Yayında Olan Eserlerim

16 Aralık 2018 Pazar

Tuva Türkleri



Tuva adı eski Çin kay­naklarında anılan T'o-pa boy adından gelir. Hun birliği içinde yer alan T'o-pa'­lar Kuzey Çin'de, 200 yıl süren T'o-pa Wei devletini  kurmuşlardır. Bu nedenle T'o-pa Türkleri, Çin kaynaklarında 3. yüzyıldan beri anılırlar. 261 yılında devlet kurmuşlardır. 310 yılında Çin'in kuzeyini ele geçirmiş­lerdir. Bunlar Siyenpi'lerin bir koludur. 550 yılına değin tüm kuzey Çin bunların egemenliğinde kalmıştır. 7. yüzyılda Çin kaynakları ilkel bi­çimde yaşayan bir "Dubo" boyundan sözederler. 647'de bunlardan Çin sarayına bir elçi kurulu gelmiştir. Bu boy bu­günkü Urenhaların bulundu­ğu alanda oturur. Büyük olası­lıkla ilkel ya­şam süren bu boy Çin'e ege­men olmuş T'o-paların anayurt­ların­da kalan soydaşla­rıdır. Böylece günü­müzdeki Tuvalar ise 5-7 yüzyıllarda Çini yöneten T'o-pa (ya da değişik bir yazımla Toba)'ların soyundan gelirler. Tuba- Urenhalar Büyük Moğol imparator­luğu ku­rul­duktan sonra hep Moğollara komşu olarak yaşa­mış­lardır. Onların yüksek egemenliğini tanımışlardır. Ancak iç işlerinde özgür olmuşlar­dır. Nitekim 13. yüzyıldan kalan Moğolların Gizli Tarihin'de orman halkları arasında gösterilir. Camİ-üt-Tevarih'te, Reşidüddin, 13. yüzyılda o çevrede Uryangıt adlı iki boyun yaşadı­ğını söyler. "Urenha" Moğolcada "Ormanlı kişi" demektir. Eski Türkçede bu an­lamda "yışkişi" sözü kullanılır. Camİ'üt-tevarih'te bu halk "Orman halkı" olarak anılır. Büyük olasılıkla bu boy, büyük Türk devletleri dö­ne­minde sürekli kıyıda, Altay ormanlarında kalmıştır. Belki de Orhun Yazıtlarında "Ötüken yış" adı verilen kutsal ormanlarda yaşamışlardır.
     Macar türkoloğu Ligeti'nin söyleyişi ile Tuva, oldukça garip bir dev­let­ciktir. Bilginlerden başka onunla ilgilenen nerdeyse yok gibidir. Sibirya ile İç Asya sınırları bulunan bu küçük ülkeye bilginlerin ilgi­sini çekecek her neden vardır. Halkı Türk-Tatar türünden insanlardır. Lamaizm'i bilir­ler, ancak asıl dinleri Şamanizmdir. Ren geyiği kültü­rü­nün en güney sınırı buradan geçer. Bu özellik Tuvin ülkesine özgün yaşam biçimi kazandırır. Sibirya'nın bu özel hayvanı Tuva'da hem atın hem de sığırın yerini tutar. Gerçekte bu dağlık ve orman­lık ülkede her ikisi de pek az bulunur. Tuva halkı doğu kom­şusu Moğolistan gibi hayvan yetiştirici göçebe değildir. Bu işle hiç bir zaman uğraşmamıştır da. O ormanda yaşayan av­cıdır. Bu işin tam uzmanıdır. 1915 yılında bbu bölgrdrn grçrn Türk subayı Fahrettin Erdoğan, bölge halkının yaşamı üzerine gözlemlerini şöyle anlatır.
Sibirya’nın Domiski vilayeti ovalık bir alandır. Ormanların iç kısmı göllerle doludur. Burada yaşayan Türk kabilelerine Donkızları denir (Don kızları Altaycada şu demektir: Bizde buz olunca don denir.) Don demek su kenarında yaşayan kızlar demekmiş.
Donkızları uzun boylu iri vucutlu insanlar olup Kırgızlardan ayrılan bir topluluktur. Milli gelenekleri ise ehli hayvanları, Ren geyiği besler, bunlar daima ormanlarda otlarlar. Bizim koyunlar gibi sağım yerine gelir sağılırlar. Her çadırın göl ortasında bir çardağı vardır. Akşamleyin kendilerine mahsus kayıklarla çardağın altına gider, kayıklarını bağlarlar, çardakta yatarlar, sabahleyin kayıkları ile kenara çıkarlar. Kış vakti sular çekilip donduğu vakit göllerin kenarında açığa çıkan yosunlar geyiklerinin kışlık gıdası olur. Oturdukları gölün yosunu bitti mi, çadırlarını alıp başka gölün kenarına gelir, kışı böyle geçirirler.
Dini gelenekleri, her Donkızının belinde ufak bir baltası var, ormanda ağacı keser mihrap yapar eğilir klakar ibadetini eder. Cenazeleri olduğu vakit mezara gömerler, bir ren geyiği keserler, parçalayıp mezarına bırakır giderler.
Dilleri kısık olup Çağatayca konuşurlar. Bunların nüfus miktarı belli değildir. Yazın geyiklerin döktükleri boynuzları ve kalın tüylerini Ruslar şarap ve bazı yiyecek maddeleri ile ellerinden ucuz olarak alırlar. Bu tüyler gayet güzel yastık ve at eğerinde yastık olarak kullanırlar. Bunlar kaypak olduğu için bir birini tutmaz, daima aynı yumuşaklığı muhafaza ederler. Boynuzlardan da kıymetli tarak ve bıçak sapı, baston elliği yapılır. Donkızlar nakil işlerini de kış ve yaz bu ren geyiklerine yaptırılar, at gibi araba ve kızaklarına koşturular.
Kuzey Özbekistan’da ise bunlar ormancı oldukları için çocuk olduğu vakit Bebe toyunda oğlana para yerine ağaç bağışlanır. Çocuk mektep çağına gelinceye kadar da o ağacın sayısı her sene artar, bu şekilde büyüyen çocuğa ağaca karşı bir sevgi ve koruyuculuk hissi kazandırılmış olur.

Ancak son dö­nemlerde yerleşik yaşama geçiş başla­mıştır.

7 Kasım 2018 Çarşamba

Eşkıya Kör Dede



Yollar mı insanı çağırır, yoksa insanlar mı yolları seçer, bilinmez.
Kangal’ın Hamal köyünden Çorum’a bağlı Alaca’nın Büyükcamili köyüne göçmüştü. Şah İbrahim Veli Ocağından geldiği için dede sayılıyordu ama dedelikle ilgisi yoktu. Bunun anlamı şuydu. Kör Dede, Alevi inancına göre dede soyundan geliyordu, ama dedelik yaptığı yoktu. Yaşamını çerçilik yaparak kazanıyordu.
Yirminci yüzyıl başlarında yirmili yaşlarını sürüyordu. Orta boylu, tıknaz kendi halinde dingin bir gençti. Küçük kazancı ile çoluğunu çocuğunu geçindirmekten başka kaygısı yoktu. Yeterince ekecek toprağı olmadığı için çerçilik en uygun geçim kaynağıydı. At arabası ile köyler arasında dolaşarak meyve, sebze satıyordu. Kimse asıl adı Ali Murtaza’yı bilmiyordu. Bir gözünü sık yumduğu için köylerde Kör Dede adı ile anılıyordu. Bu adı ile çağrılmaktan mutluydu. Bütün Alevi köyleri kendisini bu adı ile seviliyor, alışveriş yapıyorlardı.
Köyler arasında arabası ile çerçiliği sürdürürken bir gün tatsız bir olay yaşadı. Üç eş kişilik bir jandarma ekibi Kör Dede’yi sorguya çekti. Suçlama incir çekirdeğini doldurmayan bir nedene dayanıyordu. Ama sorun yapılan suçta değil, Kör Dede adındaydı. Çerkez jandarma komutanı, Kör Dede’ye Alevi olduğu için olmadık hakaretler yağdırarak işkence etti.
Bu olayın ardından Kör Dede 1905 yılında dağa çıktı. Osmanlı’da devlet erkinin tümden çağşadığı o günlerde Çorum yöresinde yaşanan böylesine küçük bir olayın devlet ölçüsünde büyüyeceğini kimse düşünemezdi.
Bu olayın ardından Kör Dede 1905 yılında dağa çıktı. Osmanlı’da devlet erkinin tümden çağşadığı o günlerde Çorum yöresinde yaşanan böylesine küçük bir olayın devlet ölçüsünde büyüyeceğini kimse düşünemezdi.
Kısa sürede 50-60 eşkıyadan oluşan bir çetenin başı olmuştu. Sünni baskısı altında kıvranan Aleviler arasında söylencesel bir ad kazanmıştı. Kendine işkence yapan Zaptiye komutanı Çerkez olduğu için Çerkezlere bir kini vardı ve Çerkez köylerini basıyordu, ama belli ilkeleri vardı. Kadına kıza ilişmiyordu. Halka zarar vermiyordu. Bu tür özellikleri yüzünden Aleviler arasında söylencesel bir ad kazandı. Çağlardır Aleviler üzerindeki korku ve baskıyı kaldıracak kurtarıcı gibi algılanmaya başladı. Zenginden alıp yoksula verdiği söyleniyordu. Alevi köylerde rahatça geziyor, destek buluyordu.
Eşkıya olarak kendi köyüne adamları ile gelip çayırda silah çatmışlardı. Bu ziyarette garip olaylar yaşandı. Kendisine kahve getiren kadını ayakta karşılamış, “Gel gel yanıma otur” diye yanına oturtup köyden haberler sormuştu. Doldur doldur diye kahveyi doldurtup içtikten sonra
“Haney Haney, ben her kahveyi içmem. Bu kahveyi sen getirdin diye içiyorum” diye ona olan güvenini belirtti. Köyden ayrılmadan önce köyün içinde adamları ile topluca yürürken köyden genç birisi seslendi:
“Dede emmi, Dede emmi beni tanıdın mı?”
Sesin geldiği yana bakıp yanıt verdi:
“Git oğlum git, Kör Dede’nin kiraz sattığı günler değil.”
Çerçilik yaptığı günleri anımsatan ve o zaman çocuk olan ve aynı zamanda müşterisi olan bu gence, o günlerin geçmişte kaldığını vurgulamıştı.
Hızlı ulaşımın at sırtında yapıldığı, yaylaların yalnızlığı yaşadığı dönemde Kör Dede, çetesi ile Çorum, Tokat, Dersim yöresinde geziyor, kentleri basıyor, zaptiyelerle çatışıyordu.
Kör Dede 1916 yıllarında Mamaş’a geldi. Çetesi ile köyün yukarılarına düşen Kızlar dağında konakladı. Büyük dede olarak Ali Efendiyi ziyaret edip elini öptükten sonra bir emri olup olmadığını sordu. Komşu Sünni köylerinden bir şikâyeti var mıydı? Kendilerine baskı yapıyorlar mıydı?
Ali Efendi, böyle bir sıkıntı olmadığını söyledi. Sünni köylerle uyumlu yaşıyorlardı.
Üzerinde mavi çiçekli, bez giysi vardı. Boğazında bir muska asılıydı. Bu muska nedeniyle kendisine kurşun işlemediği söyleniyordu.
Bir süre sonra Mamaş’ta Kör Dede’nin yakalanıp öldürüldüğü haberi duyuldu. İskilip yakınlarındaki İbik Deresi’nde bir çarpışmada öldürülmüştü. Halk arasında son çatışması söylenceye dönüşerek anlatılıyordu. Zaptiye kuşatmasında kalan Kör Dede kurşunu bitmiş, tüfek elde öylece vurulmayı beklemiş, yakalandıktan sonra kurşun işlemediği için sırımla boğularak öldürülmüştü. Başı, Çorum saat kulesinin üstünde üç gün halka gösterilmişti. 1918 yılıydı. Ardından destanlar yazıldı. Bir destanın iki dörtlüğü şöyle kaldı belleklerde.

Bilmem deli miyim, yoksa serseri
Öğlen üstü basılır mı Kayseri
Altı yüze yakın vardır askeri
Yiğitler serdarı Beyzade Dede

Camili’den çıktım başım selamet
İbik Deresi’nde koptu kıyamet
Sırma’yı Dede’ye verdim emanet
Yiğitler serdarı Beyzade Dede

Çorum yollarını arşınlamalı
Jandarma Çerkez’i kurşunlamalı
Dede bey geliyor karşılamalı
Yiğitler serdarı Beyzade Dede


Kör Dedenin ünü uzun süre Anadolu Alevileri arasında ve Çorum yöresinde destansı bir ad oldu. Aleviler onun ara namusa erişmediğini ve namuslu bir eşkıya olduğunu, eşkıyalığa zorlanmasını bile Alevi Sünni çekişmesi ile anlatıyorlardı. Çerkez Jandarma Kör Dedeye Alevi olduğu için işkence ve hakaret etmişti.
Bu anlatılanların ne ölçüde gerçek olduğu bilinemezdi. Ama halk belleğinde böyle canlanmıştı.
1960’lı yılların ortalarında Sosyalist akım moda olunca sol gençlik arasında da Kör Dede zalime karşı mücadele veren bir halk kahramanı olarak saygıyla anıldı.
Kör Dede’yi yazınsal olarak işleyen Çorum mapushanesinde uzun bir tutukluluk yaşayan Kemal Tahir oldu. Kemal Tahir Yediçınar Yaylası, Köyün Kamburu, Büyük Mal romanlarında Kör Dede’yi bir kahraman olarak romanına soktu. Kemal Tahir’in eşkıyalara ve Kör Dede’ye bakışı olumsuzdu. Daha sonra yazdığı Rahmet Yolları esti romanında eşkıyaları halkın sırtından geçinen acımasız insanlar olarak anlattı. Rahmet Yolları Kesti, Yaşar Kemal’in İnce Memed romanına karşı özileti savunan bir anlatıydı.
Kör Dede’den söz eden bir başka yazarsa Refii Cevad Ulunay oldu. 1960’lı yıllarda bir otobüsün yolunu kesen eşkıyalar yolculardan bir kadının değerli yüzüğü parmağından çıkartamayınca kadının parmağını kesip yüzüğü almışlardı. Bu korkunç olay üzerine yazdığı yazıda Refii Cevad Ulunay Kör Dede’yi anlatarak “Eşkıyalığın da bir ilkesi, bir kuralı vardır” diye Kör Dede’nin ölüm sahnesini anlattı ve onun ilkeli bir eşkıya olduğunu vurguladı. Çetesi kırılan ve kurşunu biten Kör Dede jandarmalara teslim olmamak için silahını doğrultmuş, onların kendisini vurmalarını beklemişti.

27 Ekim 2018 Cumartesi

Sivas Yaşamından Kesitler


Yaşamın Kıyısından

İnsanı hayvandan ayıran iki -ya da son olarak oyunun katılması ile üç- temel özellikten biri olarak araç gereç yapma gösterilir. Bu üç özellik şöyle sıralanır. Darvin, "aygıt yapan insan" (Homo Faber), Freud,  "düşünen insan" (Homo Sapiens) ve Huizinga "oyuncu insan" (Homo Ludens) özelliklerini İnsanı hayvandan ayıran ana özellik olarak tanımlar.
İnsanın doğada yaşamını sürdürme savaşında araç yapımı başat etkinliklerden biridir. Taş devrinden günümüze insanoğlu işi ve yaşamı kolaylaştırmak için sürekli araç gereç üretmiştir. İnsanın başka insanlara karşı üstünlüğü de araç yapımından ve bu aracı kullanma becerisinden gelir.
Eşyanın önemi insanlığın bir parçası olmasına dayanır. İnsanla birlikte kullanılabilirlik süresince yaşar. Hızlı bir değişim çağında araç gereçler çabucak değişir. Pahalı araç gereçler birkaç yıla varmadan işlevsiz kalıp çöpe atılır. Araç gereçle birlikte bir anlamda insanlığın geçmişi de yıpranır. Eski yaşantının izleri silinir.
Geçmişi anımsamak ve anmak o günün ortamında olası olur. Bu bakımdan geçmişin kullanım eşyalarını bilmek bir tarihçi, bir sanatçı için büyük önem taşır. Bir sanat ürününde yanlış bir eşya kullanımı ürünün değerini bir anda düşürür. Kimi roman, filim gibi sanat ürünü döneminin aksesuarını yanlış kullandığı için eleştirilir. . Söz gelimi Elif Şafak’ın "Aşk" romanında "domates salçası" kullanması, Mevlana döneminde domates Anadolu'ya girmediği için eleştirilmesine neden olur.
Günümüz gençlerinin çoğu yakın geçmişte Sivas halkının kullandığı birtakım eşyanın ya adını duymamıştır, ya da hiç görmemiştir. İşte yaşamın kıyısında kalan bu anıları canlandırmak istemiş Sivas'ta yayımlanan Hayat Ağacı Dergisi. Yaşlı yaşam ağacından dökülen sarı yaprakları da tanıtmayı dilemiş. Bu kapsamda bir yazı da benden istedi. Bir anda çocukluğum, ilk gençlik yıllarımdaki yaşantım canlandı gözlerimde. Belleğimde kalan eşyalarla bu sayıya katkıda bulunmak istedim.

Köyü Kente Taşıyan Heybe
Köylünün en işlevsel eşya taşıma aracı heybeydi. İple dokunan, kilim yad da halı heybeler kolay kullanımla taşıma aracıydı. Her tür eşya yanında tahıl, kuru yemiş yerleştirilebilirdi. Genellikle iki gözlü olur, omuza ya da binek hayvanının üzerine atılarak taşınırdı. Tek gözlü, yana asılarak kullanılan küçük heybeler de vardı. Bunlar altmışlı yılların başlarında bir ara İstanbul sosyetesinde moda oldu. Anadolu’da ne kadar küçük heybe İstanbul esnafınca alınıp lüks mağazalarda satıldı.
Bir de aynı yıllarda Şair Şemsi Belli’nin Ankara radyosunda yaptığı Kırk Gözlü Heybe adlı program vardı. Anadolu‘dan yerel türkülere ve öykülere yer verilen izlence çok beğenilir, sevilerek dinlenirdi. Şemsi Belli programını bir çalgı eşliğinde „Kırk Gözlü Heybe, bir gözünde saz, bir gözünde söz, otuz sekiz gözünde otuz sekiz memleket havası“ tümcesi ile açardı.

Fayton
Kent içi ulaşımda en önemli araç faytondu. Günümüzde nostaljik bir özlemle andığımız fayton 1970’lere değin Sivas kent ulaşımında yerini korudu. Yılmaz Güney’in 1970’te Adana’da çevirdiği ünlü filmi Umut’ta faytoncu Cabbar’ın yaşamı anlatılıyordu. Filim Adana tren garı önünde müşteri bekleye sıra sıra fayton görüntüleri ile başlıyordu. Şimdilerde taksilerin doldurduğu Adana istasyon meydanını o yıllarda faytonlar süslüyordu. 1970'lerde fayton Adana’da da yaşamını sürdürüyordu.
Sivas yaşamında kabadayılar, zenginler, gösteriş düşkünü gençler, rahatça yaya gidilebilecek yerlere bile faytonla gidip hava atarlardı. Hele kabadayıların yaşamında faytonların ayrı bir yeri vardı. En gösterişli faytonları seçerlerdi. Onların bindikleri özel faytonlar olurdu. O faytonlara dostlarını yanlarına alıp sinemaların localarına kurulurlardı. 
Düğünlerde faytonlar kiralanır, topluca şehir içinde turlar atılırdı. Çocuklar faytonların arkasına tutunup binerek eğlenmeyi severlerdi. Başka çocuklar bu asalak binişi „yağlı, yağlı“ sözleri ile faytoncuya söylerler, faytoncu kamçıyı faytonun arkasına sallayarak çocuğu kovalardı.
Altmışlı yıllarda taksiler girmeye başladı bu piyasaya. Taksi ücreti daha pahalı olduğu için, müşteri daha havalı oluyordu. Önce bir iki derken sayları artıyordu. Düğünlerde faytonların yerini alıyorlardı. Düğüne gidenler taksilere biniyor, kent içinde tur atıyorlardı. 1975’te Sivas’a döndüğümde hiç fayton göremeyince şaşırdım. Taksi, tümüyle faytonun yerini almıştı.
Adı belli faytoncular arasında en ünlüsü Kabadayı lakaplı Tahsin Balkara vardı. Kabadayı yapılı gösterişli bir adamdı. Atları bakımlı, faytonu temiz şıktı. Müşterilerine güven veren görünümü vardı. Sivas içinde olup bitenlerin çoğuna ya tanık olur, ya da duyardı. Sivas Kabadayıları kitabını hazırlarken sıcak çermikte Kabadayı Çolak Cahit’in anılarını dinlemek üzerinde gittiğimde karşılaşmıştım son kez. Anılarını anlattı. Eski günlerin özlemi içinde yaşıyordu. Kızılbaşoğlu Yadigar’ın öldürülüşü, Lalığın oğlu Selahattin’in yaşamı üzerine pek çok bilgiyi ondan edinmiştim.

Tahta Fırçası
Yetmişli yıllara değin Sivas sokaklarını çoğunluğu tek kat ya da düz ayak ahşap evler kuşatırdı. Evlerin tabanı tahta döşeliydi. Ahşap tabanlar belli aralıklarla tahta fırçası ile fırçalanır, temizlenirdi. Bu iş için kullanılan tahta fırçaları 5-6 cm eninde, 12-15 cm uzunluğunda dikdörtgen tahtaya geçirilmiş süpürge otu sapından oluşurdu. Tabanları temizlerken sert süpürge otu, iyiden iyiye tahtaları yontup yıpratırdı. Ama ev kadınları bu yıpratmaya aldırmadan tahtaları fırçalar, hamaratlıklarını göstermek isterlerdi.

Maltıs
Soğuk aylarda ısınmak, çay çorba kaynatmak için maltıs kullanılırdı.
Maltıs, saçtan yapılan 60-70 cmlik dikdörtgen ya da kare  biçiminde seyyar ocaktı. Maltısı yakmak için alta çıra, ince tahtalar, üzerine kok kömürü konurdu. Altta sacın zeminle temas etmemesi için dört ayağı bulunan ocak evin bahçesinde yakılır, kömürün alevi söndükten sonra içeri alınırdı. Bununla küçük odalar ısınır, sabah kahvaltıları hazırlanırdı. Alevi geçmeden içeri alındığında zehirlenmelere ve ölümlere neden olurdu.
Sivas sabahlarında kapı önlerinde tüten maltıslarla Ahmet Muhip Dranas’ın Fahriye Abla şirindeki görüntüler yaşanırdı.

Sakatat Arabası
Sivas halkı arasında köklü bir sakatat yeme zevki vardı. Günümüzde de süren bu zevk, o zamanlar daha çok evlerde yapılan yemek türüydü. Kepçeli’de toprak zemine gömülmüş, birbirine yaslanmış üç dört kelle fırını bulunurdu. (1990 larda daha modern konumda Akın kellecisini görüntülemiştim). Bunlar sabahın erken saatlerinde esnafa ve kente gelen köylülere hizmet verirdi.
Bunun yanında evlerde de sakatat yemeği yapılırdı. Ütülmüş davar ayakları „davar paçaları var, davar, davar“ diye satılırdı. Bir de çiğ işkembe satan arabalar vardı. Kimi elle sürülen, kimi atla çekilen bu arabaların içi, çinko metalle döşeli olurdu. Çinko üzerine atılmış işkembeler sokak sokak dolaştırılarak satılırdı. Altmışlı yıllarda bir Amerikan turist, at arabasının çektiği sakatata arabasını özenle görüntülemişti.

Kadayıf Kıyma Tezgahı
Kadayıf yapmak için yaprak inceliğindeki yufkalar evlerde ev kadınlarınca yapılır, bunlar mahalleye çağrılan kıyma ustalarınca dilimlenirdi. Usta dürüm biçimine getirdiği yufkaları tezgahın oluğuna sokar, büyük bir ustalıkla kıyardı. Kadayıf kıyma tezgahı ekmek dilimleme aracını andıran bir eşyaydı.

Gaz Lambası
Hala evlerde, kıyıda köşede acil durumlar için saklanan gaz lambaları hemen her evde bulunan vazgeçilmez aydınlatma aracıydı. Ev hanımları şişesine çoğunluk dantel örgü kılıf yapar, gündüzleri evin güvenli bir köşesinde korurlardı. İnce camdan oluşan şişesi sık sık kırılır kullanıcıya masraf açardı. O yıllarda Sivas’ın büyük bölümünde elektrik bulunmadığı için mahalle bakkallarında bu aydınlatma aracının parçaları da satılırdı. Fitil, cam, hatta petrol.

Şinanay
En ilkel aydınlatma aracı şinanay ya da fiske adı verilen eşyaydı. Huni biçiminde bir deposu ve bir basit fitilden oluşurdu. Deposuna petrol doldurulur böylece yanar, çevre aydınlanırdı. Eski çağların çıra ile aydınlatmanın biraz gelişmiş biçimiydi. Yalnız küçük yerleri aydınlatır ve çok is çıkarırdı.

Gaz Ocağı
Gaz ocağı petrolle işleyen pişirme ve kaynatma aracıydı. Sarı renkte, üzerinde alev veren başı olan bir araçtı. İlkel ocaktan, ardından gaz ocağına geçiş büyük bir evrim gibi olmuştu. Yarım saati aşan kaynama süresini on dakikalık bir zamana indirmişti. Evlerde bu ocakla hızla konuk ağırlanabiliyordu. Ocağı yakmak için alev musluğunun ispirto ile ısıtılması gerekiyordu. Kaynama sonucu taşmalarda sönmesi, yeniden yakılması zaman alan zahmetli işlerdi. Yine de dönem için büyük kolaylıktı.  Kentin lüks mağazalarının vitrinini süslüyordu. Her yeni üründe olduğu gibi önceleri pahalıydı. Önce zengin evlerin mutfağına girdi. Giderek taksitle satışlar başladı ve fiatlar düştü. Kentin varoşlarına değin her evin mutfağında yerini aldı.

Hallaç
Çorap kazak türünden tüm giysiler evlerde örülürdü. Bu gibi giysilerin örülmesine yarayacak iplikler için yünün tel tel olması gerekirdi. Yünü atma denen bu işlemi hallaçlar yaparlardı. Yün atma salt eğirme ipi yapımı için değildi, Yün yatakların da belli sürelerle yıkanıp atılması gerekirdi. Halaç kirişi, topuzu ile gelerek saatlerce sabırla yün ayıklardı.
Sonra bir gün yeni makinenin çıktığı duyuldu. Kocaman saç silindir üzerine çivilerden oluşan tezgahta silindir döndükçe yün, tel tel ayrılıyordu. Bir anda hallaç mesleği tarihe karıştı. Şimdi hallaç tezgahı, kıyıda köşede bulunur mu, bilinmez.

İğ-Kirman
Yün eğirmek için iki araç vardı. Bunlardan biri ve basit olanı iğdi. Bir uzun düz tahta çubuk, bir topuzdan oluşurdu. Elle baldıra doğru vücut kesimine sürülerek hızlandırılır, yün bükülüp ipliğe dönüştürülürdü.

Çıkrık
Yün eğirmede gelişmiş tezgah çıkrıktı. Çıkrık davul büyüklüğünde bir tahta tekerlek ve elle çevirme kolundan oluşurdu. Davula benzer bir silindir elle döndürülür, yünün bükülmesi sağlanırdı. İğe oranla çok daha hızla iş yapan verimli bir araçtı.

Mahalle Fırını
Kentin büyük bölümü köye bağımlı bir yaşam sürerdi. Çarşıdan ekmek alınmaz, evde yapılırdı. Bunun için haftada bir yapılan hamurun mahalle fırınında topluca pişirilmesi gerekirdi. Böyle bir yaşam dar gelirli varoşlar için çok kazançlı olurdu. Ekmek pişirmek için kentin arka mahallelerinde çok sayıda fırın bulunurdu. Bunların büyük bir bölümü ücretliydi. Pişirilen ekmek sayısına göre belli bir ücret alınırdı. Az sayıda mahalle fırını ise ücretsizdi. Pişiren kimse yakacağını kendi getiri, kendi eliyle pişir, fırın sahibine bir pide ekmeği verirdi.
Kazancılar çevresindeki üç mahalle fırınını anımsıyorum. Namık Kemal İlkokulu çevresindeki bu fırınlara çocukluğumda çok hamur götürüp ekmek getirdim. Yiğitlere açılan köşede yer alan Tikveşlerin ahşap konağın altında Kanbur’un fırını vardı. Yüz yüzeyken Hacı Emmi diye anılan Kanbur uzun yıllar bu fırını çalıştırdı. 1980’lerde onu kent merkezinde bir caminin tuvaletini bekler gördüm. Beni tanıdı ve eski bir dostuyla karşılaşmış gibi sevindi. „Sen nerelerde kaldın? Yıllardır göremiyorum“ diye sordu. Ben de ona fırının ne durumda olduğunu sordum. Tirkeşlerin konakla birlikte yıkılıp yok oldu, şimdi yerinde bir beton apartman var“ diye anlatı.

Destan Geleneği ve Destancı
Destan türü yüzyıllar öncesine göçebelik dönemine uzanan toplumsal bellektir. Terim olarak Farsça kökenli “destan” ya da özgün söylenişi ile “dastan” sözünden gelir ve “şiirsel öykü” olarak tanımlanır. Tarihin en eski yazınsal türüdür. Roman, öykü, oyun gibi yazınsal türler ondan türer ama destan yaşatan, destan geleneğini sürdüren bir ortamdır. Ortam ve koşulların yarattığı sözlü yazın türüdür. Uzam bozkırlardır, belirleyici koşul ise toplum genelinde okuryazarlığın en az düzeyde olması gelir. Şiirle söylenmesi kolayca bellekte tutulmasına ve gerektiğinde ezgi ile söylenmesine dayanır.
Destan yaratma koşullarını bağrında yaşatan Sivas’ta köklü bir destan geleneği vardır. Sivas bozkırın göbeğinde umarsızlıklar içinde bulunur. Bozkırın yokluğunu ve acısını bağrında yaşatır.
Bu gelenek elli yıl öncelerine değin kendini yenileyerek yaşar. Önceleri daha çok canlandırma ve yorumlama ile birlikte uygulanan destan okuma, 1960’larda yerini ses bandından okumaya bırakır. Açıklama kesitleri azalır. Çağdaş iletişim araçlarının yayılıp köyleri ve kırsal kesimleri de kapsaması ile yavaşça silinip yiter.

Destan Konusu
Çok renklidir destan konuları. Belirleyici yanı yaşanmış güncel olaylardan kaynaklanır olmasıdır. Olaylar çoğunluk yaşanan acı olaylara dayanır. Büyük kazalar, ortak toplumsal acılar destan konuları içinde önemli yer tutar. Daha geniş çevreyi kuşatan destanlar, ulusal konularladır. Dumlupınar vapurunun batışı, büyük depremler, yangınlar bu türden olayları anlatan destanlardır. Babamın Eczanesi adlı anı kitabında Akın Çubukçu en son gördüğü destanın Adnan Menderes Destanı olduğunu söyler.
Sivas çapında en etkin destanlardan biri 1966 Eylülünde Kayseri’de yaşanan futbol maçında çıkan olaylarda öldürülen Sivaslılar için yazılan destandır. Destan “Kanlı Kayseri’de Kalleşçe Öldürülen Yiğidoların Acılı Destanı” adını taşır. Sokak aralarında megafonla okunarak 15 kuruşa satılır.
Geçmişte daha çok tarihsel olayları anlatan destan, günümüze doğru uzanırken, toplum yaşamından ilgi çekecek her türlü olayı, konu edinip işler. Akın Çubukçu bu türden kendini en çok güldüren Aşık Feryadi’nin Berber Destanı olduğunu söyler ve belleğinde kalan iki dörtlüğü verir:

Bir berbere geldim tıraş olmaya
Gönülsüz, gönülsüz geliyor usta
Canı cavrayarak tıraş eder mi
Parasız olduğumu biliyor usta

Hele bakın şu berberin işine
Yara açtı Feryadi’nin başına
Ben söylerim onun gider hoşuna
Kendi arsız arsız gülüyor usta

Bu türden sayısız konuda destanla bu satırların yazarı da karşılaşmıştır. Söz gelimi iki evliliğin sıkıntılarını anlatan “Yandım iki avrat elinden” adlı bir destanı destancılar uygun bir alanda okur, halk anlatılan olayları gülücüklerle dinlerdi. İnsanın ölümlü olduğunu bu yüzden nefsine uyup günah işlememeyi öğütleyen Nasihat Destanı vardı. “Sigara içmezsem beğenmez kızlar, çektim sigarayı yüreğim sızlar” diye okunan “Sigara içen gencin” destanı gençler arasında beğeni bulurdu..
Bütün destanlar halk ruhunu, yaşantısını, anlayışını yansıtan kesitler içerirdi.
Bu günlük olaylar yanında, Sivas destan piyasasında asker destanları önemli bir yer tutardı. Sivas’ta bulunan acemi birliği ve alay yüzünden geniş bir asker topluluğu vardı. Destancılar bunların duygularını yazıp pazarlardı. Baba ocağından ayrılan genç adamın yalnızlığını ve özlemlerini dile getirdikleri destanları hafta sonu izni ile çarşıya inen askerlere müziği ile okur, arada yaptıkları yorumlarla askerleri duygulandırırlardı. Bunlar askerlerin yoğun ilgisini çekerdi. Destancı yanık sesi ile askerlerin duygularını kaşır. Bir iki askerde bir iki damla gözyaşı damlası gördüğünde başarısı ile övünür. Asker kimileyin destanı okuduktan sonra katlayıp kendini bekleyenlere gönderir.
Küçük çaplı olaylar da destanlarda işlenir. Kimisi sıradan cinayetler, günlük olaylardır. 1959 yılı Nisanından öldürülen Kabadayı Yadigar’ın destanı bu türün özgün örneklerinden biridir. Aylarca taş plaklarda bu destanın ezgisi yankılandı:

Yolumun üstüne pusu kurdular
Üç kardeş bir olup beni vurdular
Biricik yavrumu yetim kodular
Yadigâr'ım sana nasıl kıydılar

Kime ne ettim de giydin alları
Yakın iken ırak ettin yolları
Başıma getirdin türlü halları
Yadigarım yaşar mıydı bunları

Kızılırmak gibi akıyor kanım
Dostlar, dizlerimde yoktur dermanım
Artık bu dünyadan geçti kervanım
Mezarım üstüne yazın fermanım

Doktor Kızıldeli yaram bağlıyor
Bu dert yüreğimi yakıp dağlıyor
Eşim dostum toplanmış ağlaşıyor
Yusuf oğlu Ali coşup çağlıyor
O yıllarda ardından destan söylenenler çok çeşitli olurdu. Kimileri Sivas yöresinde adı duyulmuş, kimileri ulusal düzeyde ünlenmiş kişiler için destanlar yazılır, satılırdı. Küçük çaplı bireysel acıları yansıtan destan konuları da halk arasında ilgi uyandırırdı. Ulusal çapta adı duyulmuş ilk Türk banka soyguncusu Necdet Elmas’a da destan yazıldı, Kan davası nedeniyle idama giden Sivas’ın Kalın köyünden Kalınlı Bekir’e de. Bu tür konularda yazılar destanlar günümüzdeki ucuz romanları andırırdı. Halk arasında kısa süre ilgi uyandırır, sonra unutulur giderdi.
Buna karşı değişmeyen dinsel konular vardır. Bunlar dinsel olayları anlatan öykülerdi. Musa peygambere vahiy yolu ile peygamberlik inmesi Musa Tur Dağında Koyun Güderken destanında öykülenirdi. Alevilerin en çok ilgi gösterdikleri Kerbela olayını anlatan destanlardı. O yıllarda büyük çoğunluğu varoşlarda ve köylerde yaşayan Aleviler belli ürkeklikle bu destanları alır, dörde katlar, elde edilmez bir servetmiş gibi şapkalarının içine saklarlardı.

İşlev
Destan söyleme ve okuma Sivas halk yaşamının bir kimliğiydi. Böylesine derinden Sivas halk yaşamını kuşatması belki de kentin yerleştiği topraklara dayanıyordu. Destan bir anlamda bozkırın çığlığıydı. Halk acısını destanda buluyor, destanla acısını soğutuyordu. Bunun bir halk belleği, toplumsal bellekti. Olayları destanlarla öğreniyor, nedeni niçini konusunda bilgileniyor, yorumluyordu. Durgun bir suya atılan taş gibi yankıları dalga dalga uzaklara yayılıyordu. Zamanla bu çığlık ortak bilince dönüşürdü. İnsanlar acı bir olay karşısında birleşirdi.
Pek çok olay türkülerle de anlatılırdı ama destanın türküden ayrılan yanı, türkünün acıyı yansıtması, destanınsa, öykülemesiydi.

Biçim
Destan çok sayıda dörtlüklerden oluşan hece ölçeği ile söylenmiş koşma türü şiir biçimidir. Dörtlüklerin belli bir sayısı bulunmaz. Genellikle bir A4 kağıdına sığacak oylumda söylenir. Ne fazla uzun ne de gereğinden kısa olması makbul sayılır. Dönüp dönüp okunacak rahatlıkta, okunduğunda hüzün ya da neşe paylaşılmalıdır. Kimileyin aynı kağıda arkalı önlü iki destanın basıldığı olurdu.

Pazarlama
Destan yazarı ile destan satıcısı başka kişiler olurdu. Destan yazarı bunu pazarlayıp satmayı kendisine yakıştırmazdı. Destanı yazan kişiye destan satıcısı üç beş kuruş verirse verir, vermezse o da güme giderdi. Ne şair yazar hakkını bilir, ne de satıcı buna uyardı. Söz emeğinin karşılıksız olduğu yıllardı.
Destancı basılı destanı koltuğunun altına alır, halkın kalabalık olduğu alanlarda ezgi ile seslendirmeye koyulur, bu arada destanın ne üzerine olduğunu açıklardı. Alan Sivas tren garı, İstasyon caddesi, Buğday pazarı, Sivas hali çevresi gibi halkın yoğun uğrak yerleriydi. Başına üç beş meraklı toplandığında destanını okumaya başlardı. Destancının etkileme gücüne göre giderek kalabalık artardı. Bundan sonra aralıklarla destan satar, sonra yeniden okumayı sürdürürdü.
Destan fiatı günün alım gücüne göre beş, on ya da on beş kuruş olurdu. Kimileyin üzerinde yeteri para olmayanlar destancı ile pazarlığa girer, daha ucuza alırlardı.
Destan satıcılığı genellikle ekmek kapsına katkıda bulunan ikinci bir iş olurdu. Destancının başka bir işi mesleği uğraşı olur, destancılığı biraz cep harçlığı kazanmak biraz da zevkli bir uğraş olarak yapardı. Kent esnafı sürekli ayak altında gezinen destancıları tanır. onları sokaklarda yüzü eskiyen gariban olarak görür, alaylı gülücükle çırpınışlarını izlerdi.

Destancı Ahmet
Öğrencilik yıllarımda bir destancıyı yakından tanıdım. Destancı Ahmet adıyla anılırdı. O yıllarda otuzlu yaşların başlarında evli bir adamdı.
Pirkinik caddesinin ilerilerinde tarlalara yeni yapılmaya başlayan evlerden birinde otururdu. Dolma kerpiç duvarlı evlerin kuşattığı sokaklar kışları çamurdan, yazları tozdan topraktan geçilmezdi. Uyumlu görünümde, orta boylu Ahmet lacivert takım elbise giyer, giyimine elverdiğince özen gösterirdi. Hemen her sabah Pirkinik caddesini boylu boyunca yürüyerek kent merkezine gidip gelirdi. Asıl işi devlet kurumlarından birinde kapıcılık türünden ayak işiydi. Ama memur görülmek ister ne işini ne de genç eşini kendine yakışır bulurdu. Destan okuyuculuğu ile öğünürdü. Hafta sonları destan satarken uyandırdığı ilgi ile mutlu olurdu. Ailesi, evi, işi ile barışık olmadığı her halinden belli olurdu. Kendi dünyasında kendisi ile mutlu ve barışıktı. Onu doyuran, mutlu eden destan okuyuculuğuydu.
Eşi ile gözükmekten utanırdı. Kimi sabahları kendi eli cebinde başı havalarda, eşinden on on beş adım önde, çarşıya doğru yürüdüğü olurdu. Eşinin kendisine söylediği sözleri duymazdan gelir, acımasız biçimde kafayı dikip giderdi. Eşi ile birlikte mi oldukları, yoksa eşinin zorunlu bir nedenle ardı sıra mı geldiği belli olmazdı.
Uzun süre sürdürdü destan okuyup satmayı. Sonraları çalıştığı kurumdan emekli olmuş, evini satıp Mersin’e yerleşmiş. Yaşayıp yaşamadığını bilen yok. Tanıdığım tek destancı Ahmet oldu. Soyadını bilmediğim bu destancı ile Sivas’ta destan uğraşı da bitmiş olmalı.


25 Ekim 2018 Perşembe

Boz Atlı Ulak


Boz Atlı Ulak
Ali Efendi iki oğlunun askerden sağ dönüşünü gördü. İleri yaşlarında Cumhu­riyet'i de gördü. Huzur günleri başla­mıştı.  Ilık bir Ekim sabahı Revani’ye seslendi
“Oğlum Veli ben bu gece bir düş gördüm”
Hayr ola ede anlat bakalım.”
“Benim kızlar bizi ziyarete geldiler. Önce Güşü, ardından Fatma, sonra Elmas geldi.. Daha sonra da bir boz atlı adam benim atına aldı gitti.”
“İyi bir düş görmüşsün ede.”
Yufka ekmek, peynir düremeci ile kahvaltısını yaptıktan sonra köyde gezmmeye çıktı. Güneş yükselirken komşu Davulbaz köyündeki Firdevs geldi.
“Edem nerede? Edemi düşümde gördüm.”
“Köyün içinde geziyor. İyi.”
Bir süre sonra biraz daha uzaktaki köye gelin giden Fatma deldi.
“Edem nerede? Edemi düşümde gördüm.”
“İyi rahat. Köyün içinde geziyor.”
Çok geçmedi ki bir eşek sırtında küçük kızı Elmas gözüktü.
“Edem nasıl? Edemi düşümde gördüm.”
“İyi rahat. Köyün içinde geziyor. Biraz sonra gelir.”
Ali Efendi, uzun ak sakalını sıvazlayarak eve döndü. Kızlarını gördüğüne pek sevindi. Yüzünde güller açıyordu. Kızları babalarına bir şeyler getirmişlerdi. Kızlarına dirliklerini, düzenlerini sordu. Geçimleri nasıldı? Eşleri ile uyumlu yaşıyorlar mıydı?
Tümü iyi, mutluydu. Gül gibi geçinip gidiyorlardı. Özlem dolu söyleşi akşam saatlerine dek sürdü. Tümü değişik odalarda uykuya çekildi. Gecenin ilerleyen saatlerinde eşi Revani’yi uyandırdı:
“Kalk. Kaynatama bir şey oldu.”
Revani büyük evlikte yatan Ali Efendi'nin yanına gitti. Babası yatağın içinde titriyordu.”
“Ede neyin var?”
“Oğul çok üşüyorum, çok…”
Revani eşine seslendi.
“Bir bal şerbeti yap getir. Üşümeye iyi gelir.”
Eşi Elif, bir tas içinde bal şerbeti yapıp getirdi. Ali Efendi bal şerbetini içti ana titremesi geçmedi. Üşüyor, üşüyordu… En küçük çocuğu olan Abbas, bağırıp çağırıyor ağlıyordu.
"Ede, ede..."
Köyde "baba sözü yerine Ede sözü kullanılıyordu. Pir Sultan'ın kızı Sanem'in "Edemi astılar kanlı Sivas'ta" dizesinde söylediği gibi.
“Üzerine bir yorgan daha örttüler. Ama etki etmiyor, titremesi sürüyordu.
“Beni bir doğrultun. Bir su verin” dedi Ali Efendi.
Yatağın içinde doğruldu. Yüzü ter içindeydi. Yorgun gözlerle çevresini saran kızlarına baktı. Gülümsüyordu.
“Ver elini ya Ali!”
Son sözleriydi bunlar. Ali Efendi ölmüştü. Evdekiler ağlaşıyorlardı.
1925 Ekimin serin şafağı yaşanıyordu. Ali Efendinin ölüm haberi bir anda köye yayıldı.. Komşular yaşlı gözlerle birer ikişer Ali Efendinin evine geliyordu..
 Revani, Fazilet kitabını çıkardı. Bu el yazması kalın kitap ocağın künyesi işlevini görüyordu. Babasının ölümünü yazdı:
“Pederim Ali Efendi!nin ruz-u vefatı. Rumi 1341.”



Peygamber Geleneği


Peygamber Geleneği

Doğunun en belirleyici doğa olaylarının başında hem gezginlere, hem de sakinlerine yaptığı etkiyle çöl gelir. Çöl görünürdeki aldatıcı sonsuzluğu, gündüzleri kendini yutan ışık denizi ve bütün bunlara bağlı olarak içindeki hayatın bü­tününe yok olup gitmişlik görünümü veren o gururlu dingin­liğin ve ürpertici sezginliğiyle insanları derinlemesine etkiler. İnsan bu kımıltısız sonsuzluğun içinde kendini hem küçüklük, önemsizlik, hem de yücelik duygusuna kaptırır ve bütün bunların yaratıcısı olarak tasarladığı varlığın karşısında temki­nili olmaktan da öteye denetleyemeyeceği bir ürküntü duyar. Bu duygu, hemen her adım başı karşısına çıkan fanilik belirti­leriyle daha da yoğunlaşır. Çölün her köşesinde, sahipleri ya birbirleriyle dövüşmeleri ya da kum fırtınası, sağanak gibi ansızın patlak vermiş doğal yıkımlar ya da belki, uçsuz bucaksız, tek­düze kum ovalarında yollarını şaşırmaları sonucunda açlık ve susuzluktan ölmüş hayvanların ve insanların kemikleriyle karşılaşılar.
İnsan üzerinde yaptığı etkiler sonuçta yukardakinin aynı olmakla birlikte, gecenin çölde yol açtığı duygular oldukça farklıdır. Apaydınlık bir ışık denizinden, kopkoyu bir karan­lığa birden bire, algılanabilecek bir ara aşamamasına meydan bırakmadan geçen çölde, gece ansızın çöküverir. Zifiri karan­lık göğün içinde ışıldayan gök cisimleri, yeryüzünün aynı enlemdeki başka bölgelerinde eşi örneği görülmemiş bir parlaklık saçarlar. Dünyanın aynı enlemdeki öteki bölgele­rinde, Arabistan’ın geniş ve kavrulan toprakları üzerine ya­yılmış saydam, berrak havadan eser yoktur. Ve birden çökü­veren geceyle yaşamaya başlar. Çölün her yanında hayvanlar harekete geçer. Çeşitli ve çoğu tüyler ürpertici sesler çölün dört bir yanından yankılanırken, havanın temizliği ve inceliği, uzaklıkları neredeyse yokederek, bu sesleri daha yoğunlaştı­rır. Asabı bozulan, huzursuzlaşmış, tedirgin ve ürkekleşmiş in­sanların iyice uyarılan hayal güçlerinin, her yandan gecenin karanlık sessizliği içinde cirit atan, insanların peşlerine takılıp onlara zarar veren gizli, esrarengiz ruhlar, hortlaklar yarat­masına yardımcı olmasının şaşılacak bir yanı yoktur. Bu ortam yüzünden, Arapların cinlere, perilere, hayaletlere inanma eği­liminin kökenleri çok uzak geçmişlere dayanır. Bu cin ve periler Kur’an’da da yer alacaktır. Hırıstiyanlığın kurucusu İsa’nın İncil’e oze Samilerin Şeytanını çölde görmüş olması bu bakımdan oldukça ilginçtir.[1]
Arap toplum yapısı peygamber yetiştirir. Muhammet’ten önce binlerce peygamberin çıkması bu toplum yapısının bir özelliğidir. Devlet başkanları, yöneticiler, kendini zorla pey­gamber saydıran açıkgözler toplumdaki bu eğilimin ürünleridir. Bu bakımdan Auguste Bebel, Büyük din sistemleri­nin Doğu’da ve hemen hemen aynı bölgelerde doğup ortaya çıkmasına raslantı gözüyle bakmaz[2]. Bunu doğal koşullara bağlar. Bebel’de olduğu gibi kimi araştırmacılar, doğa­nın bu konumunun insanda dinsel hayallere, coşku ve heye­canlara düşkünlüğe, düşgücünü ve uyarılmış duyguları tat­mine yönettiğine değinir. Bebel özellikle çölün insanda yarat­tığı duyguları uzun uzun anlatır. Peygamber geleneğini,bir yerde çölün bireyde yarattığı duygulardan kaynaklandı­ğına bağlar.
Eski ve Orta Türkçede peygamber sözünün karşığı yala­vaç deyimidir. Türkçe yalvarmak eyleminden türemiş sözcük, elçi anlamındadır.
Çeşitli kaynaklarada, Önaasya toplumlarına gelen peygamber sayısı 124.000 ile 224.000 arasında değişir. Bunların dördü “resul”, geriye kalanı “nebi”dir. Resul (elçi) deyimi, Tanrı’nın ilahi ileti (vahiy) ile kendisine bir şe­riat bildirip bu şeiratı insanlara öğretmekle görevlendirdiği peygamberler dile getirir. Peygambere inanmak bu nedenle, gerekli ve zorunludur. Çünkü Tanrı güvencesi altındadır. Peygamber öbür insanlardan iki özelliği ile ayrılır: vahiy ve mucize. Böylece peygamber, Tanrı’yla çok yakın ilişki kuran insandır.
Bilindiği gibi Muhammet’ten sonra da birçok peygamber çıkmıştır. Bunların etkinlikleri ve yaşamları üzerine yapılan araştırma “İslamdan Dönenler ve Yalancı Peygamberler” adını taşır. Yazar araştırmanın girişinde yalancı peygamberle ger­çek peygamberi belirleyememe sıkıntısını çeker.[3]
Arap geleneğinde peygamberlerin başka özellikleri de vardır. Önbiliciler ve peygamberler çok kez bir peçe taşır­lar.[4] Önbilicilikleri vardı. Güzel konuşurlar.
Muhammet’ten sonra Esved, Tuleyha, Secah, Müseylime gibi peygamberler ortaya çıkar. Tümü önbilicidir. Kısa ve secili konuşurlar. Parapsikolojik güçlere donanmış insanlardır. Tuleyha, Cebrail ya da Zu’n-Nun adlı bir melekten vahiyler aldığını da bildirir. Müseylime ise Kureyş egemenliğini tanımamak uğruna ya­şamını feda etmek isteyen bir idealist olarak bilinir.
Esved ola­ğanüstü yeteneklerle donanmıştır. Yüksek bir sezgi gücü vardır. Kurnaz, cesur ve yönetme tutkusu ile dolu usta bir si­yaset adamıdır. İpnotizmacıdır, güzel konuşur. Çevresindeki insanlara kendi peygamberliğini inandırır. Muhammet’in son günlerinde, vergi sorunları yüzünden kimi kabileler arasında çıkar tedirginlikten yararlanıp Yemen’de ayaklanır. Savaşçı bir peygamber sıfatıyle ortaya atılır. Ayaklanma bir yangın gibi güney Arabistan’a yayılır. Kısa sürede büyük toprakları ele geçirir. Ne ki, bundan dolayı büyük gurura kapılır. Arkadaşlarının küçümser, halka zulmetmeye, fazlaca sarhoş olmaya başlar. Bu durum peygamberliğine de yaşamına da mal olur. Karşıtları Esved’i ancak bir suikast düzenleyerek öl­dürüp kurtulabilirler.[5]
Arap inanç dizgesininde peygamber çıkarma geleneği neredeyse günümüze değin sürer. 1. Dünya savaşı yıllarında İngiliz general Allenbi’nin adı Arap yazısında Al Nebi biçiminde de okunduğu için, beklenen peygamber olduğu propogandası yayılmıştır. Olayın kökeni. 12-13. yüzyıllar arasında yaşayan gizemci Muhiddin-i Arabi’ye dayanır. Türklere karşı Arap  isyanı sırasında onun bir kehaneti yayılır. Buna göre bir gün “En nebi-El nebi” gelecektir. Gerçi Kuran’da Muhammed’i son peygamber olarak gösterir. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir, ama her nedense Muhiddin Arabi başka türlü haber vermiştir. Öyleyse neden başka bir Nebi gelmesin?
Bu müjde şöyle tanımlanır: Bu peygamber Mısır’dan çıkacaktır. Nil suyu Sina çölüne akacaktır. Ve Araplık o zaman kurtulacaktır. Hem de, El nebi artık ortaya çıkmış, somut olarak görünmüştür. Bu “Elnebi” Mısır’daki İngiliz kuvvetleri başkomutanı ve İngiliz Mareşalı Allenbi’dir. Bu ad, Arapçada Al nebi olarak yazılır. Nil suyu da Sina çölüne ulaşmıştır. Öyleyse Arapların kurtuluş anı da gelmiştir.[6] Bu inançla Araplar, Peygamber olarak gelmiş bulunanan Allenbi’ye uyarak Türkleri sırttan hançerlemekten kaçınmazlar. Ama Türkler, arkasını İngilizlere dayamış sözde Peygamberin torunlarına karşı Medine’yi ateşte kavrulmuş çekirge yemeye çalışarak savunurlar. Çünkü peygamberin kabri oradadır. Ve orduda söylenen bir Türk marşı vardır:
Bırakmayız Medine’de yatanı
Can veriririz, kurtarırız vatanı

Eren Geleneği
Türk toplum yapısı ise “eren”, “ermiş” inancına da­yanır. Peygamber inanç dizgesi ile eren inanç dizgesi, iki ayrı doğanın ürünüdürler. Eren inancı yayla ve bozkırların ürünüdür. Çöl kavuruculuğu nasıl insanda kuruntular uyandırırsa, bozkırlar insanda, yalnızlık duygusu uyandırır.  İnsan ruhu, bozkırın bitimsizliği içinde her an bir yıkım bekler gibi yazgıya boyun eğmiş, kendi içine sinmiştir, sürekli iç hesaplaşma ile yüz yüzedir. Bu doğa içindeki yalnız birey, göksel bir güç beklentisi içinde değildir. Tek gücü kendi direncidir. Eren bu ortam ve koşulların çocuğudur.
Ermiş ile peygamber arasında, kimi önemli ayrımlar bulunur. Peygamber, etkinlik, davranış ve sözlerinin tümünü yaratıcıya bağlar. Peygamber yalnızca bir aracıdır. Sözleri Tanrı buyruklarıdır. Bu bakımdan söz, davranış ve etkinliklernden sorumlu değildir. Ne yapmışsa, Tanrının isteği üzerine yapmıştır. Bu anlayış, tanrı korkusunu da birlikte getirir. Tanrı ne yaparsa doğru yapar, onun karar­ları tartışılamaz. Arap peygamber geleneğindeki bu inanç bütün peygamberlerin yaşamlarına sinmiştir. İnananlar, pey­gamber diye benimsedikleri kişilerin yaşamlarındaki çelişki­leri, olumsuz yanları görmezler.
Eren geleneğinde ise birey önemlidir. Asıl önemli olan bi­reyin kendisini yaratmasıdır. Birey söz ve davranışları ile say­gınlık kazanmıştır. Onun yücelten doğrudan ardında olan ve her sıkıştığı yerde ona yardımcı olacak bir tanrı bulunmaz. O, seçilmiş bir kişi değil, sıradan bir bireydir. Kendi özgücü üzerinde yükselir. Bu özgücü birey kendisi işleyip erenlik katına ulaşır. Çok kez kendi gücünün ayrımında da değildir. Olağanüstülükler gösterir, bilinmeyenleri söyler. Ancak, bunları kendisi değil, çevresndekiler görür, sezer.
Anadolu insanı için ise aynı durum Arapça sözcükler veli, evliya; Türkçe karşılığı ile eren, ermiş, alperen geleneği aynı işlevdedir. Değişik uzam ve zamanda yeni erenlerin çıkması doğal bir gereksinimdir, yadırganmaz. Bunlar toplumla içiçe yaşarlar. Tanrısal değil, insancıl kimlik taşırlar. Güçlerini Tanrı buyruklarından değil, özlerinden alırlar. Doğrudan günlük yaşamda insanlara yardımcı olurlar. Kişi güç durum­da kaldığında, bir an gözüküp sorunu çözüp uzaklaşırlar. Harmanı kalkacak bir köylünün harmanını kaldırırlar. Irmaktan geçemeyen çocuklu bir kadını kurtarırlar. Bu gibi insancıl yardımların sayısız örnekleri vardır. Çok kez, bu yar­dımdan sonra sessizce ayrılırlar. Kişi, o yardımı yapanın ermiş olduğunun ayrımına sonradan varır. Budur Anadolu insanının inancı!
Eren geleneği Alevi inancında pek canlı biçimde yaşar. Kökü, yine doğal yaşam koşullarına inen bu eski inanç İç-Asya’ya uzanır. Arap nasıl çölün çocuğuysa, Türkler yaylala­rın çocuklarıdır. Türklerin tarihi Sarıdeniz’e dek uzanan yay­laların ekseninde taşma ve durulmalar, iniş çıkışlarda döner. Karakum, Kızılkum bozkırları bu insanların korkulu düşleri­dir. Söylencelerinde bozkır tanrıları, yayla masalları derin iz bırakmıştır. Doğa güçlerini tanrı olarak algılar. Bu güçlere karşı insanı koruyacak erenlerdir.
Alevi inancının orta direği durumundaki Ali, pey­gamber değil Eren’dir. Gücünü, bilgeliğini Tanrıdan almaz. Önceden kurulmuş, tamamlanmış, sona ermiş değildir. Kendini kendi kurmuştur. Erdemlerine bilgeliği ile ulaşmıştır.



[1]Auguste Bebel (Çev. Veysel Atayman): Hz. Muhammed ve İslam Kültürü, İstanbul 1987, s. 20.
[2]Auguste Bebel: a. g. e., s. 15.
[3]Bahriye Üçok: İslamdan Dönenler ve Yalanc› Peygamberler, Cem y., İstanbul 1996, s. 14.
[4]Bahriye Üçok: a.g.k.., s. 61.
[5]Bahriye Üçok: a.g.k.., s. 81
[6] Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa, III c., Remzi K., İstanbul, 1992, s. 290-291.