bu ya! İş düşecek. İş, iş, iş. Peki
ama cem nerede, tarikt yol nerede? Bir yandan en iyi kuralları söyleyeceksin
öte yandan bu kuralları göz ardı edeceksin, olur mu? Belki geçmişte insanlar
daha temizdi. Yok, yok insanın olduğu yerde kirlenme vardı. Hiçkimse tarikatın
kurallarını yeterince uygulamamıştır. Bir tek Hz. Ali, Hasan Hüseyin. Onlar
dışında sanmam ki, bu kurallar gerçek anlamda uygulanmış olsun. Bizim gibi faniler
için ise tüm eksik, yanlışa karşın cem vardı. Tüm nefret ve kaygılar karşın
vardı ve hep olacak. Geçmişte yaşamış ermişlerin, bilgelerin olağanüstü yaşamı
anlatılacak. Hz. Ali'nin cenkleri ile dünyalar süslenecek. Muhammet Hanefi'nin
yiğitliği yanında yakışıklılığı düşleri süsleyecek.
Yorgun bir kış akşamına mutlu bir söyleşi sığmış
durumda. Herkes konuşmanın derinliğinden, düşüncenin yoğunluğundan esrimiş. Hiç
kimse bugün cemi kaçırdıklarına pişman olmuyor. Burada daha güzel bir söyleşi
yakaladılar. Geç olmasına geç ama kimse yerinden kıpırda niyetinde değil. Bu
bir tür gençlerin kendileri ile hesaplaşmaları. Bundan böyle büyükleri görünce
köşe bucak kaçmalarına gerek yok. Sigaralar birer birer sönüyor. Ah bu akşam
bir şişe de rakı olsaydı. Bir şişe rakı bulunamaz mı bir koşudan? Yaza veririz
borcumuzu? Gençler bacaklarını ovuşturmaya başlıyorlar. Tezek sobası son
direnişini veriyor. Sobanın koru karıştırılıyor. Hafif bir duman yükseliyor.
Damın tepesindeki baca çoktan susmuş. Siğaralar da bir bir susuyor. Artık yatma
zamanı:
"Allah rahatlık vere, Mahmut. Gidip
yapalım."
"Elinize sağlık arkadaşlar. Bir gün bu
iyiliğinizin altında kalmam."
"Sağol Mahmut, biliriz sen yiğit arkadaşsın.
Bizim düğünde saratla su taşıyacaksın söz!"
Tüm gençler gülüyorlar. Mahmut'un yorgun ama mutlu
akşamı, özgürlük yuvası ahır sekisinde, genç eşinin yanında bitiyor. Sekide gaz
lambası yanmış, Zehra kendisini bekliyor. Ahırın köşesine arkadaşların kurduğu
sekiyi Zehra, gelirken evden kaçındığı bohçadaki el işlemeleri ile süslemiş. Kanavçe,
oya, allı pullu tülbentler. Aman tanrım ne güzel olmuş bu ahır! Ahırı böylesine
seveceğini düşünmemiş Mahmut. Öküz, eşek, inek ve birkaç koyun yerlerinde
dingin duruyorlar. Kimi yatıp uzanmış. Mahmut mutlu bir yüzle yeni düzenine
bakıyor. Yoktan var edilmiş bir dünya burası. Çok şükür Tanrım. Tüm koşu, tüm
gerilim bitti. Yoksulluk adam yoksulluğu. Görsün şu Haydar Kahya, Mahmut nasıl
kazanıp zengin olacak. Tek başına ev açaçak.
18.
"Cuma Çavuş..." diye bir ses duyuyor,
yün yatağa boğulur gibi gizlenmiş Cuma Çavuş. "Hayırdır inşallah, yine
jandarma mı geldi yoksa " diye içinden geçirerek, başını yataktan
çıkarıyor. Birden demin kendi oturduğu yerde sobanın başında birisinin
oturduğunu görüyor. Bu bir yaşlı kadın. İçeriyi biraz duman sarmış. Oda iyiden
iyiye ısınmış. "Allah Allah, diye içinden geçiriyor. "Hayal mi
görüyorum gerçek mi?" Ne var ki, üç beş metre ötede sobanın başında dev
anası gibi etli butlu kadın duruyor. Kadında bir burun var ama, anlatılır gibi
değil. Burnu ile sobanın önüne dökülen kölü karıştırıyor. "Tövbe..."
diyor Cuma Çavuş... "Ulan bu ne? Ben böyle şeylere inanmazdım. Ne bu
karı?" Hemen yakınında duran gaz lambasının alevini yükseltiyor. Sakın
hayal görüyor olmayım? Yok yok, hayal falan değil dev anası gelmiş oturuyor
sobanın başında. Ne yapmalı? Bir dua okumaya başlıyor. O anda burnu uzundan ilk
sözcükleri duyuyor?
"Ne inat edip duruyorsun? Ben gerçeğim."
"Tövbee..."
"Fatma duası yanlış okudun."
Cuma Çavuş'un bir an belleğinden dua geçiyor.
Gerçekten yanlış okuduğunu anlıyor. Ama ne yapmalı. Düş mü gerçek mi
yaşadıkları. Hala ayrımında değil olayın. Birden kendini topluyor. Bu kez Cuma
Çavuş ona soruyor:
"Kimsin? Ne arıyorsun burada?"
"Seni ziyarete geldim. Adımı sen koydun ya
sabahtır. Burnu uzun. Fatmana duasını yanlış okuduğunu anladın mı?"
"Dalga mı geçiyor, benimle eğleniyor mu? Kim
bu? Sakın bir komşu böyle bir şaka hazırlamasın?" diye içinden geçiriyor.
"Yok, komşu momşu değilim ben. Geldim
işte!" diye yanıt veriyor Burnu uzun karı.
Artık Cuma Çavuş'un cinleri başına toplanıyor:
"Bir de bana akıl veriyor! Kalk ...ünü
...tiğim!" diye bağırıyor. Cuma Çavuş karının üstüne yürüyor. Odanın
kapısını hızla açıp kaçıyor burnu uzun karı. Cuma Çavuş, eline lambayı alıp
ardından koşuyor. Büyük avluya bakıyor yok. Dış kapı kapalı. Evlük, samanlık
ahır bomboş. Yeniden odaya geliyor. Ne yapacağını düşünüyor bir an. Şalvarını
geçiriyor ayağına. Giysilerini giymeye başlıyor.
19.
Cemin son akşamı. Daha cemin başlangıç suları.
Cuma Çavuş meydana çıkıyor:
"Dede, beni bilirsiniz, pek inanmam ceme,
tarikata. Şu insanlara olan sevgim yüzünden geliri. Ama başımdan geçenleri size
anlatmam gerekiyor."
Bütün toplum, heyecanla bekliyor. Ne oludu da Cuma
Çavuş böyle konuşuyor?
"Dün gece benim ev bir burnu uzun kadın
geldi. Bilirsin böyle boş şeylere de inanmam. Ama gerçekti gördüklerim. Şimdi
şunu söyleyeyim, bu toplumu da rahatlatayım. Ben jandarmalara gerçekten kurban
eti vermiştim. Bu doğru. Ama sanırım, Tanrı beni cezalandırdı, ya da korkuttu.
Dün gece gördüklerimi açıklayamam size. Gerçekten gördüm."
Tüm halkta bir rahatlama.
"Ohh, belasını buldu... Allah daha beter
edecek... Hele daha neler gelecek başına, gör öküzü mü ölür, evi mi yanar allah
bilir. Dinsiz gavur Cerci. Allahın parmağı yok ki gözüne soksun. Daha ne
olacak, Burnu uzun'u yolamış işte. Hani hiçbirşeye inanmazdı. İşte böyle
inandırır Tanrı adama, hah"
Dede postunda oturan Suzani:
Erenler, bacılar Cuma Çavuş kendi kusurunu
anlattı. Kendi günahını gördü. Tanrı uyarmış onu. Gördüğünüz gibi bir bela
gelirse, yalnız kurbanı yedirenin evine ocağına gelir. hepiniz rahat olun. Cuma
Çavuş çok ağır uyarılmış. Görüyorsunuz, Tarikata karşı gelenin durumunu. Şimdi
Cuma çavuşun başına bir daha bir uğursuzluk gelmemesi için bir dua edeceğim.
Meydan birliğine, dostluk dirliğine diyelim bir Allah Allah. Allah Cuma
Çavuş'un günahlarını af etsin, kusurunu bağışlasın. Kendisi bin pişmanlık
duyuyor. Diyelim bir Allah Allah..."
Bu gece, erkan ağacı getiriliyor. Kara, uzun düz
bir ağaç bu. Dede erkan ağacını iç içe geçirilmiş kılıflardan çıkarıyor. Bir
leğenin içine koyuyor. Üzerinden su dükülüyor. Son günün hüznü var toplumun
üzerinde. Suya dua ediliyor. Sakka duası okunuyor ve su halka içiriliyor. Son
hizmet olan tevhit çekiliyor. Dizler dövülüyor. O anda, esirik durumdaki Yavan
Ali ortaya düşüyor. Çılgınlar gibi gibi dövüne dövüne dönüyor. Dönüşler
sırasında gözleri kapalı. Tevhit bittiği andan, tümüyle bitkin durumda düşüyor.
Yüzüne su serpiliyor. Ağızına su verilip ayıktırılıyor.
Dedeye görüm karşılığı ücreti verliyor. Kim ne
kadan isterse, gölünden kopanı veriyor. Para veren parayı dedenin postnun
altına sokuyor. Kuzu koyun veren vereceği hakullahın ne olduğunu söylüyor. Eşi
ile birlikte çıkıp dua alıyor, yerine oturuyor.
Duran oturan, koğusuz gıybetsin evine varana hızır
yardımcı ola, duası ile cem bitiyor.
20. Adanacı
Karlar erimiş Dağ başlarında kalan karlar son
direnişlerini veriyor. dereler kar suları ile coşmuş, dağ taş yeşermiş.
Çiçekler, otlar, yeşil ekinler, çoban döşekleri, kevenler birbiri ile
yarışıyor. Köyü dış dünyaya bağlayan tek yol bir saat uzaklıktaki tren yolu.
Kış boyu kopan dış dünya bağlantısı, ilekyazla birlikte yeniden yeniden
kuruluyor. Bütün bir kışı Adana, Mersin, Tarsus gibi güneyin zengin illerinde
kol işçiliği ile karnının doyurmuş, Mamaş'ın aç insanları biriktirdikleri son
kuruş ile üzerlerine temiz bir giysi alıyorlar. Tahta bavullarına doldurdukları
eşyalarlala geri dönüyorlar. Kazançları ne, ne getiriyorlar? Bu kazaç hep
abartılarak söylenir. Cebinde elli lirası olan 500 lira ile döndüğü söyler.
Daha az para ile dönen ise, çok para kazandığını ama parayı çaldırdığını
söyler.
Muharrem bir şovalye gibi trenden iniyor. Elinde
sık bir bavul var.
Ayağına
siyah körüklü çizme geçirmiş. Üstünde kilot pantolon, koyu mavi ceket ve onun üzerinde uzun bir
palto var. Gözüne kara güneş gözlüğü takmış, başında şık bir foter var.
Muharrem çalımlı yürüyüşle bir çayın önüne geliyor. Köye gelmesi için bu çayı
geçmesi gerekiyor. Ne ki, çayın suları ilkyazla birlikte coşmuş. Kıyılar
çamurdan geçilmiyor. Muharrem, çimenli yolun bitiminde duruyor. Bir üzerindeki
giysilere bakıyor, bir ırmağa bakıyor, ne yapacağını bilmiyor. O sırada karşı
yakada bir köylü çift çalışıyor. Gelen şık yolcunun ne yapacağını merakla
bakıyor. Birden Muharrem'in yüzünde ne yapması gerektiğine karar vermiş bir
gülücük beliriyor. Yüksek sesle karşı kıyada küreğine yaslanışmış kendisini
izleyen köylüye bağırıyor:
"Köylü gel hele, buraya!"
Karşı kıyıdaki adam koşup geliyor. Muharrem'in
karşısında üzerindeki beyaz yırtık gömleğini toplayıp saygılı bir biçimde
duruyor:
"Buyur
Bey, ne istiyorsun!"
"Beni alıp karşı geçeye geçireceksin"
"Bey siz kim oluyorsunuz?"
"Hele sen geçir, karşı geçede söylerim!"
Adam Muharrem'i sırtına alıyor. Çayın suları
oldukça coşkun. Adam bir yandan taşların arasında ayağına yer arıyor bir yandan
da sırtındaki saygıdeğer kişiyi suya düşürmemek için özen gösteriyor. Suyun
içinde, götünü büke büke soluk soluğa, Muharrem'i karşı kıyıya bırakıyor. Bir
nefes alıyor. Bu kez de karşı kıyada kalan küçük çantayı kapıp getiriyor.
Görevini başarı ile yerine getirdikten sonra, önemli konuğun kimliğini soruyor:
"Bey zatı aliniz kim oluyorsunuz?"
Muharrem çantasını eline almış adamın yanında bir
heykel gibi duruyor. Kafasını dikip
"Ben Mamaşlıyım" diye karşılık veriyor.
Mamaş önemli bir köy. Her tür saygın kişi çıkar düşüncesi ile ayrıntılı bir
yanıt arıyor köylü:
. "Kimlerden oluyorsunuz?"
"Ali Kahyagilerden" deyince adam
şaşırıyor. Mamaş'ın en yoksul ailesi. Soyundan sopundan bir adam gibi adam çıkmışlığı yok. Bu kez çok
daha sert bir soru soruyor:
"Kimsin sen lan?" diyor.
"Bayramın oğlu Muharrem" diye karşılık
verince adam şarırıyor. Bunu duyar duymaz elini silkip
"Aha babanın canına sıçayım" diye
bağırıyor. "Niye başından söylemedin ulan eşek oğlu eşek?
Muharrem sırtını dönmüş gülerek gidiyor.
"Söylesem beni geçirir miydin?"
"He geçirirdim, geçirirdim. Ben bilirdim sana
edeceğimi... Ah bir bilseydim. Ben de bir hükümet adamı sandım. Kaymakan gibi,
tahsildar gibi birşey. Eşek oğlu eşek, Bayramın oğlu Muharremmiş... Kocaoğlan
demiyor da! Bir de bey olmuş..."
Adanacıların en kurnazı Muharrem. Esmer yüzlü,
uzun boylu, dal gibi ince bir delikanlıdır Muharrem. Tek ayak üstünde kırk
yalan söyleyen, ama her yalanını dinleten, hemen çoğuna da inandıran;
inandıramadığına ise sevdiren ilginç bir kişi. Adana-Tarsus-Mersin gurbet
kuşlarının hiçbiri onun başarı ve işbilirliğni yakalayamaz. Köyde Muharrem'in
öyküleri hayranlıkla, gülerek anlatılar. Nasıl bulur, nasıl yaratır olayları
bilincinde? Her yalanı bir yaratıcılık ürünü olan bu kişinin köye dönüşü, gençler
arasında bir sevinç kaynağı olur. sofrası açık, ocağı sıcak bir konuksever
insandır. Yemeyi yedirmeyi seven, ama sözüne üvenilmez bir kişidir.
"Muharrem gelmiş... Muharrem gelmiş"
sözleri bir anda köyün çinde yankılanıyor. Muharrem hep gençlerin dostu. Bir
anda köyün delikanlıları Muharerm'in renk renk kilimlerle donanmış odasını
dolduruyor. Baş köşeden kapı önüne dek sıra sıra oturuyorlar. Muharrem'in
gözleri pırıl pırıl. Sevenleri gelmiş.
"Irmaçlı" diye genç eşini çağırıyor.
"Kız Irmaçlı uşahlara birşeyler getir. Gatıh, matıh ya da Adana
ürünlerinden."
Gençler Anada ürünleri istiyorlar. Kocaman bir
bakır tabak dolusu kuruyemiş geliyor. Çir, leblebi, kuruüzüm. Gençler kibar bir
oburlukla tabağa uzanıp avuçluyor.
"Eee, Muharrem Emmi, Adana nasıldı, Tarsus
nasıldı?"
"Uşah sorman Tarsus'u, Adana'yı. Yine Şadi
Beyi'in yanında çalıştım. Şadi Bey beni bırakmaz. Ama istasyondan köye gelirken
ne oldu bilin?"
"Muharrem Emmi senin hikmetinden sual
edilmez. Gör ne yaptın!"
Çil Mustafa dırdır edip duruyor ben çekip geldim.
Yoksa üstüm başım kirlenecek. Köye rezil olacağım. Ne yapayım komşular?"
"Hay bin yaşayasın Muharrem. peki kaymakamım
falan desen olmaz mıydı? Niye söyledin Muharrem olduğunu?"
"Ula Çil Mustafa biliyorsunuz bu dönük
Bektaşilerin babası. Bektaşilere bir intikam olsun diye söyledim Muharrem
olduğumu. Çil Mustafa'nın sırtına binmem bütün Kangal yöresinde söylenecek.
Fırsat elime düşmüş ki, kaçırır mıyım!"
Bütün gençler gülüyorlar. Hemen her ağızdan bir
övgü yükseliyor. Ama ortak tümce:
"Vallahi büyük adamsın Muharrem!"
21.
Kara Cemal, eşyalarının bir kağnıya yüklüyor.
Köyde evli kızı gelmiş. Eşyaların yüklenmesine yardım ediyor. Anne ve kızlar
sessiz ağlıyorlar. Feleğe kadere küfür ediyorlar. Cemal'in aldırdığı yok. Arada
kızıyor eşinin ve kızının ağlamasına. Küçük çocuklar gelmişler, göçün
yüklenişini hazin gözlerle izliyorlar.
"Kız ne ağlayıp duruyorsunuz? Ağlanacak ne
var? Ölüm yok ya! Gidiyoruz işte. Alıp köylerini başlarına çalsınlar. Yok
düşkünmüşüz de, yokmalımızı dafarlarını katmayacaklarmış da. Görsünler Kara
Cemal'in şehirde de işini yoluna koyduğunu."
"Ede bir güze gelir misiniz?" diyor
büyük kız.
"Bir daha bu köye adımımım atarsam..."
"Bu ne biçim söz ede?"
"Ne olacak, artık bundan sonra gelmem."
"Ben sizi artık görmeyecek miyim?"
"Seni Zile'ye getiririm."
"Beni Zile'ye kim yollar? Artık sizi
göremeyeceğim demektir."
"O, sofu kaynatana söyle. Kına yaksın işte
gidiyoruz..."
Gelin kız ağlıyor. Kağnı yüklenmiş. Kapıya kilit
vuruluyor. Kağnı karayoluna doğru gidiyor. Bir başına gelin yolda kalıyor. Bir
daha görememe korkusu içinde, gözlerinde biriken yaşları başındaki beyaz örtü
ile siliyor.
Hazin ayrılışın sancısı herkes sarmış. Dikbaşlı
adamdı Cemal. Pek sevilmezdi bu yüzden köyde. Köylü fırsatını bulmuş, anki ona
bir ders vermek istemişti. Sonuçta el
ele verip başarmışlardı. Kapısı açılmaz olmuştu. Kapısından geçenler selam
vermiyorlardı. İyice yalnızlığa itilmişti Cemal. Her şeye karşın son ana dek
kuyruğu dik tutmasını bilmişti. Kimseye eyvallah etmeksizin iki yılı şkın süre
evini ocağını yürütmüştü. Sonuçta ise baskılar ağır gelmiş, gurbetin yolunu
tutmuştu.
Şimdi onun kapısına kara kilit vuruldu. Artık onun
kapısından geçen yaşlılar selamlarını gizlemek için zahmet çekmeyecekler.
Kadınlar kocalarına Cemallarla ilişkilerini gizlemek zorunda kalmayacaklar.
Nedir ki, bir kapı kapanmış. Ocağın sönmesi, evin
"peğ" olması gibi bir olgu yaşanıyor. Br komşunun evinin kapısına
uğursuz kara kilit vuruluyor. Hani oğlu uşağı olmayan yaşlıların ölümleriyle
kapılarına kara kilit vurulur, evleri ocakları darma dağın olur ya, öyle bir
durum yaşanıyor. Hem de bunca oğlu kızı olmasına ve de dirliği düzeni yerinde
olmasına karşın.
Toprak damlı evlerin duvarları diplerinde oturan
yaşlılar kedileri ile bir hesaplaşmanın içine girdiler. Suçluluk duygusu içinde
birbirlerine açmak istemedikleri bir konu Kara Cemal'in göçü. Herkes kendini
suçlu tutuyor. Tamam Kara Cemal kötü adamdı, aksi adamdı. Dikbaşlıydı, kimseye
boyun eğmezdi. Ama çalışkan adamdı. Yardımseverdi. Komşunun elini alırdı. Zor
gün dostuydu. Üstelik yola, erkana düşkün bir iş yapmamıştı. Başına ne geldiyse
oğlnun yüzünden gelmişti. Bu duruma itilmemeliydi. Sonuçta ne olmuştu ki, yüz
evlik köyden bir evin eksilmesi kime ne kazandırmıştı? Herkesin günahi
kendineydi.
Elveda toprak damlı evler, elveda söğüt kavak
ağaçları ile süslü dereler. Artık ne zaman, nasıl dönülür kimse bilmiyor.
Bilinmez bir geleceğe gider gibi toprak yollu bozkarda kağnı ilerliyor.
22.
Toprak damlı evler. Dar kıvrımlı yollar. Söğüt
ağaçları ile süslü dere kıyıları. Yaz sıcağı basmış. Öğle sonrası. Harmanlarda
dövenler dönüyor. Yorgun köylüler çalışıyor. Bir top söğüdün altında gözlüklü
yaşlı bir dede bağlama çalıyor. Biraz ileride harmanda döven durmuş. Öküzler
harmanı yiyor. Yaşlı adamın aldırdığı yok. O bağlamaya sarılmış, döktürüyor
bağlamayı. Uzaktan, omuzunda yaba ile 14-15 yaşlarında karayağız bir delikanlı
geliyor. Harmana yaklaşınca yüzünde bir gülümseme beliriyor:
"Amca, ne bu hal? Ne yapıyorsun?"
Yaşlı adam yanıt veriyor.
"Ula oğlum Ali, bir bakayım, parmaklarım alışkanlığını
yitirmiş mi, dedim!
İkisi de gülüyor.
"Amca bir dakika, şu harmanı bir düzene
koyayım. Bu deyişi can kulağı ile dinlemek istiyorum. Öküzleri harmanda başı
boş bırakmışsın. Öküzler buğday yiyorlar, şişip ölecekler. Çocuklar nerde?
Dövene neden onları bindirmedin?"
"Çocuklar sırasının üstüne dövene
bineceklerdi. Kaçıp gitmişler. Derenin kıyısında olmalılar."
"Şimdi ben gösteririm onlara!"
Genç adam bağırıyor:
"Vahap, Cengiz, Tuğrul, Mehmet, nerdesiniz
ulan? Döveni burda koyup hangi cehenneme kaçtınız?"
8-10 yaşları arasında 3-4 çocuk korku içinde koşup
geliyor.
"Buyur ağabey" diye derli toplu
duruyorlar.
"Nerdesiniz ulan. Hepinizi döveceğim. Döveni
amcama bırakıp nere gittiniz? Sırasının üstüne dövene bineceksiniz."
Çocuklardan biri dövene biniyor. Yastıkların
üstüne otururlar. Amca sazı yeniden kucağına alyor.
Kangal'dan aşağı Mamaş'ın köyü
Derindir gölleri soğuktur suyu
Üç köyün içinde Zebneb'in soyu,
Zeyneb'im Zeyneb'im allı Zeyneb'im
Üç köyün içinde belli Zeyneb'im.
Genç adam diz çöküyor. Birkaç dakika amcasının
bağlama çalışını izliyor. Amcanın bağlaması bir türkünün eşliğinde karşı
tepeden yankılanıyor:
Söğüdün yaprağı narinden narin
İçerim yanıyor, dışarım serin
Zeynebi bu ayda ettiler gelin,
Zeyneb'im Zeyneb'im allı Zeyneb'im
Üç köyün içinde belli Zeyneb'im
"Ali oğlum, bu Türkü bizim köyün çok eski
türküsü. Şimdi kimileyin radyoda da söylenir."
Uzaklardan kağnı gıcırtıları geliyor.
Harmanlardaki köylüler arasında yorgun konuşmalar. Yoğun işi birazcık yoluna
koyan kimi komşular, söyleşinin yoğun olduğu top söğüdün gölgesine gelip
oturuyorlar. Bir bir çoğalan kalabalık mutlu bir ortama dönüşüyor. Dede
konuşuyor, çalıyor. Onlar aralıklarla söyleşiye katılıyorlar.
23.Cin Abbas
Cin Abbas lakabı ile ünlü
Abbas Dede kendine özgü bir kişi. Evi köyün bitiminde, mezara yakın yerde yer
alıyor. Küçük bir çayıra harman kurmuş, karınca gibi çalışıyor. Harmanı
derliyor, atların dizginini ayarlıyor. Bir an duruyor, aşağılardan gıcırdayarak
gelen kağnıya doğru bakıyor. Kağnı dev bir buğday çuvalı taşıyor. Komşu Sünni
köyü Halburveranlılar yaz aylarında un öğütmek için, bu yolup kullanıyorlar.
Mamaş'ı aşarak bir öteki köydeki su değirmenine buğday öğütmeye gidiyorlar. Bu
kağnı da onlardan biri olmalı. Cin Abbas gözlerini süzerek özenle bakıyor gelen
yolcuya. İçerden birilerilerini çağırıyor.
"Ali, sen şu harmana
biraz göz kulak ol. Benim Yoncalık'ta ufak bir işim var. Hemen geleceğim. Aman
gözünü atlardan ayırma!"
Omuzuna bir kürek alıp
yola düşüyor. Biraz sonra kağnısı ile gelen komşu köylü yolcu ile birleşiyor.
Söyleşerek gidiyorlar. Sıcak bir şöyleşi içinde tozlu yollarda ilerliyorlar.
Kağnının tekeri tozlu yola yarı yerine dek gömülerek gidiyor. Cin Abbas, adamla
tatlı tatlı havadan sudan konuşarak köyden çıkıyor. Köyün doğu kesimine düşen
yeşil alana geliyorlar. Yoncalıklar kurumuş. Kağnı bir dereye doğru kıvrılıyor.
Bu anda Cin Abbas soruyor:
"Yahu baharda bizim Ali'yi dövmüşsün."
Adam umursamaz yanıt veriyor:
"Haa, dört tane takmıştım."
Cin Abbas, hemen karşılık veriyor:
"Öyle mi? Öyleyse dört tane de ben sana takayım
hele..."
Cin Abbas adama kürekle vurmaya başlıyor. Adam şaşkın bağırıyor.
Ama derenin içinde ne duyan, ne yetişen var. Allah’ın bol, insanın kıt olduğu
bir dere içi burası. Adamı kanlar içinde bırakıp köye dönüyor.
24.
Söğüdün altında söyleşi
sürüyor. Ayranlar geliyor, bakır taslardaki ayranlar kafaya dikiliyor, şakalar
yapılıyor. Giderek artıyor katılım. Bir ikindi sonrasında günün yorgunluğunu
çıkarmak isteyen komşular bir bir beliriyorlar. Bu sırda Cin Abbas, sessizce
yanlarına yanaşıp oturuyor. Cin Abbas korkunç çalışkan bir kişi. Yaz döneminde
öyle söyleşiye, lafa katılmaz. Revani Cin Abbas'ı görünce seviniyor:
"Yahu, Abbas Efendi,
senin yolun düşmezdi bu taraflara, hoş geldin. Sen işten güçten ayrılmazsın.
Abbas Efendiye bir yastık getirin." Söyleşi giderek artan coşku ile
sürüyor:
"Bu Zeynep bizim köyden Hasan Ağagilin
kızıymış. O zamanlar kervancılar gelirdi köylere. Bir kevancı geldi. Atlarla
kervan konakladı. Bir iki eve dağıldılar. Bu arada genç bir delikanlı bizim
Hasan Ağların Zeynebi pınarda görmüş. Zeynep su dolduruyor. Kervancı da yüzünü
yumaya gitmiş pınara. Bir görüşte tutulmuş Zeynep'e. Sonra tutturmuş babasına
"ne yap yap bu kızı bana al." Babası zengin. Kervancı dedik ya sen
anla gerisin. Neyse efendim, geldiler Hasan Ağagile kız istemeye. Hasan Ağa kız
verir mi, öyle elin yabancısına, yezidine. "Ulan siz kim oluyorsunuz"
deyip kovdu. Oğlan mal mülk ne istiyorsanız vereyim. Canımı alın bu kızı bana
verin diye yanıyor. Ama Hasan Ağa vermez. Hem de uzatmadı işi. Hemen Balıgile
verdi. Şu bizim Balı var ya, Götöğ Balı, işte onun anasıydı Zeynep. Daha kervan
köydeyken düğün tutuldu. Zeynep gelin gidiyor. Kervarcı yandı tutuşuyor.
Gözleri dolu dolu, köyün kıyılarında geziyor. İşte o sıra yakmış bu türküyü.
Şöyle sürer:
Zeynebi bu hafta ettiler gelin
İçerim yanıyor dışarım serin
Zeynep'im Zeyneb'im allı Zeyneb'im
Üç köyün içinde şanlı Zeyneb'im
"Sonra türküyü 1932 de Sivas'ta Halk Şairleri
Bayramında Aşık Süleyman çaldı. Muzaffer Sarısözen notayı geçirdi. Şimdi
radyolarda çalıyor. Ama kimse bilmiyor bu olayın Mamaş'ta geçtiğini. Zaten
deyişin birinci dörtlüğü de söylenmiyor."
Cin Abbas'ın üzerinde bir
dinginlik, bir durgunluk var. "Yahu Abbas Efendi, nen var?" diyorlar.
"Yorgunum biraz" diye karşılık veriyor.
Bir süre sonra köyden bir
genç geliyor.
"Dede.." diye
bağırıyor.
"Ne var Mor
Veli?" diye soruyor Revani.
"Duran’ı Ömer'i
dövmüşler", Revani şaşkın biçimde sazı bırakıyor elinden. soruyor:
"Kim dövmüş? "
Çocuk Cin Abbas'ı
gösteriyor.
"Abbas Emmim dövmüş
diyorlar."
Cin Abbas:
"Görüyorsunuz
arkadaşlar saatlerdir ben burada oturuyorum. Hepiniz şahitsiniz."
Herkes gülüyor.
"Doğru sen burda oturuyorsun. Biz şahitiz
Abbas Dede."
Revani sessizce yerinden kalkıyor. Bütün
oturanların yüzünde tatlı bir gülümseme. Hayranlık duyan gülücüklerle Cin
Abbas'ın yüzüne bakıyorlar. Kimse bir şey soramıyor. Cin Abbas yarı şaka yarı
ciddi kızıyor:
"Ne gülüyorsunuz, niye bakıyorsunuz yüzüme
ulan, Allah'tan korkun ben sabahtır burada oturuyorum..."
"Tamam dede tamam, oturuyorsun. Biz şahitiz.
Şahitiz de, sen burada otururken Halburveranlı nasıl döğüldü diye
gülüyoruz."
"Ne bilem kim döğmüş, yezit oğlu yezidi.
Belki komşuları döğmüştür. Benim üstüme atıyor. Biliyorsunuz, bu yezidin bize
düşmanlığı var. İlkyazda bizim Ali'yi döğdü. Şimdi de benim üstüme
atıyor."
Herkes gülüyor. Cin Abbas da gülüyor kendi
sözlerine. Tüm topluluk bu gülme üzerine rahatlıyor. Cin Abbas:
"Vallah yahu... Karısı mı döğdü komşusu mu,
ne bilem, kim döğdüyse döğdü. bana ne?"
25.
Revani, oturanlardan bir iki kişiyi çağırıyor.
Ayaküstü konuşuyorlar. Revani:
"Ne yapacağız? Abbas Efendi'yi ortada koyup
candarmaya teslim edemeyiz. Çabuk çağırın muhtarı."
Birkaç dakika sonra Muhtar geliyor:
"Muhtar, senin aran yok Abbas Efendiyle. Ama
bu iş bütün köyün namusu. Candarmaya teslim etmeyeceksin Abbas
Efendi'yi..."
"Ulan, siz deli mi oldunuz, şaşırdınız mı?
Ben adam mı veririm candarmaya. Abbas Efendi benim kanlım olsa vermem. Bir
Yezit döğmüş... ben kalkıp onu ortada mı koyacağım? Karışmayın."
Köyün içine yayılıyor bir anda Cin Abbas'ın olayı.
Hayranlık ve şaşkınlıkla anlatıyorlar:
"Abbas Efendi Halburveranlı Ömer'i bir döğmüş
ama sorma!"
"Ula görülmüş birşey mi Halburveranlı döğmek?
Hükümet adamı döğmekten beterdir."
"Kardeşim, boşuna Cin Abbas dememişler... O döğer."
"Hay eline sağlık Cin Abbas..."
26.Oruç
Köy kara yasa batmış. Kızgın bozkır sıcağı altında
zaman durmuş gibi. En değerli zaman diliminde yaşam durmuş.Bir yılın birikiminn
derleneceği, bu anlık zaman kesinde ne yapılırsa yapılacak, tane tane buğdaydan
çuvallar doldurulacak, değirmene gitmek üzere avlulara direnecek. Gelecek yaza
çıkıncaya dek yaşamı götürecek un, bulgurun hesabı yapılacak. Sonra işin içinde
komşulardan un, bulgur dilenmek de var. Her ödünç gibi ödünç kuzular. Bir ölçek
un için bir buçuk ölçek denir. Dedikodu da üstüne üstlük.
Açlığın ve toplumsal üzüntünün sıkıntısı içinde bireyler
yarını unutmuş, ölüm sonrasının hesaplaşmasını yapıyor Hz. Hüseyin'in ölüm
günleri, on iki gün oruç tutuluyor. Bu aynı zamanda bir yas töreni. Su en az içilecek,
gülmek yasak ve en küçük sevgi gösterisi suç. Saç sakal kesilmez. Tam anlamıyla
yaşam ötesinde yoğunlaşmış düşünceler.
Ne ki yaşam kuralını koyuyor, ölümün zamanını
bilmek olanaksız. Ölüm ötesi ile tümden bilinçte çizilen soyut bir evren ama on
beş gün sonra yaşam var. On beş güne ne gerek, akşam oruç açılacak. Oruç
sofrasına ne gelecek, onun kaygısı var, oruç sofrası. Ve de çocuklar, onlar
ekmek, yemek isterler. Hadi bakalım sofu kardeş, öteki dünyaya varmadan bu
dünyadaki görevini yerine getir!
Zaman onu sorar. Gün boyu, bu duygu ve düşünce
içinde midelerin açlıktan guruldadığı, tenin sıcaktan doyumsuz bir su isteği
ile çırpındığı ve dudakların çatladığı sırada kağnıya sap yükleyeceksin. Sapı,
devrilmemesi için kendirle kıskıvrak çekip bağlayacaksın.En küçük yanlışa yer
bırakmayan bir çaba ile yapılacak bu iş. Yoksa yolda sapı devirmek tüm işi
yeniden yapmak, dahası bir iki kişinin yardımına gerek duymak, ve de tüm köye
ister istemez rezil olmak var.
İlkokulu bitirmek için kışı ilçede ya da Sivas'ta
geçiren çocuklar, eşek sırtında saman çuvalı taşırken, yaptıkları işin ağır
utancı içinde yalnız önlerine bakıyorlar. Kimseyle göz göze gelmeme çabasında
dış dünyaya kendilerini kapıyorlar.
Kara Ali, şu Ali Efendigilin Kara Ali var ya, bir
garip çocuk. Nasıl demeli hızır gibi bir adam. Yonca mı sulanacak orada, çuval
mı yüklenecek orada, tırpan mı biçilecek orada. Hiç bir işten yüksündüğü, utanç
duyduğu yok. Hangi işi yapsa en iyisini yapmaya çalışıyor. İgücünü çaldığı yok.
Üstelik köyün en iyi okumuş adamı, ortaokul son sınıfa gidiyormuş. Orta okul ne
demek biliyor musun?
27. Sap
Kağnısı
Sap yüklü kağnının gacırtısı dağı taşı tutuyor.
Karayağız delikanlının özenle yüklediği sap dağ gibi heybetli. Yanında yaşlı
amcası ile laflayarak geliyolar.çeredeki ekin tarlaları sararmış biçilmeyi
bekliyorlar. kimi tarlalar ise biçilmiş. Giderek silinip gidiyorlar. Uzaklardan
yorgun selamlşma sözcükleri duyuluyor:
"Kolay gele, bereketli ola... kaç günlük işin
kaldı"
Sorular da görev gereği, yanıtlar da kimsenin
konuşmaya gücü yok. herkesin canı burnunda. Burnunun tutsan canları çıkacak
türden. Kağnı bir kıvrma griyor. Birden önlerinde devrilmiş bir kağnı ile
karşılaşıyorlar. Temizce giyimli sarkık bıyıklı adam, kağnının öküzlerini
çözmüş, arabayı yeniden kaldırmak için üzerindeki yeşil otu atıyor. Ali
soruyor:
"Kim bu amca? bu adamı ilk görüyorum. Bizim
köylü mü?"
"Bizim köylü., Kara Cemal. Zile'de oturur.
Yıllar önce bir düşkünlük yüzünden, köye kahredip gitti. İşini gücünü Zile'de
kurdu. Durumu çok iyi. Bir çayırı var şu ilerde. Her yıl bir kez gelir, çayırın
otunu satıp gider. Elini bir işe sürmezdi. Nasıl oldu da çayırın otunu kendi
götürüyor?"
"Selamın Aleyküm Cemal. Hoş geldin, ne zaman
geldin duymadım."
Aleykümselam dede. İki gün oldu geleli."
"Hayrola Cemal, nerden ot yüklemek aklına
geldi? Sen çayırın yüzünü satıp giderdin."
"Sorma dede, şu Kendirgile sattım. Pazarlığı
bozdular. Mecbur kaldım, otu kapıya götüreyim, burada mal davar yiyor. Artık
köy işlerini unutmuşum. Kağnıyı devirdim."
"Cemal geçti o eski günler. Artık elin işten
uzaklaştı."
"Öyle dedem unutmuşuz. Sapı iyi
yükleyememişim araba devrildi. şimdi toplamaya çalışıyorum. Yeğenin mi bu,
Abbas çavuşun oğulu?"
"Heye."
"Maşallah büyümüş dede. Artık elinden tutuyor
senin."
"Çok şükür Cemal. Ali de tam babası gibi.
Çalışkan."
Ali söze giriyor:
"Amca yardım edeyim mi?"
"Çok iyi olur."
Ali, dirgeni çekip kağnıya yaklaşıyor. Fırtına
gibi otu bir yana atıyor. Üçü kağnının yanına dayanıp yeniden iki tekerleğinin
üzerine oturtuyorlar. Ali yerdeki otları dirgenle kagnının üzerine atıyor. Kara
Cemal çiğniyor. İş bitiminde öküzleri koşuyorlar. Ot kağnısı önde, Revani'nin
kağnısı arkada yola koyuluyorlar. Kara Cemal, Ali'ye dönüyor:
"Ali Efendi nerede okuyorsun?"
"Orta sonda." Ali, kendisine Efendi'
denmesine şaşıyor. Birden kendi kendine "Ali Efendi, Ali Afendi" diye
söyleniyor. Kara Cemal çocuğun kendisine Efendi sözünün söylenmesini
yadırgadığını anlıyor.
"Ali Efendi ya! Sana deden Ali Efendi'nin
adını verdiler." Sen bizim için Ali Efendisin. Maşallah çok
sevindim." Kurt Veli'ye dönüyor.
"Dede, sorma çocukları okutmaya çok hevesim
vardı, ama olmadı. Okumadılar."
"Cemal, Yusuf okudu ya."
"Yok dedem yok, okumak o değil. Sen ne okumak
istiyorsun Ali Efendi?
"Mühendislik, inşaat mühendisi olmak
istiyorum."
"Hay bin yaşayasın. Gördün mü, okumak budur
dede. Avukat olacaksın, mühendis olacaksın, doktor olacaksın, yani şöyle bir
yer tutacaksın. Okumak bu dedem. Yoksa, onun bunun götüne yne vrmayı öğrenmek
okumak değil. Yusuf'uun okuduğu bu.
Sağlık memuru oldu. Bu yalnızca ekmeğini kazanmak. Kimseye muhtaç olmadan
yaşamak. Ben de böyle Ali Efendinin söylediği gibi okutmak istedim Yusuf'u,
liseye gitmedi. Kolayı seçti, tez elden evlenmek için. Sanki birşey varmış
gibi.
"O da yeter Cemal. sen hiç okul
görmedin."
"İşte mesele de bu ya. Dönem değişiyor. Artık
öyle küçük okumuşluk yetmiyor. İleride hiç yetmeyecek. Bizim büüyük okumuş
yetiştirmemiz gerek. Devlette sözümüz geçmeli. Her şey bozuluyor. Bak köyün
eski durumu kalmış mı? Paramla üç araba otu getirtecek adam bulamadım. Kendim
bir kağnı buldum taşıyorum. Emmi oğluna 'ula yavrum on lira verem, gel biraz
yardım et' dedim, gelmedi. Bey arkadaşlarına söz vermiş, onlarla çermiğe
gidecekmiş. Çermiğe iki gün sonra gitse olmazmış sanki. Olur mu bu dede? Böyle
miydi bu köy? Köye biri gelince tümü yardımcı olurdu. Sen dedesin, bir elini
alan var mı?
"Yok Cemal, geçti o günler. Çok şükür, şu
çocuk yetişti de elimi alıyor."
"Geçti tabi. Millette ne sevgi ne inanç, ne
saygı kaldı. Günbe gün tükeniyor.Şu sizin yaşıtlar giderse, her şey unutulup
gider. Ne Alevilik kalır, ne dedelik. Bu yüzden okumalı gençler. Bundan sonra
eski düzen sürmez.
"Ula Cemal, ne laflar ediyorsun? Bu ne
sözler?
"Dede el memleket görüyorum. Sabahtan akşama
el içindeyim. Bir hastan olur Hastaneye yatıramazsın. Bir avukat bulamazsın.
bize bunlar gerekli. Çok şükür Ali Efendi iyi okuyormuş. Bir gün bir yardım
gerekirse, elimden geleni yaparım Ali Efendi'ye."
"Sağ ol Cemal, ne yardım gerekecek. Babasının
aylığı var okutuyor."
"Hani ben söyleyeyim de, gün ola harman
ola..."
"Gün ola harman ola. Haklısın Cemal. Hayatta
hiç birşey belli olmaz.
Kızarmaya hazırlanan güneşin vurduğu gölgeler
uzuyor. Ali, gölgelere bakıyor. Kendi gölgesine. İki üç kat büyük kambur bir
gölge. Sanki ruhunun derinlerindeki dev adam yürüyor o gölgenin içinde.
"Ah şu lise bir bitse diye geçiriyor içinden. "Şu güzel insanlar
görseler okumak nasıl olurmuş. Zavallı adamın oğlu sağlık memuru olmuş. Oysa
adam okutmak için her şeyi yapmak istemiş. Ey tanrım yüzümü kara çıkarma. bana,
şu amcama, şu güzel insanlara hizmet olanağı ver! Bir kez... bir kez...."
28.
Ali Ede Kurtkulağı'ndaki tarlanın ürününü derlemek
için, kağnıyı sap yığınına dayadı. Delikanlılığa yeni adım atmış oğlu
İbrahim'le kağnıyı yüklemeye başladı. Ali Ede aşağıdan dirgenle sap veriyor,
İbrahim sapı yerleştiriyordu. Sap yığınının hemen yanında bir çağal yığını
duruyordu. Tarladan ayıklanan taşların yığılı bulunduğu bu taş yığını,
28.
Kurt Veli Dede bunları anlatırken, birden kapının
önünde konuklar belirdi. "Uşak bakın hele kimler geldi" dedi.
Çocuklar koşarak kapı önüne gittiler. Vahap ordan bağırdı.
"Amca Zile'den
gelmişler. Ziyaretçilermiş. Silisli Aşığın köyünden."
Veli dede yerinden doğruldu. Yanına yeğeni alıp
ziyaretçilerin yanına gitti. Ziyaretçiler el öpüp saygı gösterisinde bulundular.
Evden kadınlar kızlar çıktı. Heybeler içeri alındı. Kapı önüne minderler
atıldı. Ayranlar getirildi. İkramlar başladı. Kadınlar kendi aralarında,
erkekler kendi aralarında konuşmaya başladılar.
Evet, Zile'den gelmişlerdi. Veli dedenin
talipleriydi. Kiminin çocuğu olmuyordu, kiminin çocuğu oluyordu da durmuyor,
yaşamıyor. Dedeyi düşlerinde görmüşler. Bu yaz günü işi gücü bırakıp topluca
dedeye gelmişlerdi. Dede onları çağırmıştı. Eee, böylesine inançlı insanlar
nasıl karşılanırdı. "Hoş gelmiş, sefalar getirmişlerdi."
Böyle bir havada hazırlıklar başladı. Evde hızlı
bir gitgel sürüyor. Komşulara gidiliyor, tabak, yiyecek getiriliyor. Bu arada
yiyecekler getirilirken gizleniyor, konuklara yokluk belli edilmek
istenmiyordu. Ama konuklar da sezimişlerdi.
"Dede sana sıkıntı verdik" gibilerden
arada ağızlarından bir iki sözcük yuvarlanıyordu. Ama dede de moral yerinde hiç
birşeyi aldırdığı yok. Bıyıklarını buruyor, neşe içinde anlatıyor, anlatıyordu.
Köylülerden kimilerini soruyor, gelmişten geçmişten ne aklına geliyorsa
döküyordu. Yanında kara yağız yeğen tatlı gülücüklerle amcasını izliyordu.
Bu sırada kapı önündeki döven çoktan unutulmuştu.
Dövenin üzerindeki çocuk acıklı gözlerle eve bakıyor, bu söyleşiden uzak
kalmanın tedirginliği içinde kendi kendine küfürler ediyordu. Hep kendi mi
yapacaktı bu işi bir sürü çocuk daha vardı. Çocuk derenin ardından dolaşıp sesizce
eve süzüldü. Oh be dünya varmış. Ev bir cümbüş. Tandır başında yufkalar
yapılıyor. Yemekler pişiriliyor. Veli dede anlatıyor. Bir kıyıya sinip
oturuyor.
29.
"Kız ana, çalıdaki çamaşırlar eksik,
"Ne demek eksik. Bizim çamaşırları kim ne
yapacak. Yel bir tarafa atmıştır. Sağa sola baksaydın.
"Baktım ana. Yok. Vallahi eksik.
"Hangi çamaşırlar eksik?
"Ablamın çamaşırları!
Anne olağanüstü tepki gösteriyor. Gözleri açılmış,
"Nee... tümü onun çamaşırları mı?
Tümü onun, iç donu bile yok!
"Eyvahhh...
"Ne oldu ki?
Elif Ana'nın tepkisi korkunç. Top söğüdün
gölgesinde yeğenine saz öğreten kocasına yolluyor küçük kızı."Çok acele
gelsin" diyerek. Top söğüdün
gölgesinde yeğen saz çalmayı sürdürüyor. Baba içeri geliyor. Elif Ana
ile Revani arasında hararetli bir konuşma geçiyor. O dingin Revani'nin rengi
atmış, cebinden tabakasını çıkarıp bir sigara sarıyor. Bir iki dakika kapı
önünde duruyor. Ne yapacağını düşünüyor. Oğullarından birini çağırıyor.
"Git bana muhtarı çağır.
Bir kaç dakika sonra muhtar geliyor;
"Hayr ola dede ne var?
"Muhtar, pek hayır değil. Kızın çamaşırlarını
çalmışlar.
"Etme dede, yel uçurmuş olmasın? Kim
çalabilir, senin kızın çamaşırlarını hangi soysuz bunu göze alabilir? Yok dede
olmaz.
"Muhtar, iyice baktık, arattım. Yok.
Çalınmış. Yalnız kızın çamaşırları eksik. Bir pislik çıkmadan bunu bulmak senin
işin!
"Dedem, kurban olan sen üzülme. Size uzanan
el bize, hepimize uzanmış demektir. Sen ne diyorsun. Sen üzülme.Şimdi kimseye
sezdirme sezdirme. Git çocukların yanına otur. Ben, bir köyün içine girer
anında bulurum. Yalnız sen kemseye duyurma!
"Revani, omuzları düşmüş, top söğüdün altına
gidiyor. O sırada Ali Rıza Bozkurt sevinçli:
"Amca, bak dediğin makamı çıkardım!..
"Çok yaşayasın oğul. Dedim yaparsın diye çal
hele,
Ali Rıza sazı çoşku ile çalıyor. O an yeniden
amcasına bakıyor. Amcasının durgunluğunu, üzüntüsünü seziyor.
"Amca senin neyin var?.. Kötü bir şey mi
oldu?
"Yok... Yok... Sen çal.
"Amca sende birşey var, neden çağırdı seni
Elif Ana?
"Yok... önemli değil. Tarlanın sulanması...
"Sularız Amca...
Ali Rıza Bozkurt anlıyor. Sazı yana bırakıyor.
Durgun bir ortam. Kimse konuşmuyor. Bu suskunluk tedirgin ediyor Ali Rıza
Bozkurt'u.
"Amca gel hele, biz şöyle dereye doğru bir
gidelim.
İkisi kalkıyorlar. Amcanın elinde sigarası. Boylu
boyunca yürüyorlar.
"Amca, nen var senin?
"Sorma Ali. Çok kötü, çok kötü...
"Ne kötü olan?
" Bizim büyük kızın çamaşırlarını çalmışlar.
"Kim çalmış? Bunda üzülecek ne var? Bunca
değerli miydi çamaşırlar? Yenisini alırsın!
"Yok Ali yok... Sen bilmezsin, bu bir namus
sorunu. Burada, genç kızın elbisesinin çalınması...
"Yahu Amca, on paralık bez. Ne namusu, çalan
kıçına soksun. Düşünme, ben yarın Kangal'a gider, yenisini alır gelirim.
"Ali oğlum, para pul sorunu değil. Namus...
"Yahu Amca anlamıyorum, on paralık çit-çaputu
ne gözünde büytüyorsun. Ne namusu?
"Yavrum, burada bir genç kızın iç
çamaşırlarının çalınması, onun orospu olması demektir.
"Niye?
"Böyle işte. Köyde oynaşının giysisini çalıp
ona buna gösterip rezil ederler.
"Allah... Allah...
"Ya Allah... Allah!
"Peki kızın oynaşı mı varmış?
"Yok oğul, dalda asılı çamaşırı çalmış kim
çaldıysa.
"Kim çalabilir?
"Bilmem... Çok önceleri Kara Cemal'in oğlu
böyle bir cahillik etti de düşkün olduydu Kara Cemal."
"Yine o eşek sıpası mı yaptı? Gidip ayağımın
altına alıp çiğneyeyim."
"Yok oğul. Adam düşkün oldu. Kimse selam
vermedi. Çoluğunu çocuğunu toplayıp köyü bırakıp gitti bu yüzden. Kimse kalmadı
ondan. Oysa kendisinin en küçük suçu yoktu ve iyi bir Aleviydi zavallı. Oğlunun
yüzünden."
"Ne yapacağız?
"Yok Ali olmaz. Kimin yaptığını bilmeden
olmaz. Bu çok ağır suç, cinayet çıkar. Hele bekle. Muhtarı çağırıp konuştum.
30. Deli
Mustafa
Bir eşeğin üstünde, ufacık yaşlı biri geliyor. Pos
bıyıklı, kısık sesli, deli bakışlı biri bu. Kısık sesiyle "Veliağa"
diye bağırıyor. Veli dede top söğüdün altında oturduğu yerden sıçrıyor:
"Vay dedem" diye koşuyor. Ali şaşırıyor.
Amcasnı hiç böyle atik görmemiştir. Kim bu garip konuk? Kurt Veli adamın eline
sarılıp öpüyor. Ali, soruyor:
"Kim bu amca?"
"Dede, dede... Ateşağa... Mustafa dede...
Çorumlu Dedekargın ocağından Deli Mustafa dede derler buna oğul. Bu da bizim
dedemiz."
"Amca sen kendin dede değil misin?"
"Dedenin de dedesi olur oğul. bunlar da bizim
ocağın dedeleri. Biz de Dedekargın ocağı önünde hesap veririz. Her ocağın da
sorğulandığı bir ocak bulunur. El ele, el hakka uzanır."
Veli dede, çok sever ve saygı duyar bu çılgın
adama. Yaşı yetmişi aşmış. Bir dizi çılgınlıkları var. Açık sözlü, rahat bir
adam. Dünyayı önemsemez.
Veli dede bir yandan dedeyle bir yandan taliplerle
ilgileniyor, iki yanı da küstürmemek, saygıda kimseyi unutmamak istiyor.
Bu sırada dışardan bağırdılar, döven durmuş.
Öküzler sapı yiyor. Çocuklar dövenin üzerinde tutmak olanaksız. Veli Dede
yeğenine:
"Bu kalabalıkta çocuklar döven üzerinde
tutulmaz. Ali yavrum git şu öküzleri çöz, içeri getir. Şu konukları yolcu
edinceye dek iş dursun."
"Olur mu amca iş dursun? Ben çalıştırırm
çocukları."
"Yok oğlum yok, sen bilmezsin. Boş ver. Benim
dediğimi yap."
"Peki sen bilirsin amca."
Ali kızgın harmana gidiyor. Öküzleri çözüp içeri
getiriyor.
Evde koşu sürüyor. Bulgur pilavları hazırlanıyor.
Ekmekler dökülüyor. Komuşular gidip gelmeler birbirini izliyor. Ha, kaç kişi gelmişti?
On- on iki kişi. Evde yatak var mı? Kimden yatak alınacak? Ana kıza sesleniyor:
"Kız şuradan Dinik Veli'yi gidin üç kat yatak
iste hele"
"Ben gitmem."
"Kız ben gitmem ne demek! Kim gidecek
peki?"
"Kim giderse gitsin. Sen niye
gitmiyorsun"
"Görmüyor musun elimde işim var."
"Gidip kendin istesen ya!"
Ana kalkıyor, dır dır ederek gidiyor. Kız hamurun
başına oturuyor. Biraz sonra Elif Ana geliyor. Ama yüzünden düşen yüz parça.
Kız acı acı gülüyor. Ana kıza sesleniyor:
"Kız git, sessizce edeni çağır."
Biraz sonra Kurt Veli geliyor. Elif Ana:
"Dinik Veligil yatak vermediler. Nerede
yatıracağız ziyaretçileri rezil olacağız. Ne yaparsan yap, yatak bul. İşte
dedeliğin sonu!"
Kurt Veli'nin de rengi atıyor. Bir sigara yakıyor.
"Çabuk bana Ahmet Ede'yi çağırın!"
Büyük kız isteksiz gidiyor. Biraz sonra Ahmet Ede
geliyor:
"Buyur Veli Ağa ne istiyorsun?"
"Ahmet, ziyaretçiler kalabalık yatak lazım.
Ne yap yap yatak bul."
"Veli Ağa, bizim yatakların yünü kurumaya
kondu, biliyorsun."
"Biliyorum Ahmet biliyorum. Ama ne yap yap
bul. Yapacak birşey yok ortada kaldık. Kimse iki kat yatak ödünç vermiyor. Otel
yok ki otele götüreyim. Ne yapayım sen söyle?"
"Peki Veli ağa!.."
Bir sigara da o içiyor. Gözünde hüzünlü yaşlar
birikiyor.
"Koca köyde yatak bulunmuyor değil mi? Bir yatak
vermiyorlar, bir yatak... İşte bu durumlara düştük Veli Ağa... Bet bereket
kalmadı bu köyde."
Birlikte yatacak var mı. Sayım yapılıyor. Erkekler
bir odada, kadınlar bir odada yatacak. O odaya onca yatak sığar mı, hadi
yandaki evlük de de iki kişi yatsın. Yine yer eksik. Üstelik Deli Mustafa
nerede yatacak? Hesaplar yapılıyor, olanaklar ortaya dökülüyor. Ama yok
yetişmiyor bir türlü. Yahu hele daha akşama çok var. Önce şu yemek sorunu
çözülmeli. Adamlar acından öldü. Yoldan geldiler. Pilavlar pişti mi? Davar
gelecekti. Davardan bir keçi, bir koyun bulup kesmeli. Ne kesilecek? Yine
hesaplar, yine kitaplar. Veli dede dışarı çağırılıyor. Ne yapacağız. Hangi
koyun kesilecek?
Ölüm, kimi bekliyor. Genç kızlar bir türlü
hayvanların kesilmesine razı olmuyorlar. Oysa ölüm bıçağı sabırsız bekliyor.
Biri kesilecek. Bunca insan ağırlanacak. Hem bunlar rakı da içerler? Köyde rakı
var mı? Koşun dükkana sorun hele kaç şişe rakı var. Yoksa Kangal'a adam
yollanacak.
Tüm zorluklar aşılmış, akşama çıkılmış. İçeriye
sofralar kurulmuş. Bulgur pilavları öbek öbek kurulan yer sofraları üzerinde
bakır siniler üzerinde yerlerini almışlar. Pilavların üzerinde kızarmış etler
yığılmış. Tere yağının nefis kokusu içeriyi sarmış. Taze soğan, maydonoz gibi
yeşilliklerle masalar süslenmiş. Kadınlar aşağı sofrlara oturmuşlar. Erkek
konuklar üst masalardalar. En başköşede Deli Mustafa dede oturuyor. Yüzünden
düşen yüz parça, kimseyle konuşmuyor, kendini zor tutuyor. Kurt Veli kimseyi
küstürmemek için bıçak sırtında ilişkiyi sürdürüyor. Sofralara bakıyor. Hiçbir
sofrayı öbüründen üstün tutmuyor gözükmek çabası ile çırpınıyor. Rakılar
açılıyor. Çay bardakları içine rakılar dolduruluyor. Üzerine sular konuyor.
"Hu erenler hoş geldiniz!"
Sofralarda bardaklar kalkıyor. Herkes ilk yudumu
atmanın rahatlığı içindeler.
"Dede, de hele al şu sazı eline!"
Kurt Veli sazı alıyor. Yeğenine işaret ediyor. O
da alıyor bağlamayı eline. Ve köyden gelen biri kıralnet çalıyor. Türküler
deyişler, ezgiler göklerde yankılanıyor. Deli Mustafa dışında herkes mutlu. Rakılar
dolup boşalıyor. Bardaklar kalkıyor. Giderik esriklenen konuklar bir bir
dedenin elini öpüp dolu alıyorlar. Bu kez sıra kadınlara geliyor. Onlar da
dededin dolu alıyorlar. Tümü dededen dileklerinin yerine gelmesi için dua
istiyorlar. Dede de esrik. Şu anda gündüz çekilen tüm sıkıntıları unutmuş.
Gündüz geride kalmış, yarın yok. Yaşanan andır var olan yalnızca. Akşam
serinliği çökmüş köyünün üstüne. Bahçede iyice üşünür olmuş. Top söğüdün
altında kurulan sofraların konukları soğuktan ürperiyorlar. Üzerlerine
ceketlerini alıyorlar. Sofralar sürekli boşalıyor. İçeriden yemekler geliyor.
Rakılar dikiliyor. İyiden iyiye sarhoşlular çıkıyor. Ateşağa Deli Mustafa,
sofradan iyice uzaklaşmış. Yaşananları izliyor. Kendi kendine konuşmaya
başlıyor. Yataklar serilmiş. Rakın verdiği yiğitlik soğuğun vurduğu tokatla
yerini yorgunluğa bırakıyor. Bitkin konuklar bir bir yataklarına tünüyorlar. Bu
arada bir ikisi iyice sarhoş. Birinin yatağa gitmeye bie gücü yok. Dere
kıyısına doğru gitmiş. Soğuk suda yüzünü yuyor. İçine bir bulantı çöküyor.
Öğürmeye başlıyor. Uzktan öğürme sesleri gelince Deli Mustafa'nın sesi iyice
yükseliyor:
"Öğğğ, ne var eşekoğlu eşekler. Bu iş zamanı
bir de dede görmeye gelmişler. Haydi anasını ... kara keçi de gitti
üste..."
Kurt Veli, dedeyi menmun etmek, kimseyi
küstürmemek için Deli Mustafa'nın yanına geliyor. Ama Deli Mustafa'yı susturmak
olanaksız. O gündüz kesilen kara keçiyi takmış aklına. Sürekli küfür ediyor
gelenlere. Her küfürün ardından "Kara keçi de gitti üste..." diye yineliyor.
Bütün aile bireyleri gülüyorlar. Deli Mustafa'nın deli bakışları dönüyor
ortamın üzerinde. Ay çıkmış. Ay aydınlığı ortalığı aydınlatıyor. Söğüdün dalına
takılan lüks lambanın ışığında silikleşme beliriyor. Neşe ve coşku ile başlayan
akşam yorgun bir geceye dönüşüyor. Yarın tüm bu gecenin hesabı ödenecek.
31.
Gündüz. Yine kızgın yaz sıcağı. Köyde düğün var.
Yeni türeme zenginlerden, Almancıların düğünü. Düğünün son günü. Artık atlı
düğünler gitmiş. Köyü turlayıp kızı evine götürecekler. Birkaç taksi dolusu
düğüncü köyü turluyorlar. İlk taksinin içinden davul zurna çalınıyor. Kurt Veli
top söğüdün altında oturuyor. Düğüncüler bir çalımla evin önünden geçiyorlar.
Oysa eski geleneğe göre, gelin bu kapıda attan iner, eşiğe niyaz eder, evden
"berklik" denen uğur parası alır öyle geçerdi. Şimdi kimse
önemsemiyor o geleneği. Kurt Veli oturduğu yerden, coşku içinde geçen taksileri
izliyor. Çağdaşlık mı, değerlerin yitişi mi sorusu beliriyor içinde.
32.
Top söğüdün altında akşam, yine aynı yerde yalnız
bir sofra kurulmuş. Dünkü konuklardan kimse yok. Köyden birkaç yaşlı ile
Ateşağa Deli Mustafa oturuyorlar. Yine rakı içiliyor. Sofranın büyüğü Deli
Mustafa. Önceki gün ağzına bir yudum rakı koymayan Deli Mustafa içiyor.
Yaşlılarla coşkun bir söyleşi içinde. Yine bağlamalar çalıyor, ezgiler
çınlıyor. Deli Mustafa anlatıyor:
"Yedi adam öldürdüm. Bunun altısını kendi
nefsim için değil, Hz. Hüseyin için öldürdüm. Öbür dünyada bu altı kişinin
hesabını Hz. Hüseyin'e havale edeceğim. Bir tek birini kendi nefsim için
öldürdüm. Eee o altı kişini sevabına o bir kişinin hesabını Hz. Hüseyin bana
sormaz!"
"Yani dede senin günahın yok öyleyse."
"Yunmuş arınmış sayılırım ben. Hz. Hüseyin
bana sorgu sormaz. Bak ne diyorum Veli Ağa biliyor musun? Şu sazı güzel
çalıyorsun. Bırakılım şu dedeliği. Üç dört kız bulalım. Siz çalın, onlar
oynasın, milletin parasını alalım. Aşağıdan yavrum aşağıdan!"
Bütün dinleyenler Deli Mustafa'nın sözlerine
çılgınlar gibi gülüyorlar. Birbirlerine onun sözcüklerini söylüyorlar:
"Aşağıdan yavrum aşağıdan..."
Sabah kuşlukta akşam sofrayı dolduran yaşlılar,
Kurt Veli'ye beşer onar lira para veriyorlar.
"Deli Mustafa'ya hakkulah olsun. Yaşı çok
ilerledi. Bir daha ya gelir ya gelmez." sözleri ile. Sonra içeri girip
Deli Mustafa'nın elini öpüyorlar. Kapıda bir eşek bekliyor. Deli Mustafa biraz
sonra köye veda edip, kara yoluna ulaştırılacak. Deli Mustafa eşeğe bindirilip
yolcu ediliyor. Biraz sonra yine bir yaşlı koşarak geliyor.
"Deli Mustafa nerede?"
"Gitti."
" Bir komşudan güç bela beş lira buldum.
Dedeye vereyim diye, hay lanet olsun, nasip olmadı dedeye param."
"Bir dahaki yıla verirsin."
"Bir dahaki yıla gelir mi? Ölür. Ah şu param
nasip olsaydı dedeye!"
33. Almancı
Muharrem'le Mahmut Sivas'a kadar otobüsle
gelmişler. Sivas'tan ortak bir taksi tutmuşlar, birlikte iniyorlar köye.
Taksinin gelişi görkemli. Köyün içinde bir anda haber yayılıyor:
"Almancılar gelmiş."
"Hangisi?"
"Muharrem'le Mahmut Sivas'tan taksi tutup
gelmişler. Her birinin birkaç bavulu varmış. Dolu dolu gelmişler. Almancılar
zengin kardeşim. Gör neler getirdiler. Keşke bize de bir şey getirmiş
olsalar."
Taksi önce Muharrem'in kapıda duruyor. Valizler
ilahi bir törenle içeri alınıyor. Sayılıyor eksik yok. Ardından Mahmut'un
evinin önüne varıyorlar. Kapıda kardeşi, ana-basaı karşılıyor. Valizler içeri
alınırken Mahmut'un dikkatni kardeşinin giysisi çekiyor. Ceketinin yırtık
oluşuna takılıyor gözü. Kötü geçmişi yırtıp atmak ister gibi, kardeşini
uyarıyor:
"Ula Metin, üzerindeki ceketi at, şu valizde
güzel bir ceket var. Hemen onu giy!"
Eşyaların içeri alınışı izleyen komşuların yüzünde
ince, alaycı bir gülümseme beliriyor.
Gurbetçi dönüş zamanı artık ilkyaz değil sonyaz,
ya da kış başı. Almanya'ya giden ilk işçi kuşağının izin için ilk dönüşü
gerçekte görkemli. Ne Adana dönüşüne benziyor, ne Ankara, İstanbul dönüşüne.
Giysiler bir başka, getirilen hediyeler bir başka. Kuru üzüm çirin'in yerini
filitleri sigaralar, naylon gömlekler, üzerinde vapur yürüyen tükenmez kalemler
almış. Tümünün elinde bir çanta rodyo. Tahta bavullar uçup gitmiş, şık plastik
valizler zengin sofrasında, aç karnını tıka basa doyurmuş yetim çocuk gibi,
şişmiş. Cüzdanlar öyle beş on lira ile değil, yeşil marklarla dolu.
Kapıya biriken gençler içeri çağrılıyor. Ardından
yakın komşular geliyorlar. Küçük valiz açılıyor. İçenden sigaralar çukolatalar
çıkarılıyor. Yağ gibi eriyen sigaralar konuklara sunuluyor. Mahmut eşi Zehra'ya
sesleniyor:
"Şu şişeyi aç, komşulara birar bardak şinaps
ver hele. Bizim köylüler içkiye severler. Bakalım Alman içkisini sevecekler
mi?"
Pil ile çalışan pikap açılıyor. Pikaba Almanca bir
plak konuyor. Mahmut başından şapkasını çıkarmış, yüzünden yorgunluk terlerini
siliyor. Konuklarla hal hatır ediyor.
"Bu içki ne Mahmut?
"Şinaps, şinaps. Kışları çok içilir
Almanya'da. Bizler de alıştık artık. Gasthauslarda bu şarkılar çalınır, bu
içkiler içilir. Akşamları, hafta sonları yorgunluk atmak için biz de gidiyoruz,
oralarda buluşuyoruz."
"Ula Mahmut, Alman arkadaşın da var mı?"
"Ah şu Hayda Kahya'nın kızı olmasa..."
Tüm komşular gülüyor. Evler, yollar, komşular,
çürük diş gibi sallanıyorlar. Bu yollar mıydı çocukluğuna sığmayan yollar, bu
ev miydi, onca çaba ile onardığı. Bu ev böylesine eski, döküntü müydü? Ya
yaşlıların yüzlerindeki çizgiler hep böyle miydi? Yokluğun verdiği direnç
nerede? Mahmut, içtiği iki üç bardak yoğun içkinin etkisiyle derin düşlere
dalıyor. Özenerek sıvadığı, odanın mini camlarına bakıyor. Öylesine küçük ve
yukarda ki. Böyle olmak zorunda mıydı? bu özlediği insanlar, şimdi kendinden
uzak mı duruyorlar? Değişen birşeyler var? Ama ne?
"Bana bir iki dakika izin" diye kendini
dışarı atıyor. Ama dışarı değil de ahıra gidiyor. Ahır boşalmış. Mal davar
sığdırmak için yırtındığı ahır bomboş duruyor. Bir eşek bir inekten başka bir
hayvan yok. Ahır sekisine bakıyor. Birkaç tavuk tünemiş bir zamanlar kendi yatağının
olduğu yere. Tahtalar kapkara olmuş. Tavuk pislikleri kara tahtalar üzerinde
çirkin bir görüntü sunuyor. Ak toprakla sıvanmış duvarda çatlaklar oluşmuş.
Kimi yerde sıva iyice kara renk almış, kimi yerlerde sıva dökülmüş. Mahmut
hazin gözlerle içeriye bakarken arkadan bir ses duyuyor:
"Ne o Mahmut, ne arıyorsun ahırda?"
"Maldan davardan ne kalmış diye bir
baktım."
"İyice dalıp gittin değil mi."
"Eh, öyle."
"Ahır sekisine mi bakıyordun?"
"Ona da bakıyordum. Uçup gitmiş herşey.
Elinle sıvadığın ak topraklar bile dökülmeye başlamış."
"Beni kaçırdığında, dünyanın en güzel yeri
gibiydi bizim için."
"Evet, güzeldi, güzel."
"Hiç özlediğin oluyor mu o günleri?"
"Olmaz olur mu? Hem de çok."
"Nesini özlüyorsun sözgelişi?"
"Senin kara saçlı çocukluğunu."
"Sonra sarı saçlı Almanları görünce unuttun
ama..."
"Yok be Zehra, öyle değil."
"Değil de ne peki?"
"Benim için sen hep güzelsin. Hep buradaki 17
yaşını düşünüyorum."
"Şimdi eskidim mi yani?"
"Ne bileyim? Eskimedin eskimesine, ama
eskiyen birşey var içimde. Nedir o ben de bilmiyorum. Belki de ben eskidim. Ama
inan şuradaki güzel günlerimiz ne Almanya'da ne de başka bir yerde var. Çökelik
ekmek yerdik boğula boğula."
"İçeriye sofraya çökelek koyayım mı?"
"Evet, koy. Özlemişim"
"Çikolatanın yanına çökelek uyar mı?"
Mahmut'un gözlerinde hüzünlü yaşlar birikiyor. Eşi
müdahale ediyor:
"İyi, iyi, hadi bırak bu telbisliği.
Sahtekârın gözü yaşlı olurmuş. Edip edip untuyorsun hep. Şimdi de gözlerini
yaşartma. İçeride komşular seni bekliyorlar. Geciktik, ayıptır. Komşuları kovmak
gibi olur, önlerinden kaçmak. Kimseye anlatamayız, ahır sekisinin önünde
ağladını."
"Vallahi sahtekârlık değil. İçimden gelenler.
Bak ne davar kalmış, ne mal. Bir inek, bir dana bir eşek. O zamanlar bu ahır
pek küçük gelirdi. büyütmek istemiştik de gücümüz yetmemişti."
Mahmut önde, Zehra arkada odaya giriyorlar. İçeri
sigara dumanı ile dolmuş. Gelenler sigara üstüne sigara içiyorlar. Ortada
yuvarlak yer sofrası son görevini yerine getirir gibi hazin duruyor. Üzerideki
işlemeli bakır tepsinin üzeri Alman ürünleri ile dolu. Konuklar yer
minderlerini sofraya doğur çekip üzerine bağdaş kurmuşlar. Duvarda ipekli bir
Almancı halısı asılı. Yerdeki kıl kilim vedaya hazır gibi bekliyor. Onun yerini
yakında bir makina halısı alacak. Almancının dünyası, Mamaş'ın sınırlarının çok
ötesinde.
Aynı anda Muharrem'in odasında başka bir görüntü
yaşanıyor. Muharrem'in gelişi en çok gençleri sevindiriyor. Muharrem Emmi artık
kırkını aşmış bir Almancı. Onun konukları her zaman gençler. Yaşlı kuşakla
Muharrem'in hiçbir zaman yıldızı barışmaz. Yıllardır hep böyledir. Gençken
Muharrem Emmi'nin konukları, orta yaşa doğru ondan uzaklaşırlar. Gençler
değişir ama Muharrem Emmi değişmez. Onda değişen yalnızca yüzünde oluşan
çizgiler, dökülen ya da yavaş yavaş ağaran saçlardır. Coşkusu ve çocuksu
yaratılışı ile o, hep odasında 15-16'lık yeni yetmeleri ağırlar. Kazanırken
hile yapar, ama yedirirken eli açık, gözü gönlü boldur. Yeniyetmeler Muharrem
Emmi'nin gelişi il odayı doldururlar. Bir bayram sevinci ile onada coşarlar.
34. Ankara,
Ulus, Büyük Postane.
Postanenin dev yapısı ilk göreni ürkütecek
büyüklükte. Giren çıkan belli değil. Her işlem ayrı bir bölümde yapılıyor.
Karayağız genç adam telgraf kuyruğunda bekliyor. Teli teslim edip çıkmak üzere
kapıya yöneliyor. Kalabalığı yarıp çıkmak üzereyken sarkık kır bıyıklı kasketli
bir adam önünde duruyor. Adamın gözlerinde birden bir seviç ışıkları yanıp
sönüyor:
"Ooo, Ali Efendi, çok şükür seni gözlerim
gördü. Başarılarını duyuyoruz, çok seviniyoruz. Çok şükür bizden de okumuş
insan çkıyor. Sevincimizi bilemezsin. Tanrı bu günleri gösterdi bizlere!"
"Ne sevinci be amca. Ben şurada kaldım
İstanbul'a Teknik Üniversite sınavına gitmeye para bulamıyorum. Babama tel
çekmeden geliyorum. Para bulup acele yollası diye. Sen kalkmış seviçten, mutluluktan,
başarıdan söz ediyorsun. Eğleniyor musun benimle?
"Vay güzel Ali Efendi'm, sen okudun da senin
harçlığın mı yok? Hay ben sana kurban olayım! Buyur sana para!"
Cebinden eski bir cüzdan çıkarıyor. Bir deste para
alıyor cüzdandan. Tümü beşlik ve onluklardan oluşan bir deste kağıt para bu.
Dudağı ile baş parmağını ıslatıyor. Parayı şık ş
Fuat Bozkurt
1.
Dağlar
arasına sıkışmış köy yoğun bir kış yaşıyor. Dağ taş, her yer bembeyaz. Dış
dünya ile iletisi kesilmiş. Giderek hava kararıyor. Köye tek can katan olay cem
törenleri. Küçük pencereli evlerin kedi gözünü andıran fersiz ışıkları bir bir
sönüyorlar. Her ışık sönüşü ile, elinde yiyecek olan birkaç kişi kapıda
beliriyor.
Biraz sonra kocaman bir odanın kapısında buluyoruz
kendimizi. Kapıda "İznikçi" adlı görevli duruyor. Gelenler:
"Akşamlar hayr ola!" diye selamlıyorlar.
İznikçi:
"Hayra karşı gelesiniz, gelişiniz daha
hayırlı ola!" diye karşılık veriyor.
Gelenler ayakkabılarını çıkarıyorlar. İznikçi
ayakkabıları sıraya koyuyor. Kapının eşiğini öperek, kilimlerle döşeli odada
yerlerini alıyorlar. Yukarıda post serili. Giderek yukarıya doğru olan yerler
doluyor. Tek boş yer postun bulunduğu yer. Bir süre sonra kapıdaki görevli
içriye bağrıyor:
"Huu erenler, post sahibi geliyor."
Toplum ayağa kalkıyor. Dede kapı eşiğine
basmaksızın içeri giriyor. Postu niyaz edip yere oturuyor. Sırası ile törenin
yürütülmesinde görevli on bir (on ikincisi dededir) dedenin önüne dizilip kısa
bir dua ile hizmetlerini alıyorlar. Delilci delil uyandırıyor:
Delil tereyağı ile yanan bir şamdan. Tereyağı ve
beyaz çaputa sarılı bir avuç tuz var içinde. Yağ yanmaya başlayınca delilci
sazcının eşliğinde bir-iki dörtlük okuyor.
Hata ettim Huda suçum bağışla
Aliyyel Murtaza suçum bağışla.
Delil sönüyor, semah başlıyor. Üç bacı, üç er
kalkıyor semaha. Coşkulu müzik eşliğinde nefis bir semah dönüyorlar. Bir dua
ile bitiyor semah. Dede dua ediyor:
"Semahlar saf ola, muratlar hasıl ola. Hak
için ola, seyir için olmaya! Ülkemizin dirliğine, cemimizin birliğine, Tanrı
yardımcı ola. Yüzlerce yıldır, böyle gördür, böyle tören sürdük. Yolumuz Hz.
Ali'nin yolu, dilimiz aşıkların dili. Tanrı sayrılarımıza sağlık, dargınlara
dostluk, kırgınlara dirlik versin. Diyelim bir Allah, Allah"
Tüm toplum yarı bellerine dek eğlmiş. Herkes
Allah, Allah çağrışıyor. Herkes sağ eli ile önündekinin sırtını sıvazlıyor.
Dede dua ediyor ve bir çağrıda bulunuyor:
"Erenler, bacılar, dil bizden çare büyük
Tanrıdan. Hastası olan, yolcusu olan, askerde oğlu, gurbette yakını olanlar bu
yakınları için duaya durmak isteyenler dara çıksınlar!"
Birer ikişer birkaç kişi çıkıyor. Herkes birbirini tanıdığı için şaşıran
yok. Kiminin oğlu askerde, kiminin hastası var. Derken orta yaşlı Cennet Bibi
de çıkıyor dara.
"Allah, Allah Cennet niçin çıktı dara?"
diye hafiften birbirine soruyorlar. Öbürleri niçin dara çıktıklarını
anlatıyorlar. Son olarak sıra Cennet Bibi'de:
"Komşular şaşırdılar benim kim için dua
isteyeceğime. Ben Abbas için dua istemeye çıktım. Bilirsiniz Ali Efendigilin
Abbas, benim dünya ahret kardeşim sayılır. Çok severdim kendisini. Askerde
tezkere bırakmış. Artık gelmeyecekmiş köye. Sevgili kardeşim için dedemden bir
dua diliyorum."
Öylesine içten, öylesine yürekten anlatıyor ki,
gözlerde yaşlar beliriyor. Arı bir sevginin derinliği tüm toplumu sarıyor.
Gizemli bir ortamda dudaklar titriyor, yüzlere enginlik çöküyor, değişik
sözcükler yuvarlanıyor.
2.
Kara kışta köye doğru ilerleyen bu karartı da ne?
Ne ölüm haberi, ne köyünü ve eşinin özlemi ile yanan asker cesaret edebilir,
kara kışta karı yarıp gelmeye. Cemin kapısında duran gözcü uzaklara bakıyor.
Biraz sonra koşarak gelen bir delikanlı kendini korkuyla içeri atıyor:
"Köyü cendermeler basıyor!"
Gözcü içeri giriyor, posta niyaz edip dedeye bilgi
veriyor:
"Dedem, cendermeler köye doğru geliyor!"
Dede:
"Şu doluları kaldırın. Kimse yerinden
kalkmasın. Korkup çekinmeyin. Ne gelirse korkudan gelir. Buraya gelirlerse
konuşurum. "
İçeriyi soğuk bir hava sarıyor. "Başımıza ne
gelir" sorusu bakışlara yansıyor. "Dede kurtarabilir mi". Dede
büyük insan, ceddi büyük, çağırdı mı her dileği olur. Ne ki, hükümet güçlü,
hükümet acımasız. Tuttu mu bitirir
insanı. Şimdi ne yapacağız?"
Soğuk şakalar, belli belirsiz sözcükler birbirini
izliyor. Arada bir yükselen çocuk seslerini anneler susturuyor. Bekleme anları
bitmez bir uzunlukta sürüyor.
3.
Köyün alt ucuna ulaşan kolluk güçleri, neredeyse
soğuktan donmuş durumdalar. Işıklı bir pencere arıyorlar. Muhtarın evine
ulaşmak, kurtuluş demek. Muhtarsa, sobaya birkaç tezek atmış, ayağını uzatmış,
tek başına odasında bir bey gibi oturuyor. Elindeki kara tesbihi çekiyor.
Tespihin "şak şak" eden sesleri yankılanıyor odada. Kapıdan bir genç
bağırıyor:
"Cuma Emmi, seni soruyorlar."
Muhtar kapıyı açıyor. Karşısında jandarmaları
görünce, yapma bir şaşkınlık geçiriyor:
"Hayrola karda kışta ne işiniz var?"
Çavuş:
"Muhtar soğuktan donduk, hele bir içeri
girelim, bir ısanalım, anlatırım."
Toprak damlı bir eve sığınmak mutlulukların en
büyüğü. Jandarmalar, tümden ıslak çizmeler çıkarılıyor. Sobanın başına
üşüşüyorlar. Muhtar Cuma Çavuş üsteliyor.
"De söyleyin hele bu karda kışta ne işiniz
var çavuş?
"Muhtar bilmez değilsin ya köylü milleti
birbirini yer?"
"Eee?"
"Eeesi, ne olacak, ihbar var. Namussuzun
yüzünden biz de iki saat karda kışta yürüyoruz. Az kalsın soğuktan ölüyorduk.
Bir gün bu dağlarda kurda kuşa yem olacağız."
"Ne ihbarı , ne olmuş?"
"Kaçak tütün varmış."
"Çavuş bu karda kışta kaçak tütün için
gelmezsiniz."
"Bir de..."
"Bir de ne?
"Cem yapyormuşsunuz... hükümete karşı.."
"Biz mi? Hükümete karşı?..."
"Muhtar, ben neyim ki, bana soruyorsun? Bize
"git bak dediler" geldik. Biz emir kuluyuz muhtar. Tümünüzün ekmeğini
yedim. Nasıl derim ki, siz hükümete karşısınız. Emir verdiler, geldim."
"Kim ihbar etmiş?"
"Vallahi bilmiyorum?" Komutan da
bilmiyormuş. O da şaşırdı, küfür etti ihbarcıya. 'Erlerin yaşamını tehlikeye
atamam. Kim giderse gitsin' diye karşı çıktı. Ama savcı zorladı. Eh, görev
bizimki.
"Neyse bu geç saatte çok şükür köye
ulaştınız. Açlık susuzluk, neyiniz var? Bunca yol geldiniz."
4.
Cem odasına giren genç adam postu öpüp bilgi
veriyor:
"Dedem, şikayet varmış. Kaçak tütün için
gelmişler. Bir de cem için. Hükümete karşı."
Dede soğukkanlılığını yitirmemeye özen göstererek
konuşuyor:
"Korkmayın yok bir şey. Birşey olmaz. Biz
hükümete karşı birşey yapmıyoruz. Bize bu suçlamalar çok yapılır. Ne
ahlaksızlık yaparız, ne de kötülük. Buyursun jandarma isterse buraya gelsin.
Nişan var, onun için toplandık diyeceğiz. Şurdan iki genci hazırlarız olur
biter. Yalnız evinde yasak birşeyi olan varsa, gidip saklasın. Ne olur ne
olmaz, bakarsın evleri ararlar. Buradan korkunuz olmasın."
Topluma bir rahatlama çöküyor. Dede boş konuşmaz.
Güvenilir kişidir. Görmüş geçirmiş, el memleket görmüştür. Devlet adamıyla
nasıl konuşulacağını bilir.
Üç-dört kişi değişik yerlerden hafifçe
doğruluyorlar. Bakışlar onlar üzerinde dolaşıyor. Arada söylentiler oluyor.
"Kaçak tütünü var."
"Eski bir tabancası var."
"Kaçak dut rakısı çekti."
Dede başka konulara giriyor:
"Erenler aldırmayın, biz bin yıldır alışığız
bu baskılara... Gelirler, yemeklerimizi yerler, rakılarımızı içerler, sazı-
sözü dinlerler, ardımızdan küfür ederek giderler. Boşlayın gitsin. Bir de jandarmalar
gelirse onlara verilecek yemek var mı?"
"Var dedem, komşulardan. Ekmek yemek..."
"Erenler, bunlar etli yemekleri görünce
onlardan isterler. Zorda kalıp da bir günah işlemeyelim. Allah korusun, dünya
başımıza yıkılır."
"Yok dedem, komşularda başka pilav var. Biraz
da kavurma, peynir, yufka ekmek koruz önlerine geçip gider."
Tüm toplum gülüyor. Sazcı bağlamaya asılıyor.
Yeniden ezginin sesi çınlıyor. Yüzlerce çizgiler rahatlıyor.
Sabahtan uğradım ben bir güzele
Dedim güzel o gafletten uyane
Eğildim lebinden bir buse aldım
Uyanıben dedi var git o yane
Niçin melül melül baktın bize yar
Kerem eyle, ihsan eyle bize yar
Ezel sen de krar verdin bize yar
şimdi ikrarından döndün o yane
Bak cemale, bu gerdana bu hane
Arz ederim o sultana bu hane
Beni aşkın ateşine yakana
Dilerim ki benden beter o yane
Kamil inci, kamil sedef kamil dür
Kamillere hizmet iyle kamil dur
Kamil otur, kamil eğlen kemil dur
Cahil demem kamil söze uyane
Şah Hatayim bu gönlümüz harabet
Aşık isen bir gül için harabet
Her meydanda menzil almaz arap at
Uydurmamış dizginini uyane
Güven doluyor yüreklere. Tüm yaşamı kucaklamış
Hatayi Sultan. Zileli aşık da döktürüyor bağlamayı. Tüm ordu gelse kimsenin
korkusu yok artık.
5.
Güneş ışını ak karın üzerinden yasıyor, gözler
kamaşıyor. Gökyüzü derin mi derin, yeryüzü ak mı ak. Dağların doruklarında ak
karla, mavi gök birleşiyor. Dağların doruklarında ak karla, mavi gök
birleşiyor. Jandarmalar, Muhtar Cuma Çavuş'ın evinin önünde topanmışlar.
Köylüler damların başına çıkmışlar. Akşam yağan karı kürüyorlar. Uzaktan
Muhtarın evini izliyorlar. Arada birbirine takılıyorlar. Kafalara hep aynı soru
çivilenmiş:
"Hangi namussuz yaptı bu hainliği?"
Araba bir dedikodular geziyor damdan dama.
"Halburveranlılar ihbar etmiş..."
"Yok yahu nereden bilsinler bizim cem
yaptığımızı? Bunu yapan içimizden biri, bizi bilen biri. Neyse ki, ucuz
atlattık. Kimsenin canı yanmadı."
"Cuma Çavuş'tan Allah razı olsun, bu işi iyi
kapattı."
"Hükümet adamını doyuracaksın kardeşim.
Hükümet adamını doyurmazsan elini tutamazsın."
"Cuma Çavuş da nıkıs herifin teki ya. Nasıl
yaptı bu ağırlamayı?"
"Cemden iki şişe rakı yollandı. birtek ekmek
yemek kaldı Cuma Çavuşa.. Bir horoz kestim diyor. Onun da parasını veririz
gider."
Candarmalar Cuma Çavuş'a veda ediyorlar. Cuma
Çavuş:
"Komutana selam söylen, bu karda kışta
sizleri buralara yollamasın. Bizim köyde kötü birşey olmaz" diyor. İçerde
hazırlanan bir torba azık geliyor:
"Yolda yersiniz çavuş. Kış günü, ne olur ne
olmaz. Şu yiyecekleri alın."
"Sağ ol Muhtar!"
"Hadi güle güle.."
Jandarmalar kara bata çıka, köyden uzaklaşıyorlar.
Muhtar çevrede toplanan gençlere bakıyor, başını sallıyor:
"Şu şevkecinin anasını avradını... Birinden
şüpheleniyor, birinden... Ah bir kesin bilsem, anası avradını ne yapacağımı ben
biliyorum ya..."
Cuma Çavuş dişlerini gıcırdatıyor. Gençler
gülüyorlar.
6.
Kara Cemal'in evi. Yer sofrasına bağdaş kurmuş
sekiz kişi oturuyor. Ortada kocaman bir bakır tencerede yemeğin buğusu
yükseliyor. Tahta kaşıklar tencereye isteksiz inip kalkıyor. Ağızlar mühürlenmiş,
kimsenin ağzını kara bıçak açmıyor. İşitilen yalnızca tencereye çarpan donuk
tahta kaşık sesi, dudak şapırtısı, yutkunma sesi. Gözlerde ağlamaklı bir hüzün.
Kara Cemal arada bir pala bıyıklarını sıvazlıyor. Bıyığına bulaşan yemek
artıklarını avuca ile. elinin tersi ile siliyor. Yufka ekmekten bir parça
koparıyor, ağzına atıyor. Bu arada tümü başı eğik biçimde yemek yiyen
çocuklarına eşine bakıyor. Kimse ona bakmıyor. Sessizliği bozuyor:
"Bizden bilmişler değil mi?"
Eşi yanıt veriyor:
"Yok Cemal, tümü değil, kimileri öyle
demişler. Ama dede bizim için birşey dememiş. "Kimin ne olduğu bilinmez
komşular. Gözünüzle görmediğiniz, kulağınızla duymadığınıza inanmayın. Ayıptır
gereksiz yere kimseyi suçlamayın" demiş. Yalnız düşmanlarımız "Kara
Cemal'in büyük oğlu yapmıştır" demişler."
"Dedeye bir sözüm yok. Vahap Efendi'den
beklemem böyle birşey. Ama nedir bizim bu köylüden çektiğimiz. Allah garazdan
esirgesin. Hani diyorum ki, yükleyip göçü gitsek..."
"Kolay mı, herif, göçü alıp gitmek. Hep bu
sözü ediyorsun. Mal davar, hısım akraba?.."
"Hangi hısım akraba? Bir gün kapını açan mı
kaldı? Ölsek ölümüzü kaldırmayacaklar. Hasta olsak bir su veren yok. Nedir
bizim bu çektiğimiz. Gavur bunlardan yufka yüreklidir."
"Düzelir herif, hepsi geçer. Oldu birkez bir
yanlışlık, oğlan bir cahillik etti, komşularla aramız bozuldu."
Kapıdaki Kangal köpeği havlıyor.
"Bir gelen var, kapıya bakın. Hayvan kimseyi
ısırmasın!"
Genç bin kadın içeri giriyor.
"Sen miydin yavrum! Hoş geldin."
"Hoş bulduk ana..."
Genç kadın gözünde beliren gizli gözyaşını
siliyor.
"Otur yemek ye..."
"Sağ olun. Evde yedim, aç değilim."
"Yoksa sen de mi düşkün lokması
yemiyorsun?"
"Aman edemin ettiği söze bakın! Bu ne biçim
söz? Aha bir lokma alıyorum. Ama gerçekten karnım tok." Eğilip bir lokma
alıp kıyıdaki sedirin üstüne oturuyor. Ağlamaklı gözlerle ana, baba ve
kardeşlerine bakıyor. Kara Cemal soruyor:
"Eee, cemde ne var ne yok yavrum? Bize
gelmene sofu kaynatan bir şey demiyor mu?"
"Ede, bırakın bu sözleri. Dayanamayıp geldim.
Cemde ne olacak? Nerede kalabalık orada dedikodu. Sofu kaynatamın yüzünü
gördüğüm yok. Kaynanama "ben babamın evine giderim, kimse karışamaz"
dedim. Kaynatam hele kendi günahını düşünsün. Geçmişte neler yaptığını siz
biliyorsunuz. Yaşı ilerleyince başımıza sofu kesildi. Siz nasılsınız, asıl onu
söyleyin bana?"
"İyiyik, iyi. Kendi halimizde yaşayıp
gidiyoruz. Gündüzleri mal davar işi. Akşamları bilmece satıyoruz, hikaye
anlatıyoruz. İşte tümü bu. Köylü bizden uzaklaşalı dirliğimiz bir daha düzeldi.
Herkes kendi işini yapıyor. Kazanımız kaynıyor, ocağımız tütüyor."
7.
Uzaklarda bir kıyı ilçesi. Asker giyimli saçları
kısa kesilmiş genç bir adam, gözleri dolu dolu bir mektubun içinde dalmış.
Sessiz ve dingin mektup okuyor. O sırada içerinden koşan eşi elinde oval, beyaz
bir taşla geli;yor:
" Bak yollanan un-bulgurun içinden ne
çıktı?"
"Bu bizim bereket taşı değil mi?"
"Evet, bereket taşı.."
"Allah Allah bunu nasıl koymuşlar, bizim
torbanın içine? Una karışmış olmalı. Hayırdır inşallah! Gelmemesi gerekirdi.
Aman, yitmesin. Yazın giderken götürür bırakırız eve."
"Bu bizi seçmiş, bize gelmiş. Uğur bundan
sonra burada tütücek. Şimdi verisek uğur bizden kaçar."
"Uğur baba ocağında olur. Oranın uğuru
kaçarsa, bizim evde uğur kalmaz. Götürüp vereceği eve."
"Uğur bizi seçti bizde kalacak!"
"Allah, Allah... Neyse sen iyice sakla, ben
bilirim ne yapacağımı. Mektupta ne yazıyor biliyor musun? Cennet benim için
cemde dua almış. Öyle güzel anlatmış ki kardeşliğimizi, bütün toplum ağlamış...
Bir de türkü yazmış mektubuna.Bak ne diyor türküsünde:
Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun,
Gördün güzelleri bizi unuttun...
Nasıl için yandı bilmezsin. Şu çocukları okutma
kaygısı olmasa, bugün dönerim köye. Ama lanet olsunokulyok, geçim yok. Ne
yaparsın, gurbete dayanacaksın. Bir kış gidelim, şu cemi cemaati yaşayalım. Gün
geçtikçe azalıyor eş dost..."
"İzin alabilirsen gideriz, ya bu iki
çocuklar, karda kşta nasıl ulaşırız köye?"
"Gelip götürürler İstasyondan. Haber
yollarız. Bir de bizim Kara Cemal'e çok ayıp etmişler. Düşkün diye ceme
almamışlar. Hani şu oğlunun işi yüzünden. Köyü jandarmalar basmış, biri ihbar
etmiş. İhbarı da ondan bilmişler. Kara Cemal yapmaz böyle birşey."
8.
Aydınlık, güneşli bir kış
günü. Tüm gençler sokakta. Tören kara kış yüzünden ertelenmiş. Gençler
ertelemek istememişler, ama yaşlılar izin vermemiştri. Belki bir daha bir
araya gelemezler. Aralarından oyunbozan çıkabilir. Ya da umdukları ilgiyi
bulamayabilirler. Aşırların ağılda toplanan gençler kış yarısı töreni için
hazırlığa başlamışlar bile. Eğelencenin belli tipleri seçilecek.
Koca kim olacak?
Eğlencenin ağırlığı kocanın omuzunda. Koca tüm kafilenin babası konumunda.
Koca olarak seçilen erkek bu görevi yapacak yetenekte olmalı. Üzerine geniş
bir aba giyecek. Bacağına geniş bir şalvar geçirecek. Abanın içine ot
doldurulacak. Böylece kocaya bir irlik, bir korkutuculuk, ilk bakışta göze
gözükürlük verilmiş olacak Ama Kocanın görüntü değişimi bitmiyor. Yüzüne
yünden sakalbıyık yapılacak. Başına deriden kocaman bir külah geçirilecek.
Eline bir kamçı verilecek. Bütün bu giysi içinde zor hareket edebilen koca,
eğlentiye hazırlanmış olacak.
Kör Veli, koca olmayı
istiyorsa da de kimse ona bu işi uygun bulmuyor. Koca iri yarı biri olmalı.
Yüzü asık olmalı. Gençlerden biri bir öneride bulunuyor:
"Durun hele benim bir
düşüncem var: Mahmut olsun koca. Onun gözleri mavi. Çok değişik bir koca olur.
Mavi gözlüler şeytan olur derler?"
"Mahmut çok iyi olur.
Sen koca ol."
"Yok kardeş ben gelin
olacağım."
"Allah Allah, herkes
koca olmak ister, sen gelin oluyorsun bu nasıl olur?"
"Benim canım öyle
istiyor..."
"Peki sen
bilirsin..."
Mahmut sesizce dışarı
sıyrılıyor. Ardından iki arkadaşı onu izliyo. Ortada bir fiskos dönüyor.
Birinin başında kabak patlayacak, ama bakalım kimin başında. Yine Kör Veli'ye
mi bir oyun edecekler yoksa? Son günlerde Veli gençlerin abasılısı oldu. Hep
ona takılıyorlar. Garbime bir koca olmayı bile çok gördüler. Zorla gelin
yaptılar. Kırk yılın başı bir kez koca olup şu töreni yönetmek istemişti. Onun
yerine küçük kardeşi Aşçı Ali'yi koca yaptılar. Ancak gençlerde öyle şaka yapar
hava yok. Bir garip gerilim ve korku içindeler. Yalnız biraç kişi kendi
aralarında sürekli birşeyler konuşuyorlar.
Mahmut gelin olacak öbür
gençlerle birlikte geleneksel gelin giysileri giyiyor. Çok renkli parlak üç
etekler, kutnu-kumaş renkli baş örtüleri köyde ne varsa bu gün için ortaya
çıkmış. Altı gelin seçiliyor bu kışayarısı için. Bu durumda iki koca gerekir.
Altın gelini bir koca yönetemez. Kaçırılırlar yoksa. Ama kimileri ne gelinin
çok olmasından geçiyorlar, ne de ikinci bir koca olmasını istiyorlar.
"Kışyarısını bozar gideriz" diye terslik ediyorlar. Yapacak birşey
yok. Yılda bir kez yapılanbir eğlenceyi bozmamak için karşıtlar
"peki" diyorlar. Genç delikanlılar gelin giysileri giyiyorlar.
Yüzlerini renkli peçelerle gizliyorlar.
Bir kişi Arap görevini
üstlenmiş. Eller ve yüzler is ya da kurum ile kap kara boyanmış. Yalnız gözleri
ile dişleri parlıyor. Başına şapka yerine, bakır leğen giymiş.
Gençlerden biri ise tilki
olmuş. Tilkinin görünümüde özgün. Üzerine deriden birşeyler geçirmiş. Arkasına
bir kuyruk bağlamış.
Büyük bir zahmetle deve de
yapılıyor bu kışyarısında. Oysa deve görünümü vermek zor bir iş. Bir merdiven
üzerine kilim örtülüyor. Kafa kesimine bir deri konuyor. Göz yerine bir cep aynası takılıyor. Deveyi taşıyacak
üç, dört kişi seçiliyor. Bu yorucu işi onlar üstleniyorlar.
Oyunun tipleri bunlardır.
Ama koca tören kafilesininin bir dizi görevlisi daha vardır. Bunlar köyden
derlenecek yardımları toplayacak kişilerdir. Kimi tavuk, kimi buğday, kimi
yağ toplamakla görevlidir. Tören bu görevliler de belirlendikten sonra başlar.
Bir evden başlanarak sırası ile köyün tüm evleri
ziyaret ediliyor. Koca ortada, gelinler çevresinde arap bir yanda, tilki başka
bir kıyıda. Davul vuruyor zurna ötüyor.
Ala karda boz dumanda kuş uçmaz kervan girmez Anadolu köyüne bir canlılık
geliyor. Tilki o yana bu yana kaçıp oyun oynuyor. Ama gözü gelinlerin
üzerinde. Oyunun kurallarına göre her an gelinlerin kaçırılması söz konusu.
Tilkinin onlara göz kulak oluyor. Koca altı gelinin kocası sayılıyor. Yapma
sakalı, pos bıyığı ile dağ gibi gelinlerin arasında dolaşıyor. Evlerden yardım
topluyorlar. Yağ, bulgur, un, tavuk, buğday.. kim ne verirse eyvallah.
Kimseye gücenip darılmak yok. Ama zaman zaman daha fazla bağış da istiyorlar.
Bir yıl önceki kıışyasında verilen sözü anımsatıyorlar. "Geçen yıl bir
tavuk dilek dilemiştin. Dileğin oldu. Hadi bizim hakkımızı ver" diye
diretiyorlar. Kış yarıcılara dilek dilendiği de olur. Çoluk çocuk bir sürü
insanın duası ile sorunların çözüleceğine inanılıyor. Hastaların iyileşeceği düşünülüyor.
Öbür yıla çeşitli sözler verilir. "Oğlum askerden sağ gelsin gelecek yıla
size bir tavuk vereceğim". "Hastam iyileşsin size bir koyun
vereceğim" gibi dilekler dileniyor. Kış yarıcılar dileğin yerine gelmesi
için hep bir ağızdan "Allah, Allah" çekiyor. Ancak kimi evlerin
sözünden döndüğü oluyor. Kışyarıcıların adağı ev sahibinden koparıyorlar. Ev
sahibi kış yarıcıları razı ediyor. Kuzu adamışsa, bir tavuk veriyor. Yoksa kış
yarıcılar kapıda oynayıp duruyorlar. Bırakmıyorlar ev sahibinin yakasını.
Türküler söylüyorlar, oyunlar oynuyorlar. Tüm bunlara karşın, ev sahibi adağı
vermeyecek olursa kargış verdikleri oluyor.
Köyün altbaşlarıda yer alan Haydar Kahya'nın
kapısı önünde bir şenlik kuruluyor ki, anlatılır gibi değil. Öyle, her evin
önünde olmayacak türden bir gelence Bir halay tutuluyor:
leylanı gülüm yar de
Pınarları tekneli
Dibine gül dikmeli
Bir kötünün kahrını
Öleneçe çekmeli...
Evden bir toklu isteniyor. Geçen kış askerdeki
oğlu için adamıştır ana. Orta yaştaki ana bir tavuğa gençleri razı etmek
istiyor. Gençlerin bir bölümü razı olmuyorlar:
"Yoo, kabul etmeyiz, toklu söz vermiştin. Biz
burada boşuna mı dua ettik?"
Kimi gençler:
"Ulan yapmayın, bir tavuk veriyor, etmeyin
alıp gidelim şunu. Soğuk tandırdan, sıcak ekmek" diyorlar.
Bu kışyarısında birkaç genç başından beri çitil
çıkarıyorlar. Oysa, köyün en uyumlu gençleri bunlar. Ne oldu, ne oluyor, kimse
anlayalıyor. Hop... bir halay daha tutuyorlar:
İnce eleğim duvarda
Bir yar sevdim hovarda
Öyle bir yar sevdim ki
Su doldurur pınarda...
Haydar Kahyanın kapıyı tutmuşlar bir türlü
bırakmıyorlar. Koca, tilki ve arabın gözleri önünde bir gelin kayboluyor. Koca
elindeki kamçı ile tilkiyi, arabı dövüyor. Herkes gülüyor. Kaşla göz arasında
ikinci gelin de ortadan yok oluyor. Yüzleri paçalı olduğu için hangi gelinlerin
yittiği belli değil. Allah Allah ne oluyor bu gelinlere? Koca yapma bir bunalım
geçiriyor. Kendini karın üzerine atıp yuvarlanıyor. Bir anda gelinler Haydar
Kahya'nın evinden çıkıyorlar dışarı. İki gelinin gelmesi herkesi sevindiriyor.
Haydar Kahyanın eşi de yorulmuş. Nerdeyse içeriden tokluyu getirip verecek.
Biraz daha direnseler alacaklar. Ama bu günün aksi gençleri ansızın tavuğa razı
oluyorlar. Tavuğu alıp uzaklaşıyorlar. Koca gelinleri devenin altına gizliyor.
Hızlı biçimde kapıdan çekiliyorlar. Ama elleri ayakları titriyor. birbirlerine
kaş göz ediyorlar. "Tamam mı?" "Tamam tamam!.." "Yahu
bugün sizde bir hal var? Ne oluyor? Söyleyin de biz de bilelim? Niye renginiz
attı?" "Yok yok... birşey yok."
9.
Kışyarıcılar köyün üstbaşına doğru koşar gibi
ilerlerken, Haydar Kahya'nın samanlığının bacasından bir gencin çıktığı
görülüyor. Yaşlı bir komşu görüyor bu çıkışı.
Delikanlıya soruyor:
"Ulan ne arıyorsun ahırda?"
"Hiç Hüseyin amca, bir şaka yapmıştık da.
Kapıdan değil buradan çıkarsam, bana hediye vereceklerini söylediler arkadaşlar
da.. İşte kış yarısı eğlencesi."
"Ulan eşek oğlu eşek böyle boktan şaka mı
olur? Elin ahırında ne arıyorsun? Hırsız mısın, oğru musun? Sen hiç mi el,
memleken görmedin?"
Delikanlı, yanıt vermeksizin yıldırım gibi
uzaklaşıyor. Gücük Hüseyin, delikanlının ardından küfürü sürdürüyor. Gidip
bacadan aşağı bakıyor. "Allah, Allah" çekiyor. "Şimdiki gençler
tümden piç... Görülmüş, duyulmuş değil bu köyde..." diye söyleniyor.
Köyün üst başındaki başlangıç yerine kışyarıcılar
koşar adımlarla ulaşıyorlar. Onca toplanan yağ, un, bulgur, tavuğu ortada
bırakıyorlar. Gelinler giysilerini çıkarıyorlar. Koca giysilerini çıkarıp
kaçıyor. Yetişkin gençler birer birer tüyüyorlar. Bunca emekle toplanan
adaklara baktıkları yok. Yalnızca 13-15 yaşındaki çocukların üzerinde kalıyor
kışyarısı adakları.
Aradan yarım saat geçmeden Gücük Hüseyin kışyarısı
düzenlenen ahırdan içeri giriyor:
"Neredeler gençler, Aşçı Ali, Mahmut, Dimit
Yusuf?"
"Vallahi biz de bilmiyoruz, geleceğiz deyip
gittiler, gelmediler?"
"Vay eşek oğlu eşekler vay... Haydar
Kahya'nın kızını kaçırmışlar. Ulan bu yakışır mı kışyarıcıları?"
"Vallah bizim haberimiz yok. Zaten bütün gün
biz ne dediysek tersini söyleyip bizi bezdirdiler. Bir çeşitlerdi bugün."
"Onlar her zaman birçeşitler. Vay alçak oğlu
alçaklar vay... Komşunun yüzüne nasıl bakacağız? Peki, siz ne yapacaksınız bu
unu, buğdayı?"
"Biz de bilmiyoruz. Onların gelmesini
bekliyorduk."
Gücük Hüseyin, küfür ederek dışarı çıkıyor.
"Çağırın şu Sarıoğlan'ı da satalım. Ne
isterseniz alıp zıkımlanın. Bugün onlar yaptı, yarın da siz yaparsınız. Öğrenin
büyüklerinizden, nasıl kız kaçırılırmış... Tümünüzün köküne kibrit suyu, zamane
piçleri... Koca köyleri birbirine katacaksınız. Tu lanet olsun tümünüze."
Köyün içi birbirine girmiş. Evlerden girip
çıkıyorlar. Zehra ile Mahmut arasında kimi dedikodular çıkmıştı. Kimi yalan,
kimi gerçek demişti. Hatta Sarı Hüseyin kızı istemeyi düşünmüş, ama bir
soruşturmuş Haydar Kahya'nın kapısını çalma yürekliliğini gösteremiş, oğluna
yüreğine taş basmasını istemişti. Böylece kapanmıştı bu sorun. Haydar Kahya
"Ula Sarı Hüseyin kim oluyor ki benim kızımı istesin. Önce kendisine bir
ev yapsın. Kızını gelin getirecek bir ev bile yok. Yoksa kızımı ahır sekisinde
mi yatıracak diye haber yollamıştı. İşte şimdi ahır sekisini görür.
Gücük Hüseyin, karşısına Sarıolan'ı almış
konuşuyor:
"Saroğlan, şaşıp kaldım bugün. Bu kırkkbeş
yaşımdayım bu köyde herşeyi gördüm de kışyarısı yapılırken kız kaçırıldığını da
ilk kez gördüm. Bütün köyü rezil ettiler bu piçler. Ulan eşek oğlu eşek,
yiğitsen tek başına al kaç. Koca köyü bu pisliğe bulaştırma..."
Dudağına yapıştırdığı kalın sigarayı çıkarmadan
konuşmasını sürdürüyor:
"Ne verirsen ver şu çocuklara da ortadan
kalksın kalabalık. Köye yayıldı haber."
"Bunlara
birkaç kilo kuru üzüm, şekerleme, lokum, incir, leblebi, veririm.
Aralarında rakı içecek yaşta kimse yok. Varsın bu çocuklar yesinler. Pilav
yapılır mı bu gün?"
"Ne pilavı Saroğlan? Ben şu işi kapamaya
çalışıyorum, sen pilavdan söz ediyorsun? Bütün unu bulguru al, şunlara ne
verirsen ver, dağılıp gitsinler. bir daha da bu köyde ne kışyarısı yapılır, ne
de eğlence. Üstelik cemi de rezil ettiler. bakalım dede akşama ne yapar. Bir de
cem dağılırsa gör o zaman. tümümüz Kara Cemal'den beter olacağız."
Gücük Hüseyin öylesine üzüntülü konuşuyor ki,
çocukların burnundan geliyor kış yarısı törenleri. Günlerden özledikleri
bekledikleri tören zehir zıkım oluyor. Kimileri çerezi beklemeden çekip
gidiyorlar. Gittikçe azalıyor ortada kalanlar. Herkes ana-babasından azar
işiteceğini biliyor. Tam bir rezalet oluyor kışyarısı törenleri. Ne oyun
oynanıyor, ne o nefis kışyarısı piyavı yapılıyor. Şu birkaç eşek sıpasının
yüzünden. Yeniyetmelerin elinden gelse gidip yetşkin gençleri dövecekler. Ah bir
güçleri yetse...
10.
Cem odasının yarısı boş. içerde soğuk bir hava
var. Kimse öyle sıcak içten değil. Kimse kimsenin yüzüne sıcak bir gülücük
atmıyor. Dede yaşlılarla söyleşiyor:
"Yahu kanı kanla yumazlar, ortada kan yok ya!
Kız gönlüyle kaçmış. Bize düşen ki yanı uzlaştırıp barıştırmak. Hayır işi
hayırla bitirmek. Niye birbirinize kızıp duruyorsunuz. Olan olmuş. Genç bunlar
cahil. Sizin çocuklarınız, bizim çocuklarınız. Ne değişir, ha babası anası
vermiş, ha kendi kaçmış. Eh işte düğün yerine kış yarısı eğlencesi
yapmışlar."
"Dede, kız daha çocuk, Haydar Kahya şikayet
edecek. Şikayetçi olursa oğlanı tutuklarlar. Kar yüzünden gidemedi Kangal'a.
Zor eğledik. Kar, kış dinlemyordu. Soğuktan ölürsün etme, şu kar geçsin
gidersin dedik. Yoksa gidiyordu ilçeye..."
"Kız kaç yaşında?"
"On yedi."
"Erenler, oğlan dama girerse düzelir mi bu
iş? Alıp kaçırmış işte. Kızın da gönlü varmış. Uzatmaya ne gerek var? Bize
düşen Allah hayırlı olsun demek. İki gündür bir araya gelemiyoruz. Yeter artık.
Bu cemaat bin yıldırbirbirinden kopmadı. İki cahilin cahilliği yüzünden
dağılamaz. Peyik yollayacağım. Tüm küskünler gelecek. Yok öyle dargınlık
küskünlük. Sorunlar hak divanında çözülecek. Hu peyik!"
Peyik koşup gelip divana duruyor:
"Başta Haydar Kahya olmak üzere tüm komşuları
çağır."
"Hu dedem" diyerek peyik çıkıyor. İnanca
göre cemin çağrısı olan "peyik kıçı kırılmaz. Bu çarrıya kesinlinle
gelinir. Ama Haydar Kahya'nın gelip gelmeyeceği bilinmiyor. Özellikle eşinin
Haydar kahya'yı kışkırttığı söyleniyor.
Çağrılılar asık yüzle, bir bir damlıyorlar cem
odasına. Postu niyaz edip yerlerine oturuyorlar. Sarı Hüseyin'le eşi içeri
giriyorlar.
"Hu erenler..."
"Hu dedem..."
"Niye gelmiyorsun ceme Sarı Hüseyin?"
"Başımıza gelenleri biliyorsun dedem. Bizim
oğlan bir cahillik etti. Bir kız kaçırdı. Yüzümüz yerde. Nasıl gelip bu
insanların yüzüne bakarız?"
"Yook erenler, bu meydandan kaçmak yok. Kol
kırılıp yen içinde kalır. Hesap bu divanda verilir."
"Siz nasıl buyurursanız dedem. Boynumuz
kıldan incedir. Ne cezamız varsa çekeriz."
Bir süre sonra Haydar kahya tek başına geliyor
ceme. Her gelenle selamlaşma oluyor. Ama Haydar Kahya'nın tek başına gelmesi
herkesin ilgisini çekiyor:
"Hu erenler..."
"Hu dedem..."
"Nasılsın, bacı nerede?"
"Biraz hasta da, bugünlük gelmedi."
"İki gündür neredesin? Kötü bir söz mü duydun
bizden? Seni kıracak birşey mi yaptık da gelmiyorsun ceme?"
"Haşa pirim! söylemeye gerek yok, iki gündür
ne çektiğimi bilirsin. Benim cahilimi kandırıp kaçırdılar. Küskünüm, dargınım
bu topluma. Şu postun emri olması adımımı atmam buraya. Bütün köy bir oldu,
kışyarısı sırasında kızımı alıp götürdüler. Bütün bir köy bizim karşımıza geçip
bize inat düğün yaptı. Bu komşuluğa sığar mı? İki cihanda elim, yavrumu
kandıranların yakasındadır. Dede, buyurdun geldim. Ama benden uzlaşma isteme.
Yoksa bir daha şu kapıdan adımımı atarsam ayağım kırılsın."
Haydar Kahya öylesine kesin söylüyor ki bu
sözleri, kimsenin bir karşı sav getirmesi olanaksız. Dede de toplum da şaşkın.
Ayıp mı ayıp yapılanlar. Sanki bütün köy bir olup kızın kaçırılmasını sağlamışlar
gibi bir durum yaşanıyor. Haydar Kahya şakacıdır, yaşam doludur, olura olmaza
aldırış etmez. Bu tezgahı bir içine sinderemiyor. Belki de eşi kışkırttı. Yoksa
o sevecen insanın ağzından böylesine katı tümceler çıkmaz. Eşi, içten
hesaplıdır, kincidir. Ama sonuçta tüm köy de suçlu. Bir bilen, bir duyan
olmuştur kesinlikle. Neden söylemediler? Neden uyarmadılar.
Dede daha ılımlı yaklaşıyor:
"Haydar Kahya, senden bir isteğimiz olmadı.
Boğazına sarılıp "uzlaş" demedik. Bu post küskünlük tanımaz. Senin bir
suçun yok hesap vermesi gereken varsa o da se değilsin. celallenme. Aşık sen de
bir deme çal hele..."
Sazcı sazı eline alıyor. Ne ki, kimsenin
söyleyecek sözü yok. Herkes suçluluk duyuyor. Cem evinin ortasına zehirli yılan
atılmış gibi bir var. Söazcı bir semah çalıp havadaki gerginliği atmak istiyor.
Ama kimse semaha kalkmıyor. Deyişi değiştiriyor. Ne çalacağını o da bilmiyor.
Tüm toplum yeniden bir gerilime girmiş. Kara
Cemal'in düşkünlük sorunu çözülmeden, yeni bir tatsızlık çıkmış durumda. Tüm
düşgücü ve yaşam devigenliği dağlar arasında sıkışmış yüz evlik köyde, yeni bir
gerilim yaratılmış. Ne çözüm getirilir, kim kiminle uzlaştırılır? Ne veriler,
ne alınır kimse bilmiyor. Cemin bağlanacağı günlerde, tüm cemin yarıda kalması
gibi bir tehlike yaşanıyor. Kimse kimseyle konuşmuyor. Yanıtlar yarım ağızla
veriliyor. Dede ne yapacağını bilmiyor. Sigara üstüne sigara içiyor. Bir bardak
dolu içsem mi diye geçiriyor sürekli içinden. Ne ki, rakı etkisiyle vereceği
buyrumların yerine uygulanmaması sözkonusu. Toplumu daha da gerilime sokabilir.
Zaten, kızın kaçırılmasına yardımcı olan gençler de yok, ana-babaları da.
11.
"Duydun mu olanları" diye söze başladı
Gücük Hüseyin.
"Duyulmayan birşey yok diye yanıtladı dede.
"Yok" dedem, öyle değil. "Bu
duyacağın daha korkunç."
"Gücük Hüseyin, bütün köy birbirine girdi.
Daha korkuncu ne olacak? Kırk yılın başı bir posta oturayım dedim, burnumdan
geldi. Bütün olaylar bu kış patladı."
"Dede, Cuma Çavuş tercüman lokmasını, köye
gelen jandarmalara yedirmiş."
"Yok yahu!..."
"Vallahi öyle diyorlar. Gören var..."
"Allah afatından esirgesin... Nasıl olur? Bu
kadar soysuzluk yapabilir mi, Cuma Çavuş."
"Yapar dedem yapar. Ona boşuna Cerci
dememişler."
Dedenin rengi attı. Dudakları titreye titreye:
"Belki başımıza gelen tüm bu uğursuzluklar
onun yüzünden. Ne yapacağız şimdi?"
"Dedem benden yalnız söylemi. Gerisini sen
bilirsin. Dua mı edersin, Cuma Çavuşu dara mı çekersin, sana kalmış."
Cuma Çavuş garip bir adam. Hiçbirşeye inanmaz ama
cemden ayağını kesmez. O ki inanmıyorsun niye gelirsin ceme? Hadi inanmadın,
tercüman lokmasını nasıl yedirirsin ağzıkaralara? Allahtan korkmaz, kuldan
utanmaz adam. Kırk kez sana söylendi ki, sakın jandarmalara kurban eti yedirme,
tavuk dersen tavuk, kavurma dersen kavurma verir sana bu köy?
Dede oturduğu odadan dışarı çıktıyor. İçerde
oturan üç-beş kişi Gücük Hüseyin'in yüzüne bakıyor. Dede yeniden giriyor:
"Bana Topal Hoca'yı, Abbas Efendi'yi, Turan
Efendi'yi çağırın!"
Bir genç koşup gidiyor. Sırasının üzerine içeri
geliyorlar köyün bilgeleri.
"Erenler ne yapacağız? Cuma Çavuş kurban
lokmasını jandarmalara yedirmiş."
"Tüm köyün üzerine siner uğursuzluk. Bu lokma
kendinin değil, tüm cem erenlerinin."
"Yok, yalnız kendisinin başına gelir
uğursuzluk."
"Yahu, yapmaz Cuma Çavuş böyle birşey. Öyle
gelişigüzel konuşmasına bakmayın. O inanmaz gözükür ama, inanır."
"Demeyin bunları yahu Cuma Çavuş, her haltı
yer. Ceme inandığı için gelmiyor. O cemi böyle eğlence gibi, şenlik gibi birşey
sayıyor. Cemden kopmayı, sürüden ayrılmak gibi birşey görüyor. Ceme gelmezse
muhtar seçilmeyeceğini düşünüyor."
"Desene Cuma Çuvaş bütün köyün köküne kibrit
suyu döktü..."
"Vallahi orasını bilmem, ama durum bu."
12.
Cuma Çavuş cemde dede karşısında dara durmuş. Tüm
toplum gerilim içinde yargılamayı bekliyor. Her kafada aynı soralar geziniyor.
"Cuma Çavuş tercümanı yedirmiş m? Bize de bir uğursuzluk geli mi?"
Herkes kendinden korkuyor. Dede soruyor:
"Cuma Çavuş, el ele el hakka; doğru söyle. Bu
meydanda yalan yok. Suçunu biliyorsun. Yaptınsa ikrar eyle. Dua ederiz.
Tanrıdan af dileriz. Şu masumların dili ile yakarırız. Ama gerçeği söyle. Tanrı
bağışlar. Yalan söylersen iki cihanda sen de suçlu olursun, bütün bu cemaat da.
Başımıza bir uğursuzluk gelir. Jandarmala tercüman lokması yedirmişsin doğru
mu?"
"Dedem, istediğiniz cezayı verin. İstediğiniz
sözü söyleyin. İsterseniz kovun bu meydendan. Yedirmedim. Bu kylü böyle şeyler
uyduruyor. Bir tike kurban eti yedirdimse kor olsun tenime yapışsın. Bir aş
tanesi yedirdimse tenim tike tike ola. Bu yıl tüm çoluk çocuk Adana'da. Evde
yemek yapılmıyor. Götürdüğüm lokmaları kendim yiyorum. Jandarmalara Haydar
Kahyagilden kavurma alıp yedirdim. İşte kendi burad sor. Evde peynir vardı.
Yolcu ederken de peynir ekmek verdim."
"Peki Cuma Çavuş, artık günahı senin
boynuna.Hu postu niyaz et."
Cuma Çavuş yere eğilip duaya duruyor. Tüm toplum
bellerine dek eğilmişler. Dede dua okuyor:
"Allah Allah, ya Şah! Dil bizden, yardım
Ali'den. Suçumuz varsa bağışlasın. Eksiğimiz varsa uyarsın, bilerek bilmeyek
bir yanlışımız varsa, düzeltsin. Bu meydandaki şu tertemiz çocukların diliyle
seslenelim. Diyelim bir Allah, Allah..."
Tüm toplum Allah Allah çekiyor. Tüm oda Allah
Allah sesleri ile yankılanıyor.
"Cuma Erenler dili ile yemin etti, gönlü
tasdik etti. Biz bu meydandaki eren bacı, çoluk çocuk tüm cemaat, ona inandık
iman getirdik. Yalan söylüyorsa, günahını ulu hesabı bırakıyoruz. Biz,
elimizden bu gelir. Bizi kandırırılız, ama ulu Tanrı kandırılmaz. Yalan
söylediyse günahı kendisine, gelecek uğursuzluk kendi ocağına. Bu toplum
suçsuz. tanrı bunu görür, bunu bilir... Diyelim bir Allah Allah..."
Cuma Çavuş, duadan rengi atmış biçimde kalkıyor.
Dakikalardır yerden yatmaktan mı korkudan mı belli değil. Cemdeki tedirginlik
sürüyor. Özellikle kadınlar arasında. yaşlı kadınlar edilen yemine inamamış
biçimde başlarını sallıyorlar. Tek teseli, meydanda yapılan dua. "Bir
uğursuzluk gelirse yalnız Cuma Çavuşun ocağına geleceğine inanyorlar.
"Belası başına. Kendi yedirdi tercümanı. Kendi çeker belasını diyorlar.
Dede:
"Bu günü Kuzu Mehmet'in kurbanı vardı hazır
mı" diyor.
Kurbanlar ortaya getiriliyor. Dua alınıyor.
Kurbancı kurbanları kesmeye götürüyor. Kuzu Mehmet ile yolkardeşi eşleri ile
birlikte görülmek üzere meydana çıkıyorlar. Dua bitiyor.
Vahide hanım dışarı çıkıyor. Soğuk karlı bir
akşam. Cem evinin kapısında ellerini açıyor. Ellerini açıyor, kendi kendine dua
ediyor. belli ki bir dilek diliyor. Vahide de bir gerginlik var.
13.
Davulbaz köyünde cem var. Orada cemi Kurt Veli
dede yürütüyor. Akşam, cem başlamamış. Kurt Veli dede tedirgin. Konuk kaldığı
odada, yürüyüp duruyor. Yolkardeşi ve köylüler soruyorlar:
"Dede neyin car?"
"Erenler, içimde bir sıkıntı var. Sanki bizim
evde bir uğursuzluk var."
"Dede, etme kurban olayım. Mamaş şurdan bir
saatlik yol. Öyle birşey olsa, adam yollarlar. Bırak şu sıkıntıyı."
"Haklı söylüyorsunz. Ben bırakıyorum da,
sıkıntı beni bırakmıyor."
"Dede adam yollayalım yoksa!.."
"Yok... gerek yok..."
"Eee, ne yapalım öyleyse seni rahatlatmak
için?"
"Bilmem..."
"Dedeye bir bardak rakı getirin"
Rakı geliyor. Dede bir dikişte bir çay bağdağı rakıyı
içiyor. Bıyıklarını siliyor. Bakışlarında parlama. Bir anlık rahatlık.
"Huu, erenler cem odasına geçelim. Cemaat
gelmiş olmalı."
"Dede, cemaat çoktan geldi, seni bekliyor.
Ağa dayının tercümanı var biliyorsun. Tercüman dualanacak. Herkes seni bekliyor."
Dede yanındakilerle cem odasına giriyor. Herkes
yerini alıyor. Dede cemi başlatıyor. Tercümanlık kurbanlar duaya geliyor. Dede
duaları yapıyor. Tercümanlar gidiyor. Dedenin sıkıntısı sürüyor. Cem
erenlerinden izin alıp dışarı çıkıyor. Cem odasında konuşmalar:
"Yahu, bugün dedenin üzerinde bir sıkıntı
var? Allah Allah... Ne yapsak. Yoksa, şurdan Mamaş'a iki genç yollayalım."
"Söyledik bunu. kabul etmedi. kendi gitmek
istiyor."
"Olur mu, kurbanı yarıda koymak?"
"Yahu bu böyle olmaz. Kurbanlar kesilmediyse,
kurbanı yarına bırakalım. Dede gitsin. Koşun hele kurbanlar kesilmediyse
beklesinler."
Dışarı koşuyor bir iki kişi. Dışarıdan:
"Kesilmemişler."
"Kesmesinler. Kurbanlar yarına kalsın. Dede
nerede?"
14.
Mamaşta'ki cem evinden Kurt Veli içeri giriyor. O
anda Vahide ayağa kalkıyor. yüksek sesle:
"Ooo, büyük Tanrım, dileğimi kabul
ettin..."
Herkes şaşırmış durumda. İçerde cem yapan Suzani:
"Ne o, Veli hayrola? Cemi bırakıp niye
geldin?"
"İçimi bir sıkıntı sardı, dayanamadım. Köyde
birşey yok ya?"
Vahide gözleri yaşlı dara duruyor:
"Dedem, sabahtır, Kurt Veli dedenin benim
kurbanımda bulunması için dua ediyordum. Tanrı benim duamı kabul etti. Kurt
Veli dedeyi yolladı..."
Herkes şaşırmış, kimigözlerde yaş beliriyor.
Özellikle kadınlar ağlıyorlar. Kendi aralarında konuşma:
"Bir de, şu kadına Yezit deriz. Görüyorsunuz
ya inancı, sevgiyi bağlılığı."
"Yok anam yok, hak katında kimin sevgili
olduğunu kimse bilmez. Kırk Aevi kadın, Vahide'ye kurban olsun. Kimin gönlünü
kırdı, kim bir gün bir yumuşa gitti de kapıdan çevirdi? Allahın sevgili kulu
o."
Dede Vahide'ye bir dua ediyor. Cem odasında
"Allah, Allah sesi yankılanıyor. Kurban pişmiş gelmiştir. Duasını alıyor.
Köprü koruluyor. Lokma dağıtımı başlıyor. Ardından yer sofraları geliyor. Öbek
öbek sofralar kuruluyor. Sofralara kurban lokması konuyor. Lokmalar yeniyor.
15.
Cuma Çavuş'un elinde bir tabağın içinde kurban
lokması var. Yorgun sıkıntılı, karları yararak, köyün alt başındaki evine
giriyor. Kendi kendine konuşuyor.
"Yok uğurszluk gelecekmiş... Yok bütün köye
gelirmiş... Altı üste et ile ekmek. Kim yerse yesin, Yezidi Kızılbaşı olur mu?
Bir de okumuş adamlar şunlar. Ulan hepsi boş. İşte şurada oturup muhabbet
ediyoruz. Şu muhabbetin tadına geliyorum. Kime anlatırsın? Koca Vahap Efendi de
böyle şeylere inanıyor."
Cuma Çavuş, basık odaya giriyor. İçerisi soğuk.
Yün yatak bir kıyıda serili duruyor. Yatağa doğru gidiyor, geri dönüyor. Gelip
sobayı yakıyor. Tezekle dolu sobada borulardan duman sızdırıyor. Pencereye
yöneliyor, açmıyor. Bir süre sonra duman duruyor. Soba alev alev yanıyor.
İçerisi ısınıyor. Sobanın başına varııp bir yer minderi çekip üzerine oturuyor.
Elindeki tesbihi dertli dertle çekiyor. Tüm olanlara canının sıkıldığı belli.
Soba kıp kırmızı kesiliyor. Sobanın ateşinde uzaklaşıyor. Gaz lambasının ışığını
kısıp baş ucuna koyuyor. Yatağa atıyor kendini.
17.
Sarı Hüseyin'in odasında Mahmut genç
arkadaşlarıyla konuşuyor. Bunlar ceme giremeyen gençler. Ceme giremediklerine
üzgünler. Tüm köye rezil olmuş durumdalar. Gündüzleri ortada gözükmüyorlar.
Akşamları, gizli gizli bir evde toplanıp kendi aralarında iskambil oynuyorlar.
Öykü anlatıyorlar, böylece eğleniyorlar. Bir arkadaşlarını evlendirmenin
mutluluğunu, toplumdan atılmanın pişmanlığını yaşıyorlar. Bir birini teselli
ediyorlar:
"Unutulur gider. Kötü birşey yapmadık. Haydar
kahya kızı gönlüyle verseydi, kaçırır mıydık?"
Sarı Hüseyin'in durumu uygun değil. Gelinle
güveyiye bir oda açacak durumu yok. Evin tek odasında çoluk çocuğu ile Sarı
Hüseyin yatıyor. Gelinle Güveye yer yok. Evlikte yatsalar, soğuktan donacaklar.
En iyisi ahır sekisi düzenlemek. Tüm gençler bir olup, Mahmut'a güzel bir ahır
sekisi yapıyorlar. Evlerden ufak tefek eşyalar getiriyorlar. Öyle bir ahır
sekisi ki, padişah odalarında yok bu güzellik. Bu başarının mutluluğu içinde
Sarı Hüseyin'in odasında oturuyorlar. Cemden gelen lokmaları yiyorlar.
"Uşak, sakın bize günah olmasın? Başımıza bir
uğursuzluk gelir sonra? Biz düşkünüz de..."
"Ne düşkünü ulan? Bizim müsahibimiz mi var,
ne zaman yola girdik ki düşkün olalım?"
"Ne bileyim, kız kaçırmaya yardımcı olduk
da."
"Birincisi kız kaçırma düşkünlük getirmez.
İkincisi, düşükün olacaksa edelerimiz olur. Tümü ceme kurulup birbirinin
önünden lokma kapıyorlar. Bize niye günah olsun lokma?"
"Ne bilem öyle söylüyorlar da. Allah
esirgesin sonra başımıza bir uğursuzluk gelir. Hep anlatıp dururlar, lokmanın
kerametini."
"Bakma sen anlatılanlara. Hep laf onlar. Dur
ben sana sorayım? Tüm hesaplar verildi mi bu cemde? Kel Kara Ali ile Kühlan
küskün değiller mi, sınır kavgası yüzünden? Niye barışmadılar? Herkes susup
geçti. Leyla, Hüseyin'in oynaşı değil mi? Kim söyledi? Hani duran oturan
boynunaydı? Herkes susup geçti. herkes ikiyüzlülük ediyor. Hele o yetmişlik
Topal Hoca, herkesin saygısını toplamış adam niye ağzını açıp bir şey
söylemedi?"
"Bilmez Topal Hoca. bilse o söylerdi."
"Nasıl bilmez ulan, o bu köyün içinde değil
mi?"
"Kim söyleyebilir Topal hoca köydeki oynaş
işlerini?"
"Kimse söylemese karısı söyler."
"Yok yahu, karısı da böyle şeyleri söyleyemez
Hoca'ya. Utanır."
"Ahhaa... Ulan karısı nasıl söyleyemez? Karı
ne demek? Bunun bir şeyden haberi yok yahu? Sen tümden angutsun. İnsanın karısı
söylemez mi?
"Doğru, olur olur... Duymuştur. Peki ama niye
söylemedi, niye ağzını açmadı?"
"Açasa ne olacak. Düşün, şu tarikatın
söylediklerini gerçekten yerine getirem desen, bir Allahın kulu girimez o cem
damından içeri. Sırası ile her evi gözünün önüne getir. Kim temiz? Herkesin bir
günahı var."
"Eskiden böyle değilmiş. Eski insanlar pek
saf temizmiş"
"Öyle derler. Derler ya, arkasından da
yaptıkları çapkınlıkları anlatırlar."
"Eee, kimse gitmeyecek mi yani cennete?"
"Orasını ben bilmem. Ama bildiğim birşey var.
Tarikatın gereklerini isteyecek olsan o kapıdan bir kişi giremez."En
günahsızın bile geçmişi kirli. Sözgelimi en sofu kim? Topal Hoca. Onun
gençliğinde yaptığı çapkınlıkları anlata anlata bitiremiyorlar. Ayşe Bibi,
oynaşıymış onun. Herkes biliyor bunu. Ne ki, şaka ile anlatılır onun
çapkınlıkları. Neden? Suçsa suç."
Sobanın alevi ile giderek içeri ısınıyor. Tavan
damlamaya başlıyor. Şıp... şıp... şıp.... Damlayan yerlerin altına tabak
konuyor. Bu saate dek oturulur mu? Nerdeyse cem dağılacak. Ana, Mahmut'un
yüzüne kızgın bakıyor. Konuşmaya bir başladı mı, ağzı kapanmaz. Yarın herkesin
kulağına gidecek burada konuşulanlar. Koru komşuyu kızdırmanın ne anlamı var?
Yarın yüzyüze bakılacak. Komşu komşunun külüne muhtaç. İş düşecek...
Asıl gerçek de bu ya! İş düşecek. İş, iş, iş. Peki
ama cem nerede, tarikt yol nerede? Bir yandan en iyi kuralları söyleyeceksin
öte yandan bu kuralları göz ardı edeceksin, olur mu? Belki geçmişte insanlar
daha temizdi. Yok, yok insanın olduğu yerde kirlenme vardı. Hiçkimse tarikatın
kurallarını yeterince uygulamamıştır. Bir tek Hz. Ali, Hasan Hüseyin. Onlar
dışında sanmam ki, bu kurallar gerçek anlamda uygulanmış olsun. Bizim gibi faniler
için ise tüm eksik, yanlışa karşın cem vardı. Tüm nefret ve kaygılar karşın
vardı ve hep olacak. Geçmişte yaşamış ermişlerin, bilgelerin olağanüstü yaşamı
anlatılacak. Hz. Ali'nin cenkleri ile dünyalar süslenecek. Muhammet Hanefi'nin
yiğitliği yanında yakışıklılığı düşleri süsleyecek.
Yorgun bir kış akşamına mutlu bir söyleşi sığmış
durumda. Herkes konuşmanın derinliğinden, düşüncenin yoğunluğundan esrimiş. Hiç
kimse bugün cemi kaçırdıklarına pişman olmuyor. Burada daha güzel bir söyleşi
yakaladılar. Geç olmasına geç ama kimse yerinden kıpırda niyetinde değil. Bu
bir tür gençlerin kendileri ile hesaplaşmaları. Bundan böyle büyükleri görünce
köşe bucak kaçmalarına gerek yok. Sigaralar birer birer sönüyor. Ah bu akşam
bir şişe de rakı olsaydı. Bir şişe rakı bulunamaz mı bir koşudan? Yaza veririz
borcumuzu? Gençler bacaklarını ovuşturmaya başlıyorlar. Tezek sobası son
direnişini veriyor. Sobanın koru karıştırılıyor. Hafif bir duman yükseliyor.
Damın tepesindeki baca çoktan susmuş. Siğaralar da bir bir susuyor. Artık yatma
zamanı:
"Allah rahatlık vere, Mahmut. Gidip
yapalım."
"Elinize sağlık arkadaşlar. Bir gün bu
iyiliğinizin altında kalmam."
"Sağol Mahmut, biliriz sen yiğit arkadaşsın.
Bizim düğünde saratla su taşıyacaksın söz!"
Tüm gençler gülüyorlar. Mahmut'un yorgun ama mutlu
akşamı, özgürlük yuvası ahır sekisinde, genç eşinin yanında bitiyor. Sekide gaz
lambası yanmış, Zehra kendisini bekliyor. Ahırın köşesine arkadaşların kurduğu
sekiyi Zehra, gelirken evden kaçındığı bohçadaki el işlemeleri ile süslemiş. Kanavçe,
oya, allı pullu tülbentler. Aman tanrım ne güzel olmuş bu ahır! Ahırı böylesine
seveceğini düşünmemiş Mahmut. Öküz, eşek, inek ve birkaç koyun yerlerinde
dingin duruyorlar. Kimi yatıp uzanmış. Mahmut mutlu bir yüzle yeni düzenine
bakıyor. Yoktan var edilmiş bir dünya burası. Çok şükür Tanrım. Tüm koşu, tüm
gerilim bitti. Yoksulluk adam yoksulluğu. Görsün şu Haydar Kahya, Mahmut nasıl
kazanıp zengin olacak. Tek başına ev açaçak.
18.
"Cuma Çavuş..." diye bir ses duyuyor,
yün yatağa boğulur gibi gizlenmiş Cuma Çavuş. "Hayırdır inşallah, yine
jandarma mı geldi yoksa " diye içinden geçirerek, başını yataktan
çıkarıyor. Birden demin kendi oturduğu yerde sobanın başında birisinin
oturduğunu görüyor. Bu bir yaşlı kadın. İçeriyi biraz duman sarmış. Oda iyiden
iyiye ısınmış. "Allah Allah, diye içinden geçiriyor. "Hayal mi
görüyorum gerçek mi?" Ne var ki, üç beş metre ötede sobanın başında dev
anası gibi etli butlu kadın duruyor. Kadında bir burun var ama, anlatılır gibi
değil. Burnu ile sobanın önüne dökülen kölü karıştırıyor. "Tövbe..."
diyor Cuma Çavuş... "Ulan bu ne? Ben böyle şeylere inanmazdım. Ne bu
karı?" Hemen yakınında duran gaz lambasının alevini yükseltiyor. Sakın
hayal görüyor olmayım? Yok yok, hayal falan değil dev anası gelmiş oturuyor
sobanın başında. Ne yapmalı? Bir dua okumaya başlıyor. O anda burnu uzundan ilk
sözcükleri duyuyor?
"Ne inat edip duruyorsun? Ben gerçeğim."
"Tövbee..."
"Fatma duası yanlış okudun."
Cuma Çavuş'un bir an belleğinden dua geçiyor.
Gerçekten yanlış okuduğunu anlıyor. Ama ne yapmalı. Düş mü gerçek mi
yaşadıkları. Hala ayrımında değil olayın. Birden kendini topluyor. Bu kez Cuma
Çavuş ona soruyor:
"Kimsin? Ne arıyorsun burada?"
"Seni ziyarete geldim. Adımı sen koydun ya
sabahtır. Burnu uzun. Fatmana duasını yanlış okuduğunu anladın mı?"
"Dalga mı geçiyor, benimle eğleniyor mu? Kim
bu? Sakın bir komşu böyle bir şaka hazırlamasın?" diye içinden geçiriyor.
"Yok, komşu momşu değilim ben. Geldim
işte!" diye yanıt veriyor Burnu uzun karı.
Artık Cuma Çavuş'un cinleri başına toplanıyor:
"Bir de bana akıl veriyor! Kalk ...ünü
...tiğim!" diye bağırıyor. Cuma Çavuş karının üstüne yürüyor. Odanın
kapısını hızla açıp kaçıyor burnu uzun karı. Cuma Çavuş, eline lambayı alıp
ardından koşuyor. Büyük avluya bakıyor yok. Dış kapı kapalı. Evlük, samanlık
ahır bomboş. Yeniden odaya geliyor. Ne yapacağını düşünüyor bir an. Şalvarını
geçiriyor ayağına. Giysilerini giymeye başlıyor.
19.
Cemin son akşamı. Daha cemin başlangıç suları.
Cuma Çavuş meydana çıkıyor:
"Dede, beni bilirsiniz, pek inanmam ceme,
tarikata. Şu insanlara olan sevgim yüzünden geliri. Ama başımdan geçenleri size
anlatmam gerekiyor."
Bütün toplum, heyecanla bekliyor. Ne oludu da Cuma
Çavuş böyle konuşuyor?
"Dün gece benim ev bir burnu uzun kadın
geldi. Bilirsin böyle boş şeylere de inanmam. Ama gerçekti gördüklerim. Şimdi
şunu söyleyeyim, bu toplumu da rahatlatayım. Ben jandarmalara gerçekten kurban
eti vermiştim. Bu doğru. Ama sanırım, Tanrı beni cezalandırdı, ya da korkuttu.
Dün gece gördüklerimi açıklayamam size. Gerçekten gördüm."
Tüm halkta bir rahatlama.
"Ohh, belasını buldu... Allah daha beter
edecek... Hele daha neler gelecek başına, gör öküzü mü ölür, evi mi yanar allah
bilir. Dinsiz gavur Cerci. Allahın parmağı yok ki gözüne soksun. Daha ne
olacak, Burnu uzun'u yolamış işte. Hani hiçbirşeye inanmazdı. İşte böyle
inandırır Tanrı adama, hah"
Dede postunda oturan Suzani:
Erenler, bacılar Cuma Çavuş kendi kusurunu
anlattı. Kendi günahını gördü. Tanrı uyarmış onu. Gördüğünüz gibi bir bela
gelirse, yalnız kurbanı yedirenin evine ocağına gelir. hepiniz rahat olun. Cuma
Çavuş çok ağır uyarılmış. Görüyorsunuz, Tarikata karşı gelenin durumunu. Şimdi
Cuma çavuşun başına bir daha bir uğursuzluk gelmemesi için bir dua edeceğim.
Meydan birliğine, dostluk dirliğine diyelim bir Allah Allah. Allah Cuma
Çavuş'un günahlarını af etsin, kusurunu bağışlasın. Kendisi bin pişmanlık
duyuyor. Diyelim bir Allah Allah..."
Bu gece, erkan ağacı getiriliyor. Kara, uzun düz
bir ağaç bu. Dede erkan ağacını iç içe geçirilmiş kılıflardan çıkarıyor. Bir
leğenin içine koyuyor. Üzerinden su dükülüyor. Son günün hüznü var toplumun
üzerinde. Suya dua ediliyor. Sakka duası okunuyor ve su halka içiriliyor. Son
hizmet olan tevhit çekiliyor. Dizler dövülüyor. O anda, esirik durumdaki Yavan
Ali ortaya düşüyor. Çılgınlar gibi gibi dövüne dövüne dönüyor. Dönüşler
sırasında gözleri kapalı. Tevhit bittiği andan, tümüyle bitkin durumda düşüyor.
Yüzüne su serpiliyor. Ağızına su verilip ayıktırılıyor.
Dedeye görüm karşılığı ücreti verliyor. Kim ne
kadan isterse, gölünden kopanı veriyor. Para veren parayı dedenin postnun
altına sokuyor. Kuzu koyun veren vereceği hakullahın ne olduğunu söylüyor. Eşi
ile birlikte çıkıp dua alıyor, yerine oturuyor.
Duran oturan, koğusuz gıybetsin evine varana hızır
yardımcı ola, duası ile cem bitiyor.
20. Adanacı
Karlar erimiş Dağ başlarında kalan karlar son
direnişlerini veriyor. dereler kar suları ile coşmuş, dağ taş yeşermiş.
Çiçekler, otlar, yeşil ekinler, çoban döşekleri, kevenler birbiri ile
yarışıyor. Köyü dış dünyaya bağlayan tek yol bir saat uzaklıktaki tren yolu.
Kış boyu kopan dış dünya bağlantısı, ilekyazla birlikte yeniden yeniden
kuruluyor. Bütün bir kışı Adana, Mersin, Tarsus gibi güneyin zengin illerinde
kol işçiliği ile karnının doyurmuş, Mamaş'ın aç insanları biriktirdikleri son
kuruş ile üzerlerine temiz bir giysi alıyorlar. Tahta bavullarına doldurdukları
eşyalarlala geri dönüyorlar. Kazançları ne, ne getiriyorlar? Bu kazaç hep
abartılarak söylenir. Cebinde elli lirası olan 500 lira ile döndüğü söyler.
Daha az para ile dönen ise, çok para kazandığını ama parayı çaldırdığını
söyler.
Muharrem bir şovalye gibi trenden iniyor. Elinde
sık bir bavul var.
Ayağına
siyah körüklü çizme geçirmiş. Üstünde kilot pantolon, koyu mavi ceket ve onun üzerinde uzun bir
palto var. Gözüne kara güneş gözlüğü takmış, başında şık bir foter var.
Muharrem çalımlı yürüyüşle bir çayın önüne geliyor. Köye gelmesi için bu çayı
geçmesi gerekiyor. Ne ki, çayın suları ilkyazla birlikte coşmuş. Kıyılar
çamurdan geçilmiyor. Muharrem, çimenli yolun bitiminde duruyor. Bir üzerindeki
giysilere bakıyor, bir ırmağa bakıyor, ne yapacağını bilmiyor. O sırada karşı
yakada bir köylü çift çalışıyor. Gelen şık yolcunun ne yapacağını merakla
bakıyor. Birden Muharrem'in yüzünde ne yapması gerektiğine karar vermiş bir
gülücük beliriyor. Yüksek sesle karşı kıyada küreğine yaslanışmış kendisini
izleyen köylüye bağırıyor:
"Köylü gel hele, buraya!"
Karşı kıyıdaki adam koşup geliyor. Muharrem'in
karşısında üzerindeki beyaz yırtık gömleğini toplayıp saygılı bir biçimde
duruyor:
"Buyur
Bey, ne istiyorsun!"
"Beni alıp karşı geçeye geçireceksin"
"Bey siz kim oluyorsunuz?"
"Hele sen geçir, karşı geçede söylerim!"
Adam Muharrem'i sırtına alıyor. Çayın suları
oldukça coşkun. Adam bir yandan taşların arasında ayağına yer arıyor bir yandan
da sırtındaki saygıdeğer kişiyi suya düşürmemek için özen gösteriyor. Suyun
içinde, götünü büke büke soluk soluğa, Muharrem'i karşı kıyıya bırakıyor. Bir
nefes alıyor. Bu kez de karşı kıyada kalan küçük çantayı kapıp getiriyor.
Görevini başarı ile yerine getirdikten sonra, önemli konuğun kimliğini soruyor:
"Bey zatı aliniz kim oluyorsunuz?"
Muharrem çantasını eline almış adamın yanında bir
heykel gibi duruyor. Kafasını dikip
"Ben Mamaşlıyım" diye karşılık veriyor.
Mamaş önemli bir köy. Her tür saygın kişi çıkar düşüncesi ile ayrıntılı bir
yanıt arıyor köylü:
. "Kimlerden oluyorsunuz?"
"Ali Kahyagilerden" deyince adam
şaşırıyor. Mamaş'ın en yoksul ailesi. Soyundan sopundan bir adam gibi adam çıkmışlığı yok. Bu kez çok
daha sert bir soru soruyor:
"Kimsin sen lan?" diyor.
"Bayramın oğlu Muharrem" diye karşılık
verince adam şarırıyor. Bunu duyar duymaz elini silkip
"Aha babanın canına sıçayım" diye
bağırıyor. "Niye başından söylemedin ulan eşek oğlu eşek?
Muharrem sırtını dönmüş gülerek gidiyor.
"Söylesem beni geçirir miydin?"
"He geçirirdim, geçirirdim. Ben bilirdim sana
edeceğimi... Ah bir bilseydim. Ben de bir hükümet adamı sandım. Kaymakan gibi,
tahsildar gibi birşey. Eşek oğlu eşek, Bayramın oğlu Muharremmiş... Kocaoğlan
demiyor da! Bir de bey olmuş..."
Adanacıların en kurnazı Muharrem. Esmer yüzlü,
uzun boylu, dal gibi ince bir delikanlıdır Muharrem. Tek ayak üstünde kırk
yalan söyleyen, ama her yalanını dinleten, hemen çoğuna da inandıran;
inandıramadığına ise sevdiren ilginç bir kişi. Adana-Tarsus-Mersin gurbet
kuşlarının hiçbiri onun başarı ve işbilirliğni yakalayamaz. Köyde Muharrem'in
öyküleri hayranlıkla, gülerek anlatılar. Nasıl bulur, nasıl yaratır olayları
bilincinde? Her yalanı bir yaratıcılık ürünü olan bu kişinin köye dönüşü, gençler
arasında bir sevinç kaynağı olur. sofrası açık, ocağı sıcak bir konuksever
insandır. Yemeyi yedirmeyi seven, ama sözüne üvenilmez bir kişidir.
"Muharrem gelmiş... Muharrem gelmiş"
sözleri bir anda köyün çinde yankılanıyor. Muharrem hep gençlerin dostu. Bir
anda köyün delikanlıları Muharerm'in renk renk kilimlerle donanmış odasını
dolduruyor. Baş köşeden kapı önüne dek sıra sıra oturuyorlar. Muharrem'in
gözleri pırıl pırıl. Sevenleri gelmiş.
"Irmaçlı" diye genç eşini çağırıyor.
"Kız Irmaçlı uşahlara birşeyler getir. Gatıh, matıh ya da Adana
ürünlerinden."
Gençler Anada ürünleri istiyorlar. Kocaman bir
bakır tabak dolusu kuruyemiş geliyor. Çir, leblebi, kuruüzüm. Gençler kibar bir
oburlukla tabağa uzanıp avuçluyor.
"Eee, Muharrem Emmi, Adana nasıldı, Tarsus
nasıldı?"
"Uşah sorman Tarsus'u, Adana'yı. Yine Şadi
Beyi'in yanında çalıştım. Şadi Bey beni bırakmaz. Ama istasyondan köye gelirken
ne oldu bilin?"
"Muharrem Emmi senin hikmetinden sual
edilmez. Gör ne yaptın!"
Çil Mustafa dırdır edip duruyor ben çekip geldim.
Yoksa üstüm başım kirlenecek. Köye rezil olacağım. Ne yapayım komşular?"
"Hay bin yaşayasın Muharrem. peki kaymakamım
falan desen olmaz mıydı? Niye söyledin Muharrem olduğunu?"
"Ula Çil Mustafa biliyorsunuz bu dönük
Bektaşilerin babası. Bektaşilere bir intikam olsun diye söyledim Muharrem
olduğumu. Çil Mustafa'nın sırtına binmem bütün Kangal yöresinde söylenecek.
Fırsat elime düşmüş ki, kaçırır mıyım!"
Bütün gençler gülüyorlar. Hemen her ağızdan bir
övgü yükseliyor. Ama ortak tümce:
"Vallahi büyük adamsın Muharrem!"
21.
Kara Cemal, eşyalarının bir kağnıya yüklüyor.
Köyde evli kızı gelmiş. Eşyaların yüklenmesine yardım ediyor. Anne ve kızlar
sessiz ağlıyorlar. Feleğe kadere küfür ediyorlar. Cemal'in aldırdığı yok. Arada
kızıyor eşinin ve kızının ağlamasına. Küçük çocuklar gelmişler, göçün
yüklenişini hazin gözlerle izliyorlar.
"Kız ne ağlayıp duruyorsunuz? Ağlanacak ne
var? Ölüm yok ya! Gidiyoruz işte. Alıp köylerini başlarına çalsınlar. Yok
düşkünmüşüz de, yokmalımızı dafarlarını katmayacaklarmış da. Görsünler Kara
Cemal'in şehirde de işini yoluna koyduğunu."
"Ede bir güze gelir misiniz?" diyor
büyük kız.
"Bir daha bu köye adımımım atarsam..."
"Bu ne biçim söz ede?"
"Ne olacak, artık bundan sonra gelmem."
"Ben sizi artık görmeyecek miyim?"
"Seni Zile'ye getiririm."
"Beni Zile'ye kim yollar? Artık sizi
göremeyeceğim demektir."
"O, sofu kaynatana söyle. Kına yaksın işte
gidiyoruz..."
Gelin kız ağlıyor. Kağnı yüklenmiş. Kapıya kilit
vuruluyor. Kağnı karayoluna doğru gidiyor. Bir başına gelin yolda kalıyor. Bir
daha görememe korkusu içinde, gözlerinde biriken yaşları başındaki beyaz örtü
ile siliyor.
Hazin ayrılışın sancısı herkes sarmış. Dikbaşlı
adamdı Cemal. Pek sevilmezdi bu yüzden köyde. Köylü fırsatını bulmuş, anki ona
bir ders vermek istemişti. Sonuçta el
ele verip başarmışlardı. Kapısı açılmaz olmuştu. Kapısından geçenler selam
vermiyorlardı. İyice yalnızlığa itilmişti Cemal. Her şeye karşın son ana dek
kuyruğu dik tutmasını bilmişti. Kimseye eyvallah etmeksizin iki yılı şkın süre
evini ocağını yürütmüştü. Sonuçta ise baskılar ağır gelmiş, gurbetin yolunu
tutmuştu.
Şimdi onun kapısına kara kilit vuruldu. Artık onun
kapısından geçen yaşlılar selamlarını gizlemek için zahmet çekmeyecekler.
Kadınlar kocalarına Cemallarla ilişkilerini gizlemek zorunda kalmayacaklar.
Nedir ki, bir kapı kapanmış. Ocağın sönmesi, evin
"peğ" olması gibi bir olgu yaşanıyor. Br komşunun evinin kapısına
uğursuz kara kilit vuruluyor. Hani oğlu uşağı olmayan yaşlıların ölümleriyle
kapılarına kara kilit vurulur, evleri ocakları darma dağın olur ya, öyle bir
durum yaşanıyor. Hem de bunca oğlu kızı olmasına ve de dirliği düzeni yerinde
olmasına karşın.
Toprak damlı evlerin duvarları diplerinde oturan
yaşlılar kedileri ile bir hesaplaşmanın içine girdiler. Suçluluk duygusu içinde
birbirlerine açmak istemedikleri bir konu Kara Cemal'in göçü. Herkes kendini
suçlu tutuyor. Tamam Kara Cemal kötü adamdı, aksi adamdı. Dikbaşlıydı, kimseye
boyun eğmezdi. Ama çalışkan adamdı. Yardımseverdi. Komşunun elini alırdı. Zor
gün dostuydu. Üstelik yola, erkana düşkün bir iş yapmamıştı. Başına ne geldiyse
oğlnun yüzünden gelmişti. Bu duruma itilmemeliydi. Sonuçta ne olmuştu ki, yüz
evlik köyden bir evin eksilmesi kime ne kazandırmıştı? Herkesin günahi
kendineydi.
Elveda toprak damlı evler, elveda söğüt kavak
ağaçları ile süslü dereler. Artık ne zaman, nasıl dönülür kimse bilmiyor.
Bilinmez bir geleceğe gider gibi toprak yollu bozkarda kağnı ilerliyor.
22.
Toprak damlı evler. Dar kıvrımlı yollar. Söğüt
ağaçları ile süslü dere kıyıları. Yaz sıcağı basmış. Öğle sonrası. Harmanlarda
dövenler dönüyor. Yorgun köylüler çalışıyor. Bir top söğüdün altında gözlüklü
yaşlı bir dede bağlama çalıyor. Biraz ileride harmanda döven durmuş. Öküzler
harmanı yiyor. Yaşlı adamın aldırdığı yok. O bağlamaya sarılmış, döktürüyor
bağlamayı. Uzaktan, omuzunda yaba ile 14-15 yaşlarında karayağız bir delikanlı
geliyor. Harmana yaklaşınca yüzünde bir gülümseme beliriyor:
"Amca, ne bu hal? Ne yapıyorsun?"
Yaşlı adam yanıt veriyor.
"Ula oğlum Ali, bir bakayım, parmaklarım alışkanlığını
yitirmiş mi, dedim!
İkisi de gülüyor.
"Amca bir dakika, şu harmanı bir düzene
koyayım. Bu deyişi can kulağı ile dinlemek istiyorum. Öküzleri harmanda başı
boş bırakmışsın. Öküzler buğday yiyorlar, şişip ölecekler. Çocuklar nerde?
Dövene neden onları bindirmedin?"
"Çocuklar sırasının üstüne dövene
bineceklerdi. Kaçıp gitmişler. Derenin kıyısında olmalılar."
"Şimdi ben gösteririm onlara!"
Genç adam bağırıyor:
"Vahap, Cengiz, Tuğrul, Mehmet, nerdesiniz
ulan? Döveni burda koyup hangi cehenneme kaçtınız?"
8-10 yaşları arasında 3-4 çocuk korku içinde koşup
geliyor.
"Buyur ağabey" diye derli toplu
duruyorlar.
"Nerdesiniz ulan. Hepinizi döveceğim. Döveni
amcama bırakıp nere gittiniz? Sırasının üstüne dövene bineceksiniz."
Çocuklardan biri dövene biniyor. Yastıkların
üstüne otururlar. Amca sazı yeniden kucağına alyor.
Kangal'dan aşağı Mamaş'ın köyü
Derindir gölleri soğuktur suyu
Üç köyün içinde Zebneb'in soyu,
Zeyneb'im Zeyneb'im allı Zeyneb'im
Üç köyün içinde belli Zeyneb'im.
Genç adam diz çöküyor. Birkaç dakika amcasının
bağlama çalışını izliyor. Amcanın bağlaması bir türkünün eşliğinde karşı
tepeden yankılanıyor:
Söğüdün yaprağı narinden narin
İçerim yanıyor, dışarım serin
Zeynebi bu ayda ettiler gelin,
Zeyneb'im Zeyneb'im allı Zeyneb'im
Üç köyün içinde belli Zeyneb'im
"Ali oğlum, bu Türkü bizim köyün çok eski
türküsü. Şimdi kimileyin radyoda da söylenir."
Uzaklardan kağnı gıcırtıları geliyor.
Harmanlardaki köylüler arasında yorgun konuşmalar. Yoğun işi birazcık yoluna
koyan kimi komşular, söyleşinin yoğun olduğu top söğüdün gölgesine gelip
oturuyorlar. Bir bir çoğalan kalabalık mutlu bir ortama dönüşüyor. Dede
konuşuyor, çalıyor. Onlar aralıklarla söyleşiye katılıyorlar.
23.Cin Abbas
Cin Abbas lakabı ile ünlü
Abbas Dede kendine özgü bir kişi. Evi köyün bitiminde, mezara yakın yerde yer
alıyor. Küçük bir çayıra harman kurmuş, karınca gibi çalışıyor. Harmanı
derliyor, atların dizginini ayarlıyor. Bir an duruyor, aşağılardan gıcırdayarak
gelen kağnıya doğru bakıyor. Kağnı dev bir buğday çuvalı taşıyor. Komşu Sünni
köyü Halburveranlılar yaz aylarında un öğütmek için, bu yolup kullanıyorlar.
Mamaş'ı aşarak bir öteki köydeki su değirmenine buğday öğütmeye gidiyorlar. Bu
kağnı da onlardan biri olmalı. Cin Abbas gözlerini süzerek özenle bakıyor gelen
yolcuya. İçerden birilerilerini çağırıyor.
"Ali, sen şu harmana
biraz göz kulak ol. Benim Yoncalık'ta ufak bir işim var. Hemen geleceğim. Aman
gözünü atlardan ayırma!"
Omuzuna bir kürek alıp
yola düşüyor. Biraz sonra kağnısı ile gelen komşu köylü yolcu ile birleşiyor.
Söyleşerek gidiyorlar. Sıcak bir şöyleşi içinde tozlu yollarda ilerliyorlar.
Kağnının tekeri tozlu yola yarı yerine dek gömülerek gidiyor. Cin Abbas, adamla
tatlı tatlı havadan sudan konuşarak köyden çıkıyor. Köyün doğu kesimine düşen
yeşil alana geliyorlar. Yoncalıklar kurumuş. Kağnı bir dereye doğru kıvrılıyor.
Bu anda Cin Abbas soruyor:
"Yahu baharda bizim Ali'yi dövmüşsün."
Adam umursamaz yanıt veriyor:
"Haa, dört tane takmıştım."
Cin Abbas, hemen karşılık veriyor:
"Öyle mi? Öyleyse dört tane de ben sana takayım
hele..."
Cin Abbas adama kürekle vurmaya başlıyor. Adam şaşkın bağırıyor.
Ama derenin içinde ne duyan, ne yetişen var. Allah’ın bol, insanın kıt olduğu
bir dere içi burası. Adamı kanlar içinde bırakıp köye dönüyor.
24.
Söğüdün altında söyleşi
sürüyor. Ayranlar geliyor, bakır taslardaki ayranlar kafaya dikiliyor, şakalar
yapılıyor. Giderek artıyor katılım. Bir ikindi sonrasında günün yorgunluğunu
çıkarmak isteyen komşular bir bir beliriyorlar. Bu sırda Cin Abbas, sessizce
yanlarına yanaşıp oturuyor. Cin Abbas korkunç çalışkan bir kişi. Yaz döneminde
öyle söyleşiye, lafa katılmaz. Revani Cin Abbas'ı görünce seviniyor:
"Yahu, Abbas Efendi,
senin yolun düşmezdi bu taraflara, hoş geldin. Sen işten güçten ayrılmazsın.
Abbas Efendiye bir yastık getirin." Söyleşi giderek artan coşku ile
sürüyor:
"Bu Zeynep bizim köyden Hasan Ağagilin
kızıymış. O zamanlar kervancılar gelirdi köylere. Bir kevancı geldi. Atlarla
kervan konakladı. Bir iki eve dağıldılar. Bu arada genç bir delikanlı bizim
Hasan Ağların Zeynebi pınarda görmüş. Zeynep su dolduruyor. Kervancı da yüzünü
yumaya gitmiş pınara. Bir görüşte tutulmuş Zeynep'e. Sonra tutturmuş babasına
"ne yap yap bu kızı bana al." Babası zengin. Kervancı dedik ya sen
anla gerisin. Neyse efendim, geldiler Hasan Ağagile kız istemeye. Hasan Ağa kız
verir mi, öyle elin yabancısına, yezidine. "Ulan siz kim oluyorsunuz"
deyip kovdu. Oğlan mal mülk ne istiyorsanız vereyim. Canımı alın bu kızı bana
verin diye yanıyor. Ama Hasan Ağa vermez. Hem de uzatmadı işi. Hemen Balıgile
verdi. Şu bizim Balı var ya, Götöğ Balı, işte onun anasıydı Zeynep. Daha kervan
köydeyken düğün tutuldu. Zeynep gelin gidiyor. Kervarcı yandı tutuşuyor.
Gözleri dolu dolu, köyün kıyılarında geziyor. İşte o sıra yakmış bu türküyü.
Şöyle sürer:
Zeynebi bu hafta ettiler gelin
İçerim yanıyor dışarım serin
Zeynep'im Zeyneb'im allı Zeyneb'im
Üç köyün içinde şanlı Zeyneb'im
"Sonra türküyü 1932 de Sivas'ta Halk Şairleri
Bayramında Aşık Süleyman çaldı. Muzaffer Sarısözen notayı geçirdi. Şimdi
radyolarda çalıyor. Ama kimse bilmiyor bu olayın Mamaş'ta geçtiğini. Zaten
deyişin birinci dörtlüğü de söylenmiyor."
Cin Abbas'ın üzerinde bir
dinginlik, bir durgunluk var. "Yahu Abbas Efendi, nen var?" diyorlar.
"Yorgunum biraz" diye karşılık veriyor.
Bir süre sonra köyden bir
genç geliyor.
"Dede.." diye
bağırıyor.
"Ne var Mor
Veli?" diye soruyor Revani.
"Duran’ı Ömer'i
dövmüşler", Revani şaşkın biçimde sazı bırakıyor elinden. soruyor:
"Kim dövmüş? "
Çocuk Cin Abbas'ı
gösteriyor.
"Abbas Emmim dövmüş
diyorlar."
Cin Abbas:
"Görüyorsunuz
arkadaşlar saatlerdir ben burada oturuyorum. Hepiniz şahitsiniz."
Herkes gülüyor.
"Doğru sen burda oturuyorsun. Biz şahitiz
Abbas Dede."
Revani sessizce yerinden kalkıyor. Bütün
oturanların yüzünde tatlı bir gülümseme. Hayranlık duyan gülücüklerle Cin
Abbas'ın yüzüne bakıyorlar. Kimse bir şey soramıyor. Cin Abbas yarı şaka yarı
ciddi kızıyor:
"Ne gülüyorsunuz, niye bakıyorsunuz yüzüme
ulan, Allah'tan korkun ben sabahtır burada oturuyorum..."
"Tamam dede tamam, oturuyorsun. Biz şahitiz.
Şahitiz de, sen burada otururken Halburveranlı nasıl döğüldü diye
gülüyoruz."
"Ne bilem kim döğmüş, yezit oğlu yezidi.
Belki komşuları döğmüştür. Benim üstüme atıyor. Biliyorsunuz, bu yezidin bize
düşmanlığı var. İlkyazda bizim Ali'yi döğdü. Şimdi de benim üstüme
atıyor."
Herkes gülüyor. Cin Abbas da gülüyor kendi
sözlerine. Tüm topluluk bu gülme üzerine rahatlıyor. Cin Abbas:
"Vallah yahu... Karısı mı döğdü komşusu mu,
ne bilem, kim döğdüyse döğdü. bana ne?"
25.
Revani, oturanlardan bir iki kişiyi çağırıyor.
Ayaküstü konuşuyorlar. Revani:
"Ne yapacağız? Abbas Efendi'yi ortada koyup
candarmaya teslim edemeyiz. Çabuk çağırın muhtarı."
Birkaç dakika sonra Muhtar geliyor:
"Muhtar, senin aran yok Abbas Efendiyle. Ama
bu iş bütün köyün namusu. Candarmaya teslim etmeyeceksin Abbas
Efendi'yi..."
"Ulan, siz deli mi oldunuz, şaşırdınız mı?
Ben adam mı veririm candarmaya. Abbas Efendi benim kanlım olsa vermem. Bir
Yezit döğmüş... ben kalkıp onu ortada mı koyacağım? Karışmayın."
Köyün içine yayılıyor bir anda Cin Abbas'ın olayı.
Hayranlık ve şaşkınlıkla anlatıyorlar:
"Abbas Efendi Halburveranlı Ömer'i bir döğmüş
ama sorma!"
"Ula görülmüş birşey mi Halburveranlı döğmek?
Hükümet adamı döğmekten beterdir."
"Kardeşim, boşuna Cin Abbas dememişler... O döğer."
"Hay eline sağlık Cin Abbas..."
26.Oruç
Köy kara yasa batmış. Kızgın bozkır sıcağı altında
zaman durmuş gibi. En değerli zaman diliminde yaşam durmuş.Bir yılın birikiminn
derleneceği, bu anlık zaman kesinde ne yapılırsa yapılacak, tane tane buğdaydan
çuvallar doldurulacak, değirmene gitmek üzere avlulara direnecek. Gelecek yaza
çıkıncaya dek yaşamı götürecek un, bulgurun hesabı yapılacak. Sonra işin içinde
komşulardan un, bulgur dilenmek de var. Her ödünç gibi ödünç kuzular. Bir ölçek
un için bir buçuk ölçek denir. Dedikodu da üstüne üstlük.
Açlığın ve toplumsal üzüntünün sıkıntısı içinde bireyler
yarını unutmuş, ölüm sonrasının hesaplaşmasını yapıyor Hz. Hüseyin'in ölüm
günleri, on iki gün oruç tutuluyor. Bu aynı zamanda bir yas töreni. Su en az içilecek,
gülmek yasak ve en küçük sevgi gösterisi suç. Saç sakal kesilmez. Tam anlamıyla
yaşam ötesinde yoğunlaşmış düşünceler.
Ne ki yaşam kuralını koyuyor, ölümün zamanını
bilmek olanaksız. Ölüm ötesi ile tümden bilinçte çizilen soyut bir evren ama on
beş gün sonra yaşam var. On beş güne ne gerek, akşam oruç açılacak. Oruç
sofrasına ne gelecek, onun kaygısı var, oruç sofrası. Ve de çocuklar, onlar
ekmek, yemek isterler. Hadi bakalım sofu kardeş, öteki dünyaya varmadan bu
dünyadaki görevini yerine getir!
Zaman onu sorar. Gün boyu, bu duygu ve düşünce
içinde midelerin açlıktan guruldadığı, tenin sıcaktan doyumsuz bir su isteği
ile çırpındığı ve dudakların çatladığı sırada kağnıya sap yükleyeceksin. Sapı,
devrilmemesi için kendirle kıskıvrak çekip bağlayacaksın.En küçük yanlışa yer
bırakmayan bir çaba ile yapılacak bu iş. Yoksa yolda sapı devirmek tüm işi
yeniden yapmak, dahası bir iki kişinin yardımına gerek duymak, ve de tüm köye
ister istemez rezil olmak var.
İlkokulu bitirmek için kışı ilçede ya da Sivas'ta
geçiren çocuklar, eşek sırtında saman çuvalı taşırken, yaptıkları işin ağır
utancı içinde yalnız önlerine bakıyorlar. Kimseyle göz göze gelmeme çabasında
dış dünyaya kendilerini kapıyorlar.
Kara Ali, şu Ali Efendigilin Kara Ali var ya, bir
garip çocuk. Nasıl demeli hızır gibi bir adam. Yonca mı sulanacak orada, çuval
mı yüklenecek orada, tırpan mı biçilecek orada. Hiç bir işten yüksündüğü, utanç
duyduğu yok. Hangi işi yapsa en iyisini yapmaya çalışıyor. İgücünü çaldığı yok.
Üstelik köyün en iyi okumuş adamı, ortaokul son sınıfa gidiyormuş. Orta okul ne
demek biliyor musun?
27. Sap
Kağnısı
Sap yüklü kağnının gacırtısı dağı taşı tutuyor.
Karayağız delikanlının özenle yüklediği sap dağ gibi heybetli. Yanında yaşlı
amcası ile laflayarak geliyolar.çeredeki ekin tarlaları sararmış biçilmeyi
bekliyorlar. kimi tarlalar ise biçilmiş. Giderek silinip gidiyorlar. Uzaklardan
yorgun selamlşma sözcükleri duyuluyor:
"Kolay gele, bereketli ola... kaç günlük işin
kaldı"
Sorular da görev gereği, yanıtlar da kimsenin
konuşmaya gücü yok. herkesin canı burnunda. Burnunun tutsan canları çıkacak
türden. Kağnı bir kıvrma griyor. Birden önlerinde devrilmiş bir kağnı ile
karşılaşıyorlar. Temizce giyimli sarkık bıyıklı adam, kağnının öküzlerini
çözmüş, arabayı yeniden kaldırmak için üzerindeki yeşil otu atıyor. Ali
soruyor:
"Kim bu amca? bu adamı ilk görüyorum. Bizim
köylü mü?"
"Bizim köylü., Kara Cemal. Zile'de oturur.
Yıllar önce bir düşkünlük yüzünden, köye kahredip gitti. İşini gücünü Zile'de
kurdu. Durumu çok iyi. Bir çayırı var şu ilerde. Her yıl bir kez gelir, çayırın
otunu satıp gider. Elini bir işe sürmezdi. Nasıl oldu da çayırın otunu kendi
götürüyor?"
"Selamın Aleyküm Cemal. Hoş geldin, ne zaman
geldin duymadım."
Aleykümselam dede. İki gün oldu geleli."
"Hayrola Cemal, nerden ot yüklemek aklına
geldi? Sen çayırın yüzünü satıp giderdin."
"Sorma dede, şu Kendirgile sattım. Pazarlığı
bozdular. Mecbur kaldım, otu kapıya götüreyim, burada mal davar yiyor. Artık
köy işlerini unutmuşum. Kağnıyı devirdim."
"Cemal geçti o eski günler. Artık elin işten
uzaklaştı."
"Öyle dedem unutmuşuz. Sapı iyi
yükleyememişim araba devrildi. şimdi toplamaya çalışıyorum. Yeğenin mi bu,
Abbas çavuşun oğulu?"
"Heye."
"Maşallah büyümüş dede. Artık elinden tutuyor
senin."
"Çok şükür Cemal. Ali de tam babası gibi.
Çalışkan."
Ali söze giriyor:
"Amca yardım edeyim mi?"
"Çok iyi olur."
Ali, dirgeni çekip kağnıya yaklaşıyor. Fırtına
gibi otu bir yana atıyor. Üçü kağnının yanına dayanıp yeniden iki tekerleğinin
üzerine oturtuyorlar. Ali yerdeki otları dirgenle kagnının üzerine atıyor. Kara
Cemal çiğniyor. İş bitiminde öküzleri koşuyorlar. Ot kağnısı önde, Revani'nin
kağnısı arkada yola koyuluyorlar. Kara Cemal, Ali'ye dönüyor:
"Ali Efendi nerede okuyorsun?"
"Orta sonda." Ali, kendisine Efendi'
denmesine şaşıyor. Birden kendi kendine "Ali Efendi, Ali Afendi" diye
söyleniyor. Kara Cemal çocuğun kendisine Efendi sözünün söylenmesini
yadırgadığını anlıyor.
"Ali Efendi ya! Sana deden Ali Efendi'nin
adını verdiler." Sen bizim için Ali Efendisin. Maşallah çok
sevindim." Kurt Veli'ye dönüyor.
"Dede, sorma çocukları okutmaya çok hevesim
vardı, ama olmadı. Okumadılar."
"Cemal, Yusuf okudu ya."
"Yok dedem yok, okumak o değil. Sen ne okumak
istiyorsun Ali Efendi?
"Mühendislik, inşaat mühendisi olmak
istiyorum."
"Hay bin yaşayasın. Gördün mü, okumak budur
dede. Avukat olacaksın, mühendis olacaksın, doktor olacaksın, yani şöyle bir
yer tutacaksın. Okumak bu dedem. Yoksa, onun bunun götüne yne vrmayı öğrenmek
okumak değil. Yusuf'uun okuduğu bu.
Sağlık memuru oldu. Bu yalnızca ekmeğini kazanmak. Kimseye muhtaç olmadan
yaşamak. Ben de böyle Ali Efendinin söylediği gibi okutmak istedim Yusuf'u,
liseye gitmedi. Kolayı seçti, tez elden evlenmek için. Sanki birşey varmış
gibi.
"O da yeter Cemal. sen hiç okul
görmedin."
"İşte mesele de bu ya. Dönem değişiyor. Artık
öyle küçük okumuşluk yetmiyor. İleride hiç yetmeyecek. Bizim büüyük okumuş
yetiştirmemiz gerek. Devlette sözümüz geçmeli. Her şey bozuluyor. Bak köyün
eski durumu kalmış mı? Paramla üç araba otu getirtecek adam bulamadım. Kendim
bir kağnı buldum taşıyorum. Emmi oğluna 'ula yavrum on lira verem, gel biraz
yardım et' dedim, gelmedi. Bey arkadaşlarına söz vermiş, onlarla çermiğe
gidecekmiş. Çermiğe iki gün sonra gitse olmazmış sanki. Olur mu bu dede? Böyle
miydi bu köy? Köye biri gelince tümü yardımcı olurdu. Sen dedesin, bir elini
alan var mı?
"Yok Cemal, geçti o günler. Çok şükür, şu
çocuk yetişti de elimi alıyor."
"Geçti tabi. Millette ne sevgi ne inanç, ne
saygı kaldı. Günbe gün tükeniyor.Şu sizin yaşıtlar giderse, her şey unutulup
gider. Ne Alevilik kalır, ne dedelik. Bu yüzden okumalı gençler. Bundan sonra
eski düzen sürmez.
"Ula Cemal, ne laflar ediyorsun? Bu ne
sözler?
"Dede el memleket görüyorum. Sabahtan akşama
el içindeyim. Bir hastan olur Hastaneye yatıramazsın. Bir avukat bulamazsın.
bize bunlar gerekli. Çok şükür Ali Efendi iyi okuyormuş. Bir gün bir yardım
gerekirse, elimden geleni yaparım Ali Efendi'ye."
"Sağ ol Cemal, ne yardım gerekecek. Babasının
aylığı var okutuyor."
"Hani ben söyleyeyim de, gün ola harman
ola..."
"Gün ola harman ola. Haklısın Cemal. Hayatta
hiç birşey belli olmaz.
Kızarmaya hazırlanan güneşin vurduğu gölgeler
uzuyor. Ali, gölgelere bakıyor. Kendi gölgesine. İki üç kat büyük kambur bir
gölge. Sanki ruhunun derinlerindeki dev adam yürüyor o gölgenin içinde.
"Ah şu lise bir bitse diye geçiriyor içinden. "Şu güzel insanlar
görseler okumak nasıl olurmuş. Zavallı adamın oğlu sağlık memuru olmuş. Oysa
adam okutmak için her şeyi yapmak istemiş. Ey tanrım yüzümü kara çıkarma. bana,
şu amcama, şu güzel insanlara hizmet olanağı ver! Bir kez... bir kez...."
28.
Ali Ede Kurtkulağı'ndaki tarlanın ürününü derlemek
için, kağnıyı sap yığınına dayadı. Delikanlılığa yeni adım atmış oğlu
İbrahim'le kağnıyı yüklemeye başladı. Ali Ede aşağıdan dirgenle sap veriyor,
İbrahim sapı yerleştiriyordu. Sap yığınının hemen yanında bir çağal yığını
duruyordu. Tarladan ayıklanan taşların yığılı bulunduğu bu taş yığını,
28.
Kurt Veli Dede bunları anlatırken, birden kapının
önünde konuklar belirdi. "Uşak bakın hele kimler geldi" dedi.
Çocuklar koşarak kapı önüne gittiler. Vahap ordan bağırdı.
"Amca Zile'den
gelmişler. Ziyaretçilermiş. Silisli Aşığın köyünden."
Veli dede yerinden doğruldu. Yanına yeğeni alıp
ziyaretçilerin yanına gitti. Ziyaretçiler el öpüp saygı gösterisinde bulundular.
Evden kadınlar kızlar çıktı. Heybeler içeri alındı. Kapı önüne minderler
atıldı. Ayranlar getirildi. İkramlar başladı. Kadınlar kendi aralarında,
erkekler kendi aralarında konuşmaya başladılar.
Evet, Zile'den gelmişlerdi. Veli dedenin
talipleriydi. Kiminin çocuğu olmuyordu, kiminin çocuğu oluyordu da durmuyor,
yaşamıyor. Dedeyi düşlerinde görmüşler. Bu yaz günü işi gücü bırakıp topluca
dedeye gelmişlerdi. Dede onları çağırmıştı. Eee, böylesine inançlı insanlar
nasıl karşılanırdı. "Hoş gelmiş, sefalar getirmişlerdi."
Böyle bir havada hazırlıklar başladı. Evde hızlı
bir gitgel sürüyor. Komşulara gidiliyor, tabak, yiyecek getiriliyor. Bu arada
yiyecekler getirilirken gizleniyor, konuklara yokluk belli edilmek
istenmiyordu. Ama konuklar da sezimişlerdi.
"Dede sana sıkıntı verdik" gibilerden
arada ağızlarından bir iki sözcük yuvarlanıyordu. Ama dede de moral yerinde hiç
birşeyi aldırdığı yok. Bıyıklarını buruyor, neşe içinde anlatıyor, anlatıyordu.
Köylülerden kimilerini soruyor, gelmişten geçmişten ne aklına geliyorsa
döküyordu. Yanında kara yağız yeğen tatlı gülücüklerle amcasını izliyordu.
Bu sırada kapı önündeki döven çoktan unutulmuştu.
Dövenin üzerindeki çocuk acıklı gözlerle eve bakıyor, bu söyleşiden uzak
kalmanın tedirginliği içinde kendi kendine küfürler ediyordu. Hep kendi mi
yapacaktı bu işi bir sürü çocuk daha vardı. Çocuk derenin ardından dolaşıp sesizce
eve süzüldü. Oh be dünya varmış. Ev bir cümbüş. Tandır başında yufkalar
yapılıyor. Yemekler pişiriliyor. Veli dede anlatıyor. Bir kıyıya sinip
oturuyor.
29.
"Kız ana, çalıdaki çamaşırlar eksik,
"Ne demek eksik. Bizim çamaşırları kim ne
yapacak. Yel bir tarafa atmıştır. Sağa sola baksaydın.
"Baktım ana. Yok. Vallahi eksik.
"Hangi çamaşırlar eksik?
"Ablamın çamaşırları!
Anne olağanüstü tepki gösteriyor. Gözleri açılmış,
"Nee... tümü onun çamaşırları mı?
Tümü onun, iç donu bile yok!
"Eyvahhh...
"Ne oldu ki?
Elif Ana'nın tepkisi korkunç. Top söğüdün
gölgesinde yeğenine saz öğreten kocasına yolluyor küçük kızı."Çok acele
gelsin" diyerek. Top söğüdün
gölgesinde yeğen saz çalmayı sürdürüyor. Baba içeri geliyor. Elif Ana
ile Revani arasında hararetli bir konuşma geçiyor. O dingin Revani'nin rengi
atmış, cebinden tabakasını çıkarıp bir sigara sarıyor. Bir iki dakika kapı
önünde duruyor. Ne yapacağını düşünüyor. Oğullarından birini çağırıyor.
"Git bana muhtarı çağır.
Bir kaç dakika sonra muhtar geliyor;
"Hayr ola dede ne var?
"Muhtar, pek hayır değil. Kızın çamaşırlarını
çalmışlar.
"Etme dede, yel uçurmuş olmasın? Kim
çalabilir, senin kızın çamaşırlarını hangi soysuz bunu göze alabilir? Yok dede
olmaz.
"Muhtar, iyice baktık, arattım. Yok.
Çalınmış. Yalnız kızın çamaşırları eksik. Bir pislik çıkmadan bunu bulmak senin
işin!
"Dedem, kurban olan sen üzülme. Size uzanan
el bize, hepimize uzanmış demektir. Sen ne diyorsun. Sen üzülme.Şimdi kimseye
sezdirme sezdirme. Git çocukların yanına otur. Ben, bir köyün içine girer
anında bulurum. Yalnız sen kemseye duyurma!
"Revani, omuzları düşmüş, top söğüdün altına
gidiyor. O sırada Ali Rıza Bozkurt sevinçli:
"Amca, bak dediğin makamı çıkardım!..
"Çok yaşayasın oğul. Dedim yaparsın diye çal
hele,
Ali Rıza sazı çoşku ile çalıyor. O an yeniden
amcasına bakıyor. Amcasının durgunluğunu, üzüntüsünü seziyor.
"Amca senin neyin var?.. Kötü bir şey mi
oldu?
"Yok... Yok... Sen çal.
"Amca sende birşey var, neden çağırdı seni
Elif Ana?
"Yok... önemli değil. Tarlanın sulanması...
"Sularız Amca...
Ali Rıza Bozkurt anlıyor. Sazı yana bırakıyor.
Durgun bir ortam. Kimse konuşmuyor. Bu suskunluk tedirgin ediyor Ali Rıza
Bozkurt'u.
"Amca gel hele, biz şöyle dereye doğru bir
gidelim.
İkisi kalkıyorlar. Amcanın elinde sigarası. Boylu
boyunca yürüyorlar.
"Amca, nen var senin?
"Sorma Ali. Çok kötü, çok kötü...
"Ne kötü olan?
" Bizim büyük kızın çamaşırlarını çalmışlar.
"Kim çalmış? Bunda üzülecek ne var? Bunca
değerli miydi çamaşırlar? Yenisini alırsın!
"Yok Ali yok... Sen bilmezsin, bu bir namus
sorunu. Burada, genç kızın elbisesinin çalınması...
"Yahu Amca, on paralık bez. Ne namusu, çalan
kıçına soksun. Düşünme, ben yarın Kangal'a gider, yenisini alır gelirim.
"Ali oğlum, para pul sorunu değil. Namus...
"Yahu Amca anlamıyorum, on paralık çit-çaputu
ne gözünde büytüyorsun. Ne namusu?
"Yavrum, burada bir genç kızın iç
çamaşırlarının çalınması, onun orospu olması demektir.
"Niye?
"Böyle işte. Köyde oynaşının giysisini çalıp
ona buna gösterip rezil ederler.
"Allah... Allah...
"Ya Allah... Allah!
"Peki kızın oynaşı mı varmış?
"Yok oğul, dalda asılı çamaşırı çalmış kim
çaldıysa.
"Kim çalabilir?
"Bilmem... Çok önceleri Kara Cemal'in oğlu
böyle bir cahillik etti de düşkün olduydu Kara Cemal."
"Yine o eşek sıpası mı yaptı? Gidip ayağımın
altına alıp çiğneyeyim."
"Yok oğul. Adam düşkün oldu. Kimse selam
vermedi. Çoluğunu çocuğunu toplayıp köyü bırakıp gitti bu yüzden. Kimse kalmadı
ondan. Oysa kendisinin en küçük suçu yoktu ve iyi bir Aleviydi zavallı. Oğlunun
yüzünden."
"Ne yapacağız?
"Yok Ali olmaz. Kimin yaptığını bilmeden
olmaz. Bu çok ağır suç, cinayet çıkar. Hele bekle. Muhtarı çağırıp konuştum.
30. Deli
Mustafa
Bir eşeğin üstünde, ufacık yaşlı biri geliyor. Pos
bıyıklı, kısık sesli, deli bakışlı biri bu. Kısık sesiyle "Veliağa"
diye bağırıyor. Veli dede top söğüdün altında oturduğu yerden sıçrıyor:
"Vay dedem" diye koşuyor. Ali şaşırıyor.
Amcasnı hiç böyle atik görmemiştir. Kim bu garip konuk? Kurt Veli adamın eline
sarılıp öpüyor. Ali, soruyor:
"Kim bu amca?"
"Dede, dede... Ateşağa... Mustafa dede...
Çorumlu Dedekargın ocağından Deli Mustafa dede derler buna oğul. Bu da bizim
dedemiz."
"Amca sen kendin dede değil misin?"
"Dedenin de dedesi olur oğul. bunlar da bizim
ocağın dedeleri. Biz de Dedekargın ocağı önünde hesap veririz. Her ocağın da
sorğulandığı bir ocak bulunur. El ele, el hakka uzanır."
Veli dede, çok sever ve saygı duyar bu çılgın
adama. Yaşı yetmişi aşmış. Bir dizi çılgınlıkları var. Açık sözlü, rahat bir
adam. Dünyayı önemsemez.
Veli dede bir yandan dedeyle bir yandan taliplerle
ilgileniyor, iki yanı da küstürmemek, saygıda kimseyi unutmamak istiyor.
Bu sırada dışardan bağırdılar, döven durmuş.
Öküzler sapı yiyor. Çocuklar dövenin üzerinde tutmak olanaksız. Veli Dede
yeğenine:
"Bu kalabalıkta çocuklar döven üzerinde
tutulmaz. Ali yavrum git şu öküzleri çöz, içeri getir. Şu konukları yolcu
edinceye dek iş dursun."
"Olur mu amca iş dursun? Ben çalıştırırm
çocukları."
"Yok oğlum yok, sen bilmezsin. Boş ver. Benim
dediğimi yap."
"Peki sen bilirsin amca."
Ali kızgın harmana gidiyor. Öküzleri çözüp içeri
getiriyor.
Evde koşu sürüyor. Bulgur pilavları hazırlanıyor.
Ekmekler dökülüyor. Komuşular gidip gelmeler birbirini izliyor. Ha, kaç kişi gelmişti?
On- on iki kişi. Evde yatak var mı? Kimden yatak alınacak? Ana kıza sesleniyor:
"Kız şuradan Dinik Veli'yi gidin üç kat yatak
iste hele"
"Ben gitmem."
"Kız ben gitmem ne demek! Kim gidecek
peki?"
"Kim giderse gitsin. Sen niye
gitmiyorsun"
"Görmüyor musun elimde işim var."
"Gidip kendin istesen ya!"
Ana kalkıyor, dır dır ederek gidiyor. Kız hamurun
başına oturuyor. Biraz sonra Elif Ana geliyor. Ama yüzünden düşen yüz parça.
Kız acı acı gülüyor. Ana kıza sesleniyor:
"Kız git, sessizce edeni çağır."
Biraz sonra Kurt Veli geliyor. Elif Ana:
"Dinik Veligil yatak vermediler. Nerede
yatıracağız ziyaretçileri rezil olacağız. Ne yaparsan yap, yatak bul. İşte
dedeliğin sonu!"
Kurt Veli'nin de rengi atıyor. Bir sigara yakıyor.
"Çabuk bana Ahmet Ede'yi çağırın!"
Büyük kız isteksiz gidiyor. Biraz sonra Ahmet Ede
geliyor:
"Buyur Veli Ağa ne istiyorsun?"
"Ahmet, ziyaretçiler kalabalık yatak lazım.
Ne yap yap yatak bul."
"Veli Ağa, bizim yatakların yünü kurumaya
kondu, biliyorsun."
"Biliyorum Ahmet biliyorum. Ama ne yap yap
bul. Yapacak birşey yok ortada kaldık. Kimse iki kat yatak ödünç vermiyor. Otel
yok ki otele götüreyim. Ne yapayım sen söyle?"
"Peki Veli ağa!.."
Bir sigara da o içiyor. Gözünde hüzünlü yaşlar
birikiyor.
"Koca köyde yatak bulunmuyor değil mi? Bir yatak
vermiyorlar, bir yatak... İşte bu durumlara düştük Veli Ağa... Bet bereket
kalmadı bu köyde."
Birlikte yatacak var mı. Sayım yapılıyor. Erkekler
bir odada, kadınlar bir odada yatacak. O odaya onca yatak sığar mı, hadi
yandaki evlük de de iki kişi yatsın. Yine yer eksik. Üstelik Deli Mustafa
nerede yatacak? Hesaplar yapılıyor, olanaklar ortaya dökülüyor. Ama yok
yetişmiyor bir türlü. Yahu hele daha akşama çok var. Önce şu yemek sorunu
çözülmeli. Adamlar acından öldü. Yoldan geldiler. Pilavlar pişti mi? Davar
gelecekti. Davardan bir keçi, bir koyun bulup kesmeli. Ne kesilecek? Yine
hesaplar, yine kitaplar. Veli dede dışarı çağırılıyor. Ne yapacağız. Hangi
koyun kesilecek?
Ölüm, kimi bekliyor. Genç kızlar bir türlü
hayvanların kesilmesine razı olmuyorlar. Oysa ölüm bıçağı sabırsız bekliyor.
Biri kesilecek. Bunca insan ağırlanacak. Hem bunlar rakı da içerler? Köyde rakı
var mı? Koşun dükkana sorun hele kaç şişe rakı var. Yoksa Kangal'a adam
yollanacak.
Tüm zorluklar aşılmış, akşama çıkılmış. İçeriye
sofralar kurulmuş. Bulgur pilavları öbek öbek kurulan yer sofraları üzerinde
bakır siniler üzerinde yerlerini almışlar. Pilavların üzerinde kızarmış etler
yığılmış. Tere yağının nefis kokusu içeriyi sarmış. Taze soğan, maydonoz gibi
yeşilliklerle masalar süslenmiş. Kadınlar aşağı sofrlara oturmuşlar. Erkek
konuklar üst masalardalar. En başköşede Deli Mustafa dede oturuyor. Yüzünden
düşen yüz parça, kimseyle konuşmuyor, kendini zor tutuyor. Kurt Veli kimseyi
küstürmemek için bıçak sırtında ilişkiyi sürdürüyor. Sofralara bakıyor. Hiçbir
sofrayı öbüründen üstün tutmuyor gözükmek çabası ile çırpınıyor. Rakılar
açılıyor. Çay bardakları içine rakılar dolduruluyor. Üzerine sular konuyor.
"Hu erenler hoş geldiniz!"
Sofralarda bardaklar kalkıyor. Herkes ilk yudumu
atmanın rahatlığı içindeler.
"Dede, de hele al şu sazı eline!"
Kurt Veli sazı alıyor. Yeğenine işaret ediyor. O
da alıyor bağlamayı eline. Ve köyden gelen biri kıralnet çalıyor. Türküler
deyişler, ezgiler göklerde yankılanıyor. Deli Mustafa dışında herkes mutlu. Rakılar
dolup boşalıyor. Bardaklar kalkıyor. Giderik esriklenen konuklar bir bir
dedenin elini öpüp dolu alıyorlar. Bu kez sıra kadınlara geliyor. Onlar da
dededin dolu alıyorlar. Tümü dededen dileklerinin yerine gelmesi için dua
istiyorlar. Dede de esrik. Şu anda gündüz çekilen tüm sıkıntıları unutmuş.
Gündüz geride kalmış, yarın yok. Yaşanan andır var olan yalnızca. Akşam
serinliği çökmüş köyünün üstüne. Bahçede iyice üşünür olmuş. Top söğüdün
altında kurulan sofraların konukları soğuktan ürperiyorlar. Üzerlerine
ceketlerini alıyorlar. Sofralar sürekli boşalıyor. İçeriden yemekler geliyor.
Rakılar dikiliyor. İyiden iyiye sarhoşlular çıkıyor. Ateşağa Deli Mustafa,
sofradan iyice uzaklaşmış. Yaşananları izliyor. Kendi kendine konuşmaya
başlıyor. Yataklar serilmiş. Rakın verdiği yiğitlik soğuğun vurduğu tokatla
yerini yorgunluğa bırakıyor. Bitkin konuklar bir bir yataklarına tünüyorlar. Bu
arada bir ikisi iyice sarhoş. Birinin yatağa gitmeye bie gücü yok. Dere
kıyısına doğru gitmiş. Soğuk suda yüzünü yuyor. İçine bir bulantı çöküyor.
Öğürmeye başlıyor. Uzktan öğürme sesleri gelince Deli Mustafa'nın sesi iyice
yükseliyor:
"Öğğğ, ne var eşekoğlu eşekler. Bu iş zamanı
bir de dede görmeye gelmişler. Haydi anasını ... kara keçi de gitti
üste..."
Kurt Veli, dedeyi menmun etmek, kimseyi
küstürmemek için Deli Mustafa'nın yanına geliyor. Ama Deli Mustafa'yı susturmak
olanaksız. O gündüz kesilen kara keçiyi takmış aklına. Sürekli küfür ediyor
gelenlere. Her küfürün ardından "Kara keçi de gitti üste..." diye yineliyor.
Bütün aile bireyleri gülüyorlar. Deli Mustafa'nın deli bakışları dönüyor
ortamın üzerinde. Ay çıkmış. Ay aydınlığı ortalığı aydınlatıyor. Söğüdün dalına
takılan lüks lambanın ışığında silikleşme beliriyor. Neşe ve coşku ile başlayan
akşam yorgun bir geceye dönüşüyor. Yarın tüm bu gecenin hesabı ödenecek.
31.
Gündüz. Yine kızgın yaz sıcağı. Köyde düğün var.
Yeni türeme zenginlerden, Almancıların düğünü. Düğünün son günü. Artık atlı
düğünler gitmiş. Köyü turlayıp kızı evine götürecekler. Birkaç taksi dolusu
düğüncü köyü turluyorlar. İlk taksinin içinden davul zurna çalınıyor. Kurt Veli
top söğüdün altında oturuyor. Düğüncüler bir çalımla evin önünden geçiyorlar.
Oysa eski geleneğe göre, gelin bu kapıda attan iner, eşiğe niyaz eder, evden
"berklik" denen uğur parası alır öyle geçerdi. Şimdi kimse
önemsemiyor o geleneği. Kurt Veli oturduğu yerden, coşku içinde geçen taksileri
izliyor. Çağdaşlık mı, değerlerin yitişi mi sorusu beliriyor içinde.
32.
Top söğüdün altında akşam, yine aynı yerde yalnız
bir sofra kurulmuş. Dünkü konuklardan kimse yok. Köyden birkaç yaşlı ile
Ateşağa Deli Mustafa oturuyorlar. Yine rakı içiliyor. Sofranın büyüğü Deli
Mustafa. Önceki gün ağzına bir yudum rakı koymayan Deli Mustafa içiyor.
Yaşlılarla coşkun bir söyleşi içinde. Yine bağlamalar çalıyor, ezgiler
çınlıyor. Deli Mustafa anlatıyor:
"Yedi adam öldürdüm. Bunun altısını kendi
nefsim için değil, Hz. Hüseyin için öldürdüm. Öbür dünyada bu altı kişinin
hesabını Hz. Hüseyin'e havale edeceğim. Bir tek birini kendi nefsim için
öldürdüm. Eee o altı kişini sevabına o bir kişinin hesabını Hz. Hüseyin bana
sormaz!"
"Yani dede senin günahın yok öyleyse."
"Yunmuş arınmış sayılırım ben. Hz. Hüseyin
bana sorgu sormaz. Bak ne diyorum Veli Ağa biliyor musun? Şu sazı güzel
çalıyorsun. Bırakılım şu dedeliği. Üç dört kız bulalım. Siz çalın, onlar
oynasın, milletin parasını alalım. Aşağıdan yavrum aşağıdan!"
Bütün dinleyenler Deli Mustafa'nın sözlerine
çılgınlar gibi gülüyorlar. Birbirlerine onun sözcüklerini söylüyorlar:
"Aşağıdan yavrum aşağıdan..."
Sabah kuşlukta akşam sofrayı dolduran yaşlılar,
Kurt Veli'ye beşer onar lira para veriyorlar.
"Deli Mustafa'ya hakkulah olsun. Yaşı çok
ilerledi. Bir daha ya gelir ya gelmez." sözleri ile. Sonra içeri girip
Deli Mustafa'nın elini öpüyorlar. Kapıda bir eşek bekliyor. Deli Mustafa biraz
sonra köye veda edip, kara yoluna ulaştırılacak. Deli Mustafa eşeğe bindirilip
yolcu ediliyor. Biraz sonra yine bir yaşlı koşarak geliyor.
"Deli Mustafa nerede?"
"Gitti."
" Bir komşudan güç bela beş lira buldum.
Dedeye vereyim diye, hay lanet olsun, nasip olmadı dedeye param."
"Bir dahaki yıla verirsin."
"Bir dahaki yıla gelir mi? Ölür. Ah şu param
nasip olsaydı dedeye!"
33. Almancı
Muharrem'le Mahmut Sivas'a kadar otobüsle
gelmişler. Sivas'tan ortak bir taksi tutmuşlar, birlikte iniyorlar köye.
Taksinin gelişi görkemli. Köyün içinde bir anda haber yayılıyor:
"Almancılar gelmiş."
"Hangisi?"
"Muharrem'le Mahmut Sivas'tan taksi tutup
gelmişler. Her birinin birkaç bavulu varmış. Dolu dolu gelmişler. Almancılar
zengin kardeşim. Gör neler getirdiler. Keşke bize de bir şey getirmiş
olsalar."
Taksi önce Muharrem'in kapıda duruyor. Valizler
ilahi bir törenle içeri alınıyor. Sayılıyor eksik yok. Ardından Mahmut'un
evinin önüne varıyorlar. Kapıda kardeşi, ana-basaı karşılıyor. Valizler içeri
alınırken Mahmut'un dikkatni kardeşinin giysisi çekiyor. Ceketinin yırtık
oluşuna takılıyor gözü. Kötü geçmişi yırtıp atmak ister gibi, kardeşini
uyarıyor:
"Ula Metin, üzerindeki ceketi at, şu valizde
güzel bir ceket var. Hemen onu giy!"
Eşyaların içeri alınışı izleyen komşuların yüzünde
ince, alaycı bir gülümseme beliriyor.
Gurbetçi dönüş zamanı artık ilkyaz değil sonyaz,
ya da kış başı. Almanya'ya giden ilk işçi kuşağının izin için ilk dönüşü
gerçekte görkemli. Ne Adana dönüşüne benziyor, ne Ankara, İstanbul dönüşüne.
Giysiler bir başka, getirilen hediyeler bir başka. Kuru üzüm çirin'in yerini
filitleri sigaralar, naylon gömlekler, üzerinde vapur yürüyen tükenmez kalemler
almış. Tümünün elinde bir çanta rodyo. Tahta bavullar uçup gitmiş, şık plastik
valizler zengin sofrasında, aç karnını tıka basa doyurmuş yetim çocuk gibi,
şişmiş. Cüzdanlar öyle beş on lira ile değil, yeşil marklarla dolu.
Kapıya biriken gençler içeri çağrılıyor. Ardından
yakın komşular geliyorlar. Küçük valiz açılıyor. İçenden sigaralar çukolatalar
çıkarılıyor. Yağ gibi eriyen sigaralar konuklara sunuluyor. Mahmut eşi Zehra'ya
sesleniyor:
"Şu şişeyi aç, komşulara birar bardak şinaps
ver hele. Bizim köylüler içkiye severler. Bakalım Alman içkisini sevecekler
mi?"
Pil ile çalışan pikap açılıyor. Pikaba Almanca bir
plak konuyor. Mahmut başından şapkasını çıkarmış, yüzünden yorgunluk terlerini
siliyor. Konuklarla hal hatır ediyor.
"Bu içki ne Mahmut?
"Şinaps, şinaps. Kışları çok içilir
Almanya'da. Bizler de alıştık artık. Gasthauslarda bu şarkılar çalınır, bu
içkiler içilir. Akşamları, hafta sonları yorgunluk atmak için biz de gidiyoruz,
oralarda buluşuyoruz."
"Ula Mahmut, Alman arkadaşın da var mı?"
"Ah şu Hayda Kahya'nın kızı olmasa..."
Tüm komşular gülüyor. Evler, yollar, komşular,
çürük diş gibi sallanıyorlar. Bu yollar mıydı çocukluğuna sığmayan yollar, bu
ev miydi, onca çaba ile onardığı. Bu ev böylesine eski, döküntü müydü? Ya
yaşlıların yüzlerindeki çizgiler hep böyle miydi? Yokluğun verdiği direnç
nerede? Mahmut, içtiği iki üç bardak yoğun içkinin etkisiyle derin düşlere
dalıyor. Özenerek sıvadığı, odanın mini camlarına bakıyor. Öylesine küçük ve
yukarda ki. Böyle olmak zorunda mıydı? bu özlediği insanlar, şimdi kendinden
uzak mı duruyorlar? Değişen birşeyler var? Ama ne?
"Bana bir iki dakika izin" diye kendini
dışarı atıyor. Ama dışarı değil de ahıra gidiyor. Ahır boşalmış. Mal davar
sığdırmak için yırtındığı ahır bomboş duruyor. Bir eşek bir inekten başka bir
hayvan yok. Ahır sekisine bakıyor. Birkaç tavuk tünemiş bir zamanlar kendi yatağının
olduğu yere. Tahtalar kapkara olmuş. Tavuk pislikleri kara tahtalar üzerinde
çirkin bir görüntü sunuyor. Ak toprakla sıvanmış duvarda çatlaklar oluşmuş.
Kimi yerde sıva iyice kara renk almış, kimi yerlerde sıva dökülmüş. Mahmut
hazin gözlerle içeriye bakarken arkadan bir ses duyuyor:
"Ne o Mahmut, ne arıyorsun ahırda?"
"Maldan davardan ne kalmış diye bir
baktım."
"İyice dalıp gittin değil mi."
"Eh, öyle."
"Ahır sekisine mi bakıyordun?"
"Ona da bakıyordum. Uçup gitmiş herşey.
Elinle sıvadığın ak topraklar bile dökülmeye başlamış."
"Beni kaçırdığında, dünyanın en güzel yeri
gibiydi bizim için."
"Evet, güzeldi, güzel."
"Hiç özlediğin oluyor mu o günleri?"
"Olmaz olur mu? Hem de çok."
"Nesini özlüyorsun sözgelişi?"
"Senin kara saçlı çocukluğunu."
"Sonra sarı saçlı Almanları görünce unuttun
ama..."
"Yok be Zehra, öyle değil."
"Değil de ne peki?"
"Benim için sen hep güzelsin. Hep buradaki 17
yaşını düşünüyorum."
"Şimdi eskidim mi yani?"
"Ne bileyim? Eskimedin eskimesine, ama
eskiyen birşey var içimde. Nedir o ben de bilmiyorum. Belki de ben eskidim. Ama
inan şuradaki güzel günlerimiz ne Almanya'da ne de başka bir yerde var. Çökelik
ekmek yerdik boğula boğula."
"İçeriye sofraya çökelek koyayım mı?"
"Evet, koy. Özlemişim"
"Çikolatanın yanına çökelek uyar mı?"
Mahmut'un gözlerinde hüzünlü yaşlar birikiyor. Eşi
müdahale ediyor:
"İyi, iyi, hadi bırak bu telbisliği.
Sahtekârın gözü yaşlı olurmuş. Edip edip untuyorsun hep. Şimdi de gözlerini
yaşartma. İçeride komşular seni bekliyorlar. Geciktik, ayıptır. Komşuları kovmak
gibi olur, önlerinden kaçmak. Kimseye anlatamayız, ahır sekisinin önünde
ağladını."
"Vallahi sahtekârlık değil. İçimden gelenler.
Bak ne davar kalmış, ne mal. Bir inek, bir dana bir eşek. O zamanlar bu ahır
pek küçük gelirdi. büyütmek istemiştik de gücümüz yetmemişti."
Mahmut önde, Zehra arkada odaya giriyorlar. İçeri
sigara dumanı ile dolmuş. Gelenler sigara üstüne sigara içiyorlar. Ortada
yuvarlak yer sofrası son görevini yerine getirir gibi hazin duruyor. Üzerideki
işlemeli bakır tepsinin üzeri Alman ürünleri ile dolu. Konuklar yer
minderlerini sofraya doğur çekip üzerine bağdaş kurmuşlar. Duvarda ipekli bir
Almancı halısı asılı. Yerdeki kıl kilim vedaya hazır gibi bekliyor. Onun yerini
yakında bir makina halısı alacak. Almancının dünyası, Mamaş'ın sınırlarının çok
ötesinde.
Aynı anda Muharrem'in odasında başka bir görüntü
yaşanıyor. Muharrem'in gelişi en çok gençleri sevindiriyor. Muharrem Emmi artık
kırkını aşmış bir Almancı. Onun konukları her zaman gençler. Yaşlı kuşakla
Muharrem'in hiçbir zaman yıldızı barışmaz. Yıllardır hep böyledir. Gençken
Muharrem Emmi'nin konukları, orta yaşa doğru ondan uzaklaşırlar. Gençler
değişir ama Muharrem Emmi değişmez. Onda değişen yalnızca yüzünde oluşan
çizgiler, dökülen ya da yavaş yavaş ağaran saçlardır. Coşkusu ve çocuksu
yaratılışı ile o, hep odasında 15-16'lık yeni yetmeleri ağırlar. Kazanırken
hile yapar, ama yedirirken eli açık, gözü gönlü boldur. Yeniyetmeler Muharrem
Emmi'nin gelişi il odayı doldururlar. Bir bayram sevinci ile onada coşarlar.
34. Ankara,
Ulus, Büyük Postane.
Postanenin dev yapısı ilk göreni ürkütecek
büyüklükte. Giren çıkan belli değil. Her işlem ayrı bir bölümde yapılıyor.
Karayağız genç adam telgraf kuyruğunda bekliyor. Teli teslim edip çıkmak üzere
kapıya yöneliyor. Kalabalığı yarıp çıkmak üzereyken sarkık kır bıyıklı kasketli
bir adam önünde duruyor. Adamın gözlerinde birden bir seviç ışıkları yanıp
sönüyor:
"Ooo, Ali Efendi, çok şükür seni gözlerim
gördü. Başarılarını duyuyoruz, çok seviniyoruz. Çok şükür bizden de okumuş
insan çkıyor. Sevincimizi bilemezsin. Tanrı bu günleri gösterdi bizlere!"
"Ne sevinci be amca. Ben şurada kaldım
İstanbul'a Teknik Üniversite sınavına gitmeye para bulamıyorum. Babama tel
çekmeden geliyorum. Para bulup acele yollası diye. Sen kalkmış seviçten, mutluluktan,
başarıdan söz ediyorsun. Eğleniyor musun benimle?
"Vay güzel Ali Efendi'm, sen okudun da senin
harçlığın mı yok? Hay ben sana kurban olayım! Buyur sana para!"
Cebinden eski bir cüzdan çıkarıyor. Bir deste para
alıyor cüzdandan. Tümü beşlik ve onluklardan oluşan bir deste kağıt para bu.
Dudağı ile baş parmağını ıslatıyor. Parayı şık şık sayarak uzatıyor, Ali
Efendinin eline.
"Bir, iki, üç, dört, beş..."
"Yeter amca yeter..."
"Yok, yok sen al, sana lazım olur. Korkma
benim başka param var. Yeter ki sen oku Ali Efendi, küçük dede. Sen Ali
Efendi'nin torunu küçük Ali Efendisin! Bize sizin gölgeniz yeter.
"Tamam amca çok oldu."
"Çok olsun. Sen öğrencisin, lazım olur. Hadi
güle güle, ceddin yardımcın olsun."
Adam sessizce yitip gidiyor kalabalığın içinde. Ali
Efendi neye uğradığını şaşırmış ardından bir an bakıyor. Parayı koyun cebine
sokuyor. Birden aklına adamın kim olduğunu sormak geliyor. Kalabalığı yararak
adamın arkasından koşuyor. Sağa sola bakıyor. Adam çoktan yitip gitmiş. Soluk
soluğa kalıyor. Kendi kendine konuşuyor:
"Allah Allah, kimdi bu adam. Bu borcu ben
nasıl ödeyeceğim? Kime ödeyeceğim. Neydi bu karşılaşma?"
Ulus meydanının kalabalığı içinde şaşkın duruyor.
Atatürk'ün yontusuna bakıyor. Omuzunda silah taşıyan köylü kadın yontusuna
bakıyor.
"Kimdi bu adam?"ık sayarak uzatıyor, Ali
Efendinin eline.
"Bir, iki, üç, dört, beş..."
"Yeter amca yeter..."
"Yok, yok sen al, sana lazım olur. Korkma
benim başka param var. Yeter ki sen oku Ali Efendi, küçük dede. Sen Ali
Efendi'nin torunu küçük Ali Efendisin! Bize sizin gölgeniz yeter.
"Tamam amca çok oldu."
"Çok olsun. Sen öğrencisin, lazım olur. Hadi
güle güle, ceddin yardımcın olsun."
Adam sessizce yitip gidiyor kalabalığın içinde. Ali
Efendi neye uğradığını şaşırmış ardından bir an bakıyor. Parayı koyun cebine
sokuyor. Birden aklına adamın kim olduğunu sormak geliyor. Kalabalığı yararak
adamın arkasından koşuyor. Sağa sola bakıyor. Adam çoktan yitip gitmiş. Soluk
soluğa kalıyor. Kendi kendine konuşuyor:
"Allah Allah, kimdi bu adam. Bu borcu ben
nasıl ödeyeceğim? Kime ödeyeceğim. Neydi bu karşılaşma?"
Ulus meydanının kalabalığı içinde şaşkın duruyor.
Atatürk'ün yontusuna bakıyor. Omuzunda silah taşıyan köylü kadın yontusuna
bakıyor.
"Kimdi bu adam?"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder