Yayında Olan Eserlerim

20 Ekim 2017 Cuma

SÖĞÜDÜN GÖLGESİNDE


Bir Senaryo Denemesi
1.
Dağlar arasına sıkışmış köy yoğun bir kış yaşıyor. Dağ taş, her yer bembeyaz. Dış dünya ile iletisi kesilmiş. Giderek hava kararıyor. Köye tek can katan olay cem törenleri. Küçük pencereli evlerin kedi gözünü andıran fersiz ışıkları bir bir sönüyorlar. Her ışık sönüşü ile, elinde yiyecek olan birkaç kişi kapıda beliriyor.
Biraz sonra kocaman bir odanın kapısında buluyoruz kendimizi. Kapıda "İznikçi" adlı görevli duruyor. Gelenler:
"Akşamlar hayr ola!" diye selamlıyorlar. İznikçi:
"Hayra karşı gelesiniz, gelişiniz daha hayırlı ola!" diye karşılık veriyor.
Gelenler ayakkabılarını çıkarıyorlar. İznikçi ayakkabıları sıraya koyuyor. Kapının eşiğini öperek, kilimlerle döşeli odada yerlerini alıyorlar. Yukarıda post serili. Giderek yukarıya doğru olan yerler doluyor. Tek boş yer postun bulunduğu yer. Bir süre sonra kapıdaki görevli içriye bağrıyor:
"Huu erenler, post sahibi geliyor."
Toplum ayağa kalkıyor. Dede kapı eşiğine basmaksızın içeri giriyor. Postu niyaz edip yere oturuyor. Sırası ile törenin yürütülmesinde görevli on bir (on ikincisi dededir) dedenin önüne dizilip kısa bir dua ile hizmetlerini alıyorlar. Delilci delil uyandırıyor:
Delil tereyağı ile yanan bir şamdan. Tereyağı ve beyaz çaputa sarılı bir avuç tuz var içinde. Yağ yanmaya başlayınca delilci sazcının eşliğinde bir-iki dörtlük okuyor.
                        Hata ettim Huda suçum bağışla
                        Aliyyel Murtaza suçum bağışla.

Delil sönüyor, semah başlıyor. Üç bacı, üç er kalkıyor semaha. Coşkulu müzik eşliğinde nefis bir semah dönüyorlar. Bir dua ile bitiyor semah. Dede dua ediyor:
"Semahlar saf ola, muratlar hasıl ola. Hak için ola, seyir için olmaya! Ülkemizin dirliğine, cemimizin birliğine, Tanrı yardımcı ola. Yüzlerce yıldır, böyle gördür, böyle tören sürdük. Yolumuz Hz. Ali'nin yolu, dilimiz aşıkların dili. Tanrı sayrılarımıza sağlık, dargınlara dostluk, kırgınlara dirlik versin. Diyelim bir Allah, Allah"
Tüm toplum yarı bellerine dek eğlmiş. Herkes Allah, Allah çağrışıyor. Herkes sağ eli ile önündekinin sırtını sıvazlıyor. Dede dua ediyor ve bir çağrıda bulunuyor:
"Erenler, bacılar, dil bizden çare büyük Tanrıdan. Hastası olan, yolcusu olan, askerde oğlu, gurbette yakını olanlar bu yakınları için duaya durmak isteyenler dara çıksınlar!"
Birer ikişer birkaç kişi  çıkıyor. Herkes birbirini tanıdığı için şaşıran yok. Kiminin oğlu askerde, kiminin hastası var. Derken orta yaşlı Cennet Bibi de çıkıyor dara.
"Allah, Allah Cennet niçin çıktı dara?" diye hafiften birbirine soruyorlar. Öbürleri niçin dara çıktıklarını anlatıyorlar. Son olarak sıra Cennet Bibi'de:
"Komşular şaşırdılar benim kim için dua isteyeceğime. Ben Abbas için dua istemeye çıktım. Bilirsiniz Ali Efendigilin Abbas, benim dünya ahret kardeşim sayılır. Çok severdim kendisini. Askerde tezkere bırakmış. Artık gelmeyecekmiş köye. Sevgili kardeşim için dedemden bir dua diliyorum."
Öylesine içten, öylesine yürekten anlatıyor ki, gözlerde yaşlar beliriyor. Arı bir sevginin derinliği tüm toplumu sarıyor. Gizemli bir ortamda dudaklar titriyor, yüzlere enginlik çöküyor, değişik sözcükler yuvarlanıyor.

2.
Kara kışta köye doğru ilerleyen bu karartı da ne? Ne ölüm haberi, ne köyünü ve eşinin özlemi ile yanan asker cesaret edebilir, kara kışta karı yarıp gelmeye. Cemin kapısında duran gözcü uzaklara bakıyor. Biraz sonra koşarak gelen bir delikanlı kendini korkuyla içeri atıyor:
"Köyü cendermeler basıyor!"
Gözcü içeri giriyor, posta niyaz edip dedeye bilgi veriyor:
"Dedem, cendermeler köye doğru geliyor!"
Dede:
"Şu doluları kaldırın. Kimse yerinden kalkmasın. Korkup çekinmeyin. Ne gelirse korkudan gelir. Buraya gelirlerse konuşurum. "
İçeriyi soğuk bir hava sarıyor. "Başımıza ne gelir" sorusu bakışlara yansıyor. "Dede kurtarabilir mi". Dede büyük insan, ceddi büyük, çağırdı mı her dileği olur. Ne ki, hükümet güçlü, hükümet  acımasız. Tuttu mu bitirir insanı. Şimdi ne yapacağız?"
Soğuk şakalar, belli belirsiz sözcükler birbirini izliyor. Arada bir yükselen çocuk seslerini anneler susturuyor. Bekleme anları bitmez bir uzunlukta sürüyor.

3.
Köyün alt ucuna ulaşan kolluk güçleri, neredeyse soğuktan donmuş durumdalar. Işıklı bir pencere arıyorlar. Muhtarın evine ulaşmak, kurtuluş demek. Muhtarsa, sobaya birkaç tezek atmış, ayağını uzatmış, tek başına odasında bir bey gibi oturuyor. Elindeki kara tesbihi çekiyor. Tespihin "şak şak" eden sesleri yankılanıyor odada. Kapıdan bir genç bağırıyor:
"Cuma Emmi, seni soruyorlar."
Muhtar kapıyı açıyor. Karşısında jandarmaları görünce, yapma bir şaşkınlık geçiriyor:
"Hayrola karda kışta ne işiniz var?" Çavuş:
"Muhtar soğuktan donduk, hele bir içeri girelim, bir ısanalım, anlatırım."
Toprak damlı bir eve sığınmak mutlulukların en büyüğü. Jandarmalar, tümden ıslak çizmeler çıkarılıyor. Sobanın başına üşüşüyorlar. Muhtar Cuma Çavuş üsteliyor.
"De söyleyin hele bu karda kışta ne işiniz var çavuş?
"Muhtar bilmez değilsin ya köylü milleti birbirini yer?"
"Eee?"
"Eeesi, ne olacak, ihbar var. Namussuzun yüzünden biz de iki saat karda kışta yürüyoruz. Az kalsın soğuktan ölüyorduk. Bir gün bu dağlarda kurda kuşa yem olacağız."
"Ne ihbarı , ne olmuş?"
"Kaçak tütün varmış."
"Çavuş bu karda kışta kaçak tütün için gelmezsiniz."
"Bir de..."
"Bir de ne?
"Cem yapyormuşsunuz... hükümete karşı.."
"Biz mi? Hükümete karşı?..."
"Muhtar, ben neyim ki, bana soruyorsun? Bize "git bak dediler" geldik. Biz emir kuluyuz muhtar. Tümünüzün ekmeğini yedim. Nasıl derim ki, siz hükümete karşısınız. Emir verdiler, geldim."
"Kim ihbar etmiş?"
"Vallahi bilmiyorum?" Komutan da bilmiyormuş. O da şaşırdı, küfür etti ihbarcıya. 'Erlerin yaşamını tehlikeye atamam. Kim giderse gitsin' diye karşı çıktı. Ama savcı zorladı. Eh, görev bizimki.
"Neyse bu geç saatte çok şükür köye ulaştınız. Açlık susuzluk, neyiniz var? Bunca yol geldiniz."

4.
Cem odasına giren genç adam postu öpüp bilgi veriyor:
"Dedem, şikayet varmış. Kaçak tütün için gelmişler. Bir de cem için. Hükümete karşı."
Dede soğukkanlılığını yitirmemeye özen göstererek konuşuyor:
"Korkmayın yok bir şey. Birşey olmaz. Biz hükümete karşı birşey yapmıyoruz. Bize bu suçlamalar çok yapılır. Ne ahlaksızlık yaparız, ne de kötülük. Buyursun jandarma isterse buraya gelsin. Nişan var, onun için toplandık diyeceğiz. Şurdan iki genci hazırlarız olur biter. Yalnız evinde yasak birşeyi olan varsa, gidip saklasın. Ne olur ne olmaz, bakarsın evleri ararlar. Buradan korkunuz olmasın."
Topluma bir rahatlama çöküyor. Dede boş konuşmaz. Güvenilir kişidir. Görmüş geçirmiş, el memleket görmüştür. Devlet adamıyla nasıl konuşulacağını bilir.
Üç-dört kişi değişik yerlerden hafifçe doğruluyorlar. Bakışlar onlar üzerinde dolaşıyor. Arada söylentiler oluyor.
"Kaçak tütünü var."
"Eski bir tabancası var."
"Kaçak dut rakısı çekti."
Dede başka konulara giriyor:
"Erenler aldırmayın, biz bin yıldır alışığız bu baskılara... Gelirler, yemeklerimizi yerler, rakılarımızı içerler, sazı- sözü dinlerler, ardımızdan küfür ederek giderler. Boşlayın gitsin. Bir de jandarmalar gelirse onlara verilecek yemek var mı?"
"Var dedem, komşulardan. Ekmek yemek..."
"Erenler, bunlar etli yemekleri görünce onlardan isterler. Zorda kalıp da bir günah işlemeyelim. Allah korusun, dünya başımıza yıkılır."
"Yok dedem, komşularda başka pilav var. Biraz da kavurma, peynir, yufka ekmek koruz önlerine geçip gider."
Tüm toplum gülüyor. Sazcı bağlamaya asılıyor. Yeniden ezginin sesi çınlıyor. Yüzlerce çizgiler rahatlıyor.
                        Sabahtan uğradım ben bir güzele
                        Dedim güzel o gafletten uyane
                        Eğildim lebinden bir buse aldım
                        Uyanıben dedi var git o yane

                        Niçin melül melül baktın bize yar
                        Kerem eyle, ihsan eyle bize yar
                        Ezel sen de krar verdin bize yar
                        şimdi ikrarından döndün o yane

                        Bak cemale, bu gerdana bu hane
                        Arz ederim o sultana bu hane
                        Beni aşkın ateşine yakana
                        Dilerim ki benden beter o yane

                        Kamil inci, kamil sedef kamil dür
                        Kamillere hizmet iyle kamil dur
                        Kamil otur, kamil eğlen kemil dur
                        Cahil demem kamil söze uyane

                        Şah Hatayim bu gönlümüz harabet
                        Aşık isen bir gül için harabet
                        Her meydanda menzil almaz arap at
                        Uydurmamış dizginini uyane

Güven doluyor yüreklere. Tüm yaşamı kucaklamış Hatayi Sultan. Zileli aşık da döktürüyor bağlamayı. Tüm ordu gelse kimsenin korkusu yok artık.

5.
Güneş ışını ak karın üzerinden yasıyor, gözler kamaşıyor. Gökyüzü derin mi derin, yeryüzü ak mı ak. Dağların doruklarında ak karla, mavi gök birleşiyor. Dağların doruklarında ak karla, mavi gök birleşiyor. Jandarmalar, Muhtar Cuma Çavuş'ın evinin önünde topanmışlar. Köylüler damların başına çıkmışlar. Akşam yağan karı kürüyorlar. Uzaktan Muhtarın evini izliyorlar. Arada birbirine takılıyorlar. Kafalara hep aynı soru çivilenmiş:
"Hangi namussuz yaptı bu hainliği?"
Araba bir dedikodular geziyor damdan dama.
"Halburveranlılar ihbar etmiş..."
"Yok yahu nereden bilsinler bizim cem yaptığımızı? Bunu yapan içimizden biri, bizi bilen biri. Neyse ki, ucuz atlattık. Kimsenin canı yanmadı."
"Cuma Çavuş'tan Allah razı olsun, bu işi iyi kapattı."
"Hükümet adamını doyuracaksın kardeşim. Hükümet adamını doyurmazsan elini tutamazsın."
"Cuma Çavuş da nıkıs herifin teki ya. Nasıl yaptı bu ağırlamayı?"
"Cemden iki şişe rakı yollandı. birtek ekmek yemek kaldı Cuma Çavuşa.. Bir horoz kestim diyor. Onun da parasını veririz gider."
Candarmalar Cuma Çavuş'a veda ediyorlar. Cuma Çavuş:
"Komutana selam söylen, bu karda kışta sizleri buralara yollamasın. Bizim köyde kötü birşey olmaz" diyor. İçerde hazırlanan bir torba azık geliyor:
"Yolda yersiniz çavuş. Kış günü, ne olur ne olmaz. Şu yiyecekleri alın."
"Sağ ol Muhtar!"
"Hadi güle güle.."
Jandarmalar kara bata çıka, köyden uzaklaşıyorlar. Muhtar çevrede toplanan gençlere bakıyor, başını sallıyor:
"Şu şevkecinin anasını avradını... Birinden şüpheleniyor, birinden... Ah bir kesin bilsem, anası avradını ne yapacağımı ben biliyorum ya..."
Cuma Çavuş dişlerini gıcırdatıyor. Gençler gülüyorlar.

6.
Kara Cemal'in evi. Yer sofrasına bağdaş kurmuş sekiz kişi oturuyor. Ortada kocaman bir bakır tencerede yemeğin buğusu yükseliyor. Tahta kaşıklar tencereye isteksiz inip kalkıyor. Ağızlar mühürlenmiş, kimsenin ağzını kara bıçak açmıyor. İşitilen yalnızca tencereye çarpan donuk tahta kaşık sesi, dudak şapırtısı, yutkunma sesi. Gözlerde ağlamaklı bir hüzün. Kara Cemal arada bir pala bıyıklarını sıvazlıyor. Bıyığına bulaşan yemek artıklarını avuca ile. elinin tersi ile siliyor. Yufka ekmekten bir parça koparıyor, ağzına atıyor. Bu arada tümü başı eğik biçimde yemek yiyen çocuklarına eşine bakıyor. Kimse ona bakmıyor. Sessizliği bozuyor:
"Bizden bilmişler değil mi?"
Eşi yanıt veriyor:
"Yok Cemal, tümü değil, kimileri öyle demişler. Ama dede bizim için birşey dememiş. "Kimin ne olduğu bilinmez komşular. Gözünüzle görmediğiniz, kulağınızla duymadığınıza inanmayın. Ayıptır gereksiz yere kimseyi suçlamayın" demiş. Yalnız düşmanlarımız "Kara Cemal'in büyük oğlu yapmıştır" demişler."
"Dedeye bir sözüm yok. Vahap Efendi'den beklemem böyle birşey. Ama nedir bizim bu köylüden çektiğimiz. Allah garazdan esirgesin. Hani diyorum ki, yükleyip göçü gitsek..."
"Kolay mı, herif, göçü alıp gitmek. Hep bu sözü ediyorsun. Mal davar, hısım akraba?.."
"Hangi hısım akraba? Bir gün kapını açan mı kaldı? Ölsek ölümüzü kaldırmayacaklar. Hasta olsak bir su veren yok. Nedir bizim bu çektiğimiz. Gavur bunlardan yufka yüreklidir."
"Düzelir herif, hepsi geçer. Oldu birkez bir yanlışlık, oğlan bir cahillik etti, komşularla aramız bozuldu."
Kapıdaki Kangal köpeği havlıyor.
"Bir gelen var, kapıya bakın. Hayvan kimseyi ısırmasın!"
Genç bin kadın içeri giriyor.
"Sen miydin yavrum! Hoş geldin."
"Hoş bulduk ana..."
Genç kadın gözünde beliren gizli gözyaşını siliyor.
"Otur yemek ye..."
"Sağ olun. Evde yedim, aç değilim."
"Yoksa sen de mi düşkün lokması yemiyorsun?"
"Aman edemin ettiği söze bakın! Bu ne biçim söz? Aha bir lokma alıyorum. Ama gerçekten karnım tok." Eğilip bir lokma alıp kıyıdaki sedirin üstüne oturuyor. Ağlamaklı gözlerle ana, baba ve kardeşlerine bakıyor. Kara Cemal soruyor:
"Eee, cemde ne var ne yok yavrum? Bize gelmene sofu kaynatan bir şey demiyor mu?"
"Ede, bırakın bu sözleri. Dayanamayıp geldim. Cemde ne olacak? Nerede kalabalık orada dedikodu. Sofu kaynatamın yüzünü gördüğüm yok. Kaynanama "ben babamın evine giderim, kimse karışamaz" dedim. Kaynatam hele kendi günahını düşünsün. Geçmişte neler yaptığını siz biliyorsunuz. Yaşı ilerleyince başımıza sofu kesildi. Siz nasılsınız, asıl onu söyleyin bana?"
"İyiyik, iyi. Kendi halimizde yaşayıp gidiyoruz. Gündüzleri mal davar işi. Akşamları bilmece satıyoruz, hikaye anlatıyoruz. İşte tümü bu. Köylü bizden uzaklaşalı dirliğimiz bir daha düzeldi. Herkes kendi işini yapıyor. Kazanımız kaynıyor, ocağımız tütüyor."

7.
Uzaklarda bir kıyı ilçesi. Asker giyimli saçları kısa kesilmiş genç bir adam, gözleri dolu dolu bir mektubun içinde dalmış. Sessiz ve dingin mektup okuyor. O sırada içerinden koşan eşi elinde oval, beyaz bir taşla geli;yor:
" Bak yollanan un-bulgurun içinden ne çıktı?"
"Bu bizim bereket taşı değil mi?"
"Evet, bereket taşı.."
"Allah Allah bunu nasıl koymuşlar, bizim torbanın içine? Una karışmış olmalı. Hayırdır inşallah! Gelmemesi gerekirdi. Aman, yitmesin. Yazın giderken götürür bırakırız eve."
"Bu bizi seçmiş, bize gelmiş. Uğur bundan sonra burada tütücek. Şimdi verisek uğur bizden kaçar."
"Uğur baba ocağında olur. Oranın uğuru kaçarsa, bizim evde uğur kalmaz. Götürüp vereceği eve."
"Uğur bizi seçti bizde kalacak!"
"Allah, Allah... Neyse sen iyice sakla, ben bilirim ne yapacağımı. Mektupta ne yazıyor biliyor musun? Cennet benim için cemde dua almış. Öyle güzel anlatmış ki kardeşliğimizi, bütün toplum ağlamış... Bir de türkü yazmış mektubuna.Bak ne diyor türküsünde:

                        Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun,
                        Gördün güzelleri bizi unuttun...

Nasıl için yandı bilmezsin. Şu çocukları okutma kaygısı olmasa, bugün dönerim köye. Ama lanet olsunokulyok, geçim yok. Ne yaparsın, gurbete dayanacaksın. Bir kış gidelim, şu cemi cemaati yaşayalım. Gün geçtikçe azalıyor eş dost..."
"İzin alabilirsen gideriz, ya bu iki çocuklar, karda kşta nasıl ulaşırız köye?"
"Gelip götürürler İstasyondan. Haber yollarız. Bir de bizim Kara Cemal'e çok ayıp etmişler. Düşkün diye ceme almamışlar. Hani şu oğlunun işi yüzünden. Köyü jandarmalar basmış, biri ihbar etmiş. İhbarı da ondan bilmişler. Kara Cemal yapmaz böyle birşey."

8.
Aydınlık, güneşli bir kış günü. Tüm gençler sokakta. Tören kara kış yüzünden ertelenmiş. Gençler ertelemek istememiş­ler, ama yaşlılar izin vermemiştri. Belki bir daha bir araya gele­mezler. Aralarından oyunbozan çıkabilir. Ya da umduk­ları ilgiyi bulamayabilirler. Aşırların ağılda toplanan gençler kış yarısı töreni için hazırlığa başlamışlar bile. Eğelencenin belli tipleri seçilecek.
Koca kim olacak? Eğlencenin ağırlığı ko­canın omuzunda. Koca tüm kafilenin babası konumunda. Koca olarak seçi­len erkek bu gö­revi yapacak yetenekte olmalı. Üze­rine geniş bir aba giyecek. Bacağına geniş bir şalvar geçirecek. Abanın içine ot doldurulacak. Böylece kocaya bir irlik, bir korku­tuculuk, ilk bakışta göze gözükürlük verilmiş olacak Ama Koca­nın görüntü değişimi bitmiyor. Yüzüne yünden sakalbıyık yapılacak. Başına deriden ko­caman bir külah geçirilecek. Eline bir kamçı veri­lecek. Bütün bu giysi içinde zor hareket edebilen koca, eğlentiye hazırlanmış olacak.
Kör Veli, koca olmayı istiyorsa da de kimse ona bu işi uygun bulmuyor. Koca iri yarı biri ol­malı. Yüzü asık olmalı. Gençlerden biri bir öneride bulunuyor:
"Durun hele benim bir düşüncem var: Mahmut olsun koca. Onun gözleri mavi. Çok değişik bir koca olur. Mavi gözlüler şeytan olur derler?"
"Mahmut çok iyi olur. Sen koca ol."
"Yok kardeş ben gelin olacağım."
"Allah Allah, herkes koca olmak ister, sen gelin oluyorsun bu nasıl olur?"
"Benim canım öyle istiyor..."
"Peki sen bilirsin..."
Mahmut sesizce dışarı sıyrılıyor. Ardından iki arkadaşı onu izliyo. Ortada bir fiskos dönüyor. Birinin başında kabak patlayacak, ama bakalım kimin başında. Yine Kör Veli'ye mi bir oyun edecekler yoksa? Son günlerde Veli gençlerin abasılısı oldu. Hep ona takılıyorlar. Garbime bir koca olmayı bile çok gördüler. Zorla gelin yaptılar. Kırk yılın başı bir kez koca olup şu töreni yönetmek istemişti. Onun yerine küçük kardeşi Aşçı Ali'yi koca yaptılar. Ancak gençlerde öyle şaka yapar hava yok. Bir garip gerilim ve korku içindeler. Yalnız biraç kişi kendi aralarında sürekli birşeyler konuşuyorlar.
Mahmut gelin olacak öbür gençlerle birlikte geleneksel gelin giysileri giyiyor. Çok renkli parlak üç etekler, kutnu-kumaş renkli baş örtüleri köyde ne varsa bu gün için ortaya çıkmış. Altı gelin seçiliyor bu kışayarısı için. Bu durumda iki koca gerekir. Altın gelini bir koca yönetemez. Kaçırılırlar yoksa. Ama kimileri ne gelinin çok olmasından geçiyorlar, ne de ikinci bir koca olmasını istiyorlar. "Kışyarısını bozar gideriz" diye terslik ediyorlar. Yapacak birşey yok. Yılda bir kez yapılanbir eğlenceyi bozmamak için karşıtlar "peki" diyorlar. Genç delikanlılar gelin giysileri giyiyorlar. Yüzlerini renkli peçelerle gizliyorlar.
Bir kişi Arap görevini üstlenmiş. Eller ve yüzler is ya da kurum ile kap kara boyanmış. Yalnız gözleri ile dişleri parlıyor. Başına şapka yerine, bakır leğen giymiş.
Gençlerden biri ise tilki olmuş. Tilkinin görünümüde özgün. Üzerine de­riden birşeyler geçirmiş. Arkasına bir kuyruk bağlamış.
Büyük bir zahmetle deve de yapılıyor bu kışyarısında. Oysa deve görünümü vermek zor bir iş. Bir merdiven üzerine kilim örtülüyor. Kafa kesimine bir deri konuyor. Göz yerine  bir cep aynası takı­lıyor. Deveyi taşıyacak üç, dört kişi seçiliyor. Bu yorucu işi onlar üstleniyorlar.
Oyunun tipleri bunlardır. Ama koca tören kafilesininin bir dizi görevlisi daha vardır. Bunlar köyden derlenecek yardım­ları toplaya­cak kişilerdir. Kimi tavuk, kimi buğday, kimi yağ toplamakla görevlidir. Tören bu görevliler de belirlen­dikten sonra başlar.
Bir evden başlanarak sırası ile köyün tüm evleri ziyaret ediliyor. Koca ortada, gelinler çevresinde arap bir yanda, tilki başka bir kıyıda. Davul vuruyor  zurna ötüyor. Ala karda boz dumanda kuş uçmaz kervan girmez Anadolu köyüne bir canlılık geliyor. Tilki o yana bu yana kaçıp oyun oynuyor. Ama gözü ge­linlerin üzerinde. Oyunun kurallarına göre her an gelinlerin kaçırılması söz konusu. Tilkinin onlara göz kulak oluyor. Koca altı gelinin kocası sayılıyor. Yapma sakalı, pos bıyığı ile dağ gibi gelinlerin arasında dolaşıyor. Evlerden yardım top­luyorlar. Yağ, bulgur, un, ta­vuk, buğday.. kim ne verirse eyval­lah. Kimseye gücenip darılmak yok. Ama zaman zaman daha fazla bağış da istiyorlar. Bir yıl önceki kıışyasında verilen sözü anımsatıyorlar. "Geçen yıl bir tavuk dilek dilemiştin. Dileğin oldu. Hadi bizim hakkımızı ver" diye diretiyorlar. Kış yarıcıla­ra dilek dilendiği de olur. Çoluk çocuk bir sürü insanın duası ile sorunların çözüleceğine inanılıyor. Hastaların iyileşeceği dü­şünülüyor. Öbür yıla çeşitli sözler verilir. "Oğlum askerden sağ gelsin gelecek yıla size bir tavuk vereceğim". "Hastam iyileşsin size bir koyun vereceğim" gibi dilekler dileniyor. Kış yarıcılar dileğin yerine gelmesi için hep bir ağızdan "Allah, Allah" çekiyor. Ancak kimi evlerin sözünden döndüğü oluyor. Kışyarıcıların adağı ev sahibin­den koparıyorlar. Ev sahibi kış yarıcıları razı ediyor. Kuzu adamışsa, bir ta­vuk veriyor. Yoksa kış yarıcılar kapıda oynayıp duruyorlar. Bırakmıyorlar ev sahibinin yakasını. Türküler söylüyorlar, oyunlar oynuyorlar. Tüm bunlara karşın, ev sahibi adağı verme­yecek olursa kargış verdikleri oluyor.
Köyün altbaşlarıda yer alan Haydar Kahya'nın kapısı önünde bir şenlik kuruluyor ki, anlatılır gibi değil. Öyle, her evin önünde olmayacak türden bir gelence Bir halay tutuluyor:
                        leylanı gülüm yar de
                        Pınarları tekneli
                        Dibine gül dikmeli
                        Bir kötünün kahrını
                        Öleneçe çekmeli...
Evden bir toklu isteniyor. Geçen kış askerdeki oğlu için adamıştır ana. Orta yaştaki ana bir tavuğa gençleri razı etmek istiyor. Gençlerin bir bölümü razı olmuyorlar:
"Yoo, kabul etmeyiz, toklu söz vermiştin. Biz burada boşuna mı dua ettik?"
Kimi gençler:
"Ulan yapmayın, bir tavuk veriyor, etmeyin alıp gidelim şunu. Soğuk tandırdan, sıcak ekmek" diyorlar.
Bu kışyarısında birkaç genç başından beri çitil çıkarıyorlar. Oysa, köyün en uyumlu gençleri bunlar. Ne oldu, ne oluyor, kimse anlayalıyor. Hop... bir halay daha tutuyorlar:
                        İnce eleğim duvarda
                        Bir yar sevdim hovarda
                        Öyle bir yar sevdim ki
                        Su doldurur pınarda...
Haydar Kahyanın kapıyı tutmuşlar bir türlü bırakmıyorlar. Koca, tilki ve arabın gözleri önünde bir gelin kayboluyor. Koca elindeki kamçı ile tilkiyi, arabı dövüyor. Herkes gülüyor. Kaşla göz arasında ikinci gelin de ortadan yok oluyor. Yüzleri paçalı olduğu için hangi gelinlerin yittiği belli değil. Allah Allah ne oluyor bu gelinlere? Koca yapma bir bunalım geçiriyor. Kendini karın üzerine atıp yuvarlanıyor. Bir anda gelinler Haydar Kahya'nın evinden çıkıyorlar dışarı. İki gelinin gelmesi herkesi sevindiriyor. Haydar Kahyanın eşi de yorulmuş. Nerdeyse içeriden tokluyu getirip verecek. Biraz daha direnseler alacaklar. Ama bu günün aksi gençleri ansızın tavuğa razı oluyorlar. Tavuğu alıp uzaklaşıyorlar. Koca gelinleri devenin altına gizliyor. Hızlı biçimde kapıdan çekiliyorlar. Ama elleri ayakları titriyor. birbirlerine kaş göz ediyorlar. "Tamam mı?" "Tamam tamam!.." "Yahu bugün sizde bir hal var? Ne oluyor? Söyleyin de biz de bilelim? Niye renginiz attı?" "Yok yok... birşey yok."

9.
Kışyarıcılar köyün üstbaşına doğru koşar gibi ilerlerken, Haydar Kahya'nın samanlığının bacasından bir gencin çıktığı görülüyor. Yaşlı bir komşu görüyor bu çıkışı.  Delikanlıya soruyor:
"Ulan ne arıyorsun ahırda?"
"Hiç Hüseyin amca, bir şaka yapmıştık da. Kapıdan değil buradan çıkarsam, bana hediye vereceklerini söylediler arkadaşlar da.. İşte kış yarısı eğlencesi."
"Ulan eşek oğlu eşek böyle boktan şaka mı olur? Elin ahırında ne arıyorsun? Hırsız mısın, oğru musun? Sen hiç mi el, memleken görmedin?"
Delikanlı, yanıt vermeksizin yıldırım gibi uzaklaşıyor. Gücük Hüseyin, delikanlının ardından küfürü sürdürüyor. Gidip bacadan aşağı bakıyor. "Allah, Allah" çekiyor. "Şimdiki gençler tümden piç... Görülmüş, duyulmuş değil bu köyde..." diye söyleniyor.
Köyün üst başındaki başlangıç yerine kışyarıcılar koşar adımlarla ulaşıyorlar. Onca toplanan yağ, un, bulgur, tavuğu ortada bırakıyorlar. Gelinler giysilerini çıkarıyorlar. Koca giysilerini çıkarıp kaçıyor. Yetişkin gençler birer birer tüyüyorlar. Bunca emekle toplanan adaklara baktıkları yok. Yalnızca 13-15 yaşındaki çocukların üzerinde kalıyor kışyarısı adakları.
Aradan yarım saat geçmeden Gücük Hüseyin kışyarısı düzenlenen ahırdan içeri giriyor:
"Neredeler gençler, Aşçı Ali, Mahmut, Dimit Yusuf?"
"Vallahi biz de bilmiyoruz, geleceğiz deyip gittiler, gelmediler?"
"Vay eşek oğlu eşekler vay... Haydar Kahya'nın kızını kaçırmışlar. Ulan bu yakışır mı kışyarıcıları?"
"Vallah bizim haberimiz yok. Zaten bütün gün biz ne dediysek tersini söyleyip bizi bezdirdiler. Bir çeşitlerdi bugün."
"Onlar her zaman birçeşitler. Vay alçak oğlu alçaklar vay... Komşunun yüzüne nasıl bakacağız? Peki, siz ne yapacaksınız bu unu, buğdayı?"
"Biz de bilmiyoruz. Onların gelmesini bekliyorduk."
Gücük Hüseyin, küfür ederek dışarı çıkıyor.
"Çağırın şu Sarıoğlan'ı da satalım. Ne isterseniz alıp zıkımlanın. Bugün onlar yaptı, yarın da siz yaparsınız. Öğrenin büyüklerinizden, nasıl kız kaçırılırmış... Tümünüzün köküne kibrit suyu, zamane piçleri... Koca köyleri birbirine katacaksınız. Tu lanet olsun tümünüze."
Köyün içi birbirine girmiş. Evlerden girip çıkıyorlar. Zehra ile Mahmut arasında kimi dedikodular çıkmıştı. Kimi yalan, kimi gerçek demişti. Hatta Sarı Hüseyin kızı istemeyi düşünmüş, ama bir soruşturmuş Haydar Kahya'nın kapısını çalma yürekliliğini gösteremiş, oğluna yüreğine taş basmasını istemişti. Böylece kapanmıştı bu sorun. Haydar Kahya "Ula Sarı Hüseyin kim oluyor ki benim kızımı istesin. Önce kendisine bir ev yapsın. Kızını gelin getirecek bir ev bile yok. Yoksa kızımı ahır sekisinde mi yatıracak diye haber yollamıştı. İşte şimdi ahır sekisini görür.
Gücük Hüseyin, karşısına Sarıolan'ı almış konuşuyor:
"Saroğlan, şaşıp kaldım bugün. Bu kırkkbeş yaşımdayım bu köyde herşeyi gördüm de kışyarısı yapılırken kız kaçırıldığını da ilk kez gördüm. Bütün köyü rezil ettiler bu piçler. Ulan eşek oğlu eşek, yiğitsen tek başına al kaç. Koca köyü bu pisliğe bulaştırma..."
Dudağına yapıştırdığı kalın sigarayı çıkarmadan konuşmasını sürdürüyor:
"Ne verirsen ver şu çocuklara da ortadan kalksın kalabalık. Köye yayıldı haber."
"Bunlara  birkaç kilo kuru üzüm, şekerleme, lokum, incir, leblebi, veririm. Aralarında rakı içecek yaşta kimse yok. Varsın bu çocuklar yesinler. Pilav yapılır mı bu gün?"
"Ne pilavı Saroğlan? Ben şu işi kapamaya çalışıyorum, sen pilavdan söz ediyorsun? Bütün unu bulguru al, şunlara ne verirsen ver, dağılıp gitsinler. bir daha da bu köyde ne kışyarısı yapılır, ne de eğlence. Üstelik cemi de rezil ettiler. bakalım dede akşama ne yapar. Bir de cem dağılırsa gör o zaman. tümümüz Kara Cemal'den beter olacağız."
Gücük Hüseyin öylesine üzüntülü konuşuyor ki, çocukların burnundan geliyor kış yarısı törenleri. Günlerden özledikleri bekledikleri tören zehir zıkım oluyor. Kimileri çerezi beklemeden çekip gidiyorlar. Gittikçe azalıyor ortada kalanlar. Herkes ana-babasından azar işiteceğini biliyor. Tam bir rezalet oluyor kışyarısı törenleri. Ne oyun oynanıyor, ne o nefis kışyarısı piyavı yapılıyor. Şu birkaç eşek sıpasının yüzünden. Yeniyetmelerin elinden gelse gidip yetşkin gençleri dövecekler. Ah bir güçleri yetse...

10.
Cem odasının yarısı boş. içerde soğuk bir hava var. Kimse öyle sıcak içten değil. Kimse kimsenin yüzüne sıcak bir gülücük atmıyor. Dede yaşlılarla söyleşiyor:
"Yahu kanı kanla yumazlar, ortada kan yok ya! Kız gönlüyle kaçmış. Bize düşen ki yanı uzlaştırıp barıştırmak. Hayır işi hayırla bitirmek. Niye birbirinize kızıp duruyorsunuz. Olan olmuş. Genç bunlar cahil. Sizin çocuklarınız, bizim çocuklarınız. Ne değişir, ha babası anası vermiş, ha kendi kaçmış. Eh işte düğün yerine kış yarısı eğlencesi yapmışlar."
"Dede, kız daha çocuk, Haydar Kahya şikayet edecek. Şikayetçi olursa oğlanı tutuklarlar. Kar yüzünden gidemedi Kangal'a. Zor eğledik. Kar, kış dinlemyordu. Soğuktan ölürsün etme, şu kar geçsin gidersin dedik. Yoksa gidiyordu ilçeye..."
"Kız kaç yaşında?"
"On yedi."
"Erenler, oğlan dama girerse düzelir mi bu iş? Alıp kaçırmış işte. Kızın da gönlü varmış. Uzatmaya ne gerek var? Bize düşen Allah hayırlı olsun demek. İki gündür bir araya gelemiyoruz. Yeter artık. Bu cemaat bin yıldırbirbirinden kopmadı. İki cahilin cahilliği yüzünden dağılamaz. Peyik yollayacağım. Tüm küskünler gelecek. Yok öyle dargınlık küskünlük. Sorunlar hak divanında çözülecek. Hu peyik!"
Peyik koşup gelip divana duruyor:
"Başta Haydar Kahya olmak üzere tüm komşuları çağır."
"Hu dedem" diyerek peyik çıkıyor. İnanca göre cemin çağrısı olan "peyik kıçı kırılmaz. Bu çarrıya kesinlinle gelinir. Ama Haydar Kahya'nın gelip gelmeyeceği bilinmiyor. Özellikle eşinin Haydar kahya'yı kışkırttığı söyleniyor.
Çağrılılar asık yüzle, bir bir damlıyorlar cem odasına. Postu niyaz edip yerlerine oturuyorlar. Sarı Hüseyin'le eşi içeri giriyorlar.
"Hu erenler..."
"Hu dedem..."
"Niye gelmiyorsun ceme Sarı Hüseyin?"
"Başımıza gelenleri biliyorsun dedem. Bizim oğlan bir cahillik etti. Bir kız kaçırdı. Yüzümüz yerde. Nasıl gelip bu insanların yüzüne bakarız?"
"Yook erenler, bu meydandan kaçmak yok. Kol kırılıp yen içinde kalır. Hesap bu divanda verilir."
"Siz nasıl buyurursanız dedem. Boynumuz kıldan incedir. Ne cezamız varsa çekeriz."
Bir süre sonra Haydar kahya tek başına geliyor ceme. Her gelenle selamlaşma oluyor. Ama Haydar Kahya'nın tek başına gelmesi herkesin ilgisini çekiyor:
"Hu erenler..."
"Hu dedem..."
"Nasılsın, bacı nerede?"
"Biraz hasta da, bugünlük gelmedi."
"İki gündür neredesin? Kötü bir söz mü duydun bizden? Seni kıracak birşey mi yaptık da gelmiyorsun ceme?"
"Haşa pirim! söylemeye gerek yok, iki gündür ne çektiğimi bilirsin. Benim cahilimi kandırıp kaçırdılar. Küskünüm, dargınım bu topluma. Şu postun emri olması adımımı atmam buraya. Bütün köy bir oldu, kışyarısı sırasında kızımı alıp götürdüler. Bütün bir köy bizim karşımıza geçip bize inat düğün yaptı. Bu komşuluğa sığar mı? İki cihanda elim, yavrumu kandıranların yakasındadır. Dede, buyurdun geldim. Ama benden uzlaşma isteme. Yoksa bir daha şu kapıdan adımımı atarsam ayağım kırılsın."
Haydar Kahya öylesine kesin söylüyor ki bu sözleri, kimsenin bir karşı sav getirmesi olanaksız. Dede de toplum da şaşkın. Ayıp mı ayıp yapılanlar. Sanki bütün köy bir olup kızın kaçırılmasını sağlamışlar gibi bir durum yaşanıyor. Haydar Kahya şakacıdır, yaşam doludur, olura olmaza aldırış etmez. Bu tezgahı bir içine sinderemiyor. Belki de eşi kışkırttı. Yoksa o sevecen insanın ağzından böylesine katı tümceler çıkmaz. Eşi, içten hesaplıdır, kincidir. Ama sonuçta tüm köy de suçlu. Bir bilen, bir duyan olmuştur kesinlikle. Neden söylemediler? Neden uyarmadılar.
Dede daha ılımlı yaklaşıyor:
"Haydar Kahya, senden bir isteğimiz olmadı. Boğazına sarılıp "uzlaş" demedik. Bu post küskünlük tanımaz. Senin bir suçun yok hesap vermesi gereken varsa o da se değilsin. celallenme. Aşık sen de bir deme çal hele..."
Sazcı sazı eline alıyor. Ne ki, kimsenin söyleyecek sözü yok. Herkes suçluluk duyuyor. Cem evinin ortasına zehirli yılan atılmış gibi bir var. Söazcı bir semah çalıp havadaki gerginliği atmak istiyor. Ama kimse semaha kalkmıyor. Deyişi değiştiriyor. Ne çalacağını o da bilmiyor.
Tüm toplum yeniden bir gerilime girmiş. Kara Cemal'in düşkünlük sorunu çözülmeden, yeni bir tatsızlık çıkmış durumda. Tüm düşgücü ve yaşam devigenliği dağlar arasında sıkışmış yüz evlik köyde, yeni bir gerilim yaratılmış. Ne çözüm getirilir, kim kiminle uzlaştırılır? Ne veriler, ne alınır kimse bilmiyor. Cemin bağlanacağı günlerde, tüm cemin yarıda kalması gibi bir tehlike yaşanıyor. Kimse kimseyle konuşmuyor. Yanıtlar yarım ağızla veriliyor. Dede ne yapacağını bilmiyor. Sigara üstüne sigara içiyor. Bir bardak dolu içsem mi diye geçiriyor sürekli içinden. Ne ki, rakı etkisiyle vereceği buyrumların yerine uygulanmaması sözkonusu. Toplumu daha da gerilime sokabilir. Zaten, kızın kaçırılmasına yardımcı olan gençler de yok, ana-babaları da.

11.
"Duydun mu olanları" diye söze başladı Gücük Hüseyin.
"Duyulmayan birşey yok diye yanıtladı dede.
"Yok" dedem, öyle değil. "Bu duyacağın daha korkunç."
"Gücük Hüseyin, bütün köy birbirine girdi. Daha korkuncu ne olacak? Kırk yılın başı bir posta oturayım dedim, burnumdan geldi. Bütün olaylar bu kış patladı."
"Dede, Cuma Çavuş tercüman lokmasını, köye gelen jandarmalara yedirmiş."
"Yok yahu!..."
"Vallahi öyle diyorlar. Gören var..."
"Allah afatından esirgesin... Nasıl olur? Bu kadar soysuzluk yapabilir mi, Cuma Çavuş."
"Yapar dedem yapar. Ona boşuna Cerci dememişler."
Dedenin rengi attı. Dudakları titreye titreye:
"Belki başımıza gelen tüm bu uğursuzluklar onun yüzünden. Ne yapacağız şimdi?"
"Dedem benden yalnız söylemi. Gerisini sen bilirsin. Dua mı edersin, Cuma Çavuşu dara mı çekersin, sana kalmış."
Cuma Çavuş garip bir adam. Hiçbirşeye inanmaz ama cemden ayağını kesmez. O ki inanmıyorsun niye gelirsin ceme? Hadi inanmadın, tercüman lokmasını nasıl yedirirsin ağzıkaralara? Allahtan korkmaz, kuldan utanmaz adam. Kırk kez sana söylendi ki, sakın jandarmalara kurban eti yedirme, tavuk dersen tavuk, kavurma dersen kavurma verir sana bu köy?
Dede oturduğu odadan dışarı çıktıyor. İçerde oturan üç-beş kişi Gücük Hüseyin'in yüzüne bakıyor. Dede yeniden giriyor:
"Bana Topal Hoca'yı, Abbas Efendi'yi, Turan Efendi'yi çağırın!"
Bir genç koşup gidiyor. Sırasının üzerine içeri geliyorlar köyün bilgeleri.
"Erenler ne yapacağız? Cuma Çavuş kurban lokmasını jandarmalara yedirmiş."
"Tüm köyün üzerine siner uğursuzluk. Bu lokma kendinin değil, tüm cem erenlerinin."
"Yok, yalnız kendisinin başına gelir uğursuzluk."
"Yahu, yapmaz Cuma Çavuş böyle birşey. Öyle gelişigüzel konuşmasına bakmayın. O inanmaz gözükür ama, inanır."
"Demeyin bunları yahu Cuma Çavuş, her haltı yer. Ceme inandığı için gelmiyor. O cemi böyle eğlence gibi, şenlik gibi birşey sayıyor. Cemden kopmayı, sürüden ayrılmak gibi birşey görüyor. Ceme gelmezse muhtar seçilmeyeceğini düşünüyor."
"Desene Cuma Çuvaş bütün köyün köküne kibrit suyu döktü..."
"Vallahi orasını bilmem, ama durum bu."

12.
Cuma Çavuş cemde dede karşısında dara durmuş. Tüm toplum gerilim içinde yargılamayı bekliyor. Her kafada aynı soralar geziniyor. "Cuma Çavuş tercümanı yedirmiş m? Bize de bir uğursuzluk geli mi?" Herkes kendinden korkuyor. Dede soruyor:
"Cuma Çavuş, el ele el hakka; doğru söyle. Bu meydanda yalan yok. Suçunu biliyorsun. Yaptınsa ikrar eyle. Dua ederiz. Tanrıdan af dileriz. Şu masumların dili ile yakarırız. Ama gerçeği söyle. Tanrı bağışlar. Yalan söylersen iki cihanda sen de suçlu olursun, bütün bu cemaat da. Başımıza bir uğursuzluk gelir. Jandarmala tercüman lokması yedirmişsin doğru mu?"
"Dedem, istediğiniz cezayı verin. İstediğiniz sözü söyleyin. İsterseniz kovun bu meydendan. Yedirmedim. Bu kylü böyle şeyler uyduruyor. Bir tike kurban eti yedirdimse kor olsun tenime yapışsın. Bir aş tanesi yedirdimse tenim tike tike ola. Bu yıl tüm çoluk çocuk Adana'da. Evde yemek yapılmıyor. Götürdüğüm lokmaları kendim yiyorum. Jandarmalara Haydar Kahyagilden kavurma alıp yedirdim. İşte kendi burad sor. Evde peynir vardı. Yolcu ederken de peynir ekmek verdim."
"Peki Cuma Çavuş, artık günahı senin boynuna.Hu postu niyaz et."
Cuma Çavuş yere eğilip duaya duruyor. Tüm toplum bellerine dek eğilmişler. Dede dua okuyor:
"Allah Allah, ya Şah! Dil bizden, yardım Ali'den. Suçumuz varsa bağışlasın. Eksiğimiz varsa uyarsın, bilerek bilmeyek bir yanlışımız varsa, düzeltsin. Bu meydandaki şu tertemiz çocukların diliyle seslenelim. Diyelim bir Allah, Allah..."
Tüm toplum Allah Allah çekiyor. Tüm oda Allah Allah sesleri ile yankılanıyor.
"Cuma Erenler dili ile yemin etti, gönlü tasdik etti. Biz bu meydandaki eren bacı, çoluk çocuk tüm cemaat, ona inandık iman getirdik. Yalan söylüyorsa, günahını ulu hesabı bırakıyoruz. Biz, elimizden bu gelir. Bizi kandırırılız, ama ulu Tanrı kandırılmaz. Yalan söylediyse günahı kendisine, gelecek uğursuzluk kendi ocağına. Bu toplum suçsuz. tanrı bunu görür, bunu bilir... Diyelim bir Allah Allah..."
Cuma Çavuş, duadan rengi atmış biçimde kalkıyor. Dakikalardır yerden yatmaktan mı korkudan mı belli değil. Cemdeki tedirginlik sürüyor. Özellikle kadınlar arasında. yaşlı kadınlar edilen yemine inamamış biçimde başlarını sallıyorlar. Tek teseli, meydanda yapılan dua. "Bir uğursuzluk gelirse yalnız Cuma Çavuşun ocağına geleceğine inanyorlar. "Belası başına. Kendi yedirdi tercümanı. Kendi çeker belasını diyorlar. Dede:
"Bu günü Kuzu Mehmet'in kurbanı vardı hazır mı" diyor.
Kurbanlar ortaya getiriliyor. Dua alınıyor. Kurbancı kurbanları kesmeye götürüyor. Kuzu Mehmet ile yolkardeşi eşleri ile birlikte görülmek üzere meydana çıkıyorlar. Dua bitiyor.
Vahide hanım dışarı çıkıyor. Soğuk karlı bir akşam. Cem evinin kapısında ellerini açıyor. Ellerini açıyor, kendi kendine dua ediyor. belli ki bir dilek diliyor. Vahide de bir gerginlik var.

13.
Davulbaz köyünde cem var. Orada cemi Kurt Veli dede yürütüyor. Akşam, cem başlamamış. Kurt Veli dede tedirgin. Konuk kaldığı odada, yürüyüp duruyor. Yolkardeşi ve köylüler soruyorlar:
"Dede neyin car?"
"Erenler, içimde bir sıkıntı var. Sanki bizim evde bir uğursuzluk var."
"Dede, etme kurban olayım. Mamaş şurdan bir saatlik yol. Öyle birşey olsa, adam yollarlar. Bırak şu sıkıntıyı."
"Haklı söylüyorsunz. Ben bırakıyorum da, sıkıntı beni bırakmıyor."
"Dede adam yollayalım yoksa!.."
"Yok... gerek yok..."
"Eee, ne yapalım öyleyse seni rahatlatmak için?"
"Bilmem..."
"Dedeye bir bardak rakı getirin"
Rakı geliyor. Dede bir dikişte bir çay bağdağı rakıyı içiyor. Bıyıklarını siliyor. Bakışlarında parlama. Bir anlık rahatlık.
"Huu, erenler cem odasına geçelim. Cemaat gelmiş olmalı."
"Dede, cemaat çoktan geldi, seni bekliyor. Ağa dayının tercümanı var biliyorsun. Tercüman dualanacak. Herkes seni bekliyor."
Dede yanındakilerle cem odasına giriyor. Herkes yerini alıyor. Dede cemi başlatıyor. Tercümanlık kurbanlar duaya geliyor. Dede duaları yapıyor. Tercümanlar gidiyor. Dedenin sıkıntısı sürüyor. Cem erenlerinden izin alıp dışarı çıkıyor. Cem odasında konuşmalar:
"Yahu, bugün dedenin üzerinde bir sıkıntı var? Allah Allah... Ne yapsak. Yoksa, şurdan Mamaş'a iki genç yollayalım."
"Söyledik bunu. kabul etmedi. kendi gitmek istiyor."
"Olur mu, kurbanı yarıda koymak?"
"Yahu bu böyle olmaz. Kurbanlar kesilmediyse, kurbanı yarına bırakalım. Dede gitsin. Koşun hele kurbanlar kesilmediyse beklesinler."
Dışarı koşuyor bir iki kişi. Dışarıdan:
"Kesilmemişler."
"Kesmesinler. Kurbanlar yarına kalsın. Dede nerede?"

14.
Mamaşta'ki cem evinden Kurt Veli içeri giriyor. O anda Vahide ayağa kalkıyor. yüksek sesle:
"Ooo, büyük Tanrım, dileğimi kabul ettin..."
Herkes şaşırmış durumda. İçerde cem yapan Suzani:
"Ne o, Veli hayrola? Cemi bırakıp niye geldin?"
"İçimi bir sıkıntı sardı, dayanamadım. Köyde birşey yok ya?"
Vahide gözleri yaşlı dara duruyor:
"Dedem, sabahtır, Kurt Veli dedenin benim kurbanımda bulunması için dua ediyordum. Tanrı benim duamı kabul etti. Kurt Veli dedeyi yolladı..."
Herkes şaşırmış, kimigözlerde yaş beliriyor. Özellikle kadınlar ağlıyorlar. Kendi aralarında konuşma:
"Bir de, şu kadına Yezit deriz. Görüyorsunuz ya inancı, sevgiyi bağlılığı."
"Yok anam yok, hak katında kimin sevgili olduğunu kimse bilmez. Kırk Aevi kadın, Vahide'ye kurban olsun. Kimin gönlünü kırdı, kim bir gün bir yumuşa gitti de kapıdan çevirdi? Allahın sevgili kulu o."
Dede Vahide'ye bir dua ediyor. Cem odasında "Allah, Allah sesi yankılanıyor. Kurban pişmiş gelmiştir. Duasını alıyor. Köprü koruluyor. Lokma dağıtımı başlıyor. Ardından yer sofraları geliyor. Öbek öbek sofralar kuruluyor. Sofralara kurban lokması konuyor. Lokmalar yeniyor.

15.
Cuma Çavuş'un elinde bir tabağın içinde kurban lokması var. Yorgun sıkıntılı, karları yararak, köyün alt başındaki evine giriyor. Kendi kendine konuşuyor.
"Yok uğurszluk gelecekmiş... Yok bütün köye gelirmiş... Altı üste et ile ekmek. Kim yerse yesin, Yezidi Kızılbaşı olur mu? Bir de okumuş adamlar şunlar. Ulan hepsi boş. İşte şurada oturup muhabbet ediyoruz. Şu muhabbetin tadına geliyorum. Kime anlatırsın? Koca Vahap Efendi de böyle şeylere inanıyor."
Cuma Çavuş, basık odaya giriyor. İçerisi soğuk. Yün yatak bir kıyıda serili duruyor. Yatağa doğru gidiyor, geri dönüyor. Gelip sobayı yakıyor. Tezekle dolu sobada borulardan duman sızdırıyor. Pencereye yöneliyor, açmıyor. Bir süre sonra duman duruyor. Soba alev alev yanıyor. İçerisi ısınıyor. Sobanın başına varııp bir yer minderi çekip üzerine oturuyor. Elindeki tesbihi dertli dertle çekiyor. Tüm olanlara canının sıkıldığı belli. Soba kıp kırmızı kesiliyor. Sobanın ateşinde uzaklaşıyor. Gaz lambasının ışığını kısıp baş ucuna koyuyor. Yatağa atıyor kendini.

17.
Sarı Hüseyin'in odasında Mahmut genç arkadaşlarıyla konuşuyor. Bunlar ceme giremeyen gençler. Ceme giremediklerine üzgünler. Tüm köye rezil olmuş durumdalar. Gündüzleri ortada gözükmüyorlar. Akşamları, gizli gizli bir evde toplanıp kendi aralarında iskambil oynuyorlar. Öykü anlatıyorlar, böylece eğleniyorlar. Bir arkadaşlarını evlendirmenin mutluluğunu, toplumdan atılmanın pişmanlığını yaşıyorlar. Bir birini teselli ediyorlar:
"Unutulur gider. Kötü birşey yapmadık. Haydar kahya kızı gönlüyle verseydi, kaçırır mıydık?"
Sarı Hüseyin'in durumu uygun değil. Gelinle güveyiye bir oda açacak durumu yok. Evin tek odasında çoluk çocuğu ile Sarı Hüseyin yatıyor. Gelinle Güveye yer yok. Evlikte yatsalar, soğuktan donacaklar. En iyisi ahır sekisi düzenlemek. Tüm gençler bir olup, Mahmut'a güzel bir ahır sekisi yapıyorlar. Evlerden ufak tefek eşyalar getiriyorlar. Öyle bir ahır sekisi ki, padişah odalarında yok bu güzellik. Bu başarının mutluluğu içinde Sarı Hüseyin'in odasında oturuyorlar. Cemden gelen lokmaları yiyorlar.
"Uşak, sakın bize günah olmasın? Başımıza bir uğursuzluk gelir sonra? Biz düşkünüz de..."
"Ne düşkünü ulan? Bizim müsahibimiz mi var, ne zaman yola girdik ki düşkün olalım?"
"Ne bileyim, kız kaçırmaya yardımcı olduk da."
"Birincisi kız kaçırma düşkünlük getirmez. İkincisi, düşükün olacaksa edelerimiz olur. Tümü ceme kurulup birbirinin önünden lokma kapıyorlar. Bize niye günah olsun lokma?"
"Ne bilem öyle söylüyorlar da. Allah esirgesin sonra başımıza bir uğursuzluk gelir. Hep anlatıp dururlar, lokmanın kerametini."
"Bakma sen anlatılanlara. Hep laf onlar. Dur ben sana sorayım? Tüm hesaplar verildi mi bu cemde? Kel Kara Ali ile Kühlan küskün değiller mi, sınır kavgası yüzünden? Niye barışmadılar? Herkes susup geçti. Leyla, Hüseyin'in oynaşı değil mi? Kim söyledi? Hani duran oturan boynunaydı? Herkes susup geçti. herkes ikiyüzlülük ediyor. Hele o yetmişlik Topal Hoca, herkesin saygısını toplamış adam niye ağzını açıp bir şey söylemedi?"
"Bilmez Topal Hoca. bilse o söylerdi."
"Nasıl bilmez ulan, o bu köyün içinde değil mi?"
"Kim söyleyebilir Topal hoca köydeki oynaş işlerini?"
"Kimse söylemese karısı söyler."
"Yok yahu, karısı da böyle şeyleri söyleyemez Hoca'ya. Utanır."
"Ahhaa... Ulan karısı nasıl söyleyemez? Karı ne demek? Bunun bir şeyden haberi yok yahu? Sen tümden angutsun. İnsanın karısı söylemez mi?
"Doğru, olur olur... Duymuştur. Peki ama niye söylemedi, niye ağzını açmadı?"
"Açasa ne olacak. Düşün, şu tarikatın söylediklerini gerçekten yerine getirem desen, bir Allahın kulu girimez o cem damından içeri. Sırası ile her evi gözünün önüne getir. Kim temiz? Herkesin bir günahı var."
"Eskiden böyle değilmiş. Eski insanlar pek saf temizmiş"
"Öyle derler. Derler ya, arkasından da yaptıkları çapkınlıkları anlatırlar."
"Eee, kimse gitmeyecek mi yani cennete?"
"Orasını ben bilmem. Ama bildiğim birşey var. Tarikatın gereklerini isteyecek olsan o kapıdan bir kişi giremez."En günahsızın bile geçmişi kirli. Sözgelimi en sofu kim? Topal Hoca. Onun gençliğinde yaptığı çapkınlıkları anlata anlata bitiremiyorlar. Ayşe Bibi, oynaşıymış onun. Herkes biliyor bunu. Ne ki, şaka ile anlatılır onun çapkınlıkları. Neden? Suçsa suç."
Sobanın alevi ile giderek içeri ısınıyor. Tavan damlamaya başlıyor. Şıp... şıp... şıp.... Damlayan yerlerin altına tabak konuyor. Bu saate dek oturulur mu? Nerdeyse cem dağılacak. Ana, Mahmut'un yüzüne kızgın bakıyor. Konuşmaya bir başladı mı, ağzı kapanmaz. Yarın herkesin kulağına gidecek burada konuşulanlar. Koru komşuyu kızdırmanın ne anlamı var? Yarın yüzyüze bakılacak. Komşu komşunun külüne muhtaç. İş düşecek...
Asıl gerçek de bu ya! İş düşecek. İş, iş, iş. Peki ama cem nerede, tarikt yol nerede? Bir yandan en iyi kuralları söyleyeceksin öte yandan bu kuralları göz ardı edeceksin, olur mu? Belki geçmişte insanlar daha temizdi. Yok, yok insanın olduğu yerde kirlenme vardı. Hiçkimse tarikatın kurallarını yeterince uygulamamıştır. Bir tek Hz. Ali, Hasan Hüseyin. Onlar dışında sanmam ki, bu kurallar gerçek anlamda uygulanmış olsun. Bizim gibi faniler için ise tüm eksik, yanlışa karşın cem vardı. Tüm nefret ve kaygılar karşın vardı ve hep olacak. Geçmişte yaşamış ermişlerin, bilgelerin olağanüstü yaşamı anlatılacak. Hz. Ali'nin cenkleri ile dünyalar süslenecek. Muhammet Hanefi'nin yiğitliği yanında yakışıklılığı düşleri süsleyecek.
Yorgun bir kış akşamına mutlu bir söyleşi sığmış durumda. Herkes konuşmanın derinliğinden, düşüncenin yoğunluğundan esrimiş. Hiç kimse bugün cemi kaçırdıklarına pişman olmuyor. Burada daha güzel bir söyleşi yakaladılar. Geç olmasına geç ama kimse yerinden kıpırda niyetinde değil. Bu bir tür gençlerin kendileri ile hesaplaşmaları. Bundan böyle büyükleri görünce köşe bucak kaçmalarına gerek yok. Sigaralar birer birer sönüyor. Ah bu akşam bir şişe de rakı olsaydı. Bir şişe rakı bulunamaz mı bir koşudan? Yaza veririz borcumuzu? Gençler bacaklarını ovuşturmaya başlıyorlar. Tezek sobası son direnişini veriyor. Sobanın koru karıştırılıyor. Hafif bir duman yükseliyor. Damın tepesindeki baca çoktan susmuş. Siğaralar da bir bir susuyor. Artık yatma zamanı:
"Allah rahatlık vere, Mahmut. Gidip yapalım."
"Elinize sağlık arkadaşlar. Bir gün bu iyiliğinizin altında kalmam."
"Sağol Mahmut, biliriz sen yiğit arkadaşsın. Bizim düğünde saratla su taşıyacaksın söz!"
Tüm gençler gülüyorlar. Mahmut'un yorgun ama mutlu akşamı, özgürlük yuvası ahır sekisinde, genç eşinin yanında bitiyor. Sekide gaz lambası yanmış, Zehra kendisini bekliyor. Ahırın köşesine arkadaşların kurduğu sekiyi Zehra, gelirken evden kaçındığı bohçadaki el işlemeleri ile süslemiş. Kanavçe, oya, allı pullu tülbentler. Aman tanrım ne güzel olmuş bu ahır! Ahırı böylesine seveceğini düşünmemiş Mahmut. Öküz, eşek, inek ve birkaç koyun yerlerinde dingin duruyorlar. Kimi yatıp uzanmış. Mahmut mutlu bir yüzle yeni düzenine bakıyor. Yoktan var edilmiş bir dünya burası. Çok şükür Tanrım. Tüm koşu, tüm gerilim bitti. Yoksulluk adam yoksulluğu. Görsün şu Haydar Kahya, Mahmut nasıl kazanıp zengin olacak. Tek başına ev açaçak.

18.
"Cuma Çavuş..." diye bir ses duyuyor, yün yatağa boğulur gibi gizlenmiş Cuma Çavuş. "Hayırdır inşallah, yine jandarma mı geldi yoksa " diye içinden geçirerek, başını yataktan çıkarıyor. Birden demin kendi oturduğu yerde sobanın başında birisinin oturduğunu görüyor. Bu bir yaşlı kadın. İçeriyi biraz duman sarmış. Oda iyiden iyiye ısınmış. "Allah Allah, diye içinden geçiriyor. "Hayal mi görüyorum gerçek mi?" Ne var ki, üç beş metre ötede sobanın başında dev anası gibi etli butlu kadın duruyor. Kadında bir burun var ama, anlatılır gibi değil. Burnu ile sobanın önüne dökülen kölü karıştırıyor. "Tövbe..." diyor Cuma Çavuş... "Ulan bu ne? Ben böyle şeylere inanmazdım. Ne bu karı?" Hemen yakınında duran gaz lambasının alevini yükseltiyor. Sakın hayal görüyor olmayım? Yok yok, hayal falan değil dev anası gelmiş oturuyor sobanın başında. Ne yapmalı? Bir dua okumaya başlıyor. O anda burnu uzundan ilk sözcükleri duyuyor?
"Ne inat edip duruyorsun? Ben gerçeğim."
"Tövbee..."
"Fatma duası yanlış okudun."
Cuma Çavuş'un bir an belleğinden dua geçiyor. Gerçekten yanlış okuduğunu anlıyor. Ama ne yapmalı. Düş mü gerçek mi yaşadıkları. Hala ayrımında değil olayın. Birden kendini topluyor. Bu kez Cuma Çavuş ona soruyor:
"Kimsin? Ne arıyorsun burada?"
"Seni ziyarete geldim. Adımı sen koydun ya sabahtır. Burnu uzun. Fatmana duasını yanlış okuduğunu anladın mı?"
"Dalga mı geçiyor, benimle eğleniyor mu? Kim bu? Sakın bir komşu böyle bir şaka hazırlamasın?" diye içinden geçiriyor.
"Yok, komşu momşu değilim ben. Geldim işte!" diye yanıt veriyor Burnu uzun karı.
Artık Cuma Çavuş'un cinleri başına toplanıyor:
"Bir de bana akıl veriyor! Kalk ...ünü ...tiğim!" diye bağırıyor. Cuma Çavuş karının üstüne yürüyor. Odanın kapısını hızla açıp kaçıyor burnu uzun karı. Cuma Çavuş, eline lambayı alıp ardından koşuyor. Büyük avluya bakıyor yok. Dış kapı kapalı. Evlük, samanlık ahır bomboş. Yeniden odaya geliyor. Ne yapacağını düşünüyor bir an. Şalvarını geçiriyor ayağına. Giysilerini giymeye başlıyor.

19.
Cemin son akşamı. Daha cemin başlangıç suları. Cuma Çavuş meydana çıkıyor:
"Dede, beni bilirsiniz, pek inanmam ceme, tarikata. Şu insanlara olan sevgim yüzünden geliri. Ama başımdan geçenleri size anlatmam gerekiyor."
Bütün toplum, heyecanla bekliyor. Ne oludu da Cuma Çavuş böyle konuşuyor?
"Dün gece benim ev bir burnu uzun kadın geldi. Bilirsin böyle boş şeylere de inanmam. Ama gerçekti gördüklerim. Şimdi şunu söyleyeyim, bu toplumu da rahatlatayım. Ben jandarmalara gerçekten kurban eti vermiştim. Bu doğru. Ama sanırım, Tanrı beni cezalandırdı, ya da korkuttu. Dün gece gördüklerimi açıklayamam size. Gerçekten gördüm."
Tüm halkta bir rahatlama.
"Ohh, belasını buldu... Allah daha beter edecek... Hele daha neler gelecek başına, gör öküzü mü ölür, evi mi yanar allah bilir. Dinsiz gavur Cerci. Allahın parmağı yok ki gözüne soksun. Daha ne olacak, Burnu uzun'u yolamış işte. Hani hiçbirşeye inanmazdı. İşte böyle inandırır Tanrı adama, hah"
Dede postunda oturan Suzani:
Erenler, bacılar Cuma Çavuş kendi kusurunu anlattı. Kendi günahını gördü. Tanrı uyarmış onu. Gördüğünüz gibi bir bela gelirse, yalnız kurbanı yedirenin evine ocağına gelir. hepiniz rahat olun. Cuma Çavuş çok ağır uyarılmış. Görüyorsunuz, Tarikata karşı gelenin durumunu. Şimdi Cuma çavuşun başına bir daha bir uğursuzluk gelmemesi için bir dua edeceğim. Meydan birliğine, dostluk dirliğine diyelim bir Allah Allah. Allah Cuma Çavuş'un günahlarını af etsin, kusurunu bağışlasın. Kendisi bin pişmanlık duyuyor. Diyelim bir Allah Allah..."
Bu gece, erkan ağacı getiriliyor. Kara, uzun düz bir ağaç bu. Dede erkan ağacını iç içe geçirilmiş kılıflardan çıkarıyor. Bir leğenin içine koyuyor. Üzerinden su dükülüyor. Son günün hüznü var toplumun üzerinde. Suya dua ediliyor. Sakka duası okunuyor ve su halka içiriliyor. Son hizmet olan tevhit çekiliyor. Dizler dövülüyor. O anda, esirik durumdaki Yavan Ali ortaya düşüyor. Çılgınlar gibi gibi dövüne dövüne dönüyor. Dönüşler sırasında gözleri kapalı. Tevhit bittiği andan, tümüyle bitkin durumda düşüyor. Yüzüne su serpiliyor. Ağızına su verilip ayıktırılıyor.
Dedeye görüm karşılığı ücreti verliyor. Kim ne kadan isterse, gölünden kopanı veriyor. Para veren parayı dedenin postnun altına sokuyor. Kuzu koyun veren vereceği hakullahın ne olduğunu söylüyor. Eşi ile birlikte çıkıp dua alıyor, yerine oturuyor.
Duran oturan, koğusuz gıybetsin evine varana hızır yardımcı ola, duası ile cem bitiyor.

20. Adanacı
Karlar erimiş Dağ başlarında kalan karlar son direnişlerini veriyor. dereler kar suları ile coşmuş, dağ taş yeşermiş. Çiçekler, otlar, yeşil ekinler, çoban döşekleri, kevenler birbiri ile yarışıyor. Köyü dış dünyaya bağlayan tek yol bir saat uzaklıktaki tren yolu. Kış boyu kopan dış dünya bağlantısı, ilekyazla birlikte yeniden yeniden kuruluyor. Bütün bir kışı Adana, Mersin, Tarsus gibi güneyin zengin illerinde kol işçiliği ile karnının doyurmuş, Mamaş'ın aç insanları biriktirdikleri son kuruş ile üzerlerine temiz bir giysi alıyorlar. Tahta bavullarına doldurdukları eşyalarlala geri dönüyorlar. Kazançları ne, ne getiriyorlar? Bu kazaç hep abartılarak söylenir. Cebinde elli lirası olan 500 lira ile döndüğü söyler. Daha az para ile dönen ise, çok para kazandığını ama parayı çaldırdığını söyler.
Muharrem bir şovalye gibi trenden iniyor. Elinde sık bir bavul var.
 Ayağına siyah körüklü çizme geçirmiş. Üstünde kilot pantolon,  koyu mavi ceket ve onun üzerinde uzun bir palto var. Gözüne kara güneş gözlüğü takmış, başında şık bir foter var. Muharrem çalımlı yürüyüşle bir çayın önüne geliyor. Köye gelmesi için bu çayı geçmesi gerekiyor. Ne ki, çayın suları ilkyazla birlikte coşmuş. Kıyılar çamurdan geçilmiyor. Muharrem, çimenli yolun bitiminde duruyor. Bir üzerindeki giysilere bakıyor, bir ırmağa bakıyor, ne yapacağını bilmiyor. O sırada karşı yakada bir köylü çift çalışıyor. Gelen şık yolcunun ne yapacağını merakla bakıyor. Birden Muharrem'in yüzünde ne yapması gerektiğine karar vermiş bir gülücük beliriyor. Yüksek sesle karşı kıyada küreğine yaslanışmış kendisini izleyen köylüye bağırıyor:
"Köylü gel hele, buraya!"
Karşı kıyıdaki adam koşup geliyor. Muharrem'in karşısında üzerindeki beyaz yırtık gömleğini toplayıp saygılı bir biçimde duruyor:
 "Buyur Bey, ne istiyorsun!"
"Beni alıp karşı geçeye geçireceksin"
"Bey siz kim oluyorsunuz?"
"Hele sen geçir, karşı geçede söylerim!"
Adam Muharrem'i sırtına alıyor. Çayın suları oldukça coşkun. Adam bir yandan taşların arasında ayağına yer arıyor bir yandan da sırtındaki saygıdeğer kişiyi suya düşürmemek için özen gösteriyor. Suyun içinde, götünü büke büke soluk soluğa, Muharrem'i karşı kıyıya bırakıyor. Bir nefes alıyor. Bu kez de karşı kıyada kalan küçük çantayı kapıp getiriyor. Görevini başarı ile yerine getirdikten sonra, önemli konuğun kimliğini soruyor:
"Bey zatı aliniz kim oluyorsunuz?"
Muharrem çantasını eline almış adamın yanında bir heykel gibi duruyor. Kafasını dikip
"Ben Mamaşlıyım" diye karşılık veriyor. Mamaş önemli bir köy. Her tür saygın kişi çıkar düşüncesi ile ayrıntılı bir yanıt arıyor köylü:
. "Kimlerden oluyorsunuz?"
"Ali Kahyagilerden" deyince adam şaşırıyor. Mamaş'ın en yoksul ailesi. Soyundan sopundan bir  adam gibi adam çıkmışlığı yok. Bu kez çok daha sert bir soru soruyor:
"Kimsin sen lan?" diyor.
"Bayramın oğlu Muharrem" diye karşılık verince adam şarırıyor. Bunu duyar duymaz elini silkip
"Aha babanın canına sıçayım" diye bağırıyor. "Niye başından söylemedin ulan eşek oğlu eşek?
Muharrem sırtını dönmüş gülerek gidiyor.
"Söylesem beni geçirir miydin?"
"He geçirirdim, geçirirdim. Ben bilirdim sana edeceğimi... Ah bir bilseydim. Ben de bir hükümet adamı sandım. Kaymakan gibi, tahsildar gibi birşey. Eşek oğlu eşek, Bayramın oğlu Muharremmiş... Kocaoğlan demiyor da! Bir de bey olmuş..."

Adanacıların en kurnazı Muharrem. Esmer yüzlü, uzun boylu, dal gibi ince bir delikanlıdır Muharrem. Tek ayak üstünde kırk yalan söyleyen, ama her yalanını dinleten, hemen çoğuna da inandıran; inandıramadığına ise sevdiren ilginç bir kişi. Adana-Tarsus-Mersin gurbet kuşlarının hiçbiri onun başarı ve işbilirliğni yakalayamaz. Köyde Muharrem'in öyküleri hayranlıkla, gülerek anlatılar. Nasıl bulur, nasıl yaratır olayları bilincinde? Her yalanı bir yaratıcılık ürünü olan bu kişinin köye dönüşü, gençler arasında bir sevinç kaynağı olur. sofrası açık, ocağı sıcak bir konuksever insandır. Yemeyi yedirmeyi seven, ama sözüne üvenilmez bir kişidir.
"Muharrem gelmiş... Muharrem gelmiş" sözleri bir anda köyün çinde yankılanıyor. Muharrem hep gençlerin dostu. Bir anda köyün delikanlıları Muharerm'in renk renk kilimlerle donanmış odasını dolduruyor. Baş köşeden kapı önüne dek sıra sıra oturuyorlar. Muharrem'in gözleri pırıl pırıl. Sevenleri gelmiş.
"Irmaçlı" diye genç eşini çağırıyor. "Kız Irmaçlı uşahlara birşeyler getir. Gatıh, matıh ya da Adana ürünlerinden."
Gençler Anada ürünleri istiyorlar. Kocaman bir bakır tabak dolusu kuruyemiş geliyor. Çir, leblebi, kuruüzüm. Gençler kibar bir oburlukla tabağa uzanıp avuçluyor.
"Eee, Muharrem Emmi, Adana nasıldı, Tarsus nasıldı?"
"Uşah sorman Tarsus'u, Adana'yı. Yine Şadi Beyi'in yanında çalıştım. Şadi Bey beni bırakmaz. Ama istasyondan köye gelirken ne oldu bilin?"
"Muharrem Emmi senin hikmetinden sual edilmez. Gör ne yaptın!"
Çil Mustafa dırdır edip duruyor ben çekip geldim. Yoksa üstüm başım kirlenecek. Köye rezil olacağım. Ne yapayım komşular?"
"Hay bin yaşayasın Muharrem. peki kaymakamım falan desen olmaz mıydı? Niye söyledin Muharrem olduğunu?"
"Ula Çil Mustafa biliyorsunuz bu dönük Bektaşilerin babası. Bektaşilere bir intikam olsun diye söyledim Muharrem olduğumu. Çil Mustafa'nın sırtına binmem bütün Kangal yöresinde söylenecek. Fırsat elime düşmüş ki, kaçırır mıyım!"
Bütün gençler gülüyorlar. Hemen her ağızdan bir övgü yükseliyor. Ama ortak tümce:
"Vallahi büyük adamsın Muharrem!"

21.
Kara Cemal, eşyalarının bir kağnıya yüklüyor. Köyde evli kızı gelmiş. Eşyaların yüklenmesine yardım ediyor. Anne ve kızlar sessiz ağlıyorlar. Feleğe kadere küfür ediyorlar. Cemal'in aldırdığı yok. Arada kızıyor eşinin ve kızının ağlamasına. Küçük çocuklar gelmişler, göçün yüklenişini hazin gözlerle izliyorlar.
"Kız ne ağlayıp duruyorsunuz? Ağlanacak ne var? Ölüm yok ya! Gidiyoruz işte. Alıp köylerini başlarına çalsınlar. Yok düşkünmüşüz de, yokmalımızı dafarlarını katmayacaklarmış da. Görsünler Kara Cemal'in şehirde de işini yoluna koyduğunu."
"Ede bir güze gelir misiniz?" diyor büyük kız.
"Bir daha bu köye adımımım atarsam..."
"Bu ne biçim söz ede?"
"Ne olacak, artık bundan sonra gelmem."
"Ben sizi artık görmeyecek miyim?"
"Seni Zile'ye getiririm."
"Beni Zile'ye kim yollar? Artık sizi göremeyeceğim demektir."
"O, sofu kaynatana söyle. Kına yaksın işte gidiyoruz..."
Gelin kız ağlıyor. Kağnı yüklenmiş. Kapıya kilit vuruluyor. Kağnı karayoluna doğru gidiyor. Bir başına gelin yolda kalıyor. Bir daha görememe korkusu içinde, gözlerinde biriken yaşları başındaki beyaz örtü ile siliyor.
Hazin ayrılışın sancısı herkes sarmış. Dikbaşlı adamdı Cemal. Pek sevilmezdi bu yüzden köyde. Köylü fırsatını bulmuş, anki ona bir ders  vermek istemişti. Sonuçta el ele verip başarmışlardı. Kapısı açılmaz olmuştu. Kapısından geçenler selam vermiyorlardı. İyice yalnızlığa itilmişti Cemal. Her şeye karşın son ana dek kuyruğu dik tutmasını bilmişti. Kimseye eyvallah etmeksizin iki yılı şkın süre evini ocağını yürütmüştü. Sonuçta ise baskılar ağır gelmiş, gurbetin yolunu tutmuştu.
Şimdi onun kapısına kara kilit vuruldu. Artık onun kapısından geçen yaşlılar selamlarını gizlemek için zahmet çekmeyecekler. Kadınlar kocalarına Cemallarla ilişkilerini gizlemek zorunda kalmayacaklar.
Nedir ki, bir kapı kapanmış. Ocağın sönmesi, evin "peğ" olması gibi bir olgu yaşanıyor. Br komşunun evinin kapısına uğursuz kara kilit vuruluyor. Hani oğlu uşağı olmayan yaşlıların ölümleriyle kapılarına kara kilit vurulur, evleri ocakları darma dağın olur ya, öyle bir durum yaşanıyor. Hem de bunca oğlu kızı olmasına ve de dirliği düzeni yerinde olmasına karşın.
Toprak damlı evlerin duvarları diplerinde oturan yaşlılar kedileri ile bir hesaplaşmanın içine girdiler. Suçluluk duygusu içinde birbirlerine açmak istemedikleri bir konu Kara Cemal'in göçü. Herkes kendini suçlu tutuyor. Tamam Kara Cemal kötü adamdı, aksi adamdı. Dikbaşlıydı, kimseye boyun eğmezdi. Ama çalışkan adamdı. Yardımseverdi. Komşunun elini alırdı. Zor gün dostuydu. Üstelik yola, erkana düşkün bir iş yapmamıştı. Başına ne geldiyse oğlnun yüzünden gelmişti. Bu duruma itilmemeliydi. Sonuçta ne olmuştu ki, yüz evlik köyden bir evin eksilmesi kime ne kazandırmıştı? Herkesin günahi kendineydi.
Elveda toprak damlı evler, elveda söğüt kavak ağaçları ile süslü dereler. Artık ne zaman, nasıl dönülür kimse bilmiyor. Bilinmez bir geleceğe gider gibi toprak yollu bozkarda kağnı ilerliyor.

22.
Toprak damlı evler. Dar kıv­rımlı yollar. Söğüt ağaçları ile süslü dere kıyıları. Yaz sıcağı basmış. Öğle sonrası. Harmanlarda dövenler dönüyor. Yorgun köylüler çalışı­yor. Bir top söğüdün altında gözlüklü yaşlı bir dede bağlama çalı­yor. Biraz ileride harmanda döven durmuş. Öküzler harmanı yiyor. Yaşlı adamın aldırdığı yok. O bağlamaya sarılmış, döktürüyor bağlamayı. Uzaktan, omuzunda yaba ile 14-15 yaşlarında karayağız bir delikanlı geli­yor. Harmana yaklaşınca yüzünde bir gülümseme beli­riyor:
"Amca, ne bu hal? Ne yapıyorsun?"
Yaşlı adam yanıt veriyor.
"Ula oğlum Ali, bir bakayım, parmaklarım alışkanlı­ğını yitirmiş mi, dedim!
İkisi de gülüyor.
"Amca bir dakika, şu harmanı bir düzene koyayım. Bu deyişi can kulağı ile dinlemek istiyorum. Öküzleri harmanda başı boş bırakmış­sın. Öküzler buğday yiyor­lar, şişip ölecekler. Çocuklar nerde? Dövene neden onları bindirmedin?"
"Çocuklar sırasının üstüne dövene bineceklerdi. Kaçıp gitmişler. Derenin kıyısında olmalılar."
"Şimdi ben gösteririm onlara!"
Genç adam bağırıyor:
"Vahap, Cengiz, Tuğrul, Mehmet, nerdesiniz ulan? Döveni burda koyup hangi cehenneme kaçtınız?"
8-10 yaşları arasında 3-4 çocuk korku içinde koşup geliyor.
"Buyur ağabey" diye derli toplu duruyorlar.
"Nerdesiniz ulan. Hepinizi döveceğim. Döveni am­cama bırakıp nere gittiniz? Sırasının üstüne dövene bi­neceksiniz."
Çocuklardan biri dövene biniyor. Yastıkların üstüne otururlar. Amca sazı yeniden kucağına alyor.

              Kangal'dan aşağı Mamaş'ın köyü
              Derindir gölleri soğuktur suyu
              Üç köyün içinde Zebneb'in soyu,
              Zeyneb'im Zeyneb'im allı Zeyneb'im
              Üç köyün içinde belli Zeyneb'im.

Genç adam diz çöküyor. Birkaç dakika amcasının bağlama çalışını izliyor. Amcanın bağlaması bir türkünün eşliğinde karşı tepeden yankılanıyor:

              Söğüdün yaprağı narinden narin
              İçerim yanıyor, dışarım serin
              Zeynebi bu ayda ettiler gelin,
              Zeyneb'im Zeyneb'im allı Zeyneb'im
              Üç köyün içinde belli Zeyneb'im

"Ali oğlum, bu Türkü bizim köyün çok eski türkü­sü. Şimdi kimileyin radyoda da söylenir."
Uzaklardan kağnı gıcırtıları geliyor. Harmanlardaki köylüler arasında yorgun konuşmalar. Yoğun işi birazcık yoluna koyan kimi komşular, söyleşinin yoğun olduğu top söğüdün gölgesine gelip oturuyorlar. Bir bir çoğalan kalabalık mutlu bir ortama dönüşüyor. Dede konuşuyor, çalıyor. Onlar aralıklarla söyleşiye katılıyorlar.

23.Cin Abbas
Cin Abbas lakabı ile ünlü Abbas Dede kendine özgü bir kişi. Evi köyün bitiminde, mezara yakın yerde yer alıyor. Küçük bir çayıra harman kurmuş, karınca gibi çalışıyor. Harmanı derliyor, atların dizginini ayarlıyor. Bir an duruyor, aşağılardan gıcırdayarak gelen kağnıya doğru bakıyor. Kağnı dev bir buğday çuvalı taşıyor. Komşu Sünni köyü Halburveranlılar yaz aylarında un öğütmek için, bu yolup kullanıyorlar. Mamaş'ı aşarak bir öteki köydeki su değirmenine buğday öğütmeye gidiyorlar. Bu kağnı da onlardan biri olmalı. Cin Abbas gözlerini süzerek özenle bakıyor gelen yolcuya. İçerden birilerilerini çağırıyor.
"Ali, sen şu harmana biraz göz kulak ol. Benim Yoncalık'ta ufak bir işim var. Hemen geleceğim. Aman gözünü atlardan ayırma!"
Omuzuna bir kürek alıp yola düşüyor. Biraz sonra kağnısı ile gelen komşu köylü yolcu ile birleşiyor. Söyleşerek gidiyorlar. Sıcak bir şöyleşi içinde tozlu yollarda ilerliyorlar. Kağnının tekeri tozlu yola yarı yerine dek gömülerek gidiyor. Cin Abbas, adamla tatlı tatlı hava­dan sudan konuşarak köyden çıkıyor. Köyün doğu kesimine düşen yeşil alana geliyorlar. Yoncalıklar kurumuş. Kağnı bir dereye doğru kıvrılıyor. Bu anda Cin Abbas soruyor:
     "Yahu baharda bizim Ali'yi dövmüşsün."
     Adam umursamaz yanıt veriyor:
     "Haa, dört tane takmıştım."
     Cin Abbas, hemen karşılık veriyor:
     "Öyle mi? Öyleyse dört tane de ben sana takayım hele..."
     Cin Abbas adama kürekle vurmaya başlıyor. Adam şaşkın bağırıyor. Ama derenin içinde ne duyan, ne yetişen var. Allah’ın bol, insanın kıt olduğu bir dere içi burası. Adamı kanlar içinde bırakıp köye dönüyor.

     24.
Söğüdün altında söyleşi sürüyor. Ayranlar geliyor, bakır taslardaki ayranlar kafaya dikiliyor, şakalar yapılıyor. Giderek artıyor katılım. Bir ikindi sonrasında günün yorgunluğunu çıkarmak isteyen komşular bir bir beliriyorlar. Bu sırda Cin Abbas, sessizce yanlarına yanaşıp oturuyor. Cin Abbas korkunç çalışkan bir kişi. Yaz döneminde öyle söyleşiye, lafa katılmaz. Revani Cin Abbas'ı görünce seviniyor:
"Yahu, Abbas Efendi, senin yolun düşmezdi bu taraflara, hoş geldin. Sen işten güçten ayrılmazsın. Abbas Efendiye bir yastık getirin." Söyleşi giderek artan coşku ile sürüyor:
"Bu Zeynep bizim köyden Hasan Ağagilin kızıymış. O zaman­lar kervancılar gelirdi köylere. Bir kevancı geldi. Atlarla kervan konakladı. Bir iki eve dağıldılar. Bu arada genç bir delikanlı bi­zim Hasan Ağların Zeynebi pınarda görmüş. Zeynep su dolduru­yor. Kervancı da yüzünü yumaya gitmiş pınara. Bir görüşte tu­tulmuş Zeynep'e. Sonra tutturmuş babasına "ne yap yap bu kızı bana al." Babası zengin. Kervancı dedik ya sen anla gerisin. Neyse efendim, geldiler Hasan Ağagile kız istemeye. Hasan Ağa kız verir mi, öyle elin yabancısına, yezidine. "Ulan siz kim olu­yorsunuz" deyip kovdu. Oğlan mal mülk ne istiyorsanız vereyim. Canımı alın bu kızı bana verin diye yanıyor. Ama Hasan Ağa vermez. Hem de uzatmadı işi. Hemen Balıgile verdi. Şu bizim Balı var ya, Götöğ Balı, işte onun anasıydı Zeynep. Daha kervan köydeyken düğün tutuldu. Zeynep gelin gidiyor. Kervarcı yandı tutuşuyor. Gözleri dolu dolu, köyün kıyılarında geziyor. İşte o sıra yakmış bu türküyü. Şöyle sürer:

                        Zeynebi bu hafta ettiler gelin
                        İçerim yanıyor dışarım serin
                        Zeynep'im Zeyneb'im allı Zeyneb'im
                        Üç köyün içinde şanlı Zeyneb'im

"Sonra türküyü 1932 de Sivas'ta Halk Şairleri Bayramında Aşık Süleyman çaldı. Muzaffer Sarısözen notayı geçirdi. Şimdi radyolarda çalıyor. Ama kimse bilmiyor bu olayın Mamaş'ta geçtiğini. Zaten deyişin birinci dörtlüğü de söylenmiyor."
Cin Abbas'ın üzerinde bir dinginlik, bir durgunluk var. "Yahu Abbas Efendi, nen var?" diyorlar. "Yorgunum biraz" diye karşılık veriyor.
Bir süre sonra köyden bir genç geliyor.
"Dede.." diye bağırıyor.
"Ne var Mor Veli?" diye soruyor Revani.
"Duran’ı Ömer'i dövmüşler", Revani şaşkın biçimde sazı bırakıyor elinden. soruyor:
"Kim dövmüş? "
Çocuk Cin Abbas'ı gösteriyor.
"Abbas Emmim dövmüş diyorlar."
Cin Abbas:
"Görüyorsunuz arkadaşlar saatlerdir ben burada oturuyorum. Hepiniz şahitsiniz."
Herkes gülüyor.
"Doğru sen burda oturuyorsun. Biz şahitiz Abbas Dede."
Revani sessizce yerinden kalkıyor. Bütün oturanların yüzünde tatlı bir gülümseme. Hayranlık duyan gülücüklerle Cin Abbas'ın yüzüne bakıyorlar. Kimse bir şey soramıyor. Cin Abbas yarı şaka yarı ciddi kızıyor:
"Ne gülüyorsunuz, niye bakıyorsunuz yüzüme ulan, Allah'tan korkun ben sabahtır burada oturuyorum..."
"Tamam dede tamam, oturuyorsun. Biz şahitiz. Şahitiz de, sen burada otururken Halburveranlı nasıl döğüldü diye gülüyoruz."
"Ne bilem kim döğmüş, yezit oğlu yezidi. Belki komşuları döğmüştür. Benim üstüme atıyor. Biliyorsunuz, bu yezidin bize düşmanlığı var. İlkyazda bizim Ali'yi döğdü. Şimdi de benim üstüme atıyor."
Herkes gülüyor. Cin Abbas da gülüyor kendi sözlerine. Tüm topluluk bu gülme üzerine rahatlıyor. Cin Abbas:
"Vallah yahu... Karısı mı döğdü komşusu mu, ne bilem, kim döğdüyse döğdü. bana ne?"

25.
Revani, oturanlardan bir iki kişiyi çağırıyor. Ayaküstü konuşuyorlar. Revani:
"Ne yapacağız? Abbas Efendi'yi ortada koyup candarmaya teslim edemeyiz. Çabuk çağırın muhtarı."
Birkaç dakika sonra Muhtar geliyor:
"Muhtar, senin aran yok Abbas Efendiyle. Ama bu iş bütün köyün namusu. Candarmaya teslim etmeyeceksin Abbas Efendi'yi..."
"Ulan, siz deli mi oldunuz, şaşırdınız mı? Ben adam mı veririm candarmaya. Abbas Efendi benim kanlım olsa vermem. Bir Yezit döğmüş... ben kalkıp onu ortada mı koyacağım? Karışmayın."
Köyün içine yayılıyor bir anda Cin Abbas'ın olayı. Hayranlık ve şaşkınlıkla anlatıyorlar:
"Abbas Efendi Halburveranlı Ömer'i bir döğmüş ama sorma!"
"Ula görülmüş birşey mi Halburveranlı döğmek? Hükümet adamı döğmekten beterdir."
"Kardeşim, boşuna Cin Abbas dememişler... O döğer."
"Hay eline sağlık Cin Abbas..."

26.Oruç
Köy kara yasa batmış. Kızgın bozkır sıcağı altında zaman durmuş gibi. En değerli zaman diliminde yaşam durmuş.Bir yılın birikiminn derleneceği, bu anlık zaman kesinde ne yapılırsa yapılacak, tane tane buğdaydan çuvallar doldurulacak, değirmene gitmek üzere avlulara direnecek. Gelecek yaza çıkıncaya dek yaşamı götürecek un, bulgurun hesabı yapılacak. Sonra işin içinde komşulardan un, bulgur dilenmek de var. Her ödünç gibi ödünç kuzular. Bir ölçek un için bir buçuk ölçek denir. Dedikodu da üstüne üstlük.
Açlığın ve toplumsal üzüntünün sıkıntısı içinde bireyler yarını unutmuş, ölüm sonrasının hesaplaşmasını yapıyor Hz. Hüseyin'in ölüm günleri, on iki gün oruç tutuluyor. Bu aynı zamanda bir yas töreni. Su en az içilecek, gülmek yasak ve en küçük sevgi gösterisi suç. Saç sakal kesilmez. Tam anlamıyla yaşam ötesinde yoğunlaşmış düşünceler.
Ne ki yaşam kuralını koyuyor, ölümün zamanını bilmek olanaksız. Ölüm ötesi ile tümden bilinçte çizilen soyut bir evren ama on beş gün sonra yaşam var. On beş güne ne gerek, akşam oruç açılacak. Oruç sofrasına ne gelecek, onun kaygısı var, oruç sofrası. Ve de çocuklar, onlar ekmek, yemek isterler. Hadi bakalım sofu kardeş, öteki dünyaya varmadan bu dünyadaki görevini yerine getir!
Zaman onu sorar. Gün boyu, bu duygu ve düşünce içinde midelerin açlıktan guruldadığı, tenin sıcaktan doyumsuz bir su isteği ile çırpındığı ve dudakların çatladığı sırada kağnıya sap yükleyeceksin. Sapı, devrilmemesi için kendirle kıskıvrak çekip bağlayacaksın.En küçük yanlışa yer bırakmayan bir çaba ile yapılacak bu iş. Yoksa yolda sapı devirmek tüm işi yeniden yapmak, dahası bir iki kişinin yardımına gerek duymak, ve de tüm köye ister istemez rezil olmak var.
İlkokulu bitirmek için kışı ilçede ya da Sivas'ta geçiren çocuklar, eşek sırtında saman çuvalı taşırken, yaptıkları işin ağır utancı içinde yalnız önlerine bakıyorlar. Kimseyle göz göze gelmeme çabasında dış dünyaya kendilerini kapıyorlar.
Kara Ali, şu Ali Efendigilin Kara Ali var ya, bir garip çocuk. Nasıl demeli hızır gibi bir adam. Yonca mı sulanacak orada, çuval mı yüklenecek orada, tırpan mı biçilecek orada. Hiç bir işten yüksündüğü, utanç duyduğu yok. Hangi işi yapsa en iyisini yapmaya çalışıyor. İgücünü çaldığı yok. Üstelik köyün en iyi okumuş adamı, ortaokul son sınıfa gidiyormuş. Orta okul ne demek biliyor musun?

27. Sap Kağnısı
Sap yüklü kağnının gacırtısı dağı taşı tutuyor. Karayağız delikanlının özenle yüklediği sap dağ gibi heybetli. Yanında yaşlı amcası ile laflayarak geliyolar.çeredeki ekin tarlaları sararmış biçilmeyi bekliyorlar. kimi tarlalar ise biçilmiş. Giderek silinip gidiyorlar. Uzaklardan yorgun selamlşma sözcükleri duyuluyor:
"Kolay gele, bereketli ola... kaç günlük işin kaldı"
Sorular da görev gereği, yanıtlar da kimsenin konuşmaya gücü yok. herkesin canı burnunda. Burnunun tutsan canları çıkacak türden. Kağnı bir kıvrma griyor. Birden önlerinde devrilmiş bir kağnı ile karşılaşıyorlar. Temizce giyimli sarkık bıyıklı adam, kağnının öküzlerini çözmüş, arabayı yeniden kaldırmak için üzerindeki yeşil otu atıyor. Ali soruyor:
"Kim bu amca? bu adamı ilk görüyorum. Bizim köylü mü?"
"Bizim köylü., Kara Cemal. Zile'de oturur. Yıllar önce bir düşkünlük yüzünden, köye kahredip gitti. İşini gücünü Zile'de kurdu. Durumu çok iyi. Bir çayırı var şu ilerde. Her yıl bir kez gelir, çayırın otunu satıp gider. Elini bir işe sürmezdi. Nasıl oldu da çayırın otunu kendi götürüyor?"
"Selamın Aleyküm Cemal. Hoş geldin, ne zaman geldin duymadım."
Aleykümselam dede. İki gün oldu geleli."
"Hayrola Cemal, nerden ot yüklemek aklına geldi? Sen çayırın yüzünü satıp giderdin."
"Sorma dede, şu Kendirgile sattım. Pazarlığı bozdular. Mecbur kaldım, otu kapıya götüreyim, burada mal davar yiyor. Artık köy işlerini unutmuşum. Kağnıyı devirdim."
"Cemal geçti o eski günler. Artık elin işten uzaklaştı."
"Öyle dedem unutmuşuz. Sapı iyi yükleyememişim araba devrildi. şimdi toplamaya çalışıyorum. Yeğenin mi bu, Abbas çavuşun oğulu?"
"Heye."
"Maşallah büyümüş dede. Artık elinden tutuyor senin."
"Çok şükür Cemal. Ali de tam babası gibi. Çalışkan."
Ali söze giriyor:
"Amca yardım edeyim mi?"
"Çok iyi olur."
Ali, dirgeni çekip kağnıya yaklaşıyor. Fırtına gibi otu bir yana atıyor. Üçü kağnının yanına dayanıp yeniden iki tekerleğinin üzerine oturtuyorlar. Ali yerdeki otları dirgenle kagnının üzerine atıyor. Kara Cemal çiğniyor. İş bitiminde öküzleri koşuyorlar. Ot kağnısı önde, Revani'nin kağnısı arkada yola koyuluyorlar. Kara Cemal, Ali'ye dönüyor:
"Ali Efendi nerede okuyorsun?"
"Orta sonda." Ali, kendisine Efendi' denmesine şaşıyor. Birden kendi kendine "Ali Efendi, Ali Afendi" diye söyleniyor. Kara Cemal çocuğun kendisine Efendi sözünün söylenmesini yadırgadığını anlıyor.
"Ali Efendi ya! Sana deden Ali Efendi'nin adını verdiler." Sen bizim için Ali Efendisin. Maşallah çok sevindim." Kurt Veli'ye dönüyor.
"Dede, sorma çocukları okutmaya çok hevesim vardı, ama olmadı. Okumadılar."
"Cemal, Yusuf okudu ya."
"Yok dedem yok, okumak o değil. Sen ne okumak istiyorsun Ali Efendi?
"Mühendislik, inşaat mühendisi olmak istiyorum."
"Hay bin yaşayasın. Gördün mü, okumak budur dede. Avukat olacaksın, mühendis olacaksın, doktor olacaksın, yani şöyle bir yer tutacaksın. Okumak bu dedem. Yoksa, onun bunun götüne yne vrmayı öğrenmek okumak değil.  Yusuf'uun okuduğu bu. Sağlık memuru oldu. Bu yalnızca ekmeğini kazanmak. Kimseye muhtaç olmadan yaşamak. Ben de böyle Ali Efendinin söylediği gibi okutmak istedim Yusuf'u, liseye gitmedi. Kolayı seçti, tez elden evlenmek için. Sanki birşey varmış gibi.
"O da yeter Cemal. sen hiç okul görmedin."
"İşte mesele de bu ya. Dönem değişiyor. Artık öyle küçük okumuşluk yetmiyor. İleride hiç yetmeyecek. Bizim büüyük okumuş yetiştirmemiz gerek. Devlette sözümüz geçmeli. Her şey bozuluyor. Bak köyün eski durumu kalmış mı? Paramla üç araba otu getirtecek adam bulamadım. Kendim bir kağnı buldum taşıyorum. Emmi oğluna 'ula yavrum on lira verem, gel biraz yardım et' dedim, gelmedi. Bey arkadaşlarına söz vermiş, onlarla çermiğe gidecekmiş. Çermiğe iki gün sonra gitse olmazmış sanki. Olur mu bu dede? Böyle miydi bu köy? Köye biri gelince tümü yardımcı olurdu. Sen dedesin, bir elini alan var mı?
"Yok Cemal, geçti o günler. Çok şükür, şu çocuk yetişti de elimi alıyor."
"Geçti tabi. Millette ne sevgi ne inanç, ne saygı kaldı. Günbe gün tükeniyor.Şu sizin yaşıtlar giderse, her şey unutulup gider. Ne Alevilik kalır, ne dedelik. Bu yüzden okumalı gençler. Bundan sonra eski düzen sürmez.
"Ula Cemal, ne laflar ediyorsun? Bu ne sözler?
"Dede el memleket görüyorum. Sabahtan akşama el içindeyim. Bir hastan olur Hastaneye yatıramazsın. Bir avukat bulamazsın. bize bunlar gerekli. Çok şükür Ali Efendi iyi okuyormuş. Bir gün bir yardım gerekirse, elimden geleni yaparım Ali Efendi'ye."
"Sağ ol Cemal, ne yardım gerekecek. Babasının aylığı var okutuyor."
"Hani ben söyleyeyim de, gün ola harman ola..."
"Gün ola harman ola. Haklısın Cemal. Hayatta hiç birşey belli olmaz.
Kızarmaya hazırlanan güneşin vurduğu gölgeler uzuyor. Ali, gölgelere bakıyor. Kendi gölgesine. İki üç kat büyük kambur bir gölge. Sanki ruhunun derinlerindeki dev adam yürüyor o gölgenin içinde. "Ah şu lise bir bitse diye geçiriyor içinden. "Şu güzel insanlar görseler okumak nasıl olurmuş. Zavallı adamın oğlu sağlık memuru olmuş. Oysa adam okutmak için her şeyi yapmak istemiş. Ey tanrım yüzümü kara çıkarma. bana, şu amcama, şu güzel insanlara hizmet olanağı ver! Bir kez... bir kez...."

28.
Ali Ede Kurtkulağı'ndaki tarlanın ürününü derlemek için, kağnıyı sap yığınına dayadı. Delikanlılığa yeni adım atmış oğlu İbrahim'le kağnıyı yüklemeye başladı. Ali Ede aşağıdan dirgenle sap veriyor, İbrahim sapı yerleştiriyordu. Sap yığınının hemen yanında bir çağal yığını duruyordu. Tarladan ayıklanan taşların yığılı bulunduğu bu taş yığını,

28.
Kurt Veli Dede bunları anlatırken, birden kapının önünde konuklar belirdi. "Uşak bakın hele kimler geldi" dedi. Çocuklar ko­şarak kapı önüne gittiler. Vahap ordan bağırdı.
"Amca Zile'den gelmişler. Ziyaretçilermiş. Silisli Aşığın kö­yünden."
Veli dede yerinden doğruldu. Yanına yeğeni alıp ziyaretçilerin yanına gitti. Ziyaretçiler el öpüp saygı gösterisinde bulundular. Evden kadınlar kızlar çıktı. Heybeler içeri alındı. Kapı önüne minderler atıldı. Ayranlar getirildi. İkramlar başladı. Kadınlar kendi aralarında, erkekler kendi aralarında konuşmaya başladılar.
Evet, Zile'den gelmişlerdi. Veli dedenin talipleriydi. Kiminin çocuğu olmuyordu, kiminin çocuğu oluyordu da durmuyor, yaşamıyor. Dedeyi düşlerinde görmüşler. Bu yaz günü işi gücü bırakıp topluca dedeye gelmişlerdi. Dede onları çağırmıştı. Eee, böylesine inançlı insanlar nasıl karşılanırdı. "Hoş gelmiş, sefalar getirmişlerdi."
Böyle bir havada hazırlıklar başladı. Evde hızlı bir gitgel sürüyor. Komşulara gidiliyor, tabak, yiyecek getiriliyor. Bu arada yiyecekler getirilirken gizleniyor, konuklara yokluk belli edilmek istenmiyordu. Ama konuklar da sezimişlerdi.
"Dede sana sıkıntı verdik" gibilerden arada ağızlarından bir iki sözcük yuvarlanıyordu. Ama dede de moral yerinde hiç birşeyi aldırdığı yok. Bıyıklarını buruyor, neşe içinde anlatıyor, anlatı­yordu. Köylülerden kimilerini soruyor, gelmişten geçmişten ne aklına geliyorsa döküyordu. Yanında kara yağız yeğen tatlı gülü­cüklerle amcasını izliyordu.
Bu sırada kapı önündeki döven çoktan unutulmuştu. Dövenin üzerindeki çocuk acıklı gözlerle eve bakıyor, bu söyleşiden uzak kalmanın tedirginliği içinde kendi kendine küfürler edi­yordu. Hep kendi mi yapacaktı bu işi bir sürü çocuk daha vardı. Çocuk derenin ardından dolaşıp se­sizce eve süzüldü. Oh be dünya varmış. Ev bir cümbüş. Tandır başında yufkalar yapılıyor. Yemekler pişiriliyor. Veli dede anlatı­yor. Bir kıyıya sinip oturuyor.

29.
"Kız ana, çalıdaki çamaşırlar eksik,
"Ne demek eksik. Bizim çamaşırları kim ne yapacak. Yel bir tarafa atmıştır. Sağa sola baksaydın.
"Baktım ana. Yok. Vallahi eksik.
"Hangi çamaşırlar eksik?
"Ablamın çamaşırları!
Anne olağanüstü tepki gösteriyor. Gözleri açılmış,
"Nee... tümü onun çamaşırları mı?
Tümü onun, iç donu bile yok!
"Eyvahhh...
"Ne oldu ki?
Elif Ana'nın tepkisi korkunç. Top söğüdün gölgesinde yeğenine saz öğreten kocasına yolluyor küçük kızı."Çok acele gelsin" diyerek. Top söğüdün  gölgesinde yeğen saz çalmayı sürdürüyor. Baba içeri geliyor. Elif Ana ile Revani arasında hararetli bir konuşma geçiyor. O dingin Revani'nin rengi atmış, cebinden tabakasını çıkarıp bir sigara sarıyor. Bir iki dakika kapı önünde duruyor. Ne yapacağını düşünüyor. Oğullarından birini çağırıyor.
"Git bana muhtarı çağır.
Bir kaç dakika sonra muhtar geliyor;
"Hayr ola dede ne var?
"Muhtar, pek hayır değil. Kızın çamaşırlarını çalmışlar.
"Etme dede, yel uçurmuş olmasın? Kim çalabilir, senin kızın çamaşırlarını hangi soysuz bunu göze alabilir? Yok dede olmaz.
"Muhtar, iyice baktık, arattım. Yok. Çalınmış. Yalnız kızın çamaşırları eksik. Bir pislik çıkmadan bunu bulmak senin işin!
"Dedem, kurban olan sen üzülme. Size uzanan el bize, hepimize uzanmış demektir. Sen ne diyorsun. Sen üzülme.Şimdi kimseye sezdirme sezdirme. Git çocukların yanına otur. Ben, bir köyün içine girer anında bulurum. Yalnız sen kemseye duyurma!
"Revani, omuzları düşmüş, top söğüdün altına gidiyor. O sırada Ali Rıza Bozkurt sevinçli:
"Amca, bak dediğin makamı çıkardım!..
"Çok yaşayasın oğul. Dedim yaparsın diye çal hele,
Ali Rıza sazı çoşku ile çalıyor. O an yeniden amcasına bakıyor. Amcasının durgunluğunu, üzüntüsünü seziyor.
"Amca senin neyin var?.. Kötü bir şey mi oldu?
"Yok... Yok... Sen çal.
"Amca sende birşey var, neden çağırdı seni Elif Ana?
"Yok... önemli değil. Tarlanın sulanması...
"Sularız Amca...
Ali Rıza Bozkurt anlıyor. Sazı yana bırakıyor. Durgun bir ortam. Kimse konuşmuyor. Bu suskunluk tedirgin ediyor Ali Rıza Bozkurt'u.
"Amca gel hele, biz şöyle dereye doğru bir gidelim.
İkisi kalkıyorlar. Amcanın elinde sigarası. Boylu boyunca yürüyorlar.
"Amca, nen var senin?
"Sorma Ali. Çok kötü, çok kötü...
"Ne kötü olan?
" Bizim büyük kızın çamaşırlarını çalmışlar.
"Kim çalmış? Bunda üzülecek ne var? Bunca değerli miydi çamaşırlar? Yenisini alırsın!
"Yok Ali yok... Sen bilmezsin, bu bir namus sorunu. Burada, genç kızın elbisesinin çalınması...
"Yahu Amca, on paralık bez. Ne namusu, çalan kıçına soksun. Düşünme, ben yarın Kangal'a gider, yenisini alır gelirim.
"Ali oğlum, para pul sorunu değil. Namus...
"Yahu Amca anlamıyorum, on paralık çit-çaputu ne gözünde büytüyorsun. Ne namusu?
"Yavrum, burada bir genç kızın iç çamaşırlarının çalınması, onun orospu olması demektir.
"Niye?
"Böyle işte. Köyde oynaşının giysisini çalıp ona buna gösterip rezil ederler.
"Allah... Allah...
"Ya Allah... Allah!
"Peki kızın oynaşı mı varmış?
"Yok oğul, dalda asılı çamaşırı çalmış kim çaldıysa.
"Kim çalabilir?
"Bilmem... Çok önceleri Kara Cemal'in oğlu böyle bir cahillik etti de düşkün olduydu Kara Cemal."
"Yine o eşek sıpası mı yaptı? Gidip ayağımın altına alıp çiğneyeyim."
"Yok oğul. Adam düşkün oldu. Kimse selam vermedi. Çoluğunu çocuğunu toplayıp köyü bırakıp gitti bu yüzden. Kimse kalmadı ondan. Oysa kendisinin en küçük suçu yoktu ve iyi bir Aleviydi zavallı. Oğlunun yüzünden."
"Ne yapacağız?
"Yok Ali olmaz. Kimin yaptığını bilmeden olmaz. Bu çok ağır suç, cinayet çıkar. Hele bekle. Muhtarı çağırıp konuştum.

30. Deli Mustafa
Bir eşeğin üstünde, ufacık yaşlı biri geliyor. Pos bıyıklı, kısık sesli, deli bakışlı biri bu. Kısık sesiyle "Veliağa" diye bağırıyor. Veli dede top söğüdün altında oturduğu yerden sıçrıyor:
"Vay dedem" diye koşuyor. Ali şaşırıyor. Amcasnı hiç böyle atik görmemiştir. Kim bu garip konuk? Kurt Veli adamın eline sarılıp öpüyor. Ali, soruyor:
"Kim bu amca?"
"Dede, dede... Ateşağa... Mustafa dede... Çorumlu Dedekargın ocağından Deli Mustafa dede derler buna oğul. Bu da bizim dedemiz."
"Amca sen kendin dede değil misin?"
"Dedenin de dedesi olur oğul. bunlar da bizim ocağın dedeleri. Biz de Dedekargın ocağı önünde hesap veririz. Her ocağın da sorğulandığı bir ocak bulunur. El ele, el hakka uzanır."
Veli dede, çok sever ve saygı duyar bu çılgın adama. Yaşı yetmişi aşmış. Bir dizi çılgınlıkları var. Açık sözlü, ra­hat bir adam. Dünyayı önemsemez.

Veli dede bir yandan dedeyle bir yandan taliplerle ilgileniyor, iki yanı da küstürmemek, saygıda kimseyi unutmamak istiyor.
Bu sırada dışardan bağırdılar, döven durmuş. Öküzler sapı yiyor. Çocuklar dövenin üzerinde tutmak olanaksız. Veli Dede yeğenine:
"Bu kalabalıkta çocuklar döven üzerinde tutulmaz. Ali yavrum git şu öküzleri çöz, içeri getir. Şu konukları yolcu edinceye dek iş dursun."
"Olur mu amca iş dursun? Ben çalıştırırm çocukları."
"Yok oğlum yok, sen bilmezsin. Boş ver. Benim dediğimi yap."
"Peki sen bilirsin amca."
Ali kızgın harmana gidiyor. Öküzleri çözüp içeri getiriyor.
Evde koşu sürüyor. Bulgur pilavları hazırlanıyor. Ekmekler dökülüyor. Komuşular gidip gelmeler birbirini izliyor. Ha, kaç kişi gelmişti? On- on iki kişi. Evde yatak var mı? Kimden yatak alınacak? Ana kıza sesleniyor:
"Kız şuradan Dinik Veli'yi gidin üç kat yatak iste hele"
"Ben gitmem."
"Kız ben gitmem ne demek! Kim gidecek peki?"
"Kim giderse gitsin. Sen niye gitmiyorsun"
"Görmüyor musun elimde işim var."
"Gidip kendin istesen ya!"
Ana kalkıyor, dır dır ederek gidiyor. Kız hamurun başına oturuyor. Biraz sonra Elif Ana geliyor. Ama yüzünden düşen yüz parça. Kız acı acı gülüyor. Ana kıza sesleniyor:
"Kız git, sessizce edeni çağır."
Biraz sonra Kurt Veli geliyor. Elif Ana:
"Dinik Veligil yatak vermediler. Nerede yatıracağız ziyaretçileri rezil olacağız. Ne yaparsan yap, yatak bul. İşte dedeliğin sonu!"
Kurt Veli'nin de rengi atıyor. Bir sigara yakıyor.
"Çabuk bana Ahmet Ede'yi çağırın!"
Büyük kız isteksiz gidiyor. Biraz sonra Ahmet Ede geliyor:
"Buyur Veli Ağa ne istiyorsun?"
"Ahmet, ziyaretçiler kalabalık yatak lazım. Ne yap yap yatak bul."
"Veli Ağa, bizim yatakların yünü kurumaya kondu, biliyorsun."
"Biliyorum Ahmet biliyorum. Ama ne yap yap bul. Yapacak birşey yok ortada kaldık. Kimse iki kat yatak ödünç vermiyor. Otel yok ki otele götüreyim. Ne yapayım sen söyle?"
"Peki Veli ağa!.."
Bir sigara da o içiyor. Gözünde hüzünlü yaşlar birikiyor.
"Koca köyde yatak bulunmuyor değil mi? Bir yatak vermiyorlar, bir yatak... İşte bu durumlara düştük Veli Ağa... Bet bereket kalmadı bu köyde."
Birlikte yatacak var mı. Sayım yapılıyor. Erkekler bir odada, kadınlar bir odada yatacak. O odaya onca yatak sığar mı, hadi yandaki evlük de de iki kişi yatsın. Yine yer eksik. Üstelik Deli Mustafa nerede yatacak? Hesaplar yapılıyor, olanaklar ortaya dökülüyor. Ama yok yetişmiyor bir türlü. Yahu hele daha akşama çok var. Önce şu yemek sorunu çözülmeli. Adamlar acından öldü. Yoldan geldiler. Pilavlar pişti mi? Davar gelecekti. Davardan bir keçi, bir koyun bulup kesmeli. Ne kesilecek? Yine hesaplar, yine kitaplar. Veli dede dışarı çağırılıyor. Ne yapacağız. Hangi koyun kesilecek?
Ölüm, kimi bekliyor. Genç kızlar bir türlü hayvanların kesilmesine razı olmuyorlar. Oysa ölüm bıçağı sabırsız bekliyor. Biri kesilecek. Bunca insan ağırlanacak. Hem bunlar rakı da içerler? Köyde rakı var mı? Koşun dükkana sorun hele kaç şişe rakı var. Yoksa Kangal'a adam yollanacak.

Tüm zorluklar aşılmış, akşama çıkılmış. İçeriye sofralar kurulmuş. Bulgur pilavları öbek öbek kurulan yer sofraları üzerinde bakır siniler üzerinde yerlerini almışlar. Pilavların üzerinde kızarmış etler yığılmış. Tere yağının nefis kokusu içeriyi sarmış. Taze soğan, maydonoz gibi yeşilliklerle masalar süslenmiş. Kadınlar aşağı sofrlara oturmuşlar. Erkek konuklar üst masalardalar. En başköşede Deli Mustafa dede oturuyor. Yüzünden düşen yüz parça, kimseyle konuşmuyor, kendini zor tutuyor. Kurt Veli kimseyi küstürmemek için bıçak sırtında ilişkiyi sürdürüyor. Sofralara bakıyor. Hiçbir sofrayı öbüründen üstün tutmuyor gözükmek çabası ile çırpınıyor. Rakılar açılıyor. Çay bardakları içine rakılar dolduruluyor. Üzerine sular konuyor.
"Hu erenler hoş geldiniz!"
Sofralarda bardaklar kalkıyor. Herkes ilk yudumu atmanın rahatlığı içindeler.
"Dede, de hele al şu sazı eline!"
Kurt Veli sazı alıyor. Yeğenine işaret ediyor. O da alıyor bağlamayı eline. Ve köyden gelen biri kıralnet çalıyor. Türküler deyişler, ezgiler göklerde yankılanıyor. Deli Mustafa dışında herkes mutlu. Rakılar dolup boşalıyor. Bardaklar kalkıyor. Giderik esriklenen konuklar bir bir dedenin elini öpüp dolu alıyorlar. Bu kez sıra kadınlara geliyor. Onlar da dededin dolu alıyorlar. Tümü dededen dileklerinin yerine gelmesi için dua istiyorlar. Dede de esrik. Şu anda gündüz çekilen tüm sıkıntıları unutmuş. Gündüz geride kalmış, yarın yok. Yaşanan andır var olan yalnızca. Akşam serinliği çökmüş köyünün üstüne. Bahçede iyice üşünür olmuş. Top söğüdün altında kurulan sofraların konukları soğuktan ürperiyorlar. Üzerlerine ceketlerini alıyorlar. Sofralar sürekli boşalıyor. İçeriden yemekler geliyor. Rakılar dikiliyor. İyiden iyiye sarhoşlular çıkıyor. Ateşağa Deli Mustafa, sofradan iyice uzaklaşmış. Yaşananları izliyor. Kendi kendine konuşmaya başlıyor. Yataklar serilmiş. Rakın verdiği yiğitlik soğuğun vurduğu tokatla yerini yorgunluğa bırakıyor. Bitkin konuklar bir bir yataklarına tünüyorlar. Bu arada bir ikisi iyice sarhoş. Birinin yatağa gitmeye bie gücü yok. Dere kıyısına doğru gitmiş. Soğuk suda yüzünü yuyor. İçine bir bulantı çöküyor. Öğürmeye başlıyor. Uzktan öğürme sesleri gelince Deli Mustafa'nın sesi iyice yükseliyor:
"Öğğğ, ne var eşekoğlu eşekler. Bu iş zamanı bir de dede görmeye gelmişler. Haydi anasını ... kara keçi de gitti üste..."
Kurt Veli, dedeyi menmun etmek, kimseyi küstürmemek için Deli Mustafa'nın yanına geliyor. Ama Deli Mustafa'yı susturmak olanaksız. O gündüz kesilen kara keçiyi takmış aklına. Sürekli küfür ediyor gelenlere. Her küfürün ardından "Kara keçi de gitti üste..." diye yineliyor. Bütün aile bireyleri gülüyorlar. Deli Mustafa'nın deli bakışları dönüyor ortamın üzerinde. Ay çıkmış. Ay aydınlığı ortalığı aydınlatıyor. Söğüdün dalına takılan lüks lambanın ışığında silikleşme beliriyor. Neşe ve coşku ile başlayan akşam yorgun bir geceye dönüşüyor. Yarın tüm bu gecenin hesabı ödenecek.

31.
Gündüz. Yine kızgın yaz sıcağı. Köyde düğün var. Yeni türeme zenginlerden, Almancıların düğünü. Düğünün son günü. Artık atlı düğünler gitmiş. Köyü turlayıp kızı evine götürecekler. Birkaç taksi dolusu düğüncü köyü turluyorlar. İlk taksinin içinden davul zurna çalınıyor. Kurt Veli top söğüdün altında oturuyor. Düğüncüler bir çalımla evin önünden geçiyorlar. Oysa eski geleneğe göre, gelin bu kapıda attan iner, eşiğe niyaz eder, evden "berklik" denen uğur parası alır öyle geçerdi. Şimdi kimse önemsemiyor o geleneği. Kurt Veli oturduğu yerden, coşku içinde geçen taksileri izliyor. Çağdaşlık mı, değerlerin yitişi mi sorusu beliriyor içinde.

32.
Top söğüdün altında akşam, yine aynı yerde yalnız bir sofra kurulmuş. Dünkü konuklardan kimse yok. Köyden birkaç yaşlı ile Ateşağa Deli Mustafa oturuyorlar. Yine rakı içiliyor. Sofranın büyüğü Deli Mustafa. Önceki gün ağzına bir yudum rakı koymayan Deli Mustafa içiyor. Yaşlılarla coşkun bir söyleşi içinde. Yine bağlamalar çalıyor, ezgiler çınlıyor. Deli Mustafa anlatıyor:
"Yedi adam öl­dürdüm. Bunun altısını kendi nefsim için değil, Hz. Hüseyin için öldürdüm. Öbür dünyada bu altı kişinin hesabını Hz. Hüseyin'e havale edeceğim. Bir tek birini kendi nefsim için öldürdüm. Eee o altı kişini se­vabına o bir kişinin hesabını Hz. Hüseyin bana sormaz!"
"Yani dede senin günahın yok öyleyse."
"Yunmuş arınmış sayılırım ben. Hz. Hüseyin bana sorgu sormaz. Bak ne diyorum Veli Ağa biliyor musun? Şu sazı güzel çalıyorsun. Bırakılım şu dedeliği. Üç dört kız bulalım. Siz çalın, onlar oynasın, milletin parasını alalım. Aşağıdan yavrum aşağıdan!"
Bütün dinleyenler Deli Mustafa'nın sözlerine çılgınlar gibi gülüyorlar. Birbirlerine onun sözcüklerini söylüyorlar: "Aşağıdan yavrum aşağıdan..."

Sabah kuşlukta akşam sofrayı dolduran yaşlılar, Kurt Veli'ye beşer onar lira para veriyorlar.
"Deli Mustafa'ya hakkulah olsun. Yaşı çok ilerledi. Bir daha ya gelir ya gelmez." sözleri ile. Sonra içeri girip Deli Mustafa'nın elini öpüyorlar. Kapıda bir eşek bekliyor. Deli Mustafa biraz sonra köye veda edip, kara yoluna ulaştırılacak. Deli Mustafa eşeğe bindirilip yolcu ediliyor. Biraz sonra yine bir yaşlı koşarak geliyor.
"Deli Mustafa nerede?"
"Gitti."
" Bir komşudan güç bela beş lira buldum. Dedeye vereyim diye, hay lanet olsun, nasip olmadı dedeye param."
"Bir dahaki yıla verirsin."
"Bir dahaki yıla gelir mi? Ölür. Ah şu param nasip olsaydı dedeye!"

33. Almancı
Muharrem'le Mahmut Sivas'a kadar otobüsle gelmişler. Sivas'tan ortak bir taksi tutmuşlar, birlikte iniyorlar köye. Taksinin gelişi görkemli. Köyün içinde bir anda haber yayılıyor:
"Almancılar gelmiş."
"Hangisi?"
"Muharrem'le Mahmut Sivas'tan taksi tutup gelmişler. Her birinin birkaç bavulu varmış. Dolu dolu gelmişler. Almancılar zengin kardeşim. Gör neler getirdiler. Keşke bize de bir şey getirmiş olsalar."
Taksi önce Muharrem'in kapıda duruyor. Valizler ilahi bir törenle içeri alınıyor. Sayılıyor eksik yok. Ardından Mahmut'un evinin önüne varıyorlar. Kapıda kardeşi, ana-basaı karşılıyor. Valizler içeri alınırken Mahmut'un dikkatni kardeşinin giysisi çekiyor. Ceketinin yırtık oluşuna takılıyor gözü. Kötü geçmişi yırtıp atmak ister gibi, kardeşini uyarıyor:
"Ula Metin, üzerindeki ceketi at, şu valizde güzel bir ceket var. Hemen onu giy!"
Eşyaların içeri alınışı izleyen komşuların yüzünde ince, alaycı bir gülümseme beliriyor.
Gurbetçi dönüş zamanı artık ilkyaz değil sonyaz, ya da kış başı. Almanya'ya giden ilk işçi kuşağının izin için ilk dönüşü gerçekte görkemli. Ne Adana dönüşüne benziyor, ne Ankara, İstanbul dönüşüne. Giysiler bir başka, getirilen hediyeler bir başka. Kuru üzüm çirin'in yerini filitleri sigaralar, naylon gömlekler, üzerinde vapur yürüyen tükenmez kalemler almış. Tümünün elinde bir çanta rodyo. Tahta bavullar uçup gitmiş, şık plastik valizler zengin sofrasında, aç karnını tıka basa doyurmuş yetim çocuk gibi, şişmiş. Cüzdanlar öyle beş on lira ile değil, yeşil marklarla dolu.
Kapıya biriken gençler içeri çağrılıyor. Ardından yakın komşular geliyorlar. Küçük valiz açılıyor. İçenden sigaralar çukolatalar çıkarılıyor. Yağ gibi eriyen sigaralar konuklara sunuluyor. Mahmut eşi Zehra'ya sesleniyor:
"Şu şişeyi aç, komşulara birar bardak şinaps ver hele. Bizim köylüler içkiye severler. Bakalım Alman içkisini sevecekler mi?"
Pil ile çalışan pikap açılıyor. Pikaba Almanca bir plak konuyor. Mahmut başından şapkasını çıkarmış, yüzünden yorgunluk terlerini siliyor. Konuklarla hal hatır ediyor.
"Bu içki ne Mahmut?
"Şinaps, şinaps. Kışları çok içilir Almanya'da. Bizler de alıştık artık. Gasthauslarda bu şarkılar çalınır, bu içkiler içilir. Akşamları, hafta sonları yorgunluk atmak için biz de gidiyoruz, oralarda buluşuyoruz."
"Ula Mahmut, Alman arkadaşın da var mı?"
"Ah şu Hayda Kahya'nın kızı olmasa..."
Tüm komşular gülüyor. Evler, yollar, komşular, çürük diş gibi sallanıyorlar. Bu yollar mıydı çocukluğuna sığmayan yollar, bu ev miydi, onca çaba ile onardığı. Bu ev böylesine eski, döküntü müydü? Ya yaşlıların yüzlerindeki çizgiler hep böyle miydi? Yokluğun verdiği direnç nerede? Mahmut, içtiği iki üç bardak yoğun içkinin etkisiyle derin düşlere dalıyor. Özenerek sıvadığı, odanın mini camlarına bakıyor. Öylesine küçük ve yukarda ki. Böyle olmak zorunda mıydı? bu özlediği insanlar, şimdi kendinden uzak mı duruyorlar? Değişen birşeyler var? Ama ne?
"Bana bir iki dakika izin" diye kendini dışarı atıyor. Ama dışarı değil de ahıra gidiyor. Ahır boşalmış. Mal davar sığdırmak için yırtındığı ahır bomboş duruyor. Bir eşek bir inekten başka bir hayvan yok. Ahır sekisine bakıyor. Birkaç tavuk tünemiş bir zamanlar kendi yatağının olduğu yere. Tahtalar kapkara olmuş. Tavuk pislikleri kara tahtalar üzerinde çirkin bir görüntü sunuyor. Ak toprakla sıvanmış duvarda çatlaklar oluşmuş. Kimi yerde sıva iyice kara renk almış, kimi yerlerde sıva dökülmüş. Mahmut hazin gözlerle içeriye bakarken arkadan bir ses duyuyor:
"Ne o Mahmut, ne arıyorsun ahırda?"
"Maldan davardan ne kalmış diye bir baktım."
"İyice dalıp gittin değil mi."
"Eh, öyle."
"Ahır sekisine mi bakıyordun?"
"Ona da bakıyordum. Uçup gitmiş herşey. Elinle sıvadığın ak topraklar bile dökülmeye başlamış."
"Beni kaçırdığında, dünyanın en güzel yeri gibiydi bizim için."
"Evet, güzeldi, güzel."
"Hiç özlediğin oluyor mu o günleri?"
"Olmaz olur mu? Hem de çok."
"Nesini özlüyorsun sözgelişi?"
"Senin kara saçlı çocukluğunu."
"Sonra sarı saçlı Almanları görünce unuttun ama..."
"Yok be Zehra, öyle değil."
"Değil de ne peki?"
"Benim için sen hep güzelsin. Hep buradaki 17 yaşını düşünüyorum."
"Şimdi eskidim mi yani?"
"Ne bileyim? Eskimedin eskimesine, ama eskiyen birşey var içimde. Nedir o ben de bilmiyorum. Belki de ben eskidim. Ama inan şuradaki güzel günlerimiz ne Almanya'da ne de başka bir yerde var. Çökelik ekmek yerdik boğula boğula."
"İçeriye sofraya çökelek koyayım mı?"
"Evet, koy. Özlemişim"
"Çikolatanın yanına çökelek uyar mı?"
Mahmut'un gözlerinde hüzünlü yaşlar birikiyor. Eşi müdahale ediyor:
"İyi, iyi, hadi bırak bu telbisliği. Sahtekârın gözü yaşlı olurmuş. Edip edip untuyorsun hep. Şimdi de gözlerini yaşartma. İçeride komşular seni bekliyorlar. Geciktik, ayıptır. Komşuları kovmak gibi olur, önlerinden kaçmak. Kimseye anlatamayız, ahır sekisinin önünde ağladını."
"Vallahi sahtekârlık değil. İçimden gelenler. Bak ne davar kalmış, ne mal. Bir inek, bir dana bir eşek. O zamanlar bu ahır pek küçük gelirdi. büyütmek istemiştik de gücümüz yetmemişti."
Mahmut önde, Zehra arkada odaya giriyorlar. İçeri sigara dumanı ile dolmuş. Gelenler sigara üstüne sigara içiyorlar. Ortada yuvarlak yer sofrası son görevini yerine getirir gibi hazin duruyor. Üzerideki işlemeli bakır tepsinin üzeri Alman ürünleri ile dolu. Konuklar yer minderlerini sofraya doğur çekip üzerine bağdaş kurmuşlar. Duvarda ipekli bir Almancı halısı asılı. Yerdeki kıl kilim vedaya hazır gibi bekliyor. Onun yerini yakında bir makina halısı alacak. Almancının dünyası, Mamaş'ın sınırlarının çok ötesinde.

Aynı anda Muharrem'in odasında başka bir görüntü yaşanıyor. Muharrem'in gelişi en çok gençleri sevindiriyor. Muharrem Emmi artık kırkını aşmış bir Almancı. Onun konukları her zaman gençler. Yaşlı kuşakla Muharrem'in hiçbir zaman yıldızı barışmaz. Yıllardır hep böyledir. Gençken Muharrem Emmi'nin konukları, orta yaşa doğru ondan uzaklaşırlar. Gençler değişir ama Muharrem Emmi değişmez. Onda değişen yalnızca yüzünde oluşan çizgiler, dökülen ya da yavaş yavaş ağaran saçlardır. Coşkusu ve çocuksu yaratılışı ile o, hep odasında 15-16'lık yeni yetmeleri ağırlar. Kazanırken hile yapar, ama yedirirken eli açık, gözü gönlü boldur. Yeniyetmeler Muharrem Emmi'nin gelişi il odayı doldururlar. Bir bayram sevinci ile onada coşarlar.

34. Ankara, Ulus, Büyük Postane.
Postanenin dev yapısı ilk göreni ürkütecek büyüklükte. Giren çıkan belli değil. Her işlem ayrı bir bölümde yapılıyor. Karayağız genç adam telgraf kuyruğunda bekliyor. Teli teslim edip çıkmak üzere kapıya yöneliyor. Kalabalığı yarıp çıkmak üzereyken sarkık kır bıyıklı kasketli bir adam önünde duruyor. Adamın gözlerinde birden bir seviç ışıkları yanıp sönüyor:
"Ooo, Ali Efendi, çok şükür seni gözlerim gördü. Başarılarını duyuyoruz, çok seviniyoruz. Çok şükür bizden de okumuş insan çkıyor. Sevincimizi bilemezsin. Tanrı bu günleri gösterdi bizlere!"
"Ne sevinci be amca. Ben şurada kaldım İstanbul'a Teknik Üniversite sınavına gitmeye para bulamıyorum. Babama tel çekmeden geliyorum. Para bulup acele yollası diye. Sen kalkmış seviçten, mutluluktan, başarıdan söz ediyorsun. Eğleniyor musun benimle?
"Vay güzel Ali Efendi'm, sen okudun da senin harçlığın mı yok? Hay ben sana kurban olayım! Buyur sana para!"
Cebinden eski bir cüzdan çıkarıyor. Bir deste para alıyor cüzdandan. Tümü beşlik ve onluklardan oluşan bir deste kağıt para bu. Dudağı ile baş parmağını ıslatıyor. Parayı şık şık sayarak uzatıyor, Ali Efendinin eline.
"Bir, iki, üç, dört, beş..."
"Yeter amca yeter..."
"Yok, yok sen al, sana lazım olur. Korkma benim başka param var. Yeter ki sen oku Ali Efendi, küçük dede. Sen Ali Efendi'nin torunu küçük Ali Efendisin! Bize sizin gölgeniz yeter.
"Tamam amca çok oldu."
"Çok olsun. Sen öğrencisin, lazım olur. Hadi güle güle, ceddin yardımcın olsun."
Adam sessizce yitip gidiyor kalabalığın içinde. Ali Efendi neye uğradığını şaşırmış ardından bir an bakıyor. Parayı koyun cebine sokuyor. Birden aklına adamın kim olduğunu sormak geliyor. Kalabalığı yararak adamın arkasından koşuyor. Sağa sola bakıyor. Adam çoktan yitip gitmiş. Soluk soluğa kalıyor. Kendi kendine konuşuyor:
"Allah Allah, kimdi bu adam. Bu borcu ben nasıl ödeyeceğim? Kime ödeyeceğim. Neydi bu karşılaşma?"
Ulus meydanının kalabalığı içinde şaşkın duruyor. Atatürk'ün yontusuna bakıyor. Omuzunda silah taşıyan köylü kadın yontusuna bakıyor.

"Kimdi bu adam?" 
Fuat Bozkurt

1.
Dağlar arasına sıkışmış köy yoğun bir kış yaşıyor. Dağ taş, her yer bembeyaz. Dış dünya ile iletisi kesilmiş. Giderek hava kararıyor. Köye tek can katan olay cem törenleri. Küçük pencereli evlerin kedi gözünü andıran fersiz ışıkları bir bir sönüyorlar. Her ışık sönüşü ile, elinde yiyecek olan birkaç kişi kapıda beliriyor.
Biraz sonra kocaman bir odanın kapısında buluyoruz kendimizi. Kapıda "İznikçi" adlı görevli duruyor. Gelenler:
"Akşamlar hayr ola!" diye selamlıyorlar. İznikçi:
"Hayra karşı gelesiniz, gelişiniz daha hayırlı ola!" diye karşılık veriyor.
Gelenler ayakkabılarını çıkarıyorlar. İznikçi ayakkabıları sıraya koyuyor. Kapının eşiğini öperek, kilimlerle döşeli odada yerlerini alıyorlar. Yukarıda post serili. Giderek yukarıya doğru olan yerler doluyor. Tek boş yer postun bulunduğu yer. Bir süre sonra kapıdaki görevli içriye bağrıyor:
"Huu erenler, post sahibi geliyor."
Toplum ayağa kalkıyor. Dede kapı eşiğine basmaksızın içeri giriyor. Postu niyaz edip yere oturuyor. Sırası ile törenin yürütülmesinde görevli on bir (on ikincisi dededir) dedenin önüne dizilip kısa bir dua ile hizmetlerini alıyorlar. Delilci delil uyandırıyor:
Delil tereyağı ile yanan bir şamdan. Tereyağı ve beyaz çaputa sarılı bir avuç tuz var içinde. Yağ yanmaya başlayınca delilci sazcının eşliğinde bir-iki dörtlük okuyor.
                        Hata ettim Huda suçum bağışla
                        Aliyyel Murtaza suçum bağışla.

Delil sönüyor, semah başlıyor. Üç bacı, üç er kalkıyor semaha. Coşkulu müzik eşliğinde nefis bir semah dönüyorlar. Bir dua ile bitiyor semah. Dede dua ediyor:
"Semahlar saf ola, muratlar hasıl ola. Hak için ola, seyir için olmaya! Ülkemizin dirliğine, cemimizin birliğine, Tanrı yardımcı ola. Yüzlerce yıldır, böyle gördür, böyle tören sürdük. Yolumuz Hz. Ali'nin yolu, dilimiz aşıkların dili. Tanrı sayrılarımıza sağlık, dargınlara dostluk, kırgınlara dirlik versin. Diyelim bir Allah, Allah"
Tüm toplum yarı bellerine dek eğlmiş. Herkes Allah, Allah çağrışıyor. Herkes sağ eli ile önündekinin sırtını sıvazlıyor. Dede dua ediyor ve bir çağrıda bulunuyor:
"Erenler, bacılar, dil bizden çare büyük Tanrıdan. Hastası olan, yolcusu olan, askerde oğlu, gurbette yakını olanlar bu yakınları için duaya durmak isteyenler dara çıksınlar!"
Birer ikişer birkaç kişi  çıkıyor. Herkes birbirini tanıdığı için şaşıran yok. Kiminin oğlu askerde, kiminin hastası var. Derken orta yaşlı Cennet Bibi de çıkıyor dara.
"Allah, Allah Cennet niçin çıktı dara?" diye hafiften birbirine soruyorlar. Öbürleri niçin dara çıktıklarını anlatıyorlar. Son olarak sıra Cennet Bibi'de:
"Komşular şaşırdılar benim kim için dua isteyeceğime. Ben Abbas için dua istemeye çıktım. Bilirsiniz Ali Efendigilin Abbas, benim dünya ahret kardeşim sayılır. Çok severdim kendisini. Askerde tezkere bırakmış. Artık gelmeyecekmiş köye. Sevgili kardeşim için dedemden bir dua diliyorum."
Öylesine içten, öylesine yürekten anlatıyor ki, gözlerde yaşlar beliriyor. Arı bir sevginin derinliği tüm toplumu sarıyor. Gizemli bir ortamda dudaklar titriyor, yüzlere enginlik çöküyor, değişik sözcükler yuvarlanıyor.

2.
Kara kışta köye doğru ilerleyen bu karartı da ne? Ne ölüm haberi, ne köyünü ve eşinin özlemi ile yanan asker cesaret edebilir, kara kışta karı yarıp gelmeye. Cemin kapısında duran gözcü uzaklara bakıyor. Biraz sonra koşarak gelen bir delikanlı kendini korkuyla içeri atıyor:
"Köyü cendermeler basıyor!"
Gözcü içeri giriyor, posta niyaz edip dedeye bilgi veriyor:
"Dedem, cendermeler köye doğru geliyor!"
Dede:
"Şu doluları kaldırın. Kimse yerinden kalkmasın. Korkup çekinmeyin. Ne gelirse korkudan gelir. Buraya gelirlerse konuşurum. "
İçeriyi soğuk bir hava sarıyor. "Başımıza ne gelir" sorusu bakışlara yansıyor. "Dede kurtarabilir mi". Dede büyük insan, ceddi büyük, çağırdı mı her dileği olur. Ne ki, hükümet güçlü, hükümet  acımasız. Tuttu mu bitirir insanı. Şimdi ne yapacağız?"
Soğuk şakalar, belli belirsiz sözcükler birbirini izliyor. Arada bir yükselen çocuk seslerini anneler susturuyor. Bekleme anları bitmez bir uzunlukta sürüyor.

3.
Köyün alt ucuna ulaşan kolluk güçleri, neredeyse soğuktan donmuş durumdalar. Işıklı bir pencere arıyorlar. Muhtarın evine ulaşmak, kurtuluş demek. Muhtarsa, sobaya birkaç tezek atmış, ayağını uzatmış, tek başına odasında bir bey gibi oturuyor. Elindeki kara tesbihi çekiyor. Tespihin "şak şak" eden sesleri yankılanıyor odada. Kapıdan bir genç bağırıyor:
"Cuma Emmi, seni soruyorlar."
Muhtar kapıyı açıyor. Karşısında jandarmaları görünce, yapma bir şaşkınlık geçiriyor:
"Hayrola karda kışta ne işiniz var?" Çavuş:
"Muhtar soğuktan donduk, hele bir içeri girelim, bir ısanalım, anlatırım."
Toprak damlı bir eve sığınmak mutlulukların en büyüğü. Jandarmalar, tümden ıslak çizmeler çıkarılıyor. Sobanın başına üşüşüyorlar. Muhtar Cuma Çavuş üsteliyor.
"De söyleyin hele bu karda kışta ne işiniz var çavuş?
"Muhtar bilmez değilsin ya köylü milleti birbirini yer?"
"Eee?"
"Eeesi, ne olacak, ihbar var. Namussuzun yüzünden biz de iki saat karda kışta yürüyoruz. Az kalsın soğuktan ölüyorduk. Bir gün bu dağlarda kurda kuşa yem olacağız."
"Ne ihbarı , ne olmuş?"
"Kaçak tütün varmış."
"Çavuş bu karda kışta kaçak tütün için gelmezsiniz."
"Bir de..."
"Bir de ne?
"Cem yapyormuşsunuz... hükümete karşı.."
"Biz mi? Hükümete karşı?..."
"Muhtar, ben neyim ki, bana soruyorsun? Bize "git bak dediler" geldik. Biz emir kuluyuz muhtar. Tümünüzün ekmeğini yedim. Nasıl derim ki, siz hükümete karşısınız. Emir verdiler, geldim."
"Kim ihbar etmiş?"
"Vallahi bilmiyorum?" Komutan da bilmiyormuş. O da şaşırdı, küfür etti ihbarcıya. 'Erlerin yaşamını tehlikeye atamam. Kim giderse gitsin' diye karşı çıktı. Ama savcı zorladı. Eh, görev bizimki.
"Neyse bu geç saatte çok şükür köye ulaştınız. Açlık susuzluk, neyiniz var? Bunca yol geldiniz."

4.
Cem odasına giren genç adam postu öpüp bilgi veriyor:
"Dedem, şikayet varmış. Kaçak tütün için gelmişler. Bir de cem için. Hükümete karşı."
Dede soğukkanlılığını yitirmemeye özen göstererek konuşuyor:
"Korkmayın yok bir şey. Birşey olmaz. Biz hükümete karşı birşey yapmıyoruz. Bize bu suçlamalar çok yapılır. Ne ahlaksızlık yaparız, ne de kötülük. Buyursun jandarma isterse buraya gelsin. Nişan var, onun için toplandık diyeceğiz. Şurdan iki genci hazırlarız olur biter. Yalnız evinde yasak birşeyi olan varsa, gidip saklasın. Ne olur ne olmaz, bakarsın evleri ararlar. Buradan korkunuz olmasın."
Topluma bir rahatlama çöküyor. Dede boş konuşmaz. Güvenilir kişidir. Görmüş geçirmiş, el memleket görmüştür. Devlet adamıyla nasıl konuşulacağını bilir.
Üç-dört kişi değişik yerlerden hafifçe doğruluyorlar. Bakışlar onlar üzerinde dolaşıyor. Arada söylentiler oluyor.
"Kaçak tütünü var."
"Eski bir tabancası var."
"Kaçak dut rakısı çekti."
Dede başka konulara giriyor:
"Erenler aldırmayın, biz bin yıldır alışığız bu baskılara... Gelirler, yemeklerimizi yerler, rakılarımızı içerler, sazı- sözü dinlerler, ardımızdan küfür ederek giderler. Boşlayın gitsin. Bir de jandarmalar gelirse onlara verilecek yemek var mı?"
"Var dedem, komşulardan. Ekmek yemek..."
"Erenler, bunlar etli yemekleri görünce onlardan isterler. Zorda kalıp da bir günah işlemeyelim. Allah korusun, dünya başımıza yıkılır."
"Yok dedem, komşularda başka pilav var. Biraz da kavurma, peynir, yufka ekmek koruz önlerine geçip gider."
Tüm toplum gülüyor. Sazcı bağlamaya asılıyor. Yeniden ezginin sesi çınlıyor. Yüzlerce çizgiler rahatlıyor.
                        Sabahtan uğradım ben bir güzele
                        Dedim güzel o gafletten uyane
                        Eğildim lebinden bir buse aldım
                        Uyanıben dedi var git o yane

                        Niçin melül melül baktın bize yar
                        Kerem eyle, ihsan eyle bize yar
                        Ezel sen de krar verdin bize yar
                        şimdi ikrarından döndün o yane

                        Bak cemale, bu gerdana bu hane
                        Arz ederim o sultana bu hane
                        Beni aşkın ateşine yakana
                        Dilerim ki benden beter o yane

                        Kamil inci, kamil sedef kamil dür
                        Kamillere hizmet iyle kamil dur
                        Kamil otur, kamil eğlen kemil dur
                        Cahil demem kamil söze uyane

                        Şah Hatayim bu gönlümüz harabet
                        Aşık isen bir gül için harabet
                        Her meydanda menzil almaz arap at
                        Uydurmamış dizginini uyane

Güven doluyor yüreklere. Tüm yaşamı kucaklamış Hatayi Sultan. Zileli aşık da döktürüyor bağlamayı. Tüm ordu gelse kimsenin korkusu yok artık.

5.
Güneş ışını ak karın üzerinden yasıyor, gözler kamaşıyor. Gökyüzü derin mi derin, yeryüzü ak mı ak. Dağların doruklarında ak karla, mavi gök birleşiyor. Dağların doruklarında ak karla, mavi gök birleşiyor. Jandarmalar, Muhtar Cuma Çavuş'ın evinin önünde topanmışlar. Köylüler damların başına çıkmışlar. Akşam yağan karı kürüyorlar. Uzaktan Muhtarın evini izliyorlar. Arada birbirine takılıyorlar. Kafalara hep aynı soru çivilenmiş:
"Hangi namussuz yaptı bu hainliği?"
Araba bir dedikodular geziyor damdan dama.
"Halburveranlılar ihbar etmiş..."
"Yok yahu nereden bilsinler bizim cem yaptığımızı? Bunu yapan içimizden biri, bizi bilen biri. Neyse ki, ucuz atlattık. Kimsenin canı yanmadı."
"Cuma Çavuş'tan Allah razı olsun, bu işi iyi kapattı."
"Hükümet adamını doyuracaksın kardeşim. Hükümet adamını doyurmazsan elini tutamazsın."
"Cuma Çavuş da nıkıs herifin teki ya. Nasıl yaptı bu ağırlamayı?"
"Cemden iki şişe rakı yollandı. birtek ekmek yemek kaldı Cuma Çavuşa.. Bir horoz kestim diyor. Onun da parasını veririz gider."
Candarmalar Cuma Çavuş'a veda ediyorlar. Cuma Çavuş:
"Komutana selam söylen, bu karda kışta sizleri buralara yollamasın. Bizim köyde kötü birşey olmaz" diyor. İçerde hazırlanan bir torba azık geliyor:
"Yolda yersiniz çavuş. Kış günü, ne olur ne olmaz. Şu yiyecekleri alın."
"Sağ ol Muhtar!"
"Hadi güle güle.."
Jandarmalar kara bata çıka, köyden uzaklaşıyorlar. Muhtar çevrede toplanan gençlere bakıyor, başını sallıyor:
"Şu şevkecinin anasını avradını... Birinden şüpheleniyor, birinden... Ah bir kesin bilsem, anası avradını ne yapacağımı ben biliyorum ya..."
Cuma Çavuş dişlerini gıcırdatıyor. Gençler gülüyorlar.

6.
Kara Cemal'in evi. Yer sofrasına bağdaş kurmuş sekiz kişi oturuyor. Ortada kocaman bir bakır tencerede yemeğin buğusu yükseliyor. Tahta kaşıklar tencereye isteksiz inip kalkıyor. Ağızlar mühürlenmiş, kimsenin ağzını kara bıçak açmıyor. İşitilen yalnızca tencereye çarpan donuk tahta kaşık sesi, dudak şapırtısı, yutkunma sesi. Gözlerde ağlamaklı bir hüzün. Kara Cemal arada bir pala bıyıklarını sıvazlıyor. Bıyığına bulaşan yemek artıklarını avuca ile. elinin tersi ile siliyor. Yufka ekmekten bir parça koparıyor, ağzına atıyor. Bu arada tümü başı eğik biçimde yemek yiyen çocuklarına eşine bakıyor. Kimse ona bakmıyor. Sessizliği bozuyor:
"Bizden bilmişler değil mi?"
Eşi yanıt veriyor:
"Yok Cemal, tümü değil, kimileri öyle demişler. Ama dede bizim için birşey dememiş. "Kimin ne olduğu bilinmez komşular. Gözünüzle görmediğiniz, kulağınızla duymadığınıza inanmayın. Ayıptır gereksiz yere kimseyi suçlamayın" demiş. Yalnız düşmanlarımız "Kara Cemal'in büyük oğlu yapmıştır" demişler."
"Dedeye bir sözüm yok. Vahap Efendi'den beklemem böyle birşey. Ama nedir bizim bu köylüden çektiğimiz. Allah garazdan esirgesin. Hani diyorum ki, yükleyip göçü gitsek..."
"Kolay mı, herif, göçü alıp gitmek. Hep bu sözü ediyorsun. Mal davar, hısım akraba?.."
"Hangi hısım akraba? Bir gün kapını açan mı kaldı? Ölsek ölümüzü kaldırmayacaklar. Hasta olsak bir su veren yok. Nedir bizim bu çektiğimiz. Gavur bunlardan yufka yüreklidir."
"Düzelir herif, hepsi geçer. Oldu birkez bir yanlışlık, oğlan bir cahillik etti, komşularla aramız bozuldu."
Kapıdaki Kangal köpeği havlıyor.
"Bir gelen var, kapıya bakın. Hayvan kimseyi ısırmasın!"
Genç bin kadın içeri giriyor.
"Sen miydin yavrum! Hoş geldin."
"Hoş bulduk ana..."
Genç kadın gözünde beliren gizli gözyaşını siliyor.
"Otur yemek ye..."
"Sağ olun. Evde yedim, aç değilim."
"Yoksa sen de mi düşkün lokması yemiyorsun?"
"Aman edemin ettiği söze bakın! Bu ne biçim söz? Aha bir lokma alıyorum. Ama gerçekten karnım tok." Eğilip bir lokma alıp kıyıdaki sedirin üstüne oturuyor. Ağlamaklı gözlerle ana, baba ve kardeşlerine bakıyor. Kara Cemal soruyor:
"Eee, cemde ne var ne yok yavrum? Bize gelmene sofu kaynatan bir şey demiyor mu?"
"Ede, bırakın bu sözleri. Dayanamayıp geldim. Cemde ne olacak? Nerede kalabalık orada dedikodu. Sofu kaynatamın yüzünü gördüğüm yok. Kaynanama "ben babamın evine giderim, kimse karışamaz" dedim. Kaynatam hele kendi günahını düşünsün. Geçmişte neler yaptığını siz biliyorsunuz. Yaşı ilerleyince başımıza sofu kesildi. Siz nasılsınız, asıl onu söyleyin bana?"
"İyiyik, iyi. Kendi halimizde yaşayıp gidiyoruz. Gündüzleri mal davar işi. Akşamları bilmece satıyoruz, hikaye anlatıyoruz. İşte tümü bu. Köylü bizden uzaklaşalı dirliğimiz bir daha düzeldi. Herkes kendi işini yapıyor. Kazanımız kaynıyor, ocağımız tütüyor."

7.
Uzaklarda bir kıyı ilçesi. Asker giyimli saçları kısa kesilmiş genç bir adam, gözleri dolu dolu bir mektubun içinde dalmış. Sessiz ve dingin mektup okuyor. O sırada içerinden koşan eşi elinde oval, beyaz bir taşla geli;yor:
" Bak yollanan un-bulgurun içinden ne çıktı?"
"Bu bizim bereket taşı değil mi?"
"Evet, bereket taşı.."
"Allah Allah bunu nasıl koymuşlar, bizim torbanın içine? Una karışmış olmalı. Hayırdır inşallah! Gelmemesi gerekirdi. Aman, yitmesin. Yazın giderken götürür bırakırız eve."
"Bu bizi seçmiş, bize gelmiş. Uğur bundan sonra burada tütücek. Şimdi verisek uğur bizden kaçar."
"Uğur baba ocağında olur. Oranın uğuru kaçarsa, bizim evde uğur kalmaz. Götürüp vereceği eve."
"Uğur bizi seçti bizde kalacak!"
"Allah, Allah... Neyse sen iyice sakla, ben bilirim ne yapacağımı. Mektupta ne yazıyor biliyor musun? Cennet benim için cemde dua almış. Öyle güzel anlatmış ki kardeşliğimizi, bütün toplum ağlamış... Bir de türkü yazmış mektubuna.Bak ne diyor türküsünde:

                        Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun,
                        Gördün güzelleri bizi unuttun...

Nasıl için yandı bilmezsin. Şu çocukları okutma kaygısı olmasa, bugün dönerim köye. Ama lanet olsunokulyok, geçim yok. Ne yaparsın, gurbete dayanacaksın. Bir kış gidelim, şu cemi cemaati yaşayalım. Gün geçtikçe azalıyor eş dost..."
"İzin alabilirsen gideriz, ya bu iki çocuklar, karda kşta nasıl ulaşırız köye?"
"Gelip götürürler İstasyondan. Haber yollarız. Bir de bizim Kara Cemal'e çok ayıp etmişler. Düşkün diye ceme almamışlar. Hani şu oğlunun işi yüzünden. Köyü jandarmalar basmış, biri ihbar etmiş. İhbarı da ondan bilmişler. Kara Cemal yapmaz böyle birşey."

8.
Aydınlık, güneşli bir kış günü. Tüm gençler sokakta. Tören kara kış yüzünden ertelenmiş. Gençler ertelemek istememiş­ler, ama yaşlılar izin vermemiştri. Belki bir daha bir araya gele­mezler. Aralarından oyunbozan çıkabilir. Ya da umduk­ları ilgiyi bulamayabilirler. Aşırların ağılda toplanan gençler kış yarısı töreni için hazırlığa başlamışlar bile. Eğelencenin belli tipleri seçilecek.
Koca kim olacak? Eğlencenin ağırlığı ko­canın omuzunda. Koca tüm kafilenin babası konumunda. Koca olarak seçi­len erkek bu gö­revi yapacak yetenekte olmalı. Üze­rine geniş bir aba giyecek. Bacağına geniş bir şalvar geçirecek. Abanın içine ot doldurulacak. Böylece kocaya bir irlik, bir korku­tuculuk, ilk bakışta göze gözükürlük verilmiş olacak Ama Koca­nın görüntü değişimi bitmiyor. Yüzüne yünden sakalbıyık yapılacak. Başına deriden ko­caman bir külah geçirilecek. Eline bir kamçı veri­lecek. Bütün bu giysi içinde zor hareket edebilen koca, eğlentiye hazırlanmış olacak.
Kör Veli, koca olmayı istiyorsa da de kimse ona bu işi uygun bulmuyor. Koca iri yarı biri ol­malı. Yüzü asık olmalı. Gençlerden biri bir öneride bulunuyor:
"Durun hele benim bir düşüncem var: Mahmut olsun koca. Onun gözleri mavi. Çok değişik bir koca olur. Mavi gözlüler şeytan olur derler?"
"Mahmut çok iyi olur. Sen koca ol."
"Yok kardeş ben gelin olacağım."
"Allah Allah, herkes koca olmak ister, sen gelin oluyorsun bu nasıl olur?"
"Benim canım öyle istiyor..."
"Peki sen bilirsin..."
Mahmut sesizce dışarı sıyrılıyor. Ardından iki arkadaşı onu izliyo. Ortada bir fiskos dönüyor. Birinin başında kabak patlayacak, ama bakalım kimin başında. Yine Kör Veli'ye mi bir oyun edecekler yoksa? Son günlerde Veli gençlerin abasılısı oldu. Hep ona takılıyorlar. Garbime bir koca olmayı bile çok gördüler. Zorla gelin yaptılar. Kırk yılın başı bir kez koca olup şu töreni yönetmek istemişti. Onun yerine küçük kardeşi Aşçı Ali'yi koca yaptılar. Ancak gençlerde öyle şaka yapar hava yok. Bir garip gerilim ve korku içindeler. Yalnız biraç kişi kendi aralarında sürekli birşeyler konuşuyorlar.
Mahmut gelin olacak öbür gençlerle birlikte geleneksel gelin giysileri giyiyor. Çok renkli parlak üç etekler, kutnu-kumaş renkli baş örtüleri köyde ne varsa bu gün için ortaya çıkmış. Altı gelin seçiliyor bu kışayarısı için. Bu durumda iki koca gerekir. Altın gelini bir koca yönetemez. Kaçırılırlar yoksa. Ama kimileri ne gelinin çok olmasından geçiyorlar, ne de ikinci bir koca olmasını istiyorlar. "Kışyarısını bozar gideriz" diye terslik ediyorlar. Yapacak birşey yok. Yılda bir kez yapılanbir eğlenceyi bozmamak için karşıtlar "peki" diyorlar. Genç delikanlılar gelin giysileri giyiyorlar. Yüzlerini renkli peçelerle gizliyorlar.
Bir kişi Arap görevini üstlenmiş. Eller ve yüzler is ya da kurum ile kap kara boyanmış. Yalnız gözleri ile dişleri parlıyor. Başına şapka yerine, bakır leğen giymiş.
Gençlerden biri ise tilki olmuş. Tilkinin görünümüde özgün. Üzerine de­riden birşeyler geçirmiş. Arkasına bir kuyruk bağlamış.
Büyük bir zahmetle deve de yapılıyor bu kışyarısında. Oysa deve görünümü vermek zor bir iş. Bir merdiven üzerine kilim örtülüyor. Kafa kesimine bir deri konuyor. Göz yerine  bir cep aynası takı­lıyor. Deveyi taşıyacak üç, dört kişi seçiliyor. Bu yorucu işi onlar üstleniyorlar.
Oyunun tipleri bunlardır. Ama koca tören kafilesininin bir dizi görevlisi daha vardır. Bunlar köyden derlenecek yardım­ları toplaya­cak kişilerdir. Kimi tavuk, kimi buğday, kimi yağ toplamakla görevlidir. Tören bu görevliler de belirlen­dikten sonra başlar.
Bir evden başlanarak sırası ile köyün tüm evleri ziyaret ediliyor. Koca ortada, gelinler çevresinde arap bir yanda, tilki başka bir kıyıda. Davul vuruyor  zurna ötüyor. Ala karda boz dumanda kuş uçmaz kervan girmez Anadolu köyüne bir canlılık geliyor. Tilki o yana bu yana kaçıp oyun oynuyor. Ama gözü ge­linlerin üzerinde. Oyunun kurallarına göre her an gelinlerin kaçırılması söz konusu. Tilkinin onlara göz kulak oluyor. Koca altı gelinin kocası sayılıyor. Yapma sakalı, pos bıyığı ile dağ gibi gelinlerin arasında dolaşıyor. Evlerden yardım top­luyorlar. Yağ, bulgur, un, ta­vuk, buğday.. kim ne verirse eyval­lah. Kimseye gücenip darılmak yok. Ama zaman zaman daha fazla bağış da istiyorlar. Bir yıl önceki kıışyasında verilen sözü anımsatıyorlar. "Geçen yıl bir tavuk dilek dilemiştin. Dileğin oldu. Hadi bizim hakkımızı ver" diye diretiyorlar. Kış yarıcıla­ra dilek dilendiği de olur. Çoluk çocuk bir sürü insanın duası ile sorunların çözüleceğine inanılıyor. Hastaların iyileşeceği dü­şünülüyor. Öbür yıla çeşitli sözler verilir. "Oğlum askerden sağ gelsin gelecek yıla size bir tavuk vereceğim". "Hastam iyileşsin size bir koyun vereceğim" gibi dilekler dileniyor. Kış yarıcılar dileğin yerine gelmesi için hep bir ağızdan "Allah, Allah" çekiyor. Ancak kimi evlerin sözünden döndüğü oluyor. Kışyarıcıların adağı ev sahibin­den koparıyorlar. Ev sahibi kış yarıcıları razı ediyor. Kuzu adamışsa, bir ta­vuk veriyor. Yoksa kış yarıcılar kapıda oynayıp duruyorlar. Bırakmıyorlar ev sahibinin yakasını. Türküler söylüyorlar, oyunlar oynuyorlar. Tüm bunlara karşın, ev sahibi adağı verme­yecek olursa kargış verdikleri oluyor.
Köyün altbaşlarıda yer alan Haydar Kahya'nın kapısı önünde bir şenlik kuruluyor ki, anlatılır gibi değil. Öyle, her evin önünde olmayacak türden bir gelence Bir halay tutuluyor:
                        leylanı gülüm yar de
                        Pınarları tekneli
                        Dibine gül dikmeli
                        Bir kötünün kahrını
                        Öleneçe çekmeli...
Evden bir toklu isteniyor. Geçen kış askerdeki oğlu için adamıştır ana. Orta yaştaki ana bir tavuğa gençleri razı etmek istiyor. Gençlerin bir bölümü razı olmuyorlar:
"Yoo, kabul etmeyiz, toklu söz vermiştin. Biz burada boşuna mı dua ettik?"
Kimi gençler:
"Ulan yapmayın, bir tavuk veriyor, etmeyin alıp gidelim şunu. Soğuk tandırdan, sıcak ekmek" diyorlar.
Bu kışyarısında birkaç genç başından beri çitil çıkarıyorlar. Oysa, köyün en uyumlu gençleri bunlar. Ne oldu, ne oluyor, kimse anlayalıyor. Hop... bir halay daha tutuyorlar:
                        İnce eleğim duvarda
                        Bir yar sevdim hovarda
                        Öyle bir yar sevdim ki
                        Su doldurur pınarda...
Haydar Kahyanın kapıyı tutmuşlar bir türlü bırakmıyorlar. Koca, tilki ve arabın gözleri önünde bir gelin kayboluyor. Koca elindeki kamçı ile tilkiyi, arabı dövüyor. Herkes gülüyor. Kaşla göz arasında ikinci gelin de ortadan yok oluyor. Yüzleri paçalı olduğu için hangi gelinlerin yittiği belli değil. Allah Allah ne oluyor bu gelinlere? Koca yapma bir bunalım geçiriyor. Kendini karın üzerine atıp yuvarlanıyor. Bir anda gelinler Haydar Kahya'nın evinden çıkıyorlar dışarı. İki gelinin gelmesi herkesi sevindiriyor. Haydar Kahyanın eşi de yorulmuş. Nerdeyse içeriden tokluyu getirip verecek. Biraz daha direnseler alacaklar. Ama bu günün aksi gençleri ansızın tavuğa razı oluyorlar. Tavuğu alıp uzaklaşıyorlar. Koca gelinleri devenin altına gizliyor. Hızlı biçimde kapıdan çekiliyorlar. Ama elleri ayakları titriyor. birbirlerine kaş göz ediyorlar. "Tamam mı?" "Tamam tamam!.." "Yahu bugün sizde bir hal var? Ne oluyor? Söyleyin de biz de bilelim? Niye renginiz attı?" "Yok yok... birşey yok."

9.
Kışyarıcılar köyün üstbaşına doğru koşar gibi ilerlerken, Haydar Kahya'nın samanlığının bacasından bir gencin çıktığı görülüyor. Yaşlı bir komşu görüyor bu çıkışı.  Delikanlıya soruyor:
"Ulan ne arıyorsun ahırda?"
"Hiç Hüseyin amca, bir şaka yapmıştık da. Kapıdan değil buradan çıkarsam, bana hediye vereceklerini söylediler arkadaşlar da.. İşte kış yarısı eğlencesi."
"Ulan eşek oğlu eşek böyle boktan şaka mı olur? Elin ahırında ne arıyorsun? Hırsız mısın, oğru musun? Sen hiç mi el, memleken görmedin?"
Delikanlı, yanıt vermeksizin yıldırım gibi uzaklaşıyor. Gücük Hüseyin, delikanlının ardından küfürü sürdürüyor. Gidip bacadan aşağı bakıyor. "Allah, Allah" çekiyor. "Şimdiki gençler tümden piç... Görülmüş, duyulmuş değil bu köyde..." diye söyleniyor.
Köyün üst başındaki başlangıç yerine kışyarıcılar koşar adımlarla ulaşıyorlar. Onca toplanan yağ, un, bulgur, tavuğu ortada bırakıyorlar. Gelinler giysilerini çıkarıyorlar. Koca giysilerini çıkarıp kaçıyor. Yetişkin gençler birer birer tüyüyorlar. Bunca emekle toplanan adaklara baktıkları yok. Yalnızca 13-15 yaşındaki çocukların üzerinde kalıyor kışyarısı adakları.
Aradan yarım saat geçmeden Gücük Hüseyin kışyarısı düzenlenen ahırdan içeri giriyor:
"Neredeler gençler, Aşçı Ali, Mahmut, Dimit Yusuf?"
"Vallahi biz de bilmiyoruz, geleceğiz deyip gittiler, gelmediler?"
"Vay eşek oğlu eşekler vay... Haydar Kahya'nın kızını kaçırmışlar. Ulan bu yakışır mı kışyarıcıları?"
"Vallah bizim haberimiz yok. Zaten bütün gün biz ne dediysek tersini söyleyip bizi bezdirdiler. Bir çeşitlerdi bugün."
"Onlar her zaman birçeşitler. Vay alçak oğlu alçaklar vay... Komşunun yüzüne nasıl bakacağız? Peki, siz ne yapacaksınız bu unu, buğdayı?"
"Biz de bilmiyoruz. Onların gelmesini bekliyorduk."
Gücük Hüseyin, küfür ederek dışarı çıkıyor.
"Çağırın şu Sarıoğlan'ı da satalım. Ne isterseniz alıp zıkımlanın. Bugün onlar yaptı, yarın da siz yaparsınız. Öğrenin büyüklerinizden, nasıl kız kaçırılırmış... Tümünüzün köküne kibrit suyu, zamane piçleri... Koca köyleri birbirine katacaksınız. Tu lanet olsun tümünüze."
Köyün içi birbirine girmiş. Evlerden girip çıkıyorlar. Zehra ile Mahmut arasında kimi dedikodular çıkmıştı. Kimi yalan, kimi gerçek demişti. Hatta Sarı Hüseyin kızı istemeyi düşünmüş, ama bir soruşturmuş Haydar Kahya'nın kapısını çalma yürekliliğini gösteremiş, oğluna yüreğine taş basmasını istemişti. Böylece kapanmıştı bu sorun. Haydar Kahya "Ula Sarı Hüseyin kim oluyor ki benim kızımı istesin. Önce kendisine bir ev yapsın. Kızını gelin getirecek bir ev bile yok. Yoksa kızımı ahır sekisinde mi yatıracak diye haber yollamıştı. İşte şimdi ahır sekisini görür.
Gücük Hüseyin, karşısına Sarıolan'ı almış konuşuyor:
"Saroğlan, şaşıp kaldım bugün. Bu kırkkbeş yaşımdayım bu köyde herşeyi gördüm de kışyarısı yapılırken kız kaçırıldığını da ilk kez gördüm. Bütün köyü rezil ettiler bu piçler. Ulan eşek oğlu eşek, yiğitsen tek başına al kaç. Koca köyü bu pisliğe bulaştırma..."
Dudağına yapıştırdığı kalın sigarayı çıkarmadan konuşmasını sürdürüyor:
"Ne verirsen ver şu çocuklara da ortadan kalksın kalabalık. Köye yayıldı haber."
"Bunlara  birkaç kilo kuru üzüm, şekerleme, lokum, incir, leblebi, veririm. Aralarında rakı içecek yaşta kimse yok. Varsın bu çocuklar yesinler. Pilav yapılır mı bu gün?"
"Ne pilavı Saroğlan? Ben şu işi kapamaya çalışıyorum, sen pilavdan söz ediyorsun? Bütün unu bulguru al, şunlara ne verirsen ver, dağılıp gitsinler. bir daha da bu köyde ne kışyarısı yapılır, ne de eğlence. Üstelik cemi de rezil ettiler. bakalım dede akşama ne yapar. Bir de cem dağılırsa gör o zaman. tümümüz Kara Cemal'den beter olacağız."
Gücük Hüseyin öylesine üzüntülü konuşuyor ki, çocukların burnundan geliyor kış yarısı törenleri. Günlerden özledikleri bekledikleri tören zehir zıkım oluyor. Kimileri çerezi beklemeden çekip gidiyorlar. Gittikçe azalıyor ortada kalanlar. Herkes ana-babasından azar işiteceğini biliyor. Tam bir rezalet oluyor kışyarısı törenleri. Ne oyun oynanıyor, ne o nefis kışyarısı piyavı yapılıyor. Şu birkaç eşek sıpasının yüzünden. Yeniyetmelerin elinden gelse gidip yetşkin gençleri dövecekler. Ah bir güçleri yetse...

10.
Cem odasının yarısı boş. içerde soğuk bir hava var. Kimse öyle sıcak içten değil. Kimse kimsenin yüzüne sıcak bir gülücük atmıyor. Dede yaşlılarla söyleşiyor:
"Yahu kanı kanla yumazlar, ortada kan yok ya! Kız gönlüyle kaçmış. Bize düşen ki yanı uzlaştırıp barıştırmak. Hayır işi hayırla bitirmek. Niye birbirinize kızıp duruyorsunuz. Olan olmuş. Genç bunlar cahil. Sizin çocuklarınız, bizim çocuklarınız. Ne değişir, ha babası anası vermiş, ha kendi kaçmış. Eh işte düğün yerine kış yarısı eğlencesi yapmışlar."
"Dede, kız daha çocuk, Haydar Kahya şikayet edecek. Şikayetçi olursa oğlanı tutuklarlar. Kar yüzünden gidemedi Kangal'a. Zor eğledik. Kar, kış dinlemyordu. Soğuktan ölürsün etme, şu kar geçsin gidersin dedik. Yoksa gidiyordu ilçeye..."
"Kız kaç yaşında?"
"On yedi."
"Erenler, oğlan dama girerse düzelir mi bu iş? Alıp kaçırmış işte. Kızın da gönlü varmış. Uzatmaya ne gerek var? Bize düşen Allah hayırlı olsun demek. İki gündür bir araya gelemiyoruz. Yeter artık. Bu cemaat bin yıldırbirbirinden kopmadı. İki cahilin cahilliği yüzünden dağılamaz. Peyik yollayacağım. Tüm küskünler gelecek. Yok öyle dargınlık küskünlük. Sorunlar hak divanında çözülecek. Hu peyik!"
Peyik koşup gelip divana duruyor:
"Başta Haydar Kahya olmak üzere tüm komşuları çağır."
"Hu dedem" diyerek peyik çıkıyor. İnanca göre cemin çağrısı olan "peyik kıçı kırılmaz. Bu çarrıya kesinlinle gelinir. Ama Haydar Kahya'nın gelip gelmeyeceği bilinmiyor. Özellikle eşinin Haydar kahya'yı kışkırttığı söyleniyor.
Çağrılılar asık yüzle, bir bir damlıyorlar cem odasına. Postu niyaz edip yerlerine oturuyorlar. Sarı Hüseyin'le eşi içeri giriyorlar.
"Hu erenler..."
"Hu dedem..."
"Niye gelmiyorsun ceme Sarı Hüseyin?"
"Başımıza gelenleri biliyorsun dedem. Bizim oğlan bir cahillik etti. Bir kız kaçırdı. Yüzümüz yerde. Nasıl gelip bu insanların yüzüne bakarız?"
"Yook erenler, bu meydandan kaçmak yok. Kol kırılıp yen içinde kalır. Hesap bu divanda verilir."
"Siz nasıl buyurursanız dedem. Boynumuz kıldan incedir. Ne cezamız varsa çekeriz."
Bir süre sonra Haydar kahya tek başına geliyor ceme. Her gelenle selamlaşma oluyor. Ama Haydar Kahya'nın tek başına gelmesi herkesin ilgisini çekiyor:
"Hu erenler..."
"Hu dedem..."
"Nasılsın, bacı nerede?"
"Biraz hasta da, bugünlük gelmedi."
"İki gündür neredesin? Kötü bir söz mü duydun bizden? Seni kıracak birşey mi yaptık da gelmiyorsun ceme?"
"Haşa pirim! söylemeye gerek yok, iki gündür ne çektiğimi bilirsin. Benim cahilimi kandırıp kaçırdılar. Küskünüm, dargınım bu topluma. Şu postun emri olması adımımı atmam buraya. Bütün köy bir oldu, kışyarısı sırasında kızımı alıp götürdüler. Bütün bir köy bizim karşımıza geçip bize inat düğün yaptı. Bu komşuluğa sığar mı? İki cihanda elim, yavrumu kandıranların yakasındadır. Dede, buyurdun geldim. Ama benden uzlaşma isteme. Yoksa bir daha şu kapıdan adımımı atarsam ayağım kırılsın."
Haydar Kahya öylesine kesin söylüyor ki bu sözleri, kimsenin bir karşı sav getirmesi olanaksız. Dede de toplum da şaşkın. Ayıp mı ayıp yapılanlar. Sanki bütün köy bir olup kızın kaçırılmasını sağlamışlar gibi bir durum yaşanıyor. Haydar Kahya şakacıdır, yaşam doludur, olura olmaza aldırış etmez. Bu tezgahı bir içine sinderemiyor. Belki de eşi kışkırttı. Yoksa o sevecen insanın ağzından böylesine katı tümceler çıkmaz. Eşi, içten hesaplıdır, kincidir. Ama sonuçta tüm köy de suçlu. Bir bilen, bir duyan olmuştur kesinlikle. Neden söylemediler? Neden uyarmadılar.
Dede daha ılımlı yaklaşıyor:
"Haydar Kahya, senden bir isteğimiz olmadı. Boğazına sarılıp "uzlaş" demedik. Bu post küskünlük tanımaz. Senin bir suçun yok hesap vermesi gereken varsa o da se değilsin. celallenme. Aşık sen de bir deme çal hele..."
Sazcı sazı eline alıyor. Ne ki, kimsenin söyleyecek sözü yok. Herkes suçluluk duyuyor. Cem evinin ortasına zehirli yılan atılmış gibi bir var. Söazcı bir semah çalıp havadaki gerginliği atmak istiyor. Ama kimse semaha kalkmıyor. Deyişi değiştiriyor. Ne çalacağını o da bilmiyor.
Tüm toplum yeniden bir gerilime girmiş. Kara Cemal'in düşkünlük sorunu çözülmeden, yeni bir tatsızlık çıkmış durumda. Tüm düşgücü ve yaşam devigenliği dağlar arasında sıkışmış yüz evlik köyde, yeni bir gerilim yaratılmış. Ne çözüm getirilir, kim kiminle uzlaştırılır? Ne veriler, ne alınır kimse bilmiyor. Cemin bağlanacağı günlerde, tüm cemin yarıda kalması gibi bir tehlike yaşanıyor. Kimse kimseyle konuşmuyor. Yanıtlar yarım ağızla veriliyor. Dede ne yapacağını bilmiyor. Sigara üstüne sigara içiyor. Bir bardak dolu içsem mi diye geçiriyor sürekli içinden. Ne ki, rakı etkisiyle vereceği buyrumların yerine uygulanmaması sözkonusu. Toplumu daha da gerilime sokabilir. Zaten, kızın kaçırılmasına yardımcı olan gençler de yok, ana-babaları da.

11.
"Duydun mu olanları" diye söze başladı Gücük Hüseyin.
"Duyulmayan birşey yok diye yanıtladı dede.
"Yok" dedem, öyle değil. "Bu duyacağın daha korkunç."
"Gücük Hüseyin, bütün köy birbirine girdi. Daha korkuncu ne olacak? Kırk yılın başı bir posta oturayım dedim, burnumdan geldi. Bütün olaylar bu kış patladı."
"Dede, Cuma Çavuş tercüman lokmasını, köye gelen jandarmalara yedirmiş."
"Yok yahu!..."
"Vallahi öyle diyorlar. Gören var..."
"Allah afatından esirgesin... Nasıl olur? Bu kadar soysuzluk yapabilir mi, Cuma Çavuş."
"Yapar dedem yapar. Ona boşuna Cerci dememişler."
Dedenin rengi attı. Dudakları titreye titreye:
"Belki başımıza gelen tüm bu uğursuzluklar onun yüzünden. Ne yapacağız şimdi?"
"Dedem benden yalnız söylemi. Gerisini sen bilirsin. Dua mı edersin, Cuma Çavuşu dara mı çekersin, sana kalmış."
Cuma Çavuş garip bir adam. Hiçbirşeye inanmaz ama cemden ayağını kesmez. O ki inanmıyorsun niye gelirsin ceme? Hadi inanmadın, tercüman lokmasını nasıl yedirirsin ağzıkaralara? Allahtan korkmaz, kuldan utanmaz adam. Kırk kez sana söylendi ki, sakın jandarmalara kurban eti yedirme, tavuk dersen tavuk, kavurma dersen kavurma verir sana bu köy?
Dede oturduğu odadan dışarı çıktıyor. İçerde oturan üç-beş kişi Gücük Hüseyin'in yüzüne bakıyor. Dede yeniden giriyor:
"Bana Topal Hoca'yı, Abbas Efendi'yi, Turan Efendi'yi çağırın!"
Bir genç koşup gidiyor. Sırasının üzerine içeri geliyorlar köyün bilgeleri.
"Erenler ne yapacağız? Cuma Çavuş kurban lokmasını jandarmalara yedirmiş."
"Tüm köyün üzerine siner uğursuzluk. Bu lokma kendinin değil, tüm cem erenlerinin."
"Yok, yalnız kendisinin başına gelir uğursuzluk."
"Yahu, yapmaz Cuma Çavuş böyle birşey. Öyle gelişigüzel konuşmasına bakmayın. O inanmaz gözükür ama, inanır."
"Demeyin bunları yahu Cuma Çavuş, her haltı yer. Ceme inandığı için gelmiyor. O cemi böyle eğlence gibi, şenlik gibi birşey sayıyor. Cemden kopmayı, sürüden ayrılmak gibi birşey görüyor. Ceme gelmezse muhtar seçilmeyeceğini düşünüyor."
"Desene Cuma Çuvaş bütün köyün köküne kibrit suyu döktü..."
"Vallahi orasını bilmem, ama durum bu."

12.
Cuma Çavuş cemde dede karşısında dara durmuş. Tüm toplum gerilim içinde yargılamayı bekliyor. Her kafada aynı soralar geziniyor. "Cuma Çavuş tercümanı yedirmiş m? Bize de bir uğursuzluk geli mi?" Herkes kendinden korkuyor. Dede soruyor:
"Cuma Çavuş, el ele el hakka; doğru söyle. Bu meydanda yalan yok. Suçunu biliyorsun. Yaptınsa ikrar eyle. Dua ederiz. Tanrıdan af dileriz. Şu masumların dili ile yakarırız. Ama gerçeği söyle. Tanrı bağışlar. Yalan söylersen iki cihanda sen de suçlu olursun, bütün bu cemaat da. Başımıza bir uğursuzluk gelir. Jandarmala tercüman lokması yedirmişsin doğru mu?"
"Dedem, istediğiniz cezayı verin. İstediğiniz sözü söyleyin. İsterseniz kovun bu meydendan. Yedirmedim. Bu kylü böyle şeyler uyduruyor. Bir tike kurban eti yedirdimse kor olsun tenime yapışsın. Bir aş tanesi yedirdimse tenim tike tike ola. Bu yıl tüm çoluk çocuk Adana'da. Evde yemek yapılmıyor. Götürdüğüm lokmaları kendim yiyorum. Jandarmalara Haydar Kahyagilden kavurma alıp yedirdim. İşte kendi burad sor. Evde peynir vardı. Yolcu ederken de peynir ekmek verdim."
"Peki Cuma Çavuş, artık günahı senin boynuna.Hu postu niyaz et."
Cuma Çavuş yere eğilip duaya duruyor. Tüm toplum bellerine dek eğilmişler. Dede dua okuyor:
"Allah Allah, ya Şah! Dil bizden, yardım Ali'den. Suçumuz varsa bağışlasın. Eksiğimiz varsa uyarsın, bilerek bilmeyek bir yanlışımız varsa, düzeltsin. Bu meydandaki şu tertemiz çocukların diliyle seslenelim. Diyelim bir Allah, Allah..."
Tüm toplum Allah Allah çekiyor. Tüm oda Allah Allah sesleri ile yankılanıyor.
"Cuma Erenler dili ile yemin etti, gönlü tasdik etti. Biz bu meydandaki eren bacı, çoluk çocuk tüm cemaat, ona inandık iman getirdik. Yalan söylüyorsa, günahını ulu hesabı bırakıyoruz. Biz, elimizden bu gelir. Bizi kandırırılız, ama ulu Tanrı kandırılmaz. Yalan söylediyse günahı kendisine, gelecek uğursuzluk kendi ocağına. Bu toplum suçsuz. tanrı bunu görür, bunu bilir... Diyelim bir Allah Allah..."
Cuma Çavuş, duadan rengi atmış biçimde kalkıyor. Dakikalardır yerden yatmaktan mı korkudan mı belli değil. Cemdeki tedirginlik sürüyor. Özellikle kadınlar arasında. yaşlı kadınlar edilen yemine inamamış biçimde başlarını sallıyorlar. Tek teseli, meydanda yapılan dua. "Bir uğursuzluk gelirse yalnız Cuma Çavuşun ocağına geleceğine inanyorlar. "Belası başına. Kendi yedirdi tercümanı. Kendi çeker belasını diyorlar. Dede:
"Bu günü Kuzu Mehmet'in kurbanı vardı hazır mı" diyor.
Kurbanlar ortaya getiriliyor. Dua alınıyor. Kurbancı kurbanları kesmeye götürüyor. Kuzu Mehmet ile yolkardeşi eşleri ile birlikte görülmek üzere meydana çıkıyorlar. Dua bitiyor.
Vahide hanım dışarı çıkıyor. Soğuk karlı bir akşam. Cem evinin kapısında ellerini açıyor. Ellerini açıyor, kendi kendine dua ediyor. belli ki bir dilek diliyor. Vahide de bir gerginlik var.

13.
Davulbaz köyünde cem var. Orada cemi Kurt Veli dede yürütüyor. Akşam, cem başlamamış. Kurt Veli dede tedirgin. Konuk kaldığı odada, yürüyüp duruyor. Yolkardeşi ve köylüler soruyorlar:
"Dede neyin car?"
"Erenler, içimde bir sıkıntı var. Sanki bizim evde bir uğursuzluk var."
"Dede, etme kurban olayım. Mamaş şurdan bir saatlik yol. Öyle birşey olsa, adam yollarlar. Bırak şu sıkıntıyı."
"Haklı söylüyorsunz. Ben bırakıyorum da, sıkıntı beni bırakmıyor."
"Dede adam yollayalım yoksa!.."
"Yok... gerek yok..."
"Eee, ne yapalım öyleyse seni rahatlatmak için?"
"Bilmem..."
"Dedeye bir bardak rakı getirin"
Rakı geliyor. Dede bir dikişte bir çay bağdağı rakıyı içiyor. Bıyıklarını siliyor. Bakışlarında parlama. Bir anlık rahatlık.
"Huu, erenler cem odasına geçelim. Cemaat gelmiş olmalı."
"Dede, cemaat çoktan geldi, seni bekliyor. Ağa dayının tercümanı var biliyorsun. Tercüman dualanacak. Herkes seni bekliyor."
Dede yanındakilerle cem odasına giriyor. Herkes yerini alıyor. Dede cemi başlatıyor. Tercümanlık kurbanlar duaya geliyor. Dede duaları yapıyor. Tercümanlar gidiyor. Dedenin sıkıntısı sürüyor. Cem erenlerinden izin alıp dışarı çıkıyor. Cem odasında konuşmalar:
"Yahu, bugün dedenin üzerinde bir sıkıntı var? Allah Allah... Ne yapsak. Yoksa, şurdan Mamaş'a iki genç yollayalım."
"Söyledik bunu. kabul etmedi. kendi gitmek istiyor."
"Olur mu, kurbanı yarıda koymak?"
"Yahu bu böyle olmaz. Kurbanlar kesilmediyse, kurbanı yarına bırakalım. Dede gitsin. Koşun hele kurbanlar kesilmediyse beklesinler."
Dışarı koşuyor bir iki kişi. Dışarıdan:
"Kesilmemişler."
"Kesmesinler. Kurbanlar yarına kalsın. Dede nerede?"

14.
Mamaşta'ki cem evinden Kurt Veli içeri giriyor. O anda Vahide ayağa kalkıyor. yüksek sesle:
"Ooo, büyük Tanrım, dileğimi kabul ettin..."
Herkes şaşırmış durumda. İçerde cem yapan Suzani:
"Ne o, Veli hayrola? Cemi bırakıp niye geldin?"
"İçimi bir sıkıntı sardı, dayanamadım. Köyde birşey yok ya?"
Vahide gözleri yaşlı dara duruyor:
"Dedem, sabahtır, Kurt Veli dedenin benim kurbanımda bulunması için dua ediyordum. Tanrı benim duamı kabul etti. Kurt Veli dedeyi yolladı..."
Herkes şaşırmış, kimigözlerde yaş beliriyor. Özellikle kadınlar ağlıyorlar. Kendi aralarında konuşma:
"Bir de, şu kadına Yezit deriz. Görüyorsunuz ya inancı, sevgiyi bağlılığı."
"Yok anam yok, hak katında kimin sevgili olduğunu kimse bilmez. Kırk Aevi kadın, Vahide'ye kurban olsun. Kimin gönlünü kırdı, kim bir gün bir yumuşa gitti de kapıdan çevirdi? Allahın sevgili kulu o."
Dede Vahide'ye bir dua ediyor. Cem odasında "Allah, Allah sesi yankılanıyor. Kurban pişmiş gelmiştir. Duasını alıyor. Köprü koruluyor. Lokma dağıtımı başlıyor. Ardından yer sofraları geliyor. Öbek öbek sofralar kuruluyor. Sofralara kurban lokması konuyor. Lokmalar yeniyor.

15.
Cuma Çavuş'un elinde bir tabağın içinde kurban lokması var. Yorgun sıkıntılı, karları yararak, köyün alt başındaki evine giriyor. Kendi kendine konuşuyor.
"Yok uğurszluk gelecekmiş... Yok bütün köye gelirmiş... Altı üste et ile ekmek. Kim yerse yesin, Yezidi Kızılbaşı olur mu? Bir de okumuş adamlar şunlar. Ulan hepsi boş. İşte şurada oturup muhabbet ediyoruz. Şu muhabbetin tadına geliyorum. Kime anlatırsın? Koca Vahap Efendi de böyle şeylere inanıyor."
Cuma Çavuş, basık odaya giriyor. İçerisi soğuk. Yün yatak bir kıyıda serili duruyor. Yatağa doğru gidiyor, geri dönüyor. Gelip sobayı yakıyor. Tezekle dolu sobada borulardan duman sızdırıyor. Pencereye yöneliyor, açmıyor. Bir süre sonra duman duruyor. Soba alev alev yanıyor. İçerisi ısınıyor. Sobanın başına varııp bir yer minderi çekip üzerine oturuyor. Elindeki tesbihi dertli dertle çekiyor. Tüm olanlara canının sıkıldığı belli. Soba kıp kırmızı kesiliyor. Sobanın ateşinde uzaklaşıyor. Gaz lambasının ışığını kısıp baş ucuna koyuyor. Yatağa atıyor kendini.

17.
Sarı Hüseyin'in odasında Mahmut genç arkadaşlarıyla konuşuyor. Bunlar ceme giremeyen gençler. Ceme giremediklerine üzgünler. Tüm köye rezil olmuş durumdalar. Gündüzleri ortada gözükmüyorlar. Akşamları, gizli gizli bir evde toplanıp kendi aralarında iskambil oynuyorlar. Öykü anlatıyorlar, böylece eğleniyorlar. Bir arkadaşlarını evlendirmenin mutluluğunu, toplumdan atılmanın pişmanlığını yaşıyorlar. Bir birini teselli ediyorlar:
"Unutulur gider. Kötü birşey yapmadık. Haydar kahya kızı gönlüyle verseydi, kaçırır mıydık?"
Sarı Hüseyin'in durumu uygun değil. Gelinle güveyiye bir oda açacak durumu yok. Evin tek odasında çoluk çocuğu ile Sarı Hüseyin yatıyor. Gelinle Güveye yer yok. Evlikte yatsalar, soğuktan donacaklar. En iyisi ahır sekisi düzenlemek. Tüm gençler bir olup, Mahmut'a güzel bir ahır sekisi yapıyorlar. Evlerden ufak tefek eşyalar getiriyorlar. Öyle bir ahır sekisi ki, padişah odalarında yok bu güzellik. Bu başarının mutluluğu içinde Sarı Hüseyin'in odasında oturuyorlar. Cemden gelen lokmaları yiyorlar.
"Uşak, sakın bize günah olmasın? Başımıza bir uğursuzluk gelir sonra? Biz düşkünüz de..."
"Ne düşkünü ulan? Bizim müsahibimiz mi var, ne zaman yola girdik ki düşkün olalım?"
"Ne bileyim, kız kaçırmaya yardımcı olduk da."
"Birincisi kız kaçırma düşkünlük getirmez. İkincisi, düşükün olacaksa edelerimiz olur. Tümü ceme kurulup birbirinin önünden lokma kapıyorlar. Bize niye günah olsun lokma?"
"Ne bilem öyle söylüyorlar da. Allah esirgesin sonra başımıza bir uğursuzluk gelir. Hep anlatıp dururlar, lokmanın kerametini."
"Bakma sen anlatılanlara. Hep laf onlar. Dur ben sana sorayım? Tüm hesaplar verildi mi bu cemde? Kel Kara Ali ile Kühlan küskün değiller mi, sınır kavgası yüzünden? Niye barışmadılar? Herkes susup geçti. Leyla, Hüseyin'in oynaşı değil mi? Kim söyledi? Hani duran oturan boynunaydı? Herkes susup geçti. herkes ikiyüzlülük ediyor. Hele o yetmişlik Topal Hoca, herkesin saygısını toplamış adam niye ağzını açıp bir şey söylemedi?"
"Bilmez Topal Hoca. bilse o söylerdi."
"Nasıl bilmez ulan, o bu köyün içinde değil mi?"
"Kim söyleyebilir Topal hoca köydeki oynaş işlerini?"
"Kimse söylemese karısı söyler."
"Yok yahu, karısı da böyle şeyleri söyleyemez Hoca'ya. Utanır."
"Ahhaa... Ulan karısı nasıl söyleyemez? Karı ne demek? Bunun bir şeyden haberi yok yahu? Sen tümden angutsun. İnsanın karısı söylemez mi?
"Doğru, olur olur... Duymuştur. Peki ama niye söylemedi, niye ağzını açmadı?"
"Açasa ne olacak. Düşün, şu tarikatın söylediklerini gerçekten yerine getirem desen, bir Allahın kulu girimez o cem damından içeri. Sırası ile her evi gözünün önüne getir. Kim temiz? Herkesin bir günahı var."
"Eskiden böyle değilmiş. Eski insanlar pek saf temizmiş"
"Öyle derler. Derler ya, arkasından da yaptıkları çapkınlıkları anlatırlar."
"Eee, kimse gitmeyecek mi yani cennete?"
"Orasını ben bilmem. Ama bildiğim birşey var. Tarikatın gereklerini isteyecek olsan o kapıdan bir kişi giremez."En günahsızın bile geçmişi kirli. Sözgelimi en sofu kim? Topal Hoca. Onun gençliğinde yaptığı çapkınlıkları anlata anlata bitiremiyorlar. Ayşe Bibi, oynaşıymış onun. Herkes biliyor bunu. Ne ki, şaka ile anlatılır onun çapkınlıkları. Neden? Suçsa suç."
Sobanın alevi ile giderek içeri ısınıyor. Tavan damlamaya başlıyor. Şıp... şıp... şıp.... Damlayan yerlerin altına tabak konuyor. Bu saate dek oturulur mu? Nerdeyse cem dağılacak. Ana, Mahmut'un yüzüne kızgın bakıyor. Konuşmaya bir başladı mı, ağzı kapanmaz. Yarın herkesin kulağına gidecek burada konuşulanlar. Koru komşuyu kızdırmanın ne anlamı var? Yarın yüzyüze bakılacak. Komşu komşunun külüne muhtaç. İş düşecek...
Asıl gerçek de bu ya! İş düşecek. İş, iş, iş. Peki ama cem nerede, tarikt yol nerede? Bir yandan en iyi kuralları söyleyeceksin öte yandan bu kuralları göz ardı edeceksin, olur mu? Belki geçmişte insanlar daha temizdi. Yok, yok insanın olduğu yerde kirlenme vardı. Hiçkimse tarikatın kurallarını yeterince uygulamamıştır. Bir tek Hz. Ali, Hasan Hüseyin. Onlar dışında sanmam ki, bu kurallar gerçek anlamda uygulanmış olsun. Bizim gibi faniler için ise tüm eksik, yanlışa karşın cem vardı. Tüm nefret ve kaygılar karşın vardı ve hep olacak. Geçmişte yaşamış ermişlerin, bilgelerin olağanüstü yaşamı anlatılacak. Hz. Ali'nin cenkleri ile dünyalar süslenecek. Muhammet Hanefi'nin yiğitliği yanında yakışıklılığı düşleri süsleyecek.
Yorgun bir kış akşamına mutlu bir söyleşi sığmış durumda. Herkes konuşmanın derinliğinden, düşüncenin yoğunluğundan esrimiş. Hiç kimse bugün cemi kaçırdıklarına pişman olmuyor. Burada daha güzel bir söyleşi yakaladılar. Geç olmasına geç ama kimse yerinden kıpırda niyetinde değil. Bu bir tür gençlerin kendileri ile hesaplaşmaları. Bundan böyle büyükleri görünce köşe bucak kaçmalarına gerek yok. Sigaralar birer birer sönüyor. Ah bu akşam bir şişe de rakı olsaydı. Bir şişe rakı bulunamaz mı bir koşudan? Yaza veririz borcumuzu? Gençler bacaklarını ovuşturmaya başlıyorlar. Tezek sobası son direnişini veriyor. Sobanın koru karıştırılıyor. Hafif bir duman yükseliyor. Damın tepesindeki baca çoktan susmuş. Siğaralar da bir bir susuyor. Artık yatma zamanı:
"Allah rahatlık vere, Mahmut. Gidip yapalım."
"Elinize sağlık arkadaşlar. Bir gün bu iyiliğinizin altında kalmam."
"Sağol Mahmut, biliriz sen yiğit arkadaşsın. Bizim düğünde saratla su taşıyacaksın söz!"
Tüm gençler gülüyorlar. Mahmut'un yorgun ama mutlu akşamı, özgürlük yuvası ahır sekisinde, genç eşinin yanında bitiyor. Sekide gaz lambası yanmış, Zehra kendisini bekliyor. Ahırın köşesine arkadaşların kurduğu sekiyi Zehra, gelirken evden kaçındığı bohçadaki el işlemeleri ile süslemiş. Kanavçe, oya, allı pullu tülbentler. Aman tanrım ne güzel olmuş bu ahır! Ahırı böylesine seveceğini düşünmemiş Mahmut. Öküz, eşek, inek ve birkaç koyun yerlerinde dingin duruyorlar. Kimi yatıp uzanmış. Mahmut mutlu bir yüzle yeni düzenine bakıyor. Yoktan var edilmiş bir dünya burası. Çok şükür Tanrım. Tüm koşu, tüm gerilim bitti. Yoksulluk adam yoksulluğu. Görsün şu Haydar Kahya, Mahmut nasıl kazanıp zengin olacak. Tek başına ev açaçak.

18.
"Cuma Çavuş..." diye bir ses duyuyor, yün yatağa boğulur gibi gizlenmiş Cuma Çavuş. "Hayırdır inşallah, yine jandarma mı geldi yoksa " diye içinden geçirerek, başını yataktan çıkarıyor. Birden demin kendi oturduğu yerde sobanın başında birisinin oturduğunu görüyor. Bu bir yaşlı kadın. İçeriyi biraz duman sarmış. Oda iyiden iyiye ısınmış. "Allah Allah, diye içinden geçiriyor. "Hayal mi görüyorum gerçek mi?" Ne var ki, üç beş metre ötede sobanın başında dev anası gibi etli butlu kadın duruyor. Kadında bir burun var ama, anlatılır gibi değil. Burnu ile sobanın önüne dökülen kölü karıştırıyor. "Tövbe..." diyor Cuma Çavuş... "Ulan bu ne? Ben böyle şeylere inanmazdım. Ne bu karı?" Hemen yakınında duran gaz lambasının alevini yükseltiyor. Sakın hayal görüyor olmayım? Yok yok, hayal falan değil dev anası gelmiş oturuyor sobanın başında. Ne yapmalı? Bir dua okumaya başlıyor. O anda burnu uzundan ilk sözcükleri duyuyor?
"Ne inat edip duruyorsun? Ben gerçeğim."
"Tövbee..."
"Fatma duası yanlış okudun."
Cuma Çavuş'un bir an belleğinden dua geçiyor. Gerçekten yanlış okuduğunu anlıyor. Ama ne yapmalı. Düş mü gerçek mi yaşadıkları. Hala ayrımında değil olayın. Birden kendini topluyor. Bu kez Cuma Çavuş ona soruyor:
"Kimsin? Ne arıyorsun burada?"
"Seni ziyarete geldim. Adımı sen koydun ya sabahtır. Burnu uzun. Fatmana duasını yanlış okuduğunu anladın mı?"
"Dalga mı geçiyor, benimle eğleniyor mu? Kim bu? Sakın bir komşu böyle bir şaka hazırlamasın?" diye içinden geçiriyor.
"Yok, komşu momşu değilim ben. Geldim işte!" diye yanıt veriyor Burnu uzun karı.
Artık Cuma Çavuş'un cinleri başına toplanıyor:
"Bir de bana akıl veriyor! Kalk ...ünü ...tiğim!" diye bağırıyor. Cuma Çavuş karının üstüne yürüyor. Odanın kapısını hızla açıp kaçıyor burnu uzun karı. Cuma Çavuş, eline lambayı alıp ardından koşuyor. Büyük avluya bakıyor yok. Dış kapı kapalı. Evlük, samanlık ahır bomboş. Yeniden odaya geliyor. Ne yapacağını düşünüyor bir an. Şalvarını geçiriyor ayağına. Giysilerini giymeye başlıyor.

19.
Cemin son akşamı. Daha cemin başlangıç suları. Cuma Çavuş meydana çıkıyor:
"Dede, beni bilirsiniz, pek inanmam ceme, tarikata. Şu insanlara olan sevgim yüzünden geliri. Ama başımdan geçenleri size anlatmam gerekiyor."
Bütün toplum, heyecanla bekliyor. Ne oludu da Cuma Çavuş böyle konuşuyor?
"Dün gece benim ev bir burnu uzun kadın geldi. Bilirsin böyle boş şeylere de inanmam. Ama gerçekti gördüklerim. Şimdi şunu söyleyeyim, bu toplumu da rahatlatayım. Ben jandarmalara gerçekten kurban eti vermiştim. Bu doğru. Ama sanırım, Tanrı beni cezalandırdı, ya da korkuttu. Dün gece gördüklerimi açıklayamam size. Gerçekten gördüm."
Tüm halkta bir rahatlama.
"Ohh, belasını buldu... Allah daha beter edecek... Hele daha neler gelecek başına, gör öküzü mü ölür, evi mi yanar allah bilir. Dinsiz gavur Cerci. Allahın parmağı yok ki gözüne soksun. Daha ne olacak, Burnu uzun'u yolamış işte. Hani hiçbirşeye inanmazdı. İşte böyle inandırır Tanrı adama, hah"
Dede postunda oturan Suzani:
Erenler, bacılar Cuma Çavuş kendi kusurunu anlattı. Kendi günahını gördü. Tanrı uyarmış onu. Gördüğünüz gibi bir bela gelirse, yalnız kurbanı yedirenin evine ocağına gelir. hepiniz rahat olun. Cuma Çavuş çok ağır uyarılmış. Görüyorsunuz, Tarikata karşı gelenin durumunu. Şimdi Cuma çavuşun başına bir daha bir uğursuzluk gelmemesi için bir dua edeceğim. Meydan birliğine, dostluk dirliğine diyelim bir Allah Allah. Allah Cuma Çavuş'un günahlarını af etsin, kusurunu bağışlasın. Kendisi bin pişmanlık duyuyor. Diyelim bir Allah Allah..."
Bu gece, erkan ağacı getiriliyor. Kara, uzun düz bir ağaç bu. Dede erkan ağacını iç içe geçirilmiş kılıflardan çıkarıyor. Bir leğenin içine koyuyor. Üzerinden su dükülüyor. Son günün hüznü var toplumun üzerinde. Suya dua ediliyor. Sakka duası okunuyor ve su halka içiriliyor. Son hizmet olan tevhit çekiliyor. Dizler dövülüyor. O anda, esirik durumdaki Yavan Ali ortaya düşüyor. Çılgınlar gibi gibi dövüne dövüne dönüyor. Dönüşler sırasında gözleri kapalı. Tevhit bittiği andan, tümüyle bitkin durumda düşüyor. Yüzüne su serpiliyor. Ağızına su verilip ayıktırılıyor.
Dedeye görüm karşılığı ücreti verliyor. Kim ne kadan isterse, gölünden kopanı veriyor. Para veren parayı dedenin postnun altına sokuyor. Kuzu koyun veren vereceği hakullahın ne olduğunu söylüyor. Eşi ile birlikte çıkıp dua alıyor, yerine oturuyor.
Duran oturan, koğusuz gıybetsin evine varana hızır yardımcı ola, duası ile cem bitiyor.

20. Adanacı
Karlar erimiş Dağ başlarında kalan karlar son direnişlerini veriyor. dereler kar suları ile coşmuş, dağ taş yeşermiş. Çiçekler, otlar, yeşil ekinler, çoban döşekleri, kevenler birbiri ile yarışıyor. Köyü dış dünyaya bağlayan tek yol bir saat uzaklıktaki tren yolu. Kış boyu kopan dış dünya bağlantısı, ilekyazla birlikte yeniden yeniden kuruluyor. Bütün bir kışı Adana, Mersin, Tarsus gibi güneyin zengin illerinde kol işçiliği ile karnının doyurmuş, Mamaş'ın aç insanları biriktirdikleri son kuruş ile üzerlerine temiz bir giysi alıyorlar. Tahta bavullarına doldurdukları eşyalarlala geri dönüyorlar. Kazançları ne, ne getiriyorlar? Bu kazaç hep abartılarak söylenir. Cebinde elli lirası olan 500 lira ile döndüğü söyler. Daha az para ile dönen ise, çok para kazandığını ama parayı çaldırdığını söyler.
Muharrem bir şovalye gibi trenden iniyor. Elinde sık bir bavul var.
 Ayağına siyah körüklü çizme geçirmiş. Üstünde kilot pantolon,  koyu mavi ceket ve onun üzerinde uzun bir palto var. Gözüne kara güneş gözlüğü takmış, başında şık bir foter var. Muharrem çalımlı yürüyüşle bir çayın önüne geliyor. Köye gelmesi için bu çayı geçmesi gerekiyor. Ne ki, çayın suları ilkyazla birlikte coşmuş. Kıyılar çamurdan geçilmiyor. Muharrem, çimenli yolun bitiminde duruyor. Bir üzerindeki giysilere bakıyor, bir ırmağa bakıyor, ne yapacağını bilmiyor. O sırada karşı yakada bir köylü çift çalışıyor. Gelen şık yolcunun ne yapacağını merakla bakıyor. Birden Muharrem'in yüzünde ne yapması gerektiğine karar vermiş bir gülücük beliriyor. Yüksek sesle karşı kıyada küreğine yaslanışmış kendisini izleyen köylüye bağırıyor:
"Köylü gel hele, buraya!"
Karşı kıyıdaki adam koşup geliyor. Muharrem'in karşısında üzerindeki beyaz yırtık gömleğini toplayıp saygılı bir biçimde duruyor:
 "Buyur Bey, ne istiyorsun!"
"Beni alıp karşı geçeye geçireceksin"
"Bey siz kim oluyorsunuz?"
"Hele sen geçir, karşı geçede söylerim!"
Adam Muharrem'i sırtına alıyor. Çayın suları oldukça coşkun. Adam bir yandan taşların arasında ayağına yer arıyor bir yandan da sırtındaki saygıdeğer kişiyi suya düşürmemek için özen gösteriyor. Suyun içinde, götünü büke büke soluk soluğa, Muharrem'i karşı kıyıya bırakıyor. Bir nefes alıyor. Bu kez de karşı kıyada kalan küçük çantayı kapıp getiriyor. Görevini başarı ile yerine getirdikten sonra, önemli konuğun kimliğini soruyor:
"Bey zatı aliniz kim oluyorsunuz?"
Muharrem çantasını eline almış adamın yanında bir heykel gibi duruyor. Kafasını dikip
"Ben Mamaşlıyım" diye karşılık veriyor. Mamaş önemli bir köy. Her tür saygın kişi çıkar düşüncesi ile ayrıntılı bir yanıt arıyor köylü:
. "Kimlerden oluyorsunuz?"
"Ali Kahyagilerden" deyince adam şaşırıyor. Mamaş'ın en yoksul ailesi. Soyundan sopundan bir  adam gibi adam çıkmışlığı yok. Bu kez çok daha sert bir soru soruyor:
"Kimsin sen lan?" diyor.
"Bayramın oğlu Muharrem" diye karşılık verince adam şarırıyor. Bunu duyar duymaz elini silkip
"Aha babanın canına sıçayım" diye bağırıyor. "Niye başından söylemedin ulan eşek oğlu eşek?
Muharrem sırtını dönmüş gülerek gidiyor.
"Söylesem beni geçirir miydin?"
"He geçirirdim, geçirirdim. Ben bilirdim sana edeceğimi... Ah bir bilseydim. Ben de bir hükümet adamı sandım. Kaymakan gibi, tahsildar gibi birşey. Eşek oğlu eşek, Bayramın oğlu Muharremmiş... Kocaoğlan demiyor da! Bir de bey olmuş..."

Adanacıların en kurnazı Muharrem. Esmer yüzlü, uzun boylu, dal gibi ince bir delikanlıdır Muharrem. Tek ayak üstünde kırk yalan söyleyen, ama her yalanını dinleten, hemen çoğuna da inandıran; inandıramadığına ise sevdiren ilginç bir kişi. Adana-Tarsus-Mersin gurbet kuşlarının hiçbiri onun başarı ve işbilirliğni yakalayamaz. Köyde Muharrem'in öyküleri hayranlıkla, gülerek anlatılar. Nasıl bulur, nasıl yaratır olayları bilincinde? Her yalanı bir yaratıcılık ürünü olan bu kişinin köye dönüşü, gençler arasında bir sevinç kaynağı olur. sofrası açık, ocağı sıcak bir konuksever insandır. Yemeyi yedirmeyi seven, ama sözüne üvenilmez bir kişidir.
"Muharrem gelmiş... Muharrem gelmiş" sözleri bir anda köyün çinde yankılanıyor. Muharrem hep gençlerin dostu. Bir anda köyün delikanlıları Muharerm'in renk renk kilimlerle donanmış odasını dolduruyor. Baş köşeden kapı önüne dek sıra sıra oturuyorlar. Muharrem'in gözleri pırıl pırıl. Sevenleri gelmiş.
"Irmaçlı" diye genç eşini çağırıyor. "Kız Irmaçlı uşahlara birşeyler getir. Gatıh, matıh ya da Adana ürünlerinden."
Gençler Anada ürünleri istiyorlar. Kocaman bir bakır tabak dolusu kuruyemiş geliyor. Çir, leblebi, kuruüzüm. Gençler kibar bir oburlukla tabağa uzanıp avuçluyor.
"Eee, Muharrem Emmi, Adana nasıldı, Tarsus nasıldı?"
"Uşah sorman Tarsus'u, Adana'yı. Yine Şadi Beyi'in yanında çalıştım. Şadi Bey beni bırakmaz. Ama istasyondan köye gelirken ne oldu bilin?"
"Muharrem Emmi senin hikmetinden sual edilmez. Gör ne yaptın!"
Çil Mustafa dırdır edip duruyor ben çekip geldim. Yoksa üstüm başım kirlenecek. Köye rezil olacağım. Ne yapayım komşular?"
"Hay bin yaşayasın Muharrem. peki kaymakamım falan desen olmaz mıydı? Niye söyledin Muharrem olduğunu?"
"Ula Çil Mustafa biliyorsunuz bu dönük Bektaşilerin babası. Bektaşilere bir intikam olsun diye söyledim Muharrem olduğumu. Çil Mustafa'nın sırtına binmem bütün Kangal yöresinde söylenecek. Fırsat elime düşmüş ki, kaçırır mıyım!"
Bütün gençler gülüyorlar. Hemen her ağızdan bir övgü yükseliyor. Ama ortak tümce:
"Vallahi büyük adamsın Muharrem!"

21.
Kara Cemal, eşyalarının bir kağnıya yüklüyor. Köyde evli kızı gelmiş. Eşyaların yüklenmesine yardım ediyor. Anne ve kızlar sessiz ağlıyorlar. Feleğe kadere küfür ediyorlar. Cemal'in aldırdığı yok. Arada kızıyor eşinin ve kızının ağlamasına. Küçük çocuklar gelmişler, göçün yüklenişini hazin gözlerle izliyorlar.
"Kız ne ağlayıp duruyorsunuz? Ağlanacak ne var? Ölüm yok ya! Gidiyoruz işte. Alıp köylerini başlarına çalsınlar. Yok düşkünmüşüz de, yokmalımızı dafarlarını katmayacaklarmış da. Görsünler Kara Cemal'in şehirde de işini yoluna koyduğunu."
"Ede bir güze gelir misiniz?" diyor büyük kız.
"Bir daha bu köye adımımım atarsam..."
"Bu ne biçim söz ede?"
"Ne olacak, artık bundan sonra gelmem."
"Ben sizi artık görmeyecek miyim?"
"Seni Zile'ye getiririm."
"Beni Zile'ye kim yollar? Artık sizi göremeyeceğim demektir."
"O, sofu kaynatana söyle. Kına yaksın işte gidiyoruz..."
Gelin kız ağlıyor. Kağnı yüklenmiş. Kapıya kilit vuruluyor. Kağnı karayoluna doğru gidiyor. Bir başına gelin yolda kalıyor. Bir daha görememe korkusu içinde, gözlerinde biriken yaşları başındaki beyaz örtü ile siliyor.
Hazin ayrılışın sancısı herkes sarmış. Dikbaşlı adamdı Cemal. Pek sevilmezdi bu yüzden köyde. Köylü fırsatını bulmuş, anki ona bir ders  vermek istemişti. Sonuçta el ele verip başarmışlardı. Kapısı açılmaz olmuştu. Kapısından geçenler selam vermiyorlardı. İyice yalnızlığa itilmişti Cemal. Her şeye karşın son ana dek kuyruğu dik tutmasını bilmişti. Kimseye eyvallah etmeksizin iki yılı şkın süre evini ocağını yürütmüştü. Sonuçta ise baskılar ağır gelmiş, gurbetin yolunu tutmuştu.
Şimdi onun kapısına kara kilit vuruldu. Artık onun kapısından geçen yaşlılar selamlarını gizlemek için zahmet çekmeyecekler. Kadınlar kocalarına Cemallarla ilişkilerini gizlemek zorunda kalmayacaklar.
Nedir ki, bir kapı kapanmış. Ocağın sönmesi, evin "peğ" olması gibi bir olgu yaşanıyor. Br komşunun evinin kapısına uğursuz kara kilit vuruluyor. Hani oğlu uşağı olmayan yaşlıların ölümleriyle kapılarına kara kilit vurulur, evleri ocakları darma dağın olur ya, öyle bir durum yaşanıyor. Hem de bunca oğlu kızı olmasına ve de dirliği düzeni yerinde olmasına karşın.
Toprak damlı evlerin duvarları diplerinde oturan yaşlılar kedileri ile bir hesaplaşmanın içine girdiler. Suçluluk duygusu içinde birbirlerine açmak istemedikleri bir konu Kara Cemal'in göçü. Herkes kendini suçlu tutuyor. Tamam Kara Cemal kötü adamdı, aksi adamdı. Dikbaşlıydı, kimseye boyun eğmezdi. Ama çalışkan adamdı. Yardımseverdi. Komşunun elini alırdı. Zor gün dostuydu. Üstelik yola, erkana düşkün bir iş yapmamıştı. Başına ne geldiyse oğlnun yüzünden gelmişti. Bu duruma itilmemeliydi. Sonuçta ne olmuştu ki, yüz evlik köyden bir evin eksilmesi kime ne kazandırmıştı? Herkesin günahi kendineydi.
Elveda toprak damlı evler, elveda söğüt kavak ağaçları ile süslü dereler. Artık ne zaman, nasıl dönülür kimse bilmiyor. Bilinmez bir geleceğe gider gibi toprak yollu bozkarda kağnı ilerliyor.

22.
Toprak damlı evler. Dar kıv­rımlı yollar. Söğüt ağaçları ile süslü dere kıyıları. Yaz sıcağı basmış. Öğle sonrası. Harmanlarda dövenler dönüyor. Yorgun köylüler çalışı­yor. Bir top söğüdün altında gözlüklü yaşlı bir dede bağlama çalı­yor. Biraz ileride harmanda döven durmuş. Öküzler harmanı yiyor. Yaşlı adamın aldırdığı yok. O bağlamaya sarılmış, döktürüyor bağlamayı. Uzaktan, omuzunda yaba ile 14-15 yaşlarında karayağız bir delikanlı geli­yor. Harmana yaklaşınca yüzünde bir gülümseme beli­riyor:
"Amca, ne bu hal? Ne yapıyorsun?"
Yaşlı adam yanıt veriyor.
"Ula oğlum Ali, bir bakayım, parmaklarım alışkanlı­ğını yitirmiş mi, dedim!
İkisi de gülüyor.
"Amca bir dakika, şu harmanı bir düzene koyayım. Bu deyişi can kulağı ile dinlemek istiyorum. Öküzleri harmanda başı boş bırakmış­sın. Öküzler buğday yiyor­lar, şişip ölecekler. Çocuklar nerde? Dövene neden onları bindirmedin?"
"Çocuklar sırasının üstüne dövene bineceklerdi. Kaçıp gitmişler. Derenin kıyısında olmalılar."
"Şimdi ben gösteririm onlara!"
Genç adam bağırıyor:
"Vahap, Cengiz, Tuğrul, Mehmet, nerdesiniz ulan? Döveni burda koyup hangi cehenneme kaçtınız?"
8-10 yaşları arasında 3-4 çocuk korku içinde koşup geliyor.
"Buyur ağabey" diye derli toplu duruyorlar.
"Nerdesiniz ulan. Hepinizi döveceğim. Döveni am­cama bırakıp nere gittiniz? Sırasının üstüne dövene bi­neceksiniz."
Çocuklardan biri dövene biniyor. Yastıkların üstüne otururlar. Amca sazı yeniden kucağına alyor.

              Kangal'dan aşağı Mamaş'ın köyü
              Derindir gölleri soğuktur suyu
              Üç köyün içinde Zebneb'in soyu,
              Zeyneb'im Zeyneb'im allı Zeyneb'im
              Üç köyün içinde belli Zeyneb'im.

Genç adam diz çöküyor. Birkaç dakika amcasının bağlama çalışını izliyor. Amcanın bağlaması bir türkünün eşliğinde karşı tepeden yankılanıyor:

              Söğüdün yaprağı narinden narin
              İçerim yanıyor, dışarım serin
              Zeynebi bu ayda ettiler gelin,
              Zeyneb'im Zeyneb'im allı Zeyneb'im
              Üç köyün içinde belli Zeyneb'im

"Ali oğlum, bu Türkü bizim köyün çok eski türkü­sü. Şimdi kimileyin radyoda da söylenir."
Uzaklardan kağnı gıcırtıları geliyor. Harmanlardaki köylüler arasında yorgun konuşmalar. Yoğun işi birazcık yoluna koyan kimi komşular, söyleşinin yoğun olduğu top söğüdün gölgesine gelip oturuyorlar. Bir bir çoğalan kalabalık mutlu bir ortama dönüşüyor. Dede konuşuyor, çalıyor. Onlar aralıklarla söyleşiye katılıyorlar.

23.Cin Abbas
Cin Abbas lakabı ile ünlü Abbas Dede kendine özgü bir kişi. Evi köyün bitiminde, mezara yakın yerde yer alıyor. Küçük bir çayıra harman kurmuş, karınca gibi çalışıyor. Harmanı derliyor, atların dizginini ayarlıyor. Bir an duruyor, aşağılardan gıcırdayarak gelen kağnıya doğru bakıyor. Kağnı dev bir buğday çuvalı taşıyor. Komşu Sünni köyü Halburveranlılar yaz aylarında un öğütmek için, bu yolup kullanıyorlar. Mamaş'ı aşarak bir öteki köydeki su değirmenine buğday öğütmeye gidiyorlar. Bu kağnı da onlardan biri olmalı. Cin Abbas gözlerini süzerek özenle bakıyor gelen yolcuya. İçerden birilerilerini çağırıyor.
"Ali, sen şu harmana biraz göz kulak ol. Benim Yoncalık'ta ufak bir işim var. Hemen geleceğim. Aman gözünü atlardan ayırma!"
Omuzuna bir kürek alıp yola düşüyor. Biraz sonra kağnısı ile gelen komşu köylü yolcu ile birleşiyor. Söyleşerek gidiyorlar. Sıcak bir şöyleşi içinde tozlu yollarda ilerliyorlar. Kağnının tekeri tozlu yola yarı yerine dek gömülerek gidiyor. Cin Abbas, adamla tatlı tatlı hava­dan sudan konuşarak köyden çıkıyor. Köyün doğu kesimine düşen yeşil alana geliyorlar. Yoncalıklar kurumuş. Kağnı bir dereye doğru kıvrılıyor. Bu anda Cin Abbas soruyor:
     "Yahu baharda bizim Ali'yi dövmüşsün."
     Adam umursamaz yanıt veriyor:
     "Haa, dört tane takmıştım."
     Cin Abbas, hemen karşılık veriyor:
     "Öyle mi? Öyleyse dört tane de ben sana takayım hele..."
     Cin Abbas adama kürekle vurmaya başlıyor. Adam şaşkın bağırıyor. Ama derenin içinde ne duyan, ne yetişen var. Allah’ın bol, insanın kıt olduğu bir dere içi burası. Adamı kanlar içinde bırakıp köye dönüyor.

     24.
Söğüdün altında söyleşi sürüyor. Ayranlar geliyor, bakır taslardaki ayranlar kafaya dikiliyor, şakalar yapılıyor. Giderek artıyor katılım. Bir ikindi sonrasında günün yorgunluğunu çıkarmak isteyen komşular bir bir beliriyorlar. Bu sırda Cin Abbas, sessizce yanlarına yanaşıp oturuyor. Cin Abbas korkunç çalışkan bir kişi. Yaz döneminde öyle söyleşiye, lafa katılmaz. Revani Cin Abbas'ı görünce seviniyor:
"Yahu, Abbas Efendi, senin yolun düşmezdi bu taraflara, hoş geldin. Sen işten güçten ayrılmazsın. Abbas Efendiye bir yastık getirin." Söyleşi giderek artan coşku ile sürüyor:
"Bu Zeynep bizim köyden Hasan Ağagilin kızıymış. O zaman­lar kervancılar gelirdi köylere. Bir kevancı geldi. Atlarla kervan konakladı. Bir iki eve dağıldılar. Bu arada genç bir delikanlı bi­zim Hasan Ağların Zeynebi pınarda görmüş. Zeynep su dolduru­yor. Kervancı da yüzünü yumaya gitmiş pınara. Bir görüşte tu­tulmuş Zeynep'e. Sonra tutturmuş babasına "ne yap yap bu kızı bana al." Babası zengin. Kervancı dedik ya sen anla gerisin. Neyse efendim, geldiler Hasan Ağagile kız istemeye. Hasan Ağa kız verir mi, öyle elin yabancısına, yezidine. "Ulan siz kim olu­yorsunuz" deyip kovdu. Oğlan mal mülk ne istiyorsanız vereyim. Canımı alın bu kızı bana verin diye yanıyor. Ama Hasan Ağa vermez. Hem de uzatmadı işi. Hemen Balıgile verdi. Şu bizim Balı var ya, Götöğ Balı, işte onun anasıydı Zeynep. Daha kervan köydeyken düğün tutuldu. Zeynep gelin gidiyor. Kervarcı yandı tutuşuyor. Gözleri dolu dolu, köyün kıyılarında geziyor. İşte o sıra yakmış bu türküyü. Şöyle sürer:

                        Zeynebi bu hafta ettiler gelin
                        İçerim yanıyor dışarım serin
                        Zeynep'im Zeyneb'im allı Zeyneb'im
                        Üç köyün içinde şanlı Zeyneb'im

"Sonra türküyü 1932 de Sivas'ta Halk Şairleri Bayramında Aşık Süleyman çaldı. Muzaffer Sarısözen notayı geçirdi. Şimdi radyolarda çalıyor. Ama kimse bilmiyor bu olayın Mamaş'ta geçtiğini. Zaten deyişin birinci dörtlüğü de söylenmiyor."
Cin Abbas'ın üzerinde bir dinginlik, bir durgunluk var. "Yahu Abbas Efendi, nen var?" diyorlar. "Yorgunum biraz" diye karşılık veriyor.
Bir süre sonra köyden bir genç geliyor.
"Dede.." diye bağırıyor.
"Ne var Mor Veli?" diye soruyor Revani.
"Duran’ı Ömer'i dövmüşler", Revani şaşkın biçimde sazı bırakıyor elinden. soruyor:
"Kim dövmüş? "
Çocuk Cin Abbas'ı gösteriyor.
"Abbas Emmim dövmüş diyorlar."
Cin Abbas:
"Görüyorsunuz arkadaşlar saatlerdir ben burada oturuyorum. Hepiniz şahitsiniz."
Herkes gülüyor.
"Doğru sen burda oturuyorsun. Biz şahitiz Abbas Dede."
Revani sessizce yerinden kalkıyor. Bütün oturanların yüzünde tatlı bir gülümseme. Hayranlık duyan gülücüklerle Cin Abbas'ın yüzüne bakıyorlar. Kimse bir şey soramıyor. Cin Abbas yarı şaka yarı ciddi kızıyor:
"Ne gülüyorsunuz, niye bakıyorsunuz yüzüme ulan, Allah'tan korkun ben sabahtır burada oturuyorum..."
"Tamam dede tamam, oturuyorsun. Biz şahitiz. Şahitiz de, sen burada otururken Halburveranlı nasıl döğüldü diye gülüyoruz."
"Ne bilem kim döğmüş, yezit oğlu yezidi. Belki komşuları döğmüştür. Benim üstüme atıyor. Biliyorsunuz, bu yezidin bize düşmanlığı var. İlkyazda bizim Ali'yi döğdü. Şimdi de benim üstüme atıyor."
Herkes gülüyor. Cin Abbas da gülüyor kendi sözlerine. Tüm topluluk bu gülme üzerine rahatlıyor. Cin Abbas:
"Vallah yahu... Karısı mı döğdü komşusu mu, ne bilem, kim döğdüyse döğdü. bana ne?"

25.
Revani, oturanlardan bir iki kişiyi çağırıyor. Ayaküstü konuşuyorlar. Revani:
"Ne yapacağız? Abbas Efendi'yi ortada koyup candarmaya teslim edemeyiz. Çabuk çağırın muhtarı."
Birkaç dakika sonra Muhtar geliyor:
"Muhtar, senin aran yok Abbas Efendiyle. Ama bu iş bütün köyün namusu. Candarmaya teslim etmeyeceksin Abbas Efendi'yi..."
"Ulan, siz deli mi oldunuz, şaşırdınız mı? Ben adam mı veririm candarmaya. Abbas Efendi benim kanlım olsa vermem. Bir Yezit döğmüş... ben kalkıp onu ortada mı koyacağım? Karışmayın."
Köyün içine yayılıyor bir anda Cin Abbas'ın olayı. Hayranlık ve şaşkınlıkla anlatıyorlar:
"Abbas Efendi Halburveranlı Ömer'i bir döğmüş ama sorma!"
"Ula görülmüş birşey mi Halburveranlı döğmek? Hükümet adamı döğmekten beterdir."
"Kardeşim, boşuna Cin Abbas dememişler... O döğer."
"Hay eline sağlık Cin Abbas..."

26.Oruç
Köy kara yasa batmış. Kızgın bozkır sıcağı altında zaman durmuş gibi. En değerli zaman diliminde yaşam durmuş.Bir yılın birikiminn derleneceği, bu anlık zaman kesinde ne yapılırsa yapılacak, tane tane buğdaydan çuvallar doldurulacak, değirmene gitmek üzere avlulara direnecek. Gelecek yaza çıkıncaya dek yaşamı götürecek un, bulgurun hesabı yapılacak. Sonra işin içinde komşulardan un, bulgur dilenmek de var. Her ödünç gibi ödünç kuzular. Bir ölçek un için bir buçuk ölçek denir. Dedikodu da üstüne üstlük.
Açlığın ve toplumsal üzüntünün sıkıntısı içinde bireyler yarını unutmuş, ölüm sonrasının hesaplaşmasını yapıyor Hz. Hüseyin'in ölüm günleri, on iki gün oruç tutuluyor. Bu aynı zamanda bir yas töreni. Su en az içilecek, gülmek yasak ve en küçük sevgi gösterisi suç. Saç sakal kesilmez. Tam anlamıyla yaşam ötesinde yoğunlaşmış düşünceler.
Ne ki yaşam kuralını koyuyor, ölümün zamanını bilmek olanaksız. Ölüm ötesi ile tümden bilinçte çizilen soyut bir evren ama on beş gün sonra yaşam var. On beş güne ne gerek, akşam oruç açılacak. Oruç sofrasına ne gelecek, onun kaygısı var, oruç sofrası. Ve de çocuklar, onlar ekmek, yemek isterler. Hadi bakalım sofu kardeş, öteki dünyaya varmadan bu dünyadaki görevini yerine getir!
Zaman onu sorar. Gün boyu, bu duygu ve düşünce içinde midelerin açlıktan guruldadığı, tenin sıcaktan doyumsuz bir su isteği ile çırpındığı ve dudakların çatladığı sırada kağnıya sap yükleyeceksin. Sapı, devrilmemesi için kendirle kıskıvrak çekip bağlayacaksın.En küçük yanlışa yer bırakmayan bir çaba ile yapılacak bu iş. Yoksa yolda sapı devirmek tüm işi yeniden yapmak, dahası bir iki kişinin yardımına gerek duymak, ve de tüm köye ister istemez rezil olmak var.
İlkokulu bitirmek için kışı ilçede ya da Sivas'ta geçiren çocuklar, eşek sırtında saman çuvalı taşırken, yaptıkları işin ağır utancı içinde yalnız önlerine bakıyorlar. Kimseyle göz göze gelmeme çabasında dış dünyaya kendilerini kapıyorlar.
Kara Ali, şu Ali Efendigilin Kara Ali var ya, bir garip çocuk. Nasıl demeli hızır gibi bir adam. Yonca mı sulanacak orada, çuval mı yüklenecek orada, tırpan mı biçilecek orada. Hiç bir işten yüksündüğü, utanç duyduğu yok. Hangi işi yapsa en iyisini yapmaya çalışıyor. İgücünü çaldığı yok. Üstelik köyün en iyi okumuş adamı, ortaokul son sınıfa gidiyormuş. Orta okul ne demek biliyor musun?

27. Sap Kağnısı
Sap yüklü kağnının gacırtısı dağı taşı tutuyor. Karayağız delikanlının özenle yüklediği sap dağ gibi heybetli. Yanında yaşlı amcası ile laflayarak geliyolar.çeredeki ekin tarlaları sararmış biçilmeyi bekliyorlar. kimi tarlalar ise biçilmiş. Giderek silinip gidiyorlar. Uzaklardan yorgun selamlşma sözcükleri duyuluyor:
"Kolay gele, bereketli ola... kaç günlük işin kaldı"
Sorular da görev gereği, yanıtlar da kimsenin konuşmaya gücü yok. herkesin canı burnunda. Burnunun tutsan canları çıkacak türden. Kağnı bir kıvrma griyor. Birden önlerinde devrilmiş bir kağnı ile karşılaşıyorlar. Temizce giyimli sarkık bıyıklı adam, kağnının öküzlerini çözmüş, arabayı yeniden kaldırmak için üzerindeki yeşil otu atıyor. Ali soruyor:
"Kim bu amca? bu adamı ilk görüyorum. Bizim köylü mü?"
"Bizim köylü., Kara Cemal. Zile'de oturur. Yıllar önce bir düşkünlük yüzünden, köye kahredip gitti. İşini gücünü Zile'de kurdu. Durumu çok iyi. Bir çayırı var şu ilerde. Her yıl bir kez gelir, çayırın otunu satıp gider. Elini bir işe sürmezdi. Nasıl oldu da çayırın otunu kendi götürüyor?"
"Selamın Aleyküm Cemal. Hoş geldin, ne zaman geldin duymadım."
Aleykümselam dede. İki gün oldu geleli."
"Hayrola Cemal, nerden ot yüklemek aklına geldi? Sen çayırın yüzünü satıp giderdin."
"Sorma dede, şu Kendirgile sattım. Pazarlığı bozdular. Mecbur kaldım, otu kapıya götüreyim, burada mal davar yiyor. Artık köy işlerini unutmuşum. Kağnıyı devirdim."
"Cemal geçti o eski günler. Artık elin işten uzaklaştı."
"Öyle dedem unutmuşuz. Sapı iyi yükleyememişim araba devrildi. şimdi toplamaya çalışıyorum. Yeğenin mi bu, Abbas çavuşun oğulu?"
"Heye."
"Maşallah büyümüş dede. Artık elinden tutuyor senin."
"Çok şükür Cemal. Ali de tam babası gibi. Çalışkan."
Ali söze giriyor:
"Amca yardım edeyim mi?"
"Çok iyi olur."
Ali, dirgeni çekip kağnıya yaklaşıyor. Fırtına gibi otu bir yana atıyor. Üçü kağnının yanına dayanıp yeniden iki tekerleğinin üzerine oturtuyorlar. Ali yerdeki otları dirgenle kagnının üzerine atıyor. Kara Cemal çiğniyor. İş bitiminde öküzleri koşuyorlar. Ot kağnısı önde, Revani'nin kağnısı arkada yola koyuluyorlar. Kara Cemal, Ali'ye dönüyor:
"Ali Efendi nerede okuyorsun?"
"Orta sonda." Ali, kendisine Efendi' denmesine şaşıyor. Birden kendi kendine "Ali Efendi, Ali Afendi" diye söyleniyor. Kara Cemal çocuğun kendisine Efendi sözünün söylenmesini yadırgadığını anlıyor.
"Ali Efendi ya! Sana deden Ali Efendi'nin adını verdiler." Sen bizim için Ali Efendisin. Maşallah çok sevindim." Kurt Veli'ye dönüyor.
"Dede, sorma çocukları okutmaya çok hevesim vardı, ama olmadı. Okumadılar."
"Cemal, Yusuf okudu ya."
"Yok dedem yok, okumak o değil. Sen ne okumak istiyorsun Ali Efendi?
"Mühendislik, inşaat mühendisi olmak istiyorum."
"Hay bin yaşayasın. Gördün mü, okumak budur dede. Avukat olacaksın, mühendis olacaksın, doktor olacaksın, yani şöyle bir yer tutacaksın. Okumak bu dedem. Yoksa, onun bunun götüne yne vrmayı öğrenmek okumak değil.  Yusuf'uun okuduğu bu. Sağlık memuru oldu. Bu yalnızca ekmeğini kazanmak. Kimseye muhtaç olmadan yaşamak. Ben de böyle Ali Efendinin söylediği gibi okutmak istedim Yusuf'u, liseye gitmedi. Kolayı seçti, tez elden evlenmek için. Sanki birşey varmış gibi.
"O da yeter Cemal. sen hiç okul görmedin."
"İşte mesele de bu ya. Dönem değişiyor. Artık öyle küçük okumuşluk yetmiyor. İleride hiç yetmeyecek. Bizim büüyük okumuş yetiştirmemiz gerek. Devlette sözümüz geçmeli. Her şey bozuluyor. Bak köyün eski durumu kalmış mı? Paramla üç araba otu getirtecek adam bulamadım. Kendim bir kağnı buldum taşıyorum. Emmi oğluna 'ula yavrum on lira verem, gel biraz yardım et' dedim, gelmedi. Bey arkadaşlarına söz vermiş, onlarla çermiğe gidecekmiş. Çermiğe iki gün sonra gitse olmazmış sanki. Olur mu bu dede? Böyle miydi bu köy? Köye biri gelince tümü yardımcı olurdu. Sen dedesin, bir elini alan var mı?
"Yok Cemal, geçti o günler. Çok şükür, şu çocuk yetişti de elimi alıyor."
"Geçti tabi. Millette ne sevgi ne inanç, ne saygı kaldı. Günbe gün tükeniyor.Şu sizin yaşıtlar giderse, her şey unutulup gider. Ne Alevilik kalır, ne dedelik. Bu yüzden okumalı gençler. Bundan sonra eski düzen sürmez.
"Ula Cemal, ne laflar ediyorsun? Bu ne sözler?
"Dede el memleket görüyorum. Sabahtan akşama el içindeyim. Bir hastan olur Hastaneye yatıramazsın. Bir avukat bulamazsın. bize bunlar gerekli. Çok şükür Ali Efendi iyi okuyormuş. Bir gün bir yardım gerekirse, elimden geleni yaparım Ali Efendi'ye."
"Sağ ol Cemal, ne yardım gerekecek. Babasının aylığı var okutuyor."
"Hani ben söyleyeyim de, gün ola harman ola..."
"Gün ola harman ola. Haklısın Cemal. Hayatta hiç birşey belli olmaz.
Kızarmaya hazırlanan güneşin vurduğu gölgeler uzuyor. Ali, gölgelere bakıyor. Kendi gölgesine. İki üç kat büyük kambur bir gölge. Sanki ruhunun derinlerindeki dev adam yürüyor o gölgenin içinde. "Ah şu lise bir bitse diye geçiriyor içinden. "Şu güzel insanlar görseler okumak nasıl olurmuş. Zavallı adamın oğlu sağlık memuru olmuş. Oysa adam okutmak için her şeyi yapmak istemiş. Ey tanrım yüzümü kara çıkarma. bana, şu amcama, şu güzel insanlara hizmet olanağı ver! Bir kez... bir kez...."

28.
Ali Ede Kurtkulağı'ndaki tarlanın ürününü derlemek için, kağnıyı sap yığınına dayadı. Delikanlılığa yeni adım atmış oğlu İbrahim'le kağnıyı yüklemeye başladı. Ali Ede aşağıdan dirgenle sap veriyor, İbrahim sapı yerleştiriyordu. Sap yığınının hemen yanında bir çağal yığını duruyordu. Tarladan ayıklanan taşların yığılı bulunduğu bu taş yığını,

28.
Kurt Veli Dede bunları anlatırken, birden kapının önünde konuklar belirdi. "Uşak bakın hele kimler geldi" dedi. Çocuklar ko­şarak kapı önüne gittiler. Vahap ordan bağırdı.
"Amca Zile'den gelmişler. Ziyaretçilermiş. Silisli Aşığın kö­yünden."
Veli dede yerinden doğruldu. Yanına yeğeni alıp ziyaretçilerin yanına gitti. Ziyaretçiler el öpüp saygı gösterisinde bulundular. Evden kadınlar kızlar çıktı. Heybeler içeri alındı. Kapı önüne minderler atıldı. Ayranlar getirildi. İkramlar başladı. Kadınlar kendi aralarında, erkekler kendi aralarında konuşmaya başladılar.
Evet, Zile'den gelmişlerdi. Veli dedenin talipleriydi. Kiminin çocuğu olmuyordu, kiminin çocuğu oluyordu da durmuyor, yaşamıyor. Dedeyi düşlerinde görmüşler. Bu yaz günü işi gücü bırakıp topluca dedeye gelmişlerdi. Dede onları çağırmıştı. Eee, böylesine inançlı insanlar nasıl karşılanırdı. "Hoş gelmiş, sefalar getirmişlerdi."
Böyle bir havada hazırlıklar başladı. Evde hızlı bir gitgel sürüyor. Komşulara gidiliyor, tabak, yiyecek getiriliyor. Bu arada yiyecekler getirilirken gizleniyor, konuklara yokluk belli edilmek istenmiyordu. Ama konuklar da sezimişlerdi.
"Dede sana sıkıntı verdik" gibilerden arada ağızlarından bir iki sözcük yuvarlanıyordu. Ama dede de moral yerinde hiç birşeyi aldırdığı yok. Bıyıklarını buruyor, neşe içinde anlatıyor, anlatı­yordu. Köylülerden kimilerini soruyor, gelmişten geçmişten ne aklına geliyorsa döküyordu. Yanında kara yağız yeğen tatlı gülü­cüklerle amcasını izliyordu.
Bu sırada kapı önündeki döven çoktan unutulmuştu. Dövenin üzerindeki çocuk acıklı gözlerle eve bakıyor, bu söyleşiden uzak kalmanın tedirginliği içinde kendi kendine küfürler edi­yordu. Hep kendi mi yapacaktı bu işi bir sürü çocuk daha vardı. Çocuk derenin ardından dolaşıp se­sizce eve süzüldü. Oh be dünya varmış. Ev bir cümbüş. Tandır başında yufkalar yapılıyor. Yemekler pişiriliyor. Veli dede anlatı­yor. Bir kıyıya sinip oturuyor.

29.
"Kız ana, çalıdaki çamaşırlar eksik,
"Ne demek eksik. Bizim çamaşırları kim ne yapacak. Yel bir tarafa atmıştır. Sağa sola baksaydın.
"Baktım ana. Yok. Vallahi eksik.
"Hangi çamaşırlar eksik?
"Ablamın çamaşırları!
Anne olağanüstü tepki gösteriyor. Gözleri açılmış,
"Nee... tümü onun çamaşırları mı?
Tümü onun, iç donu bile yok!
"Eyvahhh...
"Ne oldu ki?
Elif Ana'nın tepkisi korkunç. Top söğüdün gölgesinde yeğenine saz öğreten kocasına yolluyor küçük kızı."Çok acele gelsin" diyerek. Top söğüdün  gölgesinde yeğen saz çalmayı sürdürüyor. Baba içeri geliyor. Elif Ana ile Revani arasında hararetli bir konuşma geçiyor. O dingin Revani'nin rengi atmış, cebinden tabakasını çıkarıp bir sigara sarıyor. Bir iki dakika kapı önünde duruyor. Ne yapacağını düşünüyor. Oğullarından birini çağırıyor.
"Git bana muhtarı çağır.
Bir kaç dakika sonra muhtar geliyor;
"Hayr ola dede ne var?
"Muhtar, pek hayır değil. Kızın çamaşırlarını çalmışlar.
"Etme dede, yel uçurmuş olmasın? Kim çalabilir, senin kızın çamaşırlarını hangi soysuz bunu göze alabilir? Yok dede olmaz.
"Muhtar, iyice baktık, arattım. Yok. Çalınmış. Yalnız kızın çamaşırları eksik. Bir pislik çıkmadan bunu bulmak senin işin!
"Dedem, kurban olan sen üzülme. Size uzanan el bize, hepimize uzanmış demektir. Sen ne diyorsun. Sen üzülme.Şimdi kimseye sezdirme sezdirme. Git çocukların yanına otur. Ben, bir köyün içine girer anında bulurum. Yalnız sen kemseye duyurma!
"Revani, omuzları düşmüş, top söğüdün altına gidiyor. O sırada Ali Rıza Bozkurt sevinçli:
"Amca, bak dediğin makamı çıkardım!..
"Çok yaşayasın oğul. Dedim yaparsın diye çal hele,
Ali Rıza sazı çoşku ile çalıyor. O an yeniden amcasına bakıyor. Amcasının durgunluğunu, üzüntüsünü seziyor.
"Amca senin neyin var?.. Kötü bir şey mi oldu?
"Yok... Yok... Sen çal.
"Amca sende birşey var, neden çağırdı seni Elif Ana?
"Yok... önemli değil. Tarlanın sulanması...
"Sularız Amca...
Ali Rıza Bozkurt anlıyor. Sazı yana bırakıyor. Durgun bir ortam. Kimse konuşmuyor. Bu suskunluk tedirgin ediyor Ali Rıza Bozkurt'u.
"Amca gel hele, biz şöyle dereye doğru bir gidelim.
İkisi kalkıyorlar. Amcanın elinde sigarası. Boylu boyunca yürüyorlar.
"Amca, nen var senin?
"Sorma Ali. Çok kötü, çok kötü...
"Ne kötü olan?
" Bizim büyük kızın çamaşırlarını çalmışlar.
"Kim çalmış? Bunda üzülecek ne var? Bunca değerli miydi çamaşırlar? Yenisini alırsın!
"Yok Ali yok... Sen bilmezsin, bu bir namus sorunu. Burada, genç kızın elbisesinin çalınması...
"Yahu Amca, on paralık bez. Ne namusu, çalan kıçına soksun. Düşünme, ben yarın Kangal'a gider, yenisini alır gelirim.
"Ali oğlum, para pul sorunu değil. Namus...
"Yahu Amca anlamıyorum, on paralık çit-çaputu ne gözünde büytüyorsun. Ne namusu?
"Yavrum, burada bir genç kızın iç çamaşırlarının çalınması, onun orospu olması demektir.
"Niye?
"Böyle işte. Köyde oynaşının giysisini çalıp ona buna gösterip rezil ederler.
"Allah... Allah...
"Ya Allah... Allah!
"Peki kızın oynaşı mı varmış?
"Yok oğul, dalda asılı çamaşırı çalmış kim çaldıysa.
"Kim çalabilir?
"Bilmem... Çok önceleri Kara Cemal'in oğlu böyle bir cahillik etti de düşkün olduydu Kara Cemal."
"Yine o eşek sıpası mı yaptı? Gidip ayağımın altına alıp çiğneyeyim."
"Yok oğul. Adam düşkün oldu. Kimse selam vermedi. Çoluğunu çocuğunu toplayıp köyü bırakıp gitti bu yüzden. Kimse kalmadı ondan. Oysa kendisinin en küçük suçu yoktu ve iyi bir Aleviydi zavallı. Oğlunun yüzünden."
"Ne yapacağız?
"Yok Ali olmaz. Kimin yaptığını bilmeden olmaz. Bu çok ağır suç, cinayet çıkar. Hele bekle. Muhtarı çağırıp konuştum.

30. Deli Mustafa
Bir eşeğin üstünde, ufacık yaşlı biri geliyor. Pos bıyıklı, kısık sesli, deli bakışlı biri bu. Kısık sesiyle "Veliağa" diye bağırıyor. Veli dede top söğüdün altında oturduğu yerden sıçrıyor:
"Vay dedem" diye koşuyor. Ali şaşırıyor. Amcasnı hiç böyle atik görmemiştir. Kim bu garip konuk? Kurt Veli adamın eline sarılıp öpüyor. Ali, soruyor:
"Kim bu amca?"
"Dede, dede... Ateşağa... Mustafa dede... Çorumlu Dedekargın ocağından Deli Mustafa dede derler buna oğul. Bu da bizim dedemiz."
"Amca sen kendin dede değil misin?"
"Dedenin de dedesi olur oğul. bunlar da bizim ocağın dedeleri. Biz de Dedekargın ocağı önünde hesap veririz. Her ocağın da sorğulandığı bir ocak bulunur. El ele, el hakka uzanır."
Veli dede, çok sever ve saygı duyar bu çılgın adama. Yaşı yetmişi aşmış. Bir dizi çılgınlıkları var. Açık sözlü, ra­hat bir adam. Dünyayı önemsemez.

Veli dede bir yandan dedeyle bir yandan taliplerle ilgileniyor, iki yanı da küstürmemek, saygıda kimseyi unutmamak istiyor.
Bu sırada dışardan bağırdılar, döven durmuş. Öküzler sapı yiyor. Çocuklar dövenin üzerinde tutmak olanaksız. Veli Dede yeğenine:
"Bu kalabalıkta çocuklar döven üzerinde tutulmaz. Ali yavrum git şu öküzleri çöz, içeri getir. Şu konukları yolcu edinceye dek iş dursun."
"Olur mu amca iş dursun? Ben çalıştırırm çocukları."
"Yok oğlum yok, sen bilmezsin. Boş ver. Benim dediğimi yap."
"Peki sen bilirsin amca."
Ali kızgın harmana gidiyor. Öküzleri çözüp içeri getiriyor.
Evde koşu sürüyor. Bulgur pilavları hazırlanıyor. Ekmekler dökülüyor. Komuşular gidip gelmeler birbirini izliyor. Ha, kaç kişi gelmişti? On- on iki kişi. Evde yatak var mı? Kimden yatak alınacak? Ana kıza sesleniyor:
"Kız şuradan Dinik Veli'yi gidin üç kat yatak iste hele"
"Ben gitmem."
"Kız ben gitmem ne demek! Kim gidecek peki?"
"Kim giderse gitsin. Sen niye gitmiyorsun"
"Görmüyor musun elimde işim var."
"Gidip kendin istesen ya!"
Ana kalkıyor, dır dır ederek gidiyor. Kız hamurun başına oturuyor. Biraz sonra Elif Ana geliyor. Ama yüzünden düşen yüz parça. Kız acı acı gülüyor. Ana kıza sesleniyor:
"Kız git, sessizce edeni çağır."
Biraz sonra Kurt Veli geliyor. Elif Ana:
"Dinik Veligil yatak vermediler. Nerede yatıracağız ziyaretçileri rezil olacağız. Ne yaparsan yap, yatak bul. İşte dedeliğin sonu!"
Kurt Veli'nin de rengi atıyor. Bir sigara yakıyor.
"Çabuk bana Ahmet Ede'yi çağırın!"
Büyük kız isteksiz gidiyor. Biraz sonra Ahmet Ede geliyor:
"Buyur Veli Ağa ne istiyorsun?"
"Ahmet, ziyaretçiler kalabalık yatak lazım. Ne yap yap yatak bul."
"Veli Ağa, bizim yatakların yünü kurumaya kondu, biliyorsun."
"Biliyorum Ahmet biliyorum. Ama ne yap yap bul. Yapacak birşey yok ortada kaldık. Kimse iki kat yatak ödünç vermiyor. Otel yok ki otele götüreyim. Ne yapayım sen söyle?"
"Peki Veli ağa!.."
Bir sigara da o içiyor. Gözünde hüzünlü yaşlar birikiyor.
"Koca köyde yatak bulunmuyor değil mi? Bir yatak vermiyorlar, bir yatak... İşte bu durumlara düştük Veli Ağa... Bet bereket kalmadı bu köyde."
Birlikte yatacak var mı. Sayım yapılıyor. Erkekler bir odada, kadınlar bir odada yatacak. O odaya onca yatak sığar mı, hadi yandaki evlük de de iki kişi yatsın. Yine yer eksik. Üstelik Deli Mustafa nerede yatacak? Hesaplar yapılıyor, olanaklar ortaya dökülüyor. Ama yok yetişmiyor bir türlü. Yahu hele daha akşama çok var. Önce şu yemek sorunu çözülmeli. Adamlar acından öldü. Yoldan geldiler. Pilavlar pişti mi? Davar gelecekti. Davardan bir keçi, bir koyun bulup kesmeli. Ne kesilecek? Yine hesaplar, yine kitaplar. Veli dede dışarı çağırılıyor. Ne yapacağız. Hangi koyun kesilecek?
Ölüm, kimi bekliyor. Genç kızlar bir türlü hayvanların kesilmesine razı olmuyorlar. Oysa ölüm bıçağı sabırsız bekliyor. Biri kesilecek. Bunca insan ağırlanacak. Hem bunlar rakı da içerler? Köyde rakı var mı? Koşun dükkana sorun hele kaç şişe rakı var. Yoksa Kangal'a adam yollanacak.

Tüm zorluklar aşılmış, akşama çıkılmış. İçeriye sofralar kurulmuş. Bulgur pilavları öbek öbek kurulan yer sofraları üzerinde bakır siniler üzerinde yerlerini almışlar. Pilavların üzerinde kızarmış etler yığılmış. Tere yağının nefis kokusu içeriyi sarmış. Taze soğan, maydonoz gibi yeşilliklerle masalar süslenmiş. Kadınlar aşağı sofrlara oturmuşlar. Erkek konuklar üst masalardalar. En başköşede Deli Mustafa dede oturuyor. Yüzünden düşen yüz parça, kimseyle konuşmuyor, kendini zor tutuyor. Kurt Veli kimseyi küstürmemek için bıçak sırtında ilişkiyi sürdürüyor. Sofralara bakıyor. Hiçbir sofrayı öbüründen üstün tutmuyor gözükmek çabası ile çırpınıyor. Rakılar açılıyor. Çay bardakları içine rakılar dolduruluyor. Üzerine sular konuyor.
"Hu erenler hoş geldiniz!"
Sofralarda bardaklar kalkıyor. Herkes ilk yudumu atmanın rahatlığı içindeler.
"Dede, de hele al şu sazı eline!"
Kurt Veli sazı alıyor. Yeğenine işaret ediyor. O da alıyor bağlamayı eline. Ve köyden gelen biri kıralnet çalıyor. Türküler deyişler, ezgiler göklerde yankılanıyor. Deli Mustafa dışında herkes mutlu. Rakılar dolup boşalıyor. Bardaklar kalkıyor. Giderik esriklenen konuklar bir bir dedenin elini öpüp dolu alıyorlar. Bu kez sıra kadınlara geliyor. Onlar da dededin dolu alıyorlar. Tümü dededen dileklerinin yerine gelmesi için dua istiyorlar. Dede de esrik. Şu anda gündüz çekilen tüm sıkıntıları unutmuş. Gündüz geride kalmış, yarın yok. Yaşanan andır var olan yalnızca. Akşam serinliği çökmüş köyünün üstüne. Bahçede iyice üşünür olmuş. Top söğüdün altında kurulan sofraların konukları soğuktan ürperiyorlar. Üzerlerine ceketlerini alıyorlar. Sofralar sürekli boşalıyor. İçeriden yemekler geliyor. Rakılar dikiliyor. İyiden iyiye sarhoşlular çıkıyor. Ateşağa Deli Mustafa, sofradan iyice uzaklaşmış. Yaşananları izliyor. Kendi kendine konuşmaya başlıyor. Yataklar serilmiş. Rakın verdiği yiğitlik soğuğun vurduğu tokatla yerini yorgunluğa bırakıyor. Bitkin konuklar bir bir yataklarına tünüyorlar. Bu arada bir ikisi iyice sarhoş. Birinin yatağa gitmeye bie gücü yok. Dere kıyısına doğru gitmiş. Soğuk suda yüzünü yuyor. İçine bir bulantı çöküyor. Öğürmeye başlıyor. Uzktan öğürme sesleri gelince Deli Mustafa'nın sesi iyice yükseliyor:
"Öğğğ, ne var eşekoğlu eşekler. Bu iş zamanı bir de dede görmeye gelmişler. Haydi anasını ... kara keçi de gitti üste..."
Kurt Veli, dedeyi menmun etmek, kimseyi küstürmemek için Deli Mustafa'nın yanına geliyor. Ama Deli Mustafa'yı susturmak olanaksız. O gündüz kesilen kara keçiyi takmış aklına. Sürekli küfür ediyor gelenlere. Her küfürün ardından "Kara keçi de gitti üste..." diye yineliyor. Bütün aile bireyleri gülüyorlar. Deli Mustafa'nın deli bakışları dönüyor ortamın üzerinde. Ay çıkmış. Ay aydınlığı ortalığı aydınlatıyor. Söğüdün dalına takılan lüks lambanın ışığında silikleşme beliriyor. Neşe ve coşku ile başlayan akşam yorgun bir geceye dönüşüyor. Yarın tüm bu gecenin hesabı ödenecek.

31.
Gündüz. Yine kızgın yaz sıcağı. Köyde düğün var. Yeni türeme zenginlerden, Almancıların düğünü. Düğünün son günü. Artık atlı düğünler gitmiş. Köyü turlayıp kızı evine götürecekler. Birkaç taksi dolusu düğüncü köyü turluyorlar. İlk taksinin içinden davul zurna çalınıyor. Kurt Veli top söğüdün altında oturuyor. Düğüncüler bir çalımla evin önünden geçiyorlar. Oysa eski geleneğe göre, gelin bu kapıda attan iner, eşiğe niyaz eder, evden "berklik" denen uğur parası alır öyle geçerdi. Şimdi kimse önemsemiyor o geleneği. Kurt Veli oturduğu yerden, coşku içinde geçen taksileri izliyor. Çağdaşlık mı, değerlerin yitişi mi sorusu beliriyor içinde.

32.
Top söğüdün altında akşam, yine aynı yerde yalnız bir sofra kurulmuş. Dünkü konuklardan kimse yok. Köyden birkaç yaşlı ile Ateşağa Deli Mustafa oturuyorlar. Yine rakı içiliyor. Sofranın büyüğü Deli Mustafa. Önceki gün ağzına bir yudum rakı koymayan Deli Mustafa içiyor. Yaşlılarla coşkun bir söyleşi içinde. Yine bağlamalar çalıyor, ezgiler çınlıyor. Deli Mustafa anlatıyor:
"Yedi adam öl­dürdüm. Bunun altısını kendi nefsim için değil, Hz. Hüseyin için öldürdüm. Öbür dünyada bu altı kişinin hesabını Hz. Hüseyin'e havale edeceğim. Bir tek birini kendi nefsim için öldürdüm. Eee o altı kişini se­vabına o bir kişinin hesabını Hz. Hüseyin bana sormaz!"
"Yani dede senin günahın yok öyleyse."
"Yunmuş arınmış sayılırım ben. Hz. Hüseyin bana sorgu sormaz. Bak ne diyorum Veli Ağa biliyor musun? Şu sazı güzel çalıyorsun. Bırakılım şu dedeliği. Üç dört kız bulalım. Siz çalın, onlar oynasın, milletin parasını alalım. Aşağıdan yavrum aşağıdan!"
Bütün dinleyenler Deli Mustafa'nın sözlerine çılgınlar gibi gülüyorlar. Birbirlerine onun sözcüklerini söylüyorlar: "Aşağıdan yavrum aşağıdan..."

Sabah kuşlukta akşam sofrayı dolduran yaşlılar, Kurt Veli'ye beşer onar lira para veriyorlar.
"Deli Mustafa'ya hakkulah olsun. Yaşı çok ilerledi. Bir daha ya gelir ya gelmez." sözleri ile. Sonra içeri girip Deli Mustafa'nın elini öpüyorlar. Kapıda bir eşek bekliyor. Deli Mustafa biraz sonra köye veda edip, kara yoluna ulaştırılacak. Deli Mustafa eşeğe bindirilip yolcu ediliyor. Biraz sonra yine bir yaşlı koşarak geliyor.
"Deli Mustafa nerede?"
"Gitti."
" Bir komşudan güç bela beş lira buldum. Dedeye vereyim diye, hay lanet olsun, nasip olmadı dedeye param."
"Bir dahaki yıla verirsin."
"Bir dahaki yıla gelir mi? Ölür. Ah şu param nasip olsaydı dedeye!"

33. Almancı
Muharrem'le Mahmut Sivas'a kadar otobüsle gelmişler. Sivas'tan ortak bir taksi tutmuşlar, birlikte iniyorlar köye. Taksinin gelişi görkemli. Köyün içinde bir anda haber yayılıyor:
"Almancılar gelmiş."
"Hangisi?"
"Muharrem'le Mahmut Sivas'tan taksi tutup gelmişler. Her birinin birkaç bavulu varmış. Dolu dolu gelmişler. Almancılar zengin kardeşim. Gör neler getirdiler. Keşke bize de bir şey getirmiş olsalar."
Taksi önce Muharrem'in kapıda duruyor. Valizler ilahi bir törenle içeri alınıyor. Sayılıyor eksik yok. Ardından Mahmut'un evinin önüne varıyorlar. Kapıda kardeşi, ana-basaı karşılıyor. Valizler içeri alınırken Mahmut'un dikkatni kardeşinin giysisi çekiyor. Ceketinin yırtık oluşuna takılıyor gözü. Kötü geçmişi yırtıp atmak ister gibi, kardeşini uyarıyor:
"Ula Metin, üzerindeki ceketi at, şu valizde güzel bir ceket var. Hemen onu giy!"
Eşyaların içeri alınışı izleyen komşuların yüzünde ince, alaycı bir gülümseme beliriyor.
Gurbetçi dönüş zamanı artık ilkyaz değil sonyaz, ya da kış başı. Almanya'ya giden ilk işçi kuşağının izin için ilk dönüşü gerçekte görkemli. Ne Adana dönüşüne benziyor, ne Ankara, İstanbul dönüşüne. Giysiler bir başka, getirilen hediyeler bir başka. Kuru üzüm çirin'in yerini filitleri sigaralar, naylon gömlekler, üzerinde vapur yürüyen tükenmez kalemler almış. Tümünün elinde bir çanta rodyo. Tahta bavullar uçup gitmiş, şık plastik valizler zengin sofrasında, aç karnını tıka basa doyurmuş yetim çocuk gibi, şişmiş. Cüzdanlar öyle beş on lira ile değil, yeşil marklarla dolu.
Kapıya biriken gençler içeri çağrılıyor. Ardından yakın komşular geliyorlar. Küçük valiz açılıyor. İçenden sigaralar çukolatalar çıkarılıyor. Yağ gibi eriyen sigaralar konuklara sunuluyor. Mahmut eşi Zehra'ya sesleniyor:
"Şu şişeyi aç, komşulara birar bardak şinaps ver hele. Bizim köylüler içkiye severler. Bakalım Alman içkisini sevecekler mi?"
Pil ile çalışan pikap açılıyor. Pikaba Almanca bir plak konuyor. Mahmut başından şapkasını çıkarmış, yüzünden yorgunluk terlerini siliyor. Konuklarla hal hatır ediyor.
"Bu içki ne Mahmut?
"Şinaps, şinaps. Kışları çok içilir Almanya'da. Bizler de alıştık artık. Gasthauslarda bu şarkılar çalınır, bu içkiler içilir. Akşamları, hafta sonları yorgunluk atmak için biz de gidiyoruz, oralarda buluşuyoruz."
"Ula Mahmut, Alman arkadaşın da var mı?"
"Ah şu Hayda Kahya'nın kızı olmasa..."
Tüm komşular gülüyor. Evler, yollar, komşular, çürük diş gibi sallanıyorlar. Bu yollar mıydı çocukluğuna sığmayan yollar, bu ev miydi, onca çaba ile onardığı. Bu ev böylesine eski, döküntü müydü? Ya yaşlıların yüzlerindeki çizgiler hep böyle miydi? Yokluğun verdiği direnç nerede? Mahmut, içtiği iki üç bardak yoğun içkinin etkisiyle derin düşlere dalıyor. Özenerek sıvadığı, odanın mini camlarına bakıyor. Öylesine küçük ve yukarda ki. Böyle olmak zorunda mıydı? bu özlediği insanlar, şimdi kendinden uzak mı duruyorlar? Değişen birşeyler var? Ama ne?
"Bana bir iki dakika izin" diye kendini dışarı atıyor. Ama dışarı değil de ahıra gidiyor. Ahır boşalmış. Mal davar sığdırmak için yırtındığı ahır bomboş duruyor. Bir eşek bir inekten başka bir hayvan yok. Ahır sekisine bakıyor. Birkaç tavuk tünemiş bir zamanlar kendi yatağının olduğu yere. Tahtalar kapkara olmuş. Tavuk pislikleri kara tahtalar üzerinde çirkin bir görüntü sunuyor. Ak toprakla sıvanmış duvarda çatlaklar oluşmuş. Kimi yerde sıva iyice kara renk almış, kimi yerlerde sıva dökülmüş. Mahmut hazin gözlerle içeriye bakarken arkadan bir ses duyuyor:
"Ne o Mahmut, ne arıyorsun ahırda?"
"Maldan davardan ne kalmış diye bir baktım."
"İyice dalıp gittin değil mi."
"Eh, öyle."
"Ahır sekisine mi bakıyordun?"
"Ona da bakıyordum. Uçup gitmiş herşey. Elinle sıvadığın ak topraklar bile dökülmeye başlamış."
"Beni kaçırdığında, dünyanın en güzel yeri gibiydi bizim için."
"Evet, güzeldi, güzel."
"Hiç özlediğin oluyor mu o günleri?"
"Olmaz olur mu? Hem de çok."
"Nesini özlüyorsun sözgelişi?"
"Senin kara saçlı çocukluğunu."
"Sonra sarı saçlı Almanları görünce unuttun ama..."
"Yok be Zehra, öyle değil."
"Değil de ne peki?"
"Benim için sen hep güzelsin. Hep buradaki 17 yaşını düşünüyorum."
"Şimdi eskidim mi yani?"
"Ne bileyim? Eskimedin eskimesine, ama eskiyen birşey var içimde. Nedir o ben de bilmiyorum. Belki de ben eskidim. Ama inan şuradaki güzel günlerimiz ne Almanya'da ne de başka bir yerde var. Çökelik ekmek yerdik boğula boğula."
"İçeriye sofraya çökelek koyayım mı?"
"Evet, koy. Özlemişim"
"Çikolatanın yanına çökelek uyar mı?"
Mahmut'un gözlerinde hüzünlü yaşlar birikiyor. Eşi müdahale ediyor:
"İyi, iyi, hadi bırak bu telbisliği. Sahtekârın gözü yaşlı olurmuş. Edip edip untuyorsun hep. Şimdi de gözlerini yaşartma. İçeride komşular seni bekliyorlar. Geciktik, ayıptır. Komşuları kovmak gibi olur, önlerinden kaçmak. Kimseye anlatamayız, ahır sekisinin önünde ağladını."
"Vallahi sahtekârlık değil. İçimden gelenler. Bak ne davar kalmış, ne mal. Bir inek, bir dana bir eşek. O zamanlar bu ahır pek küçük gelirdi. büyütmek istemiştik de gücümüz yetmemişti."
Mahmut önde, Zehra arkada odaya giriyorlar. İçeri sigara dumanı ile dolmuş. Gelenler sigara üstüne sigara içiyorlar. Ortada yuvarlak yer sofrası son görevini yerine getirir gibi hazin duruyor. Üzerideki işlemeli bakır tepsinin üzeri Alman ürünleri ile dolu. Konuklar yer minderlerini sofraya doğur çekip üzerine bağdaş kurmuşlar. Duvarda ipekli bir Almancı halısı asılı. Yerdeki kıl kilim vedaya hazır gibi bekliyor. Onun yerini yakında bir makina halısı alacak. Almancının dünyası, Mamaş'ın sınırlarının çok ötesinde.

Aynı anda Muharrem'in odasında başka bir görüntü yaşanıyor. Muharrem'in gelişi en çok gençleri sevindiriyor. Muharrem Emmi artık kırkını aşmış bir Almancı. Onun konukları her zaman gençler. Yaşlı kuşakla Muharrem'in hiçbir zaman yıldızı barışmaz. Yıllardır hep böyledir. Gençken Muharrem Emmi'nin konukları, orta yaşa doğru ondan uzaklaşırlar. Gençler değişir ama Muharrem Emmi değişmez. Onda değişen yalnızca yüzünde oluşan çizgiler, dökülen ya da yavaş yavaş ağaran saçlardır. Coşkusu ve çocuksu yaratılışı ile o, hep odasında 15-16'lık yeni yetmeleri ağırlar. Kazanırken hile yapar, ama yedirirken eli açık, gözü gönlü boldur. Yeniyetmeler Muharrem Emmi'nin gelişi il odayı doldururlar. Bir bayram sevinci ile onada coşarlar.

34. Ankara, Ulus, Büyük Postane.
Postanenin dev yapısı ilk göreni ürkütecek büyüklükte. Giren çıkan belli değil. Her işlem ayrı bir bölümde yapılıyor. Karayağız genç adam telgraf kuyruğunda bekliyor. Teli teslim edip çıkmak üzere kapıya yöneliyor. Kalabalığı yarıp çıkmak üzereyken sarkık kır bıyıklı kasketli bir adam önünde duruyor. Adamın gözlerinde birden bir seviç ışıkları yanıp sönüyor:
"Ooo, Ali Efendi, çok şükür seni gözlerim gördü. Başarılarını duyuyoruz, çok seviniyoruz. Çok şükür bizden de okumuş insan çkıyor. Sevincimizi bilemezsin. Tanrı bu günleri gösterdi bizlere!"
"Ne sevinci be amca. Ben şurada kaldım İstanbul'a Teknik Üniversite sınavına gitmeye para bulamıyorum. Babama tel çekmeden geliyorum. Para bulup acele yollası diye. Sen kalkmış seviçten, mutluluktan, başarıdan söz ediyorsun. Eğleniyor musun benimle?
"Vay güzel Ali Efendi'm, sen okudun da senin harçlığın mı yok? Hay ben sana kurban olayım! Buyur sana para!"
Cebinden eski bir cüzdan çıkarıyor. Bir deste para alıyor cüzdandan. Tümü beşlik ve onluklardan oluşan bir deste kağıt para bu. Dudağı ile baş parmağını ıslatıyor. Parayı şık ş 
Fuat Bozkurt

1.
Dağlar arasına sıkışmış köy yoğun bir kış yaşıyor. Dağ taş, her yer bembeyaz. Dış dünya ile iletisi kesilmiş. Giderek hava kararıyor. Köye tek can katan olay cem törenleri. Küçük pencereli evlerin kedi gözünü andıran fersiz ışıkları bir bir sönüyorlar. Her ışık sönüşü ile, elinde yiyecek olan birkaç kişi kapıda beliriyor.
Biraz sonra kocaman bir odanın kapısında buluyoruz kendimizi. Kapıda "İznikçi" adlı görevli duruyor. Gelenler:
"Akşamlar hayr ola!" diye selamlıyorlar. İznikçi:
"Hayra karşı gelesiniz, gelişiniz daha hayırlı ola!" diye karşılık veriyor.
Gelenler ayakkabılarını çıkarıyorlar. İznikçi ayakkabıları sıraya koyuyor. Kapının eşiğini öperek, kilimlerle döşeli odada yerlerini alıyorlar. Yukarıda post serili. Giderek yukarıya doğru olan yerler doluyor. Tek boş yer postun bulunduğu yer. Bir süre sonra kapıdaki görevli içriye bağrıyor:
"Huu erenler, post sahibi geliyor."
Toplum ayağa kalkıyor. Dede kapı eşiğine basmaksızın içeri giriyor. Postu niyaz edip yere oturuyor. Sırası ile törenin yürütülmesinde görevli on bir (on ikincisi dededir) dedenin önüne dizilip kısa bir dua ile hizmetlerini alıyorlar. Delilci delil uyandırıyor:
Delil tereyağı ile yanan bir şamdan. Tereyağı ve beyaz çaputa sarılı bir avuç tuz var içinde. Yağ yanmaya başlayınca delilci sazcının eşliğinde bir-iki dörtlük okuyor.
                        Hata ettim Huda suçum bağışla
                        Aliyyel Murtaza suçum bağışla.

Delil sönüyor, semah başlıyor. Üç bacı, üç er kalkıyor semaha. Coşkulu müzik eşliğinde nefis bir semah dönüyorlar. Bir dua ile bitiyor semah. Dede dua ediyor:
"Semahlar saf ola, muratlar hasıl ola. Hak için ola, seyir için olmaya! Ülkemizin dirliğine, cemimizin birliğine, Tanrı yardımcı ola. Yüzlerce yıldır, böyle gördür, böyle tören sürdük. Yolumuz Hz. Ali'nin yolu, dilimiz aşıkların dili. Tanrı sayrılarımıza sağlık, dargınlara dostluk, kırgınlara dirlik versin. Diyelim bir Allah, Allah"
Tüm toplum yarı bellerine dek eğlmiş. Herkes Allah, Allah çağrışıyor. Herkes sağ eli ile önündekinin sırtını sıvazlıyor. Dede dua ediyor ve bir çağrıda bulunuyor:
"Erenler, bacılar, dil bizden çare büyük Tanrıdan. Hastası olan, yolcusu olan, askerde oğlu, gurbette yakını olanlar bu yakınları için duaya durmak isteyenler dara çıksınlar!"
Birer ikişer birkaç kişi  çıkıyor. Herkes birbirini tanıdığı için şaşıran yok. Kiminin oğlu askerde, kiminin hastası var. Derken orta yaşlı Cennet Bibi de çıkıyor dara.
"Allah, Allah Cennet niçin çıktı dara?" diye hafiften birbirine soruyorlar. Öbürleri niçin dara çıktıklarını anlatıyorlar. Son olarak sıra Cennet Bibi'de:
"Komşular şaşırdılar benim kim için dua isteyeceğime. Ben Abbas için dua istemeye çıktım. Bilirsiniz Ali Efendigilin Abbas, benim dünya ahret kardeşim sayılır. Çok severdim kendisini. Askerde tezkere bırakmış. Artık gelmeyecekmiş köye. Sevgili kardeşim için dedemden bir dua diliyorum."
Öylesine içten, öylesine yürekten anlatıyor ki, gözlerde yaşlar beliriyor. Arı bir sevginin derinliği tüm toplumu sarıyor. Gizemli bir ortamda dudaklar titriyor, yüzlere enginlik çöküyor, değişik sözcükler yuvarlanıyor.

2.
Kara kışta köye doğru ilerleyen bu karartı da ne? Ne ölüm haberi, ne köyünü ve eşinin özlemi ile yanan asker cesaret edebilir, kara kışta karı yarıp gelmeye. Cemin kapısında duran gözcü uzaklara bakıyor. Biraz sonra koşarak gelen bir delikanlı kendini korkuyla içeri atıyor:
"Köyü cendermeler basıyor!"
Gözcü içeri giriyor, posta niyaz edip dedeye bilgi veriyor:
"Dedem, cendermeler köye doğru geliyor!"
Dede:
"Şu doluları kaldırın. Kimse yerinden kalkmasın. Korkup çekinmeyin. Ne gelirse korkudan gelir. Buraya gelirlerse konuşurum. "
İçeriyi soğuk bir hava sarıyor. "Başımıza ne gelir" sorusu bakışlara yansıyor. "Dede kurtarabilir mi". Dede büyük insan, ceddi büyük, çağırdı mı her dileği olur. Ne ki, hükümet güçlü, hükümet  acımasız. Tuttu mu bitirir insanı. Şimdi ne yapacağız?"
Soğuk şakalar, belli belirsiz sözcükler birbirini izliyor. Arada bir yükselen çocuk seslerini anneler susturuyor. Bekleme anları bitmez bir uzunlukta sürüyor.

3.
Köyün alt ucuna ulaşan kolluk güçleri, neredeyse soğuktan donmuş durumdalar. Işıklı bir pencere arıyorlar. Muhtarın evine ulaşmak, kurtuluş demek. Muhtarsa, sobaya birkaç tezek atmış, ayağını uzatmış, tek başına odasında bir bey gibi oturuyor. Elindeki kara tesbihi çekiyor. Tespihin "şak şak" eden sesleri yankılanıyor odada. Kapıdan bir genç bağırıyor:
"Cuma Emmi, seni soruyorlar."
Muhtar kapıyı açıyor. Karşısında jandarmaları görünce, yapma bir şaşkınlık geçiriyor:
"Hayrola karda kışta ne işiniz var?" Çavuş:
"Muhtar soğuktan donduk, hele bir içeri girelim, bir ısanalım, anlatırım."
Toprak damlı bir eve sığınmak mutlulukların en büyüğü. Jandarmalar, tümden ıslak çizmeler çıkarılıyor. Sobanın başına üşüşüyorlar. Muhtar Cuma Çavuş üsteliyor.
"De söyleyin hele bu karda kışta ne işiniz var çavuş?
"Muhtar bilmez değilsin ya köylü milleti birbirini yer?"
"Eee?"
"Eeesi, ne olacak, ihbar var. Namussuzun yüzünden biz de iki saat karda kışta yürüyoruz. Az kalsın soğuktan ölüyorduk. Bir gün bu dağlarda kurda kuşa yem olacağız."
"Ne ihbarı , ne olmuş?"
"Kaçak tütün varmış."
"Çavuş bu karda kışta kaçak tütün için gelmezsiniz."
"Bir de..."
"Bir de ne?
"Cem yapyormuşsunuz... hükümete karşı.."
"Biz mi? Hükümete karşı?..."
"Muhtar, ben neyim ki, bana soruyorsun? Bize "git bak dediler" geldik. Biz emir kuluyuz muhtar. Tümünüzün ekmeğini yedim. Nasıl derim ki, siz hükümete karşısınız. Emir verdiler, geldim."
"Kim ihbar etmiş?"
"Vallahi bilmiyorum?" Komutan da bilmiyormuş. O da şaşırdı, küfür etti ihbarcıya. 'Erlerin yaşamını tehlikeye atamam. Kim giderse gitsin' diye karşı çıktı. Ama savcı zorladı. Eh, görev bizimki.
"Neyse bu geç saatte çok şükür köye ulaştınız. Açlık susuzluk, neyiniz var? Bunca yol geldiniz."

4.
Cem odasına giren genç adam postu öpüp bilgi veriyor:
"Dedem, şikayet varmış. Kaçak tütün için gelmişler. Bir de cem için. Hükümete karşı."
Dede soğukkanlılığını yitirmemeye özen göstererek konuşuyor:
"Korkmayın yok bir şey. Birşey olmaz. Biz hükümete karşı birşey yapmıyoruz. Bize bu suçlamalar çok yapılır. Ne ahlaksızlık yaparız, ne de kötülük. Buyursun jandarma isterse buraya gelsin. Nişan var, onun için toplandık diyeceğiz. Şurdan iki genci hazırlarız olur biter. Yalnız evinde yasak birşeyi olan varsa, gidip saklasın. Ne olur ne olmaz, bakarsın evleri ararlar. Buradan korkunuz olmasın."
Topluma bir rahatlama çöküyor. Dede boş konuşmaz. Güvenilir kişidir. Görmüş geçirmiş, el memleket görmüştür. Devlet adamıyla nasıl konuşulacağını bilir.
Üç-dört kişi değişik yerlerden hafifçe doğruluyorlar. Bakışlar onlar üzerinde dolaşıyor. Arada söylentiler oluyor.
"Kaçak tütünü var."
"Eski bir tabancası var."
"Kaçak dut rakısı çekti."
Dede başka konulara giriyor:
"Erenler aldırmayın, biz bin yıldır alışığız bu baskılara... Gelirler, yemeklerimizi yerler, rakılarımızı içerler, sazı- sözü dinlerler, ardımızdan küfür ederek giderler. Boşlayın gitsin. Bir de jandarmalar gelirse onlara verilecek yemek var mı?"
"Var dedem, komşulardan. Ekmek yemek..."
"Erenler, bunlar etli yemekleri görünce onlardan isterler. Zorda kalıp da bir günah işlemeyelim. Allah korusun, dünya başımıza yıkılır."
"Yok dedem, komşularda başka pilav var. Biraz da kavurma, peynir, yufka ekmek koruz önlerine geçip gider."
Tüm toplum gülüyor. Sazcı bağlamaya asılıyor. Yeniden ezginin sesi çınlıyor. Yüzlerce çizgiler rahatlıyor.
                        Sabahtan uğradım ben bir güzele
                        Dedim güzel o gafletten uyane
                        Eğildim lebinden bir buse aldım
                        Uyanıben dedi var git o yane

                        Niçin melül melül baktın bize yar
                        Kerem eyle, ihsan eyle bize yar
                        Ezel sen de krar verdin bize yar
                        şimdi ikrarından döndün o yane

                        Bak cemale, bu gerdana bu hane
                        Arz ederim o sultana bu hane
                        Beni aşkın ateşine yakana
                        Dilerim ki benden beter o yane

                        Kamil inci, kamil sedef kamil dür
                        Kamillere hizmet iyle kamil dur
                        Kamil otur, kamil eğlen kemil dur
                        Cahil demem kamil söze uyane

                        Şah Hatayim bu gönlümüz harabet
                        Aşık isen bir gül için harabet
                        Her meydanda menzil almaz arap at
                        Uydurmamış dizginini uyane

Güven doluyor yüreklere. Tüm yaşamı kucaklamış Hatayi Sultan. Zileli aşık da döktürüyor bağlamayı. Tüm ordu gelse kimsenin korkusu yok artık.

5.
Güneş ışını ak karın üzerinden yasıyor, gözler kamaşıyor. Gökyüzü derin mi derin, yeryüzü ak mı ak. Dağların doruklarında ak karla, mavi gök birleşiyor. Dağların doruklarında ak karla, mavi gök birleşiyor. Jandarmalar, Muhtar Cuma Çavuş'ın evinin önünde topanmışlar. Köylüler damların başına çıkmışlar. Akşam yağan karı kürüyorlar. Uzaktan Muhtarın evini izliyorlar. Arada birbirine takılıyorlar. Kafalara hep aynı soru çivilenmiş:
"Hangi namussuz yaptı bu hainliği?"
Araba bir dedikodular geziyor damdan dama.
"Halburveranlılar ihbar etmiş..."
"Yok yahu nereden bilsinler bizim cem yaptığımızı? Bunu yapan içimizden biri, bizi bilen biri. Neyse ki, ucuz atlattık. Kimsenin canı yanmadı."
"Cuma Çavuş'tan Allah razı olsun, bu işi iyi kapattı."
"Hükümet adamını doyuracaksın kardeşim. Hükümet adamını doyurmazsan elini tutamazsın."
"Cuma Çavuş da nıkıs herifin teki ya. Nasıl yaptı bu ağırlamayı?"
"Cemden iki şişe rakı yollandı. birtek ekmek yemek kaldı Cuma Çavuşa.. Bir horoz kestim diyor. Onun da parasını veririz gider."
Candarmalar Cuma Çavuş'a veda ediyorlar. Cuma Çavuş:
"Komutana selam söylen, bu karda kışta sizleri buralara yollamasın. Bizim köyde kötü birşey olmaz" diyor. İçerde hazırlanan bir torba azık geliyor:
"Yolda yersiniz çavuş. Kış günü, ne olur ne olmaz. Şu yiyecekleri alın."
"Sağ ol Muhtar!"
"Hadi güle güle.."
Jandarmalar kara bata çıka, köyden uzaklaşıyorlar. Muhtar çevrede toplanan gençlere bakıyor, başını sallıyor:
"Şu şevkecinin anasını avradını... Birinden şüpheleniyor, birinden... Ah bir kesin bilsem, anası avradını ne yapacağımı ben biliyorum ya..."
Cuma Çavuş dişlerini gıcırdatıyor. Gençler gülüyorlar.

6.
Kara Cemal'in evi. Yer sofrasına bağdaş kurmuş sekiz kişi oturuyor. Ortada kocaman bir bakır tencerede yemeğin buğusu yükseliyor. Tahta kaşıklar tencereye isteksiz inip kalkıyor. Ağızlar mühürlenmiş, kimsenin ağzını kara bıçak açmıyor. İşitilen yalnızca tencereye çarpan donuk tahta kaşık sesi, dudak şapırtısı, yutkunma sesi. Gözlerde ağlamaklı bir hüzün. Kara Cemal arada bir pala bıyıklarını sıvazlıyor. Bıyığına bulaşan yemek artıklarını avuca ile. elinin tersi ile siliyor. Yufka ekmekten bir parça koparıyor, ağzına atıyor. Bu arada tümü başı eğik biçimde yemek yiyen çocuklarına eşine bakıyor. Kimse ona bakmıyor. Sessizliği bozuyor:
"Bizden bilmişler değil mi?"
Eşi yanıt veriyor:
"Yok Cemal, tümü değil, kimileri öyle demişler. Ama dede bizim için birşey dememiş. "Kimin ne olduğu bilinmez komşular. Gözünüzle görmediğiniz, kulağınızla duymadığınıza inanmayın. Ayıptır gereksiz yere kimseyi suçlamayın" demiş. Yalnız düşmanlarımız "Kara Cemal'in büyük oğlu yapmıştır" demişler."
"Dedeye bir sözüm yok. Vahap Efendi'den beklemem böyle birşey. Ama nedir bizim bu köylüden çektiğimiz. Allah garazdan esirgesin. Hani diyorum ki, yükleyip göçü gitsek..."
"Kolay mı, herif, göçü alıp gitmek. Hep bu sözü ediyorsun. Mal davar, hısım akraba?.."
"Hangi hısım akraba? Bir gün kapını açan mı kaldı? Ölsek ölümüzü kaldırmayacaklar. Hasta olsak bir su veren yok. Nedir bizim bu çektiğimiz. Gavur bunlardan yufka yüreklidir."
"Düzelir herif, hepsi geçer. Oldu birkez bir yanlışlık, oğlan bir cahillik etti, komşularla aramız bozuldu."
Kapıdaki Kangal köpeği havlıyor.
"Bir gelen var, kapıya bakın. Hayvan kimseyi ısırmasın!"
Genç bin kadın içeri giriyor.
"Sen miydin yavrum! Hoş geldin."
"Hoş bulduk ana..."
Genç kadın gözünde beliren gizli gözyaşını siliyor.
"Otur yemek ye..."
"Sağ olun. Evde yedim, aç değilim."
"Yoksa sen de mi düşkün lokması yemiyorsun?"
"Aman edemin ettiği söze bakın! Bu ne biçim söz? Aha bir lokma alıyorum. Ama gerçekten karnım tok." Eğilip bir lokma alıp kıyıdaki sedirin üstüne oturuyor. Ağlamaklı gözlerle ana, baba ve kardeşlerine bakıyor. Kara Cemal soruyor:
"Eee, cemde ne var ne yok yavrum? Bize gelmene sofu kaynatan bir şey demiyor mu?"
"Ede, bırakın bu sözleri. Dayanamayıp geldim. Cemde ne olacak? Nerede kalabalık orada dedikodu. Sofu kaynatamın yüzünü gördüğüm yok. Kaynanama "ben babamın evine giderim, kimse karışamaz" dedim. Kaynatam hele kendi günahını düşünsün. Geçmişte neler yaptığını siz biliyorsunuz. Yaşı ilerleyince başımıza sofu kesildi. Siz nasılsınız, asıl onu söyleyin bana?"
"İyiyik, iyi. Kendi halimizde yaşayıp gidiyoruz. Gündüzleri mal davar işi. Akşamları bilmece satıyoruz, hikaye anlatıyoruz. İşte tümü bu. Köylü bizden uzaklaşalı dirliğimiz bir daha düzeldi. Herkes kendi işini yapıyor. Kazanımız kaynıyor, ocağımız tütüyor."

7.
Uzaklarda bir kıyı ilçesi. Asker giyimli saçları kısa kesilmiş genç bir adam, gözleri dolu dolu bir mektubun içinde dalmış. Sessiz ve dingin mektup okuyor. O sırada içerinden koşan eşi elinde oval, beyaz bir taşla geli;yor:
" Bak yollanan un-bulgurun içinden ne çıktı?"
"Bu bizim bereket taşı değil mi?"
"Evet, bereket taşı.."
"Allah Allah bunu nasıl koymuşlar, bizim torbanın içine? Una karışmış olmalı. Hayırdır inşallah! Gelmemesi gerekirdi. Aman, yitmesin. Yazın giderken götürür bırakırız eve."
"Bu bizi seçmiş, bize gelmiş. Uğur bundan sonra burada tütücek. Şimdi verisek uğur bizden kaçar."
"Uğur baba ocağında olur. Oranın uğuru kaçarsa, bizim evde uğur kalmaz. Götürüp vereceği eve."
"Uğur bizi seçti bizde kalacak!"
"Allah, Allah... Neyse sen iyice sakla, ben bilirim ne yapacağımı. Mektupta ne yazıyor biliyor musun? Cennet benim için cemde dua almış. Öyle güzel anlatmış ki kardeşliğimizi, bütün toplum ağlamış... Bir de türkü yazmış mektubuna.Bak ne diyor türküsünde:

                        Yarim İstanbul'u mesken mi tuttun,
                        Gördün güzelleri bizi unuttun...

Nasıl için yandı bilmezsin. Şu çocukları okutma kaygısı olmasa, bugün dönerim köye. Ama lanet olsunokulyok, geçim yok. Ne yaparsın, gurbete dayanacaksın. Bir kış gidelim, şu cemi cemaati yaşayalım. Gün geçtikçe azalıyor eş dost..."
"İzin alabilirsen gideriz, ya bu iki çocuklar, karda kşta nasıl ulaşırız köye?"
"Gelip götürürler İstasyondan. Haber yollarız. Bir de bizim Kara Cemal'e çok ayıp etmişler. Düşkün diye ceme almamışlar. Hani şu oğlunun işi yüzünden. Köyü jandarmalar basmış, biri ihbar etmiş. İhbarı da ondan bilmişler. Kara Cemal yapmaz böyle birşey."

8.
Aydınlık, güneşli bir kış günü. Tüm gençler sokakta. Tören kara kış yüzünden ertelenmiş. Gençler ertelemek istememiş­ler, ama yaşlılar izin vermemiştri. Belki bir daha bir araya gele­mezler. Aralarından oyunbozan çıkabilir. Ya da umduk­ları ilgiyi bulamayabilirler. Aşırların ağılda toplanan gençler kış yarısı töreni için hazırlığa başlamışlar bile. Eğelencenin belli tipleri seçilecek.
Koca kim olacak? Eğlencenin ağırlığı ko­canın omuzunda. Koca tüm kafilenin babası konumunda. Koca olarak seçi­len erkek bu gö­revi yapacak yetenekte olmalı. Üze­rine geniş bir aba giyecek. Bacağına geniş bir şalvar geçirecek. Abanın içine ot doldurulacak. Böylece kocaya bir irlik, bir korku­tuculuk, ilk bakışta göze gözükürlük verilmiş olacak Ama Koca­nın görüntü değişimi bitmiyor. Yüzüne yünden sakalbıyık yapılacak. Başına deriden ko­caman bir külah geçirilecek. Eline bir kamçı veri­lecek. Bütün bu giysi içinde zor hareket edebilen koca, eğlentiye hazırlanmış olacak.
Kör Veli, koca olmayı istiyorsa da de kimse ona bu işi uygun bulmuyor. Koca iri yarı biri ol­malı. Yüzü asık olmalı. Gençlerden biri bir öneride bulunuyor:
"Durun hele benim bir düşüncem var: Mahmut olsun koca. Onun gözleri mavi. Çok değişik bir koca olur. Mavi gözlüler şeytan olur derler?"
"Mahmut çok iyi olur. Sen koca ol."
"Yok kardeş ben gelin olacağım."
"Allah Allah, herkes koca olmak ister, sen gelin oluyorsun bu nasıl olur?"
"Benim canım öyle istiyor..."
"Peki sen bilirsin..."
Mahmut sesizce dışarı sıyrılıyor. Ardından iki arkadaşı onu izliyo. Ortada bir fiskos dönüyor. Birinin başında kabak patlayacak, ama bakalım kimin başında. Yine Kör Veli'ye mi bir oyun edecekler yoksa? Son günlerde Veli gençlerin abasılısı oldu. Hep ona takılıyorlar. Garbime bir koca olmayı bile çok gördüler. Zorla gelin yaptılar. Kırk yılın başı bir kez koca olup şu töreni yönetmek istemişti. Onun yerine küçük kardeşi Aşçı Ali'yi koca yaptılar. Ancak gençlerde öyle şaka yapar hava yok. Bir garip gerilim ve korku içindeler. Yalnız biraç kişi kendi aralarında sürekli birşeyler konuşuyorlar.
Mahmut gelin olacak öbür gençlerle birlikte geleneksel gelin giysileri giyiyor. Çok renkli parlak üç etekler, kutnu-kumaş renkli baş örtüleri köyde ne varsa bu gün için ortaya çıkmış. Altı gelin seçiliyor bu kışayarısı için. Bu durumda iki koca gerekir. Altın gelini bir koca yönetemez. Kaçırılırlar yoksa. Ama kimileri ne gelinin çok olmasından geçiyorlar, ne de ikinci bir koca olmasını istiyorlar. "Kışyarısını bozar gideriz" diye terslik ediyorlar. Yapacak birşey yok. Yılda bir kez yapılanbir eğlenceyi bozmamak için karşıtlar "peki" diyorlar. Genç delikanlılar gelin giysileri giyiyorlar. Yüzlerini renkli peçelerle gizliyorlar.
Bir kişi Arap görevini üstlenmiş. Eller ve yüzler is ya da kurum ile kap kara boyanmış. Yalnız gözleri ile dişleri parlıyor. Başına şapka yerine, bakır leğen giymiş.
Gençlerden biri ise tilki olmuş. Tilkinin görünümüde özgün. Üzerine de­riden birşeyler geçirmiş. Arkasına bir kuyruk bağlamış.
Büyük bir zahmetle deve de yapılıyor bu kışyarısında. Oysa deve görünümü vermek zor bir iş. Bir merdiven üzerine kilim örtülüyor. Kafa kesimine bir deri konuyor. Göz yerine  bir cep aynası takı­lıyor. Deveyi taşıyacak üç, dört kişi seçiliyor. Bu yorucu işi onlar üstleniyorlar.
Oyunun tipleri bunlardır. Ama koca tören kafilesininin bir dizi görevlisi daha vardır. Bunlar köyden derlenecek yardım­ları toplaya­cak kişilerdir. Kimi tavuk, kimi buğday, kimi yağ toplamakla görevlidir. Tören bu görevliler de belirlen­dikten sonra başlar.
Bir evden başlanarak sırası ile köyün tüm evleri ziyaret ediliyor. Koca ortada, gelinler çevresinde arap bir yanda, tilki başka bir kıyıda. Davul vuruyor  zurna ötüyor. Ala karda boz dumanda kuş uçmaz kervan girmez Anadolu köyüne bir canlılık geliyor. Tilki o yana bu yana kaçıp oyun oynuyor. Ama gözü ge­linlerin üzerinde. Oyunun kurallarına göre her an gelinlerin kaçırılması söz konusu. Tilkinin onlara göz kulak oluyor. Koca altı gelinin kocası sayılıyor. Yapma sakalı, pos bıyığı ile dağ gibi gelinlerin arasında dolaşıyor. Evlerden yardım top­luyorlar. Yağ, bulgur, un, ta­vuk, buğday.. kim ne verirse eyval­lah. Kimseye gücenip darılmak yok. Ama zaman zaman daha fazla bağış da istiyorlar. Bir yıl önceki kıışyasında verilen sözü anımsatıyorlar. "Geçen yıl bir tavuk dilek dilemiştin. Dileğin oldu. Hadi bizim hakkımızı ver" diye diretiyorlar. Kış yarıcıla­ra dilek dilendiği de olur. Çoluk çocuk bir sürü insanın duası ile sorunların çözüleceğine inanılıyor. Hastaların iyileşeceği dü­şünülüyor. Öbür yıla çeşitli sözler verilir. "Oğlum askerden sağ gelsin gelecek yıla size bir tavuk vereceğim". "Hastam iyileşsin size bir koyun vereceğim" gibi dilekler dileniyor. Kış yarıcılar dileğin yerine gelmesi için hep bir ağızdan "Allah, Allah" çekiyor. Ancak kimi evlerin sözünden döndüğü oluyor. Kışyarıcıların adağı ev sahibin­den koparıyorlar. Ev sahibi kış yarıcıları razı ediyor. Kuzu adamışsa, bir ta­vuk veriyor. Yoksa kış yarıcılar kapıda oynayıp duruyorlar. Bırakmıyorlar ev sahibinin yakasını. Türküler söylüyorlar, oyunlar oynuyorlar. Tüm bunlara karşın, ev sahibi adağı verme­yecek olursa kargış verdikleri oluyor.
Köyün altbaşlarıda yer alan Haydar Kahya'nın kapısı önünde bir şenlik kuruluyor ki, anlatılır gibi değil. Öyle, her evin önünde olmayacak türden bir gelence Bir halay tutuluyor:
                        leylanı gülüm yar de
                        Pınarları tekneli
                        Dibine gül dikmeli
                        Bir kötünün kahrını
                        Öleneçe çekmeli...
Evden bir toklu isteniyor. Geçen kış askerdeki oğlu için adamıştır ana. Orta yaştaki ana bir tavuğa gençleri razı etmek istiyor. Gençlerin bir bölümü razı olmuyorlar:
"Yoo, kabul etmeyiz, toklu söz vermiştin. Biz burada boşuna mı dua ettik?"
Kimi gençler:
"Ulan yapmayın, bir tavuk veriyor, etmeyin alıp gidelim şunu. Soğuk tandırdan, sıcak ekmek" diyorlar.
Bu kışyarısında birkaç genç başından beri çitil çıkarıyorlar. Oysa, köyün en uyumlu gençleri bunlar. Ne oldu, ne oluyor, kimse anlayalıyor. Hop... bir halay daha tutuyorlar:
                        İnce eleğim duvarda
                        Bir yar sevdim hovarda
                        Öyle bir yar sevdim ki
                        Su doldurur pınarda...
Haydar Kahyanın kapıyı tutmuşlar bir türlü bırakmıyorlar. Koca, tilki ve arabın gözleri önünde bir gelin kayboluyor. Koca elindeki kamçı ile tilkiyi, arabı dövüyor. Herkes gülüyor. Kaşla göz arasında ikinci gelin de ortadan yok oluyor. Yüzleri paçalı olduğu için hangi gelinlerin yittiği belli değil. Allah Allah ne oluyor bu gelinlere? Koca yapma bir bunalım geçiriyor. Kendini karın üzerine atıp yuvarlanıyor. Bir anda gelinler Haydar Kahya'nın evinden çıkıyorlar dışarı. İki gelinin gelmesi herkesi sevindiriyor. Haydar Kahyanın eşi de yorulmuş. Nerdeyse içeriden tokluyu getirip verecek. Biraz daha direnseler alacaklar. Ama bu günün aksi gençleri ansızın tavuğa razı oluyorlar. Tavuğu alıp uzaklaşıyorlar. Koca gelinleri devenin altına gizliyor. Hızlı biçimde kapıdan çekiliyorlar. Ama elleri ayakları titriyor. birbirlerine kaş göz ediyorlar. "Tamam mı?" "Tamam tamam!.." "Yahu bugün sizde bir hal var? Ne oluyor? Söyleyin de biz de bilelim? Niye renginiz attı?" "Yok yok... birşey yok."

9.
Kışyarıcılar köyün üstbaşına doğru koşar gibi ilerlerken, Haydar Kahya'nın samanlığının bacasından bir gencin çıktığı görülüyor. Yaşlı bir komşu görüyor bu çıkışı.  Delikanlıya soruyor:
"Ulan ne arıyorsun ahırda?"
"Hiç Hüseyin amca, bir şaka yapmıştık da. Kapıdan değil buradan çıkarsam, bana hediye vereceklerini söylediler arkadaşlar da.. İşte kış yarısı eğlencesi."
"Ulan eşek oğlu eşek böyle boktan şaka mı olur? Elin ahırında ne arıyorsun? Hırsız mısın, oğru musun? Sen hiç mi el, memleken görmedin?"
Delikanlı, yanıt vermeksizin yıldırım gibi uzaklaşıyor. Gücük Hüseyin, delikanlının ardından küfürü sürdürüyor. Gidip bacadan aşağı bakıyor. "Allah, Allah" çekiyor. "Şimdiki gençler tümden piç... Görülmüş, duyulmuş değil bu köyde..." diye söyleniyor.
Köyün üst başındaki başlangıç yerine kışyarıcılar koşar adımlarla ulaşıyorlar. Onca toplanan yağ, un, bulgur, tavuğu ortada bırakıyorlar. Gelinler giysilerini çıkarıyorlar. Koca giysilerini çıkarıp kaçıyor. Yetişkin gençler birer birer tüyüyorlar. Bunca emekle toplanan adaklara baktıkları yok. Yalnızca 13-15 yaşındaki çocukların üzerinde kalıyor kışyarısı adakları.
Aradan yarım saat geçmeden Gücük Hüseyin kışyarısı düzenlenen ahırdan içeri giriyor:
"Neredeler gençler, Aşçı Ali, Mahmut, Dimit Yusuf?"
"Vallahi biz de bilmiyoruz, geleceğiz deyip gittiler, gelmediler?"
"Vay eşek oğlu eşekler vay... Haydar Kahya'nın kızını kaçırmışlar. Ulan bu yakışır mı kışyarıcıları?"
"Vallah bizim haberimiz yok. Zaten bütün gün biz ne dediysek tersini söyleyip bizi bezdirdiler. Bir çeşitlerdi bugün."
"Onlar her zaman birçeşitler. Vay alçak oğlu alçaklar vay... Komşunun yüzüne nasıl bakacağız? Peki, siz ne yapacaksınız bu unu, buğdayı?"
"Biz de bilmiyoruz. Onların gelmesini bekliyorduk."
Gücük Hüseyin, küfür ederek dışarı çıkıyor.
"Çağırın şu Sarıoğlan'ı da satalım. Ne isterseniz alıp zıkımlanın. Bugün onlar yaptı, yarın da siz yaparsınız. Öğrenin büyüklerinizden, nasıl kız kaçırılırmış... Tümünüzün köküne kibrit suyu, zamane piçleri... Koca köyleri birbirine katacaksınız. Tu lanet olsun tümünüze."
Köyün içi birbirine girmiş. Evlerden girip çıkıyorlar. Zehra ile Mahmut arasında kimi dedikodular çıkmıştı. Kimi yalan, kimi gerçek demişti. Hatta Sarı Hüseyin kızı istemeyi düşünmüş, ama bir soruşturmuş Haydar Kahya'nın kapısını çalma yürekliliğini gösteremiş, oğluna yüreğine taş basmasını istemişti. Böylece kapanmıştı bu sorun. Haydar Kahya "Ula Sarı Hüseyin kim oluyor ki benim kızımı istesin. Önce kendisine bir ev yapsın. Kızını gelin getirecek bir ev bile yok. Yoksa kızımı ahır sekisinde mi yatıracak diye haber yollamıştı. İşte şimdi ahır sekisini görür.
Gücük Hüseyin, karşısına Sarıolan'ı almış konuşuyor:
"Saroğlan, şaşıp kaldım bugün. Bu kırkkbeş yaşımdayım bu köyde herşeyi gördüm de kışyarısı yapılırken kız kaçırıldığını da ilk kez gördüm. Bütün köyü rezil ettiler bu piçler. Ulan eşek oğlu eşek, yiğitsen tek başına al kaç. Koca köyü bu pisliğe bulaştırma..."
Dudağına yapıştırdığı kalın sigarayı çıkarmadan konuşmasını sürdürüyor:
"Ne verirsen ver şu çocuklara da ortadan kalksın kalabalık. Köye yayıldı haber."
"Bunlara  birkaç kilo kuru üzüm, şekerleme, lokum, incir, leblebi, veririm. Aralarında rakı içecek yaşta kimse yok. Varsın bu çocuklar yesinler. Pilav yapılır mı bu gün?"
"Ne pilavı Saroğlan? Ben şu işi kapamaya çalışıyorum, sen pilavdan söz ediyorsun? Bütün unu bulguru al, şunlara ne verirsen ver, dağılıp gitsinler. bir daha da bu köyde ne kışyarısı yapılır, ne de eğlence. Üstelik cemi de rezil ettiler. bakalım dede akşama ne yapar. Bir de cem dağılırsa gör o zaman. tümümüz Kara Cemal'den beter olacağız."
Gücük Hüseyin öylesine üzüntülü konuşuyor ki, çocukların burnundan geliyor kış yarısı törenleri. Günlerden özledikleri bekledikleri tören zehir zıkım oluyor. Kimileri çerezi beklemeden çekip gidiyorlar. Gittikçe azalıyor ortada kalanlar. Herkes ana-babasından azar işiteceğini biliyor. Tam bir rezalet oluyor kışyarısı törenleri. Ne oyun oynanıyor, ne o nefis kışyarısı piyavı yapılıyor. Şu birkaç eşek sıpasının yüzünden. Yeniyetmelerin elinden gelse gidip yetşkin gençleri dövecekler. Ah bir güçleri yetse...

10.
Cem odasının yarısı boş. içerde soğuk bir hava var. Kimse öyle sıcak içten değil. Kimse kimsenin yüzüne sıcak bir gülücük atmıyor. Dede yaşlılarla söyleşiyor:
"Yahu kanı kanla yumazlar, ortada kan yok ya! Kız gönlüyle kaçmış. Bize düşen ki yanı uzlaştırıp barıştırmak. Hayır işi hayırla bitirmek. Niye birbirinize kızıp duruyorsunuz. Olan olmuş. Genç bunlar cahil. Sizin çocuklarınız, bizim çocuklarınız. Ne değişir, ha babası anası vermiş, ha kendi kaçmış. Eh işte düğün yerine kış yarısı eğlencesi yapmışlar."
"Dede, kız daha çocuk, Haydar Kahya şikayet edecek. Şikayetçi olursa oğlanı tutuklarlar. Kar yüzünden gidemedi Kangal'a. Zor eğledik. Kar, kış dinlemyordu. Soğuktan ölürsün etme, şu kar geçsin gidersin dedik. Yoksa gidiyordu ilçeye..."
"Kız kaç yaşında?"
"On yedi."
"Erenler, oğlan dama girerse düzelir mi bu iş? Alıp kaçırmış işte. Kızın da gönlü varmış. Uzatmaya ne gerek var? Bize düşen Allah hayırlı olsun demek. İki gündür bir araya gelemiyoruz. Yeter artık. Bu cemaat bin yıldırbirbirinden kopmadı. İki cahilin cahilliği yüzünden dağılamaz. Peyik yollayacağım. Tüm küskünler gelecek. Yok öyle dargınlık küskünlük. Sorunlar hak divanında çözülecek. Hu peyik!"
Peyik koşup gelip divana duruyor:
"Başta Haydar Kahya olmak üzere tüm komşuları çağır."
"Hu dedem" diyerek peyik çıkıyor. İnanca göre cemin çağrısı olan "peyik kıçı kırılmaz. Bu çarrıya kesinlinle gelinir. Ama Haydar Kahya'nın gelip gelmeyeceği bilinmiyor. Özellikle eşinin Haydar kahya'yı kışkırttığı söyleniyor.
Çağrılılar asık yüzle, bir bir damlıyorlar cem odasına. Postu niyaz edip yerlerine oturuyorlar. Sarı Hüseyin'le eşi içeri giriyorlar.
"Hu erenler..."
"Hu dedem..."
"Niye gelmiyorsun ceme Sarı Hüseyin?"
"Başımıza gelenleri biliyorsun dedem. Bizim oğlan bir cahillik etti. Bir kız kaçırdı. Yüzümüz yerde. Nasıl gelip bu insanların yüzüne bakarız?"
"Yook erenler, bu meydandan kaçmak yok. Kol kırılıp yen içinde kalır. Hesap bu divanda verilir."
"Siz nasıl buyurursanız dedem. Boynumuz kıldan incedir. Ne cezamız varsa çekeriz."
Bir süre sonra Haydar kahya tek başına geliyor ceme. Her gelenle selamlaşma oluyor. Ama Haydar Kahya'nın tek başına gelmesi herkesin ilgisini çekiyor:
"Hu erenler..."
"Hu dedem..."
"Nasılsın, bacı nerede?"
"Biraz hasta da, bugünlük gelmedi."
"İki gündür neredesin? Kötü bir söz mü duydun bizden? Seni kıracak birşey mi yaptık da gelmiyorsun ceme?"
"Haşa pirim! söylemeye gerek yok, iki gündür ne çektiğimi bilirsin. Benim cahilimi kandırıp kaçırdılar. Küskünüm, dargınım bu topluma. Şu postun emri olması adımımı atmam buraya. Bütün köy bir oldu, kışyarısı sırasında kızımı alıp götürdüler. Bütün bir köy bizim karşımıza geçip bize inat düğün yaptı. Bu komşuluğa sığar mı? İki cihanda elim, yavrumu kandıranların yakasındadır. Dede, buyurdun geldim. Ama benden uzlaşma isteme. Yoksa bir daha şu kapıdan adımımı atarsam ayağım kırılsın."
Haydar Kahya öylesine kesin söylüyor ki bu sözleri, kimsenin bir karşı sav getirmesi olanaksız. Dede de toplum da şaşkın. Ayıp mı ayıp yapılanlar. Sanki bütün köy bir olup kızın kaçırılmasını sağlamışlar gibi bir durum yaşanıyor. Haydar Kahya şakacıdır, yaşam doludur, olura olmaza aldırış etmez. Bu tezgahı bir içine sinderemiyor. Belki de eşi kışkırttı. Yoksa o sevecen insanın ağzından böylesine katı tümceler çıkmaz. Eşi, içten hesaplıdır, kincidir. Ama sonuçta tüm köy de suçlu. Bir bilen, bir duyan olmuştur kesinlikle. Neden söylemediler? Neden uyarmadılar.
Dede daha ılımlı yaklaşıyor:
"Haydar Kahya, senden bir isteğimiz olmadı. Boğazına sarılıp "uzlaş" demedik. Bu post küskünlük tanımaz. Senin bir suçun yok hesap vermesi gereken varsa o da se değilsin. celallenme. Aşık sen de bir deme çal hele..."
Sazcı sazı eline alıyor. Ne ki, kimsenin söyleyecek sözü yok. Herkes suçluluk duyuyor. Cem evinin ortasına zehirli yılan atılmış gibi bir var. Söazcı bir semah çalıp havadaki gerginliği atmak istiyor. Ama kimse semaha kalkmıyor. Deyişi değiştiriyor. Ne çalacağını o da bilmiyor.
Tüm toplum yeniden bir gerilime girmiş. Kara Cemal'in düşkünlük sorunu çözülmeden, yeni bir tatsızlık çıkmış durumda. Tüm düşgücü ve yaşam devigenliği dağlar arasında sıkışmış yüz evlik köyde, yeni bir gerilim yaratılmış. Ne çözüm getirilir, kim kiminle uzlaştırılır? Ne veriler, ne alınır kimse bilmiyor. Cemin bağlanacağı günlerde, tüm cemin yarıda kalması gibi bir tehlike yaşanıyor. Kimse kimseyle konuşmuyor. Yanıtlar yarım ağızla veriliyor. Dede ne yapacağını bilmiyor. Sigara üstüne sigara içiyor. Bir bardak dolu içsem mi diye geçiriyor sürekli içinden. Ne ki, rakı etkisiyle vereceği buyrumların yerine uygulanmaması sözkonusu. Toplumu daha da gerilime sokabilir. Zaten, kızın kaçırılmasına yardımcı olan gençler de yok, ana-babaları da.

11.
"Duydun mu olanları" diye söze başladı Gücük Hüseyin.
"Duyulmayan birşey yok diye yanıtladı dede.
"Yok" dedem, öyle değil. "Bu duyacağın daha korkunç."
"Gücük Hüseyin, bütün köy birbirine girdi. Daha korkuncu ne olacak? Kırk yılın başı bir posta oturayım dedim, burnumdan geldi. Bütün olaylar bu kış patladı."
"Dede, Cuma Çavuş tercüman lokmasını, köye gelen jandarmalara yedirmiş."
"Yok yahu!..."
"Vallahi öyle diyorlar. Gören var..."
"Allah afatından esirgesin... Nasıl olur? Bu kadar soysuzluk yapabilir mi, Cuma Çavuş."
"Yapar dedem yapar. Ona boşuna Cerci dememişler."
Dedenin rengi attı. Dudakları titreye titreye:
"Belki başımıza gelen tüm bu uğursuzluklar onun yüzünden. Ne yapacağız şimdi?"
"Dedem benden yalnız söylemi. Gerisini sen bilirsin. Dua mı edersin, Cuma Çavuşu dara mı çekersin, sana kalmış."
Cuma Çavuş garip bir adam. Hiçbirşeye inanmaz ama cemden ayağını kesmez. O ki inanmıyorsun niye gelirsin ceme? Hadi inanmadın, tercüman lokmasını nasıl yedirirsin ağzıkaralara? Allahtan korkmaz, kuldan utanmaz adam. Kırk kez sana söylendi ki, sakın jandarmalara kurban eti yedirme, tavuk dersen tavuk, kavurma dersen kavurma verir sana bu köy?
Dede oturduğu odadan dışarı çıktıyor. İçerde oturan üç-beş kişi Gücük Hüseyin'in yüzüne bakıyor. Dede yeniden giriyor:
"Bana Topal Hoca'yı, Abbas Efendi'yi, Turan Efendi'yi çağırın!"
Bir genç koşup gidiyor. Sırasının üzerine içeri geliyorlar köyün bilgeleri.
"Erenler ne yapacağız? Cuma Çavuş kurban lokmasını jandarmalara yedirmiş."
"Tüm köyün üzerine siner uğursuzluk. Bu lokma kendinin değil, tüm cem erenlerinin."
"Yok, yalnız kendisinin başına gelir uğursuzluk."
"Yahu, yapmaz Cuma Çavuş böyle birşey. Öyle gelişigüzel konuşmasına bakmayın. O inanmaz gözükür ama, inanır."
"Demeyin bunları yahu Cuma Çavuş, her haltı yer. Ceme inandığı için gelmiyor. O cemi böyle eğlence gibi, şenlik gibi birşey sayıyor. Cemden kopmayı, sürüden ayrılmak gibi birşey görüyor. Ceme gelmezse muhtar seçilmeyeceğini düşünüyor."
"Desene Cuma Çuvaş bütün köyün köküne kibrit suyu döktü..."
"Vallahi orasını bilmem, ama durum bu."

12.
Cuma Çavuş cemde dede karşısında dara durmuş. Tüm toplum gerilim içinde yargılamayı bekliyor. Her kafada aynı soralar geziniyor. "Cuma Çavuş tercümanı yedirmiş m? Bize de bir uğursuzluk geli mi?" Herkes kendinden korkuyor. Dede soruyor:
"Cuma Çavuş, el ele el hakka; doğru söyle. Bu meydanda yalan yok. Suçunu biliyorsun. Yaptınsa ikrar eyle. Dua ederiz. Tanrıdan af dileriz. Şu masumların dili ile yakarırız. Ama gerçeği söyle. Tanrı bağışlar. Yalan söylersen iki cihanda sen de suçlu olursun, bütün bu cemaat da. Başımıza bir uğursuzluk gelir. Jandarmala tercüman lokması yedirmişsin doğru mu?"
"Dedem, istediğiniz cezayı verin. İstediğiniz sözü söyleyin. İsterseniz kovun bu meydendan. Yedirmedim. Bu kylü böyle şeyler uyduruyor. Bir tike kurban eti yedirdimse kor olsun tenime yapışsın. Bir aş tanesi yedirdimse tenim tike tike ola. Bu yıl tüm çoluk çocuk Adana'da. Evde yemek yapılmıyor. Götürdüğüm lokmaları kendim yiyorum. Jandarmalara Haydar Kahyagilden kavurma alıp yedirdim. İşte kendi burad sor. Evde peynir vardı. Yolcu ederken de peynir ekmek verdim."
"Peki Cuma Çavuş, artık günahı senin boynuna.Hu postu niyaz et."
Cuma Çavuş yere eğilip duaya duruyor. Tüm toplum bellerine dek eğilmişler. Dede dua okuyor:
"Allah Allah, ya Şah! Dil bizden, yardım Ali'den. Suçumuz varsa bağışlasın. Eksiğimiz varsa uyarsın, bilerek bilmeyek bir yanlışımız varsa, düzeltsin. Bu meydandaki şu tertemiz çocukların diliyle seslenelim. Diyelim bir Allah, Allah..."
Tüm toplum Allah Allah çekiyor. Tüm oda Allah Allah sesleri ile yankılanıyor.
"Cuma Erenler dili ile yemin etti, gönlü tasdik etti. Biz bu meydandaki eren bacı, çoluk çocuk tüm cemaat, ona inandık iman getirdik. Yalan söylüyorsa, günahını ulu hesabı bırakıyoruz. Biz, elimizden bu gelir. Bizi kandırırılız, ama ulu Tanrı kandırılmaz. Yalan söylediyse günahı kendisine, gelecek uğursuzluk kendi ocağına. Bu toplum suçsuz. tanrı bunu görür, bunu bilir... Diyelim bir Allah Allah..."
Cuma Çavuş, duadan rengi atmış biçimde kalkıyor. Dakikalardır yerden yatmaktan mı korkudan mı belli değil. Cemdeki tedirginlik sürüyor. Özellikle kadınlar arasında. yaşlı kadınlar edilen yemine inamamış biçimde başlarını sallıyorlar. Tek teseli, meydanda yapılan dua. "Bir uğursuzluk gelirse yalnız Cuma Çavuşun ocağına geleceğine inanyorlar. "Belası başına. Kendi yedirdi tercümanı. Kendi çeker belasını diyorlar. Dede:
"Bu günü Kuzu Mehmet'in kurbanı vardı hazır mı" diyor.
Kurbanlar ortaya getiriliyor. Dua alınıyor. Kurbancı kurbanları kesmeye götürüyor. Kuzu Mehmet ile yolkardeşi eşleri ile birlikte görülmek üzere meydana çıkıyorlar. Dua bitiyor.
Vahide hanım dışarı çıkıyor. Soğuk karlı bir akşam. Cem evinin kapısında ellerini açıyor. Ellerini açıyor, kendi kendine dua ediyor. belli ki bir dilek diliyor. Vahide de bir gerginlik var.

13.
Davulbaz köyünde cem var. Orada cemi Kurt Veli dede yürütüyor. Akşam, cem başlamamış. Kurt Veli dede tedirgin. Konuk kaldığı odada, yürüyüp duruyor. Yolkardeşi ve köylüler soruyorlar:
"Dede neyin car?"
"Erenler, içimde bir sıkıntı var. Sanki bizim evde bir uğursuzluk var."
"Dede, etme kurban olayım. Mamaş şurdan bir saatlik yol. Öyle birşey olsa, adam yollarlar. Bırak şu sıkıntıyı."
"Haklı söylüyorsunz. Ben bırakıyorum da, sıkıntı beni bırakmıyor."
"Dede adam yollayalım yoksa!.."
"Yok... gerek yok..."
"Eee, ne yapalım öyleyse seni rahatlatmak için?"
"Bilmem..."
"Dedeye bir bardak rakı getirin"
Rakı geliyor. Dede bir dikişte bir çay bağdağı rakıyı içiyor. Bıyıklarını siliyor. Bakışlarında parlama. Bir anlık rahatlık.
"Huu, erenler cem odasına geçelim. Cemaat gelmiş olmalı."
"Dede, cemaat çoktan geldi, seni bekliyor. Ağa dayının tercümanı var biliyorsun. Tercüman dualanacak. Herkes seni bekliyor."
Dede yanındakilerle cem odasına giriyor. Herkes yerini alıyor. Dede cemi başlatıyor. Tercümanlık kurbanlar duaya geliyor. Dede duaları yapıyor. Tercümanlar gidiyor. Dedenin sıkıntısı sürüyor. Cem erenlerinden izin alıp dışarı çıkıyor. Cem odasında konuşmalar:
"Yahu, bugün dedenin üzerinde bir sıkıntı var? Allah Allah... Ne yapsak. Yoksa, şurdan Mamaş'a iki genç yollayalım."
"Söyledik bunu. kabul etmedi. kendi gitmek istiyor."
"Olur mu, kurbanı yarıda koymak?"
"Yahu bu böyle olmaz. Kurbanlar kesilmediyse, kurbanı yarına bırakalım. Dede gitsin. Koşun hele kurbanlar kesilmediyse beklesinler."
Dışarı koşuyor bir iki kişi. Dışarıdan:
"Kesilmemişler."
"Kesmesinler. Kurbanlar yarına kalsın. Dede nerede?"

14.
Mamaşta'ki cem evinden Kurt Veli içeri giriyor. O anda Vahide ayağa kalkıyor. yüksek sesle:
"Ooo, büyük Tanrım, dileğimi kabul ettin..."
Herkes şaşırmış durumda. İçerde cem yapan Suzani:
"Ne o, Veli hayrola? Cemi bırakıp niye geldin?"
"İçimi bir sıkıntı sardı, dayanamadım. Köyde birşey yok ya?"
Vahide gözleri yaşlı dara duruyor:
"Dedem, sabahtır, Kurt Veli dedenin benim kurbanımda bulunması için dua ediyordum. Tanrı benim duamı kabul etti. Kurt Veli dedeyi yolladı..."
Herkes şaşırmış, kimigözlerde yaş beliriyor. Özellikle kadınlar ağlıyorlar. Kendi aralarında konuşma:
"Bir de, şu kadına Yezit deriz. Görüyorsunuz ya inancı, sevgiyi bağlılığı."
"Yok anam yok, hak katında kimin sevgili olduğunu kimse bilmez. Kırk Aevi kadın, Vahide'ye kurban olsun. Kimin gönlünü kırdı, kim bir gün bir yumuşa gitti de kapıdan çevirdi? Allahın sevgili kulu o."
Dede Vahide'ye bir dua ediyor. Cem odasında "Allah, Allah sesi yankılanıyor. Kurban pişmiş gelmiştir. Duasını alıyor. Köprü koruluyor. Lokma dağıtımı başlıyor. Ardından yer sofraları geliyor. Öbek öbek sofralar kuruluyor. Sofralara kurban lokması konuyor. Lokmalar yeniyor.

15.
Cuma Çavuş'un elinde bir tabağın içinde kurban lokması var. Yorgun sıkıntılı, karları yararak, köyün alt başındaki evine giriyor. Kendi kendine konuşuyor.
"Yok uğurszluk gelecekmiş... Yok bütün köye gelirmiş... Altı üste et ile ekmek. Kim yerse yesin, Yezidi Kızılbaşı olur mu? Bir de okumuş adamlar şunlar. Ulan hepsi boş. İşte şurada oturup muhabbet ediyoruz. Şu muhabbetin tadına geliyorum. Kime anlatırsın? Koca Vahap Efendi de böyle şeylere inanıyor."
Cuma Çavuş, basık odaya giriyor. İçerisi soğuk. Yün yatak bir kıyıda serili duruyor. Yatağa doğru gidiyor, geri dönüyor. Gelip sobayı yakıyor. Tezekle dolu sobada borulardan duman sızdırıyor. Pencereye yöneliyor, açmıyor. Bir süre sonra duman duruyor. Soba alev alev yanıyor. İçerisi ısınıyor. Sobanın başına varııp bir yer minderi çekip üzerine oturuyor. Elindeki tesbihi dertli dertle çekiyor. Tüm olanlara canının sıkıldığı belli. Soba kıp kırmızı kesiliyor. Sobanın ateşinde uzaklaşıyor. Gaz lambasının ışığını kısıp baş ucuna koyuyor. Yatağa atıyor kendini.

17.
Sarı Hüseyin'in odasında Mahmut genç arkadaşlarıyla konuşuyor. Bunlar ceme giremeyen gençler. Ceme giremediklerine üzgünler. Tüm köye rezil olmuş durumdalar. Gündüzleri ortada gözükmüyorlar. Akşamları, gizli gizli bir evde toplanıp kendi aralarında iskambil oynuyorlar. Öykü anlatıyorlar, böylece eğleniyorlar. Bir arkadaşlarını evlendirmenin mutluluğunu, toplumdan atılmanın pişmanlığını yaşıyorlar. Bir birini teselli ediyorlar:
"Unutulur gider. Kötü birşey yapmadık. Haydar kahya kızı gönlüyle verseydi, kaçırır mıydık?"
Sarı Hüseyin'in durumu uygun değil. Gelinle güveyiye bir oda açacak durumu yok. Evin tek odasında çoluk çocuğu ile Sarı Hüseyin yatıyor. Gelinle Güveye yer yok. Evlikte yatsalar, soğuktan donacaklar. En iyisi ahır sekisi düzenlemek. Tüm gençler bir olup, Mahmut'a güzel bir ahır sekisi yapıyorlar. Evlerden ufak tefek eşyalar getiriyorlar. Öyle bir ahır sekisi ki, padişah odalarında yok bu güzellik. Bu başarının mutluluğu içinde Sarı Hüseyin'in odasında oturuyorlar. Cemden gelen lokmaları yiyorlar.
"Uşak, sakın bize günah olmasın? Başımıza bir uğursuzluk gelir sonra? Biz düşkünüz de..."
"Ne düşkünü ulan? Bizim müsahibimiz mi var, ne zaman yola girdik ki düşkün olalım?"
"Ne bileyim, kız kaçırmaya yardımcı olduk da."
"Birincisi kız kaçırma düşkünlük getirmez. İkincisi, düşükün olacaksa edelerimiz olur. Tümü ceme kurulup birbirinin önünden lokma kapıyorlar. Bize niye günah olsun lokma?"
"Ne bilem öyle söylüyorlar da. Allah esirgesin sonra başımıza bir uğursuzluk gelir. Hep anlatıp dururlar, lokmanın kerametini."
"Bakma sen anlatılanlara. Hep laf onlar. Dur ben sana sorayım? Tüm hesaplar verildi mi bu cemde? Kel Kara Ali ile Kühlan küskün değiller mi, sınır kavgası yüzünden? Niye barışmadılar? Herkes susup geçti. Leyla, Hüseyin'in oynaşı değil mi? Kim söyledi? Hani duran oturan boynunaydı? Herkes susup geçti. herkes ikiyüzlülük ediyor. Hele o yetmişlik Topal Hoca, herkesin saygısını toplamış adam niye ağzını açıp bir şey söylemedi?"
"Bilmez Topal Hoca. bilse o söylerdi."
"Nasıl bilmez ulan, o bu köyün içinde değil mi?"
"Kim söyleyebilir Topal hoca köydeki oynaş işlerini?"
"Kimse söylemese karısı söyler."
"Yok yahu, karısı da böyle şeyleri söyleyemez Hoca'ya. Utanır."
"Ahhaa... Ulan karısı nasıl söyleyemez? Karı ne demek? Bunun bir şeyden haberi yok yahu? Sen tümden angutsun. İnsanın karısı söylemez mi?
"Doğru, olur olur... Duymuştur. Peki ama niye söylemedi, niye ağzını açmadı?"
"Açasa ne olacak. Düşün, şu tarikatın söylediklerini gerçekten yerine getirem desen, bir Allahın kulu girimez o cem damından içeri. Sırası ile her evi gözünün önüne getir. Kim temiz? Herkesin bir günahı var."
"Eskiden böyle değilmiş. Eski insanlar pek saf temizmiş"
"Öyle derler. Derler ya, arkasından da yaptıkları çapkınlıkları anlatırlar."
"Eee, kimse gitmeyecek mi yani cennete?"
"Orasını ben bilmem. Ama bildiğim birşey var. Tarikatın gereklerini isteyecek olsan o kapıdan bir kişi giremez."En günahsızın bile geçmişi kirli. Sözgelimi en sofu kim? Topal Hoca. Onun gençliğinde yaptığı çapkınlıkları anlata anlata bitiremiyorlar. Ayşe Bibi, oynaşıymış onun. Herkes biliyor bunu. Ne ki, şaka ile anlatılır onun çapkınlıkları. Neden? Suçsa suç."
Sobanın alevi ile giderek içeri ısınıyor. Tavan damlamaya başlıyor. Şıp... şıp... şıp.... Damlayan yerlerin altına tabak konuyor. Bu saate dek oturulur mu? Nerdeyse cem dağılacak. Ana, Mahmut'un yüzüne kızgın bakıyor. Konuşmaya bir başladı mı, ağzı kapanmaz. Yarın herkesin kulağına gidecek burada konuşulanlar. Koru komşuyu kızdırmanın ne anlamı var? Yarın yüzyüze bakılacak. Komşu komşunun külüne muhtaç. İş düşecek...
Asıl gerçek de bu ya! İş düşecek. İş, iş, iş. Peki ama cem nerede, tarikt yol nerede? Bir yandan en iyi kuralları söyleyeceksin öte yandan bu kuralları göz ardı edeceksin, olur mu? Belki geçmişte insanlar daha temizdi. Yok, yok insanın olduğu yerde kirlenme vardı. Hiçkimse tarikatın kurallarını yeterince uygulamamıştır. Bir tek Hz. Ali, Hasan Hüseyin. Onlar dışında sanmam ki, bu kurallar gerçek anlamda uygulanmış olsun. Bizim gibi faniler için ise tüm eksik, yanlışa karşın cem vardı. Tüm nefret ve kaygılar karşın vardı ve hep olacak. Geçmişte yaşamış ermişlerin, bilgelerin olağanüstü yaşamı anlatılacak. Hz. Ali'nin cenkleri ile dünyalar süslenecek. Muhammet Hanefi'nin yiğitliği yanında yakışıklılığı düşleri süsleyecek.
Yorgun bir kış akşamına mutlu bir söyleşi sığmış durumda. Herkes konuşmanın derinliğinden, düşüncenin yoğunluğundan esrimiş. Hiç kimse bugün cemi kaçırdıklarına pişman olmuyor. Burada daha güzel bir söyleşi yakaladılar. Geç olmasına geç ama kimse yerinden kıpırda niyetinde değil. Bu bir tür gençlerin kendileri ile hesaplaşmaları. Bundan böyle büyükleri görünce köşe bucak kaçmalarına gerek yok. Sigaralar birer birer sönüyor. Ah bu akşam bir şişe de rakı olsaydı. Bir şişe rakı bulunamaz mı bir koşudan? Yaza veririz borcumuzu? Gençler bacaklarını ovuşturmaya başlıyorlar. Tezek sobası son direnişini veriyor. Sobanın koru karıştırılıyor. Hafif bir duman yükseliyor. Damın tepesindeki baca çoktan susmuş. Siğaralar da bir bir susuyor. Artık yatma zamanı:
"Allah rahatlık vere, Mahmut. Gidip yapalım."
"Elinize sağlık arkadaşlar. Bir gün bu iyiliğinizin altında kalmam."
"Sağol Mahmut, biliriz sen yiğit arkadaşsın. Bizim düğünde saratla su taşıyacaksın söz!"
Tüm gençler gülüyorlar. Mahmut'un yorgun ama mutlu akşamı, özgürlük yuvası ahır sekisinde, genç eşinin yanında bitiyor. Sekide gaz lambası yanmış, Zehra kendisini bekliyor. Ahırın köşesine arkadaşların kurduğu sekiyi Zehra, gelirken evden kaçındığı bohçadaki el işlemeleri ile süslemiş. Kanavçe, oya, allı pullu tülbentler. Aman tanrım ne güzel olmuş bu ahır! Ahırı böylesine seveceğini düşünmemiş Mahmut. Öküz, eşek, inek ve birkaç koyun yerlerinde dingin duruyorlar. Kimi yatıp uzanmış. Mahmut mutlu bir yüzle yeni düzenine bakıyor. Yoktan var edilmiş bir dünya burası. Çok şükür Tanrım. Tüm koşu, tüm gerilim bitti. Yoksulluk adam yoksulluğu. Görsün şu Haydar Kahya, Mahmut nasıl kazanıp zengin olacak. Tek başına ev açaçak.

18.
"Cuma Çavuş..." diye bir ses duyuyor, yün yatağa boğulur gibi gizlenmiş Cuma Çavuş. "Hayırdır inşallah, yine jandarma mı geldi yoksa " diye içinden geçirerek, başını yataktan çıkarıyor. Birden demin kendi oturduğu yerde sobanın başında birisinin oturduğunu görüyor. Bu bir yaşlı kadın. İçeriyi biraz duman sarmış. Oda iyiden iyiye ısınmış. "Allah Allah, diye içinden geçiriyor. "Hayal mi görüyorum gerçek mi?" Ne var ki, üç beş metre ötede sobanın başında dev anası gibi etli butlu kadın duruyor. Kadında bir burun var ama, anlatılır gibi değil. Burnu ile sobanın önüne dökülen kölü karıştırıyor. "Tövbe..." diyor Cuma Çavuş... "Ulan bu ne? Ben böyle şeylere inanmazdım. Ne bu karı?" Hemen yakınında duran gaz lambasının alevini yükseltiyor. Sakın hayal görüyor olmayım? Yok yok, hayal falan değil dev anası gelmiş oturuyor sobanın başında. Ne yapmalı? Bir dua okumaya başlıyor. O anda burnu uzundan ilk sözcükleri duyuyor?
"Ne inat edip duruyorsun? Ben gerçeğim."
"Tövbee..."
"Fatma duası yanlış okudun."
Cuma Çavuş'un bir an belleğinden dua geçiyor. Gerçekten yanlış okuduğunu anlıyor. Ama ne yapmalı. Düş mü gerçek mi yaşadıkları. Hala ayrımında değil olayın. Birden kendini topluyor. Bu kez Cuma Çavuş ona soruyor:
"Kimsin? Ne arıyorsun burada?"
"Seni ziyarete geldim. Adımı sen koydun ya sabahtır. Burnu uzun. Fatmana duasını yanlış okuduğunu anladın mı?"
"Dalga mı geçiyor, benimle eğleniyor mu? Kim bu? Sakın bir komşu böyle bir şaka hazırlamasın?" diye içinden geçiriyor.
"Yok, komşu momşu değilim ben. Geldim işte!" diye yanıt veriyor Burnu uzun karı.
Artık Cuma Çavuş'un cinleri başına toplanıyor:
"Bir de bana akıl veriyor! Kalk ...ünü ...tiğim!" diye bağırıyor. Cuma Çavuş karının üstüne yürüyor. Odanın kapısını hızla açıp kaçıyor burnu uzun karı. Cuma Çavuş, eline lambayı alıp ardından koşuyor. Büyük avluya bakıyor yok. Dış kapı kapalı. Evlük, samanlık ahır bomboş. Yeniden odaya geliyor. Ne yapacağını düşünüyor bir an. Şalvarını geçiriyor ayağına. Giysilerini giymeye başlıyor.

19.
Cemin son akşamı. Daha cemin başlangıç suları. Cuma Çavuş meydana çıkıyor:
"Dede, beni bilirsiniz, pek inanmam ceme, tarikata. Şu insanlara olan sevgim yüzünden geliri. Ama başımdan geçenleri size anlatmam gerekiyor."
Bütün toplum, heyecanla bekliyor. Ne oludu da Cuma Çavuş böyle konuşuyor?
"Dün gece benim ev bir burnu uzun kadın geldi. Bilirsin böyle boş şeylere de inanmam. Ama gerçekti gördüklerim. Şimdi şunu söyleyeyim, bu toplumu da rahatlatayım. Ben jandarmalara gerçekten kurban eti vermiştim. Bu doğru. Ama sanırım, Tanrı beni cezalandırdı, ya da korkuttu. Dün gece gördüklerimi açıklayamam size. Gerçekten gördüm."
Tüm halkta bir rahatlama.
"Ohh, belasını buldu... Allah daha beter edecek... Hele daha neler gelecek başına, gör öküzü mü ölür, evi mi yanar allah bilir. Dinsiz gavur Cerci. Allahın parmağı yok ki gözüne soksun. Daha ne olacak, Burnu uzun'u yolamış işte. Hani hiçbirşeye inanmazdı. İşte böyle inandırır Tanrı adama, hah"
Dede postunda oturan Suzani:
Erenler, bacılar Cuma Çavuş kendi kusurunu anlattı. Kendi günahını gördü. Tanrı uyarmış onu. Gördüğünüz gibi bir bela gelirse, yalnız kurbanı yedirenin evine ocağına gelir. hepiniz rahat olun. Cuma Çavuş çok ağır uyarılmış. Görüyorsunuz, Tarikata karşı gelenin durumunu. Şimdi Cuma çavuşun başına bir daha bir uğursuzluk gelmemesi için bir dua edeceğim. Meydan birliğine, dostluk dirliğine diyelim bir Allah Allah. Allah Cuma Çavuş'un günahlarını af etsin, kusurunu bağışlasın. Kendisi bin pişmanlık duyuyor. Diyelim bir Allah Allah..."
Bu gece, erkan ağacı getiriliyor. Kara, uzun düz bir ağaç bu. Dede erkan ağacını iç içe geçirilmiş kılıflardan çıkarıyor. Bir leğenin içine koyuyor. Üzerinden su dükülüyor. Son günün hüznü var toplumun üzerinde. Suya dua ediliyor. Sakka duası okunuyor ve su halka içiriliyor. Son hizmet olan tevhit çekiliyor. Dizler dövülüyor. O anda, esirik durumdaki Yavan Ali ortaya düşüyor. Çılgınlar gibi gibi dövüne dövüne dönüyor. Dönüşler sırasında gözleri kapalı. Tevhit bittiği andan, tümüyle bitkin durumda düşüyor. Yüzüne su serpiliyor. Ağızına su verilip ayıktırılıyor.
Dedeye görüm karşılığı ücreti verliyor. Kim ne kadan isterse, gölünden kopanı veriyor. Para veren parayı dedenin postnun altına sokuyor. Kuzu koyun veren vereceği hakullahın ne olduğunu söylüyor. Eşi ile birlikte çıkıp dua alıyor, yerine oturuyor.
Duran oturan, koğusuz gıybetsin evine varana hızır yardımcı ola, duası ile cem bitiyor.

20. Adanacı
Karlar erimiş Dağ başlarında kalan karlar son direnişlerini veriyor. dereler kar suları ile coşmuş, dağ taş yeşermiş. Çiçekler, otlar, yeşil ekinler, çoban döşekleri, kevenler birbiri ile yarışıyor. Köyü dış dünyaya bağlayan tek yol bir saat uzaklıktaki tren yolu. Kış boyu kopan dış dünya bağlantısı, ilekyazla birlikte yeniden yeniden kuruluyor. Bütün bir kışı Adana, Mersin, Tarsus gibi güneyin zengin illerinde kol işçiliği ile karnının doyurmuş, Mamaş'ın aç insanları biriktirdikleri son kuruş ile üzerlerine temiz bir giysi alıyorlar. Tahta bavullarına doldurdukları eşyalarlala geri dönüyorlar. Kazançları ne, ne getiriyorlar? Bu kazaç hep abartılarak söylenir. Cebinde elli lirası olan 500 lira ile döndüğü söyler. Daha az para ile dönen ise, çok para kazandığını ama parayı çaldırdığını söyler.
Muharrem bir şovalye gibi trenden iniyor. Elinde sık bir bavul var.
 Ayağına siyah körüklü çizme geçirmiş. Üstünde kilot pantolon,  koyu mavi ceket ve onun üzerinde uzun bir palto var. Gözüne kara güneş gözlüğü takmış, başında şık bir foter var. Muharrem çalımlı yürüyüşle bir çayın önüne geliyor. Köye gelmesi için bu çayı geçmesi gerekiyor. Ne ki, çayın suları ilkyazla birlikte coşmuş. Kıyılar çamurdan geçilmiyor. Muharrem, çimenli yolun bitiminde duruyor. Bir üzerindeki giysilere bakıyor, bir ırmağa bakıyor, ne yapacağını bilmiyor. O sırada karşı yakada bir köylü çift çalışıyor. Gelen şık yolcunun ne yapacağını merakla bakıyor. Birden Muharrem'in yüzünde ne yapması gerektiğine karar vermiş bir gülücük beliriyor. Yüksek sesle karşı kıyada küreğine yaslanışmış kendisini izleyen köylüye bağırıyor:
"Köylü gel hele, buraya!"
Karşı kıyıdaki adam koşup geliyor. Muharrem'in karşısında üzerindeki beyaz yırtık gömleğini toplayıp saygılı bir biçimde duruyor:
 "Buyur Bey, ne istiyorsun!"
"Beni alıp karşı geçeye geçireceksin"
"Bey siz kim oluyorsunuz?"
"Hele sen geçir, karşı geçede söylerim!"
Adam Muharrem'i sırtına alıyor. Çayın suları oldukça coşkun. Adam bir yandan taşların arasında ayağına yer arıyor bir yandan da sırtındaki saygıdeğer kişiyi suya düşürmemek için özen gösteriyor. Suyun içinde, götünü büke büke soluk soluğa, Muharrem'i karşı kıyıya bırakıyor. Bir nefes alıyor. Bu kez de karşı kıyada kalan küçük çantayı kapıp getiriyor. Görevini başarı ile yerine getirdikten sonra, önemli konuğun kimliğini soruyor:
"Bey zatı aliniz kim oluyorsunuz?"
Muharrem çantasını eline almış adamın yanında bir heykel gibi duruyor. Kafasını dikip
"Ben Mamaşlıyım" diye karşılık veriyor. Mamaş önemli bir köy. Her tür saygın kişi çıkar düşüncesi ile ayrıntılı bir yanıt arıyor köylü:
. "Kimlerden oluyorsunuz?"
"Ali Kahyagilerden" deyince adam şaşırıyor. Mamaş'ın en yoksul ailesi. Soyundan sopundan bir  adam gibi adam çıkmışlığı yok. Bu kez çok daha sert bir soru soruyor:
"Kimsin sen lan?" diyor.
"Bayramın oğlu Muharrem" diye karşılık verince adam şarırıyor. Bunu duyar duymaz elini silkip
"Aha babanın canına sıçayım" diye bağırıyor. "Niye başından söylemedin ulan eşek oğlu eşek?
Muharrem sırtını dönmüş gülerek gidiyor.
"Söylesem beni geçirir miydin?"
"He geçirirdim, geçirirdim. Ben bilirdim sana edeceğimi... Ah bir bilseydim. Ben de bir hükümet adamı sandım. Kaymakan gibi, tahsildar gibi birşey. Eşek oğlu eşek, Bayramın oğlu Muharremmiş... Kocaoğlan demiyor da! Bir de bey olmuş..."

Adanacıların en kurnazı Muharrem. Esmer yüzlü, uzun boylu, dal gibi ince bir delikanlıdır Muharrem. Tek ayak üstünde kırk yalan söyleyen, ama her yalanını dinleten, hemen çoğuna da inandıran; inandıramadığına ise sevdiren ilginç bir kişi. Adana-Tarsus-Mersin gurbet kuşlarının hiçbiri onun başarı ve işbilirliğni yakalayamaz. Köyde Muharrem'in öyküleri hayranlıkla, gülerek anlatılar. Nasıl bulur, nasıl yaratır olayları bilincinde? Her yalanı bir yaratıcılık ürünü olan bu kişinin köye dönüşü, gençler arasında bir sevinç kaynağı olur. sofrası açık, ocağı sıcak bir konuksever insandır. Yemeyi yedirmeyi seven, ama sözüne üvenilmez bir kişidir.
"Muharrem gelmiş... Muharrem gelmiş" sözleri bir anda köyün çinde yankılanıyor. Muharrem hep gençlerin dostu. Bir anda köyün delikanlıları Muharerm'in renk renk kilimlerle donanmış odasını dolduruyor. Baş köşeden kapı önüne dek sıra sıra oturuyorlar. Muharrem'in gözleri pırıl pırıl. Sevenleri gelmiş.
"Irmaçlı" diye genç eşini çağırıyor. "Kız Irmaçlı uşahlara birşeyler getir. Gatıh, matıh ya da Adana ürünlerinden."
Gençler Anada ürünleri istiyorlar. Kocaman bir bakır tabak dolusu kuruyemiş geliyor. Çir, leblebi, kuruüzüm. Gençler kibar bir oburlukla tabağa uzanıp avuçluyor.
"Eee, Muharrem Emmi, Adana nasıldı, Tarsus nasıldı?"
"Uşah sorman Tarsus'u, Adana'yı. Yine Şadi Beyi'in yanında çalıştım. Şadi Bey beni bırakmaz. Ama istasyondan köye gelirken ne oldu bilin?"
"Muharrem Emmi senin hikmetinden sual edilmez. Gör ne yaptın!"
Çil Mustafa dırdır edip duruyor ben çekip geldim. Yoksa üstüm başım kirlenecek. Köye rezil olacağım. Ne yapayım komşular?"
"Hay bin yaşayasın Muharrem. peki kaymakamım falan desen olmaz mıydı? Niye söyledin Muharrem olduğunu?"
"Ula Çil Mustafa biliyorsunuz bu dönük Bektaşilerin babası. Bektaşilere bir intikam olsun diye söyledim Muharrem olduğumu. Çil Mustafa'nın sırtına binmem bütün Kangal yöresinde söylenecek. Fırsat elime düşmüş ki, kaçırır mıyım!"
Bütün gençler gülüyorlar. Hemen her ağızdan bir övgü yükseliyor. Ama ortak tümce:
"Vallahi büyük adamsın Muharrem!"

21.
Kara Cemal, eşyalarının bir kağnıya yüklüyor. Köyde evli kızı gelmiş. Eşyaların yüklenmesine yardım ediyor. Anne ve kızlar sessiz ağlıyorlar. Feleğe kadere küfür ediyorlar. Cemal'in aldırdığı yok. Arada kızıyor eşinin ve kızının ağlamasına. Küçük çocuklar gelmişler, göçün yüklenişini hazin gözlerle izliyorlar.
"Kız ne ağlayıp duruyorsunuz? Ağlanacak ne var? Ölüm yok ya! Gidiyoruz işte. Alıp köylerini başlarına çalsınlar. Yok düşkünmüşüz de, yokmalımızı dafarlarını katmayacaklarmış da. Görsünler Kara Cemal'in şehirde de işini yoluna koyduğunu."
"Ede bir güze gelir misiniz?" diyor büyük kız.
"Bir daha bu köye adımımım atarsam..."
"Bu ne biçim söz ede?"
"Ne olacak, artık bundan sonra gelmem."
"Ben sizi artık görmeyecek miyim?"
"Seni Zile'ye getiririm."
"Beni Zile'ye kim yollar? Artık sizi göremeyeceğim demektir."
"O, sofu kaynatana söyle. Kına yaksın işte gidiyoruz..."
Gelin kız ağlıyor. Kağnı yüklenmiş. Kapıya kilit vuruluyor. Kağnı karayoluna doğru gidiyor. Bir başına gelin yolda kalıyor. Bir daha görememe korkusu içinde, gözlerinde biriken yaşları başındaki beyaz örtü ile siliyor.
Hazin ayrılışın sancısı herkes sarmış. Dikbaşlı adamdı Cemal. Pek sevilmezdi bu yüzden köyde. Köylü fırsatını bulmuş, anki ona bir ders  vermek istemişti. Sonuçta el ele verip başarmışlardı. Kapısı açılmaz olmuştu. Kapısından geçenler selam vermiyorlardı. İyice yalnızlığa itilmişti Cemal. Her şeye karşın son ana dek kuyruğu dik tutmasını bilmişti. Kimseye eyvallah etmeksizin iki yılı şkın süre evini ocağını yürütmüştü. Sonuçta ise baskılar ağır gelmiş, gurbetin yolunu tutmuştu.
Şimdi onun kapısına kara kilit vuruldu. Artık onun kapısından geçen yaşlılar selamlarını gizlemek için zahmet çekmeyecekler. Kadınlar kocalarına Cemallarla ilişkilerini gizlemek zorunda kalmayacaklar.
Nedir ki, bir kapı kapanmış. Ocağın sönmesi, evin "peğ" olması gibi bir olgu yaşanıyor. Br komşunun evinin kapısına uğursuz kara kilit vuruluyor. Hani oğlu uşağı olmayan yaşlıların ölümleriyle kapılarına kara kilit vurulur, evleri ocakları darma dağın olur ya, öyle bir durum yaşanıyor. Hem de bunca oğlu kızı olmasına ve de dirliği düzeni yerinde olmasına karşın.
Toprak damlı evlerin duvarları diplerinde oturan yaşlılar kedileri ile bir hesaplaşmanın içine girdiler. Suçluluk duygusu içinde birbirlerine açmak istemedikleri bir konu Kara Cemal'in göçü. Herkes kendini suçlu tutuyor. Tamam Kara Cemal kötü adamdı, aksi adamdı. Dikbaşlıydı, kimseye boyun eğmezdi. Ama çalışkan adamdı. Yardımseverdi. Komşunun elini alırdı. Zor gün dostuydu. Üstelik yola, erkana düşkün bir iş yapmamıştı. Başına ne geldiyse oğlnun yüzünden gelmişti. Bu duruma itilmemeliydi. Sonuçta ne olmuştu ki, yüz evlik köyden bir evin eksilmesi kime ne kazandırmıştı? Herkesin günahi kendineydi.
Elveda toprak damlı evler, elveda söğüt kavak ağaçları ile süslü dereler. Artık ne zaman, nasıl dönülür kimse bilmiyor. Bilinmez bir geleceğe gider gibi toprak yollu bozkarda kağnı ilerliyor.

22.
Toprak damlı evler. Dar kıv­rımlı yollar. Söğüt ağaçları ile süslü dere kıyıları. Yaz sıcağı basmış. Öğle sonrası. Harmanlarda dövenler dönüyor. Yorgun köylüler çalışı­yor. Bir top söğüdün altında gözlüklü yaşlı bir dede bağlama çalı­yor. Biraz ileride harmanda döven durmuş. Öküzler harmanı yiyor. Yaşlı adamın aldırdığı yok. O bağlamaya sarılmış, döktürüyor bağlamayı. Uzaktan, omuzunda yaba ile 14-15 yaşlarında karayağız bir delikanlı geli­yor. Harmana yaklaşınca yüzünde bir gülümseme beli­riyor:
"Amca, ne bu hal? Ne yapıyorsun?"
Yaşlı adam yanıt veriyor.
"Ula oğlum Ali, bir bakayım, parmaklarım alışkanlı­ğını yitirmiş mi, dedim!
İkisi de gülüyor.
"Amca bir dakika, şu harmanı bir düzene koyayım. Bu deyişi can kulağı ile dinlemek istiyorum. Öküzleri harmanda başı boş bırakmış­sın. Öküzler buğday yiyor­lar, şişip ölecekler. Çocuklar nerde? Dövene neden onları bindirmedin?"
"Çocuklar sırasının üstüne dövene bineceklerdi. Kaçıp gitmişler. Derenin kıyısında olmalılar."
"Şimdi ben gösteririm onlara!"
Genç adam bağırıyor:
"Vahap, Cengiz, Tuğrul, Mehmet, nerdesiniz ulan? Döveni burda koyup hangi cehenneme kaçtınız?"
8-10 yaşları arasında 3-4 çocuk korku içinde koşup geliyor.
"Buyur ağabey" diye derli toplu duruyorlar.
"Nerdesiniz ulan. Hepinizi döveceğim. Döveni am­cama bırakıp nere gittiniz? Sırasının üstüne dövene bi­neceksiniz."
Çocuklardan biri dövene biniyor. Yastıkların üstüne otururlar. Amca sazı yeniden kucağına alyor.

              Kangal'dan aşağı Mamaş'ın köyü
              Derindir gölleri soğuktur suyu
              Üç köyün içinde Zebneb'in soyu,
              Zeyneb'im Zeyneb'im allı Zeyneb'im
              Üç köyün içinde belli Zeyneb'im.

Genç adam diz çöküyor. Birkaç dakika amcasının bağlama çalışını izliyor. Amcanın bağlaması bir türkünün eşliğinde karşı tepeden yankılanıyor:

              Söğüdün yaprağı narinden narin
              İçerim yanıyor, dışarım serin
              Zeynebi bu ayda ettiler gelin,
              Zeyneb'im Zeyneb'im allı Zeyneb'im
              Üç köyün içinde belli Zeyneb'im

"Ali oğlum, bu Türkü bizim köyün çok eski türkü­sü. Şimdi kimileyin radyoda da söylenir."
Uzaklardan kağnı gıcırtıları geliyor. Harmanlardaki köylüler arasında yorgun konuşmalar. Yoğun işi birazcık yoluna koyan kimi komşular, söyleşinin yoğun olduğu top söğüdün gölgesine gelip oturuyorlar. Bir bir çoğalan kalabalık mutlu bir ortama dönüşüyor. Dede konuşuyor, çalıyor. Onlar aralıklarla söyleşiye katılıyorlar.

23.Cin Abbas
Cin Abbas lakabı ile ünlü Abbas Dede kendine özgü bir kişi. Evi köyün bitiminde, mezara yakın yerde yer alıyor. Küçük bir çayıra harman kurmuş, karınca gibi çalışıyor. Harmanı derliyor, atların dizginini ayarlıyor. Bir an duruyor, aşağılardan gıcırdayarak gelen kağnıya doğru bakıyor. Kağnı dev bir buğday çuvalı taşıyor. Komşu Sünni köyü Halburveranlılar yaz aylarında un öğütmek için, bu yolup kullanıyorlar. Mamaş'ı aşarak bir öteki köydeki su değirmenine buğday öğütmeye gidiyorlar. Bu kağnı da onlardan biri olmalı. Cin Abbas gözlerini süzerek özenle bakıyor gelen yolcuya. İçerden birilerilerini çağırıyor.
"Ali, sen şu harmana biraz göz kulak ol. Benim Yoncalık'ta ufak bir işim var. Hemen geleceğim. Aman gözünü atlardan ayırma!"
Omuzuna bir kürek alıp yola düşüyor. Biraz sonra kağnısı ile gelen komşu köylü yolcu ile birleşiyor. Söyleşerek gidiyorlar. Sıcak bir şöyleşi içinde tozlu yollarda ilerliyorlar. Kağnının tekeri tozlu yola yarı yerine dek gömülerek gidiyor. Cin Abbas, adamla tatlı tatlı hava­dan sudan konuşarak köyden çıkıyor. Köyün doğu kesimine düşen yeşil alana geliyorlar. Yoncalıklar kurumuş. Kağnı bir dereye doğru kıvrılıyor. Bu anda Cin Abbas soruyor:
     "Yahu baharda bizim Ali'yi dövmüşsün."
     Adam umursamaz yanıt veriyor:
     "Haa, dört tane takmıştım."
     Cin Abbas, hemen karşılık veriyor:
     "Öyle mi? Öyleyse dört tane de ben sana takayım hele..."
     Cin Abbas adama kürekle vurmaya başlıyor. Adam şaşkın bağırıyor. Ama derenin içinde ne duyan, ne yetişen var. Allah’ın bol, insanın kıt olduğu bir dere içi burası. Adamı kanlar içinde bırakıp köye dönüyor.

     24.
Söğüdün altında söyleşi sürüyor. Ayranlar geliyor, bakır taslardaki ayranlar kafaya dikiliyor, şakalar yapılıyor. Giderek artıyor katılım. Bir ikindi sonrasında günün yorgunluğunu çıkarmak isteyen komşular bir bir beliriyorlar. Bu sırda Cin Abbas, sessizce yanlarına yanaşıp oturuyor. Cin Abbas korkunç çalışkan bir kişi. Yaz döneminde öyle söyleşiye, lafa katılmaz. Revani Cin Abbas'ı görünce seviniyor:
"Yahu, Abbas Efendi, senin yolun düşmezdi bu taraflara, hoş geldin. Sen işten güçten ayrılmazsın. Abbas Efendiye bir yastık getirin." Söyleşi giderek artan coşku ile sürüyor:
"Bu Zeynep bizim köyden Hasan Ağagilin kızıymış. O zaman­lar kervancılar gelirdi köylere. Bir kevancı geldi. Atlarla kervan konakladı. Bir iki eve dağıldılar. Bu arada genç bir delikanlı bi­zim Hasan Ağların Zeynebi pınarda görmüş. Zeynep su dolduru­yor. Kervancı da yüzünü yumaya gitmiş pınara. Bir görüşte tu­tulmuş Zeynep'e. Sonra tutturmuş babasına "ne yap yap bu kızı bana al." Babası zengin. Kervancı dedik ya sen anla gerisin. Neyse efendim, geldiler Hasan Ağagile kız istemeye. Hasan Ağa kız verir mi, öyle elin yabancısına, yezidine. "Ulan siz kim olu­yorsunuz" deyip kovdu. Oğlan mal mülk ne istiyorsanız vereyim. Canımı alın bu kızı bana verin diye yanıyor. Ama Hasan Ağa vermez. Hem de uzatmadı işi. Hemen Balıgile verdi. Şu bizim Balı var ya, Götöğ Balı, işte onun anasıydı Zeynep. Daha kervan köydeyken düğün tutuldu. Zeynep gelin gidiyor. Kervarcı yandı tutuşuyor. Gözleri dolu dolu, köyün kıyılarında geziyor. İşte o sıra yakmış bu türküyü. Şöyle sürer:

                        Zeynebi bu hafta ettiler gelin
                        İçerim yanıyor dışarım serin
                        Zeynep'im Zeyneb'im allı Zeyneb'im
                        Üç köyün içinde şanlı Zeyneb'im

"Sonra türküyü 1932 de Sivas'ta Halk Şairleri Bayramında Aşık Süleyman çaldı. Muzaffer Sarısözen notayı geçirdi. Şimdi radyolarda çalıyor. Ama kimse bilmiyor bu olayın Mamaş'ta geçtiğini. Zaten deyişin birinci dörtlüğü de söylenmiyor."
Cin Abbas'ın üzerinde bir dinginlik, bir durgunluk var. "Yahu Abbas Efendi, nen var?" diyorlar. "Yorgunum biraz" diye karşılık veriyor.
Bir süre sonra köyden bir genç geliyor.
"Dede.." diye bağırıyor.
"Ne var Mor Veli?" diye soruyor Revani.
"Duran’ı Ömer'i dövmüşler", Revani şaşkın biçimde sazı bırakıyor elinden. soruyor:
"Kim dövmüş? "
Çocuk Cin Abbas'ı gösteriyor.
"Abbas Emmim dövmüş diyorlar."
Cin Abbas:
"Görüyorsunuz arkadaşlar saatlerdir ben burada oturuyorum. Hepiniz şahitsiniz."
Herkes gülüyor.
"Doğru sen burda oturuyorsun. Biz şahitiz Abbas Dede."
Revani sessizce yerinden kalkıyor. Bütün oturanların yüzünde tatlı bir gülümseme. Hayranlık duyan gülücüklerle Cin Abbas'ın yüzüne bakıyorlar. Kimse bir şey soramıyor. Cin Abbas yarı şaka yarı ciddi kızıyor:
"Ne gülüyorsunuz, niye bakıyorsunuz yüzüme ulan, Allah'tan korkun ben sabahtır burada oturuyorum..."
"Tamam dede tamam, oturuyorsun. Biz şahitiz. Şahitiz de, sen burada otururken Halburveranlı nasıl döğüldü diye gülüyoruz."
"Ne bilem kim döğmüş, yezit oğlu yezidi. Belki komşuları döğmüştür. Benim üstüme atıyor. Biliyorsunuz, bu yezidin bize düşmanlığı var. İlkyazda bizim Ali'yi döğdü. Şimdi de benim üstüme atıyor."
Herkes gülüyor. Cin Abbas da gülüyor kendi sözlerine. Tüm topluluk bu gülme üzerine rahatlıyor. Cin Abbas:
"Vallah yahu... Karısı mı döğdü komşusu mu, ne bilem, kim döğdüyse döğdü. bana ne?"

25.
Revani, oturanlardan bir iki kişiyi çağırıyor. Ayaküstü konuşuyorlar. Revani:
"Ne yapacağız? Abbas Efendi'yi ortada koyup candarmaya teslim edemeyiz. Çabuk çağırın muhtarı."
Birkaç dakika sonra Muhtar geliyor:
"Muhtar, senin aran yok Abbas Efendiyle. Ama bu iş bütün köyün namusu. Candarmaya teslim etmeyeceksin Abbas Efendi'yi..."
"Ulan, siz deli mi oldunuz, şaşırdınız mı? Ben adam mı veririm candarmaya. Abbas Efendi benim kanlım olsa vermem. Bir Yezit döğmüş... ben kalkıp onu ortada mı koyacağım? Karışmayın."
Köyün içine yayılıyor bir anda Cin Abbas'ın olayı. Hayranlık ve şaşkınlıkla anlatıyorlar:
"Abbas Efendi Halburveranlı Ömer'i bir döğmüş ama sorma!"
"Ula görülmüş birşey mi Halburveranlı döğmek? Hükümet adamı döğmekten beterdir."
"Kardeşim, boşuna Cin Abbas dememişler... O döğer."
"Hay eline sağlık Cin Abbas..."

26.Oruç
Köy kara yasa batmış. Kızgın bozkır sıcağı altında zaman durmuş gibi. En değerli zaman diliminde yaşam durmuş.Bir yılın birikiminn derleneceği, bu anlık zaman kesinde ne yapılırsa yapılacak, tane tane buğdaydan çuvallar doldurulacak, değirmene gitmek üzere avlulara direnecek. Gelecek yaza çıkıncaya dek yaşamı götürecek un, bulgurun hesabı yapılacak. Sonra işin içinde komşulardan un, bulgur dilenmek de var. Her ödünç gibi ödünç kuzular. Bir ölçek un için bir buçuk ölçek denir. Dedikodu da üstüne üstlük.
Açlığın ve toplumsal üzüntünün sıkıntısı içinde bireyler yarını unutmuş, ölüm sonrasının hesaplaşmasını yapıyor Hz. Hüseyin'in ölüm günleri, on iki gün oruç tutuluyor. Bu aynı zamanda bir yas töreni. Su en az içilecek, gülmek yasak ve en küçük sevgi gösterisi suç. Saç sakal kesilmez. Tam anlamıyla yaşam ötesinde yoğunlaşmış düşünceler.
Ne ki yaşam kuralını koyuyor, ölümün zamanını bilmek olanaksız. Ölüm ötesi ile tümden bilinçte çizilen soyut bir evren ama on beş gün sonra yaşam var. On beş güne ne gerek, akşam oruç açılacak. Oruç sofrasına ne gelecek, onun kaygısı var, oruç sofrası. Ve de çocuklar, onlar ekmek, yemek isterler. Hadi bakalım sofu kardeş, öteki dünyaya varmadan bu dünyadaki görevini yerine getir!
Zaman onu sorar. Gün boyu, bu duygu ve düşünce içinde midelerin açlıktan guruldadığı, tenin sıcaktan doyumsuz bir su isteği ile çırpındığı ve dudakların çatladığı sırada kağnıya sap yükleyeceksin. Sapı, devrilmemesi için kendirle kıskıvrak çekip bağlayacaksın.En küçük yanlışa yer bırakmayan bir çaba ile yapılacak bu iş. Yoksa yolda sapı devirmek tüm işi yeniden yapmak, dahası bir iki kişinin yardımına gerek duymak, ve de tüm köye ister istemez rezil olmak var.
İlkokulu bitirmek için kışı ilçede ya da Sivas'ta geçiren çocuklar, eşek sırtında saman çuvalı taşırken, yaptıkları işin ağır utancı içinde yalnız önlerine bakıyorlar. Kimseyle göz göze gelmeme çabasında dış dünyaya kendilerini kapıyorlar.
Kara Ali, şu Ali Efendigilin Kara Ali var ya, bir garip çocuk. Nasıl demeli hızır gibi bir adam. Yonca mı sulanacak orada, çuval mı yüklenecek orada, tırpan mı biçilecek orada. Hiç bir işten yüksündüğü, utanç duyduğu yok. Hangi işi yapsa en iyisini yapmaya çalışıyor. İgücünü çaldığı yok. Üstelik köyün en iyi okumuş adamı, ortaokul son sınıfa gidiyormuş. Orta okul ne demek biliyor musun?

27. Sap Kağnısı
Sap yüklü kağnının gacırtısı dağı taşı tutuyor. Karayağız delikanlının özenle yüklediği sap dağ gibi heybetli. Yanında yaşlı amcası ile laflayarak geliyolar.çeredeki ekin tarlaları sararmış biçilmeyi bekliyorlar. kimi tarlalar ise biçilmiş. Giderek silinip gidiyorlar. Uzaklardan yorgun selamlşma sözcükleri duyuluyor:
"Kolay gele, bereketli ola... kaç günlük işin kaldı"
Sorular da görev gereği, yanıtlar da kimsenin konuşmaya gücü yok. herkesin canı burnunda. Burnunun tutsan canları çıkacak türden. Kağnı bir kıvrma griyor. Birden önlerinde devrilmiş bir kağnı ile karşılaşıyorlar. Temizce giyimli sarkık bıyıklı adam, kağnının öküzlerini çözmüş, arabayı yeniden kaldırmak için üzerindeki yeşil otu atıyor. Ali soruyor:
"Kim bu amca? bu adamı ilk görüyorum. Bizim köylü mü?"
"Bizim köylü., Kara Cemal. Zile'de oturur. Yıllar önce bir düşkünlük yüzünden, köye kahredip gitti. İşini gücünü Zile'de kurdu. Durumu çok iyi. Bir çayırı var şu ilerde. Her yıl bir kez gelir, çayırın otunu satıp gider. Elini bir işe sürmezdi. Nasıl oldu da çayırın otunu kendi götürüyor?"
"Selamın Aleyküm Cemal. Hoş geldin, ne zaman geldin duymadım."
Aleykümselam dede. İki gün oldu geleli."
"Hayrola Cemal, nerden ot yüklemek aklına geldi? Sen çayırın yüzünü satıp giderdin."
"Sorma dede, şu Kendirgile sattım. Pazarlığı bozdular. Mecbur kaldım, otu kapıya götüreyim, burada mal davar yiyor. Artık köy işlerini unutmuşum. Kağnıyı devirdim."
"Cemal geçti o eski günler. Artık elin işten uzaklaştı."
"Öyle dedem unutmuşuz. Sapı iyi yükleyememişim araba devrildi. şimdi toplamaya çalışıyorum. Yeğenin mi bu, Abbas çavuşun oğulu?"
"Heye."
"Maşallah büyümüş dede. Artık elinden tutuyor senin."
"Çok şükür Cemal. Ali de tam babası gibi. Çalışkan."
Ali söze giriyor:
"Amca yardım edeyim mi?"
"Çok iyi olur."
Ali, dirgeni çekip kağnıya yaklaşıyor. Fırtına gibi otu bir yana atıyor. Üçü kağnının yanına dayanıp yeniden iki tekerleğinin üzerine oturtuyorlar. Ali yerdeki otları dirgenle kagnının üzerine atıyor. Kara Cemal çiğniyor. İş bitiminde öküzleri koşuyorlar. Ot kağnısı önde, Revani'nin kağnısı arkada yola koyuluyorlar. Kara Cemal, Ali'ye dönüyor:
"Ali Efendi nerede okuyorsun?"
"Orta sonda." Ali, kendisine Efendi' denmesine şaşıyor. Birden kendi kendine "Ali Efendi, Ali Afendi" diye söyleniyor. Kara Cemal çocuğun kendisine Efendi sözünün söylenmesini yadırgadığını anlıyor.
"Ali Efendi ya! Sana deden Ali Efendi'nin adını verdiler." Sen bizim için Ali Efendisin. Maşallah çok sevindim." Kurt Veli'ye dönüyor.
"Dede, sorma çocukları okutmaya çok hevesim vardı, ama olmadı. Okumadılar."
"Cemal, Yusuf okudu ya."
"Yok dedem yok, okumak o değil. Sen ne okumak istiyorsun Ali Efendi?
"Mühendislik, inşaat mühendisi olmak istiyorum."
"Hay bin yaşayasın. Gördün mü, okumak budur dede. Avukat olacaksın, mühendis olacaksın, doktor olacaksın, yani şöyle bir yer tutacaksın. Okumak bu dedem. Yoksa, onun bunun götüne yne vrmayı öğrenmek okumak değil.  Yusuf'uun okuduğu bu. Sağlık memuru oldu. Bu yalnızca ekmeğini kazanmak. Kimseye muhtaç olmadan yaşamak. Ben de böyle Ali Efendinin söylediği gibi okutmak istedim Yusuf'u, liseye gitmedi. Kolayı seçti, tez elden evlenmek için. Sanki birşey varmış gibi.
"O da yeter Cemal. sen hiç okul görmedin."
"İşte mesele de bu ya. Dönem değişiyor. Artık öyle küçük okumuşluk yetmiyor. İleride hiç yetmeyecek. Bizim büüyük okumuş yetiştirmemiz gerek. Devlette sözümüz geçmeli. Her şey bozuluyor. Bak köyün eski durumu kalmış mı? Paramla üç araba otu getirtecek adam bulamadım. Kendim bir kağnı buldum taşıyorum. Emmi oğluna 'ula yavrum on lira verem, gel biraz yardım et' dedim, gelmedi. Bey arkadaşlarına söz vermiş, onlarla çermiğe gidecekmiş. Çermiğe iki gün sonra gitse olmazmış sanki. Olur mu bu dede? Böyle miydi bu köy? Köye biri gelince tümü yardımcı olurdu. Sen dedesin, bir elini alan var mı?
"Yok Cemal, geçti o günler. Çok şükür, şu çocuk yetişti de elimi alıyor."
"Geçti tabi. Millette ne sevgi ne inanç, ne saygı kaldı. Günbe gün tükeniyor.Şu sizin yaşıtlar giderse, her şey unutulup gider. Ne Alevilik kalır, ne dedelik. Bu yüzden okumalı gençler. Bundan sonra eski düzen sürmez.
"Ula Cemal, ne laflar ediyorsun? Bu ne sözler?
"Dede el memleket görüyorum. Sabahtan akşama el içindeyim. Bir hastan olur Hastaneye yatıramazsın. Bir avukat bulamazsın. bize bunlar gerekli. Çok şükür Ali Efendi iyi okuyormuş. Bir gün bir yardım gerekirse, elimden geleni yaparım Ali Efendi'ye."
"Sağ ol Cemal, ne yardım gerekecek. Babasının aylığı var okutuyor."
"Hani ben söyleyeyim de, gün ola harman ola..."
"Gün ola harman ola. Haklısın Cemal. Hayatta hiç birşey belli olmaz.
Kızarmaya hazırlanan güneşin vurduğu gölgeler uzuyor. Ali, gölgelere bakıyor. Kendi gölgesine. İki üç kat büyük kambur bir gölge. Sanki ruhunun derinlerindeki dev adam yürüyor o gölgenin içinde. "Ah şu lise bir bitse diye geçiriyor içinden. "Şu güzel insanlar görseler okumak nasıl olurmuş. Zavallı adamın oğlu sağlık memuru olmuş. Oysa adam okutmak için her şeyi yapmak istemiş. Ey tanrım yüzümü kara çıkarma. bana, şu amcama, şu güzel insanlara hizmet olanağı ver! Bir kez... bir kez...."

28.
Ali Ede Kurtkulağı'ndaki tarlanın ürününü derlemek için, kağnıyı sap yığınına dayadı. Delikanlılığa yeni adım atmış oğlu İbrahim'le kağnıyı yüklemeye başladı. Ali Ede aşağıdan dirgenle sap veriyor, İbrahim sapı yerleştiriyordu. Sap yığınının hemen yanında bir çağal yığını duruyordu. Tarladan ayıklanan taşların yığılı bulunduğu bu taş yığını,

28.
Kurt Veli Dede bunları anlatırken, birden kapının önünde konuklar belirdi. "Uşak bakın hele kimler geldi" dedi. Çocuklar ko­şarak kapı önüne gittiler. Vahap ordan bağırdı.
"Amca Zile'den gelmişler. Ziyaretçilermiş. Silisli Aşığın kö­yünden."
Veli dede yerinden doğruldu. Yanına yeğeni alıp ziyaretçilerin yanına gitti. Ziyaretçiler el öpüp saygı gösterisinde bulundular. Evden kadınlar kızlar çıktı. Heybeler içeri alındı. Kapı önüne minderler atıldı. Ayranlar getirildi. İkramlar başladı. Kadınlar kendi aralarında, erkekler kendi aralarında konuşmaya başladılar.
Evet, Zile'den gelmişlerdi. Veli dedenin talipleriydi. Kiminin çocuğu olmuyordu, kiminin çocuğu oluyordu da durmuyor, yaşamıyor. Dedeyi düşlerinde görmüşler. Bu yaz günü işi gücü bırakıp topluca dedeye gelmişlerdi. Dede onları çağırmıştı. Eee, böylesine inançlı insanlar nasıl karşılanırdı. "Hoş gelmiş, sefalar getirmişlerdi."
Böyle bir havada hazırlıklar başladı. Evde hızlı bir gitgel sürüyor. Komşulara gidiliyor, tabak, yiyecek getiriliyor. Bu arada yiyecekler getirilirken gizleniyor, konuklara yokluk belli edilmek istenmiyordu. Ama konuklar da sezimişlerdi.
"Dede sana sıkıntı verdik" gibilerden arada ağızlarından bir iki sözcük yuvarlanıyordu. Ama dede de moral yerinde hiç birşeyi aldırdığı yok. Bıyıklarını buruyor, neşe içinde anlatıyor, anlatı­yordu. Köylülerden kimilerini soruyor, gelmişten geçmişten ne aklına geliyorsa döküyordu. Yanında kara yağız yeğen tatlı gülü­cüklerle amcasını izliyordu.
Bu sırada kapı önündeki döven çoktan unutulmuştu. Dövenin üzerindeki çocuk acıklı gözlerle eve bakıyor, bu söyleşiden uzak kalmanın tedirginliği içinde kendi kendine küfürler edi­yordu. Hep kendi mi yapacaktı bu işi bir sürü çocuk daha vardı. Çocuk derenin ardından dolaşıp se­sizce eve süzüldü. Oh be dünya varmış. Ev bir cümbüş. Tandır başında yufkalar yapılıyor. Yemekler pişiriliyor. Veli dede anlatı­yor. Bir kıyıya sinip oturuyor.

29.
"Kız ana, çalıdaki çamaşırlar eksik,
"Ne demek eksik. Bizim çamaşırları kim ne yapacak. Yel bir tarafa atmıştır. Sağa sola baksaydın.
"Baktım ana. Yok. Vallahi eksik.
"Hangi çamaşırlar eksik?
"Ablamın çamaşırları!
Anne olağanüstü tepki gösteriyor. Gözleri açılmış,
"Nee... tümü onun çamaşırları mı?
Tümü onun, iç donu bile yok!
"Eyvahhh...
"Ne oldu ki?
Elif Ana'nın tepkisi korkunç. Top söğüdün gölgesinde yeğenine saz öğreten kocasına yolluyor küçük kızı."Çok acele gelsin" diyerek. Top söğüdün  gölgesinde yeğen saz çalmayı sürdürüyor. Baba içeri geliyor. Elif Ana ile Revani arasında hararetli bir konuşma geçiyor. O dingin Revani'nin rengi atmış, cebinden tabakasını çıkarıp bir sigara sarıyor. Bir iki dakika kapı önünde duruyor. Ne yapacağını düşünüyor. Oğullarından birini çağırıyor.
"Git bana muhtarı çağır.
Bir kaç dakika sonra muhtar geliyor;
"Hayr ola dede ne var?
"Muhtar, pek hayır değil. Kızın çamaşırlarını çalmışlar.
"Etme dede, yel uçurmuş olmasın? Kim çalabilir, senin kızın çamaşırlarını hangi soysuz bunu göze alabilir? Yok dede olmaz.
"Muhtar, iyice baktık, arattım. Yok. Çalınmış. Yalnız kızın çamaşırları eksik. Bir pislik çıkmadan bunu bulmak senin işin!
"Dedem, kurban olan sen üzülme. Size uzanan el bize, hepimize uzanmış demektir. Sen ne diyorsun. Sen üzülme.Şimdi kimseye sezdirme sezdirme. Git çocukların yanına otur. Ben, bir köyün içine girer anında bulurum. Yalnız sen kemseye duyurma!
"Revani, omuzları düşmüş, top söğüdün altına gidiyor. O sırada Ali Rıza Bozkurt sevinçli:
"Amca, bak dediğin makamı çıkardım!..
"Çok yaşayasın oğul. Dedim yaparsın diye çal hele,
Ali Rıza sazı çoşku ile çalıyor. O an yeniden amcasına bakıyor. Amcasının durgunluğunu, üzüntüsünü seziyor.
"Amca senin neyin var?.. Kötü bir şey mi oldu?
"Yok... Yok... Sen çal.
"Amca sende birşey var, neden çağırdı seni Elif Ana?
"Yok... önemli değil. Tarlanın sulanması...
"Sularız Amca...
Ali Rıza Bozkurt anlıyor. Sazı yana bırakıyor. Durgun bir ortam. Kimse konuşmuyor. Bu suskunluk tedirgin ediyor Ali Rıza Bozkurt'u.
"Amca gel hele, biz şöyle dereye doğru bir gidelim.
İkisi kalkıyorlar. Amcanın elinde sigarası. Boylu boyunca yürüyorlar.
"Amca, nen var senin?
"Sorma Ali. Çok kötü, çok kötü...
"Ne kötü olan?
" Bizim büyük kızın çamaşırlarını çalmışlar.
"Kim çalmış? Bunda üzülecek ne var? Bunca değerli miydi çamaşırlar? Yenisini alırsın!
"Yok Ali yok... Sen bilmezsin, bu bir namus sorunu. Burada, genç kızın elbisesinin çalınması...
"Yahu Amca, on paralık bez. Ne namusu, çalan kıçına soksun. Düşünme, ben yarın Kangal'a gider, yenisini alır gelirim.
"Ali oğlum, para pul sorunu değil. Namus...
"Yahu Amca anlamıyorum, on paralık çit-çaputu ne gözünde büytüyorsun. Ne namusu?
"Yavrum, burada bir genç kızın iç çamaşırlarının çalınması, onun orospu olması demektir.
"Niye?
"Böyle işte. Köyde oynaşının giysisini çalıp ona buna gösterip rezil ederler.
"Allah... Allah...
"Ya Allah... Allah!
"Peki kızın oynaşı mı varmış?
"Yok oğul, dalda asılı çamaşırı çalmış kim çaldıysa.
"Kim çalabilir?
"Bilmem... Çok önceleri Kara Cemal'in oğlu böyle bir cahillik etti de düşkün olduydu Kara Cemal."
"Yine o eşek sıpası mı yaptı? Gidip ayağımın altına alıp çiğneyeyim."
"Yok oğul. Adam düşkün oldu. Kimse selam vermedi. Çoluğunu çocuğunu toplayıp köyü bırakıp gitti bu yüzden. Kimse kalmadı ondan. Oysa kendisinin en küçük suçu yoktu ve iyi bir Aleviydi zavallı. Oğlunun yüzünden."
"Ne yapacağız?
"Yok Ali olmaz. Kimin yaptığını bilmeden olmaz. Bu çok ağır suç, cinayet çıkar. Hele bekle. Muhtarı çağırıp konuştum.

30. Deli Mustafa
Bir eşeğin üstünde, ufacık yaşlı biri geliyor. Pos bıyıklı, kısık sesli, deli bakışlı biri bu. Kısık sesiyle "Veliağa" diye bağırıyor. Veli dede top söğüdün altında oturduğu yerden sıçrıyor:
"Vay dedem" diye koşuyor. Ali şaşırıyor. Amcasnı hiç böyle atik görmemiştir. Kim bu garip konuk? Kurt Veli adamın eline sarılıp öpüyor. Ali, soruyor:
"Kim bu amca?"
"Dede, dede... Ateşağa... Mustafa dede... Çorumlu Dedekargın ocağından Deli Mustafa dede derler buna oğul. Bu da bizim dedemiz."
"Amca sen kendin dede değil misin?"
"Dedenin de dedesi olur oğul. bunlar da bizim ocağın dedeleri. Biz de Dedekargın ocağı önünde hesap veririz. Her ocağın da sorğulandığı bir ocak bulunur. El ele, el hakka uzanır."
Veli dede, çok sever ve saygı duyar bu çılgın adama. Yaşı yetmişi aşmış. Bir dizi çılgınlıkları var. Açık sözlü, ra­hat bir adam. Dünyayı önemsemez.

Veli dede bir yandan dedeyle bir yandan taliplerle ilgileniyor, iki yanı da küstürmemek, saygıda kimseyi unutmamak istiyor.
Bu sırada dışardan bağırdılar, döven durmuş. Öküzler sapı yiyor. Çocuklar dövenin üzerinde tutmak olanaksız. Veli Dede yeğenine:
"Bu kalabalıkta çocuklar döven üzerinde tutulmaz. Ali yavrum git şu öküzleri çöz, içeri getir. Şu konukları yolcu edinceye dek iş dursun."
"Olur mu amca iş dursun? Ben çalıştırırm çocukları."
"Yok oğlum yok, sen bilmezsin. Boş ver. Benim dediğimi yap."
"Peki sen bilirsin amca."
Ali kızgın harmana gidiyor. Öküzleri çözüp içeri getiriyor.
Evde koşu sürüyor. Bulgur pilavları hazırlanıyor. Ekmekler dökülüyor. Komuşular gidip gelmeler birbirini izliyor. Ha, kaç kişi gelmişti? On- on iki kişi. Evde yatak var mı? Kimden yatak alınacak? Ana kıza sesleniyor:
"Kız şuradan Dinik Veli'yi gidin üç kat yatak iste hele"
"Ben gitmem."
"Kız ben gitmem ne demek! Kim gidecek peki?"
"Kim giderse gitsin. Sen niye gitmiyorsun"
"Görmüyor musun elimde işim var."
"Gidip kendin istesen ya!"
Ana kalkıyor, dır dır ederek gidiyor. Kız hamurun başına oturuyor. Biraz sonra Elif Ana geliyor. Ama yüzünden düşen yüz parça. Kız acı acı gülüyor. Ana kıza sesleniyor:
"Kız git, sessizce edeni çağır."
Biraz sonra Kurt Veli geliyor. Elif Ana:
"Dinik Veligil yatak vermediler. Nerede yatıracağız ziyaretçileri rezil olacağız. Ne yaparsan yap, yatak bul. İşte dedeliğin sonu!"
Kurt Veli'nin de rengi atıyor. Bir sigara yakıyor.
"Çabuk bana Ahmet Ede'yi çağırın!"
Büyük kız isteksiz gidiyor. Biraz sonra Ahmet Ede geliyor:
"Buyur Veli Ağa ne istiyorsun?"
"Ahmet, ziyaretçiler kalabalık yatak lazım. Ne yap yap yatak bul."
"Veli Ağa, bizim yatakların yünü kurumaya kondu, biliyorsun."
"Biliyorum Ahmet biliyorum. Ama ne yap yap bul. Yapacak birşey yok ortada kaldık. Kimse iki kat yatak ödünç vermiyor. Otel yok ki otele götüreyim. Ne yapayım sen söyle?"
"Peki Veli ağa!.."
Bir sigara da o içiyor. Gözünde hüzünlü yaşlar birikiyor.
"Koca köyde yatak bulunmuyor değil mi? Bir yatak vermiyorlar, bir yatak... İşte bu durumlara düştük Veli Ağa... Bet bereket kalmadı bu köyde."
Birlikte yatacak var mı. Sayım yapılıyor. Erkekler bir odada, kadınlar bir odada yatacak. O odaya onca yatak sığar mı, hadi yandaki evlük de de iki kişi yatsın. Yine yer eksik. Üstelik Deli Mustafa nerede yatacak? Hesaplar yapılıyor, olanaklar ortaya dökülüyor. Ama yok yetişmiyor bir türlü. Yahu hele daha akşama çok var. Önce şu yemek sorunu çözülmeli. Adamlar acından öldü. Yoldan geldiler. Pilavlar pişti mi? Davar gelecekti. Davardan bir keçi, bir koyun bulup kesmeli. Ne kesilecek? Yine hesaplar, yine kitaplar. Veli dede dışarı çağırılıyor. Ne yapacağız. Hangi koyun kesilecek?
Ölüm, kimi bekliyor. Genç kızlar bir türlü hayvanların kesilmesine razı olmuyorlar. Oysa ölüm bıçağı sabırsız bekliyor. Biri kesilecek. Bunca insan ağırlanacak. Hem bunlar rakı da içerler? Köyde rakı var mı? Koşun dükkana sorun hele kaç şişe rakı var. Yoksa Kangal'a adam yollanacak.

Tüm zorluklar aşılmış, akşama çıkılmış. İçeriye sofralar kurulmuş. Bulgur pilavları öbek öbek kurulan yer sofraları üzerinde bakır siniler üzerinde yerlerini almışlar. Pilavların üzerinde kızarmış etler yığılmış. Tere yağının nefis kokusu içeriyi sarmış. Taze soğan, maydonoz gibi yeşilliklerle masalar süslenmiş. Kadınlar aşağı sofrlara oturmuşlar. Erkek konuklar üst masalardalar. En başköşede Deli Mustafa dede oturuyor. Yüzünden düşen yüz parça, kimseyle konuşmuyor, kendini zor tutuyor. Kurt Veli kimseyi küstürmemek için bıçak sırtında ilişkiyi sürdürüyor. Sofralara bakıyor. Hiçbir sofrayı öbüründen üstün tutmuyor gözükmek çabası ile çırpınıyor. Rakılar açılıyor. Çay bardakları içine rakılar dolduruluyor. Üzerine sular konuyor.
"Hu erenler hoş geldiniz!"
Sofralarda bardaklar kalkıyor. Herkes ilk yudumu atmanın rahatlığı içindeler.
"Dede, de hele al şu sazı eline!"
Kurt Veli sazı alıyor. Yeğenine işaret ediyor. O da alıyor bağlamayı eline. Ve köyden gelen biri kıralnet çalıyor. Türküler deyişler, ezgiler göklerde yankılanıyor. Deli Mustafa dışında herkes mutlu. Rakılar dolup boşalıyor. Bardaklar kalkıyor. Giderik esriklenen konuklar bir bir dedenin elini öpüp dolu alıyorlar. Bu kez sıra kadınlara geliyor. Onlar da dededin dolu alıyorlar. Tümü dededen dileklerinin yerine gelmesi için dua istiyorlar. Dede de esrik. Şu anda gündüz çekilen tüm sıkıntıları unutmuş. Gündüz geride kalmış, yarın yok. Yaşanan andır var olan yalnızca. Akşam serinliği çökmüş köyünün üstüne. Bahçede iyice üşünür olmuş. Top söğüdün altında kurulan sofraların konukları soğuktan ürperiyorlar. Üzerlerine ceketlerini alıyorlar. Sofralar sürekli boşalıyor. İçeriden yemekler geliyor. Rakılar dikiliyor. İyiden iyiye sarhoşlular çıkıyor. Ateşağa Deli Mustafa, sofradan iyice uzaklaşmış. Yaşananları izliyor. Kendi kendine konuşmaya başlıyor. Yataklar serilmiş. Rakın verdiği yiğitlik soğuğun vurduğu tokatla yerini yorgunluğa bırakıyor. Bitkin konuklar bir bir yataklarına tünüyorlar. Bu arada bir ikisi iyice sarhoş. Birinin yatağa gitmeye bie gücü yok. Dere kıyısına doğru gitmiş. Soğuk suda yüzünü yuyor. İçine bir bulantı çöküyor. Öğürmeye başlıyor. Uzktan öğürme sesleri gelince Deli Mustafa'nın sesi iyice yükseliyor:
"Öğğğ, ne var eşekoğlu eşekler. Bu iş zamanı bir de dede görmeye gelmişler. Haydi anasını ... kara keçi de gitti üste..."
Kurt Veli, dedeyi menmun etmek, kimseyi küstürmemek için Deli Mustafa'nın yanına geliyor. Ama Deli Mustafa'yı susturmak olanaksız. O gündüz kesilen kara keçiyi takmış aklına. Sürekli küfür ediyor gelenlere. Her küfürün ardından "Kara keçi de gitti üste..." diye yineliyor. Bütün aile bireyleri gülüyorlar. Deli Mustafa'nın deli bakışları dönüyor ortamın üzerinde. Ay çıkmış. Ay aydınlığı ortalığı aydınlatıyor. Söğüdün dalına takılan lüks lambanın ışığında silikleşme beliriyor. Neşe ve coşku ile başlayan akşam yorgun bir geceye dönüşüyor. Yarın tüm bu gecenin hesabı ödenecek.

31.
Gündüz. Yine kızgın yaz sıcağı. Köyde düğün var. Yeni türeme zenginlerden, Almancıların düğünü. Düğünün son günü. Artık atlı düğünler gitmiş. Köyü turlayıp kızı evine götürecekler. Birkaç taksi dolusu düğüncü köyü turluyorlar. İlk taksinin içinden davul zurna çalınıyor. Kurt Veli top söğüdün altında oturuyor. Düğüncüler bir çalımla evin önünden geçiyorlar. Oysa eski geleneğe göre, gelin bu kapıda attan iner, eşiğe niyaz eder, evden "berklik" denen uğur parası alır öyle geçerdi. Şimdi kimse önemsemiyor o geleneği. Kurt Veli oturduğu yerden, coşku içinde geçen taksileri izliyor. Çağdaşlık mı, değerlerin yitişi mi sorusu beliriyor içinde.

32.
Top söğüdün altında akşam, yine aynı yerde yalnız bir sofra kurulmuş. Dünkü konuklardan kimse yok. Köyden birkaç yaşlı ile Ateşağa Deli Mustafa oturuyorlar. Yine rakı içiliyor. Sofranın büyüğü Deli Mustafa. Önceki gün ağzına bir yudum rakı koymayan Deli Mustafa içiyor. Yaşlılarla coşkun bir söyleşi içinde. Yine bağlamalar çalıyor, ezgiler çınlıyor. Deli Mustafa anlatıyor:
"Yedi adam öl­dürdüm. Bunun altısını kendi nefsim için değil, Hz. Hüseyin için öldürdüm. Öbür dünyada bu altı kişinin hesabını Hz. Hüseyin'e havale edeceğim. Bir tek birini kendi nefsim için öldürdüm. Eee o altı kişini se­vabına o bir kişinin hesabını Hz. Hüseyin bana sormaz!"
"Yani dede senin günahın yok öyleyse."
"Yunmuş arınmış sayılırım ben. Hz. Hüseyin bana sorgu sormaz. Bak ne diyorum Veli Ağa biliyor musun? Şu sazı güzel çalıyorsun. Bırakılım şu dedeliği. Üç dört kız bulalım. Siz çalın, onlar oynasın, milletin parasını alalım. Aşağıdan yavrum aşağıdan!"
Bütün dinleyenler Deli Mustafa'nın sözlerine çılgınlar gibi gülüyorlar. Birbirlerine onun sözcüklerini söylüyorlar: "Aşağıdan yavrum aşağıdan..."

Sabah kuşlukta akşam sofrayı dolduran yaşlılar, Kurt Veli'ye beşer onar lira para veriyorlar.
"Deli Mustafa'ya hakkulah olsun. Yaşı çok ilerledi. Bir daha ya gelir ya gelmez." sözleri ile. Sonra içeri girip Deli Mustafa'nın elini öpüyorlar. Kapıda bir eşek bekliyor. Deli Mustafa biraz sonra köye veda edip, kara yoluna ulaştırılacak. Deli Mustafa eşeğe bindirilip yolcu ediliyor. Biraz sonra yine bir yaşlı koşarak geliyor.
"Deli Mustafa nerede?"
"Gitti."
" Bir komşudan güç bela beş lira buldum. Dedeye vereyim diye, hay lanet olsun, nasip olmadı dedeye param."
"Bir dahaki yıla verirsin."
"Bir dahaki yıla gelir mi? Ölür. Ah şu param nasip olsaydı dedeye!"

33. Almancı
Muharrem'le Mahmut Sivas'a kadar otobüsle gelmişler. Sivas'tan ortak bir taksi tutmuşlar, birlikte iniyorlar köye. Taksinin gelişi görkemli. Köyün içinde bir anda haber yayılıyor:
"Almancılar gelmiş."
"Hangisi?"
"Muharrem'le Mahmut Sivas'tan taksi tutup gelmişler. Her birinin birkaç bavulu varmış. Dolu dolu gelmişler. Almancılar zengin kardeşim. Gör neler getirdiler. Keşke bize de bir şey getirmiş olsalar."
Taksi önce Muharrem'in kapıda duruyor. Valizler ilahi bir törenle içeri alınıyor. Sayılıyor eksik yok. Ardından Mahmut'un evinin önüne varıyorlar. Kapıda kardeşi, ana-basaı karşılıyor. Valizler içeri alınırken Mahmut'un dikkatni kardeşinin giysisi çekiyor. Ceketinin yırtık oluşuna takılıyor gözü. Kötü geçmişi yırtıp atmak ister gibi, kardeşini uyarıyor:
"Ula Metin, üzerindeki ceketi at, şu valizde güzel bir ceket var. Hemen onu giy!"
Eşyaların içeri alınışı izleyen komşuların yüzünde ince, alaycı bir gülümseme beliriyor.
Gurbetçi dönüş zamanı artık ilkyaz değil sonyaz, ya da kış başı. Almanya'ya giden ilk işçi kuşağının izin için ilk dönüşü gerçekte görkemli. Ne Adana dönüşüne benziyor, ne Ankara, İstanbul dönüşüne. Giysiler bir başka, getirilen hediyeler bir başka. Kuru üzüm çirin'in yerini filitleri sigaralar, naylon gömlekler, üzerinde vapur yürüyen tükenmez kalemler almış. Tümünün elinde bir çanta rodyo. Tahta bavullar uçup gitmiş, şık plastik valizler zengin sofrasında, aç karnını tıka basa doyurmuş yetim çocuk gibi, şişmiş. Cüzdanlar öyle beş on lira ile değil, yeşil marklarla dolu.
Kapıya biriken gençler içeri çağrılıyor. Ardından yakın komşular geliyorlar. Küçük valiz açılıyor. İçenden sigaralar çukolatalar çıkarılıyor. Yağ gibi eriyen sigaralar konuklara sunuluyor. Mahmut eşi Zehra'ya sesleniyor:
"Şu şişeyi aç, komşulara birar bardak şinaps ver hele. Bizim köylüler içkiye severler. Bakalım Alman içkisini sevecekler mi?"
Pil ile çalışan pikap açılıyor. Pikaba Almanca bir plak konuyor. Mahmut başından şapkasını çıkarmış, yüzünden yorgunluk terlerini siliyor. Konuklarla hal hatır ediyor.
"Bu içki ne Mahmut?
"Şinaps, şinaps. Kışları çok içilir Almanya'da. Bizler de alıştık artık. Gasthauslarda bu şarkılar çalınır, bu içkiler içilir. Akşamları, hafta sonları yorgunluk atmak için biz de gidiyoruz, oralarda buluşuyoruz."
"Ula Mahmut, Alman arkadaşın da var mı?"
"Ah şu Hayda Kahya'nın kızı olmasa..."
Tüm komşular gülüyor. Evler, yollar, komşular, çürük diş gibi sallanıyorlar. Bu yollar mıydı çocukluğuna sığmayan yollar, bu ev miydi, onca çaba ile onardığı. Bu ev böylesine eski, döküntü müydü? Ya yaşlıların yüzlerindeki çizgiler hep böyle miydi? Yokluğun verdiği direnç nerede? Mahmut, içtiği iki üç bardak yoğun içkinin etkisiyle derin düşlere dalıyor. Özenerek sıvadığı, odanın mini camlarına bakıyor. Öylesine küçük ve yukarda ki. Böyle olmak zorunda mıydı? bu özlediği insanlar, şimdi kendinden uzak mı duruyorlar? Değişen birşeyler var? Ama ne?
"Bana bir iki dakika izin" diye kendini dışarı atıyor. Ama dışarı değil de ahıra gidiyor. Ahır boşalmış. Mal davar sığdırmak için yırtındığı ahır bomboş duruyor. Bir eşek bir inekten başka bir hayvan yok. Ahır sekisine bakıyor. Birkaç tavuk tünemiş bir zamanlar kendi yatağının olduğu yere. Tahtalar kapkara olmuş. Tavuk pislikleri kara tahtalar üzerinde çirkin bir görüntü sunuyor. Ak toprakla sıvanmış duvarda çatlaklar oluşmuş. Kimi yerde sıva iyice kara renk almış, kimi yerlerde sıva dökülmüş. Mahmut hazin gözlerle içeriye bakarken arkadan bir ses duyuyor:
"Ne o Mahmut, ne arıyorsun ahırda?"
"Maldan davardan ne kalmış diye bir baktım."
"İyice dalıp gittin değil mi."
"Eh, öyle."
"Ahır sekisine mi bakıyordun?"
"Ona da bakıyordum. Uçup gitmiş herşey. Elinle sıvadığın ak topraklar bile dökülmeye başlamış."
"Beni kaçırdığında, dünyanın en güzel yeri gibiydi bizim için."
"Evet, güzeldi, güzel."
"Hiç özlediğin oluyor mu o günleri?"
"Olmaz olur mu? Hem de çok."
"Nesini özlüyorsun sözgelişi?"
"Senin kara saçlı çocukluğunu."
"Sonra sarı saçlı Almanları görünce unuttun ama..."
"Yok be Zehra, öyle değil."
"Değil de ne peki?"
"Benim için sen hep güzelsin. Hep buradaki 17 yaşını düşünüyorum."
"Şimdi eskidim mi yani?"
"Ne bileyim? Eskimedin eskimesine, ama eskiyen birşey var içimde. Nedir o ben de bilmiyorum. Belki de ben eskidim. Ama inan şuradaki güzel günlerimiz ne Almanya'da ne de başka bir yerde var. Çökelik ekmek yerdik boğula boğula."
"İçeriye sofraya çökelek koyayım mı?"
"Evet, koy. Özlemişim"
"Çikolatanın yanına çökelek uyar mı?"
Mahmut'un gözlerinde hüzünlü yaşlar birikiyor. Eşi müdahale ediyor:
"İyi, iyi, hadi bırak bu telbisliği. Sahtekârın gözü yaşlı olurmuş. Edip edip untuyorsun hep. Şimdi de gözlerini yaşartma. İçeride komşular seni bekliyorlar. Geciktik, ayıptır. Komşuları kovmak gibi olur, önlerinden kaçmak. Kimseye anlatamayız, ahır sekisinin önünde ağladını."
"Vallahi sahtekârlık değil. İçimden gelenler. Bak ne davar kalmış, ne mal. Bir inek, bir dana bir eşek. O zamanlar bu ahır pek küçük gelirdi. büyütmek istemiştik de gücümüz yetmemişti."
Mahmut önde, Zehra arkada odaya giriyorlar. İçeri sigara dumanı ile dolmuş. Gelenler sigara üstüne sigara içiyorlar. Ortada yuvarlak yer sofrası son görevini yerine getirir gibi hazin duruyor. Üzerideki işlemeli bakır tepsinin üzeri Alman ürünleri ile dolu. Konuklar yer minderlerini sofraya doğur çekip üzerine bağdaş kurmuşlar. Duvarda ipekli bir Almancı halısı asılı. Yerdeki kıl kilim vedaya hazır gibi bekliyor. Onun yerini yakında bir makina halısı alacak. Almancının dünyası, Mamaş'ın sınırlarının çok ötesinde.

Aynı anda Muharrem'in odasında başka bir görüntü yaşanıyor. Muharrem'in gelişi en çok gençleri sevindiriyor. Muharrem Emmi artık kırkını aşmış bir Almancı. Onun konukları her zaman gençler. Yaşlı kuşakla Muharrem'in hiçbir zaman yıldızı barışmaz. Yıllardır hep böyledir. Gençken Muharrem Emmi'nin konukları, orta yaşa doğru ondan uzaklaşırlar. Gençler değişir ama Muharrem Emmi değişmez. Onda değişen yalnızca yüzünde oluşan çizgiler, dökülen ya da yavaş yavaş ağaran saçlardır. Coşkusu ve çocuksu yaratılışı ile o, hep odasında 15-16'lık yeni yetmeleri ağırlar. Kazanırken hile yapar, ama yedirirken eli açık, gözü gönlü boldur. Yeniyetmeler Muharrem Emmi'nin gelişi il odayı doldururlar. Bir bayram sevinci ile onada coşarlar.

34. Ankara, Ulus, Büyük Postane.
Postanenin dev yapısı ilk göreni ürkütecek büyüklükte. Giren çıkan belli değil. Her işlem ayrı bir bölümde yapılıyor. Karayağız genç adam telgraf kuyruğunda bekliyor. Teli teslim edip çıkmak üzere kapıya yöneliyor. Kalabalığı yarıp çıkmak üzereyken sarkık kır bıyıklı kasketli bir adam önünde duruyor. Adamın gözlerinde birden bir seviç ışıkları yanıp sönüyor:
"Ooo, Ali Efendi, çok şükür seni gözlerim gördü. Başarılarını duyuyoruz, çok seviniyoruz. Çok şükür bizden de okumuş insan çkıyor. Sevincimizi bilemezsin. Tanrı bu günleri gösterdi bizlere!"
"Ne sevinci be amca. Ben şurada kaldım İstanbul'a Teknik Üniversite sınavına gitmeye para bulamıyorum. Babama tel çekmeden geliyorum. Para bulup acele yollası diye. Sen kalkmış seviçten, mutluluktan, başarıdan söz ediyorsun. Eğleniyor musun benimle?
"Vay güzel Ali Efendi'm, sen okudun da senin harçlığın mı yok? Hay ben sana kurban olayım! Buyur sana para!"
Cebinden eski bir cüzdan çıkarıyor. Bir deste para alıyor cüzdandan. Tümü beşlik ve onluklardan oluşan bir deste kağıt para bu. Dudağı ile baş parmağını ıslatıyor. Parayı şık şık sayarak uzatıyor, Ali Efendinin eline.
"Bir, iki, üç, dört, beş..."
"Yeter amca yeter..."
"Yok, yok sen al, sana lazım olur. Korkma benim başka param var. Yeter ki sen oku Ali Efendi, küçük dede. Sen Ali Efendi'nin torunu küçük Ali Efendisin! Bize sizin gölgeniz yeter.
"Tamam amca çok oldu."
"Çok olsun. Sen öğrencisin, lazım olur. Hadi güle güle, ceddin yardımcın olsun."
Adam sessizce yitip gidiyor kalabalığın içinde. Ali Efendi neye uğradığını şaşırmış ardından bir an bakıyor. Parayı koyun cebine sokuyor. Birden aklına adamın kim olduğunu sormak geliyor. Kalabalığı yararak adamın arkasından koşuyor. Sağa sola bakıyor. Adam çoktan yitip gitmiş. Soluk soluğa kalıyor. Kendi kendine konuşuyor:
"Allah Allah, kimdi bu adam. Bu borcu ben nasıl ödeyeceğim? Kime ödeyeceğim. Neydi bu karşılaşma?"
Ulus meydanının kalabalığı içinde şaşkın duruyor. Atatürk'ün yontusuna bakıyor. Omuzunda silah taşıyan köylü kadın yontusuna bakıyor.
"Kimdi bu adam?"ık sayarak uzatıyor, Ali Efendinin eline.
"Bir, iki, üç, dört, beş..."
"Yeter amca yeter..."
"Yok, yok sen al, sana lazım olur. Korkma benim başka param var. Yeter ki sen oku Ali Efendi, küçük dede. Sen Ali Efendi'nin torunu küçük Ali Efendisin! Bize sizin gölgeniz yeter.
"Tamam amca çok oldu."
"Çok olsun. Sen öğrencisin, lazım olur. Hadi güle güle, ceddin yardımcın olsun."
Adam sessizce yitip gidiyor kalabalığın içinde. Ali Efendi neye uğradığını şaşırmış ardından bir an bakıyor. Parayı koyun cebine sokuyor. Birden aklına adamın kim olduğunu sormak geliyor. Kalabalığı yararak adamın arkasından koşuyor. Sağa sola bakıyor. Adam çoktan yitip gitmiş. Soluk soluğa kalıyor. Kendi kendine konuşuyor:
"Allah Allah, kimdi bu adam. Bu borcu ben nasıl ödeyeceğim? Kime ödeyeceğim. Neydi bu karşılaşma?"
Ulus meydanının kalabalığı içinde şaşkın duruyor. Atatürk'ün yontusuna bakıyor. Omuzunda silah taşıyan köylü kadın yontusuna bakıyor.
"Kimdi bu adam?"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder