Yayında Olan Eserlerim

8 Aralık 2017 Cuma

Osmanlı'da Olmayan Halifelik

Her İnanç dizgesi, dünyayı kendine özgü kurallarla yönetmeye yönelik ideoloji sayılır. İlkelerinin kutsal ve değişmez olduğu varsayımına dayanır. Bunları sonsuza dek yaşatmak ve uygulamak isterler. Bu bakımdan hemen hiç bir din, dünyayı yanız İslam’da değil, başka dinlerde de benzer izleyiciler halifeler vardır. İnanç uygulamasını biçimlendirirken, dünya işlerini de yönlendirirler. Bu yüzden din kurucularının ardından izleyicileri sitemi sürdürmek isterler. Yaklaşık bütün dinlerde durum aynıdır. Yalnız Hint kültüründe din ile politika birbirinden belirgin biçimde ayrıdır.
Din kurucusunun buyruklarını yorumlayan ve uygulayan ardıllar İslamda «halife», Hıristiyanlıkta, «havari» ve sonradan papa olarak ortaya çıkarlar
Hıristiyanlıkta Papalıkta örgütlenen kurum İslamda halifelik biçiminde gözükür. Ama bunların kurumlaşması başka biçimlerde olur.
Batıda önce papa ortaya çıkar, daha sonra devletten ayrı birçok kilise var olur. Bu Tanrı-Sezar ayrışmasını doğurur ve iki başlı bir güç odağı ortaya çıkarır. Otoritenin bu biçimde ikiye bölünmesi özgür düşüncesinin gelişmesine büyük katkısı olur. Dinsel anlayış ve siyasal iktidar açısından uygarlıklar şöyle bir görüntü sunarlar:
Batı kültüründe Tanrı ile Sezar iki karşıt güçtür. İslam’da Tanrı, Sezar’dır. Çin ve Japonya’da Sezar Tanrıdır. Ortodokslukta Tanrı Sezar'ın ikinci dereceden akrabasıdır.[1]
İslam inancı kişinin salt ölümden sonraki yaşamını yönlendirmekle kalmaz. Yaşamda da bir yönetim biçimi ge­tirir. Peygamber, din ve devlet işlerinin başıdır. Baş imamdır, devlet başkanıdır, hükumet başkanıdır, başkomutandır. Onun ölümünden sonra aynı göreve seçilenlere "izleyenler" anla­mında halife adı verilir. İlk dört halife, seçimle iş başına gelir­ler. Ali döneminde halifelik İslam üzerindeki toptancı gü­cünü yitirir. İkilikler başlar. Muaviye ve adamları Ali'yi halife olarak tanımazlar.
Emeviler ise seçim yöntemini bı­rakır, saltanata dönüştürürler. Halifelik tümüyle siyasal iktidar olarak ortaya çıkar ve sonrasında iktidarların oyuncağı konumuna gelir. Şiiler hiçbir  zaman halifelik kurumunu içine sindirmemiştir. Ali'de sonra tümden halifeliğe karşı konum alır. Asya'da yer alan İslam devletleri de hiçbir zaman kendileri üzerinde bir güç görmek istemez. Böylece Halifelik Hıristiyanlıktaki  gibi bir dinsel otorite kurumu olmaz.
Abbasiler döneminde de aynı yöntem sürer. Hulagu'nun Bağdat'ı alması ile, Abbasi saltanatı yıkılır. Abbasi soyundan olduğunu söyleyen biri kaçıp Mısır Türk kölemen sultanlığına sığınır. Kölemen sultanlığı, değişik siyasal amaçlarla, iki buçuk yüzyıla yakın halifeliği yapıla­rında korurlar. 
Halifeliği en uzun süre elinde tuttuğu söylenen Osmanlıda halifeliğin alınışı ve uygulanışı da çelişkili bilgilere dayanır. Osmanlı’ya Halifeliğin geçişi üzerine şöyle bir öykü anlatılır:
Hülagu Han Bağdat’ı alması üzerine Abbasi halifeleri soyundan olduğu söylenen biri Mısır'daki Kölemen oğullarının yanına sığınır. Kölemenler, bu sandan yararlanma düşüncesi ile yönetim yanında tutarlar. Böylece Kölemen devleti yıkılncaya kadar iki buçuk yüzyıl Kahire’de işlevsiz gölge konumunda bir halife bulunur. Yavuz Selim, Mısır’ı aldığında bu soydan gelen yirminci kişi olan  el-Mütevekkil Allah gölge konumda görevini sürdürür. Zaferden sonra halife, Yavuz'un katına gelip elini öper. Halifeliği teslim eder. Sultanlığının yanında ikinci bir erk istemeyen Sultan, halifeliği de üstlenir. Muhammet'in sancağı ve hır­kası İstanbul'a gönderilir. Yavuz Selim Mısır'da altı ay kalır. Ülkenin geleceğini planlar. Sonra bin deve yükü altın ve gümüşle İstanbul'a döner. Ayasofya camisinde büyük bir törenle Halife olur.
Anlatılan öykü budur, ama öykü baştan sona uydurmadır. Gerçekte böyle bir olay yaşanmamıştır.
Osmanlı Hükümetinin bu iddiasına karşın, 16. Yüzyıl Mısır kaynaklarından en küçük belge bulunmaz. Dönemin Osmanlı tarihlerinde de böylesine önemli bir olay hakkında tek satır geçmez. Zaten çağın öbür İslam ülkesi İmparatoru bu sanı kendi için düşünür. Hindistan’daki Babür hatta Yemen İmamı’nın da içinde bulunduğu birçok müslüman hükümdar halife olmak ister. Selim döneminde Osmanlı yönetimi Hicaz’ifeliğin hiçbir işlevi bulunmaz. Kanuni döneminde, Hicaz Osmanlı egemenliğine girdikten sonra göreceli bir önemi olabilir.[2]
Osmanlı sultanları Halifelik kurumuna çok sonraları sarılırlar. Osmanlıda Halifenin İslam dünyasının dinsel öncüsü olduğu düşüncesi ancak çöküş döneminde  akla gelir. İlk kez Küçük Kaynarca antlaşmasında (1774) Kırım Müslümanları dolayısı ile akla gelir. Bu antlaşma görüşmelerinde Rusya, Osmanlı Devletini birkaç yıl sonra kendi ülkesine katacağı Kırım’ın bağımsızlığını tanımaya zorlar. Sultan Kırım Tatarları üzerindeki siyasal egemenliğinden vazgeçecek ama Sultan, Halife olarak Kırım Tatarlarının dinsel liderliğini sürdürecektir. Buna karşılık Ruslara da Osmanlı İmparatorluğundaki Ortodoksların ruhani liderliği tanınır. Osmanlı sultanı, yenilginin onur kırıklılığını kurtarma düşüncesi ile Rusya’nın kendine sunduğu bu yemi yutar. Bu olaya bir tarihsel belge ve öykü gerekir. Belge dizip öyküyü uyduracak kişi de bulunur.
Bu, İsveç büyükelçiliğinde görevli Türk Ermenisi İgnatus Mouradgea’dır. Mouradgea, 1788’de Baron d’Ohsson adını kullanarak halifeliğin Osmanlı’ya geçiş öyküsünü uydurma bir belge ile ortaya atar. Bütün tarih kitaplarına girecek Halifelik öyküsünün aslı astarı budur.[3]
Öykünün bu dönemde ortaya atılması, Osmanlı’nın siyasal egemenlik yerine dinsel egemenliği ön plana çekmesi isteğinden kaynaklanır.
Antlaşmada yer alan bu başlık sonraki dönemlerde İmparatorluk içlerinde çıkan olaylara sık sık Rus müdahalesine neden olur. Sözde Müslümanların koruyucusu Osmanlı sultanı Halifenin Çarın egemen olduğu ülkelerde müdahale girişimi ise hiç gerçekleşmez. Rusya böyle bir girişime izin vermez. Halife Sultanın Osmanlı ülkesi dışındaki ülkelerde kalan Müslümanların ruhani lideeliği ve koruyuculuğu durumu ise tümüyle havada kalır.  
Sonuçta Halifelik savı Osmanlının İmparatorluğunu son çırpınışıdır. 93 harbinden sonra, II. Abdülhamit, dünyadaki İslam ülkelerini Hırıstiyanlığa karşı birleştirme düşüncesi ile Hilafet kurumunu canlandırıp, tümislamcı (panislamist) bir politika izlemeye yönelirHiç inandırıcılığı olmayan bu girişim ne güvenilir bir kuramcısı, ne de kitle desteği bulur.
Halifeliği yeniden canlandırma savı ile İslam yenilikçiliğine soyunan kişilerin en ünlüsü Cemallettin Efendi, kökende Fars olmasına karşın, Şii olduğunu gizlemek için İstanbul’da Afgani adını kullanır. Her gittiği ülkede ayrı bir ülkeden olduğunu söyleyerek ayrı kimlik sergileyen tutarsız, ağzıkalabalık adamdır. Kendisini şişirenlerin «atılgan, sokulgan, son derece geçimsiz ve iddiacı, büyük fikirler ve davalar peşinde koşan biri» olarak tanımlamalarına[4] karşın ne düzenli bir bilgi birikimi, ne de kuramı vardır. Ama Abdülhamit’e dalkavukluk ederek ondan bol keseden ihsanlar koparmayı bilir. Mithat Paşa ve Süleyman Paşanın küçük çıkarlar uğruna devletlerine ihanet ettiklerini, ancak «adalet verici el» tarafından layık olduklarını yazar.  Bu yağlar sonrasında Abdülhamit onu sarayın konuk konaklarından birine yerleştirir. Kendisine, hizmetçi ar, araba verir, aylık bağlar.
Cemalettin Afgani’ye katılan birtakım ne idüğü belirsiz sözde Osmanlı aydını dinde yenilik yapacaklar ve İslam ülkelerini tümislamcılık denen Ümmet düşüncesinde birleştirerek kurtaracaklardır.
Ortaya sürülen panislamcı görüşün özü şudur: Hilafet, salt ruhani bir egemenlik değil, aynı zamanda siyasal bir egemenlik, İslama özgü bir devlet biçimidir. Bütün Müslümanlar, ülke, dil, renk, ırk ayrımı üstünde, yalnız bir inanç kardeşi değil, bir millettir. İslamların çağdaş bir varlık haline gelebilmeleri, ancak dine bağlı bir birlik olmalarına, eski uygarlıklarını diriltmelerine bağlıdır.
Bu ilkeler dayanan ümmet anlayışı Türk kimliğini eritmesine karşın, Osmanlı Devleti gerçek anlamda bir Şeriat devleti de sayılmaz. Batı ile iç içe yaşamanın sonucu sürekli yasal düzenlemeler yapılır. Padişahlık hemen hep önde gelen etkin güçtür. Padişah gerekli gördüğünde şeyhülislamdan istediği yönde fetva alamada sıkıntı çekmez. Sonuçta şeyhülislam onun bir memurudur.
Devlet dini konumundaki Sünnilik ise Hırıstiyanlıktaki gibi reform yaşamamış, katı dogmalarla topluma ve devlete egemen olmuştur. Teokrasi kimi zaman Padişahı da baskısı altına alabilmiştir. Pek çok yeniliğin ülkeye zamanında girememesi, düşünce özgürlüğünün ve insan yaratıcılığının gelişmemesi. Hepsi bir yana devleti ve ülkeyi savunacak çağcıl bir ordunun kurulmasının önünde bir engel olarak kalmıştır. Söz gelimi 1782’de I. Abdülhamit orduya yeni bir çekidüzen vermek istediğinde karşısında Şeriat mantığını bulmuştur. Bütün Şark ülkelerinde olduğu gibi, yobaz softalar ve cahil vezirler. “İslam askeri, nizam denilen şiddetle kullanılamaz. Gavurlar düzenli ordu askerlerini piçhanelerde yetiştirirler, biz piç asker istemeyiz” diye karşı çıkmışlardır.
II. Mahmut yeni düzen asker oluşturmak istediğinde yine softa yobazları karşısında bulmuştur. Saçlı Şeyh denen bir serseri, Padişah köprüden geçerken ona “Gavur Padişah!” diye haykırabilmiş, yeni asker kurduğu için padişaha ağzına geleni söyleyebilmiştir.






[1] Samuel Huntington, Medeniyetler Çatışması, Okuyan Us y., İstanbul 2008, s.93.
[2] Kemal H. Karpat, İslam’ın Siyasallaşması, Bilgi Üni. İstanbul 2005, s. 446-447.
[3] Bernard Lewis, İslamın Siyasal Söylemi, İstanbul 1992, s. 60-61.
[4] Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Bilgi y., Ankara 1973, s. 211.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder