Yayında Olan Eserlerim

27 Ekim 2018 Cumartesi

Sivas Yaşamından Kesitler


Yaşamın Kıyısından

İnsanı hayvandan ayıran iki -ya da son olarak oyunun katılması ile üç- temel özellikten biri olarak araç gereç yapma gösterilir. Bu üç özellik şöyle sıralanır. Darvin, "aygıt yapan insan" (Homo Faber), Freud,  "düşünen insan" (Homo Sapiens) ve Huizinga "oyuncu insan" (Homo Ludens) özelliklerini İnsanı hayvandan ayıran ana özellik olarak tanımlar.
İnsanın doğada yaşamını sürdürme savaşında araç yapımı başat etkinliklerden biridir. Taş devrinden günümüze insanoğlu işi ve yaşamı kolaylaştırmak için sürekli araç gereç üretmiştir. İnsanın başka insanlara karşı üstünlüğü de araç yapımından ve bu aracı kullanma becerisinden gelir.
Eşyanın önemi insanlığın bir parçası olmasına dayanır. İnsanla birlikte kullanılabilirlik süresince yaşar. Hızlı bir değişim çağında araç gereçler çabucak değişir. Pahalı araç gereçler birkaç yıla varmadan işlevsiz kalıp çöpe atılır. Araç gereçle birlikte bir anlamda insanlığın geçmişi de yıpranır. Eski yaşantının izleri silinir.
Geçmişi anımsamak ve anmak o günün ortamında olası olur. Bu bakımdan geçmişin kullanım eşyalarını bilmek bir tarihçi, bir sanatçı için büyük önem taşır. Bir sanat ürününde yanlış bir eşya kullanımı ürünün değerini bir anda düşürür. Kimi roman, filim gibi sanat ürünü döneminin aksesuarını yanlış kullandığı için eleştirilir. . Söz gelimi Elif Şafak’ın "Aşk" romanında "domates salçası" kullanması, Mevlana döneminde domates Anadolu'ya girmediği için eleştirilmesine neden olur.
Günümüz gençlerinin çoğu yakın geçmişte Sivas halkının kullandığı birtakım eşyanın ya adını duymamıştır, ya da hiç görmemiştir. İşte yaşamın kıyısında kalan bu anıları canlandırmak istemiş Sivas'ta yayımlanan Hayat Ağacı Dergisi. Yaşlı yaşam ağacından dökülen sarı yaprakları da tanıtmayı dilemiş. Bu kapsamda bir yazı da benden istedi. Bir anda çocukluğum, ilk gençlik yıllarımdaki yaşantım canlandı gözlerimde. Belleğimde kalan eşyalarla bu sayıya katkıda bulunmak istedim.

Köyü Kente Taşıyan Heybe
Köylünün en işlevsel eşya taşıma aracı heybeydi. İple dokunan, kilim yad da halı heybeler kolay kullanımla taşıma aracıydı. Her tür eşya yanında tahıl, kuru yemiş yerleştirilebilirdi. Genellikle iki gözlü olur, omuza ya da binek hayvanının üzerine atılarak taşınırdı. Tek gözlü, yana asılarak kullanılan küçük heybeler de vardı. Bunlar altmışlı yılların başlarında bir ara İstanbul sosyetesinde moda oldu. Anadolu’da ne kadar küçük heybe İstanbul esnafınca alınıp lüks mağazalarda satıldı.
Bir de aynı yıllarda Şair Şemsi Belli’nin Ankara radyosunda yaptığı Kırk Gözlü Heybe adlı program vardı. Anadolu‘dan yerel türkülere ve öykülere yer verilen izlence çok beğenilir, sevilerek dinlenirdi. Şemsi Belli programını bir çalgı eşliğinde „Kırk Gözlü Heybe, bir gözünde saz, bir gözünde söz, otuz sekiz gözünde otuz sekiz memleket havası“ tümcesi ile açardı.

Fayton
Kent içi ulaşımda en önemli araç faytondu. Günümüzde nostaljik bir özlemle andığımız fayton 1970’lere değin Sivas kent ulaşımında yerini korudu. Yılmaz Güney’in 1970’te Adana’da çevirdiği ünlü filmi Umut’ta faytoncu Cabbar’ın yaşamı anlatılıyordu. Filim Adana tren garı önünde müşteri bekleye sıra sıra fayton görüntüleri ile başlıyordu. Şimdilerde taksilerin doldurduğu Adana istasyon meydanını o yıllarda faytonlar süslüyordu. 1970'lerde fayton Adana’da da yaşamını sürdürüyordu.
Sivas yaşamında kabadayılar, zenginler, gösteriş düşkünü gençler, rahatça yaya gidilebilecek yerlere bile faytonla gidip hava atarlardı. Hele kabadayıların yaşamında faytonların ayrı bir yeri vardı. En gösterişli faytonları seçerlerdi. Onların bindikleri özel faytonlar olurdu. O faytonlara dostlarını yanlarına alıp sinemaların localarına kurulurlardı. 
Düğünlerde faytonlar kiralanır, topluca şehir içinde turlar atılırdı. Çocuklar faytonların arkasına tutunup binerek eğlenmeyi severlerdi. Başka çocuklar bu asalak binişi „yağlı, yağlı“ sözleri ile faytoncuya söylerler, faytoncu kamçıyı faytonun arkasına sallayarak çocuğu kovalardı.
Altmışlı yıllarda taksiler girmeye başladı bu piyasaya. Taksi ücreti daha pahalı olduğu için, müşteri daha havalı oluyordu. Önce bir iki derken sayları artıyordu. Düğünlerde faytonların yerini alıyorlardı. Düğüne gidenler taksilere biniyor, kent içinde tur atıyorlardı. 1975’te Sivas’a döndüğümde hiç fayton göremeyince şaşırdım. Taksi, tümüyle faytonun yerini almıştı.
Adı belli faytoncular arasında en ünlüsü Kabadayı lakaplı Tahsin Balkara vardı. Kabadayı yapılı gösterişli bir adamdı. Atları bakımlı, faytonu temiz şıktı. Müşterilerine güven veren görünümü vardı. Sivas içinde olup bitenlerin çoğuna ya tanık olur, ya da duyardı. Sivas Kabadayıları kitabını hazırlarken sıcak çermikte Kabadayı Çolak Cahit’in anılarını dinlemek üzerinde gittiğimde karşılaşmıştım son kez. Anılarını anlattı. Eski günlerin özlemi içinde yaşıyordu. Kızılbaşoğlu Yadigar’ın öldürülüşü, Lalığın oğlu Selahattin’in yaşamı üzerine pek çok bilgiyi ondan edinmiştim.

Tahta Fırçası
Yetmişli yıllara değin Sivas sokaklarını çoğunluğu tek kat ya da düz ayak ahşap evler kuşatırdı. Evlerin tabanı tahta döşeliydi. Ahşap tabanlar belli aralıklarla tahta fırçası ile fırçalanır, temizlenirdi. Bu iş için kullanılan tahta fırçaları 5-6 cm eninde, 12-15 cm uzunluğunda dikdörtgen tahtaya geçirilmiş süpürge otu sapından oluşurdu. Tabanları temizlerken sert süpürge otu, iyiden iyiye tahtaları yontup yıpratırdı. Ama ev kadınları bu yıpratmaya aldırmadan tahtaları fırçalar, hamaratlıklarını göstermek isterlerdi.

Maltıs
Soğuk aylarda ısınmak, çay çorba kaynatmak için maltıs kullanılırdı.
Maltıs, saçtan yapılan 60-70 cmlik dikdörtgen ya da kare  biçiminde seyyar ocaktı. Maltısı yakmak için alta çıra, ince tahtalar, üzerine kok kömürü konurdu. Altta sacın zeminle temas etmemesi için dört ayağı bulunan ocak evin bahçesinde yakılır, kömürün alevi söndükten sonra içeri alınırdı. Bununla küçük odalar ısınır, sabah kahvaltıları hazırlanırdı. Alevi geçmeden içeri alındığında zehirlenmelere ve ölümlere neden olurdu.
Sivas sabahlarında kapı önlerinde tüten maltıslarla Ahmet Muhip Dranas’ın Fahriye Abla şirindeki görüntüler yaşanırdı.

Sakatat Arabası
Sivas halkı arasında köklü bir sakatat yeme zevki vardı. Günümüzde de süren bu zevk, o zamanlar daha çok evlerde yapılan yemek türüydü. Kepçeli’de toprak zemine gömülmüş, birbirine yaslanmış üç dört kelle fırını bulunurdu. (1990 larda daha modern konumda Akın kellecisini görüntülemiştim). Bunlar sabahın erken saatlerinde esnafa ve kente gelen köylülere hizmet verirdi.
Bunun yanında evlerde de sakatat yemeği yapılırdı. Ütülmüş davar ayakları „davar paçaları var, davar, davar“ diye satılırdı. Bir de çiğ işkembe satan arabalar vardı. Kimi elle sürülen, kimi atla çekilen bu arabaların içi, çinko metalle döşeli olurdu. Çinko üzerine atılmış işkembeler sokak sokak dolaştırılarak satılırdı. Altmışlı yıllarda bir Amerikan turist, at arabasının çektiği sakatata arabasını özenle görüntülemişti.

Kadayıf Kıyma Tezgahı
Kadayıf yapmak için yaprak inceliğindeki yufkalar evlerde ev kadınlarınca yapılır, bunlar mahalleye çağrılan kıyma ustalarınca dilimlenirdi. Usta dürüm biçimine getirdiği yufkaları tezgahın oluğuna sokar, büyük bir ustalıkla kıyardı. Kadayıf kıyma tezgahı ekmek dilimleme aracını andıran bir eşyaydı.

Gaz Lambası
Hala evlerde, kıyıda köşede acil durumlar için saklanan gaz lambaları hemen her evde bulunan vazgeçilmez aydınlatma aracıydı. Ev hanımları şişesine çoğunluk dantel örgü kılıf yapar, gündüzleri evin güvenli bir köşesinde korurlardı. İnce camdan oluşan şişesi sık sık kırılır kullanıcıya masraf açardı. O yıllarda Sivas’ın büyük bölümünde elektrik bulunmadığı için mahalle bakkallarında bu aydınlatma aracının parçaları da satılırdı. Fitil, cam, hatta petrol.

Şinanay
En ilkel aydınlatma aracı şinanay ya da fiske adı verilen eşyaydı. Huni biçiminde bir deposu ve bir basit fitilden oluşurdu. Deposuna petrol doldurulur böylece yanar, çevre aydınlanırdı. Eski çağların çıra ile aydınlatmanın biraz gelişmiş biçimiydi. Yalnız küçük yerleri aydınlatır ve çok is çıkarırdı.

Gaz Ocağı
Gaz ocağı petrolle işleyen pişirme ve kaynatma aracıydı. Sarı renkte, üzerinde alev veren başı olan bir araçtı. İlkel ocaktan, ardından gaz ocağına geçiş büyük bir evrim gibi olmuştu. Yarım saati aşan kaynama süresini on dakikalık bir zamana indirmişti. Evlerde bu ocakla hızla konuk ağırlanabiliyordu. Ocağı yakmak için alev musluğunun ispirto ile ısıtılması gerekiyordu. Kaynama sonucu taşmalarda sönmesi, yeniden yakılması zaman alan zahmetli işlerdi. Yine de dönem için büyük kolaylıktı.  Kentin lüks mağazalarının vitrinini süslüyordu. Her yeni üründe olduğu gibi önceleri pahalıydı. Önce zengin evlerin mutfağına girdi. Giderek taksitle satışlar başladı ve fiatlar düştü. Kentin varoşlarına değin her evin mutfağında yerini aldı.

Hallaç
Çorap kazak türünden tüm giysiler evlerde örülürdü. Bu gibi giysilerin örülmesine yarayacak iplikler için yünün tel tel olması gerekirdi. Yünü atma denen bu işlemi hallaçlar yaparlardı. Yün atma salt eğirme ipi yapımı için değildi, Yün yatakların da belli sürelerle yıkanıp atılması gerekirdi. Halaç kirişi, topuzu ile gelerek saatlerce sabırla yün ayıklardı.
Sonra bir gün yeni makinenin çıktığı duyuldu. Kocaman saç silindir üzerine çivilerden oluşan tezgahta silindir döndükçe yün, tel tel ayrılıyordu. Bir anda hallaç mesleği tarihe karıştı. Şimdi hallaç tezgahı, kıyıda köşede bulunur mu, bilinmez.

İğ-Kirman
Yün eğirmek için iki araç vardı. Bunlardan biri ve basit olanı iğdi. Bir uzun düz tahta çubuk, bir topuzdan oluşurdu. Elle baldıra doğru vücut kesimine sürülerek hızlandırılır, yün bükülüp ipliğe dönüştürülürdü.

Çıkrık
Yün eğirmede gelişmiş tezgah çıkrıktı. Çıkrık davul büyüklüğünde bir tahta tekerlek ve elle çevirme kolundan oluşurdu. Davula benzer bir silindir elle döndürülür, yünün bükülmesi sağlanırdı. İğe oranla çok daha hızla iş yapan verimli bir araçtı.

Mahalle Fırını
Kentin büyük bölümü köye bağımlı bir yaşam sürerdi. Çarşıdan ekmek alınmaz, evde yapılırdı. Bunun için haftada bir yapılan hamurun mahalle fırınında topluca pişirilmesi gerekirdi. Böyle bir yaşam dar gelirli varoşlar için çok kazançlı olurdu. Ekmek pişirmek için kentin arka mahallelerinde çok sayıda fırın bulunurdu. Bunların büyük bir bölümü ücretliydi. Pişirilen ekmek sayısına göre belli bir ücret alınırdı. Az sayıda mahalle fırını ise ücretsizdi. Pişiren kimse yakacağını kendi getiri, kendi eliyle pişir, fırın sahibine bir pide ekmeği verirdi.
Kazancılar çevresindeki üç mahalle fırınını anımsıyorum. Namık Kemal İlkokulu çevresindeki bu fırınlara çocukluğumda çok hamur götürüp ekmek getirdim. Yiğitlere açılan köşede yer alan Tikveşlerin ahşap konağın altında Kanbur’un fırını vardı. Yüz yüzeyken Hacı Emmi diye anılan Kanbur uzun yıllar bu fırını çalıştırdı. 1980’lerde onu kent merkezinde bir caminin tuvaletini bekler gördüm. Beni tanıdı ve eski bir dostuyla karşılaşmış gibi sevindi. „Sen nerelerde kaldın? Yıllardır göremiyorum“ diye sordu. Ben de ona fırının ne durumda olduğunu sordum. Tirkeşlerin konakla birlikte yıkılıp yok oldu, şimdi yerinde bir beton apartman var“ diye anlatı.

Destan Geleneği ve Destancı
Destan türü yüzyıllar öncesine göçebelik dönemine uzanan toplumsal bellektir. Terim olarak Farsça kökenli “destan” ya da özgün söylenişi ile “dastan” sözünden gelir ve “şiirsel öykü” olarak tanımlanır. Tarihin en eski yazınsal türüdür. Roman, öykü, oyun gibi yazınsal türler ondan türer ama destan yaşatan, destan geleneğini sürdüren bir ortamdır. Ortam ve koşulların yarattığı sözlü yazın türüdür. Uzam bozkırlardır, belirleyici koşul ise toplum genelinde okuryazarlığın en az düzeyde olması gelir. Şiirle söylenmesi kolayca bellekte tutulmasına ve gerektiğinde ezgi ile söylenmesine dayanır.
Destan yaratma koşullarını bağrında yaşatan Sivas’ta köklü bir destan geleneği vardır. Sivas bozkırın göbeğinde umarsızlıklar içinde bulunur. Bozkırın yokluğunu ve acısını bağrında yaşatır.
Bu gelenek elli yıl öncelerine değin kendini yenileyerek yaşar. Önceleri daha çok canlandırma ve yorumlama ile birlikte uygulanan destan okuma, 1960’larda yerini ses bandından okumaya bırakır. Açıklama kesitleri azalır. Çağdaş iletişim araçlarının yayılıp köyleri ve kırsal kesimleri de kapsaması ile yavaşça silinip yiter.

Destan Konusu
Çok renklidir destan konuları. Belirleyici yanı yaşanmış güncel olaylardan kaynaklanır olmasıdır. Olaylar çoğunluk yaşanan acı olaylara dayanır. Büyük kazalar, ortak toplumsal acılar destan konuları içinde önemli yer tutar. Daha geniş çevreyi kuşatan destanlar, ulusal konularladır. Dumlupınar vapurunun batışı, büyük depremler, yangınlar bu türden olayları anlatan destanlardır. Babamın Eczanesi adlı anı kitabında Akın Çubukçu en son gördüğü destanın Adnan Menderes Destanı olduğunu söyler.
Sivas çapında en etkin destanlardan biri 1966 Eylülünde Kayseri’de yaşanan futbol maçında çıkan olaylarda öldürülen Sivaslılar için yazılan destandır. Destan “Kanlı Kayseri’de Kalleşçe Öldürülen Yiğidoların Acılı Destanı” adını taşır. Sokak aralarında megafonla okunarak 15 kuruşa satılır.
Geçmişte daha çok tarihsel olayları anlatan destan, günümüze doğru uzanırken, toplum yaşamından ilgi çekecek her türlü olayı, konu edinip işler. Akın Çubukçu bu türden kendini en çok güldüren Aşık Feryadi’nin Berber Destanı olduğunu söyler ve belleğinde kalan iki dörtlüğü verir:

Bir berbere geldim tıraş olmaya
Gönülsüz, gönülsüz geliyor usta
Canı cavrayarak tıraş eder mi
Parasız olduğumu biliyor usta

Hele bakın şu berberin işine
Yara açtı Feryadi’nin başına
Ben söylerim onun gider hoşuna
Kendi arsız arsız gülüyor usta

Bu türden sayısız konuda destanla bu satırların yazarı da karşılaşmıştır. Söz gelimi iki evliliğin sıkıntılarını anlatan “Yandım iki avrat elinden” adlı bir destanı destancılar uygun bir alanda okur, halk anlatılan olayları gülücüklerle dinlerdi. İnsanın ölümlü olduğunu bu yüzden nefsine uyup günah işlememeyi öğütleyen Nasihat Destanı vardı. “Sigara içmezsem beğenmez kızlar, çektim sigarayı yüreğim sızlar” diye okunan “Sigara içen gencin” destanı gençler arasında beğeni bulurdu..
Bütün destanlar halk ruhunu, yaşantısını, anlayışını yansıtan kesitler içerirdi.
Bu günlük olaylar yanında, Sivas destan piyasasında asker destanları önemli bir yer tutardı. Sivas’ta bulunan acemi birliği ve alay yüzünden geniş bir asker topluluğu vardı. Destancılar bunların duygularını yazıp pazarlardı. Baba ocağından ayrılan genç adamın yalnızlığını ve özlemlerini dile getirdikleri destanları hafta sonu izni ile çarşıya inen askerlere müziği ile okur, arada yaptıkları yorumlarla askerleri duygulandırırlardı. Bunlar askerlerin yoğun ilgisini çekerdi. Destancı yanık sesi ile askerlerin duygularını kaşır. Bir iki askerde bir iki damla gözyaşı damlası gördüğünde başarısı ile övünür. Asker kimileyin destanı okuduktan sonra katlayıp kendini bekleyenlere gönderir.
Küçük çaplı olaylar da destanlarda işlenir. Kimisi sıradan cinayetler, günlük olaylardır. 1959 yılı Nisanından öldürülen Kabadayı Yadigar’ın destanı bu türün özgün örneklerinden biridir. Aylarca taş plaklarda bu destanın ezgisi yankılandı:

Yolumun üstüne pusu kurdular
Üç kardeş bir olup beni vurdular
Biricik yavrumu yetim kodular
Yadigâr'ım sana nasıl kıydılar

Kime ne ettim de giydin alları
Yakın iken ırak ettin yolları
Başıma getirdin türlü halları
Yadigarım yaşar mıydı bunları

Kızılırmak gibi akıyor kanım
Dostlar, dizlerimde yoktur dermanım
Artık bu dünyadan geçti kervanım
Mezarım üstüne yazın fermanım

Doktor Kızıldeli yaram bağlıyor
Bu dert yüreğimi yakıp dağlıyor
Eşim dostum toplanmış ağlaşıyor
Yusuf oğlu Ali coşup çağlıyor
O yıllarda ardından destan söylenenler çok çeşitli olurdu. Kimileri Sivas yöresinde adı duyulmuş, kimileri ulusal düzeyde ünlenmiş kişiler için destanlar yazılır, satılırdı. Küçük çaplı bireysel acıları yansıtan destan konuları da halk arasında ilgi uyandırırdı. Ulusal çapta adı duyulmuş ilk Türk banka soyguncusu Necdet Elmas’a da destan yazıldı, Kan davası nedeniyle idama giden Sivas’ın Kalın köyünden Kalınlı Bekir’e de. Bu tür konularda yazılar destanlar günümüzdeki ucuz romanları andırırdı. Halk arasında kısa süre ilgi uyandırır, sonra unutulur giderdi.
Buna karşı değişmeyen dinsel konular vardır. Bunlar dinsel olayları anlatan öykülerdi. Musa peygambere vahiy yolu ile peygamberlik inmesi Musa Tur Dağında Koyun Güderken destanında öykülenirdi. Alevilerin en çok ilgi gösterdikleri Kerbela olayını anlatan destanlardı. O yıllarda büyük çoğunluğu varoşlarda ve köylerde yaşayan Aleviler belli ürkeklikle bu destanları alır, dörde katlar, elde edilmez bir servetmiş gibi şapkalarının içine saklarlardı.

İşlev
Destan söyleme ve okuma Sivas halk yaşamının bir kimliğiydi. Böylesine derinden Sivas halk yaşamını kuşatması belki de kentin yerleştiği topraklara dayanıyordu. Destan bir anlamda bozkırın çığlığıydı. Halk acısını destanda buluyor, destanla acısını soğutuyordu. Bunun bir halk belleği, toplumsal bellekti. Olayları destanlarla öğreniyor, nedeni niçini konusunda bilgileniyor, yorumluyordu. Durgun bir suya atılan taş gibi yankıları dalga dalga uzaklara yayılıyordu. Zamanla bu çığlık ortak bilince dönüşürdü. İnsanlar acı bir olay karşısında birleşirdi.
Pek çok olay türkülerle de anlatılırdı ama destanın türküden ayrılan yanı, türkünün acıyı yansıtması, destanınsa, öykülemesiydi.

Biçim
Destan çok sayıda dörtlüklerden oluşan hece ölçeği ile söylenmiş koşma türü şiir biçimidir. Dörtlüklerin belli bir sayısı bulunmaz. Genellikle bir A4 kağıdına sığacak oylumda söylenir. Ne fazla uzun ne de gereğinden kısa olması makbul sayılır. Dönüp dönüp okunacak rahatlıkta, okunduğunda hüzün ya da neşe paylaşılmalıdır. Kimileyin aynı kağıda arkalı önlü iki destanın basıldığı olurdu.

Pazarlama
Destan yazarı ile destan satıcısı başka kişiler olurdu. Destan yazarı bunu pazarlayıp satmayı kendisine yakıştırmazdı. Destanı yazan kişiye destan satıcısı üç beş kuruş verirse verir, vermezse o da güme giderdi. Ne şair yazar hakkını bilir, ne de satıcı buna uyardı. Söz emeğinin karşılıksız olduğu yıllardı.
Destancı basılı destanı koltuğunun altına alır, halkın kalabalık olduğu alanlarda ezgi ile seslendirmeye koyulur, bu arada destanın ne üzerine olduğunu açıklardı. Alan Sivas tren garı, İstasyon caddesi, Buğday pazarı, Sivas hali çevresi gibi halkın yoğun uğrak yerleriydi. Başına üç beş meraklı toplandığında destanını okumaya başlardı. Destancının etkileme gücüne göre giderek kalabalık artardı. Bundan sonra aralıklarla destan satar, sonra yeniden okumayı sürdürürdü.
Destan fiatı günün alım gücüne göre beş, on ya da on beş kuruş olurdu. Kimileyin üzerinde yeteri para olmayanlar destancı ile pazarlığa girer, daha ucuza alırlardı.
Destan satıcılığı genellikle ekmek kapsına katkıda bulunan ikinci bir iş olurdu. Destancının başka bir işi mesleği uğraşı olur, destancılığı biraz cep harçlığı kazanmak biraz da zevkli bir uğraş olarak yapardı. Kent esnafı sürekli ayak altında gezinen destancıları tanır. onları sokaklarda yüzü eskiyen gariban olarak görür, alaylı gülücükle çırpınışlarını izlerdi.

Destancı Ahmet
Öğrencilik yıllarımda bir destancıyı yakından tanıdım. Destancı Ahmet adıyla anılırdı. O yıllarda otuzlu yaşların başlarında evli bir adamdı.
Pirkinik caddesinin ilerilerinde tarlalara yeni yapılmaya başlayan evlerden birinde otururdu. Dolma kerpiç duvarlı evlerin kuşattığı sokaklar kışları çamurdan, yazları tozdan topraktan geçilmezdi. Uyumlu görünümde, orta boylu Ahmet lacivert takım elbise giyer, giyimine elverdiğince özen gösterirdi. Hemen her sabah Pirkinik caddesini boylu boyunca yürüyerek kent merkezine gidip gelirdi. Asıl işi devlet kurumlarından birinde kapıcılık türünden ayak işiydi. Ama memur görülmek ister ne işini ne de genç eşini kendine yakışır bulurdu. Destan okuyuculuğu ile öğünürdü. Hafta sonları destan satarken uyandırdığı ilgi ile mutlu olurdu. Ailesi, evi, işi ile barışık olmadığı her halinden belli olurdu. Kendi dünyasında kendisi ile mutlu ve barışıktı. Onu doyuran, mutlu eden destan okuyuculuğuydu.
Eşi ile gözükmekten utanırdı. Kimi sabahları kendi eli cebinde başı havalarda, eşinden on on beş adım önde, çarşıya doğru yürüdüğü olurdu. Eşinin kendisine söylediği sözleri duymazdan gelir, acımasız biçimde kafayı dikip giderdi. Eşi ile birlikte mi oldukları, yoksa eşinin zorunlu bir nedenle ardı sıra mı geldiği belli olmazdı.
Uzun süre sürdürdü destan okuyup satmayı. Sonraları çalıştığı kurumdan emekli olmuş, evini satıp Mersin’e yerleşmiş. Yaşayıp yaşamadığını bilen yok. Tanıdığım tek destancı Ahmet oldu. Soyadını bilmediğim bu destancı ile Sivas’ta destan uğraşı da bitmiş olmalı.


25 Ekim 2018 Perşembe

Boz Atlı Ulak


Boz Atlı Ulak
Ali Efendi iki oğlunun askerden sağ dönüşünü gördü. İleri yaşlarında Cumhu­riyet'i de gördü. Huzur günleri başla­mıştı.  Ilık bir Ekim sabahı Revani’ye seslendi
“Oğlum Veli ben bu gece bir düş gördüm”
Hayr ola ede anlat bakalım.”
“Benim kızlar bizi ziyarete geldiler. Önce Güşü, ardından Fatma, sonra Elmas geldi.. Daha sonra da bir boz atlı adam benim atına aldı gitti.”
“İyi bir düş görmüşsün ede.”
Yufka ekmek, peynir düremeci ile kahvaltısını yaptıktan sonra köyde gezmmeye çıktı. Güneş yükselirken komşu Davulbaz köyündeki Firdevs geldi.
“Edem nerede? Edemi düşümde gördüm.”
“Köyün içinde geziyor. İyi.”
Bir süre sonra biraz daha uzaktaki köye gelin giden Fatma deldi.
“Edem nerede? Edemi düşümde gördüm.”
“İyi rahat. Köyün içinde geziyor.”
Çok geçmedi ki bir eşek sırtında küçük kızı Elmas gözüktü.
“Edem nasıl? Edemi düşümde gördüm.”
“İyi rahat. Köyün içinde geziyor. Biraz sonra gelir.”
Ali Efendi, uzun ak sakalını sıvazlayarak eve döndü. Kızlarını gördüğüne pek sevindi. Yüzünde güller açıyordu. Kızları babalarına bir şeyler getirmişlerdi. Kızlarına dirliklerini, düzenlerini sordu. Geçimleri nasıldı? Eşleri ile uyumlu yaşıyorlar mıydı?
Tümü iyi, mutluydu. Gül gibi geçinip gidiyorlardı. Özlem dolu söyleşi akşam saatlerine dek sürdü. Tümü değişik odalarda uykuya çekildi. Gecenin ilerleyen saatlerinde eşi Revani’yi uyandırdı:
“Kalk. Kaynatama bir şey oldu.”
Revani büyük evlikte yatan Ali Efendi'nin yanına gitti. Babası yatağın içinde titriyordu.”
“Ede neyin var?”
“Oğul çok üşüyorum, çok…”
Revani eşine seslendi.
“Bir bal şerbeti yap getir. Üşümeye iyi gelir.”
Eşi Elif, bir tas içinde bal şerbeti yapıp getirdi. Ali Efendi bal şerbetini içti ana titremesi geçmedi. Üşüyor, üşüyordu… En küçük çocuğu olan Abbas, bağırıp çağırıyor ağlıyordu.
"Ede, ede..."
Köyde "baba sözü yerine Ede sözü kullanılıyordu. Pir Sultan'ın kızı Sanem'in "Edemi astılar kanlı Sivas'ta" dizesinde söylediği gibi.
“Üzerine bir yorgan daha örttüler. Ama etki etmiyor, titremesi sürüyordu.
“Beni bir doğrultun. Bir su verin” dedi Ali Efendi.
Yatağın içinde doğruldu. Yüzü ter içindeydi. Yorgun gözlerle çevresini saran kızlarına baktı. Gülümsüyordu.
“Ver elini ya Ali!”
Son sözleriydi bunlar. Ali Efendi ölmüştü. Evdekiler ağlaşıyorlardı.
1925 Ekimin serin şafağı yaşanıyordu. Ali Efendinin ölüm haberi bir anda köye yayıldı.. Komşular yaşlı gözlerle birer ikişer Ali Efendinin evine geliyordu..
 Revani, Fazilet kitabını çıkardı. Bu el yazması kalın kitap ocağın künyesi işlevini görüyordu. Babasının ölümünü yazdı:
“Pederim Ali Efendi!nin ruz-u vefatı. Rumi 1341.”



Peygamber Geleneği


Peygamber Geleneği

Doğunun en belirleyici doğa olaylarının başında hem gezginlere, hem de sakinlerine yaptığı etkiyle çöl gelir. Çöl görünürdeki aldatıcı sonsuzluğu, gündüzleri kendini yutan ışık denizi ve bütün bunlara bağlı olarak içindeki hayatın bü­tününe yok olup gitmişlik görünümü veren o gururlu dingin­liğin ve ürpertici sezginliğiyle insanları derinlemesine etkiler. İnsan bu kımıltısız sonsuzluğun içinde kendini hem küçüklük, önemsizlik, hem de yücelik duygusuna kaptırır ve bütün bunların yaratıcısı olarak tasarladığı varlığın karşısında temki­nili olmaktan da öteye denetleyemeyeceği bir ürküntü duyar. Bu duygu, hemen her adım başı karşısına çıkan fanilik belirti­leriyle daha da yoğunlaşır. Çölün her köşesinde, sahipleri ya birbirleriyle dövüşmeleri ya da kum fırtınası, sağanak gibi ansızın patlak vermiş doğal yıkımlar ya da belki, uçsuz bucaksız, tek­düze kum ovalarında yollarını şaşırmaları sonucunda açlık ve susuzluktan ölmüş hayvanların ve insanların kemikleriyle karşılaşılar.
İnsan üzerinde yaptığı etkiler sonuçta yukardakinin aynı olmakla birlikte, gecenin çölde yol açtığı duygular oldukça farklıdır. Apaydınlık bir ışık denizinden, kopkoyu bir karan­lığa birden bire, algılanabilecek bir ara aşamamasına meydan bırakmadan geçen çölde, gece ansızın çöküverir. Zifiri karan­lık göğün içinde ışıldayan gök cisimleri, yeryüzünün aynı enlemdeki başka bölgelerinde eşi örneği görülmemiş bir parlaklık saçarlar. Dünyanın aynı enlemdeki öteki bölgele­rinde, Arabistan’ın geniş ve kavrulan toprakları üzerine ya­yılmış saydam, berrak havadan eser yoktur. Ve birden çökü­veren geceyle yaşamaya başlar. Çölün her yanında hayvanlar harekete geçer. Çeşitli ve çoğu tüyler ürpertici sesler çölün dört bir yanından yankılanırken, havanın temizliği ve inceliği, uzaklıkları neredeyse yokederek, bu sesleri daha yoğunlaştı­rır. Asabı bozulan, huzursuzlaşmış, tedirgin ve ürkekleşmiş in­sanların iyice uyarılan hayal güçlerinin, her yandan gecenin karanlık sessizliği içinde cirit atan, insanların peşlerine takılıp onlara zarar veren gizli, esrarengiz ruhlar, hortlaklar yarat­masına yardımcı olmasının şaşılacak bir yanı yoktur. Bu ortam yüzünden, Arapların cinlere, perilere, hayaletlere inanma eği­liminin kökenleri çok uzak geçmişlere dayanır. Bu cin ve periler Kur’an’da da yer alacaktır. Hırıstiyanlığın kurucusu İsa’nın İncil’e oze Samilerin Şeytanını çölde görmüş olması bu bakımdan oldukça ilginçtir.[1]
Arap toplum yapısı peygamber yetiştirir. Muhammet’ten önce binlerce peygamberin çıkması bu toplum yapısının bir özelliğidir. Devlet başkanları, yöneticiler, kendini zorla pey­gamber saydıran açıkgözler toplumdaki bu eğilimin ürünleridir. Bu bakımdan Auguste Bebel, Büyük din sistemleri­nin Doğu’da ve hemen hemen aynı bölgelerde doğup ortaya çıkmasına raslantı gözüyle bakmaz[2]. Bunu doğal koşullara bağlar. Bebel’de olduğu gibi kimi araştırmacılar, doğa­nın bu konumunun insanda dinsel hayallere, coşku ve heye­canlara düşkünlüğe, düşgücünü ve uyarılmış duyguları tat­mine yönettiğine değinir. Bebel özellikle çölün insanda yarat­tığı duyguları uzun uzun anlatır. Peygamber geleneğini,bir yerde çölün bireyde yarattığı duygulardan kaynaklandı­ğına bağlar.
Eski ve Orta Türkçede peygamber sözünün karşığı yala­vaç deyimidir. Türkçe yalvarmak eyleminden türemiş sözcük, elçi anlamındadır.
Çeşitli kaynaklarada, Önaasya toplumlarına gelen peygamber sayısı 124.000 ile 224.000 arasında değişir. Bunların dördü “resul”, geriye kalanı “nebi”dir. Resul (elçi) deyimi, Tanrı’nın ilahi ileti (vahiy) ile kendisine bir şe­riat bildirip bu şeiratı insanlara öğretmekle görevlendirdiği peygamberler dile getirir. Peygambere inanmak bu nedenle, gerekli ve zorunludur. Çünkü Tanrı güvencesi altındadır. Peygamber öbür insanlardan iki özelliği ile ayrılır: vahiy ve mucize. Böylece peygamber, Tanrı’yla çok yakın ilişki kuran insandır.
Bilindiği gibi Muhammet’ten sonra da birçok peygamber çıkmıştır. Bunların etkinlikleri ve yaşamları üzerine yapılan araştırma “İslamdan Dönenler ve Yalancı Peygamberler” adını taşır. Yazar araştırmanın girişinde yalancı peygamberle ger­çek peygamberi belirleyememe sıkıntısını çeker.[3]
Arap geleneğinde peygamberlerin başka özellikleri de vardır. Önbiliciler ve peygamberler çok kez bir peçe taşır­lar.[4] Önbilicilikleri vardı. Güzel konuşurlar.
Muhammet’ten sonra Esved, Tuleyha, Secah, Müseylime gibi peygamberler ortaya çıkar. Tümü önbilicidir. Kısa ve secili konuşurlar. Parapsikolojik güçlere donanmış insanlardır. Tuleyha, Cebrail ya da Zu’n-Nun adlı bir melekten vahiyler aldığını da bildirir. Müseylime ise Kureyş egemenliğini tanımamak uğruna ya­şamını feda etmek isteyen bir idealist olarak bilinir.
Esved ola­ğanüstü yeteneklerle donanmıştır. Yüksek bir sezgi gücü vardır. Kurnaz, cesur ve yönetme tutkusu ile dolu usta bir si­yaset adamıdır. İpnotizmacıdır, güzel konuşur. Çevresindeki insanlara kendi peygamberliğini inandırır. Muhammet’in son günlerinde, vergi sorunları yüzünden kimi kabileler arasında çıkar tedirginlikten yararlanıp Yemen’de ayaklanır. Savaşçı bir peygamber sıfatıyle ortaya atılır. Ayaklanma bir yangın gibi güney Arabistan’a yayılır. Kısa sürede büyük toprakları ele geçirir. Ne ki, bundan dolayı büyük gurura kapılır. Arkadaşlarının küçümser, halka zulmetmeye, fazlaca sarhoş olmaya başlar. Bu durum peygamberliğine de yaşamına da mal olur. Karşıtları Esved’i ancak bir suikast düzenleyerek öl­dürüp kurtulabilirler.[5]
Arap inanç dizgesininde peygamber çıkarma geleneği neredeyse günümüze değin sürer. 1. Dünya savaşı yıllarında İngiliz general Allenbi’nin adı Arap yazısında Al Nebi biçiminde de okunduğu için, beklenen peygamber olduğu propogandası yayılmıştır. Olayın kökeni. 12-13. yüzyıllar arasında yaşayan gizemci Muhiddin-i Arabi’ye dayanır. Türklere karşı Arap  isyanı sırasında onun bir kehaneti yayılır. Buna göre bir gün “En nebi-El nebi” gelecektir. Gerçi Kuran’da Muhammed’i son peygamber olarak gösterir. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir, ama her nedense Muhiddin Arabi başka türlü haber vermiştir. Öyleyse neden başka bir Nebi gelmesin?
Bu müjde şöyle tanımlanır: Bu peygamber Mısır’dan çıkacaktır. Nil suyu Sina çölüne akacaktır. Ve Araplık o zaman kurtulacaktır. Hem de, El nebi artık ortaya çıkmış, somut olarak görünmüştür. Bu “Elnebi” Mısır’daki İngiliz kuvvetleri başkomutanı ve İngiliz Mareşalı Allenbi’dir. Bu ad, Arapçada Al nebi olarak yazılır. Nil suyu da Sina çölüne ulaşmıştır. Öyleyse Arapların kurtuluş anı da gelmiştir.[6] Bu inançla Araplar, Peygamber olarak gelmiş bulunanan Allenbi’ye uyarak Türkleri sırttan hançerlemekten kaçınmazlar. Ama Türkler, arkasını İngilizlere dayamış sözde Peygamberin torunlarına karşı Medine’yi ateşte kavrulmuş çekirge yemeye çalışarak savunurlar. Çünkü peygamberin kabri oradadır. Ve orduda söylenen bir Türk marşı vardır:
Bırakmayız Medine’de yatanı
Can veriririz, kurtarırız vatanı

Eren Geleneği
Türk toplum yapısı ise “eren”, “ermiş” inancına da­yanır. Peygamber inanç dizgesi ile eren inanç dizgesi, iki ayrı doğanın ürünüdürler. Eren inancı yayla ve bozkırların ürünüdür. Çöl kavuruculuğu nasıl insanda kuruntular uyandırırsa, bozkırlar insanda, yalnızlık duygusu uyandırır.  İnsan ruhu, bozkırın bitimsizliği içinde her an bir yıkım bekler gibi yazgıya boyun eğmiş, kendi içine sinmiştir, sürekli iç hesaplaşma ile yüz yüzedir. Bu doğa içindeki yalnız birey, göksel bir güç beklentisi içinde değildir. Tek gücü kendi direncidir. Eren bu ortam ve koşulların çocuğudur.
Ermiş ile peygamber arasında, kimi önemli ayrımlar bulunur. Peygamber, etkinlik, davranış ve sözlerinin tümünü yaratıcıya bağlar. Peygamber yalnızca bir aracıdır. Sözleri Tanrı buyruklarıdır. Bu bakımdan söz, davranış ve etkinliklernden sorumlu değildir. Ne yapmışsa, Tanrının isteği üzerine yapmıştır. Bu anlayış, tanrı korkusunu da birlikte getirir. Tanrı ne yaparsa doğru yapar, onun karar­ları tartışılamaz. Arap peygamber geleneğindeki bu inanç bütün peygamberlerin yaşamlarına sinmiştir. İnananlar, pey­gamber diye benimsedikleri kişilerin yaşamlarındaki çelişki­leri, olumsuz yanları görmezler.
Eren geleneğinde ise birey önemlidir. Asıl önemli olan bi­reyin kendisini yaratmasıdır. Birey söz ve davranışları ile say­gınlık kazanmıştır. Onun yücelten doğrudan ardında olan ve her sıkıştığı yerde ona yardımcı olacak bir tanrı bulunmaz. O, seçilmiş bir kişi değil, sıradan bir bireydir. Kendi özgücü üzerinde yükselir. Bu özgücü birey kendisi işleyip erenlik katına ulaşır. Çok kez kendi gücünün ayrımında da değildir. Olağanüstülükler gösterir, bilinmeyenleri söyler. Ancak, bunları kendisi değil, çevresndekiler görür, sezer.
Anadolu insanı için ise aynı durum Arapça sözcükler veli, evliya; Türkçe karşılığı ile eren, ermiş, alperen geleneği aynı işlevdedir. Değişik uzam ve zamanda yeni erenlerin çıkması doğal bir gereksinimdir, yadırganmaz. Bunlar toplumla içiçe yaşarlar. Tanrısal değil, insancıl kimlik taşırlar. Güçlerini Tanrı buyruklarından değil, özlerinden alırlar. Doğrudan günlük yaşamda insanlara yardımcı olurlar. Kişi güç durum­da kaldığında, bir an gözüküp sorunu çözüp uzaklaşırlar. Harmanı kalkacak bir köylünün harmanını kaldırırlar. Irmaktan geçemeyen çocuklu bir kadını kurtarırlar. Bu gibi insancıl yardımların sayısız örnekleri vardır. Çok kez, bu yar­dımdan sonra sessizce ayrılırlar. Kişi, o yardımı yapanın ermiş olduğunun ayrımına sonradan varır. Budur Anadolu insanının inancı!
Eren geleneği Alevi inancında pek canlı biçimde yaşar. Kökü, yine doğal yaşam koşullarına inen bu eski inanç İç-Asya’ya uzanır. Arap nasıl çölün çocuğuysa, Türkler yaylala­rın çocuklarıdır. Türklerin tarihi Sarıdeniz’e dek uzanan yay­laların ekseninde taşma ve durulmalar, iniş çıkışlarda döner. Karakum, Kızılkum bozkırları bu insanların korkulu düşleri­dir. Söylencelerinde bozkır tanrıları, yayla masalları derin iz bırakmıştır. Doğa güçlerini tanrı olarak algılar. Bu güçlere karşı insanı koruyacak erenlerdir.
Alevi inancının orta direği durumundaki Ali, pey­gamber değil Eren’dir. Gücünü, bilgeliğini Tanrıdan almaz. Önceden kurulmuş, tamamlanmış, sona ermiş değildir. Kendini kendi kurmuştur. Erdemlerine bilgeliği ile ulaşmıştır.



[1]Auguste Bebel (Çev. Veysel Atayman): Hz. Muhammed ve İslam Kültürü, İstanbul 1987, s. 20.
[2]Auguste Bebel: a. g. e., s. 15.
[3]Bahriye Üçok: İslamdan Dönenler ve Yalanc› Peygamberler, Cem y., İstanbul 1996, s. 14.
[4]Bahriye Üçok: a.g.k.., s. 61.
[5]Bahriye Üçok: a.g.k.., s. 81
[6] Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa, III c., Remzi K., İstanbul, 1992, s. 290-291.

İnsan Kurbanı



İnsan Kurbanı
İnsan kur­banı, yüce varlığa en değerli varlığı sunma inancına dayanır. Evrim sürecinde insanlığın geçmişine koşut bu inançtır. Pek çok toplumda izleri ile karşılaşılır. Özellikle Keltlerde korkunçtur. Eski Kuzey Avrupa halklarında ürkütücü görünümdedir.. Bu halklarda erkek domuz olan Freyr bolluk Tanrısıdır. Törenlerle ona in­san kurban edi­lir.
Yunan mitolojisinde Toprak ana Gea öz çocuklarını öldürüp yer. Zeus'un oğlu Dianisos'u Titanlar yerler. Zeus da onun yü­reğini yiyip yeni bir Dianisos yaratır. Bunlar in­san kur­banı­nın izleri olarak değerlendirilir[1]. 
Tevrat'tan öğrendiğimize göre İsrailoğullarında da durum böyledir. Tevrat'ta erkekleri, çocuk bırakmadan ölen kardeş­lerinin dul karılarını eş olarak almaya zorunlu kılan kesin buy­ruklar vardır. Böylece doğacak olan oğullar ölen kardeşin soyunu oluşturacak, onun süreklili­ğini sağlamış ola­caktır[2].
Sami halklarında da bulunan insan kurbanı geleneği kutsal kitaplarda öykülenir. Daha sonra işleneceği gibi bu öykü Kuran’da ida yer alır ve Kuban Bayramı inancı ile ilintilenir.
İbrahim’in oğlu İsmail'i kurban etme girişiminden esinlenir.
İnsan kurbanı inancı uzakdoğu halklarında da vardır. Çin kaynaklarında İskit ve Hunlarda insan kurbanı olduğunu bildirilir.
Hunlarda ya­kın akrabaların birlikte gömül­mesi olayından sözedilir. Batılı kaynak­lar Atila'nın ölümünde, birçok kimsenin öl­dürülüp bir­likte gömüldüğünü bil­dirirler.
Hiung-nu'larda, insan kurbanı vardır.
Ak Hunlarda kuşaklı yiğitler ara­sında bir birlik yasası vardır. Bu yasaya göre, yiğitlerden biri ölünce, öbürleri kendini kurban ederler.
Moğolların Gizli Tarihin’e göre. Şamanlar, Kağan Öğedey'i iyileştirmekte yetersiz kalırlar. Küçük kardeşi Tuluy kendisine gelir ve şöyle der:
"Bu kaseyi eline al. Göğe ben şu duayı yapıyorum; 'Ey büyük Tanrı, sonsuz varlık, eğer işlenen suç dolayısı ile kullarını cezalandırıyorsan, biliyor­sun ki, ben ondan daha suçluyum. Nedeni, savaşta daha çok insan öldürdüm. Daha çok kadın, çocuk kaçırdım. Daha çok ana babanın gözyaşanı akıttım. Yok; Kendini Tanrı yoluna adamışlardan birini çağırmak istiyorsan, buna da ben yaraşırım. Ögedey yerine beni al! Onu bu hastalıktan kurtar! Bu hastalığı bana ver!”
Aynı anda ölümcül suyu içti: Ögedey iyileşti. Tuluy ise ölmekte gecikmedi. Tuluy'un dul kalan eşi Suyurkutin Begi, bunu sık sık anlatırdı."[3]
Tüm anlatılanlar insan kurbanının varlığını gösterir.
Moğolların Gizli Tarihi'nde "Yeryüzünün ve Çin sularının ruhlarının' hıncı sonucu ortaya çıkan hanların kuşku ve korkulu hastalığı' sorulur. hanı kur­tarmak için, onun yerine başka birşey verme söz konusu olur. Ne ki Çin Hanı bu durumda daha kötü cezalandırma yolunu seçer. O zaman 'Han ocağından biri onun yerine geçebilir mi' diye sorulur. Sayrılık gücünü yitirir. Onun ye­rine geçecek kişi Tuluy'dur. Tuluy, en önemli ve en güçlü olduğuna onları inandırır. Görünmez güçler aldatılır. Görünmez güçler Tuluy'un düşüncesini arı yüreklilikle şöyle aktarırlar: "Benim büyük kardeşim ölürse, kalabalık halk öksüz kalacak. Çin halkı mutlu olacak."[4]
Moğollarda insan kurbanı gele­­neği 13. yüzyıla dek sürer.
Türk inan­cında insan kur­banı geleneğinin kimi izleri sezilir.
Göktürklerdeki geyik söylencesi benzer bir örnek sayılır. Söylencede Deniz Tanrıçası ile ilişkide bulunan Göktürk dedelerinden biri avda bir geyik öldü­rür. Bundan do­layı o günden sonra, Göktürk boyu hep kurban olarak in­san yollamak zorunda kalır.
Çin kaynaklarında Götürklerde insan kurbanından söz edilmez. Göktürklerde insan kur­banı üzerine tek kaynak Bizans elçi­si­nin, Valentin'in gözlemidir. Valentin, İstemi Han'ın ölüm tö­re­nini (yog) anlatırken şöyle der:
"Yas günlerinden birinde, dört bağlı Hun getirdiler. (Kağanın) ba­basının atları ile birlikte bunları ortaya koydu­lar. (Öbür dünyaya) gelip, (Kağanın) babasının çevresine gir­me­lerini buyurdular."[5]
Göktürklerde insan kurbanı üzerine, bunun dışındaki kaynaklar ise daha da belir­sizdir. O kaynaklarda tören, ölüm ile sonuçlanmaz. Sözgelim, bir Çinli kadında, ölen bir Uygur hanına, kendini kur­ban etmesi istenir. Çinli kadın bunu yerine getirmez. Bir başka kaynakta ise ölen bir Çin ha­nına, bir Türk yiğidi ken­di­ni kurban etmek ister. Ancak başkalarınca durduru­lur.
Babürname'nin sonuç bölümünde yazar, Hümayın adlı oğlunu kurta­rabilmek için bir özveriden sözeder. Hint imparatorluğnun kurucusu "bu dünyada ne onunla eşdeğer tutulabilir? Onun karşılığı doğrudan ben olabilir miyim? Durumu çok ağır. Doğrudan kendi gücümü onun gücüne katmam gereken an gelmiştir. Daha onra odasına girdim. Yatağının kıyısında üç dört kez döndüm. Ve dedim ki: Senin sayrılığın neyse üzerime alıyorum'
Dede Korkut öykülerinde uzaktan bir çağrışım var:
Ölüm meleği Azrail Deli Dumrul'un canını almaya gelir. Tanrı'nın kendisini bağışlayabilmesi için boşuna yakarır. Sonra Deli Dumrul, Gök'ün kendisine şöyle seslendiğini işitir: 'Deli Dumrul kendi ruhu yerine başka bir ruh bulsun'. Öykünün ileriki evreleri az çok Euripiden söylencesnden etkilenmiştir. Ne ki asıl tema daha öncekilerin aynıdır. Deli Dumrul ana babasının kendi yerine geçmesini diler. Ana baba buna yanaşmaz. Yalnız eşi ölümü seçer. Ne ki Tanrı, Deli Dumrul'un eşininin özverisinden etkilenir. Yunan kadın kah­ramanların aksine, eşi ölmez. Tanrı onun yerine her tür sev­giye kapalı olan kötü ana babanın ruhunu alır.


[1] İbrahim Kafesoğlu: a. g. k., s. 49.
[2]İsaac Asimov: "Boş İnançlar ve Bilim", Bilim ve Sanat, sayı 38, Ankara, Şubat 1984, s. 23.
[3]Jean-Paul Roux: a. g. k., s. 67.
[4]Jean Paul-Roux: a. g. k., s. 67.
[5]K. Dietrich: Byzantinische Quellen zur Lander und Völkerkunde, Leipzig 1912'den aktaran Emel Esin  a. g. y., s.101.