Yayında Olan Eserlerim

24 Eylül 2017 Pazar

Mihrali Bey İndi mola Yemen'e

Mihrali Bey (1844-1906)

On yedi yaşındaki gencin yaşadığı bir karabasandı. Kan ter içinde kalmıştı. Kalp atışlarını duyuyordu. Yataktan kalkıp avluya indi. Su dolu bakraca bakır tası daldırıp su içti. Kendine gelir gibi oldu. İçerideki odada kardeşleri ve anası uyuyordu. Onları uyandırmamaya özen gösteriyordu. Yaşadıklarını onlara anlatsa inanmazlardı. Birkaç gün önce köy, halkın yiğitçe direnişine karşın Rusların eline geçmişti. Babası ile birçok komşu bu direnişte ölmüş, Ruslar köye egemen olduktan sonra ölüleri toplu mezara atmışlardı. O günden bu güne Mihrali bunalımdaydı. Sürekli babası düşlerine giriyor, birtakım şeyler söylüyordu. Düşünde babası “Utanmıyor musun? Beni o mezarlığa nasıl gömdürdün? Yazıklar olsun sana! Eğer benim ölümü bu kafirlerin içinde korsan, hakkım haram olsun” diyordu.
Rüyanın etkisiyle aniden uyanan Mihrali, yatağından fırladı. Bir türlü babasının görüntüsü gözünün önünden gitmiyordu. Beline kılıcını bağladı, hançerlerini kuşağının arasına soktu, yanına kazma kürek alıp dışarı çıktı. Gece yarası olduğu için köy halkı derin uykudaydı. Mihrali, doğruca mezarlığa gitti. Kısa boylu olmasına karşın, çevikliği ile bir sıçrayışta yüksek duvardan atladı. Nöbetçilere görünmeden babasının mezarına geldi. Mezarı kazıp ve babasını çıkardı.. Bir an önce oradan uzaklaşmak düşüncesiyle babasını omuzladı, koşar adımlarla mezarlıktan ayrılıyordu ki. "Dur! Eller yukarı!" sözüyle irkildi.
Nöbetçiler ölüyü yere bırakması için uyarıyordu. Mihrali’nin ölüyü yere bırakmasıyla nöbetçiler üzerine sıçraması bir oldu. O anda nöbetçilerin ikisini de öldürdü. Yeniden babasını ölüsünü omuzlayıp Müslüman mezarlığına götürdü. Babasının tenini gömdüğü an üzerinden ağır bir yük kalkmış gibi rahatladı. Sabaha doğru evine geldi. Olup biteni ağabeyi İsa'ya ve annesine anlattı. Birkaç saat içinde Rusların kendisi bulacağını biliyordu. Kaçıp dağa çıkmaya karar verdi.
Vakit kaybetmeden Keçeli köyüne geçti. Orada baba dostu Ahmet Ağa'nın evine indi. Ahmet Ağa’ya “Bundan sonra benim yurdum dağlar. Bahar’ı çağırın son bir kez göreyim” diye dilekte bulundu. Bir süre önce bir düğünde Bahar’ı görmüş, beğenip sevmiş, evlenmeyi düşünmüştü Bahar olanlardan etkilenmiş ağlıyordu. Bu dokunaklı veda anı sürerken dışarıda Hüseyin ağa bağırdı:
”Mihrali tez ol, Ruslar köyü sardı”
Mihrali, içeride atına binip mahmuzlamasıyla at şaha kalkmıştı. İkinci mahmuzla yel gibi ahırdan çıktı. At kapı önündeki iki askeri tepelerken Mihrali, atın karnına sarılmış dörtnala uzaklaşıyordu. Atıcılıkta olduğunca, binicilikte de çok ustaydı. At, doludizgin koşarken karnından dolaşır, atın sırtında ayakta durur, amuda kalkar, bu durumdayken istediği hedefi vuran uz bir biniciydi.
Mihrali, gece yarısından sonra gizlice evlerine geldi, annesine veda etti; Darvas'tan uzaklaştı. O geceyi dağda geçirip daha güvenli yer olarak düşündüğü Osmanlı topraklarına geçti
Dönüşü olmayan bir yolda ilerler gibi atını kamçılıyor, Osmanlı sınırına ulaşmaya çalışıyordu. Sonunda Kars’ın Göle ilçesi yakınlarındaki Karapapak köylerine ulaşmayı başardı. Rusların yaptıkları zulmü, başından geçenleri anlatıp kendini tanıttı. İki evli Memili Ağanın dört oğlundan biri oluyordu. Ayrıca henüz bekar iki kız kardeşi vardı. Gidip onları da getirecekti.
Karakapapak kardeşleri Mihrali’nin öyküsünden çok etkilenmişlerdi. Kendine her tür yardım sözü verdiler.
Ne var ki, Ruslar da boş durmamıştı. Bir kanun kaçağının Osmanlıya sığındığını öğrenmişler, bu kaçağın geri verilmesini istemişlerdi. Bu istek doğrultusunda Osamanlıda da Mihrali’yi arama başladı.
Mihrali, Karapapak köyündeyken zaptiyeler köyü sardı. Bu durum karşısında düş kırıklığı yaşayan Mihrali zaptiyelere saldırdı. İki zaptiyeyi öldürüp yeniden sınırı aşarak Rus topraklarına girdi. Yaşam yolu ona direnme ile ayakta kalınacağını öğretiyordu. Her eylemde bir özgüven, her girişimde bir yeni güç kazanıyordu.
O günlerde yeşil örtülü dağlar kanun kaçaklarının sığınağıydı. Bunlardan Tavşankuloğlu Hüseyin, Dalaverli Mansur, Tüllü Musa gibi eşkıyalar ün salmıştı. Bunlar kimi büyük, kimi küçük suçlardan aranan insanlardı. Dalaverli Mansur, çobanına kızıp onu bıçağı ile öldürmesi üzerine; Tavşankuloğlu Hüseyin de zengin bir Türkü yaralayıp Ruslara teslim olmamasından dolayı dağa çıkmıştı. Fakir olan Hüseyin, gençliğinde aç kaldığı vakitler, mal yayan çocukların ekmeklerini alıp; "Siz tavşankulağı yapayım" diyerek, sağından solundan yiyip karnını doyurduğu için. Tavşankuloğlu lakabı verilmişti.
Osmanlıda da aranan Mihrali, ağabeyi İsa, bir Keçeli köyü yakınlarında buluştuklarında köyden davul sesleri geliyordu. Mihrali Bahar’ın düğünü olduğunu öğrendiğinde içi yandı. Osmanlı topraklarına giderken Bahar’ı da ailesiyle götürmeyi, Baharla evlenmeyi kurmuştu. Şimdi Bahar başkası ile evleniyordu. Yazgı bu düşün gerçekleşmesine olanak vermemişti. Ağabeyi İsa kendisine “unut bunları” diye öğüt verdi Bundan sonra önemli olan onun yaşamıydı. Artık tek başına dağlarda ayakta kalamayacağını öbür eşkıyalarla birlikte olması gerektiğini söyledi.
Mihrali, ertesi gün bir çobanla Mansur'a ve Hüseyin'e haber iletip onlarla buluştu. Birlikte dağlarda gezmeye başladılar. Bir Rus öldüren Keleninoğlu Hüseyin de bunlara katıldı. Rusların Türklere yaptıkları zulüm karşısında, Mihrali ve arkadaşları da Rus köylerine dehşet saçıyordu. Dördünün ünü de günden güne Kafkaslarda yayılırken valiye şikâyetler yağıyordu.
Artık Kafkaslarda yalnız değildi. Giderek aralarına yeni katılanlar oluyordu. Kafkaslarda eşkıyalık bir gelenek, bir yiğitlik özentisiydi aynı zamanda. Devlet baskısına haksızlığa karşı direnişin simgesiydi. Eşkıyaların “zenginden alıp yoksula verme” gibi sözde adalet dağıtan bir ünleri vardı. Kimi zaman haksızlıkları önledikleri olurdu ve bu olay çevrede duyulur, geniş halk kesimi arasında sevgi kazandırırdı. Bu nedenle herhangi bir suçla ilgisi olmayan kimi gençler, yiğitlik özentisi ile dağa çıkarlar, ünlü eşkıyaların yanında yer alırlar, ün sağlamaya çalışırlardı. Bu çeteler sınır güvenliğinin bulunmayan bir ortamda sıkıştıklarında yakındaki ülkeye kaçarlardı. Kimi zaman sayısı iki yüz üç yüz kişiye yaklaşan eşkıya toplulukları köyleri basıp yiyecek, para alırlardı. Köy basmanın da ilginç bir kuralı vardı. Hemen hep Rus köyleri basılır, Müslüman köylerine pek ilişilmezdi. Buna Müslüman köyleri ile Rus köyleri arsındaki çekişmelerde bir tür güvence gibi gözükürlerdi. Böylece halkın bir bölümünün desteğini alırlar, yataklık yapmasını sağlarlardı. Sınır güvenliğinin bulunmadığı bir ortamda sıkıştıklarında yakın ülkeye kaçarlardı. Bir Osmanlı’da bir İran’da bir Rus topraklarında gözükürlerdi. Eşkıya elebaşları arasında gizli bir büyüklük savaşı yaşanır, eşkıyalar takımlar ayrılırlardı.
Mihrali’nin çocuk denecek yaşta haklı sayılabilecek benimsenmiş bir nedenle eşkıyalığa çıkması halk arasında adını ünlendirmişti.. Rusya’da ve Osmanlı’da güvenlik güçleri ile başarılı çatışmaları dilden dile abartılarak anlatılıyor, söylenceye dönüşüyordu. Oysa öbür eşkıya elebaşlarının böyle bir geçmişi yoktu. Bu yüzden ister istemez Mihrali’nin gölgesinde kalıyorlar, bunu bir türlü kıramıyorlardı.
Günler günleri, aylar ayları kovalıyor zaman su gibi akıp gidiyordu. Mihrali, dağa çıkalı yedi sekiz yıl olmuştu. 25-26 yaşlarında tam bir delikanlıydı. Bu yılları kimileyin eşkıyalarla dağlarda, kimileyin yalnız başına kentlerde geçirmişti Değişik adlar altında yaşamış, kimi zor işler üstlenerek yaşamını sürdürmüştü. İran’da kendini daha güvencede hissediyordu. Bir defasında Tebriz’de bir halıcıya kendini “Abbas” adı ile tanıttı. Halıcı Mihrali’ye iyi bir ücret karşılığında Batum’a halı götürmesini teklif etti. Bu isteği severek kabul eden Mihrali tanınmamak için yolculuk öncesinde saklını beyaza boyayıp, kendisine orta yaşlı bir adam görüntüsü verdi. Yedi sekiz atlı bir kervan ve iki adamla yola koyuldu. Başgeçit üzerinden Karapapak yöresine geçti. Davas’a yakın bir köydeki akrabalarının evine inip annesinin getirilmesini istedi. Anası Mihraliyi böylesine yaşlı görünce içi yandı. Boynuna sarılmış ağlıyordu. Bu buluşma Keçeli’de kulaktan kulağa yayıldı. Hazin buluşman ardından Mihrali, yeniden yola koyuldu. Batum’da söylenen kişiye halılarını teslim edip yeniden Tebriz’e döndü. Hak ettiği parayı aşıp bakımlı bir handa dinlenmeye çekildi.
Renkli İsfahan halısı serili küçük han odasında, işlemeli bakır tepsi üzerinde çayını yudumlarken dış kapının açılıp kapanma sesleri Mihrali’nin dikkatini çekti. İçine bir kuşku düştü. Sürekli izlenme korkusu önsezi duygusunu geliştirmişti. Yerinden kalkıp dışarı baktığında hanın İran zaptiyelerince sarıldığını gördü.
Mihrali'nin yerini, Keçeli Köyü'nden bir Türk, Ruslara ihbar etmişti. Aylardı İran şahı üzerinde Rus baskısı sürüyordu. Ruslar, Şah'tan Mihrali'nin yakalanıp teslimini istemişlerdi.
Tüm aramalara karşın o güne değin Mihrali’nin izi bulunamamıştı, bu ihbarla yer kesinleşmişti ve İran zaptiyeleri hanı kuşatmışlardı.
Mihrali, üst kattan baktı. Askerler, atlarını duvar diplerine çekmişler, silah elde han kapısını tutmuş bekliyorlardı. Sessizce pencereyi aralayıp oda kapısına yürüdü. Tahta merdivenlerde birkaç kez ayağını vurması ile tahta merdivenlerden sesler gürültüler yükseldi. O anda bütün zaptiyelerin kendisini canlı yakalamak için kapıya yığıldıklarını anladı. Yeniden hızla odasına koştu. Açık pencereden aşağıdaki atlardan birinin üzerine atladı. Zaptiyeler hanın kapısını tutarken o doludizgin Tebriz’den çıkıyordu.
Yeniden Rusya topraklarına geçti. Karapapak yöresine geldiğinde bir gece yarısı gizlice baba ocağına uğrayıp annesi ve kardeşleriyle görüştü. Duydukları ürkütücüydü.
Mihrali adı Çar II. Aleksandr (1855-1881)'ın kulağına gitmiş, Türk eşkıyalarının yakalanması için kesin emir vermişti. Akrabaları ve Karapapaklar üzerinde baskılar artmıştı. Rusların kimi gizli pazarlıklar yaptıkları söyleniyordu. Mihrali’nin çok dikkatli olması gerekiyordu. Yalnız verilen bir haber Mihrali’yi sevindirdi. Bahar’ın evlendiği eşi ölmüştü. Söylenenlere göre Bahar’la bir gün bile karı koca ilişkisi yaşamamıştı.
Bahar, Mihralinin içinde bir düğümdü. Yıllar önce bir düğünde görmüş, göz göze gelmişlerdi. Şarkta aşk uzaktan yaşanırdı. Bir bakış, bir gülümseme, bir mimik sevmek için, yıllarca bağlı kalkmak için yeterliydi. On yıla yaklaşan kaçaklık döneminde Bahar onun gönlünü süsleyen bir görüntü olmuştu.  Bir türlü içinden çıkmamıştı. Bu arada Bahar, başka birisiyle evlenmek üzere Akbaba köyüne gelin gitmişti.
Mihrali, bir durum değerlendirmesi yaptı. Ne yapıp yapıp eski özlemini yerine getirecek Baharla evlenecekti. İsa’ya İran’da kazandığı altınlardan verdi. Yüklü bir çeyiz hazırlamasını söyleyip ayrıldı. Nasıl bir çözüm bulacağı bilincinde oluşmuştu.
Her köşede arandığı bu günlerde Mihrali tek başına dağlarda dolaşamazdı. Yeniden eski eşkıya arkadaşları ile buluştu. İran’da yaşadıklarından ve kazandığı altınlardan söz etti. Daleverli Mahsur ile Tavşankuloğlu Hüseyin ağızları sulanarak anlatılanları dinliyorlar, Halı taşıma işinden kazandığı altınları düşünüyorlardı. Kendilerinin eline böyle bir fırsat geçmemişti.
Birkaç gün sonra kardeşi Memili, üç katır yükü çeyizle Akbaba köyüne girdi. Ardından köye atlıları ile giren Mihrali Bahar’ı baba evine bırakıp yeniden dağara, arkadaşlarının yanına döndü.
.Ama arkadaşlarında bir gariplik vardı. Bir bölümü ortalarda gözükmüyordu. Çetede bir gönülgücü çöküklüğü yaşanıyordu. Macera arayışı içinde kendilerine katılan gençlerin bir bölümü evlerine dönmüşlerdi. Küçük suçlardan kaçağa çıkmış birkaç kişi de kolluk güçlerine teslim olmuştu. Mihrali, bunları da anlayışla karşılıyor, doğal karşılıyordu ama Daleverli Mansur ile Tavşankuloğlu Hüseyin gibi elebaşların ortalarda görülmemsine ne demeliydi?.
Çok geçmeden durum anlaşıldı.
Çar II. Aleksandr, devlet erkânı toplayıp görüş almış, sonuçta şöyle bir çözüm bulmuştu:  Suçları az olan Mansur ve Tavşankuloğlu Hüseyin'in suçlarını bağışlanacak, Mihrali'yi yakalayan akça ve rütbeyle ödüllendirilecekti.
Bağışlandıklarını öğrenen Mansur ile Tavşankuloğlu Hüseyin Mihrali’nin düğünü sırasında gizlice Tiflis valisine teslim olmuşlardı. Bundan sonra valinin emrinde Mihrali’ye karşı savaşacaklardı.
Nitekim Daleverli Mansur, Darvas’ı basıp Mihrali’nin iki kardeşi, Memili ve Mehmet Ali’yi öldürmüş, Memili’nin eşini dağa kaldırmıştı. Şimdi Rusların verdiği güvence ile Dalever’de evinde keyif çatıyordu.
Bu yenilir yutulur bir olay değildi. Mihrali’nin bunları onun yanına kar bırakması düşünülemezdi. Mihrali 12 adamı ile Dalever üzerine Mansura kanlı baskın düzenlerdi, ama Mansur kaçmayı başarmıştı. Mansur’un evi sarıldı. Mihralinin kardeşi Ali dama çıktı ve evi yakacaklarını söyledi. Bunun üzerine Mansur’un adamları teslim olurken Mansur’un iki oğlu öldürüldü. Mansur'un karısını dağa kaldırıp kurduğu çadıra kapattı. Kardeşi Ali'yi de nöbetçi koydu.
Mihrali ile teke tek karşılaşma gücünü kendinde bulamayan Mansur,  Tiflis Valisi'nin yanına çıkıp ondan yardım istedi. Vali, Mansur'un emrine beş yüz atlı verdi. Aynı zamanda, T. Hüseyin de Mansur'un kuvvetine yakın bir güç derlemişti..
Dalaverli Mansur, çevre Türk köylerini Mihrali'ye karşı kışkırtıyor, eşinin dağa kaldırıldığını da anımsatıp, başına gelenlerin, ileride kendilerine de yapılabileceğini dedikodusunu yayıyordu. Bütün bu çaba sonunda işe yarıyordu. Mihrali'nin baba dostu Garip Ağa, Maraşlı Köyü'nden yedi kardeşin en büyüğü Musa Çavuş da Çerkezlerden çok sayıda gönüllü toplayarak her koldan Mihrali'yi aramaya koyuldu.
Mihrali, aradan bir ay geçtikten sonra, Mansur'un karısını evine bıraktı. Bu süre içinde ona hiç dokunmamıştı. Daha fazla Rusya'da kalamayacağını anlayan Mihrali, arkadaşlarını toplayıp durum değerlendirmesi yaptı Bir süre dağılmalarının doğru olacağını, bu sürede kendisinin de izini kaybettireceğini söyledi.
Düşüncelerini uygulamak üzer Osmanlı topraklarına geçip, Çıldır'a geldi. Mihrali'nin Osmanlı toprağında olduğunu öğrenen Çar, Sultan Abdülaziz (1861-1876)den iadesin, istedi. O sırada sadarette Mahmut Nedim Paşa vardı. Rus büyükelçisinin ağzına bakmasıyla tanınıyordu ve halk arsında “Nedimof” diye anılıyordu. Yıllar önce ilk sığındığında da Mihrali, ikiTürk zaptiye öldürmüştü. Mihrali'nin yakalanması için Erzurum valisine emir verdi.
Artık Osmanlıda da sıkı aranan bir kaçaktı. Salt Osmanlı zaptiyeleri değil, eski eşkıya arkadaşları da peşindeydi. Daleverli Mansur, Tavşankuloğlu Hüseyin, Garip Ağa ve Musa Çavuş her yerde onun onu izliyorlardı. Her birinin emrinde 400-500 kişilik atlı vardı. Bir sınırın o yanında bir bununda oluyor, Mihrali’yi kıstırmaya çalışıyorlardı.
Mihrali'ye ilk rastlayan Musa Çavuş oldu. Mihrali, atı otlamakta, kendisi de dinlenmekte iken bir ara geriye baktı. Musa Çavuş'un adamları ile üzerine geldiğini görünce atına atlayıp kaçmaya başladı. Adamları geride kalmış, ama Musa Çavuş Mihrali’ye yetişmişti Mihrali, peşini bırakması için O'na yalvarıyor, yoksa öldürmek zorunda kalacağını söylüyordu. Ama Musa Çavuş, bir türlü peşini bırakmıyordu. Bunun üzerine ansızın geri dönen Mihrali, Musa Çavuş'u kılıcıyla yaralayıp uzaklaştı. Adamlarının bir bölümü Musa Çavuş'un yanında kalırken, diğerleri Mihrali'yi kovalamayı sürüyordu. Mihrali, atına son hızı vererek uçuruma doğru sürdü. Atı, dörtnala dolduran Mihrali, bir sıçrayışta karşıya geçmeyi başardı Arkasından gelenlerin birkaçı hızını alamayıp uçuruma yuvarlandı. Bunu gören diğer atlılar durdu. Mihrali: "Benim sizlerle işim yok. Peşimi bırakın. Dilerim Musa Çavuş'a bir şey olmamıştır." deyip oradan uzaklaştı.
Atlılar, Musa Çavuş'u Maraşlı Köyü'ne babasının yanına getirdiler. Fakat yolda çok kan kaybettiği için bütün tüm çabalara karşın kurtarılamadı.
Mihrali bu günlerde izini kaybettirmek için bir sınırın bu yanına bir karşı yanına geçiyor, arada bir gece karanlığında babaocağına uğruyor, tanıdığı Karapapak köylerine gidip yiyecek sağlıyordu.
Üç devlettin aradığı bu adamın bir türlü yakalanmaması Mansur’u deliye çeviriyordu. Çete topluyor, Mihrali karşıtlarını yanına alıyor, mutlak surette öcünü almak istiyordu. Sonunda ele avuca sığmaz bu adamı izlemesi için Garip Ağa adlı bir adamını görevlendirdi.
Garip Ağa, Mihrali'nin Osmanlı sınırları içinde bir düzlükte tek başına gittiğini görüp Mansur’a haber verdi. Böylece büyük bir kovalamaca başladı. Zaptiyeler bir yandan, Mansur ve adamları bir yandan düzlükte sürüyordu.  Atların soluk soluğa koştuğu ortamda Mihrali’ye en yaklaşan Garip Ağa oldu. Garip Ağa Mihrali’nin baba dede dostu bir ocağın çocuğuydu. Bir an geldi ki, ikisinin de atları kulak kulağa yarışıyordu. Garip Ağa, Mihrali'nin teslim olmasını, Mihrali ise ondan takibi bırakmasını istiyordu. Garip Ağa, Mihrali’yi razı edemeyeceğini anlayınca kılıçla saldırıya geçti. Mihrali tümünü savuşturmayı başarmıştı. Ekmeğini yediği bu baba dostuna, el kaldırmak istemiyordu. Fakat kurtuluş olmadığını anlayınca karşı saldırıya geçti, Ağır bir kılıç vuruşuyla Garip Ağa'nın sol bacağını dizinden koparıp kaçmayı sürdürdü. Ama onlarca atlının kovalaması sürüyordu. Ölü ya da diri yakalamak için birbiri ile yarışıyorlardı. Çember giderek daralmış, iki ateş arasında kalmıştı. Zaptiyeler bir yandan, Mansur’un adamları bir yandan kuşatmışlardı. O anda başından aldığı ağır darbenin etkisiyle Mihrali atından yüzükoyun yere düştü. Başı kanlar içindeydi. Daleverli Mansur atı ile yetişip Mihrali’nin kanlar içindeki cansız tenine baktı. Öcünü alıp rahatlamıştı. Mihrali’nin atını yakaladı, terkisindeki altınları heybesine doldurdu Şimdi yapılacak son iş, Mihrali’nin cansız tenini Kars’ta vilayete teslim edip ödül almaktı. Tiflis’e götürmesi olanaksızdı. Zaten Mihrali Osmanlı topraklarında yakalanmıştı.
Mihrali’nin yakalandığı haberi bir anda Kars’ta çalkalanmaya başladı. Kimi yaralı, kimi ölü olduğunu söylüyordu. Halk sokaklara dökülmüş atın terkisine bağlanmış cansız adamın yüzünü görmek istiyordu. Biraz sonra valilikten Mihrali^nin ölü değil yaralı olduğu duyuruldu. Dokuz canlı Mihrali ağır yaralarına kaşlın ölmemeişti.
Mihrali, gözlerini açtığında, kendini elleri ve kolları zincire bağlanmış, Kars hapishanesinde buldu. Burada başkaları da vardı; fakat sadece kendisi bağlıydı. Mihrali'nin kendine geldiğini gören biri yanına geldi. Âşık Ahmet adındaki bu kişi onun meşhur Mihrali olduğunu öğrenince şaşırmıştı. Mihrali, doktorların kendini zehirleyeceğinden korkuyor, doğal yöntemlerle kendini sağaltıyordu. Biraz iyileşince boğazına puha, ayağına zincir bağlandı. Böylece yargı gününe dek güvencede olacak, kaçması önlenmiş olacaktı. 
Daleverli Mansur, Mihrali’nin ölmediğini öğrenince başından kaynar su dökülmüş gibi oldu. Evinde yakın arkadaşları ile bir toplantı düzenledi. Kendi aralarında ilginç bir karar aldılar.
Ertesi gün dört kişi Kars’ın dört hanına indi. Mansur, arkadaşlarından İso’yu silah bulunduruyor diye ihbar edip tutuklanmasını sağladı. Böylece İso, Kars zindanında Mihrali ile birlikteydi.
Kaçaklık, Mihrali’ye uçan kuştan kuşku duymayı öğretmişti. Mihrali bu İso’dan kuşkulanıyordu. Nitekim Mihrali, namaza durduğu sırada çok güvendiği eski arkadaşlarından Pala Hüseyin arkasında duruyor onu kolluyordu. Bir namaz sırasında İsa bıçağı ile saldırdı. Ama Pala Hüseyin anında kavrayarak bileğini büküp yere vurdu. Mihrali, anında İso’yu orada öldürüldü.
Yargılanan Mihrali’ye idam cezası verildi ve Erzurum’a gönderildi. Yine ayağına, pranga, boynuna zincir takılmıştı. Arkadaşları Pala Hüseyin ve Aşık Ahmet de kendisiyle birlikte Erzurum’a sürgün edilmişlerdi.
Mihrali arkadaşların Aşık Ahmet’le Pala Hüseyin’e tutukevinin ve kaldıkları bölmenin planını çıkarmalarını söyledi. Bu üçlü bir süre sonra kaldıkları bölmedeki taban tahtalarından ikisini sökmeyi başardı. Artık iş tabanın oyulmasına kalıyordu. Mihrali, hapishane arkadaşlarının, en zayıf bir yerden tünel açmalarını istedi. Mahkumlar, geceleri sesiz ve gizlice söylendiği şekilde çalışıyorlardı. Günlerce sürdü bu uğraş. Ne var ki tünelin çıkışı, nöbetçilerin bulunduğu yere denk geldi. Mihrali, son taşı çıkarmamalarını söyledi.
Bir çıkış gözükmüştü ama, Mihrali’nin ayakları prangalı olduğu için kaçması olanaksızdı. Aşık Ahmet, ziyarete gelen karısına her gelişinde bir şeyler getirmesini söyledi. O da, ekmeğin içine eğe, vücuduna çekiç ve benzeri eşyalar saklayıp aralıklarla kocasına getirip verdi
Bu arada İstanbul’da idam kararı onamış, Erzurum’a ulaştırılmıştı. Mihrali’nin yalnız üç günü vardı. İdam edileceği akşam son dileği sorulduğunda Mihrali, boynundaki prangaların çıkarılması olduğunu söyledi. Bu dilek yerine getirildi. Ancak ayaktaki prangalı duruyordu ve bunlarla kaçamazdı.
Mihrali o gece eğe ile prangaları kesmeye başladı. Şafak sökerken kesmeyi başardı. Ama kalın prangalardan ayağını bir türlü çıkaramıyordu. Kardeşi Ali sabırsızlıkla pencere dibinde bekliyordu. Ondan bir ustura atmasını istedi. Ali penceren usturayı içeri attı. Ustura ile topuklarını kesip ayağını prangadan çıkarmayı başardı.
O gece yarısı Âşık Ahmet, mahkumlarla birlikte büyük bir ayaklanma başlattı. Mapushane içinde ana baba günü yaşanıyordu.  Kan gövdeyi götürürken, Mihrali, bu arada kendisini duvara bağlayan zincirleri kesmeyi başarmıştı. Âşık Ahmet'le önceden kazılmış tünele girdi. Son taşı kaldırdılar. Mihrali, daracık delikten güçlükle çıkarken, nöbetçi gördü. Mihrali'nin kaçmasına fırsat vermeden, süngüsünü bacağına sapladı. Mihrali, süngüyü kavradı, nöbetçi tüfeği çektiğinde, süngü Mihrali'nin bacağında kalmıştı. Mihrali, ani bir hareketle süngüyü çıkardı kıvrak bir ustalıkla fırlatınca süngü, nöbetçinin gırtlağından girmiş; nöbetçi ölmüştü. Âşık Ahmet, korkusundan tünelden çıkamaya cesaret edemeyip, zindana döndü.
Mihrali sürüne sürüne zindanın karşısındaki tavlaya girdi. Tavlada, atlar için hazırlanmış otluğun içine kendini saklandı.
Zindandaki ayaklanma önlendikten sonra, mahkumlar sayıldı; Mihrali'nin olmadığı anlaşılınca dört bir yana atlılar çıkarıldı. Bütün aramalara rağmen, atlılar elleri boş dönüyordu. Oysa Mihraali üçgündür mapushane yakınlarındaki otlukta gizleniyordu. Topuğu ağır yaralıydı. Kendini doğal yöntemlerle iyileştirmeye çalışıyordu. Ama her yanı yara bere i.indeydi.
Mihrali, üçüncü gece biraz kendine gelmişti. Gömleğinden bir parça yırtıp topuğuna sardı. Ayrıca başından, dizinden ve topuğundan yaralıydı. Bu konumdayken bile direnme içgüdüsü sabır ve cesaret örneği sergiliyordu. Ellerindeki bilezikleri ise kesmedi. Zira, yeterinden çok yarası vardı. Biraz otla sarındıktan sonra, bir delikten kendisini aşağıya bıraktı. Aşağıda kendini yumuşak otlar üzerinde buldu. Ne bir gürültü olmuş, ne de yaraları ağrımıştı.  İçeride, sıra sıra atlar yemlerini yiyorlardı. Gözüne iyi bir at kestirip yanına yaklaştı. Sonra başka bir atın sırtından ter keçesini çıkardı, bineceği atın ayaklarına bağladı. Atın nal sesleri taş zeminde ses çıkarabilirdi. Hava sıcak olduğu için çift kapı açık bırakılmıştı. Bundan yararlanarak, atına atladığı gibi doludizgin oradan uzaklaştı. Gece yarısı Maraşlı'ya ulaşmayı başardı..
Mihrali, ulaştığı Karapapak köyünde ilk rastladığı evin kapısını vurdu. Kapıyı açan yaşlı adama olup bitenleri anlattı. Adam, Mihrali'yi içeri alıp yatırdı. Bu ev, daha önce öldürdüğü Musa Çavuş'un babasının eviydi. Adam Mihrali'yi tanımasına karşın ses çıkarmadı. Su ısıtıp bir tekne içinde onu yıkadı, yaralarını temizleyip merhem çaldı. Süt içirdikten sonra, dinlenmesini söyleyip çocuklarını başına topladı. Mihrali'nin evlerinde konuk olduğunu, böyle mert birisine ölen kardeşlerinden dolayı kalleşlik etmemelerini söyleyerek inandırdı. Mihrali'nin tavladan çaldığı at damgalı olduğu için çocuklarına bu atı çok uzaklara bırakıp dönmelerini söyledi. Sabahleyin altı oğlu ile beraber Mihrali'nin yanına geldi; kendilerini tanıttı. Mihrali irkilir. Adam; "Biz seni Musa Çavuş'un yerine koyduk. Sen de bundan böyle bizim oğlumuz sayılırsın" Diye güvence verdi. Mihrali'ye bir ay baktıktan sonra.gideceği zaman, iyi bir at ile Musa Çavuş'un kılıcını verdi. Adam, altı oğlunu Mihrali'nin yanına katıp uğurladı.
Bu sırada 93 Harbi (1877-1878) patlamıştı. Osmanlılar hem kuzeybatıda hem de doğuda Ruslarla savaşa tutuşmuştu. Doğuda Rus ordusunun başında Loris Melikof, Osmanlı ordusunun başında da Ahmet Muhtar Paşa vardı.
İki kesim arasında kıyasıya savaş sürerken, Mihrali,120 kişilik atlı çetesiyle önüne gelen yerde Ruslara vuruyor, onları sürekli tedirgin ediyordu. Ruslar, bu belâlı Karapapak ile baş edemeyeceklerini anlayınca, "Orduya hizmet" önkoşuluyla bağışlamışlardı.. Mihrali ise, Kars kumandanı Hüseyin Hami Paşa'ya gizlice haber göndererek bağışlanırsa, Osmanlılar yanında savaşacağını bildirdi. Mihrali'nun bu teklifi kabul edildi..
Buna karşılık, Dalaverli Mansur ile Tavşankuloğlu Hüseyin yüksek rütbelerle Rusların yanında Osmanlılara karşı savaşıyorlardı.
Mihrali, kuvvetleriyle Çıldır'a geldi. 300 arkadaşı ile Türk güçlerine katıldı.
Yanına kardeşi Ali Bey'i de almıştı. Kendisine binbaşılık, Ali'ye de mülazımlık rütbesi verilmişti.
Bir gün, T. Hüseyin'den bir mektup aldı. Hüseyin, Mansur'la arasının açıldığını, isterse emrine girebileceğini yazıyordu. Mihrali, bu isteği yerinde buldu. Böylece, T. Hüseyin de Osmanlı'ya sığındı. Ona da binbaşılık rütbesi verildi
93 Harbi'nin temmuz-ağustos aylarında, çarpışma iyice kızışmıştı. Mihrali, Kars'ın Göle yöresinde, kendinden en az on kat büyük bir kuvvetle karşılaştı. Mihrali, tüfek ve kılıçla saldırı emri verdi. Saldırı sırasında, Mihrali'nin atı, göğsünden bir kurşun alıp yere kapaklandı. Mihrali, üç-dört metre ileriye düşerken perende atıp iki ayağı üstüne kalktı. Aynı anda tüfeğini ateşleyerek atını vuran askeri, alnından vurdu. Kendisine yaklaşan bir askeri de kılıcıyla öldürdükten sonra onun atına atlayıp, düşman saflarına daldı. Askerler bir süre sonra kaçmaya başlamıştı. Çemberi yaran Mihrali, önüne çıkan düşmanı tepeleyerek on dört erzak arabasını ele geçirip Kars Kalesi'ne önlerine geldi. Kale haftalardır kuşatma altında aç susuz direniyordu. Mihrali, kaleyi dıştan kuşatan Rus çemberini de yararak kaleye girmeyi başardı. Haftalardır, aç, susuz kalan askerler, gelen malzemeleri görünce bayram ediyordu.
Haberi alan Anadolu Harp Ordusu Başkumandanı Ahmet Muhtar Paşa; Mihrali'yi kutlayıp onurlandırdı. Fakat bu kuru erzak, asker için yeterli değildi. Aylardır ete hasret olduklarından hepsi de bitkin düşmüştü. Hatta bu yüzden, Ahmet Muhtar Paşa, geri çekilme kararı vermek üzereydi. Bunu duyan Mihrali, Ahmet Muhtar Paşa'nın yanına gidip bu karardan vazgeçmesini sağladı.
Güvendiği adamları yanına alarak, düşman sınırından içeri daldı. Haradan, yüz elli kadar kadana at ile ahırlardan binin üstünde koyun çıkarıp çemberi yararak Ahmet Muhtar Paşa'ya ulaştırdı. Paşa'nın sevinçten gözleri yaşardı. Sonuçta, Kars, kuşatmadan kurtulmuştu.
Ahmet Muhtar Paşa, bunun üzerine Mihrali'yi çekilen Rus ordusunun üstüne sürdü. Mihrali, Göle Nahiyesi'nin Demirkapı Köyü'nde bir alay düşman süvarisini geri attı. Ruslar köyü yeniden ele geçirmek için bir alay ile saldırıya geçti.  Köyü boşaltıyormuş gibi yapıp ansızın bir dönüşle on katı düşman da bozguna uğrattı. Pusudaki seksen askeri, bunlara ateş ederek iki bölüğü dağıttı. Düşmanı kovalamayı sürdürdü. Planın ustalığı sayesinde iki şehit, dört yaralıya karşı yüzden fazla cesedi ile düşmanı bozguna uğrattı
Paşa'nın güvenini kazanan Mihrali’ye bu sefer Gümrü-Tiflis yolu üzerinde Akbulak ve Parmaksız Köprü'deki askeri telgraf tellerini kesme görevi verildi. Mihrali, 130 kadar süvarisiyle sekiz gün boyunca erzak kollarını vurdu, telgraf tellerini kesti, müfrezeleri ezip düşmanı çaresiz ve kımıldamaz bir hale getirdi. Düşmanın yetmişe yakın can kaybının yanında, kendisi dört şehit ve sekiz yaralı ile geri döndü.
Ahmet Muhtar Paşa'nın Mihrali'nin bu kahramanlıklarını İstanbul’a bildirmesi ile Sultan Hamit Mihrali'ye . ilk Mecidiye Nişanını verdi.
Mihrali, daha sonra Paşa'dan izin alarak, Rus sınırından içeri girdi. Köyü Darvas'a geldi. Akraba ve komşu Karapapakları toplayarak Osmanlı'ya geçmek üzere yola çıktı. Savaş içinde çok tehlikeli bir yolculuktu bu. Kafilede kardeşi İsa Bey, karısı Bahar, kardeşi Mehmet Ali'nin oğlu Rüstem, kundaktaki oğlu Rüştü de vardı. Mihrali; "Belki ses çıkarır." diye oğlu Rüştü'yü, bir çalının dibine bıraktı. Bahar Hanım, ağlıyor, çocuğu bırakmaya gönlü razı olmuyordu. Görümcesi Huri Hanım, kara ve soğuğa aldırış etmeyerek hemen atını geri çevirdi, çalının dibinden Rüştü'yü alıp kafile sınırı geçmekte iken onlara yetiştirdi
Kars’ın düşmesinin ardından Mihrali, Erzurum savunmasında yer aldı. Aziziye baskınından sonra, düşman, dört alayla Erzurum'u batıdan çevirmek istiyordu. Muhtar Paşa, bunların üstüne üç-dört yüz süvari gönderdi. Mihrali, bu çarpışmada ağır yara aldı. Artık savaşamayacak durumdaydı (12 Aralık 1877). Ayrıca cephe komutanı Gazi Ahmet Muhtar Paşa İstanbul'a çağırılıyordu. O'nun gitmesi ile Mihrali de artık orada kalamazdı. A. Muhtar Paşa, Mihrali'ye bir kızak hazırlattı. Kendisi İstanbul yolunu tutarken Mihrali de kafilesiyle Sivas'a doğru yol çıktı. 
Yerleşme konusunda, devlet Karapapak topluluğuna her tür desteği sağlıyordu.. II. Abdülhamit, Mihrali ve çevresinin dilediği yerde yerleşme izni verdi..
Yakınları ile birlikte Mihrali’ye, Sıvas'ın Ulaş Bucağı'na bağlı Acıyurt Köyü toprakları ayrılmıştı. Kalan Karapapaklar çevrede kendilerine yer bulmuşlardı. Mihrali Bey, bugünkü Acıyurt'un mezrasında yerleşti. Tavşankuloğlu Hüseyin, Kuşkayası Köyü'nü seçti. Böylece Kangal, Uzunyayla bölgesine 30-40 Karapapak köyü iskan edilmiş oldu.
Bu yerleşmenin ardından Mihrali, Sıvas'ta çoğunluğu Karapapaklardan oluşan 40 Hamidiye Süvari Alayı'nı kurdu. Padişah 2. Abdülhamit’ten fermanlı astığı astık, kestiği kestik bir Osmanlı subayıydı artık.
Göçten on iki yıl sonra (1899) Kurt İsmail Paşa, Mihrali Bey'in yanına geldi. Bağdat'ta amansız bir eşkıyanın olduğunu, Arapları Osmanlılar aleyhine kışkırttığını söyledi. Mihrali Bey, bunun üzerine atlılarını toplayıp Kurt İsmail Paşa ile Bağdat'a gitti. Bağdat Valisi Mehmet Fazıl Paşa (?), bunlara izzet ikramda bulundu.
Mihrali, isyancının kimliğini öğrendikten sonra bir durum değerlendirmesi yaptı. Eşkıyaya teslim olması için haber gönderdi. O da bir şey yapmayacaklarına dair şeref sözü alarak teslim oldu. Mihrali Sultan Abdülhamit'e eşkıyanın teslim olduğunu bildirerek bağışlanmasını sağladı. Bağdat'ta vali ve eşkıya, Mihrali'ye iyi cins Arap atları hediye ettiler. Mihrali, Kurt İsmail Paşa ile geri döndü
Bu olaydan sonra Mihrali'nin yaşayan bir söylence olmuştu.
O günlerde Çiftlikviran köyünde Terekemelerle Karapapaklar arasında bir kavga çıkmış iki kişi ölmüştü. Katiller kaçıp saklanmıştı. Zaptiyeler işi ağırdan alıyor, bir türlü katilleri bulamıyorlardı. Sorunun çözümü için köylüler Mihrali’ye başvurdu.Mihrali kardeşi Ali’yi “Bak hele durum ne?”
Çiftlikviran köyüne yolladı.
Ali, köye geldiğinde kaymakamın işi savsakladığını gördü. Görevini yerine getirmediği için Kaymakama iki tokat attı. Buna sinirlenen Kaymakam ek güçlerle gelip köyü basmak üzere Kangal’a gitti. Durumu fark eden köylüler bu kez Mihrali’ye haber iletti. Mihrali zaman yitirmeksizin Çiftlikviran köyünde oldu. Çok geçmeden Kangal kaymakamı zaptiyeleri ile köye ulaştı. Hırsla Mihrali’nin bulunduğu odaya girdi. Olayı yatıştırmak isteyen Mihrali kardeşi Ali’yi azarlıyordu. Bundan cesaret alan kaymakam bu kez kim olduğunu bilmediği Mihrali’ye döndü.
“Sen kimsin? Neden ayağa kalkmadın? Kalk ayağa” diye Mihrali’ye bağırdı. Bu kez Mihrali sinirlenmişti.
"Sen kim oluyorsun da bana ‘ayağa kalk’ diyorsun? Seni kalaycı çırağı seni!..." diye karşılık verdi.
 Kaymakamı kamçılayarak odadan kovdu. Kaymakam bu olayı vali Reşit Paşa'ya "Seni kalaycı, beni de çırağın yaptı" anlattı. Buna fazlasıyla içerleyen vali, durumu Sultan Abdülhamit'e bildirdi. Sultan da; "Bir adamı bana çok mu gördünüz? O, benim yularsız aslanımdır." diye Mihrali Beye arka çıktı. Böylece Mihrali ile valinin arası iyice açılmış oldu.
Mihrali ile Vali'nin arasının açılmasına, başka bir olay daha neden olmuştu: Bir at yarışına, Mihrali'nin Karakütük adlı atı da katılmıştı. Yalnız bu atın bir özelliği vardı; silah atılmadan, silah sesi duymadan iyi koşmuyordu. Vali, bunu bildiği için silah atılmasını yasakladı.. İki kesimin de anlaşması üzerine yarış başladı. Karakütük sürekli geride kalıyordu. Kuşkayası Köyü'nden Karapapak Çopur Ali, buna dayanamadı.. "Mihrali'nin atı olsun da geride kalsın bu ne demektir?" diyerek silahını ateşledi. Sonuçta Karakütük birinci oldu. Vali, bunu Mihrali'nin planı olarak algıladı.
Bu sıralarda, Yemen bitip tükenmeyen ayaklanmalardan biri daha baş göstermişti. Özellikle İngilizlerin kışkırtmasıyla Osmanlılara sık sık isyan bayrağı açan Araplar, gün geçtikçe işi azıtmışlardı. Mihrali'yi çekemeyen Vali Reşit Paşa; "Bu isyanı bastırsa bastırsa, Mihrali bastırır." diye Abdülhamit'e bilgi iletti. Niyeti, Mihrali belasından (!) kurtulmaktı. Padişahtan gelen haber; "Dilerse gider, dilerse gitmez. Ben, O'nu her şeyde serbest bıraktım" biçiminde oldu.
Durum Mihrali'ye bildirildiğinde; "Gitmem." demeyi yiğitliğine yediremeyerek hazırlıklığa başladı. Her gün adamlarına askeri eğ,t,m veriyor, onları savaşa hazırlıyordu. Bu uüraş yaklaşık bir ay kadar sürdü. Ardından atlısını toplayarak yola çıktı.
Adana'da büyük bir kalabalık Mihrali'yi karşıladı. "Oralar sıcaktır, sıcağına dayanamazsınız." diye vazgeçirmeye çalıştılarsa da. Mihrali, geri dönmeyi gururuna yediremiyordu.
Yazgıya teslim olurcasına yola çıkıp bir süre sonra Yemen'e ulaştı. Yanındaki kardeşi bu sırada yüzbaşı rütbesiyle yanındaydı.
Mersin limanında Ahmet Fevzi Paşa güçleri ile birlikte bir vapura binerek denize açıldı.  İleri yaşına karşın dönülmez bir yolda ilerliyordu.
Yemen’de kendi savaş taktiğini uyguluyor, ordu birliklerinden bağımsız savaşı yeğliyordu. Birçok yerde uyguladığı yöntemlerle asiler sinmiş, kabuğuna çekilmişlerdi. Önceden aldığı bilgelerle asilerin yerlerini belirliyor, baskınlarla yuvalarını temizliyordu.
Atlıları ile bir geçittn geçerken pusu kuran asi  Arapların baskını a uğradı. Atılılar iki yandan kıstırılmıştı. Bu durumu gören Ali Bey üç teneke kurşun ile gelip boğazı tuttu. Arkadaşlarına “Siz buradan uzaklaşın, ben bunları oylar sonra size yetişirim” dedi. Siperden Araplar üzerine ateş yağdırmaya başladı. Mihrali Bey milisleri uzaklaşırken, Ali Bey bütün asileri öldürmüştü.
Ne var ki, ayaklanma bir türlü bastırılamıyordu. Yemen yıllardı Anadolu çocuklarına mezar olmuştu.
Asi Araplar Aden yöresindeki korunaklı Şehriye kalesinde yuvalanmışlardı. Mihrali Beye göre ayaklanmayı ancak bu kalenin alınması ile ezilebilirdi. Ama komutan Ahmet Fevzi Paşa bunu olanaksız görüyordu. Zaten açık ve yorgunluk askeri güçsüz düşürmüştü. Asker meyve bahçelerindeki meyvelerle karnını doyurmaya çalışıyordu. İstanbul’dan geleceği söylenen destek güçler bir türlü ortalarda gözükmüyordu.
Bu arada İmam İdris de Tayif’te ayaklanma başlatmıştı. Ahmet Fevzi Paşa, bu ayaklanmayı bastırmak için Mihrali Beyi oraya yollamak istiyordu. Oysa İmam Yahya imparatorluk askerlerinin başına bela olmuştu. Arap asiler bir keçi gibi kayaların başında rahat dolaşıyorlar, askerlerimize kurşun ve taş yağdırıyorlardı. Sarp kayalıkları ile ünlü Uş, gidenin dönmediği şehirdi. Yedi kapısı olduğu söylenen başkent Sana isyancıları cirit attığı bir yer konumundaydı.  
Mihrali Beyin asıl amacı ise İmam Yahya ayaklanmasını ezmekti. Ancak buna ne olanak, ne de güç vardı. İstanbul’dan geleceği söylenen destek güçleri bir türlü ortalarda gözükmüyordu.
Görüş ayrılığı nedeniyle, Mihrali Bey Şehriye kalesini kuşatamadı. Kendi atlıları ile bağımsız hareket etmeye başladı. Yemen içlerine doğru daldı. Önüne çıkan asi Arapları biçiyor, ya da esir alıyordu. Bu arada geçmişte bir yara almış, ama önemsememişti. Aldığı o yara sıcak iklimde, giderek azıyor, güçsüz düşürüyordu. Hastalanmış, ateşler içinde kıvranmaya başlamıştı. Kardeşi Ali Bey ile akrabası Yüzbaşı Ahmet Ağayı yanına çağırdı.. Son dileğini söylercesine düşüncelerini özetledi:
“Beni iyi dinleyin, bana bir şey olursa hemen atlıyı toplayıp memlekete döneceksiniz. Bir dakika burada durup eğlenmeyeceksiniz. Bana söz verin”
Kimsenin baş edemediği,  bir zamanlar eşkıya iken sonradan büyük bir vatansever olup vatanına hizmetler yapan bu destan kahramanı Mihrali, Yemen'in sıcağına dayanamayıp, hastalanıp orada öldü (1906). Atlılarından çoğu da telef oldu. Ancak, üç-beş kişi geriye sağ dönebildi. Bunlardan biri de Kuşkayası Köyü'nden Tavşankuloğlu Hüseyin'di. Mihrali'nin kardeşi Ali Bey ise Yemen dönüşü gemide zehirlenerek öldürülmüştü. Bir söylentiye göre, Sivas'taki Karapapakların lideri olmak için Ali Bey'i, Tavşankuloğlu Hüseyin öldürmüştü. Mihrali Bey'in oğlu Rüştü Bey ise 1932'de öldü.
Mihrali Bey için pek çok destan yazıldı, türkü söylendi. Ama bunlar içinde en ünlüsü bu acıyı yansıtan “Mihrali Bey İndi mola” dizesi ile başlayan uzun hava ile söylenen destan oldu.

93 Kars Kavgaları Türküsü

Gümrü'den yürüdü şapkalı Kazak
Kars içinde eser bir acı sazak
Kaptan Paşa diyer: Devranı bozak
Gel beri gel beri bizim Osmanlı
Kavga koptu Kars'ın başı dumanlı

Yaktı gülşen yurdu zâlim saldadı
Loris de zulmedip verdi berbadı
Ardahan kan ağlar gözler imdadı
Gel beri gel beri bizim Osmanlı
Kavga koptu Kars'ın başı dumanlı

Mihrali Paşa da çok mertlik etti
Mansur'un evini yıktı dağıttı
Hacı Veli'nin de toyunu tuttu
Gel beri gel beri bizim Osmanlı
Kavga koptu Kars'ın başı dumanlı

Muhtar Paşa aldı Gazi şanını
Çevirdi Moskoflar çevre yanını
Yahnılar koparttı Nuh tufanını
Gel beri gel beri bizim Osmanlı
Kavga koptu Kars'ın başı dumanlı

Mihrali Bey

Ben gidiyom Rüştü Bey'im ağlama
Köz koyup da ciğerimi dağlama
Alay gitti beni burda eğleme
  Yemen'e de benim ağam Yemen'e
  Erdi m'ola Mihrali Bey Yemen'e

  Kurdu m'ola çadırları çimene
  Oğul köz düştüğü yeri yakar kime ne
  Oğul dert benim değil mi vallah kime ne

Ben gidiyom Rüştü Bey'im sana bir nişan
Susuzluktan alayları perişan
Hiç iflah olur mu Yemen'e düşen
  Bağlantı

Mihrali'yi sorarsan ezelden yaslı
Çifte al kılıcın uçları paslı
Ta ezel ezelden yaslıyım yaslı
  Bağlantı

Mihrali'yi sokaklarda tuttular
Ağamı da bir kurşuna sattılar
Mihrali'yi Yemen'e de attılar
  Bağlantı

Mihrali Bey Hamidiye alayı
Düşmanlar çıkardı türlü belayı
Nedir Ali Bey'im bunun kolayı
  Bağlantı

Devlete bağlıdır şu senin başın
Cihanda aransa bulunmaz eşin
Elliyle altmışa yakındır yaşın
  Bağlantı
Kum tepesi oldu görünmez otlar
Açlıktan ölüyor küheylan atlar
Kardaş şehit düştü nice yiğitler
Arap atlar geldi, bağlanmak ister
Kömüşlerim geldi yağlanmak ister
Rüştü Bey büyüdü evlenmek ister

Yemen'e de benim ağam Yemen'e
Erdi m'ola Mihrali Bey Yemen'e

23 Eylül 2017 Cumartesi

Ruhunu Kaybeden Muharrem Orucu

İnanç ve ibadetin birey ve toplum yaşamında önemli işlevi vardır. Öncelikle toplumda bir kimlik oluştururlar. Bireyi toplumla bütünleşmesine neden olurlar. Toplum kimliğine renk kazandırırlar. İnanç evresinde oluşan davranış bireyin yaşam biçimine yansır. Bu bakımdan Alevi kimliğinde ibadet kurallarının ve inanç dizgesinin önemli bir yeri vardır. Üstlenilmiş acı olaylara travmalara dayanan bastırılmış bir kimliktir Alevi kimliği. Bunların başında Kerbela olayı gelir. Kerbela olayı gerçek anlamda bir üstlenilmiş travmadır. Daha sonraki tarihlerde yaşanacak bütün acı olaylar, kıyımlar, kırımlar onunla örülerek ilerler Alevi toplum yapısında. 
Bu bakımdan bir Muharrem orucu,  Ramazan orucundan kesin çizgilerle ayrılır. Ramazan orucu dinsel bir yaptırım konumundadır. Bir Müslümanın yapması gereken beş başat görevden biridir. Oruç tutabilecek konumda bir inanan için bundan kaçış bulunmaz. Tanrı için ödenmesi gereken bir borçtur.
Ramazan orucunun bu yapısın oruç ayını şenlikli bir törene dönüşmesine olanak sağlamıştır. Ramazan eğlenceleri, akşam söyleşileri, ramazan kasideleri, sofra kasideleri bu doğal yapının ürünleridir.
Çağın değişimi ile Ramazan ayı algısında da değişimlere neden olmuştur. Tek boyutlu kukla oyunları, basit güldürüler yerini daha etkin eğlencelere bırakmıştır. İftar sofraları daha genişlemiş, bütün çevreyi kuşatacak boyuta ulaşmıştır. İftar sofrasına değişik inançlardan oruç tutmayanlar da çağrılmaya başlanmıştır. (kimi değişimleri Ramazan açısından da sakıncalı bulsam da bu konuda bir görüş bildirme yetkisini kendimde bulmuyorum.) Ramazan açısından bunda bir sakınca bulunmaz. 
Öncelikler vurgulamak gerekir ki, Muharrem orucu, inanç anlayışı bakımından bir borç, bir yaptırım değil; bir acıyı yaşama olayıdır, hüzne ortak olmadır. Yüzyılların acılarını yıkımları ruhunda duymadır. Oruç sürecinde eğlenceli konulardan kaçınılır. Gülünmez. Yaşama derinden duyulan bir hüzün egemendir. Bir anlamda bireyin yaşamla hesaplaşması, kendisi ile yüzleşmesidir. Oruç açmada da bu hüzün egemendir. Oruç aile içi bireyler arasında açılır, komşu, konuk çağırma geleneği bulunmaz.  Garip bir suçluluk duygusu sarar ruhları.  Derinlerde biriken tortular, Kerbela olayı ile bütünleşir. Yalnız bırakılmışlık duygusunu kişi Kerbela ile bütünleştirerek yaşar. İftar sofrası uzun sürmez. Sofrada, gereksiz, boş sözlerden kaçınılır. Sofra bismillah ile açılır, sofra gülbengi, ya da “Tanrı katında kabul olsun” yalın dileği ile kapanır. Alevi kültürü içinde doğan bir birey, bu yaşantıyı anadili öğrenir gibi öğrenir ve bu ruhu paylaşmak için oruç tutar.
Genel çizgileri ile budur Muharrem orucunun özellikleri.
Ne var ki, medya destekli gösterişli Ramazan törenleri, Muharrem orucunu da kuşatmış, olumsuz yönde etkilemeye başlamıştır. İftar sofrasının televizyon kanalı ile verilmesi, kanallara çıkan dedelerin ruhu yansıtmayan tavırları, işlevsiz deyişler, bağlama gösterileri inancın ruhunu bozacak nitelikler sergilemektedir. İnanç önderi geçinen kişilerin gösterişli sunumları inanç temeline zarar verecek niteliktedir. Alevilere yakın ya da doğrudan Alevi kanallarının bunları vermesi, birtakım iyi niyetli belediyelerin toplu iftar sofraları düzenlemesi Alevi kimliğinin tanınması açısından yararlı, ama inancın özüne zarar vermesi açısından sakıncalı bir durumdur. Unutulmaması gerek olay şudur: İnanç törenleri bir şölen, bir gösteri değil, ruhunda duyma olayıdır. Alevilik, Sünnilikle yarışa girercesine ona özenirken ruhunu kaybetmektedir ve bu durum orucun da inancın da özüne zarar verecek boyuttadır.
 k boyuttadır. 

18 Eylül 2017 Pazartesi

10. KIBATEK Şöleninden Esintiler



Onuncu yılını kutlayan, Kıbatek örgütü pek tanınmıyor. Genel anlamda Türk dil ve kültürünü araştıran bir kurum KIBATEK. Adı bir kısaltmaya dayanıyor. Kıbrıs, Balkanlar ve Avrasya Türk kültürünü araştırma örgütü adının kısaltması. On yıl önce Kıbrıs Türk Cumhuriyeti eğitim bakan yardımcısı İsmail Bozkurt kurmuş. Aralıksız her yıl bir ülkede gerçekleştirdiği etkinliklerle günümüze gelmiş. Bu yılki etkinliğini, Romanya'nın başkenti Bükreş’te gerşekleştirdi.26-30 nisan günlerine sığan toplantı yoğun izlencesi ve titiz bilimsel bildirileri ile kültür tarihimizde iz bırakan etkinliklerden biri oldu.
Azerbaycan’dan, Macaristan'a, Kırım'dan Kıbrıs'a, Türkiye'den Belçika'ya pek çok bilimadamı, şair ve yazarın katıldığı konukları, Romanya Türk Tatar Müslümanları, tarihsel Türk konukseverliği ile kucakladı. Bu yılkı toplantının ev sahipliğini, Romanya Tatarları üstlenmişti. Kıyasettin Uteu, Kıbatekin Romanya temsilcisi olarak, sorumluydu. Romanya parlamentosundaki Türk milletvekili Necat SALİ ve Tatar örgütlerinin desteği ile konuklar ile soydaşlar arasında canlı bağlantılar kuruldu.
Üç gün süren bilimsel konuşmaları, Tatar Türkleri yoğun ilgiyle izledi. En az otuz bildiri sunuldu. Daha sonra Köstence'de yapılan şiir akşamında ise Türk soylu halkların şiirlerinden örnekler sunuldu.
Sempozyum bildirileri ayrı bir değerlendirme konusu. Yakından yayınlanacak bu bildirileri ben bir yana bırakacağım. 'Yediğin içtiğin senin olsun, ne gördüğünü bize anlat' atasözüne uyarak, Romanya izlenimlerimi yazacağım.
Romanya ve Romanya Türkleri ülkemizde pek bilinmez. Osmanlı Devletinden koptuktan sonra, Romanya ile Türkler arasında keskin ilişkiler yaşanmamış. Genellikle pek bilinmez Romanya. Oysa çok yönden ilgi çekici bir ülke. Her şeyden önce geçmişin eski döneminden beri Türklerin uğrak yeri olmasıyla, belli bir Türk azınlığın hemen her dönemde Romanya topraklarında yaşamasıyla, Türkiye'ye hem yakın, hem uzak bir ülke. İstanbul-Bükreş arasının bir saatlik bir uçak yolu uzaklığında olması, birden şaşırdı beni. Yıllardır, gidemediğim, ülke benim bilincimde Çin kadar uzaktı. Oysa zaman zaman bizim balıkçıların kıyı sularına girip yakalandıkları bir ülke.
Komünist dönemde Türk azınlığa en çok hoşgörü gösteren ülkelerden biri. Şimdilere ise bu daha fazla.
26 Nisan 2004
Bükreş'teyiz. Saat 10.10. Güneşli, ılık bir hava. hava alanı önünde sigara tüttürüyorum. Bükreş havaalanında yoğun hava trafiği yok. Toplantıya katılacak arkadaşlar bir bir gümrüğü geçip dışarı çıkıyorlar. Tatar dostlar bizi bekliyorlar. Otobüse binip şehri bolu boyunca geçip Capitol otele geliyoruz. Çantalar otele yerleşiyor ve yeniden bir yolculuk başlıyor. Romanya Türk tatar Birliği evine geçiyoruz. Koca bir bir salon içinde, gıri boyalı eski bir yapı. Ev sahipleri, bahçede toplanmışlar, konukları bekliyorlar. Roman'ya da 35-40 bin arasında Tatar var. Bu dernek Tatar derneği. Bahçede oturanlar arasında tanıdık bir ad var. Bu Dış İşleri bakanı Abdullah Gül'ün kardeşi.İş bağlantısı için Bükreş'e gelmiş.
Biraz sonra iç salona geçip Tatar bayanların yaptığı yemeklerle donanmış, açık sofradan yemekler seçeceğiz. Tatar böreği ve öbür soğuk yemekler, salatalar. Yemek sonrasında içeridekiler kandilerine tanıtacak. Birinci günün karşılama izlencesi böylece sona eriyor.

27 Nisan
Yorgun günün mutlu akşamında yazıyorum. Dolu dolu bildiriler sunuludu. İkinci sırada benim bildirimin yer alıyordu. "Türk Edebiyatında Evrrensellik". Kısa bir zaman dilimde özetliyorum. Ardından Konuşan Kurtuluş Kayalı'nın bildirisi, bemim bildiri ile kimileyin örtüşen, kimileyin çatışan bir içerikte. Genelge ikimizin bildiri bir bütünlük sunuyor. Üçüncü bidiri Cengiz Ertem'in bildirsi "Modernizm Çevresinde Türk Romanı " başlıklı. İlgi çekici bir değerlendirme. Zaliha Güneş: Peyami Safa'nın Attila Romanındaki gerçek kişileri değerlendiriyor.

28 Nisan
16.30'da Çauseşku'nun sarayında, yazmayı ve yaşamayı sürdürüyorum.  Türk, milletvekili Necat Sali'nin desteği ile sarayın kapıları bize açıldı. Çausesku'nun saray olarak düşünüp yaptırdığı dev oylumdaki yapı günümüzde Romanya parlamento'su. Dünya'da Pentagondan sonra ikinci sırada en büyük devlet evi. Bize izin verilen, zemin ve birinci katın tümünü gezdik. Tüm yapı üçü altta olmak üzere 13 kattan oluşuyor.
Öğle yemeğini, bu dev sarayda, Çauseskunun kabul odasında yedik. Yine Tatar dostların ev yemekleri. Kabul salonunda Çauşeskunun giriş kapısı bilinçli olarak küçük yapılmış. Kısa boylu küçük cüsseli olduğu için, televizyon çekimlerinde, öbür kapılarda olduğu gibi dev kapıda küçücük görünmek istememiş. Şu an, sarayın bilardo salonunda notlar alıyorum. Hemen yandaki salonda bildiriler sunuluyor. Bükreş'in büyük bir bölümü sil baştan, yeniden yapılmış. Çauşenku, kentin % 30'unun yıkılmasını buyurmuş. Kentin bu bölümü tümden boşaltılıp yerle bir edilmiş. 1984-85 yıllarında yıkımına başlanıp Çauşesku'dan sonra bitirilen, yeni Bükreş'in öyküsü bu.
19 yy'da yaygın Rokoko ve yeni sitil ile yapılan kent, kılı kılına düşünülmiş bir simetri içeriyor. Aynı simetrik düzenini sarayda da göreceğiz. Sarayın 1. katındaki balkondan şehri izlerken, konuklardan bir "sanırım Çauşesku'da simeri hastalığı vardı" diye bu durumu vurguladı. Karşımızda Paris'in Şanzelizesini andıran 4.5 kmlik dev bulvar, yeni yapılan bölümü ikiye ayırıyor. "Komunizmin başarı Bulvarı" adı düşünülmüş. Günümüzde "Birlik Bulvarı" adını taşıyor. Bulunduğumuz saray, 19 m. yüksekliğinde bir tepe üzerine kondurulmuş. Kentin yenilenmesinde 29 kilise yıkılmış. Yalnız bir kilise 300 m. kaydırılarak kurtarılmış.
Sarayın dört yanını bakanlık yapıları, devlet kurumları çeviriyor. Tümü açık krem rengi ile pırıl pırıl. Hemen arkadaki bir dev yapı gösteriyor, Bükreş Bilimler akademisinde görevleri bir arkada:
"İşte bu yapı, Romen bilimler akademisi. Benim odam şu karşıda yer alıyor."
Akıl almaz, yeni kent dokusu, zamana ve uzama meydan oku gibi, görkemle önümüzde duruyor. İnsanın ölüme ve sonsuza bir direncinin anıtı sanki. Sarayı gezdiren kılavuz, tüm yapı düzenini uzay yolcularına yön gösterecek anıtlara benzetiyor. Gerçekten Mısır sfenkleri gibi bir görüntü sunuyor saray.
1984- 85'lerde yapımına başladılar diyorlar ya, pek sanmam. Türkiye'ye dönüşte, Nazım Hikmet'in şiirlerini karıştırdı. Ve bir şiirinde şöyle diyor Nazım:

Bükreş'te yeni evler gördüm.
Ebem kuşakları
Ve şafakta suydu evler.
Braşov'da çıktılar karşıma
dağlarla beraber.
Ve Karadeniz'de
mamaya'dan Mangalya'ya kadar
Fıskıyelerin sevinci evler
Rahatlığı ütülü, temiz çamaşırların.
Mimarlar sağolun.
Sözüm 57'den sonrakilere.

Sanırım, yalnız sarayın yapımı 1984'e dayanıyor. Kentin yeni bölümü ise daha eskilere iniyor.
Henüz yapımı sürüyor sarayın. Onu uzaktan kuşatan bakanlık yapılarının 4500 odası bulunduğu söyleniyor. Saray milimetrik çizim içindeki dev bir meydanın ortasında ye alıyor. Kmlerce uzayan yollar sarayı kente bağlıyor.
Sarayın bilimler akademisine bakan kapısındaki merdiven başında bol bol toplu fotoğraflar çektirerek içeri giriyoruz. Dev mermer sütunlar üstünde ayakta duran ve insana ürperti veren yapının avlusunda toplanıyoruz. Önce zemin katı turlayacağız. Saray, yer yer eski bir kiliseyi andırıyor. Bu görüntüsü nedeniyle, Kosta Gavras'ın son filmlerinden birine ev sahipşiği yapmış. Yahudi kıyımına, katolik kilisesinin işbirliği yaptığını vurgulayan "Modigan' filmini Gavras, Vatikan'da çekmek istemiş. Vatikan izin vermeyince burada çekmiş. Çevrim sırasında duvarlara çok güzel, dinsel tablolar çizilmiş. Tablolar yerli yerinde. Kiminde Meryyem Ana ağlıyor, kiminde İsa'yı kucağında taşıyor. Arka fonda başka renkli kişiler. Din bilince çizilen görüntü. Benzet benzetebildiğince...
Akademi'ye bakan kapıdan girince hemen solda, yuvarlak bir salon yer alıyor. Ortada en az 100 kişinin bulunabileceği bir yuvarlak masa duruyor. Çevresine sandalyeler dizilmiş. İnsan Hakları salonu burası. Eşitliği vurgulamak için bilinçli biçimde, yuvarlak salaon ve yuvarlak masa seçilmiş. Masanın boş olan orta bölümündeki yer cumhurbaşkanına ayrılmış. İnsan hakları salonu şimdilerde, NATO toplantılarında kullanılıyor.
30 salonlu, 49 asansörlü sarayda klima kullanılmamış. Çauşesku, kılima aracılığı ile zehirlenirim korkusu ile, böyle bir düzeneğe izin vermemiş. Abdülhamit'in elektirik vehimi gibi bir duygu olmalı. Sanki ölüme engel varmış gibi. Nitekim, 1989 yılının son günlerinde, bir gün halk ayaklanacak, yaşadığı eski kral sarayını kuşatacak, bunca emek verdiği yapıda bir gün bile yaşama olanağı bulamadan kendisini devirecektir.
O günleri sıcağı sıcağına yaşamıştım. Eşim ve oğlumla, araba ile yeni yılı dinlencesi nedeniyle Budapeşte'ye doğru yoldaydık. Önümüz sıra Alman Kızılhaç konvoyu ilerliyordu ve Alman radyosundan sürekli haberleri dinliyorduk.
Eşi ile birlikte, helikopterle Bükreş'ten kaçarken, 100 km kuzey batıda indirilmişlerdi. Kurşuna dizilmeden önce eşi Elena yiğitçe yanıt vermişti:
"Bağışlanma dilemiyoruz!"
Bu olayı, Necat Sali'ye anımsatıyorum. Necati Sali şöyle yanıtlıyor.
"Malta buluşmasında, Amerika ile Rusya anlaşmıştı. Çauşesku'ya çekilmesini önerildi. Orduya ve partiye güvenerek Çauşesku direneceğini sanıp bu isteği geri çevirdi. Bunun üzerine Transilvanya'daki Macar azınlık ayaklandı. Kimileri bir papaz ayaklandırdı dedi, kimileri de CIA'ya yükledi. Eylemin nasıl başladığı pek bilinmiyor. Ardından ayaklanma Bükreş’e sıçradı. Saray kuşatıldı. Ordu ve polis yan değiştirdi. En yakınları, savunma bakanı ve öbür yüksek yetkililer, canlarını kurtarmak için Çauşesku'yu ele verdiler. Sözgelimi Çauşesku'nun bindiği helikopterin yerini savunma bakanından başka kimse bilmiyordu. O, Çauşeskuyu ele verip canını kurtardı. Romen halkı böyledir. Öylesine dirençli değildir. 'Gelen ağam, giden paşam' der. Güçlünün yanında yer alır. Halkını tanımama Çauşeskunun sonunu getirdi."
Sarayın merkezinde yer alan salon, Romen Halk meclisi. 18 Azınlık ve Romen çoğunluğun temsil edildiği parlemento çok renkli insan görüntüsünü sunuyor. Transilvanya, Moldavya, Erdel gibi bölge adlarından oluşan bir eyaletler, halklar meclisi gibi. hemen her azınlığa, sosyalist dönemde de belirli haklar tanınmış. Her dönemde ana dillerini kullanma, öz kültürlerini işleme, dinsel inançlarını sürdürme olanağı bulmuşlar.
Bu azınlık haklarından en çok zarar görenler ise Macarlar. 1. Dünya savaşı sonrasında, 3 milyonluk macar kitle Romanya sınırları içinde kalmış. Tüm dönemlerde eritme politikası uygulanmış. Günümüzde 20 milyonluk Romanya'da 1.5 milyonluk sayısı ile yine korkulan bir azınlık. Ülke kültürüne renk kattığı söylenen öbür azınlıklara gösterilen hoşgörü onlardan biraz esirgeniyor. Her an kopacak tehlikeli bir azınlık olarak algılanıyor.
Oysa 70 bin kişilik Türk Tatar azınlık, korunmaya alınmış bir biblo gibi. Ülke insan bileşimine renk katan sevimli bir topluluk olarak görülüyor. İçe dönük yaşamları, müzikleri, dinleri dilleri ile yaşamalı isteniyor. Ayrıca devlet politikası, Türkiye ile ve Türklerle barışık. Bu durum Çauşesku döneminde de böyle olmuş. Rus jeopolitik baskısına karşı, Marksizmi en katı biçimde uygulayarak direnmişler. Rus baskısı yerine, Türk dostluğunu seçmişler. Sözgelimi, birçok Doğu blok ülkesinde Türkoloji bölümü açılmazken, bunlar açmışlar. Türk azınlığa dil, din yasağı konurken, Romenler Türk kültürüne destek olmuşlar. 1990'dan sonra Türk-Tatar azınlık dış dünya ile bağlantı kurma olanağını elde etmiş. Türkiye'den giden birçok işveren işyerleri açmış. Şimdi, 30 bin kişilik yeni göçmen de bu sayıya katılmış durumda. Bükreş, Köstence'de üst üste işyerleri açıyorlar. Çoğunun ailesi Türkiye'de. Sık sık Türkiye'ye geliyorlar. Romanya'daki Türk- Tatar azınlıkla pek kaynaştıkları yok. Romanya'da oturup Türkiye'de yaşıyorlar. Romanya Türkleri ise Romanya'da yaşayıp Türkçe düş görüyorlar! İşte aradaki ayrım.
Bükreş'te karşılaştığım Gaziantepli birine soruyorum. Yedi yıldır mobilye dükkanı işlettiğini ve ailesinin Türkiyede olduğunu söylüyor.
"Çocukların eğitimi yüzünden getiremiyorum. Fethullah'ın okullarında öğrenci başına ayda  $. 2.000. alıyorlar. İki çocuğum var. Nasıl öderim bu parayı" diyor.
Günümüzde parlemetoda üç Türk milletvekili var. Bunların bir Tatar-Türk, ikincisi Oğuz Türk kontenjanından girmiş. Üçüncüsü Sosyal demokrat parti üzerinden.
Müslüman Türk Tatar Türkleri Demokrat  Birliğinin iki gazetesi var. Biri aylık: Karadeniz. Aylık çıkıyor, Romence, Türkçe, Tatarca yazılarla donanmış.
Gazetenin ilkesi Gaspıralı İsmail Bey'in ünlü özdeyişi: "Dilde, fikirde, işte birlik".
8 sayfalık gazete haber yorum ve edebiyat içerikli. Ayrıca iki sayfalık "Kadınlar Dünyası" eki var. Elimde tuttuğum son sayıda örnek analarımız, Dobruca Efsaneleri, adetlerimiz, Mecidiye Kadın kolu raporu gibi yazılar yer alıyor. Küçük dünyasında küçük insanların mutluluk tabloları.
Romanya'da bulunduğumuz sürece hemen her gittiğimiz yerde şiir kitapları uzatılıyor. Küçük olanaklarla basılmış, sevecen emek ürünleri bunlar. Çoğu Kırım/ Dobruca Tatar dilinde. Ne çok seviyoruz şiiri! Bir batılı türkoloğun söylediği bir özdeyiş geliyor aklıma: On sekizine gelip de şiir yazmamış bir Türkle karşılaşamazsınız.
Romanya Tatarlarının Kırım ile kanbağı var.
Eski dönemlerde beri, Dobruca Kırım Türklerinin sığınma alanı olmuş. Kırım'da baskı gören Türkler soluğu Romanya'daki soydaşlarının yanında almışlar. Özellikle 1945'ten sonra çok sayıda Kırım Tatarları gizlice Romanya'ya kaçmış. Romanya'da kimliğini gizleyerek yaşamını sürdürmüş.
Mecidiye Mezarlığıda Kırm'ın ünlü şairi Mehmet Niyazi yatıyor. Mezar taşında "Kırım Tatar Halk Şairi MEHMET NİYAZİ (1878-1931) yazılı. Mezarı Dobruca Türklerinin ünlü dergisi EMEL'in girişimi ile  Cafer Seyit Kırımer yaptırmış. Mezar üstünde ise bir dörtlük yer alıyor:
Yolcu, taptap geçme; tokta tüşün mında bir ölü yatmaz
Yeşil yurtka şavle saçkan kuyaş saklanıp tura
Niyazi dep keçip ketme, aga tarih kün kesmiy
Cav cüregin kaltıratı, o bir attay bir Çorabatır

Ve bir Kırm haritası ile tamamlanmış mezar taşı.
Mecidi'ye Türk Tatar mezarlığında, Genç Türklerin tarihinde önemli yeri olan biri daha yatıyor. İbrahim TEMO. İttihat ve Terakki'nin kurucusu Dr. İbrahim Temo'yu, Türk tarihi ile ilgilenen hemen herkesin bildiği bir kişilik. Arnavut kökenli Dr. Temo, Osmanlı'nın batış yıllarında devleti kurtarmak için, yakın tarihimizin ünlü örgütünü kurmuş. Osmanlı Devleti dağıldıktan sonra, ülkenin parçalarından en dinginini seçip yerleşmiş. Şimdi serin Mecidie mezarlığında ağaçlar arasında ebedi dinlenmesini sürdürüyor. İki Temo daha yatıyor yanında. Üç Temo'nun mezar taşları şöyle: Dr. İbrahim Temo (1865-1945), eşi Nafize Temo (1882-1962), oğlu Dr. Naim Temo (1911-1992). Günümüzde kimse yaşamıyor Temo ailesinden.
Mecidiye, Bükreş-Köstence yolu üstünde 40 bin kişinin yaşadığı yerleşim birimi. Yaşayanları % 70'i Türk. "Tatar Birliği Mecidiye Merkezi" adlı bir örgütleri var. Romen devlet desteği alınmış bir yapıda işlevini sürdürüyor örgüt.
Köstence'ye uzanan yol boyu, serpiştirilmiş Türk-Tatar köylerini geçiyoruz. Hasansı, Nurbat, Tepreş köyleri bunlar.
Otobüste Tatar ev sahipleri bize eşlik ediyorlar. Ev sahipleri arasında şen şakrak bir Tatar ana var: Ceverkan Ahmet. Ceverkan Hanım, Bükreş Türkleri arasında Şeker Hanım adı ile anılıyor. Şeker Hanım bol bol Tatar türküleri söylüyor, anılar anlatıyor, çevre hakkında bilgiler veriyor, içki içiyor ve dolu dolu kahkahalar atıyor. Kendisine şeker sanını kayınanası vermiş. Gerçekten adına uygun şeker gibi bir Tatar ana. Köstence'ye 30 km uzaklıkta Menlibay köyünde doğmuş. Kırım Akçamescit'ten gelen bir ailenin kızı. Öğretmenlik mesleğini seçip bu işten emekli olmuş. İki yıl önce eşi ölmüş. Ailesi Alakapı köyünde yaşıyor. Eskilerde 90 ailenin yaşadığı köyde şimdi 19 ev kalmış.
Yol boyu uzanan yeşil alanları gösteriyor Şeker Hanım. "Gençliğimizde buaralarda piknik yapardık. Aileler at arabaları ile topluca gelirlerdi.Gençler oyunlar opynarlardı. Birbirini sevip kaçarlardı" diye anlatıyor.
Otoyol kıyısını şimdi yalnızca araba gürültüleri dolduruyor. Ağaçlar gençlerin şarkı ve sevdalarının özlemi içinde esiyorlar.
Erdel eyaleti, 360 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmış. 1812 Bükreş Antlaşması ile Beserabya Rus egemenliğine geçmiş. Sınır Tuna'ya dayanmış. Bükreş Antlaşması Bükreş'te pek seyrek olarak bulunan Osmanlı yapılarından birinde HANUL MANUC'da onaylanmış. Hanul Manuc "Manuk'un Hanı" anlamına geliyor. Bu yapıyı Osmanlı yurttaşı Musevi Manuk Bey, görkemli bir han olarak kondurmuş.Bükreş ortalarında yer alan bu güzel yapı günümüzde turistik lokanta, el işleri satılan bir çarşı konumunda.
Kıbrıslı konuklardan Sevil Emirzade ile hanı gezip görüntüler alıyoruz. Osmanlı döneminde kullanılan eski bir at arabası bir kıyıda duruyor.
Türkiye'de gördüğümüz tarihsel hanların yapıçizimi ile büyük benzerlik gösteriyor hanın görünümü. Yalnız bir küçük ayrım var. Romenler bu tarihsel yapıyı bizden çok daha iyi koruyup donatmışlar!
Bir de Osmanlı döneminden kalma cami varmış. 1953 yılında sözkonusu camide Nazım Hikmet, bir kadir gecesi derin yurt özlemleri içinde dinsel dinletiyi izlemiş.
Antlaşma gereği, Osmanlılar Bükreş'e pek el atmamışlar. Türk-Tatar kültürü Köstence'de yoğunlaşmış.
Köstence -son on yıllık turistik yapılaşma dışında- eski dokusunu korumuş. İki katlı evler çoğunluğu oluşturuyor. Bir de cami var: Karol Camisi. Romen kıralı 1. Karol'un akçal desteği ile 1910-12 yıllarında yapılmış. Romen yapıçizimci, cami çizimini Mısır'daki bir camiden almış. Genişliğine oranla yüksekliği çok daha fazla. Biraz kilise çizimini anımsatıyor. Cami hemen her dönemde işlevini sürdürmüş. Günümüzde de dinevi olarak kullanılıyor.
Başka ulusların bize gösterdikleri hoşgörüleri saygı ile anıyoruz. Ama biz, başka inançtan kişilere aynı hoşgörüyü göstermeye neden yanaşmıyoruz diye bir duygu geçiyor içimden. Hadi başka uluslar bir yana, kendi ulusumuzdan insanları bize benzetmek için niye böylesine çaba gösteriyoruz?
Nitekim camiyi gezdikten biraz sonra, Köstence Türk-Tatar birliğinde olacağız. Sorunlar konuşulup durum değerlendirmesi yapılırken, genç bir Macar Türkolog Sandor Szatmar Romanya'da açılan Fetullah Hoca okullarının işlevine değiniyor ve şöyle bir soru yöneltiyor:
"Tatarlara Türkiye Türkçesi öğreterek onları kendi kimliklerinden uzaklaştırıyorsunuz. Türk halkının çokrenkliliğini ortadan kaldırıyorsunuz. Bu uygulama ile ne yapmayı amaçlıyorsunuz?"
Genç meslektaşı ben yanıtlıyorum:
"Hayır, bizim amacımız eritme politikası değil. Tatar, Tatar kaldığı; Gagavuz Hıristiyan olarak kaldığı sürece güzeldir. Ne Tatarca'nın, ne de öbür Türklerin dillerini unutturma niyetindeyiz. Türkiye Türkçesi yalnız ortak iletişim dili olabilir. Ayrıca bizim de öbür Türklerin dillerini öğrenmemiz gerekir."
Evet, ne yapmak istiyoruz?
Devlet politikası mı yapılanlar, yoksa bireysel bir dinadamının çabası mı, bilmiyorum. Ama benim politikam değil.
İki saat sonra öğle yemeğini Mecidi'yede Mustafa Kemal İlahiyat Lisesi yemek salonunda yiyeceğiz.
İslamı yayma izlencesi doludizgin sürüyor. Türk-İslam sentezi politikası en kıyı yerlere dek burnunu sokmuş. Kimi yerde de Atatürk görüntüsünün gölgesine sığınarak.
Nerede kalmıştık? Köstence’deki Karoli Camisine gösterilen hoşgörü getirdi biz buraya. Ama henüz bitmedi cami üzerine söyleyeceklerimiz. Caminin bir kıyısında dürülü dev bir halı duruyor. 400 kg ağırlığında, 6oo m2lik bu el işi halıyı 1870-1880 lerde Osmanlı sultanı günümüzde Bulgar sınırları içinde bulunan Adakale camisine bağışlamış. 1910'larda camiye bir top düşmesi sonucu halının ortası tahrip olmuş. Sonra yeniden onarılmış. 1968'de cami ile birlikte Adakale baraj yapımı nedeniyle sular altında kalacağı için, halı Köstence camisine hediye edilmiş. Şimdi 150 yıllık bu mahzun halı Nazım'ın Vera'nın Uykusu şiirinde olduğu gibi, yummuş nakışlarını uyuyor.
Ve Köstence kıyılarında kat kat oteller yükselmeye başlamış. Kısa süre sonra buralar da bizim kıyılara dönecek anlaşılan.
2004 ilkyazında benim görüntülediğim Romanya bu. Benden sonra görüntüleyeceklere selam!
17. 05.04, Antalya