Yayında Olan Eserlerim

31 Aralık 2017 Pazar

İrene Melikoff, Bir Bilim Dervişi

Bir Bilim Dervişi: Prof.Dr İrene Melikoff
Pir Sultan abdal, dervişliği yensiz yakasız gömlek olduğunu ve bunu giymenin zorluğunu söyler. Bu sözler İrene Melikoff adlı biliminsanı için söylenmiş olsa yeridir. İrene Melikoff, araştırmacılığı, bilim insanlığını dervişliğe dönüştürmüş ve bu ateşten gömleği giymiş bir insandı. Ne diyordu Pir Sultan Abdal:

Bu dervişlik bir dilektir
Bilene büyük devlettir
Yensiz, yakasız gömlektir
Giyemezsin demedim mi,

Bilim yolunu seçmeyi kendi mi istemişti, yoksa yollar mı onu götürmüştü düşünmek zor. Çünkü onun yaşamöyküsü bilinmezlerle doluydu.
Azeri bir baba ile Rus bir ananın çocuğu olarak 1917 yılında Ekim Devriminin olduğu gün Petersburg'da dünyaya gelmişti. Baba Melikzade petrol kuyuları olan bir Azeri zenginiydi. Çarlık Rusya’sında işlerin karıştığını anladığı günlerde Azerbaycan'daki petrol kuyularını bir İngiliz şirketine satıp Bakü'den ayrılıp Petersburg'a yer­leşmişti. Bunu Rusya'nın çalkalandığı o günlerde  Fransa'ya kaçışı izlemişti. 
İrene Melikoff’un Fransa'daki yaşam öyküsü böyle başlıyordu.
İrene’nin genç yaşta Türkoloji eğitimini seçmesi derinlerde olan bir özlemin ve arayışın ürünü olmalıydı. İstediği eğitimi seçebilip bol kazançlı mesleklerde yerini alabilecekken o, bilinçli olarak Türkoloji bölümüne yönelmişti. Ata kültürüne bağlılık onu çağırmış ve o yensiz yakasız gömleği giymek üzere Paris Üniversitesi Türkoloji bölümünde yerini almıştı.
O yıllarda Paris Sobonne Üniversitesi Türkoloji bölüm başkanlığını Prof. Dr. Jean Deny yönetiyordu. Bir dingin türkolog, bir çelebi bilimadamı. Dünya türkologları arasında saygın bir yeri vardı. 1912'de yazdığı Türkiye Türkçesi dilbilgisi büyük ses getirmişti. Türkçe'ye bakış ölçütü ilk kez Arap dil yapısı ölçütünden ayrılıyor, Batı dilbilgisi yöntemine göre inceleniyordu.  Dönemi için bu bir devrimdi.
O yıllarda Türkoloji bölümleri iki üç kişi öğrenci bulmada zorlanan bölümlerdi. 
Yıllardan 1936-37 yılıydı ve Avrupa 2. Dünya Savaşı öncesinin gerilimini yaşıyordu. Paris Türkoloji bölümü geleneksel olarak  Türkoloji bölümleri içinde en önemlilerinde biridir. Jean Deny, dünya çapında bir türkolog’dur ama bölüm orkide bölümlerden biridir ve bütün öğrenci sayısı üç beş kişiyi geçmez. Öğrencilerin yalnızlığı yanında öğretim üyeleri de yalnızdır. İrene hanım gibi öğretim üyeleri arasında sürgün vardır. Bu sürgün Türk okur yazarın yakından tanıdığı biridir: Dr. Adnan Adıvar.

Dr. Adıvar da Türkolojinin çağırısız konuklarından­dır. Kurtuluş savaşı sonrasında Terakkiperver Parti yöneticileri arasına katılmış eşi Halide Edip ile Atatürk’le araları açılmış, Türkiye'yi ayrılmak durumunda kalmıştır. Otuzlu yılların sonlarında Fransa'da Türkçe okutmanlığı ile yaşamını sürdürür. Melikoff’a Türkiye Türkçesi dersleri verir. Üç beş öğretim üyesi ile üç eş öğrenciden oluşan bölümde doğal olarak bir aile gibi iç içedir. Ev ziyaretleri olur. Anılar paylaşılır. Böyle bir insan ilişkisi içinde tanır Adıvar ailesini ve Halide Edip'le pek yıldızları barış­maz, ama Adnan Adıvar'ı sever. Derslerinde ilk okuttuğu kitap Halide Edip'in Yol Palas Cinayeti romanı olur. Adnan Bey, sürekli "Ne güzel Türkçe, ne güzel Türkçe diye eşine hayranlığını belirtir. Adnan Adıvar’ın eşine olan korkunç bir hayranlığına tanık olur.
İrene ise hayretler içindedir. Yol Palas Cinayeti'nden en küçük zevk almaz. İçinden “bunun ne­resi güzel?' diye sorar.
Prof. Melikoff, Halide Edip'in buyurgan kişiliği olduğunu söyler. Gerçekte Halide Edip'in bu kişiliğini birçok anıda vurgulanır. Haldun Taner "Ölürse Ten Ölür, Canlar Ölesi Değil" adlı kitabında Atatürk'le çatışmalarını da Halide Edip'in bu buyurgan kişiliğine bağlar ve şu yorumda bulunur:
“Zeka ölçüşmesinde  çoğu erkeklerden üstün olan, onları birkaç kere suya götürüp getiren, iradesini onlara empoze etmeye alışkın Halide Edip, kendinden çok daha zeki bir erkekle sanırım ilk defa orada (Mustafa Kemal Paşa’nın karargahında) karşılaşmıştır.”
Halide Edip’in buyurgan kişiliğini en güzel örnekleyen Mina Urgan’dır. Bir Dinozorun Anıları’nda şöyle der:
“Halide Edip’in onlara yüz vermeden bile birçok erkeğin aklını başından aldığını onlara tamamıyle egemen olduğunu anladım. Falih Rıfkı’nın anlattığına göre aralarında hiçbir şey olmadığı halde, Cemal Paşa’yı öyle etkisi altına almıştı ki, adamcağız onunla danışmadan basit bir evrakı bile imzalamayacak hale gelmiş.
Halide Hanımla bir çatışma konumuz da Mustafa Kemal’di. Mustafa Kemal’i hiç sevmezdi. Onun yakışıklı olduğunu bile kabul etmezdi. Mustafa Kemal’in güzelliğiyle ünlü elleri için “hiç de güzel değildi elleri, kaplan pençesine benzerdi” demişti bana. Falih Rıfkı’nın bu konuda bir yorumu vardı: Halide Edip öteki erkekleri etkilediği gibi, Mustafa Kemal’i de etkilemek, ona da egmen olmayı aklına koymuştu. Mustafa Kemal’in Halide Hanım’a gelip, evinde bir acı kahve içerken. “Hanımefendi, ne dersiniz, acaba Cumhuriyet’i ilan edeyim mi?” ya da “Halifeliği kaldırmamı doğru buluyor musunuz, Hanımefendi” diye sorarak icazet almasını istemişti. Mustafa Kemal bunu yapmayınca da ona düşman kesilmişti. Halide Edip’in İngilizce anılarında gördüğüm bir fotoğraf Falih Rıfkı’nın pek yanılmadığını kanıtlıyordu. Fotoğrafçı bir dalgınlık sonucu Mustafa Kemal ile Halide Edip’i aynı filme çekmişti. Önde net bir Mustafa Kemal”; arkasında da, bir gölge halinde hayal meyal görünen bir Halide edip vardı. Fotoğrafın altına da “Mustafa Kemal Paşayı yönlendiren kadın” yazılıydı. Halide Edip’in istediği buydu. Gazi’yi desteklemekle kalmayıp, ona yol gösteren kadın durumuna gelmeye karar vermişti. Bu isteğini gerçekleştiremeyeceğini anlayınca da, yenilgiye katlanamamış, memleketten uzaklaşmayı yeğlemişti” (s. 203-204).
Paris’te Adnan Adıvar’ın okutmanlık aylığı ile sıkıntılı bir yaşam sürerler. O günlerde dostları arsındadır İrene Melikoff.
Deny'nin yanında "Danişmend-name" üzerine doktorasını bitirmek üzereyken, hocasının emekliye arılması üzerine Claude Cahen'in yanında doktorasını ta­mamlar. İlk iki hocası da Türkoloji dünyasının yıldızlarıdır.
Prof. Melikoff'un ilk evliliği Adnan Adıvar'ın yerini alan okutman Faruk Sayan'ladır. Faruk Sayan, Halide Edip'in ilk eşi matematikçi Salih Zeki'den oğludur. Adıvarların Türkiye’ye dönmesi sonrasında Paris'te Hukuk öğrenimi gören Sayan türkoloji bölü­münde okutmanlıkla yaşamını kazanır.
Prof. Melikoff yıllar sonra başka bir Salih Zeki ile yolu kesişecektir. Bu şair ve yazar Salih Zeki Aktay'dır. Melikoff, Aktay'ın Hallac-ı Mansur adlı oyununu Fransızcaya çevirir. Oyun radyo oyunu olarak Paris radyosunda yayımlanır ve büyük ilgi uyandırır. Prof. Melikoff, yıllar sonra hala Hallac-ı Mansur oyunun hâlâ etkisindeydi. Onu çok başarılı bir oyun olarak değerlendiriyordu.
Biz bu hayranlığı biraz da Prof. Melikoff'un Aleviliğe olan ilgisine bağlayalım ve yolumuza devam edelim. Prof. Melikoff, Danişmendname ile başladığı bilim yol­culuğuna Eba Müslümnâme ile devam edecektir. 1962 yılında basılan bu çalışmasının ardından Aleviliğe karşı özel bir ilgi uya­nır.
Türkiye'ye gelip Anadolu Aleviliğini araştırmaya koyu­lacaktır. Aralıklarla Alevilik üzerine Batıda en ciddi yazıları ya­zacaktır. Yurt dışındaki her türkoloji bölümünün bir tür Türk tekkesini andırdığı ortamda pek çok ünlü ünsüz kişi ile tanışma olanağı bulur. Bu bölümler kente yolu düşen az çok okumuş her Türk'ün uğrak yeridir.
Ayrıca alan çalışması yapan türkologların ayrı bir yazgısı vardır. Alan çalışması yaptık­ları bölgelerde pek çok kimseden yardım görürler. Bunlarla şöyle ya da böyle bağlantıları sürer. Hele kapağı yurt dışına at­mak isteyen pek çok kimse bunların yakasını bırakmaz. Böylece her türkoloğu bir tür derviş saymak yerinde olur. Prof. Melikoff da böylesi dervişlerdendir. Pek çok Türkü konuk etmiştir. Yılmaz Güney'den, Davut Sulari'ye Feyuzullah Çınar'dan Server Tanilli'ye ve Hacı Bektaş Turizm Derneği başkanı Hasan Arıklıgil’e uzanan birçok ünlü ünsüz Türk bu konuklar arasında sayı­labilir.
Kendisini ilk kez 1986 Nisanında Osnabrück’te yapılan bir etkinlikte tanımıştım. Yılmaz Güney’le ilgili bir anma toplantısına Server Tanilli ve Yılmaz Güney’in eşi Fatoş Güneyle birlikle gelmişti. Birkaç yıl önce Alevilik araştırmalarına girdiğim için kendisini yazılarından biliyordum. Ama konu Yılmaz Güney’in sineması üzerineydi ve ne anlatacak diye merak ediyordum. Yılmaz Güney’le olan anıları üzerine konuşmaya başladı. Anıları Şirazlı Sadi Mevlana gibi şairlerden verdiği öykülerle öylesine güzel anlatmıştı ki hayran kalmıştım. Konuşması bittikten sonra tanıştığımda ne ölçüde alçak gönüllü olduğunu gördüm. Dünya çapında araştırma yapan insan değil, bir ana gibiydi. O günlerde doğru düzgün bir çalışması olamayan benim gibi genç bir araştırmacıya sevecenlikle yaklaşıyor, düşüncelerimi alıyordu. Sonra beni Stasburg’da düzenlediği bir sempozyuma çağırdı.
Bu onun, emekli olmadan önce tüm yaşamını verdiği Hacı Bektaş ve Bektaşilik üzerine sempozyum idi. Bütün yaşam boyu böyle uluslararası bir sempozyum düzenlemek istemiş, ancak emeklilik günleri öncesine nasip olmuştu.
29 Haziran- 2 Temmuz 1986 günleri arasında yapılan Bektaşi Tekkesi adlı sempozyuma dünyanın dört bucağından ünlü bilim adamları katılmıştı. İlk gün Almanya'daki Alevilerden küçük bir grup sembolik bir cem yaptı. (Aleviler büyük bir cem yapmayı korkudan göze alamamışlardı!) Semahlar dönüldü. Dualar edildi. Bütün eksiklerine karşın sıcak bir ortam yaşandı. Kalan günlerde ise gerçekten yüksek düzeyde bilimsel bildiriler sunuldu.
Katılımcılar arasında yaşlı bir Bektaşi babası dikkat çekiyordu. Bu, Tayyar Gayşi Baba adlı bir Bektaşi babasıydı. Arnavutluk’ta Enver Hoca, Yugoslavya’da Tito dönemiyle birlikte kitlesini ve örgütünü kaybetmiş bir dede baba örneğiydi Söylediğine göre 10. baba oluyordu. Amerika'daki Recep Baba ile mektup­laşıyordu. (Arnavutluk'tan kaçan Bektaşiler Amerika'da bir iki yerde tekke kurmuşlardı.) Amerika’daki Kâzım Baba, 1981 yı­lında hakka yürümüştü. Tayyar Gayşi'ye taziye mektubu gel­mişti. Kâzım Baba birtakım emanetler bırakmıştı. Baba'nın Kosova'da 200 talibi bulunuyordu. Ayini cem törenlerini hali­felik erkanı üzerine yürütüyordu. Bektaşilikte dört erkan vardı. Bunlar, musahip, derviş, halifelik, mücerretlik erkanlarıydı. Recep Baba mücerretti. Babalıkta erkan bulunmuyordu. Muhiplik, özlemle, istekle tarikata katılmaktı. Kişi kendine bir rehber buluyordu. Rehber kişiye kefil oluyordu. Kurban kesili­yor, Bektaşiliğe katılıyordu. Yugoslavya'da Bektaşilik, Musahiplik, Ayini cem böyle yürüyordu. Tayyar Gayşi'nin ay­rıca İzmir ve İstanbul'da 10 muhibi vardı. Kendisinden başka Yakınova'da Kazim Ali Baba bulunuyordu. Kendisinden sonra bu işlevi o sürdürecekti. Balkanlarda eriyen Bektaşiliğin son ba­balarından Tayyar Gayşi bunları anlatıyordu.
Sonraki yıllarda bütün Balkanları gezecek, Balkan Bektaşiliği üzerine yazılar yazacaktım. Ama 1986 yazında bunlar düşünülmeyecek ölçüde uzak düşlerdi. Henüz Doğu Blok çökmemişti ve biz bu topraklarda en küçük araştırma yapma gücünden yosunduk.
Strasburg’da yapılan bilgi şöleninde umutsuz yaşlı kuşaktan yorgun ve yılgın aleviler “Alevilik bitti” diye söylediklerinde Meliloff’tan hayret verici bir öngörü duymuştum:
“Bu inanç yok olamaz. Bu halk en zor koşullarda yüzlerce yıl inançlarını yaşattı, geleneğini sürdürdü. Direnen kimliğini koruyan, teslim olmayan bir bir halktır. Bir kuşak ölür ama yeni kuşak inançlarını yaşatır. Alevilik ölmez.”
Yaklaşık olarak bu içerikte sözlerdi İrene ananın sözcükleri. Yaşlı kuşağın dışlanıp kıyıya itildiği, genç kuşağın sol görüşler içinde tün inanç ve gelenekleri reddettiği günlerde bu yüreklerimize su serpmişti. Umudun bittiği günlerdi. Bu olabilir miydi?
Melikof’un bu öngörüsü çok değil dört yıl sonra gerçekleşti ve hoca sözlerinin doğru çıkmasının mutluluğunu yaşadı. !990 yılında Hamburg’da düzenlenen büyük Alevi şöleni haftasında birlikteydik. Bu kez onunla birlikte aynı sunum masasını paylaşma onurunu yaşıyordum. Alevilik ayağa kalkmıştı. Salonda izleyiciler yer bulamıyordu. Arif Sağın bağlaması meydanı inim inim inletiyor, insanlar bastırılmış özlemlerini yaşıyorlardı. Bundan sonra bütün sempozyumlarda birlikte yar alacaktık. Avrupa Alevi örgütlenmesi ve etkinliğinin tarihini oluşturacak bu olaylar bir kitap dolduracak oylumda yaşantı oluyordu. (Günü gününe tuttuğum günlüklerimde yer alan bu olayları zaman bulursam bağımsız bir çalışma olarak yazmayı düşünüyorum.)
Ve 1992 yılında İsviçre’de bir etkinlikte yine birlikte konuşmacıydık. Bu kez anlarını ses alıcısına alıyor, ayrıntılarla dinliyordum. Thun gölü kıyısında bir Alevi dostun evinde ses alıcısının makarası dönüyor, konuşma sürüyordu.Benim sorularım ve merakım karşısında gülerek kendi gençliğini anımsadı. “Ben de sizin gibi meraklıydım Fuat Bey” diye söylendi.
Jean Deny ve Claude Cahen’a büyük saygısı vardı. Ama dönem arkadaşı Jean Paul Ruox ile yıldızının pek barışık olmadığı belli oluyordu.
1990 sonrasında Sovyetlerin dağılması ile eklenen Rusya Türklerinin ziyarretlerini anlatıyordu. Bunlardan Litvanyalı Karaim Galina Hanımın olmuştu.. Galina Hanım Avrupa par­lamentosunda Karaim bağımsızlığını savunmak için Strasburg'a gelmiş, İrene  Melikoff ile ön görüşme yapmıştı. Aralrında şöyle bir konşma geçmişti.
“ne kadar Galina Hamım”
“İki yüz seksen.”
“İki yüz sek bin mi?”
“Yok, yalnız iki yüz seksen kişi.”
“Bunun mu bağımsızlığı için geldiniz?”
Bu olayı anlatıp gülmüştü.
O yılın sonunda ben Türkiye’ye Antalya’ya  döndüm. 1993 Mayısında Antalya’da yapılan Tahtacılar Sempozyumunda yine birlikteydik. Sempozyumda en güzel bildiriden birini sunuyordu.

(Yazıyı burada kesiyorum. İleride yeniden işleyeceğim. Şu anda sayfama koyduğum için üzgünüm. Okurların bağışlamasını diliyorum.)


8 Aralık 2017 Cuma

Osmanlı'da Olmayan Halifelik

Her İnanç dizgesi, dünyayı kendine özgü kurallarla yönetmeye yönelik ideoloji sayılır. İlkelerinin kutsal ve değişmez olduğu varsayımına dayanır. Bunları sonsuza dek yaşatmak ve uygulamak isterler. Bu bakımdan hemen hiç bir din, dünyayı yanız İslam’da değil, başka dinlerde de benzer izleyiciler halifeler vardır. İnanç uygulamasını biçimlendirirken, dünya işlerini de yönlendirirler. Bu yüzden din kurucularının ardından izleyicileri sitemi sürdürmek isterler. Yaklaşık bütün dinlerde durum aynıdır. Yalnız Hint kültüründe din ile politika birbirinden belirgin biçimde ayrıdır.
Din kurucusunun buyruklarını yorumlayan ve uygulayan ardıllar İslamda «halife», Hıristiyanlıkta, «havari» ve sonradan papa olarak ortaya çıkarlar
Hıristiyanlıkta Papalıkta örgütlenen kurum İslamda halifelik biçiminde gözükür. Ama bunların kurumlaşması başka biçimlerde olur.
Batıda önce papa ortaya çıkar, daha sonra devletten ayrı birçok kilise var olur. Bu Tanrı-Sezar ayrışmasını doğurur ve iki başlı bir güç odağı ortaya çıkarır. Otoritenin bu biçimde ikiye bölünmesi özgür düşüncesinin gelişmesine büyük katkısı olur. Dinsel anlayış ve siyasal iktidar açısından uygarlıklar şöyle bir görüntü sunarlar:
Batı kültüründe Tanrı ile Sezar iki karşıt güçtür. İslam’da Tanrı, Sezar’dır. Çin ve Japonya’da Sezar Tanrıdır. Ortodokslukta Tanrı Sezar'ın ikinci dereceden akrabasıdır.[1]
İslam inancı kişinin salt ölümden sonraki yaşamını yönlendirmekle kalmaz. Yaşamda da bir yönetim biçimi ge­tirir. Peygamber, din ve devlet işlerinin başıdır. Baş imamdır, devlet başkanıdır, hükumet başkanıdır, başkomutandır. Onun ölümünden sonra aynı göreve seçilenlere "izleyenler" anla­mında halife adı verilir. İlk dört halife, seçimle iş başına gelir­ler. Ali döneminde halifelik İslam üzerindeki toptancı gü­cünü yitirir. İkilikler başlar. Muaviye ve adamları Ali'yi halife olarak tanımazlar.
Emeviler ise seçim yöntemini bı­rakır, saltanata dönüştürürler. Halifelik tümüyle siyasal iktidar olarak ortaya çıkar ve sonrasında iktidarların oyuncağı konumuna gelir. Şiiler hiçbir  zaman halifelik kurumunu içine sindirmemiştir. Ali'de sonra tümden halifeliğe karşı konum alır. Asya'da yer alan İslam devletleri de hiçbir zaman kendileri üzerinde bir güç görmek istemez. Böylece Halifelik Hıristiyanlıktaki  gibi bir dinsel otorite kurumu olmaz.
Abbasiler döneminde de aynı yöntem sürer. Hulagu'nun Bağdat'ı alması ile, Abbasi saltanatı yıkılır. Abbasi soyundan olduğunu söyleyen biri kaçıp Mısır Türk kölemen sultanlığına sığınır. Kölemen sultanlığı, değişik siyasal amaçlarla, iki buçuk yüzyıla yakın halifeliği yapıla­rında korurlar. 
Halifeliği en uzun süre elinde tuttuğu söylenen Osmanlıda halifeliğin alınışı ve uygulanışı da çelişkili bilgilere dayanır. Osmanlı’ya Halifeliğin geçişi üzerine şöyle bir öykü anlatılır:
Hülagu Han Bağdat’ı alması üzerine Abbasi halifeleri soyundan olduğu söylenen biri Mısır'daki Kölemen oğullarının yanına sığınır. Kölemenler, bu sandan yararlanma düşüncesi ile yönetim yanında tutarlar. Böylece Kölemen devleti yıkılncaya kadar iki buçuk yüzyıl Kahire’de işlevsiz gölge konumunda bir halife bulunur. Yavuz Selim, Mısır’ı aldığında bu soydan gelen yirminci kişi olan  el-Mütevekkil Allah gölge konumda görevini sürdürür. Zaferden sonra halife, Yavuz'un katına gelip elini öper. Halifeliği teslim eder. Sultanlığının yanında ikinci bir erk istemeyen Sultan, halifeliği de üstlenir. Muhammet'in sancağı ve hır­kası İstanbul'a gönderilir. Yavuz Selim Mısır'da altı ay kalır. Ülkenin geleceğini planlar. Sonra bin deve yükü altın ve gümüşle İstanbul'a döner. Ayasofya camisinde büyük bir törenle Halife olur.
Anlatılan öykü budur, ama öykü baştan sona uydurmadır. Gerçekte böyle bir olay yaşanmamıştır.
Osmanlı Hükümetinin bu iddiasına karşın, 16. Yüzyıl Mısır kaynaklarından en küçük belge bulunmaz. Dönemin Osmanlı tarihlerinde de böylesine önemli bir olay hakkında tek satır geçmez. Zaten çağın öbür İslam ülkesi İmparatoru bu sanı kendi için düşünür. Hindistan’daki Babür hatta Yemen İmamı’nın da içinde bulunduğu birçok müslüman hükümdar halife olmak ister. Selim döneminde Osmanlı yönetimi Hicaz’ifeliğin hiçbir işlevi bulunmaz. Kanuni döneminde, Hicaz Osmanlı egemenliğine girdikten sonra göreceli bir önemi olabilir.[2]
Osmanlı sultanları Halifelik kurumuna çok sonraları sarılırlar. Osmanlıda Halifenin İslam dünyasının dinsel öncüsü olduğu düşüncesi ancak çöküş döneminde  akla gelir. İlk kez Küçük Kaynarca antlaşmasında (1774) Kırım Müslümanları dolayısı ile akla gelir. Bu antlaşma görüşmelerinde Rusya, Osmanlı Devletini birkaç yıl sonra kendi ülkesine katacağı Kırım’ın bağımsızlığını tanımaya zorlar. Sultan Kırım Tatarları üzerindeki siyasal egemenliğinden vazgeçecek ama Sultan, Halife olarak Kırım Tatarlarının dinsel liderliğini sürdürecektir. Buna karşılık Ruslara da Osmanlı İmparatorluğundaki Ortodoksların ruhani liderliği tanınır. Osmanlı sultanı, yenilginin onur kırıklılığını kurtarma düşüncesi ile Rusya’nın kendine sunduğu bu yemi yutar. Bu olaya bir tarihsel belge ve öykü gerekir. Belge dizip öyküyü uyduracak kişi de bulunur.
Bu, İsveç büyükelçiliğinde görevli Türk Ermenisi İgnatus Mouradgea’dır. Mouradgea, 1788’de Baron d’Ohsson adını kullanarak halifeliğin Osmanlı’ya geçiş öyküsünü uydurma bir belge ile ortaya atar. Bütün tarih kitaplarına girecek Halifelik öyküsünün aslı astarı budur.[3]
Öykünün bu dönemde ortaya atılması, Osmanlı’nın siyasal egemenlik yerine dinsel egemenliği ön plana çekmesi isteğinden kaynaklanır.
Antlaşmada yer alan bu başlık sonraki dönemlerde İmparatorluk içlerinde çıkan olaylara sık sık Rus müdahalesine neden olur. Sözde Müslümanların koruyucusu Osmanlı sultanı Halifenin Çarın egemen olduğu ülkelerde müdahale girişimi ise hiç gerçekleşmez. Rusya böyle bir girişime izin vermez. Halife Sultanın Osmanlı ülkesi dışındaki ülkelerde kalan Müslümanların ruhani lideeliği ve koruyuculuğu durumu ise tümüyle havada kalır.  
Sonuçta Halifelik savı Osmanlının İmparatorluğunu son çırpınışıdır. 93 harbinden sonra, II. Abdülhamit, dünyadaki İslam ülkelerini Hırıstiyanlığa karşı birleştirme düşüncesi ile Hilafet kurumunu canlandırıp, tümislamcı (panislamist) bir politika izlemeye yönelirHiç inandırıcılığı olmayan bu girişim ne güvenilir bir kuramcısı, ne de kitle desteği bulur.
Halifeliği yeniden canlandırma savı ile İslam yenilikçiliğine soyunan kişilerin en ünlüsü Cemallettin Efendi, kökende Fars olmasına karşın, Şii olduğunu gizlemek için İstanbul’da Afgani adını kullanır. Her gittiği ülkede ayrı bir ülkeden olduğunu söyleyerek ayrı kimlik sergileyen tutarsız, ağzıkalabalık adamdır. Kendisini şişirenlerin «atılgan, sokulgan, son derece geçimsiz ve iddiacı, büyük fikirler ve davalar peşinde koşan biri» olarak tanımlamalarına[4] karşın ne düzenli bir bilgi birikimi, ne de kuramı vardır. Ama Abdülhamit’e dalkavukluk ederek ondan bol keseden ihsanlar koparmayı bilir. Mithat Paşa ve Süleyman Paşanın küçük çıkarlar uğruna devletlerine ihanet ettiklerini, ancak «adalet verici el» tarafından layık olduklarını yazar.  Bu yağlar sonrasında Abdülhamit onu sarayın konuk konaklarından birine yerleştirir. Kendisine, hizmetçi ar, araba verir, aylık bağlar.
Cemalettin Afgani’ye katılan birtakım ne idüğü belirsiz sözde Osmanlı aydını dinde yenilik yapacaklar ve İslam ülkelerini tümislamcılık denen Ümmet düşüncesinde birleştirerek kurtaracaklardır.
Ortaya sürülen panislamcı görüşün özü şudur: Hilafet, salt ruhani bir egemenlik değil, aynı zamanda siyasal bir egemenlik, İslama özgü bir devlet biçimidir. Bütün Müslümanlar, ülke, dil, renk, ırk ayrımı üstünde, yalnız bir inanç kardeşi değil, bir millettir. İslamların çağdaş bir varlık haline gelebilmeleri, ancak dine bağlı bir birlik olmalarına, eski uygarlıklarını diriltmelerine bağlıdır.
Bu ilkeler dayanan ümmet anlayışı Türk kimliğini eritmesine karşın, Osmanlı Devleti gerçek anlamda bir Şeriat devleti de sayılmaz. Batı ile iç içe yaşamanın sonucu sürekli yasal düzenlemeler yapılır. Padişahlık hemen hep önde gelen etkin güçtür. Padişah gerekli gördüğünde şeyhülislamdan istediği yönde fetva alamada sıkıntı çekmez. Sonuçta şeyhülislam onun bir memurudur.
Devlet dini konumundaki Sünnilik ise Hırıstiyanlıktaki gibi reform yaşamamış, katı dogmalarla topluma ve devlete egemen olmuştur. Teokrasi kimi zaman Padişahı da baskısı altına alabilmiştir. Pek çok yeniliğin ülkeye zamanında girememesi, düşünce özgürlüğünün ve insan yaratıcılığının gelişmemesi. Hepsi bir yana devleti ve ülkeyi savunacak çağcıl bir ordunun kurulmasının önünde bir engel olarak kalmıştır. Söz gelimi 1782’de I. Abdülhamit orduya yeni bir çekidüzen vermek istediğinde karşısında Şeriat mantığını bulmuştur. Bütün Şark ülkelerinde olduğu gibi, yobaz softalar ve cahil vezirler. “İslam askeri, nizam denilen şiddetle kullanılamaz. Gavurlar düzenli ordu askerlerini piçhanelerde yetiştirirler, biz piç asker istemeyiz” diye karşı çıkmışlardır.
II. Mahmut yeni düzen asker oluşturmak istediğinde yine softa yobazları karşısında bulmuştur. Saçlı Şeyh denen bir serseri, Padişah köprüden geçerken ona “Gavur Padişah!” diye haykırabilmiş, yeni asker kurduğu için padişaha ağzına geleni söyleyebilmiştir.






[1] Samuel Huntington, Medeniyetler Çatışması, Okuyan Us y., İstanbul 2008, s.93.
[2] Kemal H. Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, Bilgi Üni. İstanbul 2005, s. 446-447.
[3] Bernard Lewis, İslamın Siyasal Söylemi, İstanbul 1992, s. 60-61.
[4] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Bilgi y., Ankara 1973, s. 211.