Her İnanç dizgesi, dünyayı kendine özgü kurallarla
yönetmeye yönelik ideoloji sayılır. İlkelerinin kutsal ve değişmez olduğu
varsayımına dayanır. Bunları sonsuza dek yaşatmak ve uygulamak isterler. Bu
bakımdan hemen hiç bir din, dünyayı yanız İslam’da değil, başka dinlerde de
benzer izleyiciler halifeler vardır. İnanç uygulamasını biçimlendirirken, dünya
işlerini de yönlendirirler. Bu yüzden din kurucularının ardından izleyicileri
sitemi sürdürmek isterler. Yaklaşık bütün dinlerde durum aynıdır. Yalnız Hint
kültüründe din ile politika birbirinden belirgin biçimde ayrıdır.
Din kurucusunun
buyruklarını yorumlayan ve uygulayan ardıllar İslamda «halife»,
Hıristiyanlıkta, «havari» ve sonradan papa olarak ortaya çıkarlar
Hıristiyanlıkta
Papalıkta örgütlenen kurum İslamda halifelik biçiminde gözükür. Ama bunların
kurumlaşması başka biçimlerde olur.
Batıda önce
papa ortaya çıkar, daha sonra devletten ayrı birçok kilise var olur. Bu Tanrı-Sezar
ayrışmasını doğurur ve iki başlı bir güç odağı ortaya çıkarır. Otoritenin bu
biçimde ikiye bölünmesi özgür düşüncesinin gelişmesine büyük katkısı olur.
Dinsel anlayış ve siyasal iktidar açısından uygarlıklar şöyle bir görüntü
sunarlar:
Batı
kültüründe Tanrı ile Sezar iki karşıt güçtür. İslam’da Tanrı, Sezar’dır. Çin ve
Japonya’da Sezar Tanrıdır. Ortodokslukta Tanrı Sezar'ın ikinci dereceden
akrabasıdır.[1]
İslam inancı kişinin salt ölümden sonraki yaşamını
yönlendirmekle kalmaz. Yaşamda da bir yönetim biçimi getirir. Peygamber, din
ve devlet işlerinin başıdır. Baş imamdır, devlet başkanıdır, hükumet
başkanıdır, başkomutandır. Onun ölümünden sonra aynı göreve seçilenlere
"izleyenler" anlamında halife adı verilir. İlk dört halife, seçimle
iş başına gelirler. Ali döneminde halifelik İslam üzerindeki toptancı gücünü
yitirir. İkilikler başlar. Muaviye ve adamları Ali'yi halife olarak tanımazlar.
Emeviler ise seçim yöntemini bırakır, saltanata dönüştürürler. Halifelik tümüyle siyasal iktidar olarak ortaya çıkar ve sonrasında iktidarların oyuncağı konumuna gelir. Şiiler hiçbir zaman halifelik kurumunu içine sindirmemiştir. Ali'de sonra tümden halifeliğe karşı konum alır. Asya'da yer alan İslam devletleri de hiçbir zaman kendileri üzerinde bir güç görmek istemez. Böylece Halifelik Hıristiyanlıktaki gibi bir dinsel otorite kurumu olmaz.
Abbasiler döneminde de aynı yöntem sürer. Hulagu'nun Bağdat'ı alması ile, Abbasi saltanatı yıkılır. Abbasi soyundan olduğunu söyleyen biri kaçıp Mısır Türk kölemen sultanlığına sığınır. Kölemen sultanlığı, değişik siyasal amaçlarla, iki buçuk yüzyıla yakın halifeliği yapılarında korurlar.
Emeviler ise seçim yöntemini bırakır, saltanata dönüştürürler. Halifelik tümüyle siyasal iktidar olarak ortaya çıkar ve sonrasında iktidarların oyuncağı konumuna gelir. Şiiler hiçbir zaman halifelik kurumunu içine sindirmemiştir. Ali'de sonra tümden halifeliğe karşı konum alır. Asya'da yer alan İslam devletleri de hiçbir zaman kendileri üzerinde bir güç görmek istemez. Böylece Halifelik Hıristiyanlıktaki gibi bir dinsel otorite kurumu olmaz.
Abbasiler döneminde de aynı yöntem sürer. Hulagu'nun Bağdat'ı alması ile, Abbasi saltanatı yıkılır. Abbasi soyundan olduğunu söyleyen biri kaçıp Mısır Türk kölemen sultanlığına sığınır. Kölemen sultanlığı, değişik siyasal amaçlarla, iki buçuk yüzyıla yakın halifeliği yapılarında korurlar.
Halifeliği en
uzun süre elinde tuttuğu söylenen Osmanlıda halifeliğin alınışı ve uygulanışı
da çelişkili bilgilere dayanır. Osmanlı’ya Halifeliğin geçişi üzerine şöyle bir
öykü anlatılır:
Hülagu Han Bağdat’ı alması üzerine Abbasi halifeleri soyundan olduğu
söylenen biri Mısır'daki Kölemen oğullarının yanına sığınır. Kölemenler, bu
sandan yararlanma düşüncesi ile yönetim yanında tutarlar. Böylece Kölemen
devleti yıkılncaya kadar iki buçuk yüzyıl Kahire’de işlevsiz gölge konumunda
bir halife bulunur. Yavuz Selim, Mısır’ı aldığında bu soydan gelen yirminci
kişi olan el-Mütevekkil Allah gölge
konumda görevini sürdürür. Zaferden sonra halife, Yavuz'un katına gelip elini
öper. Halifeliği teslim eder. Sultanlığının yanında ikinci bir erk istemeyen
Sultan, halifeliği de üstlenir. Muhammet'in sancağı ve hırkası İstanbul'a
gönderilir. Yavuz Selim Mısır'da altı ay kalır. Ülkenin geleceğini planlar.
Sonra bin deve yükü altın ve gümüşle İstanbul'a döner. Ayasofya camisinde büyük
bir törenle Halife olur.
Anlatılan öykü budur, ama öykü baştan sona uydurmadır. Gerçekte böyle
bir olay yaşanmamıştır.
Osmanlı Hükümetinin bu iddiasına karşın, 16. Yüzyıl Mısır kaynaklarından en küçük belge bulunmaz. Dönemin Osmanlı
tarihlerinde de böylesine önemli bir olay hakkında tek satır geçmez. Zaten
çağın öbür İslam ülkesi İmparatoru bu sanı kendi için düşünür. Hindistan’daki
Babür hatta Yemen İmamı’nın da içinde bulunduğu birçok müslüman hükümdar halife
olmak ister. Selim döneminde Osmanlı yönetimi Hicaz’ifeliğin hiçbir işlevi
bulunmaz. Kanuni döneminde, Hicaz Osmanlı egemenliğine girdikten sonra göreceli
bir önemi olabilir.[2]
Osmanlı sultanları Halifelik
kurumuna çok sonraları sarılırlar. Osmanlıda Halifenin
İslam dünyasının dinsel öncüsü olduğu düşüncesi ancak çöküş döneminde akla gelir. İlk kez Küçük Kaynarca
antlaşmasında (1774) Kırım Müslümanları dolayısı ile akla gelir. Bu antlaşma
görüşmelerinde Rusya, Osmanlı Devletini birkaç yıl sonra kendi ülkesine
katacağı Kırım’ın bağımsızlığını tanımaya zorlar. Sultan Kırım Tatarları üzerindeki siyasal egemenliğinden vazgeçecek
ama Sultan, Halife olarak Kırım Tatarlarının dinsel liderliğini sürdürecektir. Buna
karşılık Ruslara da Osmanlı İmparatorluğundaki Ortodoksların ruhani liderliği
tanınır. Osmanlı sultanı, yenilginin onur
kırıklılığını kurtarma düşüncesi ile Rusya’nın kendine sunduğu bu yemi yutar. Bu
olaya bir tarihsel belge ve öykü gerekir. Belge dizip öyküyü uyduracak kişi de bulunur.
Bu, İsveç büyükelçiliğinde
görevli Türk Ermenisi İgnatus Mouradgea’dır. Mouradgea, 1788’de Baron
d’Ohsson adını kullanarak halifeliğin Osmanlı’ya geçiş öyküsünü uydurma bir
belge ile ortaya atar. Bütün tarih kitaplarına girecek Halifelik öyküsünün aslı
astarı budur.[3]
Öykünün bu dönemde ortaya
atılması, Osmanlı’nın siyasal egemenlik yerine dinsel egemenliği ön plana
çekmesi isteğinden kaynaklanır.
Antlaşmada yer alan bu başlık sonraki
dönemlerde İmparatorluk içlerinde çıkan olaylara sık sık Rus müdahalesine neden
olur. Sözde Müslümanların koruyucusu Osmanlı sultanı Halifenin Çarın egemen
olduğu ülkelerde müdahale girişimi ise hiç gerçekleşmez. Rusya böyle bir
girişime izin vermez. Halife Sultanın Osmanlı ülkesi dışındaki ülkelerde kalan
Müslümanların ruhani lideeliği ve koruyuculuğu durumu ise tümüyle havada kalır.
Sonuçta Halifelik savı
Osmanlının İmparatorluğunu son çırpınışıdır. 93 harbinden sonra, II. Abdülhamit, dünyadaki İslam ülkelerini
Hırıstiyanlığa karşı birleştirme düşüncesi ile Hilafet kurumunu canlandırıp,
tümislamcı (panislamist) bir politika izlemeye yönelir. Hiç inandırıcılığı olmayan bu girişim ne güvenilir bir kuramcısı, ne de
kitle desteği bulur.
Halifeliği yeniden canlandırma savı ile İslam yenilikçiliğine soyunan kişilerin en ünlüsü Cemallettin Efendi, kökende Fars olmasına karşın, Şii olduğunu gizlemek için İstanbul’da Afgani adını kullanır. Her gittiği ülkede ayrı bir ülkeden olduğunu söyleyerek ayrı kimlik sergileyen tutarsız, ağzıkalabalık adamdır. Kendisini şişirenlerin «atılgan, sokulgan, son derece geçimsiz ve iddiacı, büyük fikirler ve davalar peşinde koşan biri» olarak tanımlamalarına[4] karşın ne düzenli bir bilgi birikimi, ne de kuramı vardır. Ama Abdülhamit’e dalkavukluk ederek ondan bol keseden ihsanlar koparmayı bilir. Mithat Paşa ve Süleyman Paşanın küçük çıkarlar uğruna devletlerine ihanet ettiklerini, ancak «adalet verici el» tarafından layık olduklarını yazar. Bu yağlar sonrasında Abdülhamit onu sarayın konuk konaklarından birine yerleştirir. Kendisine, hizmetçi ar, araba verir, aylık bağlar.
Halifeliği yeniden canlandırma savı ile İslam yenilikçiliğine soyunan kişilerin en ünlüsü Cemallettin Efendi, kökende Fars olmasına karşın, Şii olduğunu gizlemek için İstanbul’da Afgani adını kullanır. Her gittiği ülkede ayrı bir ülkeden olduğunu söyleyerek ayrı kimlik sergileyen tutarsız, ağzıkalabalık adamdır. Kendisini şişirenlerin «atılgan, sokulgan, son derece geçimsiz ve iddiacı, büyük fikirler ve davalar peşinde koşan biri» olarak tanımlamalarına[4] karşın ne düzenli bir bilgi birikimi, ne de kuramı vardır. Ama Abdülhamit’e dalkavukluk ederek ondan bol keseden ihsanlar koparmayı bilir. Mithat Paşa ve Süleyman Paşanın küçük çıkarlar uğruna devletlerine ihanet ettiklerini, ancak «adalet verici el» tarafından layık olduklarını yazar. Bu yağlar sonrasında Abdülhamit onu sarayın konuk konaklarından birine yerleştirir. Kendisine, hizmetçi ar, araba verir, aylık bağlar.
Cemalettin Afgani’ye katılan
birtakım ne idüğü belirsiz sözde Osmanlı aydını dinde yenilik yapacaklar ve
İslam ülkelerini tümislamcılık denen Ümmet düşüncesinde birleştirerek
kurtaracaklardır.
Ortaya sürülen panislamcı
görüşün özü şudur: Hilafet, salt ruhani bir egemenlik değil, aynı zamanda
siyasal bir egemenlik, İslama özgü bir devlet biçimidir. Bütün Müslümanlar,
ülke, dil, renk, ırk ayrımı üstünde, yalnız bir inanç kardeşi değil, bir
millettir. İslamların çağdaş bir varlık haline gelebilmeleri, ancak dine bağlı
bir birlik olmalarına, eski uygarlıklarını diriltmelerine bağlıdır.
Bu ilkeler dayanan ümmet
anlayışı Türk kimliğini eritmesine karşın, Osmanlı Devleti gerçek anlamda bir
Şeriat devleti de sayılmaz. Batı ile iç içe yaşamanın sonucu sürekli yasal
düzenlemeler yapılır. Padişahlık hemen hep önde gelen
etkin güçtür. Padişah gerekli gördüğünde şeyhülislamdan istediği yönde fetva
alamada sıkıntı çekmez. Sonuçta şeyhülislam onun bir memurudur.
Devlet dini konumundaki
Sünnilik ise Hırıstiyanlıktaki gibi reform yaşamamış, katı dogmalarla topluma
ve devlete egemen olmuştur. Teokrasi kimi zaman Padişahı da baskısı altına
alabilmiştir. Pek çok yeniliğin ülkeye zamanında girememesi, düşünce özgürlüğünün
ve insan yaratıcılığının gelişmemesi. Hepsi bir yana devleti ve ülkeyi
savunacak çağcıl bir ordunun kurulmasının önünde bir engel olarak kalmıştır.
Söz gelimi 1782’de I. Abdülhamit orduya yeni bir çekidüzen vermek istediğinde
karşısında Şeriat mantığını bulmuştur. Bütün Şark ülkelerinde olduğu gibi,
yobaz softalar ve cahil vezirler. “İslam askeri, nizam denilen şiddetle
kullanılamaz. Gavurlar düzenli ordu askerlerini piçhanelerde yetiştirirler, biz
piç asker istemeyiz” diye karşı çıkmışlardır.
II. Mahmut yeni düzen asker
oluşturmak istediğinde yine softa yobazları karşısında bulmuştur. Saçlı Şeyh
denen bir serseri, Padişah köprüden geçerken ona “Gavur Padişah!” diye
haykırabilmiş, yeni asker kurduğu için padişaha ağzına geleni söyleyebilmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder