Peygamber Geleneği
Doğunun en belirleyici doğa olaylarının başında hem
gezginlere, hem de sakinlerine yaptığı etkiyle çöl gelir. Çöl görünürdeki
aldatıcı sonsuzluğu, gündüzleri kendini yutan ışık denizi ve bütün bunlara
bağlı olarak içindeki hayatın bütününe yok olup gitmişlik görünümü veren o
gururlu dinginliğin ve ürpertici sezginliğiyle insanları derinlemesine
etkiler. İnsan bu kımıltısız sonsuzluğun içinde kendini hem küçüklük,
önemsizlik, hem de yücelik duygusuna kaptırır ve bütün bunların yaratıcısı
olarak tasarladığı varlığın karşısında temkinili olmaktan da öteye
denetleyemeyeceği bir ürküntü duyar. Bu duygu, hemen her adım başı karşısına
çıkan fanilik belirtileriyle daha da yoğunlaşır. Çölün her köşesinde,
sahipleri ya birbirleriyle dövüşmeleri ya da kum fırtınası, sağanak gibi
ansızın patlak vermiş doğal yıkımlar ya da belki, uçsuz bucaksız, tekdüze kum
ovalarında yollarını şaşırmaları sonucunda açlık ve susuzluktan ölmüş
hayvanların ve insanların kemikleriyle karşılaşılar.
İnsan üzerinde yaptığı etkiler
sonuçta yukardakinin aynı olmakla birlikte, gecenin çölde yol açtığı duygular
oldukça farklıdır. Apaydınlık bir ışık denizinden, kopkoyu bir karanlığa
birden bire, algılanabilecek bir ara aşamamasına meydan bırakmadan geçen çölde,
gece ansızın çöküverir. Zifiri karanlık göğün içinde ışıldayan gök cisimleri,
yeryüzünün aynı enlemdeki başka bölgelerinde eşi örneği görülmemiş bir
parlaklık saçarlar. Dünyanın aynı enlemdeki öteki bölgelerinde, Arabistan’ın
geniş ve kavrulan toprakları üzerine yayılmış saydam, berrak havadan eser
yoktur. Ve birden çöküveren geceyle yaşamaya başlar. Çölün her yanında
hayvanlar harekete geçer. Çeşitli ve çoğu tüyler ürpertici sesler çölün dört
bir yanından yankılanırken, havanın temizliği ve inceliği, uzaklıkları
neredeyse yokederek, bu sesleri daha yoğunlaştırır. Asabı bozulan,
huzursuzlaşmış, tedirgin ve ürkekleşmiş insanların iyice uyarılan hayal
güçlerinin, her yandan gecenin karanlık sessizliği içinde cirit atan,
insanların peşlerine takılıp onlara zarar veren gizli, esrarengiz ruhlar, hortlaklar
yaratmasına yardımcı olmasının şaşılacak bir yanı yoktur. Bu ortam yüzünden,
Arapların cinlere, perilere, hayaletlere inanma eğiliminin kökenleri çok uzak
geçmişlere dayanır. Bu cin ve periler Kur’an’da da yer alacaktır.
Hırıstiyanlığın kurucusu İsa’nın İncil’e oze Samilerin Şeytanını çölde görmüş
olması bu bakımdan oldukça ilginçtir.[1]
Arap toplum yapısı peygamber
yetiştirir. Muhammet’ten önce binlerce peygamberin çıkması bu toplum yapısının
bir özelliğidir. Devlet başkanları, yöneticiler, kendini zorla peygamber
saydıran açıkgözler toplumdaki bu eğilimin ürünleridir. Bu bakımdan Auguste
Bebel, Büyük din sistemlerinin Doğu’da ve hemen hemen aynı bölgelerde doğup
ortaya çıkmasına raslantı gözüyle bakmaz[2].
Bunu doğal koşullara bağlar. Bebel’de olduğu gibi kimi araştırmacılar, doğanın
bu konumunun insanda dinsel hayallere, coşku ve heyecanlara düşkünlüğe,
düşgücünü ve uyarılmış duyguları tatmine yönettiğine değinir. Bebel özellikle
çölün insanda yarattığı duyguları uzun uzun anlatır. Peygamber geleneğini,bir
yerde çölün bireyde yarattığı duygulardan kaynaklandığına bağlar.
Eski ve Orta Türkçede peygamber
sözünün karşığı yalavaç deyimidir.
Türkçe yalvarmak eyleminden türemiş sözcük, elçi anlamındadır.
Çeşitli kaynaklarada, Önaasya
toplumlarına gelen peygamber sayısı 124.000 ile 224.000 arasında değişir.
Bunların dördü “resul”, geriye kalanı “nebi”dir. Resul (elçi) deyimi, Tanrı’nın
ilahi ileti (vahiy) ile kendisine bir şeriat bildirip bu şeiratı insanlara
öğretmekle görevlendirdiği peygamberler dile getirir. Peygambere inanmak bu
nedenle, gerekli ve zorunludur. Çünkü Tanrı güvencesi altındadır. Peygamber
öbür insanlardan iki özelliği ile ayrılır: vahiy ve mucize. Böylece peygamber,
Tanrı’yla çok yakın ilişki kuran insandır.
Bilindiği gibi Muhammet’ten sonra
da birçok peygamber çıkmıştır. Bunların etkinlikleri ve yaşamları üzerine
yapılan araştırma “İslamdan Dönenler ve Yalancı Peygamberler” adını taşır.
Yazar araştırmanın girişinde yalancı peygamberle gerçek peygamberi
belirleyememe sıkıntısını çeker.[3]
Arap geleneğinde peygamberlerin
başka özellikleri de vardır. Önbiliciler ve peygamberler çok kez bir peçe taşırlar.[4]
Önbilicilikleri vardı. Güzel konuşurlar.
Muhammet’ten sonra Esved, Tuleyha,
Secah, Müseylime gibi peygamberler ortaya çıkar. Tümü önbilicidir. Kısa ve
secili konuşurlar. Parapsikolojik güçlere donanmış insanlardır. Tuleyha, Cebrail ya da Zu’n-Nun adlı bir melekten vahiyler aldığını da bildirir. Müseylime
ise Kureyş egemenliğini tanımamak uğruna yaşamını feda etmek isteyen bir
idealist olarak bilinir.
Esved olağanüstü yeteneklerle
donanmıştır. Yüksek bir sezgi gücü vardır. Kurnaz, cesur ve yönetme tutkusu ile
dolu usta bir siyaset adamıdır. İpnotizmacıdır, güzel konuşur. Çevresindeki
insanlara kendi peygamberliğini inandırır. Muhammet’in son günlerinde, vergi
sorunları yüzünden kimi kabileler arasında çıkar tedirginlikten yararlanıp
Yemen’de ayaklanır. Savaşçı bir peygamber sıfatıyle ortaya atılır. Ayaklanma
bir yangın gibi güney Arabistan’a yayılır. Kısa sürede büyük toprakları ele geçirir.
Ne ki, bundan dolayı büyük gurura kapılır. Arkadaşlarının küçümser, halka
zulmetmeye, fazlaca sarhoş olmaya başlar. Bu durum peygamberliğine de yaşamına
da mal olur. Karşıtları Esved’i ancak bir suikast düzenleyerek öldürüp
kurtulabilirler.[5]
Arap inanç
dizgesininde peygamber çıkarma geleneği neredeyse günümüze değin sürer. 1.
Dünya savaşı yıllarında İngiliz general Allenbi’nin
adı Arap yazısında Al Nebi biçiminde de okunduğu için, beklenen peygamber
olduğu propogandası yayılmıştır. Olayın kökeni. 12-13. yüzyıllar arasında
yaşayan gizemci Muhiddin-i Arabi’ye
dayanır. Türklere karşı Arap isyanı
sırasında onun bir kehaneti yayılır. Buna göre bir gün “En nebi-El nebi”
gelecektir. Gerçi Kuran’da Muhammed’i son peygamber olarak gösterir. Ondan
sonra peygamber gelmeyecektir, ama her nedense Muhiddin Arabi başka türlü haber
vermiştir. Öyleyse neden başka bir Nebi gelmesin?
Bu müjde şöyle
tanımlanır: Bu peygamber Mısır’dan çıkacaktır. Nil suyu Sina çölüne akacaktır.
Ve Araplık o zaman kurtulacaktır. Hem de, El nebi artık ortaya çıkmış, somut
olarak görünmüştür. Bu “Elnebi” Mısır’daki İngiliz kuvvetleri başkomutanı ve
İngiliz Mareşalı Allenbi’dir. Bu ad, Arapçada Al nebi olarak yazılır. Nil suyu
da Sina çölüne ulaşmıştır. Öyleyse Arapların kurtuluş anı da gelmiştir.[6] Bu inançla Araplar, Peygamber olarak gelmiş bulunanan
Allenbi’ye uyarak Türkleri sırttan hançerlemekten kaçınmazlar. Ama Türkler,
arkasını İngilizlere dayamış sözde Peygamberin torunlarına karşı Medine’yi
ateşte kavrulmuş çekirge yemeye çalışarak savunurlar. Çünkü peygamberin kabri
oradadır. Ve orduda söylenen bir Türk marşı vardır:
Bırakmayız Medine’de yatanı
Can veriririz, kurtarırız vatanı
Eren
Geleneği
Türk toplum yapısı ise “eren”,
“ermiş” inancına dayanır. Peygamber
inanç dizgesi ile eren inanç dizgesi, iki ayrı doğanın ürünüdürler.
Eren inancı yayla ve bozkırların ürünüdür. Çöl kavuruculuğu nasıl insanda
kuruntular uyandırırsa, bozkırlar insanda, yalnızlık duygusu uyandırır. İnsan ruhu, bozkırın bitimsizliği içinde her
an bir yıkım bekler gibi yazgıya boyun eğmiş, kendi içine sinmiştir, sürekli iç
hesaplaşma ile yüz yüzedir. Bu doğa içindeki yalnız birey, göksel bir güç
beklentisi içinde değildir. Tek gücü kendi direncidir. Eren bu ortam ve
koşulların çocuğudur.
Ermiş ile peygamber arasında, kimi
önemli ayrımlar bulunur. Peygamber, etkinlik, davranış ve sözlerinin tümünü
yaratıcıya bağlar. Peygamber yalnızca bir aracıdır. Sözleri Tanrı
buyruklarıdır. Bu bakımdan söz, davranış ve etkinliklernden sorumlu değildir.
Ne yapmışsa, Tanrının isteği üzerine yapmıştır. Bu anlayış, tanrı korkusunu da
birlikte getirir. Tanrı ne yaparsa doğru yapar, onun kararları tartışılamaz. Arap
peygamber geleneğindeki bu inanç bütün peygamberlerin yaşamlarına sinmiştir.
İnananlar, peygamber diye benimsedikleri kişilerin yaşamlarındaki çelişkileri,
olumsuz yanları görmezler.
Eren geleneğinde ise birey
önemlidir. Asıl önemli olan bireyin kendisini yaratmasıdır. Birey söz ve
davranışları ile saygınlık kazanmıştır. Onun yücelten doğrudan ardında olan ve
her sıkıştığı yerde ona yardımcı olacak bir tanrı bulunmaz. O, seçilmiş bir
kişi değil, sıradan bir bireydir. Kendi özgücü üzerinde yükselir. Bu özgücü
birey kendisi işleyip erenlik katına ulaşır. Çok kez kendi gücünün ayrımında da
değildir. Olağanüstülükler gösterir, bilinmeyenleri söyler. Ancak, bunları
kendisi değil, çevresndekiler görür, sezer.
Anadolu insanı için ise aynı durum Arapça sözcükler veli, evliya; Türkçe karşılığı ile eren, ermiş, alperen geleneği aynı işlevdedir. Değişik uzam ve
zamanda yeni erenlerin çıkması doğal bir gereksinimdir, yadırganmaz. Bunlar
toplumla içiçe yaşarlar. Tanrısal değil, insancıl kimlik taşırlar. Güçlerini
Tanrı buyruklarından değil, özlerinden alırlar. Doğrudan günlük yaşamda
insanlara yardımcı olurlar. Kişi güç durumda kaldığında, bir an gözüküp sorunu
çözüp uzaklaşırlar. Harmanı kalkacak bir köylünün harmanını kaldırırlar.
Irmaktan geçemeyen çocuklu bir kadını kurtarırlar. Bu gibi insancıl yardımların
sayısız örnekleri vardır. Çok kez, bu yardımdan sonra sessizce ayrılırlar.
Kişi, o yardımı yapanın ermiş olduğunun ayrımına sonradan varır. Budur Anadolu
insanının inancı!
Eren geleneği Alevi inancında pek canlı biçimde yaşar. Kökü, yine doğal
yaşam koşullarına inen bu eski inanç İç-Asya’ya uzanır. Arap nasıl çölün
çocuğuysa, Türkler yaylaların çocuklarıdır. Türklerin tarihi Sarıdeniz’e dek
uzanan yaylaların ekseninde taşma ve durulmalar, iniş çıkışlarda döner.
Karakum, Kızılkum bozkırları bu insanların korkulu düşleridir. Söylencelerinde
bozkır tanrıları, yayla masalları derin iz bırakmıştır. Doğa güçlerini tanrı
olarak algılar. Bu güçlere karşı insanı koruyacak erenlerdir.
Alevi inancının orta direği durumundaki Ali, peygamber değil Eren’dir.
Gücünü, bilgeliğini Tanrıdan almaz. Önceden kurulmuş, tamamlanmış, sona ermiş
değildir. Kendini kendi kurmuştur. Erdemlerine bilgeliği ile ulaşmıştır.
[1]Auguste
Bebel (Çev. Veysel Atayman): Hz.
Muhammed ve İslam Kültürü, İstanbul 1987, s. 20.
[2]Auguste
Bebel: a. g. e., s. 15.
[3]Bahriye
Üçok: İslamdan Dönenler ve Yalanc›
Peygamberler, Cem y., İstanbul 1996, s. 14.
[4]Bahriye
Üçok: a.g.k.., s. 61.
[5]Bahriye
Üçok: a.g.k.., s. 81
[6]
Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan
Orta Asya’ya Enver Paşa, III c., Remzi K., İstanbul, 1992, s. 290-291.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder