Yayında Olan Eserlerim

13 Mayıs 2018 Pazar

Halk Ozanı Suzani, Deyişleri



Gerçek adı Vahap Bozkurt olan şair Suzânî, !932 Sivas halk Şairleri Bayramına katılmış, büyük beğeni toplamış kişidir. Bayramın Türk ulusuna kazandırdığı en önemli halk şairi Âşık Veysel, o dönemde şiir yazmaz, halk söyleyişi ile başkasının malını satar. Yalnızca bir âşıktır. Suzânî ise o yıllarda yaratıcılığının doruklarındadır. Deyişler yazar, türküler söyler, bağlama, keman çalar.

Kabul Olan Dua
İlgi çekici bir öyküdür Şair Suzânînin yaşamı. 1890 yılında Sivas’ın Kangal ilçesine bağlı Mamaş köyünde doğar. Serüven adı ile başlar. Baba Ali Efendinin çocuğu olmaz ve bir adak adar. Bu adağa göre erkek çocuk sahibi olacaktır. Ve bir gün düşünde Abdülvahap tekkesini görür.
Abdül Vahap Gâzi tekkesi Sivas'ın güney­lerine düşen bir tekke üzerindedir. Tepenin batı yüzünde Tekke köyü bulunur. Ve hemen yanından bir ırmak akar. Abdül Vahap’ın Urum'a İslam’ı yaymakla görevli evliyalardan olduğuna inanılır. İnanca göre, Sivas'ın alınışı sırasında şehit düşmüştür ve bu tekkede ya­tar. Bir başka Abdül Vahab tekkesi de Malatya'dadır. Sivaslıların inancına göre, asıl Abdül Vahap Sivas'tadır. Abdül Vahab şehit düştüğü sırada kolu kopmuştur ve tek­kenin dibinden akan ırmak kolunu Malatya'ya götürmüştür. Malatya'da gömülü olan yalnızca Gâzi'nin koludur.
Malatyalılar tam karşıtını savunurlar. Her neyse her iki tekke de çağlardır kutsal işlevini sür­dürmektedir. Yatan kimdir, kim değildir kesin bilinmez, ama inanç­lar yaşar. Nitekim oğlan çocuğu olmayan Ali Efendi'ye de bu oğlanı Abdül Vahap tekkesi vermiştir. İki evli Ali Efendi için büyük bir mutluluk kaynağıdır.
Ali Efendi babasının ölüm gününü yazdığı kara kaplı Fazilet kitabını aldı, büyük bir mutlu­luk içinde şunları yazdı: "Ali Efendi'den Abdül Vahab Gâzi  dünyaya gelmiştir 1309."5
Köy geleneğine göre haşıl yapıldı. Haşıl bir tür gö­çebe helva­sıydı. Türkmen yaşamında mutlu günlerde yapılırdı. Özellikle doğumların töresel şölen yemeğiydi. Un, yağ ve ba­lın karışımından bir oluşurdu. Kara kazanda un yağ ile kavru­lurdu. Üzerine ballı su dökülüp karıştırlırdı. Şimdi Ali Efendi'nin evinde gör­kemli bir haşıl kazanı kaynıyordu. Köyün yaşlı karıları gelmişler, mutlu biçimde çocuğu sarıp sarmalıyorlar, türküler söylüyorlardı. "Çok şükür küçük dede doğmuştu. Vahap dede doğmuştu. Abdül Vahap Gâzi  sultan umut­larını boşa çıkarmamıştı."
Köyde kısa adı ile Vahap diye çağrılıyordu. Köyde Büyük Ali Efendi diye anılan dedenin biricik oğluydu. Elini işe güce sürmezdi. Kuzu kurbanlarla büyütülüyordu. Her fırsatta Abdül Vahap tekesine taşınıyorlar, kurbanlar kesiyor­lar, yemekler veriyorlardı. Yıllar zor yıllardı. Savaşlar bir türlü eksik olmuyordu. Tarlalardan elde edilen ekinler ikide bir toplanıyor, elde avuçta bir şey kalmıyordu. Kıtlık açlık köy­leri kasıp kavuruyordu. Ama Ali Efendi'nin evine kıtlık uğ­ramıyordu. Malatya'dan Çorum'a, Aydın'a kadar uzanan alanlarda talipleri vardı. Saygın dedeydi, etkin dedeydi.
Ali Efendi bir gün karısı Medine'yi çağırdı:
Avrat ben şu sazı bilmemenin çok acısını çektim. Kimi yanıma âşık aldıysam başıma bela oldu. Benim uşaklarım da bu sıkıntıyı çeksin istemiyorum. Vahap'la Kurt Veli'yi gö­tür Âşık Hasan'dan saz dersi alsınlar. Emeği neyse ve­receğim.
Medine Ana karşı geldi:
“Git sen söylesene!”
“Kız Avrat beni kötü söyletme! Sen bilmiyor musun ki, ben Âşık Hasan'la konuşmuyorum? O düşkündür.”
Medine ana karşılık verdi:
“Düşkün adamın yanında senin oğlunun ne işi var?”
Yine de söyleneni yaptı, Âşık Hasan'ın yanına gitti. Ali Efendi Dede'nin söylediklerini bildirdi. Âşık Hasan için de­denin oğluna saz dersi vermek bir mutluluktu.
Âşık Hasan artık her gün iki kardeşe, Vahap ile Kurt Veli'ye saz dersleri veriyor, her fırsatta gelecekte posta oturacak bu küçük dedeleri sıkı sıkı öğütlüyor, onlardan söz almaya çalışıyordu:
“Bakın, siz dede olacaksınız, beni bu düşkünlükten kurtara­caksınız. Unutmak yok değil mi?”
Şeriat kurallarına göre Aşk Hasan, tümden suçsuz; Tarikat ölçütüne göre ağır düşkündü. Olay şuydu. Savaş yıllarının bunalımlı günlerinde, oğlu askerde ölünce oğlunun sözlüsü sayılan genç bir kızla evlenmek zorunda kalmıştı.
“Âşık Emmi sen niçin düşkün oldun?”
“Sorma oğul, perişan olmasın, ele güne muhtaç olmasın diye oğlumun sözlüsünü aldım. Sahipsiz bir yetimdi. İyilik ettiğimi düşündüm. İyilik edeyim derken hakikat dünyasında düşkün oldum. Bir yanlışlık ettim gitti. Bin pişman oldum ama iş işten geçti. Benim suçum ağır. Ben iki âlemde düşkün sayılırım, Ama siz dünyada benim düşkünlü­ğümü kaldırın, öbür dünyadakine Allah bakar.”
Büyük bir saz ustası, Âşık Hasan böylesine masum bir olay nedeniyle Alevi geleneğine göre en ağır suç­lardan birini işlemiş, tüm toplumdan soyutlanmıştı. Artık kimse se­lam vermez olmuştu. Köylü malı mala, davarı davara katılmaz olmuştu. Cemlere çağrılmıyordu. Yaşlılar selam vermiyordu. Köyde kendisiyle konuşan üçü beşi geç­miyordu. Tam anlamıyla iki dünyada da yüzü kara olmuştu. Şimdi eline bir fırsat geçmişti. Bu iki küçük dedeyi razı eder de düşkünlü­ğünü kaldırırsa, yüzü ak olacaktı. Şurda kaç günlük yaşamı kalmıştı ki? Öbür dünyaya kul hakkını üzerinden atmış ola­rak gidecekti.
İki kardeş saz dersinin yanı sıra okuma yazma da öğreni­yorlardı. Eski yazının bitip tü­kenmeyen sorunları içinde yoğ­ruluyorlardı. Dedelik öğretisi de başlamıştı. Sevi hamurunda yoğruluyorlardı. Evleri büyük bir ocak merkezi sayılıyordu. Evlerinin eşiği kutsal sayılırdı. Düğünlerde gelinler güveyi evine git­meden on­ların kapıya inerdi. Ali Efendi'nin eşiğini öper sonra yeni yaşama başlayacağı eve giderdi. Ali Efendi eşiği uğurluydu.
Köyü yine bir haber sarmıştı. "Seferberlik" çıkmış. Seferberlik, seferberlik... Seferberlik savaşın adıydı ve hiç bi­tip tükenmezdi. Daha bitmemişti ki, başlasın. Ama yine baş­lamıştı. Osmanlı yine elini köylünün canına uzatıyordu. Oğullar askere alınmaya başladı. Ambarlar boşaltılıyordu. Mal davar birer birer götürülüyordu. Genç oğullar yıkımı adım adım izliyorlar, içlerinden kesit kesit bir şeyler ko­puyordu. Ama Ali Efendi vakurdu. Aldırmıyordu. O ne yıkımlar yaşa­mıştı... Ağaran upuzun sakallarında, alnının kırışıklarında yaşamın acıları, tatlıları gizliydi. Her şeye karşın yüzünden gülücükler eksil­meyecekti. Her şeye karşın yaşam sürecekti. O salt kendi acılarını yaşam deneyimlerini değil, bin yıllık Anadolu Türkmen’inin acılarını taşıyordu. Atalarının neler çektikleri kulak­larındaydı. Nitekim bir çift camızının evden götürüldüğü gün oğluna şöyle seslendi:
“Oğul Vahap, bu bir tufandır. Bu tufan daha çok şeyimizi alacak. Aldırmayacaksın.
Ama Ali Efendi bir gün aldırdı. İki oğlunu da askere almış­lardı. İşte o gün onları yollarken gözlerinin pınarı açıldı. Yine vakurdu, ama bir­kaç damla yaşın sakallarına doğru yuvar­landığını gördü.
Tarlalar işlenmez olmuştu. Tüm eli iş tutar erkeği torlayıp toplayıp askere almışlardı. Köyde yalnız yaşlılar, eksik etekler, elinden iş gelmeyen sakatlar kalmıştı. Kadınların kimi çiftçi kimi çubukçu olmuştu. Çok sürmedi dağları eşkıya­lar doldurdu. Köyleri basıyorlar, ne bulurlarsa alıp gidiyor­lardı. Asker kaçakları köye geliyorlardı. İnsan insanın kurdu olmuştu. Kimse kimseye acımıyordu. Eşkıyalar da bölümlere ayrılmıştı. Üst üste  köyleri eşkıyalar basıyordu. İkide bir haber yayılıyordu. "Eşkıya geliyormuş" Kadınlar köyü bıra­kıyorlar, eli si­lah tutan köylüler sa­vunmaya geçiyorlardı. Yakın köylerin tümüne eşkıyalar girmeyi başarmışlar, ama Mamaş'a girememişlerdi.
Köyde kalanlar sürekli orduya gerekli gereci taşıyorlardı. Cepheye iaşe iletilecekti. Dizi tu­­tanlar Kangal'a toplanı­yordu. Kişi başına bir öl­çek, bir mucur yükleniyordu. Bu yük Divriği'ye iletilecekti. Ayaklar çarık, şalvar içinde kadın­lar yükleniyordu yükü. Karı yara­rak ilerliyordu topluluk. Kadınlar üst üste uyuyorlar, birbirinin sıcağı ile ısınmak, canlı kalmak istiyorlardı. Bir savanın üzerinde on,  on iki ka­dın uyuyordu. Yol üstünde ölü hayvan leşleri ne bulurlarsa közleyip yiyorlardı. Tuz, ekmek bulmak olanaksızdı. Tuzsuz cıvık herle yapıp yemek bir mutluluk oluyordu. Açlarından köpük kusuyorlardı.

Bugün Bu Eve Zarar Vereceğim
Bu günlerde Mamaş'a yine emir geldi. Bineği olanlar Divriği'ye iaşe taşıyacaklardı. Köyün alt başlarında toprak damda eşi ile küçük çocuklarını büyütmeye çalışan Gök Veli’nin bir tek öküzü vardı. Büyük oğlu Turan, yıllardır Yemen’de askerdi ve seferberlik yüzünden bir türlü askerliği bitmiyordu. Onun da tek öküzün sırtında iaşe taşıması gerekiyordu. Muhtar, tek öküzü olan Gök Veli'ye gelip dam­dan bağırdı.
“Hazır öküzünü hazırla Veli Ağa, Divriği’ye iaşe taşıyacaksın!”       
Gök Veli anında karşılık verdi:
“Olur Muhtar, sen var, ben hemen öküzü alıp geliyorum.”
Muhtarın uzaklaşmasına kal­madı ki, öküzü yere yatırıp kesmeye koyuldu. Karısı şaşırmış bağırdı:
“Herif kudurdun mu? Ne yapıyorsun?”
Gök Veli, eşinin bağırmasına umursamaksızın karşılık verdi:
“Kız avrat,  sen karışma, bu öküz ölecek, yanı sıra ben de öleceğim, bırak da şunun etini yiyelim!”
Biraz sonra bacadan muhtarın sesi yeniden yankılandı:
“Veli ağa neredesin? İaşe gidecek:
Veli ağa rahat biçimse muhtar seslendi:
“Ula Muhtar, ben öküzü kesip kurtuldum. Şimdi etini yiyeceğim. Yiğitsen, sen de öküzünü kes kurtul!”
Muhtar şaşırmış evine giderken Gök Veli bu kez kapının önündeki bastana girip yeşil soğan, maydanoz türünden yeşillikleri yolmaya başladı. Bunlarla içeride pişen eti yemeyi düşünüyordu. Eşi gelip bu kez de bu bu yaptıklarına şaşkınlığını belirtti.
“Ula heriz ne yapıyorsun? Bostanı mahvetmişsin.”
“Gök Veli’nin yanıtı yalın oldu:
“Bu gün karar verdim, bu eve zarar vereceğim!”

Sarı Ölüm
Ali Efendi'nin evde tek küçük oğlu kalmıştı. Bu 1908 do­ğumlu Abbas'tı. Şimdi gelinler ve kızlarıyla bu kocaman evde oğullarından gele­cek mektupları bekliyordu.
1916 ilkyazında köye hasta durumda canını atan bir asker kaçağı kendisiyle birlikte köye tifüs hastalığını getirdii. Kısa sürede hastalık bütün köye yayıldı. Her gün köyden bir iki kişinin ölüsü kaldıırlıyordu. Ali Efendi'nin evini de hastalık sarmıştı. İki karısı, oğlu, kız kardeşi hastaydı. Ali Efendi Sivas'a ilaç getirmeye gitti. Sivas'ta handa düşünde görmüştü. Evde bir yıkım vardı. Çarşıda pazarda ne bulduysa alıp köyün yolunu tuttu. 80 kmlik yolu at sırtında bir günde alabilmişti. Köyün üst başındaki yon­calıkta kuzu yayan ço­cukları gördü. Atı üzerin­de çocuğun yanına vardı:
“Hüseyin oğlum köyde ne var ne yok? Bizim Evde bir şey var mı?”
“Dede sizin evde Medine Bibi öldü, Haçça Bibi öldü, Elmas Bibi ağır hasta.”
Köyün üst başında Ali Efendi atı üzerinde belirince bütün yaşlılar evinin önünde bi­rikmişti. Ali Efendi, yine her za­manki dinginliği içinde atının üzerinde kapıya geldi. Atı verdi, heybeyi omzuna aldı. Konağa yö­neldiği za­man yaşlı­lar çağırdılar. Dede'ye olan­ları anlata­caklar, acıya hazır­layacaklardı. Ali Efendi'nin yüzünde acı bir gülücük belirdi. Bu ağlama ile gülme arasında bir duygunun yansımasıydı. Aynı dinginlikle yanıt verdi:
“Komşular, olanları biliyorum. Şu bir iki elma ile bacımın hatırını sormak istiyorum, buna izin verin...”
Acı günler uzun olur. Seferberlik günlerinde Koçgiri aşireti ayaklanmıştı. Koçgiri Alevi aşiretiydi. Koçgiri aşireti Ali Efendinin des­teğini istedi. Omzunda sırımla bağlı bir tü­fekle Koçgiri fedaisi gelip kapıdan sordu:
“Dede, kimden yanasın? Hükümetten mi? Bizden mi?”
Ali Efendinin yanıtı yalındı:
“Kim Kangal Çayı'nın bu yanına geçerse on­dan yanayım!” Sonuç Ali Efendi'nin sağduyusunu haklı çıkarmıştı. Bütün ayaklanmalar ezilmiş, ama onun taliplerinin burnu kanama­mıştı.
Ali Efendi iki oğlunun askerden sağ dönüşünü gördü. İleri yaşlarında yeni cumhu­riyeti de gördü. Huzur günleri başla­mıştı. Yaşamdan böyle günlerden birinde ayrıldı. Ali Efendi 1925 Ekiminde Mamaş'ta öldü.

Keklik Çayırı
Keklik çayırı yeşil bir düzlüktür. Düzlüğün başında bir pı­nar yer alır. Her dönemde büngül bülgül kaynayan su o kesim­deki çayırları, yon­caları sular. Pınarın başında birkaç kavak, söğüt ağacı vardır. Mevsim güzdü. Ekinler kaldırılmıştı. Sabah serinliğinde Kale adlı dağdan kalkan keklikler, pı­nara doğru uçar­lardı. Pınarın başında sabah suyunu içer öbek öbek dağılırlardı.
Yine keklikler pınara yönelmişlerdi. Dalga dalga uçuyor­lar, çimenliklere konuyorlardı. Renk renk kanatlarından tüy­ler dökülüyordu. Art arda suyun başına varıyorlar, sularını içiyorlar, ardından ötüşmeye başlıyorlardı. Doğanın ezgi şö­leni başlıyordu. Ama bugün bir konukları vardı: Kafesin için­deki bir çift keklik olağanüstü ötüşüyle, onları baştan çıkarı­yor. Suzânî ile arkadaşı Adıgüzel pusuya yatmış o­­lanları izliyordu.
Suzânî'yi garip bir av tutkusu sarmıştı. Alevi gelenekle­rine göre av günahtı, av yasaktı. İyi bir Alevi olmasına kar­şın Suzânî bu yasağa aldırmıyordu. Adıgüzel'i de almış kek­lik avla­maya gelmişti. Kafesin içindeki evcil keklikler ötü­yor, yaban kekliklerini ava çağırıyorlardı. Yaban keklikleri adım adım çağrıya yaklaşıyorlardı. İyiden iyiye gelmiş­lerdi. Suzânî tüfeğini doğrulttu. Ateş etmesiyle, kek­­liklerin bozgun içinde uçuşmaları bir oldu. Ama olan olmuştu. Ateş ederken kafesten gagasını uzatan evcil kekliğin gagasını vur­muştu.
Avcılar birkaç keklik avlamışlardı. Bundan sonra başka yerde pusu kurmayı gereksiz gör­düler. Üzüntü içinde köye döndüler. En güzel öten av keklikleri ağır yara almıştı.

Köy Katipliği
Cumhuriyetin kurulma ve gelişme yıllarıydı. Pek eli ka­lem tutan yoktu. Devlet bütün okur­­yazarlardan yaralanmak istiyordu. Suzânî böyle günlerde katipliğe başladı. Ama bu işi de uzun süre yürütmedi. At sırtında köy köy gezmek ona göre değildi. Sivas'a demiryolu gelmişti. Cer Atölyesi adı ile de­miryolu fabrikası açılmıştı. Suzânî'nin eli işe yat­kındı. İyi bir ustaydı. Nitekim atölyenin açtığı sınavı birinci sınıf usta olarak kazandı ve işe başladı. Artık Kangal geri­lerde kalmıştı. Kangal'da ilçe ileri gelenleri ile düzenlenen rakı söyleşileri yapılmaz olmuştu. Âşık Süleyman, Revânî, Haydar ile katıldıkları söyleşileri yoktu. Âşık Süleyman'ın çok kez çevreyi rahatsız eden tatsız sarhoşlukları da yoktu. Şimdi Sivas vardı. Yeni okuryazar insanlar vardı. Halk ev­leri vardı, Halk Fırkası vardı. Lise başöğretmeni Ahmet Kutsi Bey, lise müzik öğretmeni Muzaffer Bey, belediye reisi Hikmet Bey Suzânî'nin yeni çevresiydi.

Halk Şairleri Bayramı
Genç Türk cumhuriyeti kendisine temel arıyordu. Sivas cumhuriyete beşiklik yapan kentlerdendi. Düşünsel eylemler Sivas'ta doğup gelişiyordu. Halkçılık ilkesi yığınları peşin­den sürükleyen bir çağrıya dönüşmüştü. Sivas Lisesi başöğret­meni Ahmet Kutsi Bey halk ozanlarını koruyor, destekliyor­du. Halk Şairleri Koruma Derneği adlı bir örgüt kurmuştu. 1931 yılı gü­zünde bir Halk Şairleri bayramı düzenledi. Hemen ardından bayramı anlatan küçük bir ki­tapcık çıkardı. Kitapta6 bayramı şöyle anla­tıyordu:

"Halk şairleri Koruma Derneği tüzüğünde her yıl ekim-kasımda bir halk şairleri bayramı yapılacağı konusunda baş­lık vardır. Bu bay­ramın yapılmasında amaç, her yıl içinde halk şairlerini toplamak, onlarla bir arada birkaç gün geçir­mek, onları dinlemek, ürünlerini saptamak, ve buna karşılık onlara ulusal ve uy­gar yaşamımızın güçlü düşüncelerini benim­set­mek; köylü sanatkarlarla, şehirli sanatkarları birleştir­mektir.
İlk halk şairleri bayramı Sivas'ta 5 Kasım 1931'de ya­pıldı. Bayram çok kısa süre içinde hazırlandığı için, buna vi­layetin her köşesinden katılım olamadı. Bu yılkı deneyimden anlaşıldığı üzere 5 Kasım oldukça serin, hatta soğuk bir mev­sim başlangıcıdır. En büyük güçlük çevremizde çevre dağlara kar yağması ve dolayısı ile köy yollarının örtülmesidir. Bu yılki bayram için gelen âşıklar bayram günle­rinde hep bu en­dişe ile üzüldüler. Gelecek yıllarda bu tarihin daha önceye alınması kararlaştırılacaktır.
Bu yıl yapılan birinci halk şairleri bayramı üç gün sürmüş­tür. Bayrama 15 âşık katıldı. Bayramdan iki gün önce merke­ze gelen âşıklar Halk Şairleri Derneğinin konuğu oldular.
Bayram, Dernek Başkanı ve Sivas Belediye Başkanı Hikmet Beyin bir konuşması ile açıldı.
Bayram izlencesi üç gün süren gösteriyi kapsıyordu. Birinci gün sabahtan dernek mer­kezi olan parti binasında özel top­lantılar ve bah­çede halkın katılımı ile davul zurna eşliğinde hâlâylar. Akşam askeri mahvilde büyük bir konser ve hâlây­lar. İkinci gün yine parti bahçe­sinde halaylar ve öğleden sonra yine askeri mahvilde bir konser. Akşam özel toplantı. Üçüncü gün gündüz bahçede halkın katılımı ile hâlâylar çe­kildi ve çeşitli hâlâyların fotoğrafları alındı. İkindi vakti dernek merkezinde küçük bir konser ve gece mahvilde Cezmi ve Ulvi Beyler tarafından konser.
Bütün bu gösteri çok büyük bir ilgi ve içten­likle karşılandı ve bayram üç gün süresince coşku ve neşe içinde geçti.
Bayrama İstanbul Ankara ve başka illerden birçok kişi çağrıldı. Demiryolları çok büyük bir incelik göstererek bay­ram yolcularına özel indi­rimli bilet sağladı. Bununla birlikte bayram hazırlığı çok kısa bir süre içinde olması ve çağrıların geç yapılması yüzünden bayrama ge­len konuklar pek kalaba­lık değildi. Son gün şereflerine parti binasında bir ziyafet ve­rildi.
Bayram süresince Sivas'ta bayram anısını kartpostallar satılıyordu. Halk için dergisi bay­ram nedeniyle bir sayısını halk şairlerinden Kertmeli Bekir'e (Mesleki) ayırmıştı. Ayrıca Kızıl Irmak ve Sivas gazetelerinde bayram hakkında yazılar yazıldı. Ankara ve İstanbul Basını bayramı ilgi ile izlediler. Bayram hakkında yazılar ve resimler yayınladı­lar.
Bu bayram aynı zamanda bir şehir bay­ramıydı. Bu vesile ile Sivas üç gün derin bir coşku yaşadı. İlerdeki bayramların geniş alan­larda büyük gösteriler biçiminde ve tüm halkın ka­tılımı ile yapılması en çok özlediğimiz şeydir."

Bayrama 12 âşık katıldı. Bağlama ustası olarak en çok Suzânî ile Âşık Süleyman beğeni kazandı. Şair olarak Suzânî önde geliyor­du. Atatürk devrimlerini ve Cumhuriyetin kazanımlarını öven uzun bir şiir yazdı. Bu şiir, daha sonra basılacak Halk Şairleri Bayramı kitapçığında yer alacaktı.

Gönül şad olacak zamanın geldi
Açıldı bahçede gülümüz bizim
Vatana hizmetin zamanı geldi
Çıkar fabrikadan şalımız bizim

Gönül arzediyor gezmeye iller
Durmasın methini söylesin diller
Çok inkıraz buldu açıldı yollar
Hasret kavuşturur yolumuz bizim

Çok tabibe vardık olmadı lokman
Ahir derde oldu Gâzi'miz derman
Açıldı okullar, yükseldi irfan
Kolayca okunur yazımız bizim

Nice düşman toplandılar araya
Almaya vatanı hep bir sıraya
Toplandı paşalar şanlı Ankara'ya
İsmet ile Gâzi şefimiz bizim

Dizildi mızraklar, çekildi taylar
Hastadır sesinden iniler dağlar
Çekti şanlı ordu yeşil sancaklar
Kudretten açıldı topumuz bizim

Ordumuz düşmana dedirdi aman
Vatan kan ağlar olduk şadıman
Bin yaşasın hep çalışan kahraman
Yayıldı cihana ünümüz bizim

Vatandan kesildi hain-i zillet
Sıhhat buldu vucutu, kalmadı illet
Gittikçe tedarik edecek millet
Çok şükür kalmadı gamımız bizim

Açıldı Suzânî gönülde güller
Ne kadar minnet etse az gelir diller
Çıkardık karayı giyindik allar
Aksın vatan için kanımız bizim

Başka demeleri yazıya geçirilip duyurulmadığı için, daha sonra yayımlanan birkaç antoloji­ye hep bu demesi ile girecekti7. Revânî ke­man çalıyordu. Yarım Ali'nin sesinin üstüne ise ses yoktu.

Hüzünlü Günler
Suzânî bağlamaya her vuruşunda bağlamayı inletirdi. Ayırca çok iyi bir keman ustasıydı. Umut dolu yıllardı. İki kızı vardı. Hacer ve Nergiz. Özlemini çektiği oğlu daha doğ­mamıştı. 1932 Temmuzunda oğlu Gâzi doğdu. O yıllarda Suzânî Kangal’ın Kavak bucağında nahiye müdürlüğü yapıyordu. At üzerinde köyleri dolaşmak geçiyordu günleri. Köylülüğü oldubitti sevmezdi. Bu işten de sıkılmaya başlamıştı. Çocuklarına özellikle oğlu Gazi’ye büyük özlem duyuyordu. Duygularını yansıtan şu deyişi yazdı:

Yine derunuma düştü bir ateş
Cesette damarlar sızlar da gezer.
Kuzusundan ayrı düşen analar
Çıkar yollarını gözler de gezer.

Karadır kaşların gözlerin üzüm
Bir daha sarılak gel körpe kuzum
Çok niyaz eyledim geçmedi sözüm
Felek ava çıkmış bizlerde gezer.

Felek sen soldurdun yeşilim, alım
Açılmış bahçede al gonca gülüm
Ben gibi kırıla kanadın kolun
Yaktın ciğerimi közler de gezer.

Gider mi Suzânî yürekte dağlar?
Yaz bahar aylarında gazeller bağlar
Derde düşmüş Gâzi 'm durmayıp ağlar
Ninniler bacılar, kızlar da gezer.

Yazık ki bu oğlu uzun yaşamayacak ve özlemini gidere­meyecekti. Daha sünnet bile olmadan Gâzi 20 Ekim 1936'da öldü. Suzânî ona acısı­nı bir deyişinde dizelere yansıttı. Sözleri bize ulaşmayan deyişin bir dizesinde şöyle sesleniyordu.

Al bayrak asa da estireyidim
Bir oğlum ola da kestireyidim

Sürekli deyişler okuyordu. Hatayi, Pir Sultan Alevi öğre­tisi içinde iyi bildiği ozanlardı. Yakın geçmişin şairlerinin şi­irlerini okumaya başlamıştır. Ruhsati, Sümmani, Mesleki gibi halk ozanların şiirlerini okuyordu. Kendisi de bir kitap­ta derlemek düşüncesiyle deyişler yazıyordu. Bunların çoğu aşk şiirleriydi. Dinsel konulardan kaçınmaya özen gösteri­yordu. Ne var ki, şiirlerinde eski sözcüklere ağırlık veriyor­du.

Sivas’a Göç
İkinci Dünya savaşı başlamadan Suzânî Sivas’a yerleşmeye karar verdi. Oldubitti el işlerine ustalığa eli yatkındı. Saat, el makinaları gibi pek çok aracı onarır, ağaç işlerinde anlardı. Bağlamasını, kemanını kendi yapardı. Cer atölyesi adı verilen Demiryolu Fabrikasında sınava girdi. Birinci sınıf usta olarak işe başladı. İyi para kazanıyor, uygar bir yaşam sürüyordu. Hemen her yaşında bol para kazanmış, harcamasını bilmiş, elaçıklığı ile ünlenmişti.
Ülkeyi savaş durumu sar­mıştı. Savaş olasılığı nedeniyle sokaklara sığınak çukurları kazılıyordu.
Köyden eşinin öldü haberi geldi. Sabah aydınlı­ğında bir ak atın üzerinde uçar gibi köye girdi. Şimdi yalnız üç kızı kalmıştı. En küçüğü 1935 doğumlu Perihan'dı.

Uğursuz Evlilik
İkinci evli­liğini yapması gerekiyordu. Arayıp taradılar, Malatya'da Dedekargın soyundan Yusuf Ağa'nın kızını salık verdiler.
İkinci Dünya savaşının soğuk soluğunun Sivas soğuğu ile buluştuğu 1941 yılını gösteriyordu.
Güzeller güzeli Rabia yirmili yaşlardaydı. Bir yaprak gibi ince, bir gül gibi güzeldi. Güzelliği ile dillere destan olmuştu. İlkgençlik yıllarında gönlünü dayısı oğlu Hakkı’ya kaptırmış, onunla evlenmek istemişti. Ne ki, babası Yusuf Ağa, Atmalı Hakkı’yı sevmediği için ve kızının onunla evlenmesine gönlü razı olmamış, kızını bir başkasıyla evlendirmişti. Ancak zoraki evlilik uzun sürmemiş, kızı kocasını bırakıp baba evine dönmüştü. Rabia genç yaşında dul kalmıştı. Tüm bu olanlar baba Yusuf ağa yüzündendi. Şimdi kızına yeni bir talip çıkıyordu. Bu anlı şanlı Vahap Efendiydi. Bol kazançlı, kültürlü ve kibar biri.
Her şey uygundu, ama evlenecek iki kişi arasında 25 yıl gibi büyük bir yaş farkı vardı. Rabia yaklaşık olarak Suzânî’nin büyük kızı Hacer’le yaşıttı.
Suzânî'nin saygınlığı ve etkinliği bu yaş farkını kolay kolay dolduracak gibi değildi. Ayrıca Raiba'nın gönlünde hala Hakkı yatıyordu. Aile baskısıyla Suzânî ile isteksiz evleniyordu.
Kangal yöresinde, Vahap Efendiyi seven ne kadar adı belli kişi varsa gelin getirmek üzere Malatya’nın Kargın Köyüne düğüncü gittiler. Düğün görkemli mi görkemliydi. Vahap Efendi düğünde ne gerekliyse kat kat fazlasını almıştı. Fakat düğün evinde bir gariplik vardı. Kızın tarafının yüzünde derin bir üzüntü acı okunuyordu. Nitekim Rabia’nın anası gelip düğüncülere
“Kürtçe biliyor musunuz?” diye sordu.
Baş yenge:
“Yok kurban, biz Türk’üz, Kürtçeyi nereden bi­lelim" diye karşılık verdi. Ana, bu bilgiyi aldıktan sonra rahatladı. Akşama baş bağlama töreni kendilerini bekliyordu.
Dünürcüler Türk olmasına Türk’tüler, Kürtçe bilmiyorlardı ama aralarında Kürtçe biler biri vardı. Bu, Gavurharaba köyünden gelin gelmiş bir kadındı. Güher adlı yenge çok iyi Kürtçe biliyordu.
Baş bağlama töreni sırasında bu sorunun nedeni ortaya açığa çıktı.
Tören başlayınca ortalığı bir feryat figan aldı. Rabia, annesi, kız kardeşleri Kürtçe olarak baba Yusuf Ağa'ya kargışlar yağdı­rıyorlar, etmedik küfür bırakmıyorlardı. O zalim Yusuf Ağa, gül gibi kızını sevdiği ile evlendirmeyip, babası yaşında birine vermişti. Zavallı Rabia’nın başına bunlar da mı gelecekti. Ah Yusuf Ağa soyun tükene, Ey Yusuf kolun kırıla.
Kangallı Türklerin bir şey anlamadıkları tören ağıt sesleri ile yankılanıyordu. Türkmen kadınlar, olayı ayrılık acısına bağlayıp susuyorlardı ki, Gavurharabalı Güher baş yenge’nin yanına geldi:
"Anam kurbanınız olam, gelin biz bu kızı alma­dan gidelim. Bunun sevgilisi varmış, zorla vermişler. Bundan Vahap Efendiye yar olmaz" diye uyardı.
Ama ge­lin almaya gitmek üzere gidenler, nasıl gelinsiz dönerlerdi?
Sonuçta ne olduysa oldu, bu uğursuz evlilik gerçekleşti.
Şimdi ozanın yaşamında yeni bir dönem başlıyordu. Ozanın her şeyi vardı: para, kültür, ün. Tek eksiği yıllardı. Yaşı elliye da­yanmıştı. Yitip giden yılları kim geri getirebilecekti?

Yine bir güzele meyil vereli
Aşkın ateşine dil dayanır mı?
Şeyda bülbül gibi zar-ı figâna
Bu çark-ı gerduna bel dayanır mı?

Zar eyler gönlümüz misal-i bülbül
Geçer durmaz ömür kervanı sen bil
Gahi zar içinde, gahi şad olur dil
Bu aşkın sazına tel dayanır mı?

Yaz bahar gelince gönül şad olur.
Arayan her zaman mevlasın bulur
Güz gelirse bağın yeşili solur
Şeyda bülbüllere gül dayanır mı?

Bu çark döner, ömür erer zevale
Yetişir bahçede türlü nevale
Felek gamzesini kılmış havale
Çağlayan dideye göz dayanır mı?

Suzânî, dağ ile dağlamak gerek
Coşkun sular ile çağlamak gerek
Dediler, bu çarkı çevirmek gerek
Sormadım ki buna kol dayanır mı?

Rabia'da yaşamının sonyazını yaşamak istiyordu. Eşini hediyelere boğuyor, sevindirecek ne varsa yapıyordu. Ona türküler yazıyordu:

Bugün yarin edası var
Zülüflerin pervaz eyler
Gâh olur ki hışma gelir
Gâh katlime ferman eyler.

Sevdiğim bana yar olmaz
Yoksa bana layık görmez
Gâh darılır buse vermez
Bazı kere ihsan eyler.

Gitmez şu sinemin dağı
Şevki verir gerdan ağı
Gâh gül açar bahar çağı
Gâhi çeşmim giryan eyler

Al yanakta gonca güller
Bâde sunar beyaz eller
Hilâl kaşlar tatlı diller
Gah derdime derman eyler.

Suzânî söyler sözünü
Çok çektim yarin nazını
Gah olur ki burur yüzünü
Bazı kere harman eyler.

Rabia' ya ud öğretmeye kalkmıştı. Onun için bir ud almış, ko­luna sedefle "Ud Rabia'mın öt nazlı nazlı" sözlerini işlemişti. Ud Rabia için ötüyordu, ne ki Rabia ne uda ilgi duyuyordu ne Suzânî’yi seviyordu. Rabia'nın o taraklarda bezi yoktu. Bir türlü olmuyordu. Ne yaparsa yapsın genç ve güzel eşinde, beklediği ilgi ve sev­giyi bulamıyordu. Zaman zaman top­lum içinde duygularını ölçüsüzce açığa vuru­yor, kendini güç duruma düşürüyordu. Bu kez yakınmaları dizelere yansıyordu:

Kanlı zalim bir kez bana
Er demedin, er demedin
Sevip eller gibi beni
Yar demedin, yar demedin.

Bir canım kurban eyledim
Ben sana nittim, neyledim?
Firgatınla ah eyledim
Zar demedin, zar demedin

Ak gerdanda beyaz güller
Bülbül gibi tatlı diller
Senin olsun ince beller
Sar demedin, sar demedin

Dünya malı yok aynımda
Hiç bir nesne hayâlimde
Turunç memeler koynumda
Nar demedin, nar demedin.

Yaktı beni çınar boyu
Kimseye benzemez huyu
Nesli Suzânî'nin soyu
Sar demedin, sar demedin.

Gençlik gerilerde kalmıştı. Yaşam bir su gibi avucunun içinden akıp gidiyordu. Eskiden beri iç­kiye büyük eğilimi vardı. Şimdi kendini tümden içkiye ver­mişti. Hem içiyor hem deyiş yazıyordu. Yazgıdan, döngüden yakınıyor, avuntuyu içki batağında arıyordu.

Yine bugün ebruları tararsın
Sevdiğim zülfünün teli kim için?
Sırma gibi lahurü şal sararsın
Irgalarsın ince beli kim için?

Sen bu edvar ile göğe değersin
Hilâl kaşlarını kime eğersin?
Elvan elvan türlü renkten giyersin
Sevdiğim yeşili alı kim için?

Şahin gibi kıva kıva gezersin
Mah cemâle kekikleri düzersin
Nazlı yarim, neden böyle gezersin?
Turunç memelerin gülü kim için?

Yad ellere karşı beni üzersin
Ciğerciğim kebab edip ezersin
Ak gerdana sıra sıra dizersin
Sevdiğim inciyi, lâli kim için?

Çoşkun sular gibi durmaz akarsın
Suzânî beyhude gönül yakarsın
Sarmak için kulaç, kulaç takarsın
Sevdiğim inciyi, zeri kim için?

Bir türlü çıkmazdan kurtulamıyordu. Teni kendisine ait bir bibloyu avucunda tutar gibiydi. Melek yüzlü görüntü bir türlü kendine gülmüyordu. Ruhsuz bir tene söz geçiremiyordu. Bu kez kendi ruhunda hesaplaşma içine girdi. Neydi, ne yapıyordu? Acıya dayanmak olanaksızdı. Umutsuzluk nefrete dönüşüyordu:

Gönül sana bir nasihat edeyim
Gördüğün kapıyı çalmamak doğru
Yaşı küçük, harman yeri dişlemiş
Öylesine yakın olmamak doğru.

Akşam olur gelir eğri yüz ile
Sabah olur kalkar hain göz ile
Gezer gelir bir araba söz ile
Kapıdan dışarı salmamak doğru.

Ara namuskârın yolun beklesin
Fakir, çıplak olsun sözün haklasın
Boşanmıştan düşmanımı saklasın..
Karının dulunu almamak doğru

Huri melek olsun eğri bakarsa
Ak ellere al kınalar yakarsa
Bozuk talih olur başa çıkarsa
Eğilip yanında kalmamak doğru.

Hayal gibi gezer, benzer bir kuşa
Gönül mail olur ol hilâl kaşa
Kerem gibi yanar düşer ataşa
Suzânî derdine dalmamak doğru.

1944 yılında Mamaş'taki bahçesine bir baykuş dadandı. Bu uğursuz kuş, geceleri geliyor bir ağaca tüneyip ötüyor, ötüyordu. Kardeşi Revânî geceleri çıkıyor baykuşu taşlıyor, ağacın üze­rinden uzaklaştırıyordu. Ama inadına kuş bu ağacı seçiyordu. Öte yandan Suzânî'nin hasta­lığı iyice ortaya çıkmıştı. Karaciğer erimişti. Sürekli doktora gidiyordu. Cer atölyesindeki işinden ayrılmış, sağalma umuduyla dinlenmeye başlamıştı.
Ne ki yalnızlık içinde kıvranıyordu. İyi günlerinde çevresini dolduran insanlar kaybolmuşlardı. Bir zamanlar yolunu bekleyenler artık yüzüne bakmaz olmuşlardı. İyi gün dostları ortalarda gözükmüyorlardı. Dayısı yanına gelmiyordu. Felek hastaneleri yol et­mişti. En içli türkülerini söylüyordu.

Olura, olmaza minnet etmezdim
Alemde her şeye kul ettin felek
Evvel kıymetime baha yetmezken
Şimdi kıymetimi pul ettin felek.

Bu sineme açtın olunmaz yare
Sen beni düşürdü ah ile zare
Aradım kendime bulunmaz çare
Hastahaneleri yol ettin felek

Alışık tel takın çalın sazımı
Mevlam kara yazmış benim yazımı
Anadan gülmedik emlik kuzumu
Yaktın sinesini kül ettin felek.

Nazlı, nazlı büyüttüğüm Hacer'im
Gurbet eller oldu meskenim benim
Tahammül eyler mi gül yüzlü Peri'm ?
Beni bu dertlerle del ettin felek

Şu sinemi odlar ile doldurdun
Her zaman ağlattın, nerde güldürdün?
Benim Nergiz'imin benzin soldurdun
Elin dikenini gül ettin felek.

Bir kez yüzün görsem Abbas kardaşın
Ezelden belalı bu benim başım
Gelse muhabanım eşim yoldaşım
Gözümün yaşını sel ettin felek

Bilmem neden dayım gelmez yanıma?
Bu hasretlik kar eyledi canıma
Yandım ateşlere bak, Suzanı'ma
Emmizadeleri el ettin felek.

Bu deyişlerde içini yakan duygularını sözcüklere döküyordu.
Mamaş'taki kendi eliyle yaptığı taş odada dinleniyor, hastalığın sağalmasını bekliyordu. Kızı Nergiz:
“Efendiağa, ziyaretçin var” diye seslendi.
Çocukları babalarına “efendi ağa” diye sesleniyorlardı.
Suzânî karşılık verdi:
“Kimse içeri buyursun.”
İçeri giren köyde “Adıgüzel” diye anılan Adıgüzel'di. gerçek adı Süleyman olan Yemen gazisiydi. Yaşamının yedi yılını Yemen’de geçirmiş bir gaziydi. 1935 yılında “Keklik” soyadını almışı. Suzânî’den on, onbeş yaş büyük olmasına karşın dede olduğu için Suzânî'nin elini öptü. Birkaç salatalık, iki yumurta, birkaç yufka ekmek alıp hasta arkadaşını ziyarete gelmişti. Getirecek başka şeyi yoktu. Ancak bunları bu­labilmişti. Yanına oturdu. Her ikisinin de gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Adıgüzel:
“Vahap Efendi, ne güzel günlerimiz vardı? Ne güzel kek­lik avlardık?” diye duygularını dile getirirken ağlıyordu. Keklik çayırı, Kale denen alanlarda keklik avladıkları günleri anıyor, Vahap Efendinin sağlıklı günlerini özlüyordu.  
İyi gün dostlarının ayaklarını kestiği yalnızlık günlerde Adıgüzel son beklen­medik konuğu olmuştu.

*
1945 ilkyazında sayrılık son evresine gelmişti. Doktorlar ameliyat gerekli görülmüştü.
Sivas'ın Çayırağzı mahallesinde bir evde kalıyordu.
İyi gün dostları ortalarda gözükmez olmuşlardı. Yanında yalnız kardeşi Revânî vardı. Bir kaç gün sonra ameliyat olacaktı. Bir Sivas sa­bahında Abidin Şimşek, ziyare­tine geldi. Abidin Şimşek8, Suzânî'den 25 yaş küçüktü. Yanık sesliydi. Yakışıklıydı. Suzânî ile aynı ocaktan geliyordu, Gençliğe ve güzelliğe âşık yaratılışlı Suzânî daha sonraları Figani adı ile deyişler söyleyecek bu akrabasını pek severdi. Abidin Şimşek Suzânî'ye "Dayı" diye seslenirdi.
Suzânî, Figânî'yi görünce çok sevindi. Sanki gelecekten kendine haber getirmiş gibi oldu. Ölüme yaklaştıkça, doslara sarılma, yaşamı kucaklama duygusu içinde Figânî'ye:
“Abidin oğlum, beni bir tıraş et, bir dışarı çıkalım, biraz açılayım, günlerdir evde bunaldım” dedi.
Figânî, Suzânî'yi tıraş etti. Revânî ile birlikte çarşıya çık­tılar. Sivas tatlı bir Haziran gününü yaşıyordu. Ilık seher yeli, Sivas çarşısını serinletiyordu. Yollar, işyerleri sakindi. O sırada Revânî kayboldu. Suzânî ile Figâni Sivas’ı dörde bölen caddelerden bir olan ve o yıllarda Mahkeme Çarşısı adı verilen caddede Sivas’ın ünlü lokantalarında Havuzlu lokantaya girdiler. İçlerinde son birliktelik yemeği gibi bir duygu egemendi. Suzânî, öbür dünyadan el salar gibiydi. Yanında yürüyen ozandan kısa süre sonra sonsuza dek ayrılacağını ve bir daha görüşemeyeceğini düşünüyordu. Böylesine ayrılık Ayemeğinde yemekten bir kıl çıkması Suzânî’nin sinirlerini bozdu. Bu, Suzânî'nin dayanamayacağı bir durumdu. Otoriter kişilikli, sinirli bir adamdı. Garsona açtı ağzını yumdu gözünü. Yemeği yarıda bırakıp çıktı. Biraz sonra çarşıda Revânî ile karşılaştılar.
Suzânî,
“Veli nerdeydin, sen de yemek yeseydin” diye sordu.
Veli koltu­ğunun altındaki sıcak pideyi gösterdi.
“Benim yemeğim burada” dedi.
Suzânî bu kez de ona açtı ağzını, yumdu gözünü.
Üçü de son birliktelik günlerinden biri olduğunu biliyordu. Figânî, son görünüşünü belleğine kazırcasına arada bir Suzânî’nin yüzüne bakıyordu. Yol boyu yü­rür­ken Suzânî  yanındaki iki yakınıa son dileğini söyleme gereği duydu:
"Babam- anam beni Abdülvahab Gâzi 'den aldı. Beni yine oraya vereceksiniz. Mezarımı tekkenin günbatan yü­züne koyacaksınız."
Sevdiği insanın son dileğini duymak, ikisinin de yüreğini burktu. Figânî, bakışlarını kaçırdı. Gözünde yaşlar belirmişti. Ağladığını gizlemek istiyordu. Ama yazgı hükünü oynuyordu. Ozan Suzânî son günlerini yaşıyordu ve bunun ayrımındaydı.
1945 Yılı Haziranında ameliyat oldu. Ameliyattan yedi gün sonra Sivas'ta sirozdan öldü. Ölüsü dileği üzerine Abdülvahabı Gâzi tekkesinin batı ucuna gömüldü. Şimdi onun son taşınmazında sonsuz esenliğine gömülmüş dururmda.
Zengin ezgi ve söz belleği aracılığı ile birçok halk türküsü onun aracılığı ile radyoevi belge­liklerine girmişti. Ölüm ha­berini duyan Muzaffer Sarısözen'in ağızından şu sözcükler dö­küldü:
"Bir hazineyi de kendisiyle birlikte mezara gömdü."9

                        1
Çoktan beri arz ederim ben sizi
Merhaba sevdiğim sefa geldiniz
Ne haldedir hatırınız hoş mudur?
Merhaba sevdiğim sefa geldiniz

İsmini işitip yanına geldim
Harap iken gönlüm şad olup güldüm
Muhabbetinizle eğlenip kaldım
Merhaba sevdiğim sefa geldiniz

Ne haldedir vatanınız eliniz?
Açıldı mı menekşeniz gülünüz?
Bahar gibi coşkun mudur seliniz
Merhaba sevdiğim sefa geldiniz

Böyle miydi aman ile ahtını?
Yücelerde kuruludur tahtınız
Ruşen olsun leyli nihar ahtınız
Merhaba sevdiğim sefa geldiniz

Suzânî ah çeker hasret elinden
Haber almak ister gonca gülünden
Aldım namenizi seher yelinden
Merhaba sevdiğim sefa geldiniz10

                            2
Vasıl-ı hak olmaz cihanda kişi
Aşkın kazanında haşlanmayınca
Kul etmeden özün olur mu veli
Kahr-ı eda ile taşlanmayınca

Perde-i ikbalden uyar gözünü
Meclis-i irfanda söyle sözünü
Bir kâmil mürşide bend et özünü
Ağaç meyve vermez aşlanmayınca

Niceler varlığa güvenirler çok
Şükreyle halika sen haline bak
Amel çokluğuna hiç itibar yok
Kulundan halikin hoşlanmayınca

Aşk atına binen gönül yorulmaz
Su bulanmayınca hergiz durulmaz
Hediyesiz dost yanına varılmaz
Elinde hediyen bulunmayınca

Gel gönül kalbini pak eyle bu dem
Ererim menzil-i âlâya her dem
Dokunmaz Suzânî destine hatem
Bir ustaddan üstü kaşlanmayınca
                        3
Aşam dedim karlı dağın ardını
Acep sevdiğimi göremem m ola?
Perişan halimi arzuhal etsem
Lutf-u ihsanına eremem m ola?

Bir haber alayım esen yellerden
Umman oldu gözüm yaşı sellerden
Bahar gibi al kırmızı güllerden
Acep al yanaktan deremem m ola?

Âşık oldum o sürmeli gözlere
Hayran oldum şeker gibi sözlere
N' olur bir gün yol uğratsan bizlere
Açıp kollarımı saramam m ola?

Âşık olanların başı belalı
Dudakları şeker, abı zülalı
Kiprikler sürmeli, kaşlar hilâli
Neşter urup sinem yaramam m ola?

Sıtk ile tutarsam eğer demanı
Suzânî'yim, yardan kesmem gümanı
Hasretler kavuşa bayram zamanı
Soyunup koynuna giremem m ola?

                        4
Seharde uğradım bir has bahçeye
Bağbanı boynun eğmiş figân içinde
Güller aciz kalmış harin elinden
Ötüşür bülbüller efgan içinde

Tan yıldızı feryad eder sabahtan
Ah çeker âşıklar, kan ağlar cihan
Açılmış menekşe gül ile reyhan
Serv-i hıramanım gülşan içinde.

Al kırmızı giymiş kemha dağlar
Eser bad-ı saba ırmaklar çağlar
Bülbül feryad eder güller kan ağlar
Dudular, kumrular pinhan içinde

Yine katerlenmiş turnalar kazlar
Herkes sevdiğinden visal arzular
Katle ferman yazar mevalı gözler
Lali güher mercan dühan içinde

Bir melek sümalı yare duş geldim
Bir gonca gül iken sarardım soldum
Şu fani cihanda misafir oldum
Suzânî biri zaman mihman içinde

                        5
Kapandı talihim uyanmaz hergiz
Bilmem kara bahtım gider mi böyle?
Ah ederim sana her gece gündüz
Bilmem kara bahtım gider mi böyle?

Nedir bu çektiğim bi vefa senden
Kan leşkeri hucum eder her yandan
Beni usandırdı bu tatlı candan
Bilmem kara bahtım gider mi böyle?

Günden güne artmaktadır savaşım
Sığmıyor bir yere karalı başım
Kırk sekiz, elliye dayandı yaşım
Bilmem kara bahtım gider mi böyle?

Güz geldi hâlâ bir tedarik yok
Ayak yalın başa bir giyecek yok
El gibi oturacak bir ev bile yok
Bilmem kara bahtım gider mi böyle?

Suzânî der düştüm nice hallere
Muhtaç etmeyesin imansızlara
Canım kurban olsun doğru yollara
Bilmem kara bahtım gider mi böyle?
                        6
Yine çiçek açtı karşı dağlar
Enginlerin kisbi karı kalmadı
Ezel bahar eyyamının çağları
Eridi dağların karı kalmadı.

Şimdi itibar atlas ile kumaşa
Muhabbet ararsan bir hilâl kaşa
Var ise sermayen geçersin başa
Sefil âşıkların yeri kalmadı.

Düşkünlerin bakılmıyor yüzüne
Ne söylerse kıymet yoktur sözüne
Yol gösterse kimse gitmez izine
Candan yanan sadık yari kalmadı.

Şimdi hüner kaldı şahinde bazda
Cilve naz ararsan gelinde kızda
Zaman itibarı yüksek avazda
Ne çare elinde varı kalmadı.

Kahrın kime, ne söylersin Suzânî?
Kimden şikayetin eyle beyanı
Geçti vücudunun nevbahar çağı
Soldu gülün şimdi harı kalmadı.

                        7
Şu yalan dünyada murat almadım
Bir kaşı karada kaldı nazarım
El uzatıp gonca gülün dermedim
Mecnun gibi ah eyleyip gezerim.

Gayri Lokman yarelerim saramaz
Beni senden gayri kimse sağamaz
Senden gayri huri, melek yaramaz
Gayri güzel ile yoktur pazarım

Bakmaz mısın şu ellerin nazına?
Sürme çekmiş kirpiğine gözüne
Boran almış dokunursan sazına
Bad-ı saba senden hile sezerim.

Suzânî'yim gece gündüz hacetim
Kesildi takatım yoktur dermanım.
Gayri kimselerden yoktur şikârım    
Ben derdimi o hünkâra yazarım       
                        8
Seyyah olup şu âlemi gezerken
Seher yeli ırgaladı dalları
Ben eski derdime derman ararken
Dolandı boynuma pamuk elleri

Dedim hayal midir yoksa düş müdür
Dedim hilâl midir yoksa kaş mıdır
Dedim inci midir yoksa diş midir
Bülbül gibi açtı tatlı dilleri

Dedim dilber ifşa eyle beyanı
Dedi nedir gamın eyle ayanı
Dedim al yanaktan eyle ihsanı
Dedi dolaştırın zülfün telleri

Dedim gadan alam kırma kaşını
Dedi akıttım gözden yaşımı
Dedim Kerem gibi bütün dişimi
Dedi ki söyleme Aslı halleri

Dedim dilber gonca gülün dereyim
Dedi nasıl yad ellere vereyim
Dedim bir canım var kurban edeyim
Dedi dolan da gel gurbet elleri

Dedim dilber gel merhamet et bana
Dedi kimseden görmedim vefa
Dedim ki Suzânî kurbandır sana
Dedi gel incitme ince belleri
                        9
Hilâl kaşlarına kurban olduğum
Gel karşımda şakı dudu dilleri
Mah yüzünde gonca gülün derdiğim
Gözüm yaşı geçti akar selleri

Kemha giymiş bahçelerde fidanım
Gel unutma beni kaşı kemanım
Ölünce mi ak gerdana mihmanım
Arzum kaldı saramadım belleri

Aşk ile perişan mecnun gezerim
Ciğerim kebap edip ezerim
Sinen mihrabında kaldı nazarım
Boğum boğum kınalamış elleri

Suzânî der benden niçin vaz geçtin
Bir gonca gül iken sararıp soldun
Verdiğin ikrardan ne tez vaz geçtin
Düşman ettin bize bütün illeri

                        10
Gönlümün arzusu candan cananım
Al yeşil açılmış özlerin güzel
Bedirlenmiş şahin gibi gözlerin
Şapkal kamer gibi yüzlerin güzel

Gönül kuşu durmaz pervane döner
Muhabbet meyinden içenler kanar
Cana ceba diye bâdeler sunar
Mestane bakışlı gözlerin güzel

Suzânî'yim gayri yari nideyim?
Yoluna canımı feda edeyim.
Sevdiğim canımda mihman edeyim
Şu kar dudakların sözlerin güzel.

                        11
Daha beni çok mu yakan sevdiğim
Değişmem cihana telini güzel.
Her çiçekten al rengini almışsın
Elbet hayran oldum teline güzel.

Her çiçekten al rengini almışsın
Niceleri bir sevdaya salmışsın
µlemi işitir bir nur olmuşsun
Eyvah deremedim nurunu güzel.

Canım kurban olsun kalem kaşına
Gece gündüz çevrinirim başına
Ne olur bir mihman etsen düşküne
Kurban edem canım yoluna güzel.

Ne kadar yücedir serinde tahtın
Mevlam hub yaratmış senin bu bahtın
Kıya bakışınla âlemi yaktın
Canlar dayanmaz nazına güzel.

Ben yad oldukça sen olursun yad.
Bu viran gönlümü gel eyle abad
Suzânî yolunda oluyor cellad
Öldürme düşersen toruna güzel.

12
Bahtı siyahıma bir kura attım
Bana değil nazlı yare hoş çıktı
Bir melek suretli dilber karşımda
Ne göreyim hilâl gibi kaş çıktı

Alişana arz eyledim halimi
Hakkı tân etmekten kestim dilimi
Kader torbasına sundum elimi
Kırk beş dedim, talihimden boş çıktı

Gâh bezirgân olup gahı satarım
Sarraf olur inci mercan tutarım
Gahi aşkın kaderini atarım
Bir de baktım hayal imiş, düş çıktı

Seher yeli semt-i dildare eser
Askın deryasında kaldı bir eser
Devr edip âlemini gezdim ser be ser
Çok aradım bana benzer boş çıktı

Gönül kuşum gönül asuna saldım
Aşkın deryasına ummana daldım
İnci mercan diye elimi sundum
Meğerim Suzânî yaban taş çıktı.  

                        13
Ocakta kahve pişirir
Gören aklını şaşırır
Çıkmış bahçede devşirir
Susam mıdır sümbül müdür
Güle de gül, gül müdür bilmem

Sevdiğim seyrana çıkar
Ateşi sinemi yakar
Emzik emzik olmuş akar
Şeker midir, şerbet midir
Bala da bal, bal mıdır bilmem

Asil bir zâde uşağı
Belinde ipek kuşağı
Dökmüş gerdana aşağı
Zülüf müdür, kâkül müdür
Tele de tel, tel midir bilmem

Sefil Suzânî'nin yari
Boyu selvi dal çınarı
Küşmüş, söylemiyor bari
Dilli midir dilsiz midir
Lala da lal, lal mıdır bilmem

                        14
Yüzünde açılan nur-u Hudaya
Ülkey-i Mısır'ı, Hicaz'ı kurban
Nevreste fidanım çınar boyuna
Yemen, Arabistan, Afşar'ı kurban

Bu kadar sen seni gel çekme naza
Açılmış yanakta gülleri taze
O hilâl kaşlara cumhuri göze
Tamam Kürdistan'ı, Şirvan'ı kurban

Kına yakmış boğum boğum ellere
Söylesem methini bütün ellere
Dudu kumru gibi tatlı dillere
Gürcü, Acemistan, İran'ı kurban

Boyun tuğba, kamet benzer fidana
Nice bir adular düşer gümana
Gönlümün gamzesi ebru kemane
Yörüğü, Çerkez'i Tatar'ı kurban

Yakışır cifeler o sultanıma
Kayalar kestirir Şirin Ferhat'a
O nüma gerdana servi kamete
Narı hasret çeken Suzânî kurban

                        15
Gözler sürmelenmiş, kaşlar yay gibi
Çöller yakışığı cerana kurban
Cemâlinin şemsi gonca ay gibi
Şükür seni bize verene kurban

Nice bir pervane odlara yandık
Gönlümüz zevrakın ummana saldık
Ol Kabe kaysene ev edna olduk
Sırrı hakikate varana kurban

Okudum elhamı sebel mesanı
Sevdekâr eyledin sevdiğim beni
Yedi nokta on yedi harf bi kâni
Suzânî bu sırra erene kurban

                        16
Hilâl kaşlarını niçin yıkarsın
Candan arzumanım niçin darıldın
Yoksa yad ellerden söz mü dokundu
Afet-i devranım niçin darıldın

Gül yüzlü güneşim, nedir günahım
Arş-ı asumana çıktı feryadım
Niçin kederlisin dili neşadım
Selvi hıramanım niçin darıldın

Bak gözüm yaşına akar sel olur
Ahım çıkar doğru arşa yol olur
Derdinle şu sinem yanar kül olur
Sen kaşı kemanım niçin darıldın

Bağı viran olmuş bir gül gibiyim
Yarinden ayrılmış bir kul gibiyim
Gülünden ayrılmış bülbül gibiyim
Gel mah-ı tebanım niçin darıldın

Gönlümün serveri mah-ı tebanım
Çıkar mı hatırdan ruh-u revanım
Gülşen bahçesinde taze fidanım
Gönülde mihmanım niçin darıldın

Niçin böyle melül melül gezersin
Ciğerciğin kebap edip ezersin
Şu benim katlime  ferman yazarsın
Yaramın merhemi niçin darıldın

Ben senin derdinle ey gül-ü rânâ
Bulunmaz emsalin ey ruhu ziba
Bu sefil Suzânî kapında edna
Derdimin dermanım niçin darıldın

                        17
Bahar gibi giyinmiş yeşili alı
Açar mor menekşe gülü yuvanın
Ab-ı hayat gibi yaylanın suyu
Çağlar ırmakları gülü yuvanın.

Badı saba eser zülfün telinden
Bülbül gibi söyle tatlı dilinden
Yine onlar bilir garip halinden
Söylenir her yerde ünü yuvanın.

Gece gündüz bu can söyler vasfınız
Şad eder gönlümüz, tatlı sözünüz.
Meclis-i irfanda öter sazımız
Okur sehal mesan teli yuvanın.

Yüce dağ başında kur seyrangahı
Kalbe ziya verir o şemsi mahı
Yüzübenli Sultan Şahın penahı
Hüseyi'nden eser yeli yuvanın

Arifler karayı aktan seçerler
Meclis-i irfanda dolu içerler
Suzânî der serden- baştan geçerler
İlmi bedan söyler dili yuvanın.

                        18
Ben seni bilirim ezel ezeli
Ne bu kadar gönlü kabalanırsın
Şöyle durup etrafına bakmadan
Gördüğünü kapar yayalanırsın

Hiç görmezsin bunda bir hüsnü yari
Demirden katılır, çizili yayı.
Kimseye vermezsin hisseyi payı
Kovulup kapıdan sopalanırsın.

Aklınca bir yana olmuşsun bevvap
Çalış şu cihanda kazan bir sevap
Üstüne gelirse bir doğru cevap
Kalkamaz altından çabalanırsın.

Bülbül olmuş gül dalında ötersin
Sen bu kabalığı kime satarsın
Aslı kıl hasadan metah dokursun
Dost eğninde gezer abalanırsın.

Nedir kahrın suratını asarsın
Selamı sabahı niçin kesersin
Lodos gibi kaba kaba esersin
Zülfü yara eser sabalanırsın.

                        19
Yine firgatlısın dumanlı dağlar
Akar boz bulanık sellerin senin
Açılmış sümbüller, bülbüller öter
Turnadan belgüzar tellerin senin

Bahar eyyamında güller açılır
Kurulur meclisler meyler içilir
Yar senin uğruna candan geçilir
Sarmaya yakışır bellerin senin

Uzatma bu nazı sevdiğim yeter
Bana bir dert ettin ölümden beter
Bülbül olmuş gayri bahçede öter
Dudu kumru gibi dillerin senin.

Yar, niçin katlime eylersin ferman
Başın için deyim, derdime derman
Suzânî oluyor uğruna kurban
Açılmış gerdanda güllerin senin.

                        20
Bir mektup yazayım dur seher yeli
Götür sevdiğime çok eğlenmesin
Kül oldum derdinden mah-ı tâbânım
Söyle ahvalimi çok eğlenmesin

Katarlanmış gövel turnam havada
Eşinden ayrılan gözler yuvada
Herkes yari ile zevk-i sefada
Söyle hilâl kaşlım çok eğlenmesin

Göçer bir gün gönül kervanı handan
Yeter naz ettiğin usandım candan
Gam leşkeri hücum eder her yandan
Yok melhem saracak çok eğlenmesin

Kudretten çekilmiş hilâldir kaşı
Yakar yüreğimi Suzan ateşi
Leyli nihar durmaz gözümün yaşı
Söyle sevdiğime çok eğlenmesin.

                        21
Gel ey gönül defnedilme bu mülke
Evi göçmüş ıssız hane dönersin
Sakın ha gerçekten ayırma özün              
Nev baharı geçmiş hâke dönersin

Büsbütün dünyayı verseler sana
Ne oldu Süleyman kalmadı ona
Bahr olup teferruş kılsan her yana
Dalgası tükenmiş göle dönersin

Zaloglu olup hükmün yürütsen
Nev haktır herkim benim dedirtsen
Zerrece başında aklın var isen
Çölde yılkısız kervana dönersin

Hükmetmedi mi Zaloglu bir zaman
Eriş bir gerçeğe tut desti deman
Verme fırsat nefse katleyle heman
Tuzak içindeki kurda dönersin

Duydun mu fenayı eyleyen Hak’a
Felek kement atmış boynuna taka
Kurtulmaz Suzânî ecelden yaka
Bir gün gazel dökmüş bağa dönersin

                       
                        22
Gönül kuşu gezer devr-i âlemde
Pervaz edip uçar yuvadan bir gün
Yüksekten temaşa seyran ederken
Encamı düşersin havadan bir gün

Bad-ı saba bir gün sam yeli olur
Herkes ettiğini elbette bulur
Şahan gözler kan uykuya boyanır
Gönlünü kaldırır semadan bir gün.

Gönül düşme od-u nefis peşine
Aldanma dünyanın hilâl kaşına
Yelerken dünyanın her savaşına
Akıbet kurtarır davadan bir gün.

Nesini söyleyim fani cihanın
Gerek zahir gerek batın nihanın
Leyli nihar kesme haktan buhanın
Görürsün ecrini mevladan bir gün

Âşık olan türlü renge boyanır
Suzânî gafletten bir gün uyanır
Ecel gelir can kafese dayanır
Kesilir kısmetten, tanadan bir gün.

                        23
Şemsi kamer gibi mahi tabanım
Bir kıya bakışlı, kaşı kemanım
Altın kadeh ile serv-i revanım
Beyaz bâde sunar elleri bugün

Yazılmış alnıma kara yazılar
Bülbül feryad eder gülü arzular
Karşıda süzülür mevalı gözler
Mah yüze dökülmüş telleri bugün

Al yeşil karışmış pembe yanaklar
Sevdiğim Hak seni hatadan saklar
Derde derman verir şeker dudaklar
Sunar Suzânî'ye balların bugün

                        24
Bir gece rüyamda bana erenler
Aç gözünü gafletten uyan dediler
Bu kadar özünü sevdaya salma
Hak Muhammet Ali ayan dediler

Bu dünya cifedir gönül bağlama
Ciğerini aşk oduna dağlama
Bahar seli gibi akıp çağlama
Bir gün sonu gelir uyan dediler

Cehd eyleyip bir katere yete gör
Dünya sermayesin hiçe sata gör
Mal kazanıp Hak yoluna kata gör
İn benlik atından yayan dediler

Güvenme devran-ı çark-ı mihnete
Çalış şu cihanda bir saâdete
Ol zaman eserin tac-ı devlete
Durma bir Hünkâra dayan dediler

Vahdetin bezminden dolu içenler
Rahm edip karayı aktan seçenler
Suzânî der candan baştan geçenler
Kırkını bir pula sayar dediler.

                        25
Misal bir gecedir devr-i alemde
Zülfü siyah kaşı kemana benzer
Açılmış menekşe gülü, reyhanı
Yüzü şemsi kamer tabana benzer

Hiç doymak olur mu bu şirin candan
Bülbül feryad eder güle her yandan
Niceleri geldi geçti bu handan
Her dem konar göçer kervana benzer.

Bir suret-i melek, elinde bâde
Gönül kuşun salma havayı yâde
Nice yıllar ömür sürsen dünyada
Bir gece bu handa mihmana benzer.

Güvenme dünyada ziynete, mala
Sakın aldanma gel gönül ağyare
Bezensen dünyada atlasa, şala
Akıbet soyunur üryana benzer

Suzânî der döner bu çark-ı devran
Şad olmaz gönlümüz daima giran
Düzüldü katerler çekildi kervan
Can kafesten uçar virana benzer.

                        26
Yine bir ok değdi dertli sineme
Yaktı ciğerimi dağlar da gezer.
Felek kırdı kanadımı kolumu
Yok derdime derman sağlar da gezer.

Yine içerime düştü sızılar
Yazılmış alnıma kara yazılar,
Anasından ayrı düşen kuzular
Başına karayı bağlar da gezer.

Hicran oldu şu sinemde yareler
İflah etmez bu dert beni pareler
Eşinden ayrılan bahtı kareler
Elbet deli olur ağlar da gezer.

Nice bir derdimi söylersin dilber?
Felek viran etti yıktı gönüller
Gonca gülden ayrı düşen bülbüller
Ah-ı efgan eder ağlar da gezer.

Ah eder Suzânî derdinden daim
Kaderim böyledir kime ne deyim?
Başım alıp diyar diyar gideyim,
Durmaz gözüm yaşı çağlar da gezer.
                       
                        27
Yine bahar geldi açıldı güller
Bülbül-ü şeydalar bağlarda gezer
Kınalı parmaklar o şirin diller
Bu dertli sinemi dağlar da gezer

O yar sürmelemiş, kipriği, kaşı
Rakipler ile eder savaşı
Yar senin elinden didemin yaşı
Bahar seli gibi çağlar da gezer

Yine katerlenmiş turnalar, kazlar
Yar düştü hatıra sineler sızlar
O keman ebrular, cumhuri gözler
Gamı hicranımı sağlar da gezer

N'oldu senin ile ahdı peymalar
Gama tebdil oldu o güzel günler
Bir melek simaya gönül verenler
Elbet deli olur dağlarda gezer.

Bu kadar cevr etme sevdiğim dilber
Dert ile hicrana oldum giriftar
Kül oldum derdinden ey peri nigar
Ah eder Suzânî ağlar da gezer.

                        28
Çoktan beri ahu zarın çektiğim
Çöller yakışığı cananım gelmiş
Hasretiyle sinem oda yaktığım
Zülfi siyah, kaşı kemanım gelmiş

Yanakta açılmış sümbüller güller
Bakan hayran eder keman ebrular
Cana hayat verir bâdeli eller
Leyli nihar, mahı tübanım gelmiş

Çok şükür cemâlin gördü gözümüz
Gamlı iken şad eyledi gönlümüz
Hâke turab ettik sürdük yüzümüz
Gönlümün arzusu cananım gelmiş

Yanakta açılmış sünbüller güller
Sinemin gamzesi keman ebrular
Ab-ı hayat verir bâdeli eller
Leyli nihar, mah-ı tebanım gelmiş.

Yine erişiptir baharlar yazlar
Suzânî der gönül yâri arzular
Karşımda süzülür manalı gözler
Elif lam bakışlı imranım gelmiş

                        29
Derman arardım derdime
Derdim bana derman imiş
Burhan arardım aklıma
Aklım bana burhan imiş

Sağım solum gözetirdim
Dost yüzünü görem deyi
Ben taşrada arar idim
Ol can içimde can imiş

Öyle sanırdım ayıram
Dost hayıra ben, kayıram
Dost ile yiyip içtiğim
Bildim ki ol canan imiş

Mürşit gerektir bildire
Ehli hakkal Hakka yakın
Mürşidi olmayanların
Bildikleri güman imiş

Savmi selat hac ile
Sanma biter zahit işin
İnsan-ı kâmil olana
Lâzım olan irfan imiş

İşitmiyorsan sözüm
Bir nesne hak örtmez yüzün
Haktan ayan bir nesne yok
Gözsüzlere günhan imiş

                        30
Ey gönül gam çekip kurşelenirdim
Geçer bu cihanda devran olur mu?
Gök ekin misali ömür dediğin
Biçilip derilmez, harman olur mu?

Gelip geçenleri bir hayal eyle
Bu fani cihanın encemi böyle
İnanmazsan kâmil mürşide söyle
Burda konup göçmez kervan olur mu?

Elbet bir gün gonca güller solacak.
Derip topladığın yada kalacak
Dediler katline sebep olacak
Alişan yazmazsa ferman olur mu?

Altın halka taksan kalem parmağa
Cehdeyleme Suzânî dosta varmaya
Cerrahlar gelmişler yaran sarmaya
Haktan özge kula derman olur mu?

                        31
Gönül verip bel bağlama faniye
Geçer ömrün sana nev bahar olmaz
Sevdayı, mahbubu çekmeyen âşık
Dönüp ateşine bir yanar olmaz

Âşık olup maşukunu bulmayan
Muhabbetin güllerini dermeyen
İkrar verip ikrarında durmayan
Sakın o kimseye yadigâr olmaz

Gel gönül koğ ile gıybet eyleme
Tutmadığın sözü kimseye deme
Cahilin şekerli helvasın yeme
Kâmilin zehirin ye zarar olmaz

Gönül can gözün aç gâfletten uyan
Bir kâmil mürşidin bendine inan
Mazlum hakkını zalime koyan
Suzânî hâlimden bir soran olmaz.

                        32

Bahar eyyamında seher vaktinde
Doğaya kaldırmış ellerin güzel
Cemi mahlûk kuşlar niyaza durmuş
Okursa belcesel dillerin güzel

Tevekkül babında olalım sail
Zahitler mescitte zikirde kayım
Sofular vahdette tevhide daim
Hü çeker âşıklar tellerin güzel

Bu aşkın şeması sinemde yanar
Mestane gözlerin badeler sunar
Abu hayatından içenler kanar
Akar leblerinden balların güzel

Al yanakta yeşillerin alların
Henüz gelmiş sevilecek çağların
Firdevs’i alaya dönmüş bağların
Açmış gülü reyhan güllerin güzel

Bu sefil Suzânî söyler her sabah
Dertli olan derunundan çeker ah
Her seher estikçe ol badi sabah
Kaldır yüzündeki telleri güzel

                        33

Felek eşten dosttan eyledi cüda
Hasret koydu muhabbete doluya
İlahi kapında bu sefil geda
Çağırırım Şahı Merdan Ali’ye

Mihneti ger duna yoktur nihayet
Senden ola dertlilere inayet
Ruzi şeb dilerim eleman mürvet
Rubu Gubbü Hacı Bektaş Veli’ye

Şu fani cihanda kara bağlarım
Dertli sinem aşk oduna dağlarım
Derde derman bulam deyi ağlarım
Abdal Musa Sultan Hızır Balı’ya

Çağlar gözüm yaşı bak feryadıma
Senden başka kimse gelmez yâdıma
Medet mürvet dedim gel imdadıma
Kızıl elmadaki Kızıldeli’ye

Deli gönül bir gün olamaz ruşen
Derunumda yanar ateşi Suzan
Yetiş Medet Mürvet kaldım perişan
Nidem halim arz edem Yüzübenli’ye

                        34

Şad olmak istersen ey dili şeyda

Terk eyle cihanın küllü varını
Sen kendi derdine bir çare ara
Neylersin cihanın nazlı yârini

Gel gönül havadan uçmadan sakın
Bir kâmil mürşidin unutma hakkın
Varlıkla satıcı olmadan sakın
Ara bul cihanda mutlak kârını

Benliğe uyup da azma yolundan
Hakkın kelamını koyma dilinden
Muhtaca rıza’yı kesme dilinden
Göresin Cenabı Hak didarını

Kim bilir dur eder insanı Haktan
Cemali mihraba bakma ıraktan
İflah olmaz ayrılanlar firaktan
Güle âşık olan sever harını

Cem eyle Suzânî aklın başına
Geçirdin ömrünü boşu boşuna
Akıbet uğrarsın felek taşına
Neylersin cihanda çarkı devranı

                        35

Sabah oldu tan yerleri ağardı
Ilgıt ılgıt esme dur seher yeli
Bir name yazayım suna boyluma
Kendi avazınla ver seher yeli

Çekmiş kemhasını karşıki dağlar
Dilim söyler amma didem kan ağlar
Nazlı yar seyrana çıktığı çağlar
Dokunup zülfüne es seher yeli

Ben bir usul boylu yardan ayrıldım
Kahrolup girdabı ummana daldım
Bir gönül ağrısı yâre duş oldum
Hoşmu hatırını sor seher yeli

Gel merhamet eyle âşık halime
Bülbül feryat eder gonca gülüme
Uğra Suzânî’nin nazlı yârine
Gonca güllerini der seher yeli

                        36

Ne kadar met etsem azdır şanını
İnci sedef dürden güzelsin güzel
Sallandıkça kara bağrım ezersin
Selvinin dalından güzelsin güzel

Hasret koyma bir buse ver yanaktan
Eğer korkar isen yaradan Haktan
Abu Zemzem damlar şeker dudaktan
Oğlun balından güzelsin güzel

Budur âşıkların gönlünde fendi
Ne ağayım ne bey nede efendi
Bir su ver içeyim yüreğim yandı
Ağustosta kardan güzelsin güzel

Kaşların velvechi alnın veddüha
Öylesi gözlere yetermi paha
Ne desen az gelir gül yüzlü maha
On beşlenmiş aydan güzelsin güzel

Nesli Resul müsün ey Şemsi Gamet
Seni met etmeye olmaz nihayet
Cemalin görenler istemez Cennet
Firdevs’i aladan güzelsin güzel

Göksüne kurulmuş tahtı Süleyman
O billur memeler her derde derman
Suzânî’nin canı yoluna kurban
Bayram günlerinden güzelsin güzel

                        37


Gel gönül gafletten ayık ola gör
Aç gözün gördüğün kervan değil mi?
Küllü men aleyhe fani yete gör
Can kafesten uçar seyran değil mi?

Entüm derler bir ayet var saçında
Arzumanım kaldı dostun veçhinde
Sekiz direk dört kubbenin içinde
Halk edilen car ana sır değil mi?

Kimdir Hak yanında sevgili olan
Budur âşıkları sevdaya salan
Bütün amelleri kem ağız gelen
Oda hüsnü ahlak sakır değil mi?

Halim arz ederim ben o Sultan’a
Cana hayat verir derler lokmana
Her dem terk eyleyip özün canana
Âşıkların kalbi ayna değil mi?

Sadık kalp ehline olma mudara
Felek Suzânî’ye açıyor yara
Âşıklar zümresi erdi didara
Yahşi yaman burada belli değil mi?

38

Arifler katına ereyim dersen
Dört kapıdan kırk makama ermeli
Farz ile sünneti kılayım dersen
Şeriatın şartlarını bilmeli

Tarikat’ta edep erkân yolları
Marifette biten gonca gülleri
Efsaneye uyup yorma dilleri
Hakikat’in hallerinde kalmalı

Vücudun şehrini görmezsin niçin
Üç sünnet yedi farz müminler için
Ahmet’ten şefaat dilersen suçun
Kelimeyi tevhidi ele almalı

Bir kâmil mürşide elin uzatıp
Kalp evinin aynasını bezetip
Gönül Kabe’sinde mihman gözetip
Küntü Kenz sırrına vakıf olmalı

Aşkın şarabından sun bize saki
Yalandır gerisi bir iyilik baki
Görmek ister isen Suzânî Hakkı
Mansur edip özün darda kalmalı

                        39

Seherde uğradım bir has bahçeye
Bağbant boyun eğmiş figan içinde
Güller aciz kalmış harın elinden
Ötüşür bülbüller Efkan içinde

Tan yıldızı feryat eder sabahtan
Ah çeker âşıklar kan ağlar cihan
Açılmış menekşe gül ile reyha
Ol Selvi revanım Gülşen içinde

Al kırmızı giymiş kemhalı dağlar
Eser badi sabah ırmaklar çağlar
Bülbül feryat eder güller kan ağlar
Dudular kumrular pinhan içinde

Yine katarlanmış turnalar kazlar
Herkes sevdiğinden vuslat arzular
Katle ferman yazar mevali gözler
Lâlı gevher mercan dühan içinde

Bir melek misali yâre duş geldim
Bir gonca gül iken sarardım soldum
Şu fani cihanda misafir oldum
Suzânî bir zaman mihman içinde

                        40

Kadir Mevlam senden bir dileğim var
Mihneti girdaba düşürme beni
Yalvarırım gece gündüz ilahi
Müstakim tarıkdan şaşırma beni

Neyleyim arşı mana dayandı ahım
Adın çun bağışla çoktur günahım
Benim senden gayri yoktur penahım
Tamunun oduna düşürme beni

Suzânî’yem yanar dururum daim
Ah ile vah ile geçti devranım
Çekilir faniden artık kervanım
Kahrı eda ile şaşırma beni

41
Ah eylerim, ah çekerim yürekten
Aldı gam leşkeri her yandan beni
Derdim arzedecek bulmadım hekim
Bivefa bezdirdi bu candan beni

Bin derdim var söyleyeyim hangisi
İçerimden çıkmaz dünya kaygısı
Tahammül eyler mi nefsin adusu
Dur eylemek ister canandan beni

Suzanüiyem düştüm türlü hallere
Bülbül figân eyler gonca güllere
Felek beni saldı gurbet ellere
Ayırdı Yusuf-u Kenan'dan beni.

                        42

Daha beni çok mu yakan sevdiğim
Değişmem cihana telini senin
Şeyda bülbül gibi ağlar gezerim
Elbet hayran oldum teline senin

Her çiçekten al rengini almışsın
Nicelerin bir sevdaya salmışsın
Güzeller içinde billur olmuşsun
Eyvah deremedim gülünü güzel

Canım kurban olsun kalem kaşına
Gece gündüz çevrinirim başına
Ne olur bir mihman etsen döşüne
Kurban eden canım yoluna güzel

Ne kadar yücedir serimde tahtın
Mevlam hub yaratmış şu senin bahtın
Kıya bakışınla sinemi yaktın
Canlar dayanırmı narına güzel

Ben yâd oldukça sen olursun yad
Virane gönlümü gel eyle abat
Suzânî yolunda oluyor cellât
Öldürme düşersem toruna güzel





10 Bu deyiş daha önceki baskıda eksik olarak verilmiş, dipnotta büyük  bölümünün eksik olduğu belirtilişti. Burada tamamını veriyoruz. Eski baskıdaki bozuk örnek şöyle:  
Merhaba hoş geldiniz, ey ruhu revanım merhaba
Ey şeker lebi şirin lamekânım merhaba
Ey melek suret-i dilber, can fedadır yoluna
Gönlüme senden özge nesne layık görmedim
Suretim aklı ağulum cism-i canım merhaba
Geldi yarim naz ile sordum esini nicesin
Ey cemâlim, bahr-i kanım merhaba



5 1890-1891
Ahmet Kutsi Tecer: Sivas Halk Şairleri Bayramı, Sivas Kamil Matbaası 1932, 16 s.
7Ord.Prof. M. Fuad Köprülü: Türk Sazşairleri Antolojisi, Kanaat Kitabevi, İstanbul 1940, s.728
Vasfi Mahir Kocatürk: Saz Şairleri Antolojisi, Ay-yıldız Matbaası, Ankara 1963, s. 498
Refik Ahmet Sevengil: Çağımız Halk Şairleri, Atlas Kitabevi, İstanbul 1967, s.335
Pertev Naili Boratav: Folklor ve Edebiyat 1, Adam Yayınevi, İstanbul 1982, s. 201
8Figânî'nin gerçek adı Abidin Şimşek'tir. 1915'te doğmuş, 1987'de Ankara’da ölmüş, Mamaş’a gömülmüştür..
9İbrahim Aslanoğlu, Söz Mülkünün Sultanları, İstanbul 1985, s.167-168'de "Eski ve yeni yazıyı ancak kendine yetecek kadar bi­lirdi. Sivas Halk şairleri bayramına katılmasına rağmen Suzânî, her bakım­dan az kültürlü ve âşıklığın bazı geleneklerini yerine getirememiş, sâde fakat samimi ve içli bir köy şairidir. Deyişlerinin hemen hepsi türkülerden ibarettir" der. Bu görüşler tümüyle yanıltıcıdır. Suzânî çok iyi eski ve yeni yazı bilir. Şiirleri değerli şiirlerdir. Biz konuyu diploma tezi olarak hazırladığımızda 70 deyişini derlemiştik. Ancak o metinler yitti. Bu çalışmayı hazırlarken ancak 48 deyişi elde edebildik. Bu de­yişlerde de bir dizi eksikler var. Deyişleri bize Haydar Kurt verdi. Ticaret defterine yazılmıştır. Defterde 16.4.1949 tarihi yazılıdır. Deyişleri deftere Abidin Eraslan'ın yazdığı söylenmektedir.

3 yorum: