Mihrali Bey (1844-1906)
On yedi yaşındaki gencin yaşadığı bir karabasandı. Kan ter içinde
kalmıştı. Kalp atışlarını duyuyordu. Yataktan kalkıp avluya indi. Su dolu
bakraca bakır tası daldırıp su içti. Kendine gelir gibi oldu. İçerideki odada
kardeşleri ve anası uyuyordu. Onları uyandırmamaya özen gösteriyordu.
Yaşadıklarını onlara anlatsa inanmazlardı. Birkaç gün önce köy, halkın yiğitçe
direnişine karşın Rusların eline geçmişti. Babası ile birçok komşu bu direnişte
ölmüş, Ruslar köye egemen olduktan sonra ölüleri toplu mezara atmışlardı. O
günden bu güne Mihrali bunalımdaydı. Sürekli babası düşlerine giriyor, birtakım
şeyler söylüyordu. Düşünde babası “Utanmıyor musun? Beni o mezarlığa nasıl gömdürdün? Yazıklar olsun sana!
Eğer benim ölümü bu kafirlerin içinde korsan, hakkım haram olsun”
diyordu.
Rüyanın
etkisiyle aniden uyanan Mihrali, yatağından fırladı. Bir türlü babasının
görüntüsü gözünün önünden gitmiyordu. Beline kılıcını bağladı, hançerlerini
kuşağının arasına soktu, yanına kazma kürek alıp dışarı çıktı. Gece yarası
olduğu için köy halkı derin uykudaydı. Mihrali, doğruca mezarlığa gitti. Kısa
boylu olmasına karşın, çevikliği ile bir sıçrayışta yüksek duvardan atladı.
Nöbetçilere görünmeden babasının mezarına geldi. Mezarı kazıp ve babasını
çıkardı.. Bir an önce oradan uzaklaşmak düşüncesiyle babasını omuzladı, koşar
adımlarla mezarlıktan ayrılıyordu ki. "Dur! Eller yukarı!" sözüyle
irkildi.
Nöbetçiler
ölüyü yere bırakması için uyarıyordu. Mihrali’nin ölüyü yere bırakmasıyla
nöbetçiler üzerine sıçraması bir oldu. O anda nöbetçilerin ikisini de öldürdü.
Yeniden babasını ölüsünü omuzlayıp Müslüman mezarlığına götürdü. Babasının
tenini gömdüğü an üzerinden ağır bir yük kalkmış gibi rahatladı. Sabaha doğru
evine geldi. Olup biteni ağabeyi İsa'ya ve annesine anlattı. Birkaç saat içinde
Rusların kendisi bulacağını biliyordu. Kaçıp dağa çıkmaya karar verdi.
Vakit
kaybetmeden Keçeli köyüne geçti. Orada baba dostu Ahmet Ağa'nın evine indi. Ahmet Ağa’ya “Bundan sonra benim
yurdum dağlar. Bahar’ı çağırın son bir kez göreyim” diye dilekte bulundu. Bir süre önce bir düğünde Bahar’ı
görmüş, beğenip sevmiş, evlenmeyi düşünmüştü Bahar olanlardan etkilenmiş ağlıyordu. Bu dokunaklı
veda anı sürerken dışarıda Hüseyin ağa bağırdı:
”Mihrali
tez ol, Ruslar köyü sardı”
Mihrali,
içeride atına binip mahmuzlamasıyla at şaha kalkmıştı. İkinci mahmuzla yel gibi
ahırdan çıktı. At kapı önündeki iki askeri tepelerken Mihrali, atın karnına
sarılmış dörtnala uzaklaşıyordu. Atıcılıkta olduğunca, binicilikte de çok
ustaydı. At, doludizgin koşarken karnından dolaşır, atın sırtında ayakta durur,
amuda kalkar, bu durumdayken istediği hedefi vuran uz bir biniciydi.
Mihrali,
gece yarısından sonra gizlice evlerine geldi, annesine veda etti; Darvas'tan
uzaklaştı. O geceyi dağda geçirip daha güvenli yer olarak düşündüğü Osmanlı
topraklarına geçti
Dönüşü
olmayan bir yolda ilerler gibi atını kamçılıyor, Osmanlı sınırına ulaşmaya
çalışıyordu. Sonunda Kars’ın Göle ilçesi yakınlarındaki Karapapak köylerine
ulaşmayı başardı. Rusların yaptıkları zulmü, başından geçenleri anlatıp kendini
tanıttı. İki evli Memili Ağanın dört oğlundan biri oluyordu. Ayrıca henüz bekar
iki kız kardeşi vardı. Gidip onları da getirecekti.
Karakapapak
kardeşleri Mihrali’nin öyküsünden çok etkilenmişlerdi. Kendine her tür yardım
sözü verdiler.
Ne
var ki, Ruslar da boş durmamıştı. Bir kanun kaçağının Osmanlıya sığındığını
öğrenmişler, bu kaçağın geri verilmesini istemişlerdi. Bu istek doğrultusunda
Osamanlıda da Mihrali’yi arama başladı.
Mihrali,
Karapapak köyündeyken zaptiyeler köyü sardı. Bu durum karşısında düş kırıklığı
yaşayan Mihrali zaptiyelere saldırdı. İki zaptiyeyi öldürüp yeniden sınırı
aşarak Rus topraklarına girdi. Yaşam yolu ona direnme ile ayakta kalınacağını
öğretiyordu. Her eylemde bir özgüven, her girişimde bir yeni güç kazanıyordu.
O günlerde yeşil örtülü dağlar kanun kaçaklarının
sığınağıydı. Bunlardan Tavşankuloğlu Hüseyin, Dalaverli Mansur, Tüllü Musa gibi
eşkıyalar ün salmıştı. Bunlar kimi büyük, kimi küçük suçlardan aranan
insanlardı. Dalaverli Mansur, çobanına kızıp onu bıçağı ile öldürmesi üzerine;
Tavşankuloğlu Hüseyin de zengin bir Türkü yaralayıp Ruslara teslim olmamasından
dolayı dağa çıkmıştı. Fakir olan Hüseyin, gençliğinde aç kaldığı vakitler, mal
yayan çocukların ekmeklerini alıp; "Siz tavşankulağı yapayım"
diyerek, sağından solundan yiyip karnını doyurduğu için. Tavşankuloğlu lakabı
verilmişti.
Osmanlıda da aranan Mihrali, ağabeyi İsa, bir Keçeli köyü
yakınlarında buluştuklarında köyden davul sesleri geliyordu. Mihrali Bahar’ın
düğünü olduğunu öğrendiğinde içi yandı. Osmanlı topraklarına giderken Bahar’ı
da ailesiyle götürmeyi, Baharla evlenmeyi kurmuştu. Şimdi Bahar başkası ile
evleniyordu. Yazgı bu düşün gerçekleşmesine olanak vermemişti. Ağabeyi İsa
kendisine “unut bunları” diye öğüt verdi Bundan sonra önemli olan onun
yaşamıydı. Artık tek başına dağlarda ayakta kalamayacağını öbür eşkıyalarla
birlikte olması gerektiğini söyledi.
Mihrali, ertesi gün bir çobanla Mansur'a ve Hüseyin'e haber
iletip onlarla buluştu. Birlikte dağlarda gezmeye başladılar. Bir Rus öldüren
Keleninoğlu Hüseyin de bunlara katıldı. Rusların Türklere yaptıkları zulüm
karşısında, Mihrali ve arkadaşları da Rus köylerine dehşet saçıyordu. Dördünün
ünü de günden güne Kafkaslarda yayılırken valiye şikâyetler yağıyordu.
Artık
Kafkaslarda yalnız değildi. Giderek aralarına yeni katılanlar oluyordu.
Kafkaslarda eşkıyalık bir gelenek, bir yiğitlik özentisiydi aynı zamanda.
Devlet baskısına haksızlığa karşı direnişin simgesiydi. Eşkıyaların “zenginden
alıp yoksula verme” gibi sözde adalet dağıtan bir ünleri vardı. Kimi zaman
haksızlıkları önledikleri olurdu ve bu olay çevrede duyulur, geniş halk kesimi
arasında sevgi kazandırırdı. Bu nedenle herhangi bir suçla ilgisi olmayan kimi
gençler, yiğitlik özentisi ile dağa çıkarlar, ünlü eşkıyaların yanında yer
alırlar, ün sağlamaya çalışırlardı. Bu çeteler sınır güvenliğinin bulunmayan
bir ortamda sıkıştıklarında yakındaki ülkeye kaçarlardı. Kimi zaman sayısı iki
yüz üç yüz kişiye yaklaşan eşkıya toplulukları köyleri basıp yiyecek, para
alırlardı. Köy basmanın da ilginç bir kuralı vardı. Hemen hep Rus köyleri
basılır, Müslüman köylerine pek ilişilmezdi. Buna Müslüman köyleri ile Rus
köyleri arsındaki çekişmelerde bir tür güvence gibi gözükürlerdi. Böylece
halkın bir bölümünün desteğini alırlar, yataklık yapmasını sağlarlardı. Sınır
güvenliğinin bulunmadığı bir ortamda sıkıştıklarında yakın ülkeye kaçarlardı.
Bir Osmanlı’da bir İran’da bir Rus topraklarında gözükürlerdi. Eşkıya
elebaşları arasında gizli bir büyüklük savaşı yaşanır, eşkıyalar takımlar
ayrılırlardı.
Mihrali’nin
çocuk denecek yaşta haklı sayılabilecek benimsenmiş bir nedenle eşkıyalığa
çıkması halk arasında adını ünlendirmişti.. Rusya’da ve Osmanlı’da güvenlik
güçleri ile başarılı çatışmaları dilden dile abartılarak anlatılıyor, söylenceye
dönüşüyordu. Oysa öbür eşkıya elebaşlarının böyle bir geçmişi yoktu. Bu yüzden
ister istemez Mihrali’nin gölgesinde kalıyorlar, bunu bir türlü kıramıyorlardı.
Günler
günleri, aylar ayları kovalıyor zaman su gibi akıp gidiyordu. Mihrali, dağa
çıkalı yedi sekiz yıl olmuştu. 25-26 yaşlarında tam bir delikanlıydı. Bu
yılları kimileyin eşkıyalarla dağlarda, kimileyin yalnız başına kentlerde
geçirmişti Değişik adlar altında yaşamış, kimi zor işler üstlenerek yaşamını
sürdürmüştü. İran’da kendini daha güvencede hissediyordu. Bir defasında Tebriz’de
bir halıcıya kendini “Abbas” adı ile tanıttı. Halıcı Mihrali’ye iyi bir ücret
karşılığında Batum’a halı götürmesini teklif etti. Bu isteği severek kabul eden
Mihrali tanınmamak için yolculuk öncesinde saklını beyaza boyayıp, kendisine
orta yaşlı bir adam görüntüsü verdi. Yedi sekiz atlı bir kervan ve iki adamla
yola koyuldu. Başgeçit üzerinden Karapapak yöresine geçti. Davas’a yakın bir
köydeki akrabalarının evine inip annesinin getirilmesini istedi. Anası
Mihraliyi böylesine yaşlı görünce içi yandı. Boynuna sarılmış ağlıyordu. Bu
buluşma Keçeli’de kulaktan kulağa yayıldı. Hazin buluşman ardından Mihrali,
yeniden yola koyuldu. Batum’da söylenen kişiye halılarını teslim edip yeniden
Tebriz’e döndü. Hak ettiği parayı aşıp bakımlı bir handa dinlenmeye çekildi.
Renkli
İsfahan halısı serili küçük han odasında, işlemeli bakır tepsi üzerinde çayını
yudumlarken dış kapının açılıp kapanma sesleri Mihrali’nin dikkatini çekti.
İçine bir kuşku düştü. Sürekli izlenme korkusu önsezi duygusunu geliştirmişti.
Yerinden kalkıp dışarı
baktığında hanın İran zaptiyelerince sarıldığını gördü.
Mihrali'nin yerini, Keçeli Köyü'nden bir Türk, Ruslara ihbar
etmişti. Aylardı İran şahı üzerinde Rus baskısı sürüyordu. Ruslar, Şah'tan
Mihrali'nin yakalanıp teslimini istemişlerdi.
Tüm aramalara karşın o güne değin Mihrali’nin izi bulunamamıştı,
bu ihbarla yer kesinleşmişti ve İran zaptiyeleri hanı kuşatmışlardı.
Mihrali, üst kattan baktı. Askerler, atlarını duvar diplerine
çekmişler, silah elde han kapısını tutmuş bekliyorlardı. Sessizce pencereyi
aralayıp oda kapısına yürüdü. Tahta merdivenlerde birkaç kez ayağını vurması
ile tahta merdivenlerden sesler gürültüler yükseldi. O anda bütün zaptiyelerin
kendisini canlı yakalamak için kapıya yığıldıklarını anladı. Yeniden hızla
odasına koştu. Açık pencereden aşağıdaki atlardan birinin üzerine atladı.
Zaptiyeler hanın kapısını tutarken o doludizgin Tebriz’den çıkıyordu.
Yeniden Rusya topraklarına geçti. Karapapak yöresine
geldiğinde bir gece yarısı gizlice baba ocağına uğrayıp annesi ve kardeşleriyle
görüştü. Duydukları ürkütücüydü.
Mihrali adı Çar II. Aleksandr (1855-1881)'ın kulağına gitmiş,
Türk eşkıyalarının yakalanması için kesin emir vermişti. Akrabaları ve
Karapapaklar üzerinde baskılar artmıştı. Rusların kimi gizli pazarlıklar
yaptıkları söyleniyordu. Mihrali’nin çok dikkatli olması gerekiyordu. Yalnız
verilen bir haber Mihrali’yi sevindirdi. Bahar’ın evlendiği eşi ölmüştü.
Söylenenlere göre Bahar’la bir gün bile karı koca ilişkisi yaşamamıştı.
Bahar,
Mihralinin içinde bir düğümdü. Yıllar önce bir düğünde görmüş, göz göze
gelmişlerdi. Şarkta aşk uzaktan yaşanırdı. Bir bakış, bir gülümseme, bir mimik
sevmek için, yıllarca bağlı kalkmak için yeterliydi. On yıla yaklaşan kaçaklık
döneminde Bahar onun gönlünü süsleyen bir görüntü olmuştu. Bir türlü içinden çıkmamıştı. Bu arada Bahar,
başka birisiyle evlenmek üzere Akbaba köyüne gelin gitmişti.
Mihrali,
bir durum değerlendirmesi yaptı. Ne yapıp yapıp eski özlemini yerine getirecek
Baharla evlenecekti.
İsa’ya İran’da kazandığı altınlardan verdi. Yüklü bir çeyiz hazırlamasını
söyleyip ayrıldı. Nasıl bir çözüm bulacağı bilincinde oluşmuştu.
Her köşede arandığı bu günlerde Mihrali tek başına dağlarda
dolaşamazdı. Yeniden eski eşkıya arkadaşları ile buluştu. İran’da
yaşadıklarından ve kazandığı altınlardan söz etti. Daleverli Mahsur ile Tavşankuloğlu
Hüseyin ağızları sulanarak anlatılanları dinliyorlar, Halı taşıma işinden
kazandığı altınları düşünüyorlardı. Kendilerinin eline böyle bir fırsat
geçmemişti.
Birkaç gün sonra
kardeşi Memili, üç katır yükü çeyizle Akbaba köyüne girdi. Ardından köye atlıları
ile giren Mihrali Bahar’ı baba evine bırakıp yeniden dağara, arkadaşlarının
yanına döndü.
.Ama
arkadaşlarında bir gariplik vardı. Bir bölümü ortalarda gözükmüyordu. Çetede
bir gönülgücü çöküklüğü yaşanıyordu. Macera arayışı içinde kendilerine katılan
gençlerin bir bölümü evlerine dönmüşlerdi. Küçük suçlardan kaçağa çıkmış birkaç
kişi de kolluk güçlerine teslim olmuştu. Mihrali, bunları da anlayışla
karşılıyor, doğal karşılıyordu ama Daleverli Mansur ile Tavşankuloğlu Hüseyin
gibi elebaşların ortalarda görülmemsine ne demeliydi?.
Çok geçmeden durum anlaşıldı.
Çar II. Aleksandr, devlet erkânı toplayıp görüş almış,
sonuçta şöyle bir çözüm bulmuştu:
Suçları az olan Mansur ve Tavşankuloğlu Hüseyin'in suçlarını
bağışlanacak, Mihrali'yi yakalayan akça ve rütbeyle ödüllendirilecekti.
Bağışlandıklarını öğrenen Mansur ile Tavşankuloğlu Hüseyin Mihrali’nin
düğünü sırasında gizlice Tiflis valisine teslim olmuşlardı. Bundan sonra
valinin emrinde Mihrali’ye karşı savaşacaklardı.
Nitekim
Daleverli Mansur, Darvas’ı basıp Mihrali’nin iki kardeşi, Memili ve Mehmet Ali’yi
öldürmüş, Memili’nin eşini dağa kaldırmıştı. Şimdi Rusların verdiği güvence ile
Dalever’de evinde keyif çatıyordu.
Bu
yenilir yutulur bir olay değildi. Mihrali’nin bunları onun yanına kar bırakması
düşünülemezdi. Mihrali 12 adamı ile Dalever üzerine Mansura kanlı baskın
düzenlerdi, ama Mansur kaçmayı başarmıştı. Mansur’un evi sarıldı. Mihralinin
kardeşi Ali dama çıktı ve evi yakacaklarını söyledi. Bunun üzerine Mansur’un
adamları teslim olurken Mansur’un iki oğlu öldürüldü. Mansur'un karısını dağa kaldırıp
kurduğu çadıra kapattı. Kardeşi Ali'yi de nöbetçi koydu.
Mihrali ile teke tek karşılaşma gücünü kendinde bulamayan
Mansur, Tiflis Valisi'nin yanına çıkıp
ondan yardım istedi. Vali, Mansur'un emrine beş yüz atlı verdi. Aynı zamanda,
T. Hüseyin de Mansur'un kuvvetine yakın bir güç derlemişti..
Dalaverli Mansur, çevre Türk köylerini Mihrali'ye karşı
kışkırtıyor, eşinin dağa kaldırıldığını da anımsatıp, başına gelenlerin,
ileride kendilerine de yapılabileceğini dedikodusunu yayıyordu. Bütün bu çaba
sonunda işe yarıyordu. Mihrali'nin baba dostu Garip Ağa, Maraşlı Köyü'nden yedi
kardeşin en büyüğü Musa Çavuş da Çerkezlerden çok sayıda gönüllü toplayarak her
koldan Mihrali'yi aramaya koyuldu.
Mihrali, aradan bir ay geçtikten sonra, Mansur'un karısını
evine bıraktı. Bu süre içinde ona hiç dokunmamıştı. Daha fazla Rusya'da
kalamayacağını anlayan Mihrali, arkadaşlarını toplayıp durum değerlendirmesi
yaptı Bir süre dağılmalarının doğru olacağını, bu sürede kendisinin de izini
kaybettireceğini söyledi.
Düşüncelerini
uygulamak üzer Osmanlı topraklarına geçip, Çıldır'a geldi. Mihrali'nin Osmanlı
toprağında olduğunu öğrenen Çar, Sultan Abdülaziz (1861-1876)den iadesin,
istedi. O sırada sadarette Mahmut Nedim Paşa vardı. Rus büyükelçisinin ağzına
bakmasıyla tanınıyordu ve halk arsında “Nedimof” diye anılıyordu. Yıllar önce
ilk sığındığında da Mihrali, ikiTürk zaptiye öldürmüştü. Mihrali'nin
yakalanması için Erzurum valisine emir verdi.
Artık Osmanlıda da sıkı aranan bir kaçaktı. Salt Osmanlı zaptiyeleri değil,
eski eşkıya arkadaşları da peşindeydi. Daleverli Mansur, Tavşankuloğlu Hüseyin, Garip Ağa ve Musa Çavuş
her yerde onun onu izliyorlardı. Her birinin emrinde 400-500 kişilik atlı
vardı. Bir sınırın o yanında bir bununda oluyor, Mihrali’yi kıstırmaya
çalışıyorlardı.
Mihrali'ye ilk rastlayan Musa Çavuş oldu. Mihrali, atı
otlamakta, kendisi de dinlenmekte iken bir ara geriye baktı. Musa Çavuş'un adamları
ile üzerine geldiğini görünce atına atlayıp kaçmaya başladı. Adamları geride
kalmış, ama Musa Çavuş Mihrali’ye yetişmişti Mihrali, peşini bırakması için
O'na yalvarıyor, yoksa öldürmek zorunda kalacağını söylüyordu. Ama Musa Çavuş,
bir türlü peşini bırakmıyordu. Bunun üzerine ansızın geri dönen Mihrali, Musa
Çavuş'u kılıcıyla yaralayıp uzaklaştı. Adamlarının bir bölümü Musa Çavuş'un
yanında kalırken, diğerleri Mihrali'yi kovalamayı sürüyordu. Mihrali, atına son
hızı vererek uçuruma doğru sürdü. Atı, dörtnala dolduran Mihrali, bir
sıçrayışta karşıya geçmeyi başardı Arkasından gelenlerin birkaçı hızını
alamayıp uçuruma yuvarlandı. Bunu gören diğer atlılar durdu. Mihrali:
"Benim sizlerle işim yok. Peşimi bırakın. Dilerim Musa Çavuş'a bir şey
olmamıştır." deyip oradan uzaklaştı.
Atlılar, Musa Çavuş'u Maraşlı Köyü'ne babasının yanına
getirdiler. Fakat yolda çok kan kaybettiği için bütün tüm çabalara karşın
kurtarılamadı.
Mihrali bu günlerde izini kaybettirmek için bir sınırın bu
yanına bir karşı yanına geçiyor, arada bir gece karanlığında babaocağına
uğruyor, tanıdığı Karapapak köylerine gidip yiyecek sağlıyordu.
Üç devlettin aradığı bu adamın bir türlü yakalanmaması
Mansur’u deliye çeviriyordu. Çete topluyor, Mihrali karşıtlarını yanına
alıyor, mutlak surette öcünü almak istiyordu. Sonunda ele avuca sığmaz bu adamı
izlemesi için Garip Ağa adlı bir adamını görevlendirdi.
Garip Ağa, Mihrali'nin Osmanlı sınırları içinde bir düzlükte
tek başına gittiğini görüp Mansur’a haber verdi. Böylece büyük bir kovalamaca
başladı. Zaptiyeler bir yandan, Mansur ve adamları bir yandan düzlükte sürüyordu. Atların soluk soluğa koştuğu ortamda
Mihrali’ye en yaklaşan Garip Ağa oldu. Garip Ağa Mihrali’nin baba dede dostu
bir ocağın çocuğuydu. Bir an geldi ki, ikisinin de atları kulak kulağa
yarışıyordu. Garip Ağa, Mihrali'nin teslim olmasını, Mihrali ise ondan takibi bırakmasını
istiyordu. Garip Ağa, Mihrali’yi razı edemeyeceğini anlayınca kılıçla saldırıya
geçti. Mihrali tümünü savuşturmayı başarmıştı. Ekmeğini yediği bu baba dostuna,
el kaldırmak istemiyordu. Fakat kurtuluş olmadığını anlayınca karşı saldırıya
geçti, Ağır bir kılıç vuruşuyla Garip Ağa'nın sol bacağını dizinden koparıp
kaçmayı sürdürdü. Ama onlarca atlının kovalaması sürüyordu. Ölü ya da diri
yakalamak için birbiri ile yarışıyorlardı. Çember giderek daralmış, iki ateş arasında kalmıştı.
Zaptiyeler bir yandan, Mansur’un adamları bir yandan kuşatmışlardı. O anda
başından aldığı ağır darbenin etkisiyle Mihrali atından yüzükoyun yere düştü.
Başı kanlar içindeydi. Daleverli Mansur atı ile yetişip Mihrali’nin kanlar
içindeki cansız tenine baktı. Öcünü alıp rahatlamıştı. Mihrali’nin atını
yakaladı, terkisindeki altınları heybesine doldurdu Şimdi yapılacak son iş,
Mihrali’nin cansız tenini Kars’ta vilayete teslim edip ödül almaktı. Tiflis’e
götürmesi olanaksızdı. Zaten Mihrali Osmanlı topraklarında yakalanmıştı.
Mihrali’nin
yakalandığı haberi bir anda Kars’ta çalkalanmaya başladı. Kimi yaralı, kimi ölü
olduğunu söylüyordu. Halk sokaklara dökülmüş atın terkisine bağlanmış cansız
adamın yüzünü görmek istiyordu. Biraz sonra valilikten Mihrali^nin ölü değil
yaralı olduğu duyuruldu. Dokuz canlı Mihrali ağır yaralarına kaşlın ölmemeişti.
Mihrali, gözlerini açtığında, kendini elleri ve kolları
zincire bağlanmış, Kars hapishanesinde buldu. Burada başkaları da vardı; fakat
sadece kendisi bağlıydı. Mihrali'nin kendine geldiğini gören biri yanına geldi.
Âşık Ahmet adındaki bu kişi onun meşhur Mihrali olduğunu öğrenince şaşırmıştı.
Mihrali, doktorların kendini zehirleyeceğinden korkuyor, doğal yöntemlerle
kendini sağaltıyordu. Biraz iyileşince boğazına puha, ayağına zincir bağlandı.
Böylece yargı gününe dek güvencede olacak, kaçması önlenmiş olacaktı.
Daleverli Mansur,
Mihrali’nin ölmediğini öğrenince başından kaynar su dökülmüş gibi oldu. Evinde
yakın arkadaşları ile bir toplantı düzenledi. Kendi aralarında ilginç bir karar
aldılar.
Ertesi
gün dört kişi Kars’ın dört hanına indi. Mansur, arkadaşlarından İso’yu silah
bulunduruyor diye ihbar edip tutuklanmasını sağladı. Böylece İso, Kars
zindanında Mihrali ile birlikteydi.
Kaçaklık,
Mihrali’ye uçan kuştan kuşku duymayı öğretmişti. Mihrali bu İso’dan
kuşkulanıyordu. Nitekim Mihrali, namaza durduğu sırada çok güvendiği eski
arkadaşlarından Pala Hüseyin arkasında duruyor onu kolluyordu. Bir namaz
sırasında İsa bıçağı ile saldırdı. Ama Pala Hüseyin anında kavrayarak bileğini
büküp yere vurdu. Mihrali, anında İso’yu orada öldürüldü.
Yargılanan
Mihrali’ye idam cezası verildi ve Erzurum’a gönderildi. Yine ayağına, pranga,
boynuna zincir takılmıştı. Arkadaşları Pala Hüseyin ve Aşık Ahmet de kendisiyle
birlikte Erzurum’a sürgün edilmişlerdi.
Mihrali arkadaşların Aşık Ahmet’le
Pala Hüseyin’e tutukevinin ve kaldıkları bölmenin planını çıkarmalarını
söyledi. Bu üçlü bir süre sonra kaldıkları bölmedeki taban tahtalarından
ikisini sökmeyi başardı. Artık iş tabanın oyulmasına kalıyordu. Mihrali, hapishane arkadaşlarının, en
zayıf bir yerden tünel açmalarını istedi. Mahkumlar, geceleri sesiz ve gizlice
söylendiği şekilde çalışıyorlardı. Günlerce sürdü bu uğraş. Ne var ki tünelin çıkışı,
nöbetçilerin bulunduğu yere denk geldi. Mihrali, son taşı çıkarmamalarını
söyledi.
Bir çıkış gözükmüştü ama, Mihrali’nin ayakları prangalı
olduğu için kaçması olanaksızdı. Aşık Ahmet, ziyarete gelen karısına her gelişinde bir şeyler getirmesini
söyledi. O da, ekmeğin içine eğe, vücuduna çekiç ve benzeri eşyalar saklayıp aralıklarla
kocasına getirip verdi
Bu
arada İstanbul’da idam kararı onamış, Erzurum’a ulaştırılmıştı. Mihrali’nin
yalnız üç günü vardı. İdam edileceği akşam son dileği sorulduğunda Mihrali,
boynundaki prangaların çıkarılması olduğunu söyledi. Bu dilek yerine getirildi.
Ancak ayaktaki prangalı duruyordu ve bunlarla kaçamazdı.
Mihrali
o gece eğe ile prangaları kesmeye başladı. Şafak sökerken kesmeyi başardı. Ama
kalın prangalardan ayağını bir türlü çıkaramıyordu. Kardeşi Ali sabırsızlıkla
pencere dibinde bekliyordu. Ondan bir ustura atmasını istedi. Ali penceren
usturayı içeri attı. Ustura ile topuklarını kesip ayağını prangadan çıkarmayı
başardı.
O gece yarısı Âşık Ahmet, mahkumlarla birlikte büyük bir
ayaklanma başlattı. Mapushane içinde ana baba günü yaşanıyordu. Kan gövdeyi götürürken, Mihrali, bu arada
kendisini duvara bağlayan zincirleri kesmeyi başarmıştı. Âşık Ahmet'le önceden
kazılmış tünele girdi. Son taşı kaldırdılar. Mihrali, daracık delikten güçlükle
çıkarken, nöbetçi gördü. Mihrali'nin kaçmasına fırsat vermeden, süngüsünü
bacağına sapladı. Mihrali, süngüyü kavradı, nöbetçi tüfeği çektiğinde, süngü
Mihrali'nin bacağında kalmıştı. Mihrali, ani bir hareketle süngüyü çıkardı
kıvrak bir ustalıkla fırlatınca süngü, nöbetçinin gırtlağından girmiş; nöbetçi
ölmüştü. Âşık Ahmet, korkusundan tünelden çıkamaya cesaret edemeyip, zindana
döndü.
Mihrali sürüne sürüne zindanın karşısındaki tavlaya girdi.
Tavlada, atlar için hazırlanmış otluğun içine kendini saklandı.
Zindandaki ayaklanma önlendikten sonra, mahkumlar sayıldı; Mihrali'nin
olmadığı anlaşılınca dört bir yana atlılar çıkarıldı. Bütün aramalara rağmen,
atlılar elleri boş dönüyordu. Oysa Mihraali üçgündür mapushane yakınlarındaki
otlukta gizleniyordu. Topuğu ağır yaralıydı. Kendini doğal yöntemlerle
iyileştirmeye çalışıyordu. Ama her yanı yara bere i.indeydi.
Mihrali, üçüncü gece biraz kendine gelmişti. Gömleğinden bir
parça yırtıp topuğuna sardı. Ayrıca başından, dizinden ve topuğundan yaralıydı.
Bu konumdayken bile direnme içgüdüsü sabır ve cesaret örneği sergiliyordu.
Ellerindeki bilezikleri ise kesmedi. Zira, yeterinden çok yarası vardı. Biraz
otla sarındıktan sonra, bir delikten kendisini aşağıya bıraktı. Aşağıda kendini
yumuşak otlar üzerinde buldu. Ne bir gürültü olmuş, ne de yaraları
ağrımıştı. İçeride, sıra sıra atlar
yemlerini yiyorlardı. Gözüne iyi bir at kestirip yanına yaklaştı. Sonra başka
bir atın sırtından ter keçesini çıkardı, bineceği atın ayaklarına bağladı. Atın
nal sesleri taş zeminde ses çıkarabilirdi. Hava sıcak olduğu için çift kapı
açık bırakılmıştı. Bundan yararlanarak, atına atladığı gibi doludizgin oradan
uzaklaştı. Gece yarısı Maraşlı'ya ulaşmayı başardı..
Mihrali, ulaştığı Karapapak köyünde ilk rastladığı evin
kapısını vurdu. Kapıyı açan yaşlı adama olup bitenleri anlattı. Adam, Mihrali'yi
içeri alıp yatırdı. Bu ev, daha önce öldürdüğü Musa Çavuş'un babasının eviydi. Adam
Mihrali'yi tanımasına karşın ses çıkarmadı. Su ısıtıp bir tekne içinde onu
yıkadı, yaralarını temizleyip merhem çaldı. Süt içirdikten sonra, dinlenmesini
söyleyip çocuklarını başına topladı. Mihrali'nin evlerinde konuk olduğunu,
böyle mert birisine ölen kardeşlerinden dolayı kalleşlik etmemelerini
söyleyerek inandırdı. Mihrali'nin tavladan çaldığı at damgalı olduğu için
çocuklarına bu atı çok uzaklara bırakıp dönmelerini söyledi. Sabahleyin altı
oğlu ile beraber Mihrali'nin yanına geldi; kendilerini tanıttı. Mihrali
irkilir. Adam; "Biz seni Musa Çavuş'un yerine koyduk. Sen de bundan böyle
bizim oğlumuz sayılırsın" Diye güvence verdi. Mihrali'ye bir ay baktıktan
sonra.gideceği zaman, iyi bir at ile Musa Çavuş'un kılıcını verdi. Adam, altı
oğlunu Mihrali'nin yanına katıp uğurladı.
Bu sırada 93 Harbi (1877-1878) patlamıştı. Osmanlılar hem
kuzeybatıda hem de doğuda Ruslarla savaşa tutuşmuştu. Doğuda Rus ordusunun
başında Loris Melikof, Osmanlı ordusunun başında da Ahmet Muhtar Paşa vardı.
İki kesim arasında kıyasıya savaş sürerken, Mihrali,120
kişilik atlı çetesiyle önüne gelen yerde Ruslara vuruyor, onları sürekli
tedirgin ediyordu. Ruslar, bu belâlı Karapapak ile baş edemeyeceklerini
anlayınca, "Orduya hizmet" önkoşuluyla bağışlamışlardı.. Mihrali ise,
Kars kumandanı Hüseyin Hami Paşa'ya gizlice haber göndererek bağışlanırsa,
Osmanlılar yanında savaşacağını bildirdi. Mihrali'nun bu teklifi kabul edildi..
Buna karşılık, Dalaverli Mansur ile Tavşankuloğlu Hüseyin
yüksek rütbelerle Rusların yanında Osmanlılara karşı savaşıyorlardı.
Mihrali, kuvvetleriyle Çıldır'a geldi. 300 arkadaşı ile Türk
güçlerine katıldı.
Yanına
kardeşi Ali Bey'i de almıştı. Kendisine binbaşılık, Ali'ye de mülazımlık
rütbesi verilmişti.
Bir
gün, T. Hüseyin'den bir mektup aldı. Hüseyin, Mansur'la arasının açıldığını,
isterse emrine girebileceğini yazıyordu. Mihrali, bu isteği yerinde buldu.
Böylece, T. Hüseyin de Osmanlı'ya sığındı. Ona da binbaşılık rütbesi verildi
93
Harbi'nin temmuz-ağustos aylarında, çarpışma iyice kızışmıştı. Mihrali, Kars'ın
Göle yöresinde, kendinden en az on kat büyük bir kuvvetle karşılaştı. Mihrali,
tüfek ve kılıçla saldırı emri verdi. Saldırı sırasında, Mihrali'nin atı,
göğsünden bir kurşun alıp yere kapaklandı. Mihrali, üç-dört metre ileriye
düşerken perende atıp iki ayağı üstüne kalktı. Aynı anda tüfeğini ateşleyerek
atını vuran askeri, alnından vurdu. Kendisine yaklaşan bir askeri de kılıcıyla
öldürdükten sonra onun atına atlayıp, düşman saflarına daldı. Askerler bir süre
sonra kaçmaya başlamıştı. Çemberi yaran Mihrali, önüne çıkan düşmanı
tepeleyerek on dört erzak arabasını ele geçirip Kars Kalesi'ne önlerine geldi.
Kale haftalardır kuşatma altında aç susuz direniyordu. Mihrali, kaleyi dıştan
kuşatan Rus çemberini de yararak kaleye girmeyi başardı. Haftalardır, aç, susuz
kalan askerler, gelen malzemeleri görünce bayram ediyordu.
Haberi
alan Anadolu Harp Ordusu Başkumandanı Ahmet Muhtar Paşa; Mihrali'yi kutlayıp
onurlandırdı. Fakat bu kuru erzak, asker için yeterli değildi. Aylardır ete
hasret olduklarından hepsi de bitkin düşmüştü. Hatta bu yüzden, Ahmet Muhtar
Paşa, geri çekilme kararı vermek üzereydi. Bunu duyan Mihrali, Ahmet Muhtar
Paşa'nın yanına gidip bu karardan vazgeçmesini sağladı.
Güvendiği
adamları yanına alarak, düşman sınırından içeri daldı. Haradan, yüz elli kadar
kadana at ile ahırlardan binin üstünde koyun çıkarıp çemberi yararak Ahmet
Muhtar Paşa'ya ulaştırdı. Paşa'nın sevinçten gözleri yaşardı. Sonuçta, Kars, kuşatmadan
kurtulmuştu.
Ahmet
Muhtar Paşa, bunun üzerine Mihrali'yi çekilen Rus ordusunun üstüne sürdü.
Mihrali, Göle Nahiyesi'nin Demirkapı Köyü'nde bir alay düşman süvarisini geri
attı. Ruslar köyü yeniden ele geçirmek için bir alay ile saldırıya geçti. Köyü boşaltıyormuş gibi yapıp ansızın bir
dönüşle on katı düşman da bozguna uğrattı. Pusudaki seksen askeri, bunlara ateş
ederek iki bölüğü dağıttı. Düşmanı kovalamayı sürdürdü. Planın ustalığı
sayesinde iki şehit, dört yaralıya karşı yüzden fazla cesedi ile düşmanı
bozguna uğrattı
Paşa'nın
güvenini kazanan Mihrali’ye bu sefer Gümrü-Tiflis yolu üzerinde Akbulak ve
Parmaksız Köprü'deki askeri telgraf tellerini kesme görevi verildi. Mihrali,
130 kadar süvarisiyle sekiz gün boyunca erzak kollarını vurdu, telgraf
tellerini kesti, müfrezeleri ezip düşmanı çaresiz ve kımıldamaz bir hale
getirdi. Düşmanın yetmişe yakın can kaybının yanında, kendisi dört şehit ve
sekiz yaralı ile geri döndü.
Ahmet
Muhtar Paşa'nın Mihrali'nin bu kahramanlıklarını İstanbul’a bildirmesi ile
Sultan Hamit Mihrali'ye . ilk Mecidiye Nişanını verdi.
Mihrali,
daha sonra Paşa'dan izin alarak, Rus sınırından içeri girdi. Köyü Darvas'a geldi.
Akraba ve komşu Karapapakları toplayarak Osmanlı'ya geçmek üzere yola çıktı. Savaş
içinde çok tehlikeli bir yolculuktu bu. Kafilede kardeşi İsa Bey, karısı Bahar,
kardeşi Mehmet Ali'nin oğlu Rüstem, kundaktaki oğlu Rüştü de vardı. Mihrali;
"Belki ses çıkarır." diye oğlu Rüştü'yü, bir çalının dibine bıraktı.
Bahar Hanım, ağlıyor, çocuğu bırakmaya gönlü razı olmuyordu. Görümcesi Huri
Hanım, kara ve soğuğa aldırış etmeyerek hemen atını geri çevirdi, çalının
dibinden Rüştü'yü alıp kafile sınırı geçmekte iken onlara yetiştirdi
Kars’ın
düşmesinin ardından Mihrali, Erzurum savunmasında yer aldı. Aziziye baskınından
sonra, düşman, dört alayla Erzurum'u batıdan çevirmek istiyordu. Muhtar Paşa,
bunların üstüne üç-dört yüz süvari gönderdi. Mihrali, bu çarpışmada ağır yara
aldı. Artık savaşamayacak durumdaydı (12 Aralık 1877). Ayrıca cephe komutanı
Gazi Ahmet Muhtar Paşa İstanbul'a çağırılıyordu. O'nun gitmesi ile Mihrali de
artık orada kalamazdı. A. Muhtar Paşa, Mihrali'ye bir kızak hazırlattı. Kendisi
İstanbul yolunu tutarken Mihrali de kafilesiyle Sivas'a doğru yol çıktı.
Yerleşme
konusunda, devlet Karapapak topluluğuna her tür desteği sağlıyordu.. II.
Abdülhamit, Mihrali ve çevresinin dilediği yerde yerleşme izni verdi..
Yakınları
ile birlikte Mihrali’ye, Sıvas'ın Ulaş Bucağı'na bağlı Acıyurt Köyü toprakları
ayrılmıştı. Kalan Karapapaklar çevrede kendilerine yer bulmuşlardı. Mihrali
Bey, bugünkü Acıyurt'un mezrasında yerleşti. Tavşankuloğlu Hüseyin, Kuşkayası
Köyü'nü seçti. Böylece Kangal, Uzunyayla bölgesine 30-40 Karapapak köyü iskan
edilmiş oldu.
Bu
yerleşmenin ardından Mihrali, Sıvas'ta çoğunluğu Karapapaklardan oluşan 40 Hamidiye
Süvari Alayı'nı kurdu. Padişah 2. Abdülhamit’ten fermanlı astığı astık, kestiği
kestik bir Osmanlı subayıydı artık.
Göçten
on iki yıl sonra (1899) Kurt İsmail Paşa, Mihrali Bey'in
yanına geldi. Bağdat'ta amansız bir eşkıyanın olduğunu, Arapları Osmanlılar
aleyhine kışkırttığını söyledi. Mihrali Bey, bunun üzerine atlılarını toplayıp
Kurt İsmail Paşa ile Bağdat'a gitti. Bağdat Valisi Mehmet Fazıl Paşa (?),
bunlara izzet ikramda bulundu.
Mihrali,
isyancının kimliğini öğrendikten sonra bir durum değerlendirmesi yaptı. Eşkıyaya
teslim olması için haber gönderdi. O da bir şey yapmayacaklarına dair şeref
sözü alarak teslim oldu. Mihrali Sultan Abdülhamit'e eşkıyanın teslim olduğunu bildirerek
bağışlanmasını sağladı. Bağdat'ta vali ve eşkıya, Mihrali'ye iyi cins Arap
atları hediye ettiler. Mihrali, Kurt İsmail Paşa ile geri döndü
Bu
olaydan sonra Mihrali'nin yaşayan bir söylence olmuştu.
O
günlerde Çiftlikviran köyünde Terekemelerle Karapapaklar arasında bir kavga
çıkmış iki kişi ölmüştü. Katiller kaçıp saklanmıştı. Zaptiyeler işi ağırdan
alıyor, bir türlü katilleri bulamıyorlardı. Sorunun çözümü için köylüler
Mihrali’ye başvurdu.Mihrali kardeşi Ali’yi “Bak hele durum ne?”
Çiftlikviran köyüne
yolladı.
Ali,
köye geldiğinde kaymakamın işi savsakladığını gördü. Görevini yerine
getirmediği için Kaymakama iki tokat attı. Buna sinirlenen Kaymakam ek güçlerle
gelip köyü basmak üzere Kangal’a gitti. Durumu fark eden köylüler bu kez
Mihrali’ye haber iletti. Mihrali zaman yitirmeksizin Çiftlikviran köyünde oldu.
Çok geçmeden Kangal kaymakamı zaptiyeleri ile köye ulaştı. Hırsla Mihrali’nin bulunduğu
odaya girdi. Olayı yatıştırmak isteyen Mihrali kardeşi Ali’yi azarlıyordu.
Bundan cesaret alan kaymakam bu kez kim olduğunu bilmediği Mihrali’ye döndü.
“Sen
kimsin? Neden ayağa kalkmadın? Kalk ayağa” diye Mihrali’ye bağırdı. Bu kez
Mihrali sinirlenmişti.
"Sen
kim oluyorsun da bana ‘ayağa kalk’ diyorsun? Seni kalaycı çırağı seni!..."
diye karşılık verdi.
Kaymakamı kamçılayarak odadan kovdu. Kaymakam
bu olayı vali Reşit Paşa'ya "Seni kalaycı, beni de çırağın yaptı" anlattı.
Buna fazlasıyla içerleyen vali, durumu Sultan Abdülhamit'e bildirdi. Sultan da;
"Bir adamı bana çok mu gördünüz? O, benim yularsız aslanımdır." diye Mihrali
Beye arka çıktı. Böylece Mihrali ile valinin arası iyice açılmış oldu.
Mihrali
ile Vali'nin arasının açılmasına, başka bir olay daha neden olmuştu: Bir at
yarışına, Mihrali'nin Karakütük adlı atı da katılmıştı. Yalnız
bu atın bir özelliği vardı; silah atılmadan, silah sesi duymadan iyi
koşmuyordu. Vali, bunu bildiği için silah atılmasını yasakladı.. İki kesimin de
anlaşması üzerine yarış başladı. Karakütük sürekli geride kalıyordu. Kuşkayası
Köyü'nden Karapapak Çopur Ali, buna dayanamadı.. "Mihrali'nin atı olsun da
geride kalsın bu ne demektir?" diyerek silahını ateşledi. Sonuçta
Karakütük birinci oldu. Vali, bunu Mihrali'nin planı olarak algıladı.
Bu
sıralarda, Yemen bitip tükenmeyen ayaklanmalardan biri daha baş göstermişti.
Özellikle İngilizlerin kışkırtmasıyla Osmanlılara sık sık isyan bayrağı açan
Araplar, gün geçtikçe işi azıtmışlardı. Mihrali'yi çekemeyen Vali Reşit Paşa;
"Bu isyanı bastırsa bastırsa, Mihrali bastırır." diye Abdülhamit'e
bilgi iletti. Niyeti, Mihrali belasından (!) kurtulmaktı. Padişahtan gelen
haber; "Dilerse gider, dilerse gitmez. Ben, O'nu her şeyde serbest
bıraktım" biçiminde oldu.
Durum
Mihrali'ye bildirildiğinde; "Gitmem." demeyi yiğitliğine
yediremeyerek hazırlıklığa başladı. Her gün adamlarına askeri eğ,t,m veriyor,
onları savaşa hazırlıyordu. Bu uüraş yaklaşık bir ay kadar sürdü. Ardından atlısını
toplayarak yola çıktı.
Adana'da
büyük bir kalabalık Mihrali'yi karşıladı. "Oralar sıcaktır, sıcağına
dayanamazsınız." diye vazgeçirmeye çalıştılarsa da. Mihrali, geri dönmeyi
gururuna yediremiyordu.
Yazgıya
teslim olurcasına yola çıkıp bir süre sonra Yemen'e ulaştı. Yanındaki kardeşi
bu sırada yüzbaşı rütbesiyle yanındaydı.
Mersin
limanında Ahmet Fevzi Paşa güçleri ile birlikte bir vapura binerek denize
açıldı. İleri yaşına karşın dönülmez bir
yolda ilerliyordu.
Yemen’de
kendi savaş taktiğini uyguluyor, ordu birliklerinden bağımsız savaşı
yeğliyordu. Birçok yerde uyguladığı yöntemlerle asiler sinmiş, kabuğuna çekilmişlerdi.
Önceden aldığı bilgelerle asilerin yerlerini belirliyor, baskınlarla yuvalarını
temizliyordu.
Atlıları
ile bir geçittn geçerken pusu kuran asi
Arapların baskını a uğradı. Atılılar iki yandan kıstırılmıştı. Bu durumu
gören Ali Bey üç teneke kurşun ile gelip boğazı tuttu. Arkadaşlarına “Siz
buradan uzaklaşın, ben bunları oylar sonra size yetişirim” dedi. Siperden
Araplar üzerine ateş yağdırmaya başladı. Mihrali Bey milisleri uzaklaşırken,
Ali Bey bütün asileri öldürmüştü.
Ne
var ki, ayaklanma bir türlü bastırılamıyordu. Yemen yıllardı Anadolu
çocuklarına mezar olmuştu.
Asi
Araplar Aden yöresindeki korunaklı Şehriye kalesinde yuvalanmışlardı. Mihrali
Beye göre ayaklanmayı ancak bu kalenin alınması ile ezilebilirdi. Ama komutan
Ahmet Fevzi Paşa bunu olanaksız görüyordu. Zaten açık ve yorgunluk askeri
güçsüz düşürmüştü. Asker meyve bahçelerindeki meyvelerle karnını doyurmaya
çalışıyordu. İstanbul’dan geleceği söylenen destek güçler bir türlü ortalarda
gözükmüyordu.
Bu
arada İmam İdris de Tayif’te ayaklanma başlatmıştı. Ahmet Fevzi Paşa, bu
ayaklanmayı bastırmak için Mihrali Beyi oraya yollamak istiyordu. Oysa İmam
Yahya imparatorluk askerlerinin başına bela olmuştu. Arap asiler bir keçi gibi
kayaların başında rahat dolaşıyorlar, askerlerimize kurşun ve taş
yağdırıyorlardı. Sarp kayalıkları ile ünlü Uş, gidenin dönmediği şehirdi. Yedi
kapısı olduğu söylenen başkent Sana isyancıları cirit attığı bir yer
konumundaydı.
Mihrali
Beyin asıl amacı ise İmam Yahya ayaklanmasını ezmekti. Ancak buna ne olanak, ne
de güç vardı. İstanbul’dan geleceği söylenen destek güçleri bir türlü ortalarda
gözükmüyordu.
Görüş
ayrılığı nedeniyle, Mihrali Bey Şehriye kalesini kuşatamadı. Kendi atlıları ile
bağımsız hareket etmeye başladı. Yemen içlerine doğru daldı. Önüne çıkan asi
Arapları biçiyor, ya da esir alıyordu. Bu arada geçmişte bir yara almış, ama
önemsememişti. Aldığı o yara sıcak iklimde, giderek azıyor, güçsüz düşürüyordu.
Hastalanmış, ateşler içinde kıvranmaya başlamıştı. Kardeşi Ali Bey ile akrabası
Yüzbaşı Ahmet Ağayı yanına çağırdı.. Son dileğini söylercesine düşüncelerini
özetledi:
“Beni
iyi dinleyin, bana bir şey olursa hemen atlıyı toplayıp memlekete döneceksiniz.
Bir dakika burada durup eğlenmeyeceksiniz. Bana söz verin”
Kimsenin
baş edemediği, bir zamanlar eşkıya iken
sonradan büyük bir vatansever olup vatanına hizmetler yapan bu destan kahramanı
Mihrali, Yemen'in sıcağına dayanamayıp, hastalanıp orada öldü (1906). Atlılarından
çoğu da telef oldu. Ancak, üç-beş kişi geriye sağ dönebildi. Bunlardan biri de
Kuşkayası Köyü'nden Tavşankuloğlu Hüseyin'di. Mihrali'nin kardeşi Ali Bey ise
Yemen dönüşü gemide zehirlenerek öldürülmüştü. Bir söylentiye göre, Sivas'taki
Karapapakların lideri olmak için Ali Bey'i, Tavşankuloğlu Hüseyin öldürmüştü.
Mihrali Bey'in oğlu Rüştü Bey ise 1932'de öldü.
Mihrali
Bey için pek çok destan yazıldı, türkü söylendi. Ama bunlar içinde en ünlüsü bu
acıyı yansıtan “Mihrali Bey İndi mola” dizesi ile başlayan uzun hava ile
söylenen destan oldu.
93 Kars Kavgaları Türküsü
Gümrü'den yürüdü şapkalı Kazak
Kars içinde eser bir acı sazak
Kaptan Paşa diyer: Devranı bozak
Gel beri gel beri bizim Osmanlı
Kavga koptu Kars'ın başı dumanlı
Yaktı gülşen yurdu zâlim saldadı
Loris de zulmedip verdi berbadı
Ardahan kan ağlar gözler imdadı
Gel beri gel beri bizim Osmanlı
Kavga koptu Kars'ın başı dumanlı
Mihrali Paşa da çok mertlik etti
Mansur'un evini yıktı dağıttı
Hacı Veli'nin de toyunu tuttu
Gel beri gel beri bizim Osmanlı
Kavga koptu Kars'ın başı dumanlı
Muhtar Paşa aldı Gazi şanını
Çevirdi Moskoflar çevre yanını
Yahnılar koparttı Nuh tufanını
Gel beri gel beri bizim Osmanlı
Kavga koptu Kars'ın başı dumanlı
Mihrali Bey
Ben gidiyom Rüştü Bey'im ağlama
Köz koyup da ciğerimi dağlama
Alay gitti beni burda eğleme
Yemen'e de benim ağam Yemen'e
Erdi m'ola Mihrali Bey Yemen'e
Kurdu m'ola çadırları çimene
Oğul köz düştüğü yeri yakar kime ne
Oğul dert benim değil mi vallah kime ne
Ben gidiyom Rüştü Bey'im sana bir nişan
Susuzluktan alayları perişan
Hiç iflah olur mu Yemen'e düşen
Bağlantı
Mihrali'yi sorarsan ezelden yaslı
Çifte al kılıcın uçları paslı
Ta ezel ezelden yaslıyım yaslı
Bağlantı
Mihrali'yi sokaklarda tuttular
Ağamı da bir kurşuna sattılar
Mihrali'yi Yemen'e de attılar
Bağlantı
Mihrali Bey Hamidiye alayı
Düşmanlar çıkardı türlü belayı
Nedir Ali Bey'im bunun kolayı
Bağlantı
Devlete bağlıdır şu senin başın
Cihanda aransa bulunmaz eşin
Elliyle altmışa yakındır yaşın
Bağlantı
Kum tepesi oldu
görünmez otlar
Açlıktan ölüyor küheylan atlar
Kardaş şehit düştü nice yiğitler
Açlıktan ölüyor küheylan atlar
Kardaş şehit düştü nice yiğitler
Arap
atlar geldi, bağlanmak ister
Kömüşlerim geldi yağlanmak ister
Rüştü Bey büyüdü evlenmek ister
Kömüşlerim geldi yağlanmak ister
Rüştü Bey büyüdü evlenmek ister
Yemen'e de benim
ağam Yemen'e
Erdi m'ola Mihrali Bey Yemen'e
Erdi m'ola Mihrali Bey Yemen'e
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder