Yayında Olan Eserlerim

31 Aralık 2017 Pazar

İrene Melikoff, Bir Bilim Dervişi

Bir Bilim Dervişi: Prof.Dr İrene Melikoff
Pir Sultan abdal, dervişliği yensiz yakasız gömlek olduğunu ve bunu giymenin zorluğunu söyler. Bu sözler İrene Melikoff adlı biliminsanı için söylenmiş olsa yeridir. İrene Melikoff, araştırmacılığı, bilim insanlığını dervişliğe dönüştürmüş ve bu ateşten gömleği giymiş bir insandı. Ne diyordu Pir Sultan Abdal:

Bu dervişlik bir dilektir
Bilene büyük devlettir
Yensiz, yakasız gömlektir
Giyemezsin demedim mi,

Bilim yolunu seçmeyi kendi mi istemişti, yoksa yollar mı onu götürmüştü düşünmek zor. Çünkü onun yaşamöyküsü bilinmezlerle doluydu.
Azeri bir baba ile Rus bir ananın çocuğu olarak 1917 yılında Ekim Devriminin olduğu gün Petersburg'da dünyaya gelmişti. Baba Melikzade petrol kuyuları olan bir Azeri zenginiydi. Çarlık Rusya’sında işlerin karıştığını anladığı günlerde Azerbaycan'daki petrol kuyularını bir İngiliz şirketine satıp Bakü'den ayrılıp Petersburg'a yer­leşmişti. Bunu Rusya'nın çalkalandığı o günlerde  Fransa'ya kaçışı izlemişti. 
İrene Melikoff’un Fransa'daki yaşam öyküsü böyle başlıyordu.
İrene’nin genç yaşta Türkoloji eğitimini seçmesi derinlerde olan bir özlemin ve arayışın ürünü olmalıydı. İstediği eğitimi seçebilip bol kazançlı mesleklerde yerini alabilecekken o, bilinçli olarak Türkoloji bölümüne yönelmişti. Ata kültürüne bağlılık onu çağırmış ve o yensiz yakasız gömleği giymek üzere Paris Üniversitesi Türkoloji bölümünde yerini almıştı.
O yıllarda Paris Sobonne Üniversitesi Türkoloji bölüm başkanlığını Prof. Dr. Jean Deny yönetiyordu. Bir dingin türkolog, bir çelebi bilimadamı. Dünya türkologları arasında saygın bir yeri vardı. 1912'de yazdığı Türkiye Türkçesi dilbilgisi büyük ses getirmişti. Türkçe'ye bakış ölçütü ilk kez Arap dil yapısı ölçütünden ayrılıyor, Batı dilbilgisi yöntemine göre inceleniyordu.  Dönemi için bu bir devrimdi.
O yıllarda Türkoloji bölümleri iki üç kişi öğrenci bulmada zorlanan bölümlerdi. 
Yıllardan 1936-37 yılıydı ve Avrupa 2. Dünya Savaşı öncesinin gerilimini yaşıyordu. Paris Türkoloji bölümü geleneksel olarak  Türkoloji bölümleri içinde en önemlilerinde biridir. Jean Deny, dünya çapında bir türkolog’dur ama bölüm orkide bölümlerden biridir ve bütün öğrenci sayısı üç beş kişiyi geçmez. Öğrencilerin yalnızlığı yanında öğretim üyeleri de yalnızdır. İrene hanım gibi öğretim üyeleri arasında sürgün vardır. Bu sürgün Türk okur yazarın yakından tanıdığı biridir: Dr. Adnan Adıvar.

Dr. Adıvar da Türkolojinin çağırısız konuklarından­dır. Kurtuluş savaşı sonrasında Terakkiperver Parti yöneticileri arasına katılmış eşi Halide Edip ile Atatürk’le araları açılmış, Türkiye'yi ayrılmak durumunda kalmıştır. Otuzlu yılların sonlarında Fransa'da Türkçe okutmanlığı ile yaşamını sürdürür. Melikoff’a Türkiye Türkçesi dersleri verir. Üç beş öğretim üyesi ile üç eş öğrenciden oluşan bölümde doğal olarak bir aile gibi iç içedir. Ev ziyaretleri olur. Anılar paylaşılır. Böyle bir insan ilişkisi içinde tanır Adıvar ailesini ve Halide Edip'le pek yıldızları barış­maz, ama Adnan Adıvar'ı sever. Derslerinde ilk okuttuğu kitap Halide Edip'in Yol Palas Cinayeti romanı olur. Adnan Bey, sürekli "Ne güzel Türkçe, ne güzel Türkçe diye eşine hayranlığını belirtir. Adnan Adıvar’ın eşine olan korkunç bir hayranlığına tanık olur.
İrene ise hayretler içindedir. Yol Palas Cinayeti'nden en küçük zevk almaz. İçinden “bunun ne­resi güzel?' diye sorar.
Prof. Melikoff, Halide Edip'in buyurgan kişiliği olduğunu söyler. Gerçekte Halide Edip'in bu kişiliğini birçok anıda vurgulanır. Haldun Taner "Ölürse Ten Ölür, Canlar Ölesi Değil" adlı kitabında Atatürk'le çatışmalarını da Halide Edip'in bu buyurgan kişiliğine bağlar ve şu yorumda bulunur:
“Zeka ölçüşmesinde  çoğu erkeklerden üstün olan, onları birkaç kere suya götürüp getiren, iradesini onlara empoze etmeye alışkın Halide Edip, kendinden çok daha zeki bir erkekle sanırım ilk defa orada (Mustafa Kemal Paşa’nın karargahında) karşılaşmıştır.”
Halide Edip’in buyurgan kişiliğini en güzel örnekleyen Mina Urgan’dır. Bir Dinozorun Anıları’nda şöyle der:
“Halide Edip’in onlara yüz vermeden bile birçok erkeğin aklını başından aldığını onlara tamamıyle egemen olduğunu anladım. Falih Rıfkı’nın anlattığına göre aralarında hiçbir şey olmadığı halde, Cemal Paşa’yı öyle etkisi altına almıştı ki, adamcağız onunla danışmadan basit bir evrakı bile imzalamayacak hale gelmiş.
Halide Hanımla bir çatışma konumuz da Mustafa Kemal’di. Mustafa Kemal’i hiç sevmezdi. Onun yakışıklı olduğunu bile kabul etmezdi. Mustafa Kemal’in güzelliğiyle ünlü elleri için “hiç de güzel değildi elleri, kaplan pençesine benzerdi” demişti bana. Falih Rıfkı’nın bu konuda bir yorumu vardı: Halide Edip öteki erkekleri etkilediği gibi, Mustafa Kemal’i de etkilemek, ona da egmen olmayı aklına koymuştu. Mustafa Kemal’in Halide Hanım’a gelip, evinde bir acı kahve içerken. “Hanımefendi, ne dersiniz, acaba Cumhuriyet’i ilan edeyim mi?” ya da “Halifeliği kaldırmamı doğru buluyor musunuz, Hanımefendi” diye sorarak icazet almasını istemişti. Mustafa Kemal bunu yapmayınca da ona düşman kesilmişti. Halide Edip’in İngilizce anılarında gördüğüm bir fotoğraf Falih Rıfkı’nın pek yanılmadığını kanıtlıyordu. Fotoğrafçı bir dalgınlık sonucu Mustafa Kemal ile Halide Edip’i aynı filme çekmişti. Önde net bir Mustafa Kemal”; arkasında da, bir gölge halinde hayal meyal görünen bir Halide edip vardı. Fotoğrafın altına da “Mustafa Kemal Paşayı yönlendiren kadın” yazılıydı. Halide Edip’in istediği buydu. Gazi’yi desteklemekle kalmayıp, ona yol gösteren kadın durumuna gelmeye karar vermişti. Bu isteğini gerçekleştiremeyeceğini anlayınca da, yenilgiye katlanamamış, memleketten uzaklaşmayı yeğlemişti” (s. 203-204).
Paris’te Adnan Adıvar’ın okutmanlık aylığı ile sıkıntılı bir yaşam sürerler. O günlerde dostları arsındadır İrene Melikoff.
Deny'nin yanında "Danişmend-name" üzerine doktorasını bitirmek üzereyken, hocasının emekliye arılması üzerine Claude Cahen'in yanında doktorasını ta­mamlar. İlk iki hocası da Türkoloji dünyasının yıldızlarıdır.
Prof. Melikoff'un ilk evliliği Adnan Adıvar'ın yerini alan okutman Faruk Sayan'ladır. Faruk Sayan, Halide Edip'in ilk eşi matematikçi Salih Zeki'den oğludur. Adıvarların Türkiye’ye dönmesi sonrasında Paris'te Hukuk öğrenimi gören Sayan türkoloji bölü­münde okutmanlıkla yaşamını kazanır.
Prof. Melikoff yıllar sonra başka bir Salih Zeki ile yolu kesişecektir. Bu şair ve yazar Salih Zeki Aktay'dır. Melikoff, Aktay'ın Hallac-ı Mansur adlı oyununu Fransızcaya çevirir. Oyun radyo oyunu olarak Paris radyosunda yayımlanır ve büyük ilgi uyandırır. Prof. Melikoff, yıllar sonra hala Hallac-ı Mansur oyunun hâlâ etkisindeydi. Onu çok başarılı bir oyun olarak değerlendiriyordu.
Biz bu hayranlığı biraz da Prof. Melikoff'un Aleviliğe olan ilgisine bağlayalım ve yolumuza devam edelim. Prof. Melikoff, Danişmendname ile başladığı bilim yol­culuğuna Eba Müslümnâme ile devam edecektir. 1962 yılında basılan bu çalışmasının ardından Aleviliğe karşı özel bir ilgi uya­nır.
Türkiye'ye gelip Anadolu Aleviliğini araştırmaya koyu­lacaktır. Aralıklarla Alevilik üzerine Batıda en ciddi yazıları ya­zacaktır. Yurt dışındaki her türkoloji bölümünün bir tür Türk tekkesini andırdığı ortamda pek çok ünlü ünsüz kişi ile tanışma olanağı bulur. Bu bölümler kente yolu düşen az çok okumuş her Türk'ün uğrak yeridir.
Ayrıca alan çalışması yapan türkologların ayrı bir yazgısı vardır. Alan çalışması yaptık­ları bölgelerde pek çok kimseden yardım görürler. Bunlarla şöyle ya da böyle bağlantıları sürer. Hele kapağı yurt dışına at­mak isteyen pek çok kimse bunların yakasını bırakmaz. Böylece her türkoloğu bir tür derviş saymak yerinde olur. Prof. Melikoff da böylesi dervişlerdendir. Pek çok Türkü konuk etmiştir. Yılmaz Güney'den, Davut Sulari'ye Feyuzullah Çınar'dan Server Tanilli'ye ve Hacı Bektaş Turizm Derneği başkanı Hasan Arıklıgil’e uzanan birçok ünlü ünsüz Türk bu konuklar arasında sayı­labilir.
Kendisini ilk kez 1986 Nisanında Osnabrück’te yapılan bir etkinlikte tanımıştım. Yılmaz Güney’le ilgili bir anma toplantısına Server Tanilli ve Yılmaz Güney’in eşi Fatoş Güneyle birlikle gelmişti. Birkaç yıl önce Alevilik araştırmalarına girdiğim için kendisini yazılarından biliyordum. Ama konu Yılmaz Güney’in sineması üzerineydi ve ne anlatacak diye merak ediyordum. Yılmaz Güney’le olan anıları üzerine konuşmaya başladı. Anıları Şirazlı Sadi Mevlana gibi şairlerden verdiği öykülerle öylesine güzel anlatmıştı ki hayran kalmıştım. Konuşması bittikten sonra tanıştığımda ne ölçüde alçak gönüllü olduğunu gördüm. Dünya çapında araştırma yapan insan değil, bir ana gibiydi. O günlerde doğru düzgün bir çalışması olamayan benim gibi genç bir araştırmacıya sevecenlikle yaklaşıyor, düşüncelerimi alıyordu. Sonra beni Stasburg’da düzenlediği bir sempozyuma çağırdı.
Bu onun, emekli olmadan önce tüm yaşamını verdiği Hacı Bektaş ve Bektaşilik üzerine sempozyum idi. Bütün yaşam boyu böyle uluslararası bir sempozyum düzenlemek istemiş, ancak emeklilik günleri öncesine nasip olmuştu.
29 Haziran- 2 Temmuz 1986 günleri arasında yapılan Bektaşi Tekkesi adlı sempozyuma dünyanın dört bucağından ünlü bilim adamları katılmıştı. İlk gün Almanya'daki Alevilerden küçük bir grup sembolik bir cem yaptı. (Aleviler büyük bir cem yapmayı korkudan göze alamamışlardı!) Semahlar dönüldü. Dualar edildi. Bütün eksiklerine karşın sıcak bir ortam yaşandı. Kalan günlerde ise gerçekten yüksek düzeyde bilimsel bildiriler sunuldu.
Katılımcılar arasında yaşlı bir Bektaşi babası dikkat çekiyordu. Bu, Tayyar Gayşi Baba adlı bir Bektaşi babasıydı. Arnavutluk’ta Enver Hoca, Yugoslavya’da Tito dönemiyle birlikte kitlesini ve örgütünü kaybetmiş bir dede baba örneğiydi Söylediğine göre 10. baba oluyordu. Amerika'daki Recep Baba ile mektup­laşıyordu. (Arnavutluk'tan kaçan Bektaşiler Amerika'da bir iki yerde tekke kurmuşlardı.) Amerika’daki Kâzım Baba, 1981 yı­lında hakka yürümüştü. Tayyar Gayşi'ye taziye mektubu gel­mişti. Kâzım Baba birtakım emanetler bırakmıştı. Baba'nın Kosova'da 200 talibi bulunuyordu. Ayini cem törenlerini hali­felik erkanı üzerine yürütüyordu. Bektaşilikte dört erkan vardı. Bunlar, musahip, derviş, halifelik, mücerretlik erkanlarıydı. Recep Baba mücerretti. Babalıkta erkan bulunmuyordu. Muhiplik, özlemle, istekle tarikata katılmaktı. Kişi kendine bir rehber buluyordu. Rehber kişiye kefil oluyordu. Kurban kesili­yor, Bektaşiliğe katılıyordu. Yugoslavya'da Bektaşilik, Musahiplik, Ayini cem böyle yürüyordu. Tayyar Gayşi'nin ay­rıca İzmir ve İstanbul'da 10 muhibi vardı. Kendisinden başka Yakınova'da Kazim Ali Baba bulunuyordu. Kendisinden sonra bu işlevi o sürdürecekti. Balkanlarda eriyen Bektaşiliğin son ba­balarından Tayyar Gayşi bunları anlatıyordu.
Sonraki yıllarda bütün Balkanları gezecek, Balkan Bektaşiliği üzerine yazılar yazacaktım. Ama 1986 yazında bunlar düşünülmeyecek ölçüde uzak düşlerdi. Henüz Doğu Blok çökmemişti ve biz bu topraklarda en küçük araştırma yapma gücünden yosunduk.
Strasburg’da yapılan bilgi şöleninde umutsuz yaşlı kuşaktan yorgun ve yılgın aleviler “Alevilik bitti” diye söylediklerinde Meliloff’tan hayret verici bir öngörü duymuştum:
“Bu inanç yok olamaz. Bu halk en zor koşullarda yüzlerce yıl inançlarını yaşattı, geleneğini sürdürdü. Direnen kimliğini koruyan, teslim olmayan bir bir halktır. Bir kuşak ölür ama yeni kuşak inançlarını yaşatır. Alevilik ölmez.”
Yaklaşık olarak bu içerikte sözlerdi İrene ananın sözcükleri. Yaşlı kuşağın dışlanıp kıyıya itildiği, genç kuşağın sol görüşler içinde tün inanç ve gelenekleri reddettiği günlerde bu yüreklerimize su serpmişti. Umudun bittiği günlerdi. Bu olabilir miydi?
Melikof’un bu öngörüsü çok değil dört yıl sonra gerçekleşti ve hoca sözlerinin doğru çıkmasının mutluluğunu yaşadı. !990 yılında Hamburg’da düzenlenen büyük Alevi şöleni haftasında birlikteydik. Bu kez onunla birlikte aynı sunum masasını paylaşma onurunu yaşıyordum. Alevilik ayağa kalkmıştı. Salonda izleyiciler yer bulamıyordu. Arif Sağın bağlaması meydanı inim inim inletiyor, insanlar bastırılmış özlemlerini yaşıyorlardı. Bundan sonra bütün sempozyumlarda birlikte yar alacaktık. Avrupa Alevi örgütlenmesi ve etkinliğinin tarihini oluşturacak bu olaylar bir kitap dolduracak oylumda yaşantı oluyordu. (Günü gününe tuttuğum günlüklerimde yer alan bu olayları zaman bulursam bağımsız bir çalışma olarak yazmayı düşünüyorum.)
Ve 1992 yılında İsviçre’de bir etkinlikte yine birlikte konuşmacıydık. Bu kez anlarını ses alıcısına alıyor, ayrıntılarla dinliyordum. Thun gölü kıyısında bir Alevi dostun evinde ses alıcısının makarası dönüyor, konuşma sürüyordu.Benim sorularım ve merakım karşısında gülerek kendi gençliğini anımsadı. “Ben de sizin gibi meraklıydım Fuat Bey” diye söylendi.
Jean Deny ve Claude Cahen’a büyük saygısı vardı. Ama dönem arkadaşı Jean Paul Ruox ile yıldızının pek barışık olmadığı belli oluyordu.
1990 sonrasında Sovyetlerin dağılması ile eklenen Rusya Türklerinin ziyarretlerini anlatıyordu. Bunlardan Litvanyalı Karaim Galina Hanımın olmuştu.. Galina Hanım Avrupa par­lamentosunda Karaim bağımsızlığını savunmak için Strasburg'a gelmiş, İrene  Melikoff ile ön görüşme yapmıştı. Aralrında şöyle bir konşma geçmişti.
“ne kadar Galina Hamım”
“İki yüz seksen.”
“İki yüz sek bin mi?”
“Yok, yalnız iki yüz seksen kişi.”
“Bunun mu bağımsızlığı için geldiniz?”
Bu olayı anlatıp gülmüştü.
O yılın sonunda ben Türkiye’ye Antalya’ya  döndüm. 1993 Mayısında Antalya’da yapılan Tahtacılar Sempozyumunda yine birlikteydik. Sempozyumda en güzel bildiriden birini sunuyordu.

(Yazıyı burada kesiyorum. İleride yeniden işleyeceğim. Şu anda sayfama koyduğum için üzgünüm. Okurların bağışlamasını diliyorum.)


8 Aralık 2017 Cuma

Osmanlı'da Olmayan Halifelik

Her İnanç dizgesi, dünyayı kendine özgü kurallarla yönetmeye yönelik ideoloji sayılır. İlkelerinin kutsal ve değişmez olduğu varsayımına dayanır. Bunları sonsuza dek yaşatmak ve uygulamak isterler. Bu bakımdan hemen hiç bir din, dünyayı yanız İslam’da değil, başka dinlerde de benzer izleyiciler halifeler vardır. İnanç uygulamasını biçimlendirirken, dünya işlerini de yönlendirirler. Bu yüzden din kurucularının ardından izleyicileri sitemi sürdürmek isterler. Yaklaşık bütün dinlerde durum aynıdır. Yalnız Hint kültüründe din ile politika birbirinden belirgin biçimde ayrıdır.
Din kurucusunun buyruklarını yorumlayan ve uygulayan ardıllar İslamda «halife», Hıristiyanlıkta, «havari» ve sonradan papa olarak ortaya çıkarlar
Hıristiyanlıkta Papalıkta örgütlenen kurum İslamda halifelik biçiminde gözükür. Ama bunların kurumlaşması başka biçimlerde olur.
Batıda önce papa ortaya çıkar, daha sonra devletten ayrı birçok kilise var olur. Bu Tanrı-Sezar ayrışmasını doğurur ve iki başlı bir güç odağı ortaya çıkarır. Otoritenin bu biçimde ikiye bölünmesi özgür düşüncesinin gelişmesine büyük katkısı olur. Dinsel anlayış ve siyasal iktidar açısından uygarlıklar şöyle bir görüntü sunarlar:
Batı kültüründe Tanrı ile Sezar iki karşıt güçtür. İslam’da Tanrı, Sezar’dır. Çin ve Japonya’da Sezar Tanrıdır. Ortodokslukta Tanrı Sezar'ın ikinci dereceden akrabasıdır.[1]
İslam inancı kişinin salt ölümden sonraki yaşamını yönlendirmekle kalmaz. Yaşamda da bir yönetim biçimi ge­tirir. Peygamber, din ve devlet işlerinin başıdır. Baş imamdır, devlet başkanıdır, hükumet başkanıdır, başkomutandır. Onun ölümünden sonra aynı göreve seçilenlere "izleyenler" anla­mında halife adı verilir. İlk dört halife, seçimle iş başına gelir­ler. Ali döneminde halifelik İslam üzerindeki toptancı gü­cünü yitirir. İkilikler başlar. Muaviye ve adamları Ali'yi halife olarak tanımazlar.
Emeviler ise seçim yöntemini bı­rakır, saltanata dönüştürürler. Halifelik tümüyle siyasal iktidar olarak ortaya çıkar ve sonrasında iktidarların oyuncağı konumuna gelir. Şiiler hiçbir  zaman halifelik kurumunu içine sindirmemiştir. Ali'de sonra tümden halifeliğe karşı konum alır. Asya'da yer alan İslam devletleri de hiçbir zaman kendileri üzerinde bir güç görmek istemez. Böylece Halifelik Hıristiyanlıktaki  gibi bir dinsel otorite kurumu olmaz.
Abbasiler döneminde de aynı yöntem sürer. Hulagu'nun Bağdat'ı alması ile, Abbasi saltanatı yıkılır. Abbasi soyundan olduğunu söyleyen biri kaçıp Mısır Türk kölemen sultanlığına sığınır. Kölemen sultanlığı, değişik siyasal amaçlarla, iki buçuk yüzyıla yakın halifeliği yapıla­rında korurlar. 
Halifeliği en uzun süre elinde tuttuğu söylenen Osmanlıda halifeliğin alınışı ve uygulanışı da çelişkili bilgilere dayanır. Osmanlı’ya Halifeliğin geçişi üzerine şöyle bir öykü anlatılır:
Hülagu Han Bağdat’ı alması üzerine Abbasi halifeleri soyundan olduğu söylenen biri Mısır'daki Kölemen oğullarının yanına sığınır. Kölemenler, bu sandan yararlanma düşüncesi ile yönetim yanında tutarlar. Böylece Kölemen devleti yıkılncaya kadar iki buçuk yüzyıl Kahire’de işlevsiz gölge konumunda bir halife bulunur. Yavuz Selim, Mısır’ı aldığında bu soydan gelen yirminci kişi olan  el-Mütevekkil Allah gölge konumda görevini sürdürür. Zaferden sonra halife, Yavuz'un katına gelip elini öper. Halifeliği teslim eder. Sultanlığının yanında ikinci bir erk istemeyen Sultan, halifeliği de üstlenir. Muhammet'in sancağı ve hır­kası İstanbul'a gönderilir. Yavuz Selim Mısır'da altı ay kalır. Ülkenin geleceğini planlar. Sonra bin deve yükü altın ve gümüşle İstanbul'a döner. Ayasofya camisinde büyük bir törenle Halife olur.
Anlatılan öykü budur, ama öykü baştan sona uydurmadır. Gerçekte böyle bir olay yaşanmamıştır.
Osmanlı Hükümetinin bu iddiasına karşın, 16. Yüzyıl Mısır kaynaklarından en küçük belge bulunmaz. Dönemin Osmanlı tarihlerinde de böylesine önemli bir olay hakkında tek satır geçmez. Zaten çağın öbür İslam ülkesi İmparatoru bu sanı kendi için düşünür. Hindistan’daki Babür hatta Yemen İmamı’nın da içinde bulunduğu birçok müslüman hükümdar halife olmak ister. Selim döneminde Osmanlı yönetimi Hicaz’ifeliğin hiçbir işlevi bulunmaz. Kanuni döneminde, Hicaz Osmanlı egemenliğine girdikten sonra göreceli bir önemi olabilir.[2]
Osmanlı sultanları Halifelik kurumuna çok sonraları sarılırlar. Osmanlıda Halifenin İslam dünyasının dinsel öncüsü olduğu düşüncesi ancak çöküş döneminde  akla gelir. İlk kez Küçük Kaynarca antlaşmasında (1774) Kırım Müslümanları dolayısı ile akla gelir. Bu antlaşma görüşmelerinde Rusya, Osmanlı Devletini birkaç yıl sonra kendi ülkesine katacağı Kırım’ın bağımsızlığını tanımaya zorlar. Sultan Kırım Tatarları üzerindeki siyasal egemenliğinden vazgeçecek ama Sultan, Halife olarak Kırım Tatarlarının dinsel liderliğini sürdürecektir. Buna karşılık Ruslara da Osmanlı İmparatorluğundaki Ortodoksların ruhani liderliği tanınır. Osmanlı sultanı, yenilginin onur kırıklılığını kurtarma düşüncesi ile Rusya’nın kendine sunduğu bu yemi yutar. Bu olaya bir tarihsel belge ve öykü gerekir. Belge dizip öyküyü uyduracak kişi de bulunur.
Bu, İsveç büyükelçiliğinde görevli Türk Ermenisi İgnatus Mouradgea’dır. Mouradgea, 1788’de Baron d’Ohsson adını kullanarak halifeliğin Osmanlı’ya geçiş öyküsünü uydurma bir belge ile ortaya atar. Bütün tarih kitaplarına girecek Halifelik öyküsünün aslı astarı budur.[3]
Öykünün bu dönemde ortaya atılması, Osmanlı’nın siyasal egemenlik yerine dinsel egemenliği ön plana çekmesi isteğinden kaynaklanır.
Antlaşmada yer alan bu başlık sonraki dönemlerde İmparatorluk içlerinde çıkan olaylara sık sık Rus müdahalesine neden olur. Sözde Müslümanların koruyucusu Osmanlı sultanı Halifenin Çarın egemen olduğu ülkelerde müdahale girişimi ise hiç gerçekleşmez. Rusya böyle bir girişime izin vermez. Halife Sultanın Osmanlı ülkesi dışındaki ülkelerde kalan Müslümanların ruhani lideeliği ve koruyuculuğu durumu ise tümüyle havada kalır.  
Sonuçta Halifelik savı Osmanlının İmparatorluğunu son çırpınışıdır. 93 harbinden sonra, II. Abdülhamit, dünyadaki İslam ülkelerini Hırıstiyanlığa karşı birleştirme düşüncesi ile Hilafet kurumunu canlandırıp, tümislamcı (panislamist) bir politika izlemeye yönelirHiç inandırıcılığı olmayan bu girişim ne güvenilir bir kuramcısı, ne de kitle desteği bulur.
Halifeliği yeniden canlandırma savı ile İslam yenilikçiliğine soyunan kişilerin en ünlüsü Cemallettin Efendi, kökende Fars olmasına karşın, Şii olduğunu gizlemek için İstanbul’da Afgani adını kullanır. Her gittiği ülkede ayrı bir ülkeden olduğunu söyleyerek ayrı kimlik sergileyen tutarsız, ağzıkalabalık adamdır. Kendisini şişirenlerin «atılgan, sokulgan, son derece geçimsiz ve iddiacı, büyük fikirler ve davalar peşinde koşan biri» olarak tanımlamalarına[4] karşın ne düzenli bir bilgi birikimi, ne de kuramı vardır. Ama Abdülhamit’e dalkavukluk ederek ondan bol keseden ihsanlar koparmayı bilir. Mithat Paşa ve Süleyman Paşanın küçük çıkarlar uğruna devletlerine ihanet ettiklerini, ancak «adalet verici el» tarafından layık olduklarını yazar.  Bu yağlar sonrasında Abdülhamit onu sarayın konuk konaklarından birine yerleştirir. Kendisine, hizmetçi ar, araba verir, aylık bağlar.
Cemalettin Afgani’ye katılan birtakım ne idüğü belirsiz sözde Osmanlı aydını dinde yenilik yapacaklar ve İslam ülkelerini tümislamcılık denen Ümmet düşüncesinde birleştirerek kurtaracaklardır.
Ortaya sürülen panislamcı görüşün özü şudur: Hilafet, salt ruhani bir egemenlik değil, aynı zamanda siyasal bir egemenlik, İslama özgü bir devlet biçimidir. Bütün Müslümanlar, ülke, dil, renk, ırk ayrımı üstünde, yalnız bir inanç kardeşi değil, bir millettir. İslamların çağdaş bir varlık haline gelebilmeleri, ancak dine bağlı bir birlik olmalarına, eski uygarlıklarını diriltmelerine bağlıdır.
Bu ilkeler dayanan ümmet anlayışı Türk kimliğini eritmesine karşın, Osmanlı Devleti gerçek anlamda bir Şeriat devleti de sayılmaz. Batı ile iç içe yaşamanın sonucu sürekli yasal düzenlemeler yapılır. Padişahlık hemen hep önde gelen etkin güçtür. Padişah gerekli gördüğünde şeyhülislamdan istediği yönde fetva alamada sıkıntı çekmez. Sonuçta şeyhülislam onun bir memurudur.
Devlet dini konumundaki Sünnilik ise Hırıstiyanlıktaki gibi reform yaşamamış, katı dogmalarla topluma ve devlete egemen olmuştur. Teokrasi kimi zaman Padişahı da baskısı altına alabilmiştir. Pek çok yeniliğin ülkeye zamanında girememesi, düşünce özgürlüğünün ve insan yaratıcılığının gelişmemesi. Hepsi bir yana devleti ve ülkeyi savunacak çağcıl bir ordunun kurulmasının önünde bir engel olarak kalmıştır. Söz gelimi 1782’de I. Abdülhamit orduya yeni bir çekidüzen vermek istediğinde karşısında Şeriat mantığını bulmuştur. Bütün Şark ülkelerinde olduğu gibi, yobaz softalar ve cahil vezirler. “İslam askeri, nizam denilen şiddetle kullanılamaz. Gavurlar düzenli ordu askerlerini piçhanelerde yetiştirirler, biz piç asker istemeyiz” diye karşı çıkmışlardır.
II. Mahmut yeni düzen asker oluşturmak istediğinde yine softa yobazları karşısında bulmuştur. Saçlı Şeyh denen bir serseri, Padişah köprüden geçerken ona “Gavur Padişah!” diye haykırabilmiş, yeni asker kurduğu için padişaha ağzına geleni söyleyebilmiştir.






[1] Samuel Huntington, Medeniyetler Çatışması, Okuyan Us y., İstanbul 2008, s.93.
[2] Kemal H. Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, Bilgi Üni. İstanbul 2005, s. 446-447.
[3] Bernard Lewis, İslamın Siyasal Söylemi, İstanbul 1992, s. 60-61.
[4] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Bilgi y., Ankara 1973, s. 211.

30 Kasım 2017 Perşembe

Söğüdün Gölgesinde 10

Düşler, Özlemler...
Düşler köyün ufuklarını aşmayacak ölçüde küçük,  özlemler bunlarla sınırlıydı. Değerinin ayrımında olmayan küçük insanlar büyük düşler görecek düzeyde değillerdi. Küçük dünyalarında küçük düşler ve özlemler içinde yalın bir yaşam sürüp gidiyordu. Köyün ufuklarını aşmayan düşleri seyrek olarak zorlayıp dünyaya açılma cesareti gösterenler çıkıyordu.
Bunlardan biri uzun süren askerliğini Suriye’de yapan Hasan Kahyaydı.
Bu 1919 güzünde Sivas’ta Mustafa Kemal Paşa’dan izin alarak köydeki işine gücüne dönmüş yalın köy yaşamını sürüyordu. İleri yaşında duvar dibi söyleşilerini sürdüryor, zengin yaşam deneyimini keskin zekası ile cilalayarak dinleyenleri büyülüyor, konuştuğu ortamı neşeye boğuyordu. Her söyleşisinde dinleyenlere yeni ufuklar açıyor, gülmekten halkı kırıp geçiriyordu.
Bir gün yakın bir köyde konuk iken, evi korucular bastı. Daha sonra Tekel adını alacak inhisar idaresi yasası nedeniyle, kimsenin İnhisar malları dışında sigara kullanması, rakı çıkarması yasaktı. Basılan evde kaçak rakı yakalandı. Ev sahibinin belli bir para ceza ödemesi gerkiyordu. Ev sahibi kendini kurtarmak için suçu konuğun üzerine atmak istedi.
 "Bu rakılar işte bu adamın. Benim bunlarla bir ilgim yok" diyerek Hasan kâhyayı gösterdi.
Hasan Kâhya, anında karşılığı verdi:
"Rakı benimse ev de benimdir. Evi satın, cezasını alın."
Hasan Kahyanın bu türden bilgelikleri anlatılmakla bitmezdi. Bir gün Hasan Kahya evinde dinlenirken içeriye üç yeniyetme girip oturdu. Amaçları Hasan Kahyayı konuşturup biraz alaya almak, gülmekti. Olayı kavrayan Hasan Kaya sessizce oturmasını sürdürüyordu. Bu durumdan sıkılan gençlerden biri söz açmak istedi:
"Hasan amca anlatsana" diye üsteledi
"Ne anlatayım oğul, üçünüzün toplam yaşı yirmi beş. Bu, benim üçte bir yaşım eder. Ben sizinle ne konuşayım?”
Hasan Kahya’nın Mustafa Kemal Paşanın Sivas’ta hizmetini görüp ayrılmasının ardından yıllar geçmişti. Köydeki evinde giderek yetişen oğlunu evlendirdi, torunlarını yetiştirmeye koyuldu. Kardeşi ile birlikte kalabalık bir aile ortamında topluca yaşıyorlardı. Hasan Kahya’nın yaşı ilerlemiş köy işlerine gücü yetmez olmuştu. Geniş aile ortamında varlığı yük olmaya başlamıştı. Birkaç kuşak önce yerleşik yaşama geçen köy halkı arasında göçebe dönemi yaşamının izleri sürer gibiydi. “Yaşlıyı ölüme bırakma” geleneği biçim değiştirmiş, kalabalık ailelerde yaşlılar itilip kakılan kişiler durumuna gelmişlerdi. Sözlerine önem verilmiyor, ötelenip gidiyorlardı. Yılların Hasan Kahya’sı da bu durumlara düşmenin üzüntüsünü yaşıyordu. Bir gün çocukları ile kavga edince yıllar önce Mustafa Kemal Paşa’nın kendisine söylediği sözler aklına geldi.
“Hasan Ede, ben Ankara’da hükümet kuracağım. O zaman çık benim yanıma gel!”
Atatürk’ün yanına gitmek üzere köyden çıktı, 4-5 km uzaklıktaki karayoluna ulaştı. Günde bir iki aracın geçtiği karayolunda kendini Sivas’a ulaştıracak bir araç beklemeye koyuldu. Ne var ki, ne bir kamyon, ne külüstür bir otobüs geçiyordu. Akşam olunca yeniden Mamaş’a dönüp kimse ile yüzgöz olmak istemedi. Karayolunun kıyısındaki Örencik köyüne gitti. Bir gece orada konaklayıp ertesi gün yeniden araç bekleyecekti. Hemen herkesin birbirini tanıyıp bildiği kırsal ortamda Örencikliler Hasan Kahya’nın bu yolculuğunun nedenini öğrenmek istedi. Hasan Kahya tüm içtenliği ile yolculuğunun nedenini anlattı. Gazi Paşa’yı tanıyordu ve onun kendisine sözü vardı. Yanına gidip yine kapısını bekleyecekti.
Anlatılanlar Örencikliler için inanılır şey değildi. Gazi Paşa kimdi, Hasan Kahya kimdi?
Onlara Gazi Paşa’nın kendisine hediye ettiği kemerden söz etti. Kemer şu an üzerindeydi ve Paşa’nın yanına vardığında kemerini geri verecekti. Kemeri onlara gösterdi.
Kemeri görünce köylülerin bilincinde şimşek çaktı. Anlatılanlar doğruydu. Kemerin kocaman sarı bir tokası vardı. Bu kemer altından yapılmış olmalıydı. Ne yapıp yapmalı kemeri ele geçirmeliydi. Ama Mustafa Kemal Paşanın yanına gidecek adamın kemeri nasıl alınırdı ki? Hasan Kahyaya yatak serilip uykuya yollanırken Örencikliler karmaşık duygular içinde evlerine dağıldı,
Ertesi sabah Mamaş’a Hasan Kahya’nın öldü haberi ulaştı. Ölüsü, Örencik yakınlarında bir tarlada bulunmuştu. Olaya bir kaza süsü verilip üstü kapatıldı.
Ne var ki, kemeri satmak istediklerinde Örenciklileri bir şok bekliyordu. Mustafa Kemal Paşanın hediye ettiği kemer yalnızca deri kemerdi ve tokası da altın değil tunçtu.
Aynı günlerde köyden bir başka yaşlı köyün sınırlarını aşma düşleri yaşıyordu. O da Mustafa Kemal Paşa ulaşıp sanatını göstermek, kendini tanıtmak istiyordu. Bu özlemini öncelikle bir demesinde dile getirdi:
Arzuhalim vardır sana
Şanlı Gazi Kemal Paşa
Bir ihsanın var mı bana
Şanlı Gâzi Kemal Paşa

Aşıklar dünyayı gezer
Bahriler ummanı yüzer
İsmet Paşa ile beraber
Şanlı Gâzi Kemal Paşa

Cumhur reisi oldun
Ankara’yı mekân kıldın
Gazim sen cihangir oldun
Şanlı Gâzi Kemal Paşa

Ankara’nın söğütleri
Çok bulunur yiğitleri
Ver millete öğütleri
Şanlı Gâzi Kemal Paşa

Şanlı ordumuz Ankara’da
Aşıklar hep bir sırada
Çol şükür erdik murada
Şanlı Gâzi Kemal Paşa

Baş muallim okur ferman
Muzaffer Bey derde derman
Mehmet Beye canlar kurban
Şanlı Gâzi Kemal Paşa

İstanbul Edirne bizim
Tayyareler dizim dizim
Telli Halep’te kaldı gözüm
Şanlı Gâzi Kemal Paşa

Koç yiğitler Arap atlı
Dediğimiz hep kıymetli
Valimiz çok merhametli
Şanlı Gâzi Kemal Paşa

Kapımızın önü söğüt
Aşıklara bu bir öğüt
Verdiğimiz on kagıt
Şanlı Gâzi Kemal Paşa

Aşıklar imtihan oldu
Birincilik bende kaldı
Türkiye şerefin buldu
Şanlı Gâzi Kemal Paşa

Söyle sazım yavaş yavaş
Kızlar giyer kutnu kumaş
Köyümüzün adı Mamaş
Şanlı Gâzi Kemal Paşa

Tevellidim seksen sekiz
Yaşım oldu elli dokuz
Arzumanım bir çift öküz
Şanlı Gâzi Kemal Paşa

Halk şairleri bayramında birinciliği alan Aşık Süleyman’nın Gazi Paşa’da dileği bir çift öküz oluyordu.
Oysa kendisi bir bağlama ustasıydı. "Fahri" simgesi ile demeler söylüyor, ilçe büyüklerinin masalarını şenlendiriyordu. Deli Derviş'ten sonra geleneksel bağlama çalma ustasıydı. Soyadı yasası çıktığında "Fırtına" soyadını ona "Sen fırtına gibi saz çalıyorsun. Senin soyadın "Fırtına" olsun" diyerek Kaymakam vermişti.
Gerçekten fırtına gibi doludizgin çalardı Aşık Süleyman. Otuzlu yıllarda ilçe büyükleri­nin sofrasının eksiği çekilen sazcısıydı. Kurt Veli, Vahap Bozkurt’larla (Suzânî, Revânî) ve oğlu Haydar'la birlikte bu sof­ralarda saz döktürürdü.
1931 Sivas Halk Şairleri bayramında en öz­gün bağlama us­tası seçilmişti. Suzânî de çok iyi bağlama çalıyordu, ancak onun bağlaması dönemine göre daha moderndi. Aşık Süleyman geleneksel bağlama ustasıydı. Suzânî ve Revânî gibi, bağlamayı o da Aşık Hasan'dan öğrenmişti. Bağlamayı ruhunda duyarak çalıyordu.
Otuzlu yılların ortalarında, Revânî ile Gürün'de bir sazcı dükkânına girdiklerinde Revani bunun tanığı olmuştu. Aşık Süleyman, saçı sakalı dağnık, kaba saba görünümlü pejmürde bir adamdı. Revânî bir bağlama alacaktı. Sazcı üstü baş­ı dağnık pek alıcıya da benzetemediği bu adamları üstün körü selamlayıp kendi işine koyuldu. Revânî, duvar­da asılı bağlamaları tek tek gözden geçirdikten sonra bir bağlamayı gözü tuttu. Evirip çevirip biraz daha baktı, bir denedi, ardından sazı ar­kadaşına uzattı:
“Aşık şu saza bir bak hele nasıl, alayım mı?”
Aşık Süleyman bağlamayı kucağına yerleştirirken sazcı göz ucuyla pis pis baktı. Böylesine saçı başı dağnık birinin saza el atması canını sıkımıştı. Ama ses çıkarmadı. Aşık Süleyman bir iki perdeyi oynattı, tezeneyi eline aldı bağla­manın tellerine vurmaya başladı. Aşık Süleyman elindeki bağlamayı çalmıyor; konuşturuyordu. Sazcı işinden başını kaldırdı. Bağlamanın vuruşlarına kap­tırmıştı kendini. Şaşkınlık, hayranlık, suçluluk karışımı bir bakışlar arasında gözleri daldı. Aşık Süleyman durumun ayrımında değildi. Her şeyi izleyen tek kişi Revânî'ydi. Sazcının gözleri süzüldü, elinden keski düştü.   Kendisini unutmuştu.
Deyişinde de söylediği gibi 1288’de Mamaş’ta doğmuştu. Bu Miladi tarihe göre 1879-80 yılı oluyordu.
Sekiz-dokuz yaşlarında bağlama çalmaya ilgi duymuş, Aşık Hasöğ’den bağlama çalmayı öğrenmeye başlamış, o yaşlarda başlayan bu tutku bütün yaşamını doldurmuş, bir daha elinden bağlamayı bırakamaz olmuştu. Bülbülleri imrendirecek ölçüde güçlü bir bağlama ustalığına ulaşmıştı. Ezgisinin coşkusuna kaptırıp mızrabı ayak parmakları arasına sıkıştırıp bağlama çaldığı anlatılırdı.
Bağlama ustası olarak Aşık Süleyman adı ile anılıyordu, yazdığı demelerinde Fahri adını kullanıyordu. Bu demelerinde güzeller, güzelliğe sevgilerini dile getiriyor, yaşadığı sıkıntıları anlatıyordu. Mıstık adlı yoksul bir çobanın oğluydu. Çocuk ve ilk gençlik yılları açlık ve sıkıntı içinde geçmişti. İster istemez bu sıkıntılar ruhunda derin izler bırakmıştı. Söylediği demelerde bu gibi temaları işliyordu.
Sivas yöresinde düğünlerin ve eğlencelerin aranan aşığıydı. Ünlü Mihrali Beyin oğlunun düğününde de çalgıcı olarak bulunup yörenin varlıklı ağaları üzerinde büyük etki bıraktı. Düğünde konuk olarak bulunan Geven, Deliktaş, Havuz ağaları ile Hekimhan Beyleri bu eğlence sonrasında aşığa “Çok teşekkür ederiz bizi çok memnun etin diye duygularını dile getirdiler. Aşık Süleyman “siz memnun oldunuz ama sorun bakalım ben memnun oldum mu?” diye karşılık verdi. Ağaların o zaman aklına geldi. Mihrali Bey “Aşık bahara sana bir tosun verim” diye söz verdi. Bahara değin köprülerin altından çok sular akacağını bilen Aşık Süleyman “Bey peşin olsa da keçi olsa olmaz mı” diye sordu. Bunun üzerine Mihrali Bey, aşığa iki keçi hediye etti.
1931 Sivas Halk Şairleri bayramında böyle bir birikimle katıldı. Ardından kalacak tek görüntü de o bayramda alındı. Halk Şairleri kitapçığında bir toplu görüntüde biri de bağlamasında kucağında iki görüntüsü basıldı. Gününe göre yazdığı demeler ise unutulup gitti. Yalnızca iki demesi kaldı.
Aşık Veysel’i Sivas halk şairleri bayramında tanımıştı. O dönemde Veysel henüz deyiş söylemiyor, tekdüze bağlama vuruşları ile aşıklık yapıyordu. Bağlama ustalığı Aşık Süleyman'la kıyaslanacak gibi değildi. Otuzlu yılların sonralarına doğru, Aşık Süleyman, Aşık Veysel’in bir plağı ile karşılaşınca şaşırdı. İlk tepkisi çok sert oldu:
“Kör Veysel plak çıkarmış, onun kaç paralık sazı var ki plak çıkarıyor? Hele gideyim de görsünler saz nasıl çalınırmış. İstanbul’a gidip plak çıkartacağım.”
Ne var ki bu son özlemini yerine getiremeden 1937 yılında öldü. Kulaklarda çınlayan bağlama sesi bir daha duyulmaz oldu. Yazıya geçen iki demesi sonraki kuşaklara ulaşabildi. Halk şairleri bayramında Muzaffer Sarızözen’in notaya aldığı “Zeynep’in Türküsü” belgeliğe girdi. Ne oğlu, ne de torunları onun geleneğini sürüdürebildi. Oğlu Haydar ve torunu Ali klarnet çalıyorlardı, ama Aşık Süleyman’ın yerini tutmak olanaksızdı.

26 Kasım 2017 Pazar

Kızılbaşoğlu Yadigar'ın Öldürülüşü

Şair Ceyhun Atuf Kansu Sivas'ı "Bozkırlar Sultanı" olarak tanımlar 1959 yılı Nisanının son ılık günlerinde Sivas'ı kuşatan bozkırlar  yeşermeye başlamıştı. Yadigar bindiği faytonun içinde bir hesaplaşma için bozkırlara doğru koşuyordu. 
Yıldız’a askıntı olduğu için, Yadigar, Pisiğin Memet’e birkaç tokat patlatması ile ortam gerilmişti. Arada söz atışması gidip geliyor, karşılıklı tehditler birbirini izliyordu.
Yakınları, Yadigâr'ı bir süre Sivas'tan uzaklaşmaya inandırırlar.
Yadigar Tokat'a Hüsne'nin uşaklarının yanına gitti. Konuk olarak bulunduğu, Hüsne’nin oğlu Şahin’in kahvesini Kürt Memet adamları ile kahveyi bastı. Şahin'i ortaya alıp dövmeye başladılar. Kürt Mehmet bıçak çekti. Yadigâr kavgaya katıldı.. Kürt Mehmet ve arkadaşlarını dağıttı. Kendisi de elinden bıçakla yaralandı.
Hırsını alamadı, bir şişe rakı aldırdı. Nereye gitse bela kendini buluyordu. Kahvede bu rakıyı içip yola düştü. Yeniden Sivas'a döndü..
Berbere gidip traş olmuştu. Ziraat Bankasının karşısında yer alan kahvesinin önüne oturmuş, yanındakilere takılıyordu:
"Bıyığım nasıl olmuş? Tıraşım güzel mi? İyi değil mi?"
Yanında yenilerde askerden dönen Veli’yi gördü. Kendi olur vermesi üzerine Veli askerlik öncesi, yeğeni ile evlenmişti.
“Veli Demiryolundaki işine başladın mı?” diye sordu.
“Başladım çalışıyorum ağabey.”
“Çok iyi, buralara pek uğrama sen. Kendi evine işine bak.”
Veli “olur ağabey” deyip sessizce ayrıldı kahveden.
Çevresindekilerle gülüyor eğleniyordu. Bu sırada garson geldi:
"Ağabey, seninkiler geçiyor!"
Yadigâr çakmak çakmak gözlerle karşıya baktı.
Karşıdan Pisik Ömer'in uşaklarınn durduğunu gördü. Üç kişiydiler: Avşar, Kör Hüseyin, Kör Hacı.
Pisik Ömer'in uşağı, Ziraat bankasının önünden duruyor­lar, Yadigâr'a doğru bakıyorlardı. Bu bir meydan okumaydı. Biraz durduktan sonra aşağı doğru yollarına gittiler. Bu "er­keksen gel" demekti. Belli ki geneleve, Yıldız'ın yanına gidi­yorlardı. Yadigâr o an çılgına döndü.
"Bana İsmail'i çağıırın" dedi "size üç kuzu kurban geti­receğim." Akşamdan beri içiyordu çok yorgundu. Kimse:
"Aman Yadigâr, yapma" deme cesaretinin kendinden bu­lamıyordu. Enver eve gitmişti.
Saat 14'e doğru sadık faytoncusu İsmail geldi. İsmail de Aleviydi. Yadigâr'ın güvenini kazanmış bir iki faytoncudan biriydi. Faytonun körüklerini arkaya yaslattı. İsmail'e emir verdi:
"Halifelik'e!"
"Kırık körüklü" faytonun atlarının sırtında, öğle sonrasında, kamçılar şakırdadı. Sivas ilkyazının serin yeli Yadigâr'ın bağrına esiyordu. Fayton Halifeliğe doğru uçarken, rakının verdiği bulanıklıkla üç gün önce gördüğü düşü aklına bile gelmiyordu. Fayton mundar ırmak köprüsünü geçti. Mezarlık önünde biraz sonra üç karşıtını duruyordu. Fayton Malatya yoluna doğru ilerledi. Karşıtları dikkatle faytona baktılar. Biraz sonra korkunç bir hesaplaşma olacağı açıktı. Faytonda kaç kişi vardı, Yadigâr'ın elinde hangi silah bulu­nuyordu, görmek istediler.
 Faytonda Yadigâr'dan başka kimse yoktu. Bir şişe rakı ve bir demlik su, biraz da meze vardı. Fayton aralıkla duruyor, Yadigâr bir yudum rakı içiyor, demlikteki sudan alıyor, ağzına bir meyve atıyordu. pisik Ömer'in adamları kendi aralarında konuşuyorlar durum değerlendiriyorlardı:
"Şimdi işin bitti, Kızılbaşoğlu. Sarhoş sarhoş senin ananı ...tik."
Gemi azıya almış çılgın atlar gibiydi üç adam. Nerede bi­teceği bilinmeyen bir kavgaya hazırlanıyorlardı. Yadigâr faytonla bir süre uzaklaştı, ama nasıl olsa geri dönecekti. Karşıtları, harap duvarlar arasına oturdular. Biraz sonra fay­ton geri döndü.
 Mezbahanın önüne geldi. Mısmılırmak biraz ilerde akıyor, kentin mezarlığı ve bitek topraklar başlıyordu. Mısmılırmağın beri yakasında bir iki yıl önce yapılıp biten genelev yer alıyordu.
Fayton, Sivas'ı Kangal'a bağlayan ana yoldan, geneleve dönen sağdaki ara sokağa geçti. Dar sokak genelevle-mez­baha arasında yer alıyordu. Köşenin hemen yanında birkaç kerpiç ev ve küçük bir bakkal dükkânı var­dı. Genelev, 25-30 m uzakta bulunuyordu. Yadigâr, geneleve, dostu Yıldız'ın camla­rına baktı. Ortalarda kimseler gözükmüyordu. Fayton, bakkal dükkânının önüne geldiği an, bakkalın duvarlarına sak­lanmış üç kişi faytonun önüne çıktı. Ellerinde en acımasız kesicilerle üç gözü dönmüş insan tanıdık yüzlerdi: Pisik Ömer'in oğulları Avşar, Kör Hüseyin ve dayıları Kör Hacı...
Korkunç görüntü karşısında İsmail, kuşatmayı yarmak için, ivedi kamçıyı kaldırdı, atları koşturup Yadigâr'ı kaçıracaktı. O an Yadigâr, İsmail'in havalanan elini kavradı:
"Dur İsmail, yiğide kaçmak yakışmaz" diye bağırdı. Faytondan atladı.
İsmail, Yadigâr'ı bırakmamak için çırpınıyor, "Yadigâr, Yadigâr" diye bağırıyor faytona atlaması için yalvarıyor, elin­deki kamçı ile saldırganları uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ama Yadigâr, bir kavgadan kaçacak yiğit değildi.
Çılgınlar gibi üç karşıtının arasına daldı. Gözler dönmüş, renkler atmış, yumruklar sıkılmış, bıçaklar, nacaklar sıyrılmıştı.
Önüne elinde nacak bulunan Kör Hacı çıktı. Yadigâr kıvrak bir hareketle yerden aldığı okkalı bir taşı Kör Hacı'ya bindirdi. Kör Hacı kanlar içinde yere düştü. Yaralı mı, ölü mü belli değildi, Yadigâr onu saf dışı etmiş, nacağı da elinden almıştı. Geriye iki kişi kalmıştı. Yadigâr cepheden döner bıçağı ile saldıran Kör Hüseyin'in üzerine yürüdü. Kör Hüseyin, Yadigâr'ın elindeki nacaktan korunabilmek için, sağ elini karşı verdi. Sağ elinin baş parmağından ağır bir yara aldı ve yaranın acısıyla kaçmaya başladı.
Yadigâr elindeki nacakla Kör Hüseyin'i lahana tarlalarının içinde önüne katmış kovalıyordu. Ana avrat küfürleşmeler, tehdit sözleri birbirini izliyordu. Bağrışmalar uzak alanlarda yankılanıyordu. Genelev kadınları pencerelere yığılmışlar, endişe ve korku içinde vahşi boğazlaşmayı seyrediyorlardı. Kör Hüseyin'in elinde kocaman döner bıçağı olmasına karşın, Yadigâr'ın önünde kaçıyordu. Kör Hüseyin'in kaçması Avşar'ı deliye döndürdü:
"Ulan Kör gözünü s...tiğim, ne kaçıyorsun? Dön de vur­sana!" diye ba­ğırdı. Kendisi de Yadigâr'ın arkasından koşuyordu..
Böyle kavgala­ra alışık genelev kadınları, korku ve endişe dolu bakışlarla kavga edenleri seçmeye çalışıyorlardı.
Yer yerinden oynamıştı. Bir anda Sivas'a düellonun haberi yayıldı. O sırada namlı kabadayılardan Pulurlu Hafız, kahve­nin önünde bir sandalye atmış oturuyor, uzaktan kavgayı iz­liyordu. Sanki eski bir öncü alınıyordu. Ayak ayak üstüne atmış gerilim filmi izler gibi dingin, kavgayı seyredi­yordu.
Tümü tanıdık yüzlerdi. Tüyünü bile kıpırdatmadan olan­ları seyre dalmıştı.
Döner bıçağı savurma, nacak atmaya kalkma, Yadigâr'ın arkasına dolanma birbirini izliyordu. Yadigâr'ın iki kişi arasında, bir o yana bir bu yana dönüyor, önüne çıkanı ko­valıyor ölüm yarışının koşusunu sürdürüyordu.
Her defasında genelev kadınlarının çığlıkları yükseliyordu.
Kör Hüseyin, dönüp Yadigâr'a bıçağını ile vurdu. Yara ağır değildi. Yadigâr bu kez elindeki nacakla, Avşar'a karşı saldırıya geçmişti.
Yadigâr, uzun Erzincan kaması ile saldıran Avşar'ı göğüslemeye çalışırken, sırtından Kör Hüseyin'in sapladığı, döner bıçağının korkunç acısını duydu. Döner bıçağı, sırtından girmiş göğ­sünden çıkmıştı. Yadigâr son bir güçle önden saldıranı savurdu, ardından da kendisi düştü. Olayı seyreden genelev kadınlarının çığlığı yükseldi.
Kör Hüseyin'in bir daha vurmak istedi. Yadigâr:
"Ulan Kör, öldürdün beni. Daha ne istiyorsun?" diye söylendi.
Saniyeler yüz yıl gibi uzuyor, kavga bitmiyordu.
Yadigâr, ölümcül vuruşu, döner bıçağından almıştı ve o anda da düşmüştü. Böğrüne saplanan bıçak, ta derinlere uzanmıştı. Ağır yaralıydı.
Faytoncu İsmail, hemen Yadigâr'ı faytona attı. Atları şaha kaldırdı, hastaneye doğru sürdü.
Tüm çarşı Yadigâr'ın vurulduğunu duymuştu. Esnaf so­kaklara çıkmış, kendinden geçmiş durumda, kanlar içinde faytona yığılmış Yadigâr'ın gidişini izliyordu. Herkes birbi­rine sorular soruyordu:
"Kim yapmıştı? Nasıl olmuştu? Nerede olmuştu?"
Faytoncu Kabadayı faytonunu Kepçeli'ye sürdü. Geldiğinde kavga bit­mişti, Yadigâr hastaneye gidi­yordu. Pisik Ömer'in uşakları zafer çığlıkları atıyorlar, sevinç çığlıkları ile bağırıyorlardı. İlk muştuyu, ünlü Kabadayı Pulurlu Hafız'a verdiler:
"Hafız Kızılbaşoğlu'nu vurduk, İşini" bitirdik."
Pulurlu Hafız yerinden kımılda­madan, umursamaz bir tavırla yanıt verdi:
"Ulan siktirin gidin! Çekin gidin!"
Pisik Ömer'in uşakları genelevi geçtiler. Ellerindeki kesici­leri Mısmılırmak'ın yatağına doğru savura­rak, aşağı doğru hızlı adımlarla kaçmaya çalışıyorlardı. Yeşeren tarlalar arasında yi­tip gitmek ister gibiydiler.
Birkaç dakika sonra polis aşağıda önlerini kesmişti. Polis suçluları önüne katıp yukarı doğru sürdü. Biraz önce fırlattıkları kesicileri toplayarak olay yerine getirdi.
İsmail, ağır yaralı durumdaki Yadigâr'ı Numune hastanesine yetiştirmek için, atları kamçılıyor, za­manla yarışıyordu. Yadigâr faytonun içinde baygın bir o yana, bir bu yana devriliyordu. Kahvenin önünde, biraz önce "seninkiler aşağı gidiyorlar" diyen garson faytona atladı. Yadigar'ı kucağına aldı. Ağlayarak baygın yaralıyı kucağında tutmaya çalışıyordu. Çarşı ayağa kalkmış, geçen faytonu izli­yordu.
Ağır yaralı Yadigâr, anında ameliyat ma­sasına alındı. Doğrudan başhekim Dr. Cahit Kızıldeli yaralıya ilk müdahaleyi yaptı. Kan böğründen oluk gibi akıyordu.
Hastanenin önü ana baba gününe dönmüş, duyan işiten hastanenin önüne yığılmıştı. Herkes içeriden gelecek haberi bekliyordu gerilim içinde.
Hastanenin amaliyatanesinde Dr. Kızıldeli, sürekli kanı durdurmaya çalışıyor, kan veriyor, nabzını sayıyor, hemşirelere, teknisyenlere emirler yağdırıyordu. Kısa bir süre sonra, kan ağzından geldi.
Dal gibi delikanlı, beyaz masada upuzun, cansız yatıyordu. Gözleri hafif aralıktı. Ela ile kahverengi arası gözler, donuk bakıyorlardı. Doktor Kızıldeli tuttuğu kolu hafice masaya bıraktı. Bakışları Yadigâr'ın sonsuza bakan gözlerine takıldı. Kendi gözlerinde yaşlar belirdi. Göz yaşlarını sildi. Elini Yadigâr'ın gözlerine uzattı. Yarı açık gözleri kapattı. Beyaz örtüyü üzerine çekti. Tüm personelin hayret dolu bakışları arasında, Dr. Kızıldeli içeriden çıktı. Dr. Kızıldeli'nin ilk kez bir ölünün başında ağladığını görülüyordu.
Anında hastanenin kapısında bekleyen kalabalığa Yadigâr'ın ölüm haberi ulaştı. Kalabalık arasında ameliyat masasında olan bitenler yayıldı. Yadigâr'ın çatal yürekli olduğu söylendi. Doktor Cahit Kızıldeli'nin ağladığı anlatıldı.
O an, kalabalığın içinde bulunan Çavuşbaşılı Çetin Erkök (Lalığın oğlu'nun kaynıdır), Pisik Ömer'in karısı ile karşılaştı. Kadın Çetin'e Yadigâr'ın sonunu sordu. Çetin "ölmüş" diye karşılık verince Kadın:
"Ohh, çok şükür! Kızılbaşoğlu gebermiş" diye bir nefes aldı. Gururlu ve dingin biraz ilerdeki evine doğru yürüdü.

20. Pisik Ömer'in evi
O günün akşamı Çavuşbaşı'ndaki Pisik Ömer'in evi dolup taşıyordu. Bir dizi hısım-akraba, eş dost geliyor, "geçmiş ol­sun" dileklerini iletiyordu. Pisik Ömer, her gelene kendi açısından olayın özünü anlatıyordu:
"Biliyorsunuz, bu Kızılbaş bizim Avşar'ı dövmüştü. Neymiş, Mehmet Yıldız'ı dost tutmuş. Yıldız kendisinin dos­tuymuş. Zorla mı dost tutmuş yok. Tapulu malın mı senin? Öyleyse niye döversin Avşar'ı? İşte anası burada, Mehmet'e "git istediğin zaman al Yıldız'ı eve getir" dedim. Yıldız faytona binip bizim eve gelince Kızılbaşoğlu deliye dönmüş. Köpek gibi bizim çocuklara saldırıyor. Avşar'ı dövmesi de bu yüzden. Kendi tek başına dövse yine neyse. Çevresindeki Kızılbaş itlerle bir olmuş çocuğu dövmüşler.Hadise böylece başladı. Baktım Kızılbaş çetesinin dili pek uzadı, çocuklara emir verdim. "İşte size silah. Dört kardeşsiniz. Sizin de bu­rada arkadaşlarınız, eşiniz dostunuz var. El içine bakıyorsunuz. Kızılbaşoğlu’nun dilini koparmazsanız, şu kapıdan içeri girmeyin. Benim oğlum değilsiniz."
Çocuklar peşine düştüler, fırsat kolluyorlardı. Geçenlerde Hüseyin bunu sıkıştırmış. Motorun üzerindeymiş. Sırtından bir bıçak sallamış, ama motoru çalıştırıp kaçmış. Yoksa Hüseyin orada o saat gebertecekmiş. Bu sabah evden çıktılar. Avşar'la Hüseyin yanlarına dayılarını alıp Kepçeliye doğru gitmişler. Bu kahvesinin önünde duruyormuş. Bizim çocukları görünce, efendinin gücüne gitmiş. Hani kendi büyük kabadayı ya, kahvesinin çevresinde geziyormuş bizim çocuklar. Neyse efendim, bizim çocuklar geneleve doğru yürümüşler. Bu da arkalarından bir faytona binip onları ta­kibe başlamış. Kızılırmak'a doğru faytonla gidip gelmiş. Mundar ırmağın üzerindeki köprüye geldiğinde bizim çocuklar bunu faytondan indirmişler. Yer misin, yemez mi­sin! Çocukların üzerinde silahları var. Bu da nacağı çekip yürümüş. Ama bizim çocuklarla başa çıkabilir mi? Avşar bir yandan, Hüseyin bir yandan çekmişler bıçağı. Birinin elinde kılıç, ötekinin elinde şiş var. Avşar vurunca sendelemiş. Ardından Hüseyin vurmuş. Hüseyin ikinci bıçağı vurunca yalvarmış. 'Ula Kör, öldürdün beni daha ne istiyorsun?' demiş.
Tüm gelenler heyecanla anlatılanları dinliyorlar, çocukların durumunu soruyorlardı. Dayı Kör Hacı Hastanede yatıyordu. Yarasını ağır mıydı? Nasıl yaralanmıştı?
-Başına taş vurmuş. Biraz ağır ama Kör'e birşey olmaz. O yedi canlıdır- diye yanıt veriyordu Pisik Ömer. Görevini ye­rine getirmiş bir ordu komutanı ciddiyetiyle sigarasını içiyordu. Hemen hiç gülmeyen asık yüzü, çok seyrek görülen mutlu­luk gülücüklerini dağıtıyordu. Evde hazırlıklar tüm hızıyla sürüyordu. Cezaevine yataklar denk yapılıyor, kap kacak ayarlanıyor, giysiler seçiliyordu, kimin avukat tu­tulacağı, mahkemenin seyri tartışılıyordu. Sanki mutlu bir göçün hazırlığı yapılıyordu. Ziyarete gelenler, sürekli yardım sözleri veriyorlar, Pisik Ömer'in yanında oldukarını bildiri­yorlar, geçmiş olsun dileklerini iletiyorlar. "İyi olmuş, çocukların ellerine sağlık" gibi sözlerle Pisik Ömer'i mutlu ediyorlardı.

21. Şekerci Mehmet Efendinin Evi
Gökçebostan'daki Şekerci Mehmet Efendi'nin evinde ağıtlar yükseliyordu. Duyan işiten, tanıyan tanımayan tüm Aleviler Şekerci Mehmet'in evine dolmuşlardı. Kadınlar ağlaşıyorlar, gençler sokakta dolaşıyorlar yaşlılar odalarda dertli dertli sigara içip olayı tartışıyorlardı. Giderek akşamın serinliği, akşamın karanlığı çöküyordu Gökçebostan'ın üstüne. Ne korkunç bir akşamdı, kaç kez yaşanmıştı Alevi geçmişinde böyle akşamlar? Sürekli olasılıklar tartışılıyor, kavganın seyri anlatılıyordu. Yenilmez bir Kızılbaş yiğit öldürülmüştü. Boşluğunu doldurmak ola­naksızdı. Semtin ileri gelenleri durum değerlendiriyorlar; yorum yapıyorlardı:
-Sivas Muaviye çukuru canım! Her zaman Alevileri biçip ezdiler. Böyle bir yiğide dayanabilirler mi? Sivas'ın bütün ileri gelenleri karar vermişler. Nusret Çubukçu da var bu işin içinde, Deveci de. Koca Sivas'a bir Kızılbaş mı hükmedecek? Hükümet meydanından başlayıp boylu boyunca yürüdü mü tüm kadınlar kızlar hayran hayran onu izliyor. Genç kızların düşlerini süslüyor. Sokaktan geçerken genç kızlar pencere­lere yığılıyor. Mahalle aralarında kızların aşık olduğu söyleniyor. Hatta içlerinde verem olanlar var deniyor. Boy bos dal gibi. Bir de yürüyüşü var, görülmemiş. Buna bir dur demek gerekiyor. Bunca yıllık Sivas'ta bu görülmüş, işitilmiş şey değil. Bir Kızılbaş çıkacak, Sivas'ın bütün kabadayılarını alt edecek. Erzurum'dan Diyarbakır'a Ankara'dan Urfa'ya adını duyuracak" demişler. Şunu aradan çıkarın diye Pisik Ömer'in itlerine emir vermişler. Ne kadar para lazımsa yardım edeceğiz demişler. Günlerdir çocuğu takip ediyor­larmış. Pusuya düşürmüşler. Yoksa, Yadigâr'a güç mü yeter?

Faytoncu İsmail'e olayın akışı anlatıyordu:
Beni çağırtmış rahmetli, akşamdan yorgun gelmiş, Kızılırmak’a doğru bir gidelim açılayım dedi. Faytona bindi, körüğünü yatırıp sürdüm. Akşam yeli esiyor. Göğsüne yel vuruyor. Yadigâr, rahat mısın dedim. "Yok İsmail canım sıkılıyor dedi. "Üç gün önce kötü bir düş gördüm, bilmem nasıl söylesem, ya tutuklanacağım ya da öldürüleceğim" dedi. "Allah etmesin Yadigar" dedim. Düşleri hayra yormak gere­kir." Rahmetli yanına bir şişe rakı, bir demlik su almış. Bir yudum rakı, bir yudum su alıyor. Öylece gidiyoruz. Biz Mundar Irmağı geçtik gittik. Geri dönüyoruz, tam köprünün üstüne geldik, birden o Mervan dölleri ortaya çıktı. Elimdeki kapçıyla bunlara bir iki salladım. Atları kamçılıyorum, Yadigâr'ı vermem ellerine. Ne var ki rahmetli laf söz anla­maz. Birden elimdeki kırbaca sarıldı. "Dur İsmail, yiğide kaçmaz yakışmaz" diye elimi tuttu. Üstünde de bir silah yok. "Arabada br şey var mı İsmail" dedi. Hemen önde duran nacağı uzattım. Atladı faytondan aşağı. Allahım, neydi o? Sanki Şahımerdan yerinden kalkmıştı. Üçünü önüne kattı. O tarlaların içinde inek gibi kovalıyor. Bir an boş bulunup nacağı elinden attı. İşte ondan sonra çocuğu vurdular."
Yaşlıların kimi ölümü sarhoşluğuna kimi, kurulan kancık tuzağa bağlıyordu. Bitip tükenmeyen yorumlar birbirini izli­yordu. Yaşanmaması gereken bir yenilgi yaşanmıştı Alevi halk arasında. Alevi toplumsal yaşamında genelev yoktu, dost tut­mak yoktu, kabadayılık yokta, ama yiğitlik vardı. Aralarından kırk yılda bir yiğit çıkmıştı, o da pisi pisine harcamıştı. İşte bu olmamalıydı.

22. İnanılmaz Ölüm Töreni
Kızılbaşoğlu’nun yaşamı böylece 29 yaşında son buldu. Ölüm töre­nine Pulurlu Hafız da dahil olmak üzere tüm ka­badayılar katıldı.
"Su testisi su yolunda" atasözüne inanmak istemeyen kabadayılar, kendi başlarına gelmeyen bir yıkımın mutluluğu yanında, iç sızısı geçiriyorlardı. Gün olur, kendi başlarına da aynı olay gelebilirdi. Kaç kez bıçak ucundaki ölümden dönmüşlerdi. Nerede biteceği belli olamayan bir yolculuğun  isteksiz yolcuları gibi bir duygu yaşıyorlardı o an. Ortada genç bir ölüden başka birşey yoktu.
Gökçebostan sokakları insanlarla dolup taştı. Gençler, yeni yetmeler Yadigâr'ın ölüsünün kaldırılacağı evinin önündeki kavak ağaçlarına sığırcıklar gibi tünediler. Son kez tabutta Yadigâr'ın tenini görmek istiyorlardı. Kadınlar, kızlar evlerin pencerelerine yığılmış ağlaşıyorlar, ağıtlar yakıyorlardı. Kabadayılığa öze­nen gençler gözyaşlarını tutamıyorlar, intikam yeminleri ediyorlardı. Yadigâr'ın küçük evi ağıtçılardan geçilmiyordu. Koru komşu çevre kent­lerden gelen konukları ağırlıyorlardı. Bir dizi gene­lev kadını da yas evine gelenler arasındaydı. Ağıtlar yakıyorlar, Yadigâr'ın kanını yerde bırakma­ma yeminleri ediyorlardı. Bu törende Gökçebostan'ın ev kadınları ilk kez genelev denen o acaip yerin kadınları ile yüz yüze geliyorlardı. Onlar da etten kemikten, ama boyalı, cilalı kadınlardı. Sigara içiyorlar, yırtık tavırları ile Gökçebostan'ın sokakları dışına çıkmamış kadınları şaşırtıyorlardı. Bir başka tür kadınlardı bunlar.
Kızılbaşoğlu'nun yaşamı yalnızca Sivas halkı arasında kaldı. Yadigâr'ın ölümüne Aleviler çok üzüldüler. Ama onu efsa­neleştirenler Sünniler oldu. Çünkü kaba­dayılık geleneği kentin Sünni kesiminde vardı. Alevi toplum yapısı böyle bir kurum için elverişli değildi. Sokaklar, kabadayı çıkarmak için birbiri ile yarışıyordu. Yadigâr ise, gerçek anlamda bir kaba­dayı idi ve efsane ögelerinin tümünü yaşamında barındırıyordu.
Yadigâr'ın ölüsü Gökçebostan mezarlığına gömüldü. Halk arasına korkunç bir ürkeklik çöktü. Ne yapılacaktı? Yadigâr'ın kanı yerde mi kalacaktı? Herkes bir öç alınmasından yanaydı ama, kim öç alacak belli değildi.
Aylarca taş plaklarda bir destanın ezgisi yankılandı:

Yolumun üstüne pusu kurdular
Üç kardeş bir olup beni vurdular
Biricik yavrumu yetim kodular
Yadigâr'ım sana nasıl kıydılar

Kızılırmak gibi akıyor kanım
Dostlar, dizlerimde yoktur dermanım
Artık bu dünyadan geçti kervanım
Mezarım üstüne yazın fermanım

Bükülmezdi Yadigâr'ın bileği
Çatal çıktı yiğidimin yüreği
Yıkıldı mı Alibaba'nın direği
Yadigâr'ım dedim yine vurdular

Doktor Kızıldeli yaram bağlıyor
Bu dert yüreğimi yakıp dağlıyor
Eşim dostum toplanmış ağlaşıyor
Yusuf oğlu Ali coşup çağlıyor

Gökçebostan'ın kara yasa battı. Dedikodular günlerce sürdü. Karşıtlarının Yadigâr'ın mezarını açıp başını kesecekleri söy­lentisi yayıldı. Halk belleği olaya dinsel-mitolojik boyut ka­zandırıyordu. Yadigâr'ın ölümü ile Kerbela kıyımı arasında koşutluk kuruluyordu. Yadigâr'ın öldürü­lüşü tarihsel Yezit kıyımlarından biri gibi algılanıyordu. Yılgın Aleviler korkulu gözlerle birbirine bakıyorlardı.
30 Nisan 1959 günü çıkan Ülke gazetesinde bozuk bir Türkçe ile şu haber yer aldı:

Şehrimizde Dün İşlenen feci cinayet
Bir kişi öldü biri ağır yaralı
Dün Şehrimizde işlenen cinayette bir kişi öle­rek bir kişide ağır su­rette yaralandı. Genel Evinde ser­maya bulunan Yadigâr Aykutlunun dostu Yıldızı Mehmet Çalık oğlunun dost tutmasından do­layı ara­larında zuhur eden husumetten mutedila defalar kavga ve munakaşa ettikleri görünmüştür. Yine dün suçlulardan Hüseyin Çalık oğlu Avşar Çalık oğlu ve hacı ismindeki şahısların halife­liğe doğru gittiklerini gören Yadiger faytonla takibe ko­yulmuştur. Genel evi civarında Yadigerin faytonu eğleterek münakaşaya başladığı görülmüştür. Bu sırada elinde kama bulunan Hacı saldırmıştır. Yadiger bu sırada Yadiger yerden taş alarak Hacının kafasına vurmuştur. Bu sefer öbür şahıslar Yadigere hücum etmişler ve Yadigeri üç yerinden yaralayarak kaçmışlardır. ya­ralılardan Yadiger ile Hacı kama halinde numu­ne başhastanesine kaldırılmıştır. Hastahanede 15 da­kika yaşayan Yadigerin son şu sözü olmuştur. Beni beni Avşarınan Hüseyin vurdu demiş ve öl­müştür. Öteki yaralı ağır surette yatmaktadır. Kaçan katil­ler şiddetle aranmak­tadır.

Şimdi Sivaslıların Yukarı Tekke dedikleri Abdulvahap Tekkesi mezarlığında sıra sıra mezarlar arasında sessiz bir me­zar yatıyor. Yıllar önce, Höllüklükteki mezarlık kaldırıldığında buraya getirilmiş mezarlar arasındaki mermer mezar taşında yalnızca şunlar yazılı:

Yadigâr Aykut
(1930-1959)

Yadigâr'ın kahvede asılı fotoğrafı, yalnızca bir anının yaşamasıydı. Kardeşi Baki kahveyi işletiyordu. Müşteriler ise, eski günlerin havasını solumak için gelmiş kimseler. Oysa, uzam, insanla anlam kazanıyor. Ruhsuz bir uzamın insana söyleyeceği bir şey yok.
İlk kez kahveye gelenler Yadigâr'ın görüntüsü önünde du­rup dakikalarca kafasındaki canlandırdıkları insanı, fotoğrafla birleştirmeye çalışırlardı. Yakından tanıyan ar­kadaşları ise bakışlarını bu görüntü üzerinde yoğunlaştırdıklarında sürekli gidip gelen anılara dalarlardı. Var mıydı, yok muydu; yaşanmış mıydı, düş müydü, bir türlü karar veremezlerdi.
Bir kış günü, kahvenin önünde iki fayton durdu. Faytondan kelli felli adamlar aşağı inip, küçük dağları yaratmış havalarda içeri daldılar. kahvenin olağan müşterileri şaşırmışlardı. Buralara bu türden kimseler pek gelmezdi. Hele biri vardı ki, dağ gibi bir adamdı ve faytondan eğilerek zor inmiş, coşku ile içeri girmiş, İçeriye şöyle havalı bir selam vermiş ve:
"Bir çay içmeye geldik" diye açıklamıştı.
Ocakta çalışan Baki, uzaktan selamladı gelenleri. Garson, boş bir masaya davet etmişti.
İyi giyimli, bakımlı bu adamlar, kahveye uymayan adam­ların gelmesi ile içende bir tedirginlik yaşandı. Kahveye dağılmış olağan müşteriler yorgun gece kuşlarını andırıyorlardı. Onları buruya bağlayan bir anıydı yalnızca.
İri yarı adam, masadan kalkıp şöyle ortalığı süpürür gibi bir döndü ve Yadigâr'ın fotoğrafı karşısında durdu.
"Ey gidi, ikinci Ali seni de götürdüler..." diye yüksek sesle kendi kendine söylendi.
Bir anda kahvede sesler kesildi. Herkes kulak kabarttı. Fotoğrafın önünde sevgi ve acıma sözlerinin söylendiği çok olurdu. Ama bu tümcelerin sevgi sözü olup olmadığı belli olmuyordu. Ocakta çalışan Baki, kulak kabartmaya başladı. Adamın ikinci tümcesi açıklık getirdi konuşmanın söylemine:
"Avradını ... Kızılbaşları, ikinci Ali'nizi de geberttiler..."
Kahveye ağır bir hava çökmüştü. Arkadaşları iri yarı adamı yerine oturttular. Arkadaşlarının konuşmasına engel olmak is­tiyorlar, ağzını tutmaya çalışıyorlardı:
"Yapma Kadir ağa.."
Ne ki, zengin bir köylünün oğlu olan Budaklılı Kadir Ağa'yı susturmak olanaksızdı:
"Ne korkuyorsunuz ulan..." diye arkadaşlarını azarlıyor "açıkça söyleseniz ya, arkadan konuşacağınıza. Onlar ana bacı tanımaz..."
Kahvede her şey durmuştu. Kimse ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilmiyordu. Deli Kadir adı ile bilinen Kadir Ağa suskunluktan iyice yüreklenmiş ağzına geleni söylüyordu. Kahvenin genç müşterilerden biri yerinden kalkıp Deli Kadir'in bulunduğu masaya geldi, çatık kaşlarla sordu:
"Sen kime sövüyorsun, niçin sövüyorsun?"
"Size lan, tümünüzün anasını avradını..."
Deli Kadir, ayağa kalktı. Genç adam yanında çocuk gibi kalıyordu. Ama genç adam aldırmadı:
"Ben de senin lan..." diye karşılık verdi. O anda da çay bardağını kaptı. Faytonla gelenler tümü dışarı çıktılar. Genç adamla gögüs göğüse pençeleşme başlamıştı. Genç adam üzerine yürüyor, Deli Kadir adım adım geriliyordu. Karşılıklı küfürleşerek yüz metre kadar geri geri gidildi. Bu sırada ocakta çalışan Baki, eline aldığı bir sopa ile genç adamın yardımına koştu. Küfürleşmenin en yoğun anında Deli Kadir'in kafasına sopayı indirdi. Deli Kadir, horoz gibi bir kez sıçrayıp "güm" diye düştü. Tüm arkadaşları dağıldı. Baki ye­niden ocağa döndü. Ocakta elini yıkarken, polisler kapıda göründü.
"Gel bakalım ocakçı, Müslümana kılıçla vurmak neymiş!" diye karakola çağırıyorlardı.
Baki Çarşı karakoluna bacakları titreyerek girdi. O eski ahşap yapıya hep ziyaretçi olarak gitmişti. İlk kez suçlu ola­rak götürülüyordu. Polis dayağına alışık değildi. Ağabeyi Yadigâr'ın çığlıklarının duyulmaması için, eski bir motosik­letin çalıştırılıp, çığlık seslerinin gürültü ile kapatıldığını çok iyi bilirdi. Karakolda iki Poşa ile karşılaştı. Sivas'ta Poşa adı verilen bu Çingeneler yalancı tanık olarak getirilmişlerdi. Urfalı komiser Mehmet, bacakları titreyen Baki'ye hafiften gülümseyerek baktı:
"Ne o Baki, kılıçla adam vurmak kolay mı? Gel bakalım komiser odasına"
Baki biraz rahatlamış içeri girdi. Komiser, boş odada:
"Ne yaptın Baki? Adam ölüyor. Hastaneye kaldırdık."
"Komiserim vallahi, kılıçla vurmadım. Adam içeri girdi, hiç yoktan anamıza avradımıza, dinimize imanımıza sövmeye başladı."
Dışarıda bekleyen çingeneler, içenden gelen çığlık sesleri ile ürperdiler. Cop sesleri gümbür gümbür iniyor, Baki'nin bağırtısı yükseliyordu. Birkaç dakika sonra, komiser dışarı çıktı. Çingenlerin renkleri atmıştı.
"Ulan sıra sizde. Siz kahvede yokmuşsunuz. Doğru mu? Sizi de benzeteyim mi?" diye elindeki copu salladı.
İki çingene korku içinde:
"Komiserim biz yoktuk... Görmedik. Bize para söz verdi­ler..." diye titremeye başladılar. Komiser:
"Ulan defolun şimdi" diye kovdu.
Birkaç dakika sonra Baki karakoldan çıktı. Kendisini bekleyen genç adama:
"Sorma, ucuz kurtardık. Komiser copu masaya indirdi, ben bağırdım, poşalar da korkup kaçtılar" dedi.

23. Kabadayılığa Özentili
Yağışlarla birlikte Sivas sokaklarının çamur kaplar. Arnavut kaldırımı sokaklar vıcık vıcık çamur olur, hele Kepçeli tümden çamura bulanırdı. Sivas güzlerinde umut yok­sullaşır, yaşam sararırdı...
Köyden kente akın etmiş, kentin dışlarına derme çatma evler yapmış aileler için daha da zordur yaşam. Bir iki yıl önce kente yerleşmişlerdir. Çeşitli devlet kurumlarının en alt katmanlarında çalışan ve şehirli olma savaşı veren yalın insan­ların görüntüsü gerçekten hazindir. Erkekler pala bıyıklarını terbiye edilip küçültürler, kadınlar köylü fistanlarını atıp düz giysiler giyerler, birbirleri ile yapay bir "hanımlı" "beyli" sözlerle konuşurlar.
Köylülüğün iliklere kadar işlediği bir ortamda, -sözde- "şeherlilik" yaşar. Dört beş aile, ancak bir ailenin sığabileceği bir binada oturur; her biri, bir- iki gözlük bir yere sıkışmıştır, avuç içi kadar odalarda insanlar tıkış tıkış yaşarlar. Ortak tu­valletlerin üç-beş metrelik bahçe duvarına yaslandığı konut­larda, her sevişmeye birkaç kişi; her yellenmeye on- onbeş kişi kulak misafiri olur.
Genellikle tek katlı evlerin merdivenleri dışardadır. Her kapıdan birkaç aile girip çıkar. Evlerin donanımı birbirini andırır. İki odadan biri salon işlevini görür. Konuklar burada ağırlanır. Bir kıyıda oturacak sedir bulunur. Hemen köşede, belli bir varlık ve kentlilik göstergesi olan demir karyola yer alır. Üzeri dantelli, ya da nakışlı örtü ile örtülmüştür. Ölümü bekleyen bir hasta gibi sessiz uzanmıştır. Karyolanın üzerine oturmak, görüntüsünü bozmak görgüsüzlük sayılır. Bir kuğu gibi süzülür. Duvarda minik görüntülerden oluşan, aile fotoğrafları bir çerçeve içinde sergilenir. Bu çapraşık görüntü içinde çocuklar okutulacak, memur yetiştirilecek, hükümette yer sahibi olunacak, gelecek kuşaklara daha iyi bir yaşam düzeyi sağlanacaktır.
Köyden kısa süre önce göçmüş yeni şehirlilerin değişmez görüntüsüne sığmayan, okuma çağını aşmış, yaşı on altılara dayanmış gençlerdir. Çerden çöpten dünyanın ilkel görüntüsü onların çok gerisindedir. Eve gelen konuğa çayın yanında birkaç bisküit sunmanın lüks sayıldığı ana-babaların dünyası küçük mü, küçüktür onların gözünde. Dişlerinin arasından gülerek, yarı utanç, yarı iğrenme duyguları ile yarım gözlerle bakarlar bu küçük insanların dünyasına. Ekmeği bakkaldan almak yerine köylerden getirilmiş undan hamur yapıp mahalle fırınında pişirten, 125 kuruşun hesabını yapan, bulgur pilavına inadına kaşık sallayan, yere pehlivanca bağdaş kuran insanların yaşantısı, bağışlanmaz bir ilkelliktir onun için.
Yeni yetmeler genellikle pek konuşmazlar büyüklerle. Sessiz bir iletişim, bozuk ilişkiler ağını güçlükle ayakta tutar. Evden çıkacağı sırada evde kuruş kuruş biriktirilmiş paradan bir parça almayı ihmal etmez. Üzerine deri ya da yapay deri gocuğunu giyer. Evden böylece çıkar. Birkaç ev sonra ağzına bir sigara yapıştırır. Evden çıktığı an, evde bir rahatlama olur. Ev sahipleri konuklara açıklama yapmak zorunda kalırlar:
"Çok şükür gitti, aç itin kabadayısı. Bizim hayatımızı beğenmiyor, giderken iki buçuk lira aldı. Sanki kazanmış koymuş da beğenmiyor."
Giyilen deri ceket, parmaktaki  eşek nalını andıran altına görüntüsü verilmiş şövalye yüzük, cepteki Kulüp sigarası bir zen­ginlik göstergesiydi. Köyden yeni göçmüş yoksul ailelerin kabadayılığa özenen yeni yetmeleri dışardan bakınca çok kazanan varlıklı biri gibi gözükürlerdi. 
Eve gelen konuklar, delikanlının gösterişine bakar sorarlard:
"Deri gocuk, altın yüzük ne iş yapıyor sizin oğlan? Maşallah iyi kazanıyor anlaşılan?"
Ana baba içi yanarak yanıt verirler:
"Ne bilelim bir şeyler yapıyormuş. Biz de tam bilmiyoruz. Neyse, evden çıktı mı biz rahatlıyoruz. Sorma gerisini... İçi bizi yakar dışı eli..."
Bu atasözü yüz sözün önünü kesecek keskinlikte olurdu. Söz değişirdi.
Hatının oğlu, böyle yetişiyordu. Kızılbaş ailenin yeni yet­mesi yiğitlik yarışına adım atarken yolunu da seçmiş, Kızılbaş kabadayılar arasında değil de Sünni tarafı seçmişti. İhanet miydi bu, yoksa korku mu, uyuşma mı, içtenlik mi, her yanda ayrı dedikodular dönüyordu. Kızılbaş gençler için bağışlanmaz bir ödleklik örneğinden başka bir şey değildi.

23. Yerde Kalan Kan
Yadigâr'ın ölümünün ardından öksüz ve başsız kalmış bir dizi delikanlı bunalımlar yaşıyorlardı. Rakı sofraları kurulu­yor, pikaplara acıklı taş plaklar konuyor, kafalar duman­lanıyor, ilerleyen saatlerde bunalımlı ağıtlar yükseliyor, inti­kam yeminleri birbirini izliyordu. Çökelek Turan, Kızılbaşoğlu Veli, Kara Hasan, Hatının oğlu Hüseyin bu mec­lislerin ayrılmaz konuklarıydı. Bunlara, bir bayrak yarışını sürdürmek ister gibi Yadigâr'ın küçük kardeşi Enver de katıldı. Yadigâr'ın yiğitlik, mertlik ve eli açıklığına hayran bir dizi Sünni kökenli genç de bu sofradan ayrılmıyorlardı. Ama topluluk genelde Kızılbaş kabadayı adayı gençlerden oluşuyordu. Sivas tarihinde ilk kez Kızılbaşların kabadayılığa özen dönemi başlıyordu. Bunların tümünün hedefi aynıydı: Yadigâr'ın öcünü almak!
Bu öcün alınması ile tarihin akışı değişecekti. İlk kez Kızılbaş kanı yerde kalmayacaktı. İnanca göre, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve en önemlisi Sivas toprağının yetiştirdiği en büyük ozan Pir Sultan Abdal şehit edilmiş, ama tümünün kanı yerde kalmıştı. Sivas'ta yaşanan bir kan davasıydı artık.
Yadigâr'ın evi baş sağlığına gelenlerle dolup boşalıyordu. Her gelene aynı olaylar anlatılıyor, her kafadan bir söz çıkıyordu. Yadigâr'ın öcü alınmalıydı, ama nasıl? Aile içinden yetişkin biri yapsa kan davası suçundan ipi boylayacaktı. Dışardan kim yapacaktı?
Sivas'ın Yusufoğlan köyünden biri dağa çıkmış eşkıyalığa başlamıştı. Muharrem adındaki adam, ormandan izinsiz ağaç kestiği için korucuların hışmına uğramış, onlarla çatışmış, bir orman korucusunu öldürmüş, ardından dağa çıkmıştı. Dağda kendisi gibi dağa çıkan iki kanun kaçağı ile birleşip eşkıyalığa başlamıştı. Eşkıya Muharrem Alevi'ydi.
Eşkıya Muharrem'in yiğitlikleri kısa süre sonra Alevi mahallelerde anlatılmaya başlandı. Anlatılanlara göre Eşkıya Muharrem jandarmalarla çatışmaya giriyor, onları dağıtıyor, ilahi bir yiğitlik gösterisi sergiliyordu. Alevilerin sindirildiği bir or­tamda Eşkıya Muharrem adı bir kurtarıcı gibi dalgalandı Aleviler arasında. Yadigâr'ın yakınları onunla bağlantı kurma çabasına girdiler.
"Bu öcü Eşkıya Muharrem alsın. Zaten hayatını bu yola koymuş. Yadigâr'ın kanını yerde koymasın!"
Aracı olan kişiler Eşkıya Muharrem'in paraya ihtiyacı olduğunu söylüyorlar, Yadigâr'ın çevresinden sürekli para sızdırıyorlardı. Ama günler haftalar geçiyor, bir türlü Eşkıya Muharrem Sivas yakınlarında gözükmüyordu. Bir süre sonra Eşkıya Muharrem'in birlikte eşkıyalık yaptığı iki arkadaşını da öldürdüğü duyuldu. Ama halk belleği buna da bir kılıf buldu. Sözde, onlar Muharrem'i vurmak istemişlerdi de, Muharrem onların işini bitirmişti...
Bir sabah okula giden öğrenciler, Cıbırlar Parkı yanında yer alan astsubay bahçesi önünde, bir kamyonun üzerinde oturan dağ gibi bir adamı, seyreden insanlarla karşılaştılar. Öğrenciler arasında bulunan ortaokul öğrencisi Güven Karabenli, merakla kamyona yaklaştı. Adam, ayakları uzanmış, kamyonun sürücü bölümüne yaslanmış duruyordu. Belden yukarısı çıplaktı. Pala bıyıkları yukarı kıvrılmıştı. Cam gibi donuk bakışlarla kendisini izleyenleri seyrediyordu. Garip bir görüntüydü. 13 yaşındaki çocuk biraz daha yaklaştı. Adamın gözlerine baktı. Adam cansızdı.
"Kim bu adam diye ağabey diye kamyonun başında nöbet bekleyen askere sordu.
Jandarma:
"Eşkıya Muharrem!" diye karşılık verdi.
Sivas'tan gönderilen küçük bir jandarma birliği Muharrem'i bir pınar başında kıstırıp öldürmüştü. Ölüsü teşhis için Sivas'a getirilmişti.
Kamyonun başına halk akın ediyordu. Sünniler küfürler yağdırıyorlar, Alevi kadınlar içleri ezilerek, kamyo­nun ar­kasında yatan dev gibi adama bakıyorlardı. Kıvrık bıyıklı, dev yapılı adamın gözleri açıktı.
Muharrem, Buda yontusu gibi, kamyonun içinde otururken bir çocuk koltuğunun altında tuttuğu gazeteden bir tane havaya kaldırıp bağırdı:
"Gaste yazıyor, eşkıya Muharrem'i  öldüren jandarmanın anlattıklarını yazıyor."
Halk on kuruşa satılan gazeteye akın ediyordu.
Jandarma çavuşu, yerel bir gazeteye öldürülüş olayını anlatmıştı. Anlattığına göre, Eşkıya Muharrem öyle yiğit bir adam da değildi. Jandarma, uzun bir izleme sonucu kıstırıp mıhlamıştı.
Ama ezilmiş halk ruhu onu allayıp pullamış destansı bir kahraman yaratmıştı.
Yadigar'ın yakınları için, Eşkıya Muharrem söylencesi ve ona bağlanan uzak umut da bitti. Kısa süre sonra adı unutulup gitti.

(Sivas Kabadayıları adlı kitabımızdan)