Yayında Olan Eserlerim

25 Ekim 2018 Perşembe

Peygamber Geleneği


Peygamber Geleneği

Doğunun en belirleyici doğa olaylarının başında hem gezginlere, hem de sakinlerine yaptığı etkiyle çöl gelir. Çöl görünürdeki aldatıcı sonsuzluğu, gündüzleri kendini yutan ışık denizi ve bütün bunlara bağlı olarak içindeki hayatın bü­tününe yok olup gitmişlik görünümü veren o gururlu dingin­liğin ve ürpertici sezginliğiyle insanları derinlemesine etkiler. İnsan bu kımıltısız sonsuzluğun içinde kendini hem küçüklük, önemsizlik, hem de yücelik duygusuna kaptırır ve bütün bunların yaratıcısı olarak tasarladığı varlığın karşısında temki­nili olmaktan da öteye denetleyemeyeceği bir ürküntü duyar. Bu duygu, hemen her adım başı karşısına çıkan fanilik belirti­leriyle daha da yoğunlaşır. Çölün her köşesinde, sahipleri ya birbirleriyle dövüşmeleri ya da kum fırtınası, sağanak gibi ansızın patlak vermiş doğal yıkımlar ya da belki, uçsuz bucaksız, tek­düze kum ovalarında yollarını şaşırmaları sonucunda açlık ve susuzluktan ölmüş hayvanların ve insanların kemikleriyle karşılaşılar.
İnsan üzerinde yaptığı etkiler sonuçta yukardakinin aynı olmakla birlikte, gecenin çölde yol açtığı duygular oldukça farklıdır. Apaydınlık bir ışık denizinden, kopkoyu bir karan­lığa birden bire, algılanabilecek bir ara aşamamasına meydan bırakmadan geçen çölde, gece ansızın çöküverir. Zifiri karan­lık göğün içinde ışıldayan gök cisimleri, yeryüzünün aynı enlemdeki başka bölgelerinde eşi örneği görülmemiş bir parlaklık saçarlar. Dünyanın aynı enlemdeki öteki bölgele­rinde, Arabistan’ın geniş ve kavrulan toprakları üzerine ya­yılmış saydam, berrak havadan eser yoktur. Ve birden çökü­veren geceyle yaşamaya başlar. Çölün her yanında hayvanlar harekete geçer. Çeşitli ve çoğu tüyler ürpertici sesler çölün dört bir yanından yankılanırken, havanın temizliği ve inceliği, uzaklıkları neredeyse yokederek, bu sesleri daha yoğunlaştı­rır. Asabı bozulan, huzursuzlaşmış, tedirgin ve ürkekleşmiş in­sanların iyice uyarılan hayal güçlerinin, her yandan gecenin karanlık sessizliği içinde cirit atan, insanların peşlerine takılıp onlara zarar veren gizli, esrarengiz ruhlar, hortlaklar yarat­masına yardımcı olmasının şaşılacak bir yanı yoktur. Bu ortam yüzünden, Arapların cinlere, perilere, hayaletlere inanma eği­liminin kökenleri çok uzak geçmişlere dayanır. Bu cin ve periler Kur’an’da da yer alacaktır. Hırıstiyanlığın kurucusu İsa’nın İncil’e oze Samilerin Şeytanını çölde görmüş olması bu bakımdan oldukça ilginçtir.[1]
Arap toplum yapısı peygamber yetiştirir. Muhammet’ten önce binlerce peygamberin çıkması bu toplum yapısının bir özelliğidir. Devlet başkanları, yöneticiler, kendini zorla pey­gamber saydıran açıkgözler toplumdaki bu eğilimin ürünleridir. Bu bakımdan Auguste Bebel, Büyük din sistemleri­nin Doğu’da ve hemen hemen aynı bölgelerde doğup ortaya çıkmasına raslantı gözüyle bakmaz[2]. Bunu doğal koşullara bağlar. Bebel’de olduğu gibi kimi araştırmacılar, doğa­nın bu konumunun insanda dinsel hayallere, coşku ve heye­canlara düşkünlüğe, düşgücünü ve uyarılmış duyguları tat­mine yönettiğine değinir. Bebel özellikle çölün insanda yarat­tığı duyguları uzun uzun anlatır. Peygamber geleneğini,bir yerde çölün bireyde yarattığı duygulardan kaynaklandı­ğına bağlar.
Eski ve Orta Türkçede peygamber sözünün karşığı yala­vaç deyimidir. Türkçe yalvarmak eyleminden türemiş sözcük, elçi anlamındadır.
Çeşitli kaynaklarada, Önaasya toplumlarına gelen peygamber sayısı 124.000 ile 224.000 arasında değişir. Bunların dördü “resul”, geriye kalanı “nebi”dir. Resul (elçi) deyimi, Tanrı’nın ilahi ileti (vahiy) ile kendisine bir şe­riat bildirip bu şeiratı insanlara öğretmekle görevlendirdiği peygamberler dile getirir. Peygambere inanmak bu nedenle, gerekli ve zorunludur. Çünkü Tanrı güvencesi altındadır. Peygamber öbür insanlardan iki özelliği ile ayrılır: vahiy ve mucize. Böylece peygamber, Tanrı’yla çok yakın ilişki kuran insandır.
Bilindiği gibi Muhammet’ten sonra da birçok peygamber çıkmıştır. Bunların etkinlikleri ve yaşamları üzerine yapılan araştırma “İslamdan Dönenler ve Yalancı Peygamberler” adını taşır. Yazar araştırmanın girişinde yalancı peygamberle ger­çek peygamberi belirleyememe sıkıntısını çeker.[3]
Arap geleneğinde peygamberlerin başka özellikleri de vardır. Önbiliciler ve peygamberler çok kez bir peçe taşır­lar.[4] Önbilicilikleri vardı. Güzel konuşurlar.
Muhammet’ten sonra Esved, Tuleyha, Secah, Müseylime gibi peygamberler ortaya çıkar. Tümü önbilicidir. Kısa ve secili konuşurlar. Parapsikolojik güçlere donanmış insanlardır. Tuleyha, Cebrail ya da Zu’n-Nun adlı bir melekten vahiyler aldığını da bildirir. Müseylime ise Kureyş egemenliğini tanımamak uğruna ya­şamını feda etmek isteyen bir idealist olarak bilinir.
Esved ola­ğanüstü yeteneklerle donanmıştır. Yüksek bir sezgi gücü vardır. Kurnaz, cesur ve yönetme tutkusu ile dolu usta bir si­yaset adamıdır. İpnotizmacıdır, güzel konuşur. Çevresindeki insanlara kendi peygamberliğini inandırır. Muhammet’in son günlerinde, vergi sorunları yüzünden kimi kabileler arasında çıkar tedirginlikten yararlanıp Yemen’de ayaklanır. Savaşçı bir peygamber sıfatıyle ortaya atılır. Ayaklanma bir yangın gibi güney Arabistan’a yayılır. Kısa sürede büyük toprakları ele geçirir. Ne ki, bundan dolayı büyük gurura kapılır. Arkadaşlarının küçümser, halka zulmetmeye, fazlaca sarhoş olmaya başlar. Bu durum peygamberliğine de yaşamına da mal olur. Karşıtları Esved’i ancak bir suikast düzenleyerek öl­dürüp kurtulabilirler.[5]
Arap inanç dizgesininde peygamber çıkarma geleneği neredeyse günümüze değin sürer. 1. Dünya savaşı yıllarında İngiliz general Allenbi’nin adı Arap yazısında Al Nebi biçiminde de okunduğu için, beklenen peygamber olduğu propogandası yayılmıştır. Olayın kökeni. 12-13. yüzyıllar arasında yaşayan gizemci Muhiddin-i Arabi’ye dayanır. Türklere karşı Arap  isyanı sırasında onun bir kehaneti yayılır. Buna göre bir gün “En nebi-El nebi” gelecektir. Gerçi Kuran’da Muhammed’i son peygamber olarak gösterir. Ondan sonra peygamber gelmeyecektir, ama her nedense Muhiddin Arabi başka türlü haber vermiştir. Öyleyse neden başka bir Nebi gelmesin?
Bu müjde şöyle tanımlanır: Bu peygamber Mısır’dan çıkacaktır. Nil suyu Sina çölüne akacaktır. Ve Araplık o zaman kurtulacaktır. Hem de, El nebi artık ortaya çıkmış, somut olarak görünmüştür. Bu “Elnebi” Mısır’daki İngiliz kuvvetleri başkomutanı ve İngiliz Mareşalı Allenbi’dir. Bu ad, Arapçada Al nebi olarak yazılır. Nil suyu da Sina çölüne ulaşmıştır. Öyleyse Arapların kurtuluş anı da gelmiştir.[6] Bu inançla Araplar, Peygamber olarak gelmiş bulunanan Allenbi’ye uyarak Türkleri sırttan hançerlemekten kaçınmazlar. Ama Türkler, arkasını İngilizlere dayamış sözde Peygamberin torunlarına karşı Medine’yi ateşte kavrulmuş çekirge yemeye çalışarak savunurlar. Çünkü peygamberin kabri oradadır. Ve orduda söylenen bir Türk marşı vardır:
Bırakmayız Medine’de yatanı
Can veriririz, kurtarırız vatanı

Eren Geleneği
Türk toplum yapısı ise “eren”, “ermiş” inancına da­yanır. Peygamber inanç dizgesi ile eren inanç dizgesi, iki ayrı doğanın ürünüdürler. Eren inancı yayla ve bozkırların ürünüdür. Çöl kavuruculuğu nasıl insanda kuruntular uyandırırsa, bozkırlar insanda, yalnızlık duygusu uyandırır.  İnsan ruhu, bozkırın bitimsizliği içinde her an bir yıkım bekler gibi yazgıya boyun eğmiş, kendi içine sinmiştir, sürekli iç hesaplaşma ile yüz yüzedir. Bu doğa içindeki yalnız birey, göksel bir güç beklentisi içinde değildir. Tek gücü kendi direncidir. Eren bu ortam ve koşulların çocuğudur.
Ermiş ile peygamber arasında, kimi önemli ayrımlar bulunur. Peygamber, etkinlik, davranış ve sözlerinin tümünü yaratıcıya bağlar. Peygamber yalnızca bir aracıdır. Sözleri Tanrı buyruklarıdır. Bu bakımdan söz, davranış ve etkinliklernden sorumlu değildir. Ne yapmışsa, Tanrının isteği üzerine yapmıştır. Bu anlayış, tanrı korkusunu da birlikte getirir. Tanrı ne yaparsa doğru yapar, onun karar­ları tartışılamaz. Arap peygamber geleneğindeki bu inanç bütün peygamberlerin yaşamlarına sinmiştir. İnananlar, pey­gamber diye benimsedikleri kişilerin yaşamlarındaki çelişki­leri, olumsuz yanları görmezler.
Eren geleneğinde ise birey önemlidir. Asıl önemli olan bi­reyin kendisini yaratmasıdır. Birey söz ve davranışları ile say­gınlık kazanmıştır. Onun yücelten doğrudan ardında olan ve her sıkıştığı yerde ona yardımcı olacak bir tanrı bulunmaz. O, seçilmiş bir kişi değil, sıradan bir bireydir. Kendi özgücü üzerinde yükselir. Bu özgücü birey kendisi işleyip erenlik katına ulaşır. Çok kez kendi gücünün ayrımında da değildir. Olağanüstülükler gösterir, bilinmeyenleri söyler. Ancak, bunları kendisi değil, çevresndekiler görür, sezer.
Anadolu insanı için ise aynı durum Arapça sözcükler veli, evliya; Türkçe karşılığı ile eren, ermiş, alperen geleneği aynı işlevdedir. Değişik uzam ve zamanda yeni erenlerin çıkması doğal bir gereksinimdir, yadırganmaz. Bunlar toplumla içiçe yaşarlar. Tanrısal değil, insancıl kimlik taşırlar. Güçlerini Tanrı buyruklarından değil, özlerinden alırlar. Doğrudan günlük yaşamda insanlara yardımcı olurlar. Kişi güç durum­da kaldığında, bir an gözüküp sorunu çözüp uzaklaşırlar. Harmanı kalkacak bir köylünün harmanını kaldırırlar. Irmaktan geçemeyen çocuklu bir kadını kurtarırlar. Bu gibi insancıl yardımların sayısız örnekleri vardır. Çok kez, bu yar­dımdan sonra sessizce ayrılırlar. Kişi, o yardımı yapanın ermiş olduğunun ayrımına sonradan varır. Budur Anadolu insanının inancı!
Eren geleneği Alevi inancında pek canlı biçimde yaşar. Kökü, yine doğal yaşam koşullarına inen bu eski inanç İç-Asya’ya uzanır. Arap nasıl çölün çocuğuysa, Türkler yaylala­rın çocuklarıdır. Türklerin tarihi Sarıdeniz’e dek uzanan yay­laların ekseninde taşma ve durulmalar, iniş çıkışlarda döner. Karakum, Kızılkum bozkırları bu insanların korkulu düşleri­dir. Söylencelerinde bozkır tanrıları, yayla masalları derin iz bırakmıştır. Doğa güçlerini tanrı olarak algılar. Bu güçlere karşı insanı koruyacak erenlerdir.
Alevi inancının orta direği durumundaki Ali, pey­gamber değil Eren’dir. Gücünü, bilgeliğini Tanrıdan almaz. Önceden kurulmuş, tamamlanmış, sona ermiş değildir. Kendini kendi kurmuştur. Erdemlerine bilgeliği ile ulaşmıştır.



[1]Auguste Bebel (Çev. Veysel Atayman): Hz. Muhammed ve İslam Kültürü, İstanbul 1987, s. 20.
[2]Auguste Bebel: a. g. e., s. 15.
[3]Bahriye Üçok: İslamdan Dönenler ve Yalanc› Peygamberler, Cem y., İstanbul 1996, s. 14.
[4]Bahriye Üçok: a.g.k.., s. 61.
[5]Bahriye Üçok: a.g.k.., s. 81
[6] Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa, III c., Remzi K., İstanbul, 1992, s. 290-291.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder