Düşler, Özlemler...
Düşler
köyün ufuklarını aşmayacak ölçüde küçük, özlemler bunlarla sınırlıydı. Değerinin ayrımında
olmayan küçük insanlar büyük düşler görecek düzeyde değillerdi. Küçük
dünyalarında küçük düşler ve özlemler içinde yalın bir yaşam sürüp gidiyordu.
Köyün ufuklarını aşmayan düşleri seyrek olarak zorlayıp dünyaya açılma cesareti
gösterenler çıkıyordu.
Bunlardan biri uzun süren askerliğini Suriye’de
yapan Hasan Kahyaydı.
Bu 1919 güzünde Sivas’ta Mustafa Kemal Paşa’dan
izin alarak köydeki işine gücüne dönmüş yalın köy yaşamını sürüyordu. İleri
yaşında duvar dibi söyleşilerini sürdüryor, zengin yaşam deneyimini keskin
zekası ile cilalayarak dinleyenleri büyülüyor, konuştuğu
ortamı neşeye boğuyordu. Her söyleşisinde dinleyenlere yeni ufuklar açıyor,
gülmekten halkı kırıp geçiriyordu.
Bir gün yakın bir köyde konuk
iken, evi korucular bastı. Daha sonra Tekel adını alacak inhisar idaresi yasası
nedeniyle, kimsenin İnhisar malları dışında sigara kullanması, rakı çıkarması
yasaktı. Basılan evde kaçak rakı yakalandı. Ev sahibinin belli bir para ceza
ödemesi gerkiyordu. Ev sahibi kendini kurtarmak için suçu konuğun üzerine atmak
istedi.
"Bu rakılar işte bu adamın. Benim bunlarla
bir ilgim yok" diyerek Hasan kâhyayı gösterdi.
Hasan Kâhya, anında
karşılığı verdi:
"Rakı benimse ev de
benimdir. Evi satın, cezasını alın."
Hasan Kahyanın bu türden
bilgelikleri anlatılmakla bitmezdi. Bir gün Hasan Kahya evinde dinlenirken
içeriye üç yeniyetme girip oturdu. Amaçları Hasan Kahyayı konuşturup biraz
alaya almak, gülmekti. Olayı kavrayan Hasan Kaya sessizce oturmasını
sürdürüyordu. Bu durumdan sıkılan gençlerden biri söz açmak istedi:
"Hasan amca anlatsana"
diye üsteledi
"Ne anlatayım oğul,
üçünüzün toplam yaşı yirmi beş. Bu, benim üçte bir yaşım eder. Ben sizinle ne
konuşayım?”
Hasan Kahya’nın Mustafa Kemal Paşanın Sivas’ta
hizmetini görüp ayrılmasının ardından yıllar geçmişti. Köydeki evinde giderek
yetişen oğlunu evlendirdi, torunlarını yetiştirmeye koyuldu. Kardeşi ile
birlikte kalabalık bir aile ortamında topluca yaşıyorlardı. Hasan Kahya’nın yaşı
ilerlemiş köy işlerine gücü yetmez olmuştu. Geniş aile ortamında varlığı yük
olmaya başlamıştı. Birkaç kuşak önce yerleşik yaşama geçen köy halkı arasında
göçebe dönemi yaşamının izleri sürer gibiydi. “Yaşlıyı ölüme bırakma” geleneği
biçim değiştirmiş, kalabalık ailelerde yaşlılar itilip kakılan kişiler durumuna
gelmişlerdi. Sözlerine önem verilmiyor, ötelenip gidiyorlardı. Yılların Hasan Kahya’sı
da bu durumlara düşmenin üzüntüsünü yaşıyordu. Bir gün çocukları ile kavga
edince yıllar önce Mustafa Kemal Paşa’nın kendisine söylediği sözler aklına
geldi.
“Hasan Ede, ben Ankara’da hükümet kuracağım. O
zaman çık benim yanıma gel!”
Atatürk’ün yanına gitmek üzere köyden çıktı, 4-5 km uzaklıktaki karayoluna
ulaştı. Günde bir iki aracın geçtiği karayolunda kendini Sivas’a ulaştıracak
bir araç beklemeye koyuldu. Ne var ki, ne bir kamyon, ne külüstür bir otobüs
geçiyordu. Akşam olunca yeniden Mamaş’a dönüp kimse ile yüzgöz olmak istemedi.
Karayolunun kıyısındaki Örencik köyüne gitti. Bir gece orada konaklayıp ertesi
gün yeniden araç bekleyecekti. Hemen herkesin birbirini tanıyıp bildiği kırsal
ortamda Örencikliler Hasan Kahya’nın bu yolculuğunun nedenini öğrenmek istedi.
Hasan Kahya tüm içtenliği ile yolculuğunun nedenini anlattı. Gazi Paşa’yı
tanıyordu ve onun kendisine sözü vardı. Yanına gidip yine kapısını
bekleyecekti.
Anlatılanlar Örencikliler için inanılır şey
değildi. Gazi Paşa kimdi, Hasan Kahya kimdi?
Onlara Gazi Paşa’nın kendisine hediye ettiği
kemerden söz etti. Kemer şu an üzerindeydi ve Paşa’nın yanına vardığında
kemerini geri verecekti. Kemeri onlara gösterdi.
Kemeri görünce köylülerin bilincinde şimşek çaktı.
Anlatılanlar doğruydu. Kemerin kocaman sarı bir tokası vardı. Bu kemer altından
yapılmış olmalıydı. Ne yapıp yapmalı kemeri ele geçirmeliydi. Ama Mustafa Kemal
Paşanın yanına gidecek adamın kemeri nasıl alınırdı ki? Hasan Kahyaya yatak
serilip uykuya yollanırken Örencikliler karmaşık duygular içinde evlerine
dağıldı,
Ertesi sabah Mamaş’a Hasan Kahya’nın öldü haberi
ulaştı. Ölüsü, Örencik yakınlarında bir tarlada bulunmuştu. Olaya bir kaza süsü
verilip üstü kapatıldı.
Ne var ki, kemeri satmak istediklerinde
Örenciklileri bir şok bekliyordu. Mustafa Kemal Paşanın hediye ettiği kemer
yalnızca deri kemerdi ve tokası da altın değil tunçtu.
Aynı günlerde köyden bir başka yaşlı köyün
sınırlarını aşma düşleri yaşıyordu. O da Mustafa Kemal Paşa ulaşıp sanatını
göstermek, kendini tanıtmak istiyordu. Bu özlemini öncelikle bir demesinde dile
getirdi:
Arzuhalim vardır sana
Şanlı Gazi Kemal Paşa
Bir ihsanın var mı bana
Şanlı Gâzi Kemal Paşa
Aşıklar dünyayı gezer
Bahriler ummanı yüzer
İsmet Paşa ile beraber
Şanlı Gâzi Kemal Paşa
Cumhur reisi oldun
Ankara’yı mekân kıldın
Gazim sen cihangir oldun
Şanlı Gâzi Kemal Paşa
Ankara’nın söğütleri
Çok bulunur yiğitleri
Ver millete öğütleri
Şanlı Gâzi Kemal Paşa
Şanlı ordumuz Ankara’da
Aşıklar hep bir sırada
Çol şükür erdik murada
Şanlı Gâzi Kemal Paşa
Baş muallim okur ferman
Muzaffer Bey derde derman
Mehmet Beye canlar kurban
Şanlı Gâzi Kemal Paşa
İstanbul Edirne bizim
Tayyareler dizim dizim
Telli Halep’te kaldı gözüm
Şanlı Gâzi Kemal Paşa
Koç yiğitler Arap atlı
Dediğimiz hep kıymetli
Valimiz çok merhametli
Şanlı Gâzi Kemal Paşa
Kapımızın önü söğüt
Aşıklara bu bir öğüt
Verdiğimiz on kagıt
Şanlı Gâzi Kemal Paşa
Aşıklar imtihan oldu
Birincilik bende kaldı
Türkiye şerefin buldu
Şanlı Gâzi Kemal Paşa
Söyle sazım yavaş yavaş
Kızlar giyer kutnu kumaş
Köyümüzün adı Mamaş
Şanlı Gâzi Kemal Paşa
Tevellidim seksen sekiz
Yaşım oldu elli dokuz
Arzumanım bir çift öküz
Şanlı Gâzi Kemal Paşa
Halk şairleri bayramında birinciliği alan Aşık
Süleyman’nın Gazi Paşa’da dileği bir çift öküz oluyordu.
Oysa kendisi bir bağlama ustasıydı. "Fahri"
simgesi ile demeler söylüyor, ilçe büyüklerinin masalarını şenlendiriyordu.
Deli Derviş'ten sonra geleneksel bağlama çalma ustasıydı. Soyadı yasası
çıktığında "Fırtına" soyadını ona "Sen fırtına gibi saz
çalıyorsun. Senin soyadın "Fırtına" olsun" diyerek Kaymakam
vermişti.
Gerçekten fırtına gibi doludizgin çalardı Aşık
Süleyman. Otuzlu yıllarda ilçe büyüklerinin sofrasının eksiği çekilen
sazcısıydı. Kurt Veli, Vahap Bozkurt’larla (Suzânî, Revânî) ve oğlu Haydar'la
birlikte bu sofralarda saz döktürürdü.
1931 Sivas Halk Şairleri bayramında en özgün
bağlama ustası seçilmişti. Suzânî de çok iyi bağlama çalıyordu, ancak onun
bağlaması dönemine göre daha moderndi. Aşık Süleyman geleneksel bağlama
ustasıydı. Suzânî ve Revânî gibi, bağlamayı o da Aşık Hasan'dan öğrenmişti. Bağlamayı
ruhunda duyarak çalıyordu.
Otuzlu yılların ortalarında, Revânî ile Gürün'de
bir sazcı dükkânına girdiklerinde Revani bunun tanığı olmuştu. Aşık Süleyman, saçı
sakalı dağnık, kaba saba görünümlü pejmürde bir adamdı. Revânî bir bağlama
alacaktı. Sazcı üstü başı dağnık pek alıcıya da benzetemediği bu adamları
üstün körü selamlayıp kendi işine koyuldu. Revânî, duvarda asılı bağlamaları
tek tek gözden geçirdikten sonra bir bağlamayı gözü tuttu. Evirip çevirip biraz
daha baktı, bir denedi, ardından sazı arkadaşına uzattı:
“Aşık şu saza bir bak hele nasıl, alayım mı?”
Aşık Süleyman bağlamayı kucağına yerleştirirken
sazcı göz ucuyla pis pis baktı. Böylesine saçı başı dağnık birinin saza el
atması canını sıkımıştı. Ama ses çıkarmadı. Aşık Süleyman bir iki perdeyi
oynattı, tezeneyi eline aldı bağlamanın tellerine vurmaya başladı. Aşık
Süleyman elindeki bağlamayı çalmıyor; konuşturuyordu. Sazcı işinden başını
kaldırdı. Bağlamanın vuruşlarına kaptırmıştı kendini. Şaşkınlık, hayranlık, suçluluk
karışımı bir bakışlar arasında gözleri daldı. Aşık Süleyman durumun ayrımında
değildi. Her şeyi izleyen tek kişi Revânî'ydi. Sazcının gözleri süzüldü, elinden
keski düştü. Kendisini unutmuştu.
Deyişinde de söylediği gibi 1288’de Mamaş’ta doğmuştu.
Bu Miladi tarihe göre 1879-80 yılı oluyordu.
Sekiz-dokuz yaşlarında bağlama çalmaya ilgi
duymuş, Aşık Hasöğ’den bağlama çalmayı öğrenmeye başlamış, o yaşlarda başlayan
bu tutku bütün yaşamını doldurmuş, bir daha elinden bağlamayı bırakamaz olmuştu.
Bülbülleri imrendirecek ölçüde güçlü bir bağlama ustalığına ulaşmıştı.
Ezgisinin coşkusuna kaptırıp mızrabı ayak parmakları arasına sıkıştırıp bağlama
çaldığı anlatılırdı.
Bağlama ustası olarak Aşık Süleyman adı ile
anılıyordu, yazdığı demelerinde Fahri adını kullanıyordu. Bu demelerinde
güzeller, güzelliğe sevgilerini dile getiriyor, yaşadığı sıkıntıları
anlatıyordu. Mıstık adlı yoksul bir çobanın oğluydu. Çocuk ve ilk gençlik
yılları açlık ve sıkıntı içinde geçmişti. İster istemez bu sıkıntılar ruhunda
derin izler bırakmıştı. Söylediği demelerde bu gibi temaları işliyordu.
Sivas yöresinde düğünlerin ve eğlencelerin aranan
aşığıydı. Ünlü Mihrali Beyin oğlunun düğününde de çalgıcı olarak bulunup
yörenin varlıklı ağaları üzerinde büyük etki bıraktı. Düğünde konuk olarak
bulunan Geven, Deliktaş, Havuz ağaları ile Hekimhan Beyleri bu eğlence
sonrasında aşığa “Çok teşekkür ederiz bizi çok memnun etin diye duygularını
dile getirdiler. Aşık Süleyman “siz memnun oldunuz ama sorun bakalım ben memnun
oldum mu?” diye karşılık verdi. Ağaların o zaman aklına geldi. Mihrali Bey
“Aşık bahara sana bir tosun verim” diye söz verdi. Bahara değin köprülerin
altından çok sular akacağını bilen Aşık Süleyman “Bey peşin olsa da keçi olsa
olmaz mı” diye sordu. Bunun üzerine Mihrali Bey, aşığa iki keçi hediye etti.
1931 Sivas Halk Şairleri bayramında böyle bir
birikimle katıldı. Ardından kalacak tek görüntü de o bayramda alındı. Halk
Şairleri kitapçığında bir toplu görüntüde biri de bağlamasında kucağında iki
görüntüsü basıldı. Gününe göre yazdığı demeler ise unutulup gitti. Yalnızca iki
demesi kaldı.
Aşık Veysel’i Sivas halk şairleri bayramında
tanımıştı. O dönemde Veysel henüz deyiş söylemiyor, tekdüze bağlama vuruşları
ile aşıklık yapıyordu. Bağlama ustalığı Aşık Süleyman'la kıyaslanacak gibi
değildi. Otuzlu yılların sonralarına doğru, Aşık Süleyman, Aşık Veysel’in bir
plağı ile karşılaşınca şaşırdı. İlk tepkisi çok sert oldu:
“Kör Veysel plak çıkarmış, onun kaç paralık sazı
var ki plak çıkarıyor? Hele gideyim de görsünler saz nasıl çalınırmış.
İstanbul’a gidip plak çıkartacağım.”
Ne var ki bu son özlemini yerine getiremeden 1937
yılında öldü. Kulaklarda çınlayan bağlama sesi bir daha duyulmaz oldu. Yazıya
geçen iki demesi sonraki kuşaklara ulaşabildi. Halk şairleri bayramında Muzaffer
Sarızözen’in notaya aldığı “Zeynep’in Türküsü” belgeliğe girdi. Ne oğlu, ne de
torunları onun geleneğini sürüdürebildi. Oğlu Haydar ve torunu Ali klarnet
çalıyorlardı, ama Aşık Süleyman’ın yerini tutmak olanaksızdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder