Yaşamın Kıyısından
İnsanı
hayvandan ayıran iki -ya da son olarak oyunun katılması ile üç- temel
özellikten biri olarak araç gereç yapma gösterilir. Bu üç özellik şöyle
sıralanır. Darvin, "aygıt yapan insan" (Homo Faber), Freud, "düşünen
insan" (Homo Sapiens) ve Huizinga "oyuncu insan" (Homo Ludens) özelliklerini İnsanı hayvandan
ayıran ana özellik olarak tanımlar.
İnsanın
doğada yaşamını sürdürme savaşında araç yapımı başat etkinliklerden biridir.
Taş devrinden günümüze insanoğlu işi ve yaşamı kolaylaştırmak için sürekli araç
gereç üretmiştir. İnsanın başka insanlara karşı üstünlüğü de araç yapımından ve
bu aracı kullanma becerisinden gelir.
Eşyanın
önemi insanlığın bir parçası olmasına dayanır. İnsanla birlikte kullanılabilirlik
süresince yaşar. Hızlı bir değişim çağında araç gereçler çabucak değişir.
Pahalı araç gereçler birkaç yıla varmadan işlevsiz kalıp çöpe atılır. Araç
gereçle birlikte bir anlamda insanlığın geçmişi de yıpranır. Eski yaşantının
izleri silinir.
Geçmişi
anımsamak ve anmak o günün ortamında olası olur. Bu bakımdan geçmişin kullanım
eşyalarını bilmek bir tarihçi, bir sanatçı için büyük önem taşır. Bir sanat
ürününde yanlış bir eşya kullanımı ürünün değerini bir anda düşürür. Kimi roman,
filim gibi sanat ürünü döneminin aksesuarını yanlış kullandığı için eleştirilir.
. Söz gelimi Elif Şafak’ın "Aşk" romanında "domates salçası" kullanması, Mevlana döneminde domates Anadolu'ya girmediği için eleştirilmesine neden olur.
Günümüz
gençlerinin çoğu yakın geçmişte Sivas halkının kullandığı birtakım eşyanın ya
adını duymamıştır, ya da hiç görmemiştir. İşte yaşamın kıyısında kalan bu
anıları canlandırmak istemiş Sivas'ta yayımlanan Hayat Ağacı Dergisi. Yaşlı yaşam ağacından dökülen sarı yaprakları
da tanıtmayı dilemiş. Bu kapsamda bir yazı da benden istedi. Bir anda
çocukluğum, ilk gençlik yıllarımdaki yaşantım canlandı gözlerimde. Belleğimde
kalan eşyalarla bu sayıya katkıda bulunmak istedim.
Köyü Kente Taşıyan Heybe
Köylünün
en işlevsel eşya taşıma aracı heybeydi. İple dokunan, kilim yad da halı
heybeler kolay kullanımla taşıma aracıydı. Her tür eşya yanında tahıl, kuru yemiş
yerleştirilebilirdi. Genellikle iki gözlü olur, omuza ya da binek
hayvanının üzerine atılarak taşınırdı. Tek gözlü, yana asılarak kullanılan küçük
heybeler de vardı. Bunlar altmışlı yılların başlarında bir ara İstanbul
sosyetesinde moda oldu. Anadolu’da ne kadar küçük heybe İstanbul esnafınca
alınıp lüks mağazalarda satıldı.
Bir
de aynı yıllarda Şair Şemsi Belli’nin Ankara radyosunda yaptığı Kırk Gözlü
Heybe adlı program vardı. Anadolu‘dan yerel türkülere ve öykülere yer verilen
izlence çok beğenilir, sevilerek dinlenirdi. Şemsi Belli programını bir çalgı
eşliğinde „Kırk Gözlü Heybe, bir gözünde saz, bir gözünde söz, otuz sekiz
gözünde otuz sekiz memleket havası“ tümcesi ile açardı.
Fayton
Kent
içi ulaşımda en önemli araç faytondu. Günümüzde nostaljik bir özlemle andığımız
fayton 1970’lere değin Sivas kent ulaşımında yerini korudu. Yılmaz Güney’in
1970’te Adana’da çevirdiği ünlü filmi Umut’ta faytoncu Cabbar’ın yaşamı
anlatılıyordu. Filim Adana tren garı önünde müşteri bekleye sıra sıra fayton görüntüleri ile başlıyordu. Şimdilerde taksilerin doldurduğu Adana istasyon meydanını o yıllarda faytonlar süslüyordu. 1970'lerde fayton Adana’da da yaşamını sürdürüyordu.
Sivas yaşamında kabadayılar,
zenginler, gösteriş düşkünü gençler, rahatça yaya gidilebilecek yerlere
bile faytonla gidip hava atarlardı. Hele kabadayıların yaşamında faytonların
ayrı bir yeri vardı. En gösterişli faytonları seçerlerdi. Onların bindikleri özel faytonlar olurdu. O faytonlara dostlarını yanlarına alıp sinemaların localarına
kurulurlardı.
Düğünlerde faytonlar kiralanır, topluca şehir içinde turlar atılırdı. Çocuklar faytonların arkasına tutunup binerek eğlenmeyi severlerdi. Başka çocuklar bu asalak binişi „yağlı, yağlı“ sözleri ile faytoncuya söylerler, faytoncu kamçıyı faytonun arkasına sallayarak çocuğu kovalardı.
Düğünlerde faytonlar kiralanır, topluca şehir içinde turlar atılırdı. Çocuklar faytonların arkasına tutunup binerek eğlenmeyi severlerdi. Başka çocuklar bu asalak binişi „yağlı, yağlı“ sözleri ile faytoncuya söylerler, faytoncu kamçıyı faytonun arkasına sallayarak çocuğu kovalardı.
Altmışlı
yıllarda taksiler girmeye başladı bu piyasaya. Taksi ücreti daha pahalı olduğu
için, müşteri daha havalı oluyordu. Önce bir iki derken sayları artıyordu.
Düğünlerde faytonların yerini alıyorlardı. Düğüne gidenler taksilere biniyor,
kent içinde tur atıyorlardı. 1975’te Sivas’a döndüğümde hiç fayton göremeyince
şaşırdım. Taksi, tümüyle faytonun yerini almıştı.
Adı
belli faytoncular arasında en ünlüsü Kabadayı lakaplı Tahsin Balkara vardı.
Kabadayı yapılı gösterişli bir adamdı. Atları bakımlı, faytonu temiz şıktı.
Müşterilerine güven veren görünümü vardı. Sivas içinde olup bitenlerin çoğuna
ya tanık olur, ya da duyardı. Sivas Kabadayıları kitabını hazırlarken sıcak
çermikte Kabadayı Çolak Cahit’in anılarını dinlemek üzerinde gittiğimde
karşılaşmıştım son kez. Anılarını anlattı. Eski günlerin özlemi içinde yaşıyordu.
Kızılbaşoğlu Yadigar’ın öldürülüşü, Lalığın oğlu Selahattin’in yaşamı üzerine pek çok bilgiyi
ondan edinmiştim.
Tahta Fırçası
Yetmişli
yıllara değin Sivas sokaklarını çoğunluğu tek kat ya da düz ayak ahşap evler
kuşatırdı. Evlerin tabanı tahta döşeliydi. Ahşap tabanlar belli aralıklarla
tahta fırçası ile fırçalanır, temizlenirdi. Bu iş için kullanılan tahta
fırçaları 5-6 cm eninde, 12-15 cm uzunluğunda dikdörtgen tahtaya geçirilmiş
süpürge otu sapından oluşurdu. Tabanları temizlerken sert süpürge otu, iyiden
iyiye tahtaları yontup yıpratırdı. Ama ev kadınları bu yıpratmaya aldırmadan
tahtaları fırçalar, hamaratlıklarını göstermek isterlerdi.
Maltıs
Soğuk
aylarda ısınmak, çay çorba kaynatmak için maltıs kullanılırdı.
Maltıs,
saçtan yapılan 60-70 cmlik dikdörtgen ya da kare biçiminde seyyar ocaktı. Maltısı yakmak için
alta çıra, ince tahtalar, üzerine kok kömürü konurdu. Altta sacın zeminle temas
etmemesi için dört ayağı bulunan ocak evin bahçesinde yakılır, kömürün alevi
söndükten sonra içeri alınırdı. Bununla küçük odalar ısınır, sabah kahvaltıları
hazırlanırdı. Alevi geçmeden içeri alındığında zehirlenmelere ve ölümlere neden
olurdu.
Sivas
sabahlarında kapı önlerinde tüten maltıslarla Ahmet Muhip Dranas’ın Fahriye Abla
şirindeki görüntüler yaşanırdı.
Sakatat Arabası
Sivas
halkı arasında köklü bir sakatat yeme zevki vardı. Günümüzde de süren bu zevk,
o zamanlar daha çok evlerde yapılan yemek türüydü. Kepçeli’de toprak zemine
gömülmüş, birbirine yaslanmış üç dört kelle fırını bulunurdu. (1990 larda daha
modern konumda Akın kellecisini görüntülemiştim). Bunlar sabahın erken
saatlerinde esnafa ve kente gelen köylülere hizmet verirdi.
Bunun
yanında evlerde de sakatat yemeği yapılırdı. Ütülmüş davar ayakları „davar
paçaları var, davar, davar“ diye satılırdı. Bir de çiğ işkembe satan arabalar
vardı. Kimi elle sürülen, kimi atla çekilen bu arabaların içi, çinko metalle
döşeli olurdu. Çinko üzerine atılmış işkembeler sokak sokak dolaştırılarak
satılırdı. Altmışlı yıllarda bir Amerikan turist, at arabasının çektiği
sakatata arabasını özenle görüntülemişti.
Kadayıf Kıyma Tezgahı
Kadayıf
yapmak için yaprak inceliğindeki yufkalar evlerde ev kadınlarınca yapılır,
bunlar mahalleye çağrılan kıyma ustalarınca dilimlenirdi. Usta dürüm biçimine
getirdiği yufkaları tezgahın oluğuna sokar, büyük bir ustalıkla kıyardı. Kadayıf
kıyma tezgahı ekmek dilimleme aracını andıran bir eşyaydı.
Gaz Lambası
Hala
evlerde, kıyıda köşede acil durumlar için saklanan gaz lambaları hemen her evde
bulunan vazgeçilmez aydınlatma aracıydı. Ev hanımları şişesine çoğunluk dantel
örgü kılıf yapar, gündüzleri evin güvenli bir köşesinde korurlardı. İnce camdan
oluşan şişesi sık sık kırılır kullanıcıya masraf açardı. O yıllarda Sivas’ın
büyük bölümünde elektrik bulunmadığı için mahalle bakkallarında bu aydınlatma
aracının parçaları da satılırdı. Fitil, cam, hatta petrol.
Şinanay
En ilkel aydınlatma aracı şinanay ya da fiske adı verilen eşyaydı. Huni biçiminde
bir deposu ve bir basit fitilden oluşurdu. Deposuna petrol doldurulur böylece
yanar, çevre aydınlanırdı. Eski çağların çıra ile aydınlatmanın biraz gelişmiş
biçimiydi. Yalnız küçük yerleri aydınlatır ve çok is çıkarırdı.
Gaz Ocağı
Gaz
ocağı petrolle işleyen pişirme ve kaynatma aracıydı. Sarı renkte, üzerinde alev
veren başı olan bir araçtı. İlkel ocaktan, ardından gaz ocağına geçiş büyük bir
evrim gibi olmuştu. Yarım saati aşan kaynama süresini on dakikalık bir zamana
indirmişti. Evlerde bu ocakla hızla konuk ağırlanabiliyordu. Ocağı yakmak için
alev musluğunun ispirto ile ısıtılması gerekiyordu. Kaynama sonucu taşmalarda
sönmesi, yeniden yakılması zaman alan zahmetli işlerdi. Yine de dönem için
büyük kolaylıktı. Kentin lüks
mağazalarının vitrinini süslüyordu. Her yeni üründe olduğu gibi önceleri
pahalıydı. Önce zengin evlerin mutfağına girdi. Giderek taksitle satışlar başladı
ve fiatlar düştü. Kentin varoşlarına değin her evin mutfağında yerini aldı.
Hallaç
Çorap
kazak türünden tüm giysiler evlerde örülürdü. Bu gibi giysilerin örülmesine
yarayacak iplikler için yünün tel tel olması gerekirdi. Yünü atma denen bu
işlemi hallaçlar yaparlardı. Yün atma salt eğirme ipi yapımı için değildi, Yün
yatakların da belli sürelerle yıkanıp atılması gerekirdi. Halaç kirişi, topuzu
ile gelerek saatlerce sabırla yün ayıklardı.
Sonra
bir gün yeni makinenin çıktığı duyuldu. Kocaman saç silindir üzerine çivilerden
oluşan tezgahta silindir döndükçe yün, tel tel ayrılıyordu. Bir anda hallaç
mesleği tarihe karıştı. Şimdi hallaç tezgahı, kıyıda köşede bulunur mu,
bilinmez.
İğ-Kirman
Yün
eğirmek için iki araç vardı. Bunlardan biri ve basit olanı iğdi. Bir uzun düz
tahta çubuk, bir topuzdan oluşurdu. Elle baldıra doğru vücut kesimine sürülerek
hızlandırılır, yün bükülüp ipliğe dönüştürülürdü.
Çıkrık
Yün
eğirmede gelişmiş tezgah çıkrıktı. Çıkrık davul büyüklüğünde bir tahta
tekerlek ve elle çevirme kolundan oluşurdu. Davula benzer bir silindir elle
döndürülür, yünün bükülmesi sağlanırdı. İğe oranla çok daha hızla iş yapan
verimli bir araçtı.
Mahalle Fırını
Kentin
büyük bölümü köye bağımlı bir yaşam sürerdi. Çarşıdan ekmek alınmaz, evde
yapılırdı. Bunun için haftada bir yapılan hamurun mahalle fırınında topluca pişirilmesi
gerekirdi. Böyle bir yaşam dar gelirli varoşlar için çok kazançlı olurdu. Ekmek
pişirmek için kentin arka mahallelerinde çok sayıda fırın bulunurdu. Bunların
büyük bir bölümü ücretliydi. Pişirilen ekmek sayısına göre belli bir ücret
alınırdı. Az sayıda mahalle fırını ise ücretsizdi. Pişiren kimse yakacağını
kendi getiri, kendi eliyle pişir, fırın sahibine bir pide ekmeği verirdi.
Kazancılar
çevresindeki üç mahalle fırınını anımsıyorum. Namık Kemal İlkokulu çevresindeki
bu fırınlara çocukluğumda çok hamur götürüp ekmek getirdim. Yiğitlere açılan
köşede yer alan Tikveşlerin ahşap konağın altında Kanbur’un fırını vardı. Yüz
yüzeyken Hacı Emmi diye anılan Kanbur uzun yıllar bu fırını çalıştırdı.
1980’lerde onu kent merkezinde bir caminin tuvaletini bekler gördüm. Beni
tanıdı ve eski bir dostuyla karşılaşmış gibi sevindi. „Sen nerelerde kaldın?
Yıllardır göremiyorum“ diye sordu. Ben de ona fırının ne durumda olduğunu
sordum. Tirkeşlerin konakla birlikte yıkılıp yok oldu, şimdi yerinde bir beton apartman var“ diye anlatı.
Destan Geleneği ve Destancı
Destan
türü yüzyıllar öncesine göçebelik dönemine uzanan toplumsal bellektir. Terim
olarak Farsça kökenli “destan” ya da özgün söylenişi ile “dastan” sözünden
gelir ve “şiirsel öykü” olarak tanımlanır. Tarihin en eski yazınsal türüdür.
Roman, öykü, oyun gibi yazınsal türler ondan türer ama destan yaşatan, destan
geleneğini sürdüren bir ortamdır. Ortam ve koşulların yarattığı sözlü yazın
türüdür. Uzam bozkırlardır, belirleyici koşul ise toplum genelinde
okuryazarlığın en az düzeyde olması gelir. Şiirle söylenmesi kolayca bellekte
tutulmasına ve gerektiğinde ezgi ile söylenmesine dayanır.
Destan
yaratma koşullarını bağrında yaşatan Sivas’ta köklü bir destan geleneği
vardır. Sivas bozkırın göbeğinde umarsızlıklar içinde bulunur. Bozkırın
yokluğunu ve acısını bağrında yaşatır.
Bu
gelenek elli yıl öncelerine değin kendini yenileyerek yaşar. Önceleri daha çok
canlandırma ve yorumlama ile birlikte uygulanan destan okuma, 1960’larda yerini
ses bandından okumaya bırakır. Açıklama kesitleri azalır. Çağdaş iletişim
araçlarının yayılıp köyleri ve kırsal kesimleri de kapsaması ile yavaşça
silinip yiter.
Destan Konusu
Çok
renklidir destan konuları. Belirleyici yanı yaşanmış güncel olaylardan
kaynaklanır olmasıdır. Olaylar çoğunluk yaşanan acı olaylara dayanır. Büyük
kazalar, ortak toplumsal acılar destan konuları içinde önemli yer tutar. Daha
geniş çevreyi kuşatan destanlar, ulusal konularladır. Dumlupınar vapurunun
batışı, büyük depremler, yangınlar bu türden olayları anlatan destanlardır.
Babamın Eczanesi adlı anı kitabında Akın Çubukçu en son gördüğü destanın Adnan
Menderes Destanı olduğunu söyler.
Sivas
çapında en etkin destanlardan biri 1966 Eylülünde Kayseri’de yaşanan futbol
maçında çıkan olaylarda öldürülen Sivaslılar için yazılan destandır. Destan
“Kanlı Kayseri’de Kalleşçe Öldürülen Yiğidoların Acılı Destanı” adını taşır.
Sokak aralarında megafonla okunarak 15 kuruşa satılır.
Geçmişte
daha çok tarihsel olayları anlatan destan, günümüze doğru uzanırken, toplum
yaşamından ilgi çekecek her türlü olayı, konu edinip işler. Akın Çubukçu bu
türden kendini en çok güldüren Aşık Feryadi’nin Berber Destanı olduğunu söyler
ve belleğinde kalan iki dörtlüğü verir:
Bir
berbere geldim tıraş olmaya
Gönülsüz,
gönülsüz geliyor usta
Canı
cavrayarak tıraş eder mi
Parasız
olduğumu biliyor usta
Hele
bakın şu berberin işine
Yara
açtı Feryadi’nin başına
Ben
söylerim onun gider hoşuna
Kendi
arsız arsız gülüyor usta
Bu türden
sayısız konuda destanla bu satırların yazarı da karşılaşmıştır. Söz gelimi iki
evliliğin sıkıntılarını anlatan “Yandım iki avrat elinden” adlı bir destanı
destancılar uygun bir alanda okur, halk anlatılan olayları gülücüklerle
dinlerdi. İnsanın ölümlü olduğunu bu yüzden nefsine uyup günah işlememeyi
öğütleyen Nasihat Destanı vardı. “Sigara içmezsem beğenmez kızlar, çektim
sigarayı yüreğim sızlar” diye okunan “Sigara içen gencin” destanı gençler
arasında beğeni bulurdu..
Bütün
destanlar halk ruhunu, yaşantısını, anlayışını yansıtan kesitler içerirdi.
Bu
günlük olaylar yanında, Sivas destan piyasasında asker destanları önemli bir
yer tutardı. Sivas’ta bulunan acemi birliği ve alay yüzünden geniş bir asker
topluluğu vardı. Destancılar bunların duygularını yazıp pazarlardı. Baba
ocağından ayrılan genç adamın yalnızlığını ve özlemlerini dile getirdikleri
destanları hafta sonu izni ile çarşıya inen askerlere müziği ile okur, arada
yaptıkları yorumlarla askerleri duygulandırırlardı. Bunlar askerlerin yoğun
ilgisini çekerdi. Destancı yanık sesi ile askerlerin duygularını kaşır. Bir iki
askerde bir iki damla gözyaşı damlası gördüğünde başarısı ile övünür. Asker
kimileyin destanı okuduktan sonra katlayıp kendini bekleyenlere gönderir.
Küçük
çaplı olaylar da destanlarda işlenir. Kimisi sıradan cinayetler, günlük
olaylardır. 1959 yılı Nisanından öldürülen Kabadayı Yadigar’ın destanı bu türün
özgün örneklerinden biridir. Aylarca taş plaklarda bu destanın ezgisi
yankılandı:
Yolumun
üstüne pusu kurdular
Üç
kardeş bir olup beni vurdular
Biricik
yavrumu yetim kodular
Yadigâr'ım
sana nasıl kıydılar
Kime
ne ettim de giydin alları
Yakın
iken ırak ettin yolları
Başıma
getirdin türlü halları
Yadigarım
yaşar mıydı bunları
Kızılırmak
gibi akıyor kanım
Dostlar,
dizlerimde yoktur dermanım
Artık
bu dünyadan geçti kervanım
Mezarım
üstüne yazın fermanım
Doktor
Kızıldeli yaram bağlıyor
Bu
dert yüreğimi yakıp dağlıyor
Eşim
dostum toplanmış ağlaşıyor
Yusuf
oğlu Ali coşup çağlıyor
O
yıllarda ardından destan söylenenler çok çeşitli olurdu. Kimileri Sivas
yöresinde adı duyulmuş, kimileri ulusal düzeyde ünlenmiş kişiler için destanlar
yazılır, satılırdı. Küçük çaplı bireysel acıları yansıtan destan konuları da
halk arasında ilgi uyandırırdı. Ulusal çapta adı duyulmuş ilk Türk banka soyguncusu
Necdet Elmas’a da destan yazıldı, Kan davası nedeniyle idama giden Sivas’ın
Kalın köyünden Kalınlı Bekir’e de. Bu tür konularda yazılar destanlar
günümüzdeki ucuz romanları andırırdı. Halk arasında kısa süre ilgi uyandırır,
sonra unutulur giderdi.
Buna
karşı değişmeyen dinsel konular vardır. Bunlar dinsel olayları anlatan
öykülerdi. Musa peygambere vahiy yolu ile peygamberlik inmesi Musa Tur Dağında
Koyun Güderken destanında öykülenirdi. Alevilerin en çok ilgi gösterdikleri
Kerbela olayını anlatan destanlardı. O yıllarda büyük çoğunluğu varoşlarda ve
köylerde yaşayan Aleviler belli ürkeklikle bu destanları alır, dörde katlar,
elde edilmez bir servetmiş gibi şapkalarının içine saklarlardı.
İşlev
Destan
söyleme ve okuma Sivas halk yaşamının bir kimliğiydi. Böylesine derinden Sivas
halk yaşamını kuşatması belki de kentin yerleştiği topraklara dayanıyordu.
Destan bir anlamda bozkırın çığlığıydı. Halk acısını destanda buluyor, destanla
acısını soğutuyordu. Bunun bir halk belleği, toplumsal bellekti. Olayları
destanlarla öğreniyor, nedeni niçini konusunda bilgileniyor, yorumluyordu.
Durgun bir suya atılan taş gibi yankıları dalga dalga uzaklara yayılıyordu.
Zamanla bu çığlık ortak bilince dönüşürdü. İnsanlar acı bir olay karşısında
birleşirdi.
Pek
çok olay türkülerle de anlatılırdı ama destanın türküden ayrılan yanı, türkünün
acıyı yansıtması, destanınsa, öykülemesiydi.
Biçim
Destan
çok sayıda dörtlüklerden oluşan hece ölçeği ile söylenmiş koşma türü şiir
biçimidir. Dörtlüklerin belli bir sayısı bulunmaz. Genellikle bir A4 kağıdına
sığacak oylumda söylenir. Ne fazla uzun ne de gereğinden kısa olması makbul
sayılır. Dönüp dönüp okunacak rahatlıkta, okunduğunda hüzün ya da neşe
paylaşılmalıdır. Kimileyin aynı kağıda arkalı önlü iki destanın basıldığı
olurdu.
Pazarlama
Destan
yazarı ile destan satıcısı başka kişiler olurdu. Destan yazarı bunu pazarlayıp
satmayı kendisine yakıştırmazdı. Destanı yazan kişiye destan satıcısı üç beş
kuruş verirse verir, vermezse o da güme giderdi. Ne şair yazar hakkını bilir,
ne de satıcı buna uyardı. Söz emeğinin karşılıksız olduğu yıllardı.
Destancı
basılı destanı koltuğunun altına alır, halkın kalabalık olduğu alanlarda ezgi
ile seslendirmeye koyulur, bu arada destanın ne üzerine olduğunu açıklardı.
Alan Sivas tren garı, İstasyon caddesi, Buğday pazarı, Sivas hali çevresi gibi
halkın yoğun uğrak yerleriydi. Başına üç beş meraklı toplandığında destanını
okumaya başlardı. Destancının etkileme gücüne göre giderek kalabalık artardı.
Bundan sonra aralıklarla destan satar, sonra yeniden okumayı sürdürürdü.
Destan
fiatı günün alım gücüne göre beş, on ya da on beş kuruş olurdu. Kimileyin
üzerinde yeteri para olmayanlar destancı ile pazarlığa girer, daha ucuza
alırlardı.
Destan
satıcılığı genellikle ekmek kapsına katkıda bulunan ikinci bir iş olurdu.
Destancının başka bir işi mesleği uğraşı olur, destancılığı biraz cep harçlığı
kazanmak biraz da zevkli bir uğraş olarak yapardı. Kent esnafı sürekli ayak
altında gezinen destancıları tanır. onları sokaklarda yüzü eskiyen gariban
olarak görür, alaylı gülücükle çırpınışlarını izlerdi.
Destancı Ahmet
Öğrencilik
yıllarımda bir destancıyı yakından tanıdım. Destancı Ahmet adıyla anılırdı. O
yıllarda otuzlu yaşların başlarında evli bir adamdı.
Pirkinik
caddesinin ilerilerinde tarlalara yeni yapılmaya başlayan evlerden birinde
otururdu. Dolma kerpiç duvarlı evlerin kuşattığı sokaklar kışları çamurdan,
yazları tozdan topraktan geçilmezdi. Uyumlu görünümde, orta boylu Ahmet
lacivert takım elbise giyer, giyimine elverdiğince özen gösterirdi. Hemen her sabah
Pirkinik caddesini boylu boyunca yürüyerek kent merkezine gidip gelirdi. Asıl
işi devlet kurumlarından birinde kapıcılık türünden ayak işiydi. Ama memur
görülmek ister ne işini ne de genç eşini kendine yakışır bulurdu. Destan
okuyuculuğu ile öğünürdü. Hafta sonları destan satarken uyandırdığı ilgi ile
mutlu olurdu. Ailesi, evi, işi ile barışık olmadığı her halinden belli olurdu.
Kendi dünyasında kendisi ile mutlu ve barışıktı. Onu doyuran, mutlu eden destan
okuyuculuğuydu.
Eşi
ile gözükmekten utanırdı. Kimi sabahları kendi eli cebinde başı havalarda,
eşinden on on beş adım önde, çarşıya doğru yürüdüğü olurdu. Eşinin kendisine
söylediği sözleri duymazdan gelir, acımasız biçimde kafayı dikip giderdi. Eşi
ile birlikte mi oldukları, yoksa eşinin zorunlu bir nedenle ardı sıra mı
geldiği belli olmazdı.
Uzun
süre sürdürdü destan okuyup satmayı. Sonraları çalıştığı kurumdan emekli olmuş,
evini satıp Mersin’e yerleşmiş. Yaşayıp yaşamadığını bilen yok. Tanıdığım tek
destancı Ahmet oldu. Soyadını bilmediğim bu destancı ile Sivas’ta destan uğraşı
da bitmiş olmalı.
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSil