Gerçek adı Vahap
Bozkurt olan şair Suzânî, !932 Sivas halk Şairleri
Bayramına katılmış, büyük beğeni toplamış kişidir. Bayramın Türk ulusuna
kazandırdığı en önemli halk şairi Âşık Veysel, o dönemde şiir yazmaz, halk
söyleyişi ile başkasının malını satar. Yalnızca bir âşıktır. Suzânî ise o
yıllarda yaratıcılığının doruklarındadır. Deyişler yazar, türküler söyler,
bağlama, keman çalar.
Kabul Olan
Dua
İlgi çekici bir öyküdür Şair Suzânînin yaşamı.
1890 yılında Sivas’ın Kangal ilçesine bağlı Mamaş köyünde doğar. Serüven adı
ile başlar. Baba Ali Efendinin çocuğu olmaz ve bir adak adar. Bu adağa göre
erkek çocuk sahibi olacaktır. Ve bir gün düşünde Abdülvahap tekkesini görür.
Abdül Vahap Gâzi tekkesi Sivas'ın güneylerine
düşen bir tekke üzerindedir. Tepenin batı yüzünde Tekke köyü bulunur. Ve hemen
yanından bir ırmak akar. Abdül Vahap’ın Urum'a İslam’ı yaymakla görevli
evliyalardan olduğuna inanılır. İnanca göre, Sivas'ın alınışı sırasında şehit
düşmüştür ve bu tekkede yatar. Bir başka Abdül Vahab tekkesi de Malatya'dadır.
Sivaslıların inancına göre, asıl Abdül Vahap Sivas'tadır. Abdül Vahab şehit
düştüğü sırada kolu kopmuştur ve tekkenin dibinden akan ırmak kolunu Malatya'ya
götürmüştür. Malatya'da gömülü olan yalnızca Gâzi'nin koludur.
Malatyalılar tam karşıtını savunurlar. Her neyse
her iki tekke de çağlardır kutsal işlevini sürdürmektedir. Yatan kimdir, kim
değildir kesin bilinmez, ama inançlar yaşar. Nitekim oğlan çocuğu olmayan Ali
Efendi'ye de bu oğlanı Abdül Vahap tekkesi vermiştir. İki evli Ali Efendi için
büyük bir mutluluk kaynağıdır.
Ali Efendi babasının ölüm gününü yazdığı kara
kaplı Fazilet kitabını aldı, büyük bir mutluluk içinde şunları yazdı: "Ali Efendi'den Abdül Vahab Gâzi dünyaya gelmiştir 1309."5
Köy geleneğine göre haşıl yapıldı. Haşıl bir tür
göçebe helvasıydı. Türkmen yaşamında mutlu günlerde yapılırdı. Özellikle
doğumların töresel şölen yemeğiydi. Un, yağ ve balın karışımından bir
oluşurdu. Kara kazanda un yağ ile kavrulurdu. Üzerine ballı su dökülüp
karıştırlırdı. Şimdi Ali Efendi'nin evinde görkemli bir haşıl kazanı
kaynıyordu. Köyün yaşlı karıları gelmişler, mutlu biçimde çocuğu sarıp
sarmalıyorlar, türküler söylüyorlardı. "Çok şükür küçük dede doğmuştu.
Vahap dede doğmuştu. Abdül Vahap Gâzi
sultan umutlarını boşa çıkarmamıştı."
Köyde kısa adı ile Vahap diye çağrılıyordu. Köyde
Büyük Ali Efendi diye anılan dedenin biricik oğluydu. Elini işe güce sürmezdi.
Kuzu kurbanlarla büyütülüyordu. Her fırsatta Abdül Vahap tekesine taşınıyorlar,
kurbanlar kesiyorlar, yemekler veriyorlardı. Yıllar zor yıllardı. Savaşlar bir
türlü eksik olmuyordu. Tarlalardan elde edilen ekinler ikide bir toplanıyor,
elde avuçta bir şey kalmıyordu. Kıtlık açlık köyleri kasıp kavuruyordu. Ama
Ali Efendi'nin evine kıtlık uğramıyordu. Malatya'dan Çorum'a, Aydın'a kadar
uzanan alanlarda talipleri vardı. Saygın dedeydi, etkin dedeydi.
Ali Efendi bir gün karısı Medine'yi çağırdı:
Avrat ben şu sazı bilmemenin çok acısını çektim.
Kimi yanıma âşık aldıysam başıma bela oldu. Benim uşaklarım da bu sıkıntıyı çeksin
istemiyorum. Vahap'la Kurt Veli'yi götür Âşık Hasan'dan saz dersi alsınlar.
Emeği neyse vereceğim.
Medine Ana karşı geldi:
“Git sen söylesene!”
“Kız Avrat beni kötü söyletme! Sen bilmiyor musun
ki, ben Âşık Hasan'la konuşmuyorum? O düşkündür.”
Medine ana karşılık verdi:
“Düşkün adamın yanında senin oğlunun ne işi var?”
Yine de söyleneni yaptı, Âşık Hasan'ın yanına
gitti. Ali Efendi Dede'nin söylediklerini bildirdi. Âşık Hasan için dedenin
oğluna saz dersi vermek bir mutluluktu.
Âşık Hasan artık her gün iki kardeşe, Vahap ile
Kurt Veli'ye saz dersleri veriyor, her fırsatta gelecekte posta oturacak bu
küçük dedeleri sıkı sıkı öğütlüyor, onlardan söz almaya çalışıyordu:
“Bakın, siz dede olacaksınız, beni bu düşkünlükten
kurtaracaksınız. Unutmak yok değil mi?”
Şeriat kurallarına göre Aşk Hasan, tümden suçsuz;
Tarikat ölçütüne göre ağır düşkündü. Olay şuydu. Savaş yıllarının bunalımlı
günlerinde, oğlu askerde ölünce oğlunun sözlüsü sayılan genç bir kızla evlenmek
zorunda kalmıştı.
“Âşık Emmi sen niçin düşkün oldun?”
“Sorma oğul, perişan olmasın, ele güne muhtaç
olmasın diye oğlumun sözlüsünü aldım. Sahipsiz bir yetimdi. İyilik ettiğimi
düşündüm. İyilik edeyim derken hakikat dünyasında düşkün oldum. Bir yanlışlık
ettim gitti. Bin pişman oldum ama iş işten geçti. Benim suçum ağır. Ben iki
âlemde düşkün sayılırım, Ama siz dünyada benim düşkünlüğümü kaldırın, öbür
dünyadakine Allah bakar.”
Büyük bir saz ustası, Âşık Hasan böylesine masum
bir olay nedeniyle Alevi geleneğine göre en ağır suçlardan birini işlemiş, tüm
toplumdan soyutlanmıştı. Artık kimse selam vermez olmuştu. Köylü malı mala,
davarı davara katılmaz olmuştu. Cemlere çağrılmıyordu. Yaşlılar selam
vermiyordu. Köyde kendisiyle konuşan üçü beşi geçmiyordu. Tam anlamıyla iki
dünyada da yüzü kara olmuştu. Şimdi eline bir fırsat geçmişti. Bu iki küçük
dedeyi razı eder de düşkünlüğünü kaldırırsa, yüzü ak olacaktı. Şurda kaç
günlük yaşamı kalmıştı ki? Öbür dünyaya kul hakkını üzerinden atmış olarak
gidecekti.
İki kardeş saz dersinin yanı sıra okuma yazma da
öğreniyorlardı. Eski yazının bitip tükenmeyen sorunları içinde yoğruluyorlardı.
Dedelik öğretisi de başlamıştı. Sevi hamurunda yoğruluyorlardı. Evleri büyük
bir ocak merkezi sayılıyordu. Evlerinin eşiği kutsal sayılırdı. Düğünlerde
gelinler güveyi evine gitmeden onların kapıya inerdi. Ali Efendi'nin eşiğini
öper sonra yeni yaşama başlayacağı eve giderdi. Ali Efendi eşiği uğurluydu.
Köyü yine bir haber sarmıştı.
"Seferberlik" çıkmış. Seferberlik, seferberlik... Seferberlik savaşın
adıydı ve hiç bitip tükenmezdi. Daha bitmemişti ki, başlasın. Ama yine başlamıştı.
Osmanlı yine elini köylünün canına uzatıyordu. Oğullar askere alınmaya başladı.
Ambarlar boşaltılıyordu. Mal davar birer birer götürülüyordu. Genç oğullar
yıkımı adım adım izliyorlar, içlerinden kesit kesit bir şeyler kopuyordu. Ama
Ali Efendi vakurdu. Aldırmıyordu. O ne yıkımlar yaşamıştı... Ağaran upuzun
sakallarında, alnının kırışıklarında yaşamın acıları, tatlıları gizliydi. Her
şeye karşın yüzünden gülücükler eksilmeyecekti. Her şeye karşın yaşam
sürecekti. O salt kendi acılarını yaşam deneyimlerini değil, bin yıllık Anadolu
Türkmen’inin acılarını taşıyordu. Atalarının neler çektikleri kulaklarındaydı.
Nitekim bir çift camızının evden götürüldüğü gün oğluna şöyle seslendi:
“Oğul Vahap, bu bir tufandır. Bu tufan daha çok
şeyimizi alacak. Aldırmayacaksın.
Ama Ali Efendi bir gün aldırdı. İki oğlunu da
askere almışlardı. İşte o gün onları yollarken gözlerinin pınarı açıldı. Yine
vakurdu, ama birkaç damla yaşın sakallarına doğru yuvarlandığını gördü.
Tarlalar işlenmez olmuştu. Tüm eli iş tutar erkeği
torlayıp toplayıp askere almışlardı. Köyde yalnız yaşlılar, eksik etekler,
elinden iş gelmeyen sakatlar kalmıştı. Kadınların kimi çiftçi kimi çubukçu
olmuştu. Çok sürmedi dağları eşkıyalar doldurdu. Köyleri basıyorlar, ne
bulurlarsa alıp gidiyorlardı. Asker kaçakları köye geliyorlardı. İnsan insanın
kurdu olmuştu. Kimse kimseye acımıyordu. Eşkıyalar da bölümlere ayrılmıştı. Üst
üste köyleri eşkıyalar basıyordu. İkide
bir haber yayılıyordu. "Eşkıya geliyormuş" Kadınlar köyü bırakıyorlar,
eli silah tutan köylüler savunmaya geçiyorlardı. Yakın köylerin tümüne
eşkıyalar girmeyi başarmışlar, ama Mamaş'a girememişlerdi.
Köyde kalanlar sürekli orduya gerekli gereci
taşıyorlardı. Cepheye iaşe iletilecekti. Dizi tutanlar Kangal'a toplanıyordu.
Kişi başına bir ölçek, bir mucur yükleniyordu. Bu yük Divriği'ye iletilecekti.
Ayaklar çarık, şalvar içinde kadınlar yükleniyordu yükü. Karı yararak
ilerliyordu topluluk. Kadınlar üst üste uyuyorlar, birbirinin sıcağı ile
ısınmak, canlı kalmak istiyorlardı. Bir savanın üzerinde on, on iki kadın uyuyordu. Yol üstünde ölü
hayvan leşleri ne bulurlarsa közleyip yiyorlardı. Tuz, ekmek bulmak
olanaksızdı. Tuzsuz cıvık herle yapıp yemek bir mutluluk oluyordu. Açlarından
köpük kusuyorlardı.
Bugün Bu Eve
Zarar Vereceğim
Bu günlerde Mamaş'a yine emir geldi. Bineği
olanlar Divriği'ye iaşe taşıyacaklardı. Köyün alt başlarında toprak damda eşi
ile küçük çocuklarını büyütmeye çalışan Gök Veli’nin bir tek öküzü vardı. Büyük
oğlu Turan, yıllardır Yemen’de askerdi ve seferberlik yüzünden bir türlü
askerliği bitmiyordu. Onun da tek öküzün sırtında iaşe taşıması gerekiyordu. Muhtar,
tek öküzü olan Gök Veli'ye gelip damdan bağırdı.
“Hazır öküzünü hazırla Veli Ağa, Divriği’ye iaşe
taşıyacaksın!”
Gök Veli anında karşılık verdi:
“Olur Muhtar, sen var, ben hemen öküzü alıp
geliyorum.”
Muhtarın uzaklaşmasına kalmadı ki, öküzü yere
yatırıp kesmeye koyuldu. Karısı şaşırmış bağırdı:
“Herif kudurdun mu? Ne yapıyorsun?”
Gök Veli, eşinin bağırmasına umursamaksızın
karşılık verdi:
“Kız avrat,
sen karışma, bu öküz ölecek, yanı sıra ben de öleceğim, bırak da şunun
etini yiyelim!”
Biraz sonra bacadan muhtarın sesi yeniden
yankılandı:
“Veli ağa neredesin? İaşe gidecek:
Veli ağa rahat biçimse muhtar seslendi:
“Ula Muhtar, ben öküzü kesip kurtuldum. Şimdi
etini yiyeceğim. Yiğitsen, sen de öküzünü kes kurtul!”
Muhtar şaşırmış evine giderken Gök Veli bu kez
kapının önündeki bastana girip yeşil soğan, maydanoz türünden yeşillikleri
yolmaya başladı. Bunlarla içeride pişen eti yemeyi düşünüyordu. Eşi gelip bu
kez de bu bu yaptıklarına şaşkınlığını belirtti.
“Ula heriz ne yapıyorsun? Bostanı mahvetmişsin.”
“Gök Veli’nin yanıtı yalın oldu:
“Bu gün karar verdim, bu eve zarar vereceğim!”
Sarı Ölüm
Ali Efendi'nin evde tek küçük oğlu kalmıştı. Bu
1908 doğumlu Abbas'tı. Şimdi gelinler ve kızlarıyla bu kocaman evde
oğullarından gelecek mektupları bekliyordu.
1916 ilkyazında köye hasta durumda canını atan bir
asker kaçağı kendisiyle birlikte köye tifüs hastalığını getirdii. Kısa sürede
hastalık bütün köye yayıldı. Her gün köyden bir iki kişinin ölüsü
kaldıırlıyordu. Ali Efendi'nin evini de hastalık sarmıştı. İki karısı, oğlu,
kız kardeşi hastaydı. Ali Efendi Sivas'a ilaç getirmeye gitti. Sivas'ta handa
düşünde görmüştü. Evde bir yıkım vardı. Çarşıda pazarda ne bulduysa alıp köyün
yolunu tuttu. 80 kmlik yolu at sırtında bir günde alabilmişti. Köyün üst
başındaki yoncalıkta kuzu yayan çocukları gördü. Atı üzerinde çocuğun yanına
vardı:
“Hüseyin oğlum köyde ne var ne yok? Bizim Evde bir
şey var mı?”
“Dede sizin evde Medine Bibi öldü, Haçça Bibi
öldü, Elmas Bibi ağır hasta.”
Köyün üst başında Ali Efendi atı üzerinde
belirince bütün yaşlılar evinin önünde birikmişti. Ali Efendi, yine her zamanki
dinginliği içinde atının üzerinde kapıya geldi. Atı verdi, heybeyi omzuna aldı.
Konağa yöneldiği zaman yaşlılar çağırdılar. Dede'ye olanları anlatacaklar,
acıya hazırlayacaklardı. Ali Efendi'nin yüzünde acı bir gülücük belirdi. Bu
ağlama ile gülme arasında bir duygunun yansımasıydı. Aynı dinginlikle yanıt
verdi:
“Komşular, olanları biliyorum. Şu bir iki elma ile
bacımın hatırını sormak istiyorum, buna izin verin...”
Acı günler uzun olur. Seferberlik günlerinde
Koçgiri aşireti ayaklanmıştı. Koçgiri Alevi aşiretiydi. Koçgiri aşireti Ali Efendinin
desteğini istedi. Omzunda sırımla bağlı bir tüfekle Koçgiri fedaisi gelip
kapıdan sordu:
“Dede, kimden yanasın? Hükümetten mi? Bizden mi?”
Ali Efendinin yanıtı yalındı:
“Kim Kangal Çayı'nın bu yanına geçerse ondan
yanayım!” Sonuç Ali Efendi'nin sağduyusunu haklı çıkarmıştı. Bütün ayaklanmalar
ezilmiş, ama onun taliplerinin burnu kanamamıştı.
Ali Efendi iki oğlunun askerden sağ dönüşünü
gördü. İleri yaşlarında yeni cumhuriyeti de gördü. Huzur günleri başlamıştı.
Yaşamdan böyle günlerden birinde ayrıldı. Ali Efendi 1925 Ekiminde Mamaş'ta
öldü.
Keklik
Çayırı
Keklik çayırı yeşil bir düzlüktür. Düzlüğün
başında bir pınar yer alır. Her dönemde büngül bülgül kaynayan su o kesimdeki
çayırları, yoncaları sular. Pınarın başında birkaç kavak, söğüt ağacı vardır.
Mevsim güzdü. Ekinler kaldırılmıştı. Sabah serinliğinde Kale adlı dağdan kalkan
keklikler, pınara doğru uçarlardı. Pınarın başında sabah suyunu içer öbek
öbek dağılırlardı.
Yine keklikler pınara yönelmişlerdi. Dalga dalga
uçuyorlar, çimenliklere konuyorlardı. Renk renk kanatlarından tüyler
dökülüyordu. Art arda suyun başına varıyorlar, sularını içiyorlar, ardından
ötüşmeye başlıyorlardı. Doğanın ezgi şöleni başlıyordu. Ama bugün bir
konukları vardı: Kafesin içindeki bir çift keklik olağanüstü ötüşüyle, onları
baştan çıkarıyor. Suzânî ile arkadaşı Adıgüzel pusuya yatmış olanları
izliyordu.
Suzânî'yi garip bir av tutkusu sarmıştı. Alevi
geleneklerine göre av günahtı, av yasaktı. İyi bir Alevi olmasına karşın
Suzânî bu yasağa aldırmıyordu. Adıgüzel'i de almış keklik avlamaya gelmişti.
Kafesin içindeki evcil keklikler ötüyor, yaban kekliklerini ava
çağırıyorlardı. Yaban keklikleri adım adım çağrıya yaklaşıyorlardı. İyiden
iyiye gelmişlerdi. Suzânî tüfeğini doğrulttu. Ateş etmesiyle, kekliklerin
bozgun içinde uçuşmaları bir oldu. Ama olan olmuştu. Ateş ederken kafesten
gagasını uzatan evcil kekliğin gagasını vurmuştu.
Avcılar birkaç keklik avlamışlardı. Bundan sonra
başka yerde pusu kurmayı gereksiz gördüler. Üzüntü içinde köye döndüler. En
güzel öten av keklikleri ağır yara almıştı.
Köy Katipliği
Cumhuriyetin kurulma ve gelişme yıllarıydı. Pek
eli kalem tutan yoktu. Devlet bütün okuryazarlardan yaralanmak istiyordu.
Suzânî böyle günlerde katipliğe başladı. Ama bu işi de uzun süre yürütmedi. At
sırtında köy köy gezmek ona göre değildi. Sivas'a demiryolu gelmişti. Cer Atölyesi
adı ile demiryolu fabrikası açılmıştı. Suzânî'nin eli işe yatkındı. İyi bir
ustaydı. Nitekim atölyenin açtığı sınavı birinci sınıf usta olarak kazandı ve
işe başladı. Artık Kangal gerilerde kalmıştı. Kangal'da ilçe ileri gelenleri
ile düzenlenen rakı söyleşileri yapılmaz olmuştu. Âşık Süleyman, Revânî, Haydar
ile katıldıkları söyleşileri yoktu. Âşık Süleyman'ın çok kez çevreyi rahatsız
eden tatsız sarhoşlukları da yoktu. Şimdi Sivas vardı. Yeni okuryazar insanlar
vardı. Halk evleri vardı, Halk Fırkası vardı. Lise başöğretmeni Ahmet Kutsi
Bey, lise müzik öğretmeni Muzaffer Bey, belediye reisi Hikmet Bey Suzânî'nin
yeni çevresiydi.
Halk
Şairleri Bayramı
Genç Türk cumhuriyeti kendisine temel arıyordu.
Sivas cumhuriyete beşiklik yapan kentlerdendi. Düşünsel eylemler Sivas'ta doğup
gelişiyordu. Halkçılık ilkesi yığınları peşinden sürükleyen bir çağrıya
dönüşmüştü. Sivas Lisesi başöğretmeni Ahmet Kutsi Bey halk ozanlarını koruyor,
destekliyordu. Halk Şairleri Koruma Derneği adlı bir örgüt kurmuştu. 1931 yılı
güzünde bir Halk Şairleri bayramı düzenledi. Hemen ardından bayramı anlatan
küçük bir kitapcık çıkardı. Kitapta6 bayramı şöyle anlatıyordu:
"Halk şairleri Koruma Derneği tüzüğünde her
yıl ekim-kasımda bir halk şairleri bayramı yapılacağı konusunda başlık vardır.
Bu bayramın yapılmasında amaç, her yıl içinde halk şairlerini toplamak,
onlarla bir arada birkaç gün geçirmek, onları dinlemek, ürünlerini saptamak,
ve buna karşılık onlara ulusal ve uygar yaşamımızın güçlü düşüncelerini benimsetmek;
köylü sanatkarlarla, şehirli sanatkarları birleştirmektir.
İlk halk şairleri bayramı Sivas'ta 5 Kasım 1931'de
yapıldı. Bayram çok kısa süre içinde hazırlandığı için, buna vilayetin her
köşesinden katılım olamadı. Bu yılkı deneyimden anlaşıldığı üzere 5 Kasım
oldukça serin, hatta soğuk bir mevsim başlangıcıdır. En büyük güçlük
çevremizde çevre dağlara kar yağması ve dolayısı ile köy yollarının
örtülmesidir. Bu yılki bayram için gelen âşıklar bayram günlerinde hep bu endişe
ile üzüldüler. Gelecek yıllarda bu tarihin daha önceye alınması
kararlaştırılacaktır.
Bu yıl yapılan birinci halk şairleri bayramı üç
gün sürmüştür. Bayrama 15 âşık katıldı. Bayramdan iki gün önce merkeze gelen âşıklar
Halk Şairleri Derneğinin konuğu oldular.
Bayram, Dernek Başkanı ve Sivas Belediye Başkanı
Hikmet Beyin bir konuşması ile açıldı.
Bayram izlencesi üç gün süren gösteriyi
kapsıyordu. Birinci gün sabahtan dernek merkezi olan parti binasında özel toplantılar
ve bahçede halkın katılımı ile davul zurna eşliğinde hâlâylar. Akşam askeri
mahvilde büyük bir konser ve hâlâylar. İkinci gün yine parti bahçesinde
halaylar ve öğleden sonra yine askeri mahvilde bir konser. Akşam özel toplantı.
Üçüncü gün gündüz bahçede halkın katılımı ile hâlâylar çekildi ve çeşitli
hâlâyların fotoğrafları alındı. İkindi vakti dernek merkezinde küçük bir konser
ve gece mahvilde Cezmi ve Ulvi Beyler tarafından konser.
Bütün bu gösteri çok büyük bir ilgi ve içtenlikle
karşılandı ve bayram üç gün süresince coşku ve neşe içinde geçti.
Bayrama İstanbul Ankara ve başka illerden birçok
kişi çağrıldı. Demiryolları çok büyük bir incelik göstererek bayram
yolcularına özel indirimli bilet sağladı. Bununla birlikte bayram hazırlığı
çok kısa bir süre içinde olması ve çağrıların geç yapılması yüzünden bayrama gelen
konuklar pek kalabalık değildi. Son gün şereflerine parti binasında bir
ziyafet verildi.
Bayram süresince Sivas'ta bayram anısını
kartpostallar satılıyordu. Halk için dergisi bayram nedeniyle bir sayısını
halk şairlerinden Kertmeli Bekir'e (Mesleki) ayırmıştı. Ayrıca Kızıl Irmak ve
Sivas gazetelerinde bayram hakkında yazılar yazıldı. Ankara ve İstanbul Basını
bayramı ilgi ile izlediler. Bayram hakkında yazılar ve resimler yayınladılar.
Bu bayram aynı zamanda bir şehir bayramıydı. Bu
vesile ile Sivas üç gün derin bir coşku yaşadı. İlerdeki bayramların geniş alanlarda
büyük gösteriler biçiminde ve tüm halkın katılımı ile yapılması en çok
özlediğimiz şeydir."
Bayrama 12 âşık katıldı. Bağlama ustası olarak en
çok Suzânî ile Âşık Süleyman beğeni kazandı. Şair olarak Suzânî önde geliyordu.
Atatürk devrimlerini ve Cumhuriyetin kazanımlarını öven uzun bir şiir yazdı. Bu
şiir, daha sonra basılacak Halk Şairleri Bayramı kitapçığında yer alacaktı.
Gönül
şad olacak zamanın geldi
Açıldı
bahçede gülümüz bizim
Vatana
hizmetin zamanı geldi
Çıkar
fabrikadan şalımız bizim
Gönül
arzediyor gezmeye iller
Durmasın
methini söylesin diller
Çok
inkıraz buldu açıldı yollar
Hasret
kavuşturur yolumuz bizim
Çok
tabibe vardık olmadı lokman
Ahir
derde oldu Gâzi'miz derman
Açıldı
okullar, yükseldi irfan
Kolayca
okunur yazımız bizim
Nice
düşman toplandılar araya
Almaya
vatanı hep bir sıraya
Toplandı
paşalar şanlı Ankara'ya
İsmet
ile Gâzi şefimiz bizim
Dizildi
mızraklar, çekildi taylar
Hastadır
sesinden iniler dağlar
Çekti
şanlı ordu yeşil sancaklar
Kudretten
açıldı topumuz bizim
Ordumuz
düşmana dedirdi aman
Vatan
kan ağlar olduk şadıman
Bin
yaşasın hep çalışan kahraman
Yayıldı
cihana ünümüz bizim
Vatandan
kesildi hain-i zillet
Sıhhat
buldu vucutu, kalmadı illet
Gittikçe
tedarik edecek millet
Çok
şükür kalmadı gamımız bizim
Açıldı
Suzânî gönülde güller
Ne
kadar minnet etse az gelir diller
Çıkardık
karayı giyindik allar
Aksın
vatan için kanımız bizim
Başka demeleri yazıya geçirilip duyurulmadığı için,
daha sonra yayımlanan birkaç antolojiye hep bu demesi ile girecekti7. Revânî keman çalıyordu.
Yarım Ali'nin sesinin üstüne ise ses yoktu.
Hüzünlü Günler
Suzânî bağlamaya her vuruşunda bağlamayı
inletirdi. Ayırca çok iyi bir keman ustasıydı. Umut dolu yıllardı. İki kızı
vardı. Hacer ve Nergiz. Özlemini çektiği oğlu daha doğmamıştı. 1932 Temmuzunda
oğlu Gâzi doğdu. O yıllarda Suzânî Kangal’ın Kavak bucağında nahiye müdürlüğü
yapıyordu. At üzerinde köyleri dolaşmak geçiyordu günleri. Köylülüğü oldubitti
sevmezdi. Bu işten de sıkılmaya başlamıştı. Çocuklarına özellikle oğlu Gazi’ye
büyük özlem duyuyordu. Duygularını yansıtan şu deyişi yazdı:
Yine derunuma
düştü bir ateş
Cesette
damarlar sızlar da gezer.
Kuzusundan
ayrı düşen analar
Çıkar
yollarını gözler de gezer.
Karadır
kaşların gözlerin üzüm
Bir daha
sarılak gel körpe kuzum
Çok niyaz
eyledim geçmedi sözüm
Felek ava
çıkmış bizlerde gezer.
Felek sen soldurdun
yeşilim, alım
Açılmış
bahçede al gonca gülüm
Ben gibi
kırıla kanadın kolun
Yaktın
ciğerimi közler de gezer.
Gider mi
Suzânî yürekte dağlar?
Yaz bahar
aylarında gazeller bağlar
Derde düşmüş
Gâzi 'm durmayıp ağlar
Ninniler
bacılar, kızlar da gezer.
Yazık ki bu oğlu uzun yaşamayacak ve özlemini
gideremeyecekti. Daha sünnet bile olmadan Gâzi 20 Ekim 1936'da öldü. Suzânî
ona acısını bir deyişinde dizelere yansıttı. Sözleri bize ulaşmayan deyişin
bir dizesinde şöyle sesleniyordu.
Al
bayrak asa da estireyidim
Bir
oğlum ola da kestireyidim
Sürekli deyişler okuyordu. Hatayi, Pir Sultan
Alevi öğretisi içinde iyi bildiği ozanlardı. Yakın geçmişin şairlerinin şiirlerini
okumaya başlamıştır. Ruhsati, Sümmani, Mesleki gibi halk ozanların şiirlerini
okuyordu. Kendisi de bir kitapta derlemek düşüncesiyle deyişler yazıyordu.
Bunların çoğu aşk şiirleriydi. Dinsel konulardan kaçınmaya özen gösteriyordu.
Ne var ki, şiirlerinde eski sözcüklere ağırlık veriyordu.
Sivas’a Göç
İkinci Dünya savaşı başlamadan Suzânî Sivas’a yerleşmeye karar verdi. Oldubitti el işlerine
ustalığa eli yatkındı. Saat, el makinaları gibi pek çok aracı onarır, ağaç
işlerinde anlardı. Bağlamasını, kemanını kendi yapardı. Cer atölyesi adı
verilen Demiryolu Fabrikasında sınava girdi. Birinci sınıf usta olarak işe
başladı. İyi para kazanıyor, uygar bir yaşam sürüyordu. Hemen her yaşında bol
para kazanmış, harcamasını bilmiş, elaçıklığı ile ünlenmişti.
Ülkeyi savaş durumu sarmıştı. Savaş olasılığı
nedeniyle sokaklara sığınak çukurları kazılıyordu.
Köyden eşinin öldü haberi geldi. Sabah aydınlığında
bir ak atın üzerinde uçar gibi köye girdi. Şimdi yalnız üç kızı kalmıştı. En küçüğü
1935 doğumlu Perihan'dı.
Uğursuz
Evlilik
İkinci evliliğini yapması gerekiyordu. Arayıp
taradılar, Malatya'da Dedekargın soyundan Yusuf Ağa'nın kızını salık verdiler.
İkinci
Dünya savaşının soğuk soluğunun Sivas soğuğu ile buluştuğu 1941 yılını
gösteriyordu.
Güzeller güzeli Rabia yirmili yaşlardaydı. Bir
yaprak gibi ince, bir gül gibi güzeldi. Güzelliği ile dillere destan olmuştu.
İlkgençlik yıllarında gönlünü dayısı oğlu Hakkı’ya kaptırmış, onunla evlenmek
istemişti. Ne ki, babası Yusuf Ağa, Atmalı Hakkı’yı sevmediği için ve kızının
onunla evlenmesine gönlü razı olmamış, kızını bir başkasıyla evlendirmişti.
Ancak zoraki evlilik uzun sürmemiş, kızı kocasını bırakıp baba evine dönmüştü.
Rabia genç yaşında dul kalmıştı. Tüm bu olanlar baba Yusuf ağa yüzündendi.
Şimdi kızına yeni bir talip çıkıyordu. Bu anlı şanlı Vahap Efendiydi. Bol
kazançlı, kültürlü ve kibar biri.
Her şey uygundu, ama evlenecek iki kişi arasında
25 yıl gibi büyük bir yaş farkı vardı. Rabia yaklaşık olarak Suzânî’nin büyük
kızı Hacer’le yaşıttı.
Suzânî'nin saygınlığı ve etkinliği bu yaş farkını
kolay kolay dolduracak gibi değildi. Ayrıca Raiba'nın gönlünde hala Hakkı yatıyordu.
Aile baskısıyla Suzânî ile isteksiz evleniyordu.
Kangal yöresinde, Vahap Efendiyi seven ne kadar
adı belli kişi varsa gelin getirmek üzere Malatya’nın Kargın Köyüne düğüncü
gittiler. Düğün görkemli mi görkemliydi. Vahap Efendi düğünde ne gerekliyse kat
kat fazlasını almıştı. Fakat düğün evinde bir gariplik vardı. Kızın tarafının
yüzünde derin bir üzüntü acı okunuyordu. Nitekim Rabia’nın anası gelip
düğüncülere
“Kürtçe biliyor musunuz?” diye sordu.
Baş yenge:
“Yok kurban, biz Türk’üz, Kürtçeyi nereden bilelim"
diye karşılık verdi. Ana, bu bilgiyi aldıktan sonra rahatladı. Akşama baş
bağlama töreni kendilerini bekliyordu.
Dünürcüler Türk olmasına Türk’tüler, Kürtçe
bilmiyorlardı ama aralarında Kürtçe biler biri vardı. Bu, Gavurharaba köyünden
gelin gelmiş bir kadındı. Güher adlı yenge çok iyi Kürtçe biliyordu.
Baş bağlama töreni sırasında bu sorunun nedeni
ortaya açığa çıktı.
Tören başlayınca ortalığı bir feryat figan aldı.
Rabia, annesi, kız kardeşleri Kürtçe olarak baba Yusuf Ağa'ya kargışlar yağdırıyorlar,
etmedik küfür bırakmıyorlardı. O zalim Yusuf Ağa, gül gibi kızını sevdiği ile
evlendirmeyip, babası yaşında birine vermişti. Zavallı Rabia’nın başına bunlar
da mı gelecekti. Ah Yusuf Ağa soyun tükene, Ey Yusuf kolun kırıla.
Kangallı Türklerin bir şey anlamadıkları tören
ağıt sesleri ile yankılanıyordu. Türkmen kadınlar, olayı ayrılık acısına
bağlayıp susuyorlardı ki, Gavurharabalı Güher baş yenge’nin yanına geldi:
"Anam kurbanınız olam, gelin biz bu kızı almadan
gidelim. Bunun sevgilisi varmış, zorla vermişler. Bundan Vahap Efendiye yar
olmaz" diye uyardı.
Ama gelin almaya gitmek üzere gidenler, nasıl
gelinsiz dönerlerdi?
Sonuçta ne olduysa oldu, bu uğursuz evlilik
gerçekleşti.
Şimdi ozanın yaşamında yeni bir dönem başlıyordu. Ozanın
her şeyi vardı: para, kültür, ün. Tek eksiği yıllardı. Yaşı elliye dayanmıştı.
Yitip giden yılları kim geri getirebilecekti?
Yine bir
güzele meyil vereli
Aşkın
ateşine dil dayanır mı?
Şeyda bülbül
gibi zar-ı figâna
Bu çark-ı
gerduna bel dayanır mı?
Zar eyler
gönlümüz misal-i bülbül
Geçer durmaz
ömür kervanı sen bil
Gahi zar
içinde, gahi şad olur dil
Bu aşkın
sazına tel dayanır mı?
Yaz bahar
gelince gönül şad olur.
Arayan her
zaman mevlasın bulur
Güz gelirse
bağın yeşili solur
Şeyda
bülbüllere gül dayanır mı?
Bu çark
döner, ömür erer zevale
Yetişir
bahçede türlü nevale
Felek
gamzesini kılmış havale
Çağlayan
dideye göz dayanır mı?
Suzânî, dağ
ile dağlamak gerek
Coşkun sular
ile çağlamak gerek
Dediler, bu
çarkı çevirmek gerek
Sormadım ki
buna kol dayanır mı?
Rabia'da yaşamının sonyazını yaşamak istiyordu.
Eşini hediyelere boğuyor, sevindirecek ne varsa yapıyordu. Ona türküler
yazıyordu:
Bugün yarin
edası var
Zülüflerin
pervaz eyler
Gâh olur ki
hışma gelir
Gâh katlime
ferman eyler.
Sevdiğim
bana yar olmaz
Yoksa bana
layık görmez
Gâh darılır
buse vermez
Bazı kere
ihsan eyler.
Gitmez şu
sinemin dağı
Şevki verir
gerdan ağı
Gâh gül açar
bahar çağı
Gâhi çeşmim
giryan eyler
Al yanakta
gonca güller
Bâde sunar
beyaz eller
Hilâl kaşlar
tatlı diller
Gah derdime
derman eyler.
Suzânî
söyler sözünü
Çok çektim
yarin nazını
Gah olur ki
burur yüzünü
Bazı kere
harman eyler.
Rabia' ya ud öğretmeye kalkmıştı. Onun için
bir ud almış, koluna sedefle "Ud
Rabia'mın öt nazlı nazlı" sözlerini işlemişti. Ud Rabia için ötüyordu,
ne ki Rabia ne uda ilgi duyuyordu ne Suzânî’yi seviyordu. Rabia'nın o
taraklarda bezi yoktu. Bir türlü olmuyordu. Ne yaparsa yapsın genç ve güzel
eşinde, beklediği ilgi ve sevgiyi bulamıyordu. Zaman zaman toplum içinde duygularını
ölçüsüzce açığa vuruyor, kendini güç duruma düşürüyordu. Bu kez yakınmaları
dizelere yansıyordu:
Kanlı zalim
bir kez bana
Er demedin,
er demedin
Sevip eller
gibi beni
Yar demedin,
yar demedin.
Bir canım
kurban eyledim
Ben sana
nittim, neyledim?
Firgatınla
ah eyledim
Zar demedin,
zar demedin
Ak gerdanda
beyaz güller
Bülbül gibi
tatlı diller
Senin olsun
ince beller
Sar demedin,
sar demedin
Dünya malı
yok aynımda
Hiç bir
nesne hayâlimde
Turunç
memeler koynumda
Nar demedin,
nar demedin.
Yaktı beni
çınar boyu
Kimseye benzemez
huyu
Nesli
Suzânî'nin soyu
Sar demedin,
sar demedin.
Gençlik gerilerde kalmıştı. Yaşam bir su
gibi avucunun içinden akıp gidiyordu. Eskiden beri içkiye büyük eğilimi vardı.
Şimdi kendini tümden içkiye vermişti. Hem içiyor hem deyiş yazıyordu. Yazgıdan,
döngüden yakınıyor, avuntuyu içki batağında arıyordu.
Yine bugün
ebruları tararsın
Sevdiğim
zülfünün teli kim için?
Sırma gibi
lahurü şal sararsın
Irgalarsın
ince beli kim için?
Sen bu edvar
ile göğe değersin
Hilâl
kaşlarını kime eğersin?
Elvan elvan
türlü renkten giyersin
Sevdiğim
yeşili alı kim için?
Şahin gibi
kıva kıva gezersin
Mah cemâle
kekikleri düzersin
Nazlı yarim,
neden böyle gezersin?
Turunç
memelerin gülü kim için?
Yad ellere
karşı beni üzersin
Ciğerciğim
kebab edip ezersin
Ak gerdana
sıra sıra dizersin
Sevdiğim
inciyi, lâli kim için?
Çoşkun sular
gibi durmaz akarsın
Suzânî
beyhude gönül yakarsın
Sarmak için
kulaç, kulaç takarsın
Sevdiğim
inciyi, zeri kim için?
Bir türlü çıkmazdan kurtulamıyordu. Teni kendisine
ait bir bibloyu avucunda tutar gibiydi. Melek yüzlü görüntü bir türlü kendine
gülmüyordu. Ruhsuz bir tene söz geçiremiyordu. Bu kez kendi ruhunda hesaplaşma
içine girdi. Neydi, ne yapıyordu? Acıya dayanmak olanaksızdı. Umutsuzluk
nefrete dönüşüyordu:
Gönül
sana bir nasihat edeyim
Gördüğün
kapıyı çalmamak doğru
Yaşı
küçük, harman yeri dişlemiş
Öylesine
yakın olmamak doğru.
Akşam
olur gelir eğri yüz ile
Sabah
olur kalkar hain göz ile
Gezer
gelir bir araba söz ile
Kapıdan
dışarı salmamak doğru.
Ara
namuskârın yolun beklesin
Fakir,
çıplak olsun sözün haklasın
Boşanmıştan
düşmanımı saklasın..
Karının
dulunu almamak doğru
Huri
melek olsun eğri bakarsa
Ak
ellere al kınalar yakarsa
Bozuk
talih olur başa çıkarsa
Eğilip
yanında kalmamak doğru.
Hayal
gibi gezer, benzer bir kuşa
Gönül
mail olur ol hilâl kaşa
Kerem
gibi yanar düşer ataşa
Suzânî
derdine dalmamak doğru.
1944
yılında Mamaş'taki bahçesine bir baykuş dadandı. Bu uğursuz kuş, geceleri
geliyor bir ağaca tüneyip ötüyor, ötüyordu. Kardeşi Revânî geceleri çıkıyor
baykuşu taşlıyor, ağacın üzerinden uzaklaştırıyordu. Ama inadına kuş bu ağacı
seçiyordu. Öte yandan Suzânî'nin hastalığı iyice ortaya çıkmıştı. Karaciğer
erimişti. Sürekli doktora gidiyordu. Cer atölyesindeki işinden ayrılmış,
sağalma umuduyla dinlenmeye başlamıştı.
Ne
ki yalnızlık içinde kıvranıyordu. İyi günlerinde çevresini dolduran insanlar
kaybolmuşlardı. Bir zamanlar yolunu bekleyenler artık yüzüne bakmaz olmuşlardı.
İyi gün dostları ortalarda gözükmüyorlardı. Dayısı yanına gelmiyordu. Felek
hastaneleri yol etmişti. En içli türkülerini söylüyordu.
Olura,
olmaza minnet etmezdim
Alemde
her şeye kul ettin felek
Evvel
kıymetime baha yetmezken
Şimdi
kıymetimi pul ettin felek.
Bu
sineme açtın olunmaz yare
Sen
beni düşürdü ah ile zare
Aradım
kendime bulunmaz çare
Hastahaneleri
yol ettin felek
Alışık
tel takın çalın sazımı
Mevlam
kara yazmış benim yazımı
Anadan
gülmedik emlik kuzumu
Yaktın
sinesini kül ettin felek.
Nazlı,
nazlı büyüttüğüm Hacer'im
Gurbet
eller oldu meskenim benim
Tahammül
eyler mi gül yüzlü Peri'm ?
Beni
bu dertlerle del ettin felek
Şu
sinemi odlar ile doldurdun
Her
zaman ağlattın, nerde güldürdün?
Benim
Nergiz'imin benzin soldurdun
Elin
dikenini gül ettin felek.
Bir kez yüzün görsem Abbas kardaşın
Ezelden
belalı bu benim başım
Gelse
muhabanım eşim yoldaşım
Gözümün
yaşını sel ettin felek
Bilmem
neden dayım gelmez yanıma?
Bu
hasretlik kar eyledi canıma
Yandım
ateşlere bak, Suzanı'ma
Emmizadeleri
el ettin felek.
Bu
deyişlerde içini yakan duygularını sözcüklere döküyordu.
Mamaş'taki
kendi eliyle yaptığı taş odada dinleniyor, hastalığın sağalmasını bekliyordu.
Kızı Nergiz:
“Efendiağa, ziyaretçin var” diye seslendi.
Çocukları babalarına “efendi ağa” diye
sesleniyorlardı.
Suzânî karşılık verdi:
“Kimse içeri buyursun.”
İçeri giren köyde “Adıgüzel” diye anılan Adıgüzel'di.
gerçek adı Süleyman olan Yemen gazisiydi. Yaşamının yedi yılını Yemen’de
geçirmiş bir gaziydi. 1935 yılında “Keklik” soyadını almışı. Suzânî’den on,
onbeş yaş büyük olmasına karşın dede olduğu için Suzânî'nin elini öptü. Birkaç
salatalık, iki yumurta, birkaç yufka ekmek alıp hasta arkadaşını ziyarete gelmişti.
Getirecek başka şeyi yoktu. Ancak bunları bulabilmişti. Yanına oturdu. Her
ikisinin de gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Adıgüzel:
“Vahap Efendi, ne güzel günlerimiz vardı?
Ne güzel keklik avlardık?” diye duygularını dile getirirken ağlıyordu. Keklik
çayırı, Kale denen alanlarda keklik avladıkları günleri anıyor, Vahap Efendinin
sağlıklı günlerini özlüyordu.
İyi gün dostlarının ayaklarını kestiği
yalnızlık günlerde Adıgüzel son beklenmedik konuğu olmuştu.
*
1945
ilkyazında sayrılık son evresine gelmişti. Doktorlar ameliyat gerekli
görülmüştü.
Sivas'ın
Çayırağzı mahallesinde bir evde kalıyordu.
İyi
gün dostları ortalarda gözükmez olmuşlardı. Yanında yalnız kardeşi Revânî
vardı. Bir kaç gün sonra ameliyat olacaktı. Bir Sivas sabahında Abidin Şimşek,
ziyaretine geldi. Abidin Şimşek8, Suzânî'den 25 yaş
küçüktü. Yanık sesliydi. Yakışıklıydı. Suzânî ile aynı ocaktan geliyordu,
Gençliğe ve güzelliğe âşık yaratılışlı Suzânî daha sonraları Figani adı ile
deyişler söyleyecek bu akrabasını pek severdi. Abidin Şimşek Suzânî'ye
"Dayı" diye seslenirdi.
Suzânî,
Figânî'yi görünce çok sevindi. Sanki gelecekten kendine haber getirmiş gibi
oldu. Ölüme yaklaştıkça, doslara sarılma, yaşamı kucaklama duygusu içinde
Figânî'ye:
“Abidin
oğlum, beni bir tıraş et, bir dışarı çıkalım, biraz açılayım, günlerdir evde
bunaldım” dedi.
Figânî,
Suzânî'yi tıraş etti. Revânî ile birlikte çarşıya çıktılar. Sivas tatlı bir
Haziran gününü yaşıyordu. Ilık seher yeli, Sivas çarşısını serinletiyordu.
Yollar, işyerleri sakindi. O sırada Revânî kayboldu. Suzânî ile Figâni Sivas’ı
dörde bölen caddelerden bir olan ve o yıllarda Mahkeme Çarşısı adı verilen
caddede Sivas’ın ünlü lokantalarında Havuzlu lokantaya girdiler. İçlerinde son
birliktelik yemeği gibi bir duygu egemendi. Suzânî, öbür dünyadan el salar
gibiydi. Yanında yürüyen ozandan kısa süre sonra sonsuza dek ayrılacağını ve
bir daha görüşemeyeceğini düşünüyordu. Böylesine ayrılık Ayemeğinde yemekten
bir kıl çıkması Suzânî’nin sinirlerini bozdu. Bu, Suzânî'nin dayanamayacağı bir
durumdu. Otoriter kişilikli, sinirli bir adamdı. Garsona açtı ağzını yumdu
gözünü. Yemeği yarıda bırakıp çıktı. Biraz sonra çarşıda Revânî ile
karşılaştılar.
Suzânî,
“Veli
nerdeydin, sen de yemek yeseydin” diye sordu.
Veli
koltuğunun altındaki sıcak pideyi gösterdi.
“Benim
yemeğim burada” dedi.
Suzânî
bu kez de ona açtı ağzını, yumdu gözünü.
Üçü
de son birliktelik günlerinden biri olduğunu biliyordu. Figânî, son görünüşünü belleğine kazırcasına arada bir Suzânî’nin
yüzüne bakıyordu. Yol boyu yürürken Suzânî yanındaki iki yakınıa son dileğini söyleme
gereği duydu:
"Babam-
anam beni Abdülvahab Gâzi 'den aldı. Beni yine oraya vereceksiniz. Mezarımı
tekkenin günbatan yüzüne koyacaksınız."
Sevdiği
insanın son dileğini duymak, ikisinin de yüreğini burktu. Figânî, bakışlarını kaçırdı. Gözünde yaşlar
belirmişti. Ağladığını gizlemek istiyordu. Ama yazgı hükünü oynuyordu. Ozan Suzânî son günlerini
yaşıyordu ve bunun ayrımındaydı.
1945
Yılı Haziranında ameliyat oldu. Ameliyattan yedi gün sonra Sivas'ta sirozdan
öldü. Ölüsü dileği üzerine Abdülvahabı Gâzi tekkesinin batı ucuna gömüldü.
Şimdi onun son taşınmazında sonsuz esenliğine gömülmüş dururmda.
Zengin
ezgi ve söz belleği aracılığı ile birçok halk türküsü onun aracılığı ile
radyoevi belgeliklerine girmişti. Ölüm haberini duyan Muzaffer Sarısözen'in
ağızından şu sözcükler döküldü:
1
Çoktan
beri arz ederim ben sizi
Merhaba
sevdiğim sefa geldiniz
Ne
haldedir hatırınız hoş mudur?
Merhaba
sevdiğim sefa geldiniz
İsmini
işitip yanına geldim
Harap
iken gönlüm şad olup güldüm
Muhabbetinizle
eğlenip kaldım
Merhaba
sevdiğim sefa geldiniz
Ne
haldedir vatanınız eliniz?
Açıldı
mı menekşeniz gülünüz?
Bahar
gibi coşkun mudur seliniz
Merhaba
sevdiğim sefa geldiniz
Böyle
miydi aman ile ahtını?
Yücelerde
kuruludur tahtınız
Ruşen
olsun leyli nihar ahtınız
Merhaba
sevdiğim sefa geldiniz
Suzânî
ah çeker hasret elinden
Haber
almak ister gonca gülünden
Aldım
namenizi seher yelinden
Merhaba
sevdiğim sefa geldiniz10
2
Vasıl-ı
hak olmaz cihanda kişi
Aşkın
kazanında haşlanmayınca
Kul
etmeden özün olur mu veli
Kahr-ı
eda ile taşlanmayınca
Perde-i
ikbalden uyar gözünü
Meclis-i
irfanda söyle sözünü
Bir
kâmil mürşide bend et özünü
Ağaç
meyve vermez aşlanmayınca
Niceler
varlığa güvenirler çok
Şükreyle
halika sen haline bak
Amel
çokluğuna hiç itibar yok
Kulundan
halikin hoşlanmayınca
Aşk
atına binen gönül yorulmaz
Su
bulanmayınca hergiz durulmaz
Hediyesiz
dost yanına varılmaz
Elinde hediyen
bulunmayınca
Gel
gönül kalbini pak eyle bu dem
Ererim
menzil-i âlâya her dem
Dokunmaz
Suzânî destine hatem
Bir
ustaddan üstü kaşlanmayınca
3
Aşam
dedim karlı dağın ardını
Acep
sevdiğimi göremem m ola?
Perişan
halimi arzuhal etsem
Lutf-u
ihsanına eremem m ola?
Bir
haber alayım esen yellerden
Umman
oldu gözüm yaşı sellerden
Bahar
gibi al kırmızı güllerden
Acep
al yanaktan deremem m ola?
Âşık
oldum o sürmeli gözlere
Hayran
oldum şeker gibi sözlere
N'
olur bir gün yol uğratsan bizlere
Açıp
kollarımı saramam m ola?
Âşık
olanların başı belalı
Dudakları
şeker, abı zülalı
Kiprikler
sürmeli, kaşlar hilâli
Neşter
urup sinem yaramam m ola?
Sıtk
ile tutarsam eğer demanı
Suzânî'yim,
yardan kesmem gümanı
Hasretler
kavuşa bayram zamanı
Soyunup
koynuna giremem m ola?
4
Seharde
uğradım bir has bahçeye
Bağbanı
boynun eğmiş figân içinde
Güller
aciz kalmış harin elinden
Ötüşür
bülbüller efgan içinde
Tan
yıldızı feryad eder sabahtan
Ah
çeker âşıklar, kan ağlar cihan
Açılmış
menekşe gül ile reyhan
Serv-i
hıramanım gülşan içinde.
Al
kırmızı giymiş kemha dağlar
Eser
bad-ı saba ırmaklar çağlar
Bülbül
feryad eder güller kan ağlar
Dudular,
kumrular pinhan içinde
Yine
katerlenmiş turnalar kazlar
Herkes
sevdiğinden visal arzular
Katle
ferman yazar mevalı gözler
Lali
güher mercan dühan içinde
Bir
melek sümalı yare duş geldim
Bir
gonca gül iken sarardım soldum
Şu
fani cihanda misafir oldum
Suzânî
biri zaman mihman içinde
5
Kapandı
talihim uyanmaz hergiz
Bilmem
kara bahtım gider mi böyle?
Ah
ederim sana her gece gündüz
Bilmem
kara bahtım gider mi böyle?
Nedir
bu çektiğim bi vefa senden
Kan
leşkeri hucum eder her yandan
Beni
usandırdı bu tatlı candan
Bilmem
kara bahtım gider mi böyle?
Günden
güne artmaktadır savaşım
Sığmıyor
bir yere karalı başım
Kırk
sekiz, elliye dayandı yaşım
Bilmem
kara bahtım gider mi böyle?
Güz
geldi hâlâ bir tedarik yok
Ayak
yalın başa bir giyecek yok
El
gibi oturacak bir ev bile yok
Bilmem
kara bahtım gider mi böyle?
Suzânî
der düştüm nice hallere
Muhtaç
etmeyesin imansızlara
Canım
kurban olsun doğru yollara
Bilmem
kara bahtım gider mi böyle?
6
Yine
çiçek açtı karşı dağlar
Enginlerin
kisbi karı kalmadı
Ezel
bahar eyyamının çağları
Eridi
dağların karı kalmadı.
Şimdi
itibar atlas ile kumaşa
Muhabbet
ararsan bir hilâl kaşa
Var
ise sermayen geçersin başa
Sefil
âşıkların yeri kalmadı.
Düşkünlerin
bakılmıyor yüzüne
Ne
söylerse kıymet yoktur sözüne
Yol
gösterse kimse gitmez izine
Candan
yanan sadık yari kalmadı.
Şimdi
hüner kaldı şahinde bazda
Cilve
naz ararsan gelinde kızda
Zaman
itibarı yüksek avazda
Ne
çare elinde varı kalmadı.
Kahrın
kime, ne söylersin Suzânî?
Kimden
şikayetin eyle beyanı
Geçti
vücudunun nevbahar çağı
Soldu
gülün şimdi harı kalmadı.
7
Şu
yalan dünyada murat almadım
Bir
kaşı karada kaldı nazarım
El
uzatıp gonca gülün dermedim
Mecnun
gibi ah eyleyip gezerim.
Gayri
Lokman yarelerim saramaz
Beni
senden gayri kimse sağamaz
Senden
gayri huri, melek yaramaz
Gayri
güzel ile yoktur pazarım
Bakmaz
mısın şu ellerin nazına?
Sürme
çekmiş kirpiğine gözüne
Boran
almış dokunursan sazına
Bad-ı
saba senden hile sezerim.
Suzânî'yim
gece gündüz hacetim
Kesildi
takatım yoktur dermanım.
Gayri
kimselerden yoktur şikârım
Ben derdimi o
hünkâra yazarım
8
Seyyah
olup şu âlemi gezerken
Seher
yeli ırgaladı dalları
Ben
eski derdime derman ararken
Dolandı
boynuma pamuk elleri
Dedim
hayal midir yoksa düş müdür
Dedim
hilâl midir yoksa kaş mıdır
Dedim
inci midir yoksa diş midir
Bülbül
gibi açtı tatlı dilleri
Dedim
dilber ifşa eyle beyanı
Dedi
nedir gamın eyle ayanı
Dedim
al yanaktan eyle ihsanı
Dedi
dolaştırın zülfün telleri
Dedim
gadan alam kırma kaşını
Dedi
akıttım gözden yaşımı
Dedim
Kerem gibi bütün dişimi
Dedi
ki söyleme Aslı halleri
Dedim
dilber gonca gülün dereyim
Dedi
nasıl yad ellere vereyim
Dedim
bir canım var kurban edeyim
Dedi
dolan da gel gurbet elleri
Dedim
dilber gel merhamet et bana
Dedi
kimseden görmedim vefa
Dedim
ki Suzânî kurbandır sana
Dedi
gel incitme ince belleri
9
Hilâl
kaşlarına kurban olduğum
Gel
karşımda şakı dudu dilleri
Mah
yüzünde gonca gülün derdiğim
Gözüm
yaşı geçti akar selleri
Kemha
giymiş bahçelerde fidanım
Gel
unutma beni kaşı kemanım
Ölünce
mi ak gerdana mihmanım
Arzum
kaldı saramadım belleri
Aşk
ile perişan mecnun gezerim
Ciğerim
kebap edip ezerim
Sinen
mihrabında kaldı nazarım
Boğum
boğum kınalamış elleri
Suzânî
der benden niçin vaz geçtin
Bir
gonca gül iken sararıp soldun
Verdiğin
ikrardan ne tez vaz geçtin
Düşman
ettin bize bütün illeri
10
Gönlümün
arzusu candan cananım
Al
yeşil açılmış özlerin güzel
Bedirlenmiş
şahin gibi gözlerin
Şapkal
kamer gibi yüzlerin güzel
Gönül
kuşu durmaz pervane döner
Muhabbet
meyinden içenler kanar
Cana
ceba diye bâdeler sunar
Mestane
bakışlı gözlerin güzel
Suzânî'yim
gayri yari nideyim?
Yoluna
canımı feda edeyim.
Sevdiğim
canımda mihman edeyim
Şu
kar dudakların sözlerin güzel.
11
Daha
beni çok mu yakan sevdiğim
Değişmem
cihana telini güzel.
Her
çiçekten al rengini almışsın
Elbet
hayran oldum teline güzel.
Her
çiçekten al rengini almışsın
Niceleri
bir sevdaya salmışsın
µlemi
işitir bir nur olmuşsun
Eyvah
deremedim nurunu güzel.
Canım
kurban olsun kalem kaşına
Gece
gündüz çevrinirim başına
Ne
olur bir mihman etsen düşküne
Kurban
edem canım yoluna güzel.
Ne
kadar yücedir serinde tahtın
Mevlam
hub yaratmış senin bu bahtın
Kıya
bakışınla âlemi yaktın
Canlar
dayanmaz nazına güzel.
Ben
yad oldukça sen olursun yad.
Bu
viran gönlümü gel eyle abad
Suzânî
yolunda oluyor cellad
Öldürme
düşersen toruna güzel.
12
Bahtı siyahıma bir kura attım
Bana değil nazlı yare hoş çıktı
Bir melek suretli dilber karşımda
Ne göreyim hilâl gibi kaş çıktı
Alişana arz eyledim halimi
Hakkı tân etmekten kestim dilimi
Kader torbasına sundum elimi
Kırk beş dedim, talihimden boş çıktı
Gâh bezirgân olup gahı satarım
Sarraf olur inci mercan tutarım
Gahi aşkın kaderini atarım
Bir de baktım hayal imiş, düş çıktı
Seher yeli semt-i dildare eser
Askın deryasında kaldı bir eser
Devr edip âlemini gezdim ser be ser
Çok aradım bana benzer boş çıktı
Gönül kuşum gönül asuna saldım
Aşkın deryasına ummana daldım
İnci mercan diye elimi sundum
Meğerim Suzânî yaban taş çıktı.
13
Ocakta
kahve pişirir
Gören
aklını şaşırır
Çıkmış
bahçede devşirir
Susam
mıdır sümbül müdür
Güle
de gül, gül müdür bilmem
Sevdiğim
seyrana çıkar
Ateşi
sinemi yakar
Emzik
emzik olmuş akar
Şeker
midir, şerbet midir
Bala
da bal, bal mıdır bilmem
Asil
bir zâde uşağı
Belinde
ipek kuşağı
Dökmüş
gerdana aşağı
Zülüf
müdür, kâkül müdür
Tele
de tel, tel midir bilmem
Sefil
Suzânî'nin yari
Boyu
selvi dal çınarı
Küşmüş,
söylemiyor bari
Dilli
midir dilsiz midir
Lala
da lal, lal mıdır bilmem
14
Yüzünde
açılan nur-u Hudaya
Ülkey-i
Mısır'ı, Hicaz'ı kurban
Nevreste
fidanım çınar boyuna
Yemen,
Arabistan, Afşar'ı kurban
Bu
kadar sen seni gel çekme naza
Açılmış
yanakta gülleri taze
O
hilâl kaşlara cumhuri göze
Tamam
Kürdistan'ı, Şirvan'ı kurban
Kına
yakmış boğum boğum ellere
Söylesem
methini bütün ellere
Dudu
kumru gibi tatlı dillere
Gürcü,
Acemistan, İran'ı kurban
Boyun
tuğba, kamet benzer fidana
Nice
bir adular düşer gümana
Gönlümün
gamzesi ebru kemane
Yörüğü,
Çerkez'i Tatar'ı kurban
Yakışır
cifeler o sultanıma
Kayalar
kestirir Şirin Ferhat'a
O
nüma gerdana servi kamete
Narı
hasret çeken Suzânî kurban
15
Gözler
sürmelenmiş, kaşlar yay gibi
Çöller
yakışığı cerana kurban
Cemâlinin
şemsi gonca ay gibi
Şükür
seni bize verene kurban
Nice
bir pervane odlara yandık
Gönlümüz
zevrakın ummana saldık
Ol
Kabe kaysene ev edna olduk
Sırrı
hakikate varana kurban
Okudum
elhamı sebel mesanı
Sevdekâr
eyledin sevdiğim beni
Yedi
nokta on yedi harf bi kâni
Suzânî
bu sırra erene kurban
16
Hilâl
kaşlarını niçin yıkarsın
Candan
arzumanım niçin darıldın
Yoksa
yad ellerden söz mü dokundu
Afet-i
devranım niçin darıldın
Gül
yüzlü güneşim, nedir günahım
Arş-ı
asumana çıktı feryadım
Niçin
kederlisin dili neşadım
Selvi
hıramanım niçin darıldın
Bak
gözüm yaşına akar sel olur
Ahım
çıkar doğru arşa yol olur
Derdinle
şu sinem yanar kül olur
Sen
kaşı kemanım niçin darıldın
Bağı
viran olmuş bir gül gibiyim
Yarinden
ayrılmış bir kul gibiyim
Gülünden
ayrılmış bülbül gibiyim
Gel
mah-ı tebanım niçin darıldın
Gönlümün
serveri mah-ı tebanım
Çıkar
mı hatırdan ruh-u revanım
Gülşen
bahçesinde taze fidanım
Gönülde
mihmanım niçin darıldın
Niçin
böyle melül melül gezersin
Ciğerciğin
kebap edip ezersin
Şu
benim katlime ferman yazarsın
Yaramın
merhemi niçin darıldın
Ben
senin derdinle ey gül-ü rânâ
Bulunmaz
emsalin ey ruhu ziba
Bu
sefil Suzânî kapında edna
Derdimin
dermanım niçin darıldın
17
Bahar
gibi giyinmiş yeşili alı
Açar
mor menekşe gülü yuvanın
Ab-ı
hayat gibi yaylanın suyu
Çağlar
ırmakları gülü yuvanın.
Badı
saba eser zülfün telinden
Bülbül
gibi söyle tatlı dilinden
Yine
onlar bilir garip halinden
Söylenir
her yerde ünü yuvanın.
Gece
gündüz bu can söyler vasfınız
Şad
eder gönlümüz, tatlı sözünüz.
Meclis-i
irfanda öter sazımız
Okur
sehal mesan teli yuvanın.
Yüce
dağ başında kur seyrangahı
Kalbe
ziya verir o şemsi mahı
Yüzübenli
Sultan Şahın penahı
Hüseyi'nden
eser yeli yuvanın
Arifler
karayı aktan seçerler
Meclis-i
irfanda dolu içerler
Suzânî
der serden- baştan geçerler
İlmi
bedan söyler dili yuvanın.
18
Ben seni
bilirim ezel ezeli
Ne bu kadar
gönlü kabalanırsın
Şöyle durup
etrafına bakmadan
Gördüğünü kapar
yayalanırsın
Hiç
görmezsin bunda bir hüsnü yari
Demirden
katılır, çizili yayı.
Kimseye
vermezsin hisseyi payı
Kovulup
kapıdan sopalanırsın.
Aklınca
bir yana olmuşsun bevvap
Çalış
şu cihanda kazan bir sevap
Üstüne
gelirse bir doğru cevap
Kalkamaz
altından çabalanırsın.
Bülbül
olmuş gül dalında ötersin
Sen
bu kabalığı kime satarsın
Aslı
kıl hasadan metah dokursun
Dost
eğninde gezer abalanırsın.
Nedir kahrın
suratını asarsın
Selamı sabahı
niçin kesersin
Lodos gibi kaba
kaba esersin
Zülfü
yara eser sabalanırsın.
19
Yine
firgatlısın dumanlı dağlar
Akar
boz bulanık sellerin senin
Açılmış
sümbüller, bülbüller öter
Turnadan
belgüzar tellerin senin
Bahar
eyyamında güller açılır
Kurulur
meclisler meyler içilir
Yar
senin uğruna candan geçilir
Sarmaya
yakışır bellerin senin
Uzatma
bu nazı sevdiğim yeter
Bana
bir dert ettin ölümden beter
Bülbül
olmuş gayri bahçede öter
Dudu
kumru gibi dillerin senin.
Yar,
niçin katlime eylersin ferman
Başın
için deyim, derdime derman
Suzânî
oluyor uğruna kurban
Açılmış
gerdanda güllerin senin.
20
Bir
mektup yazayım dur seher yeli
Götür
sevdiğime çok eğlenmesin
Kül
oldum derdinden mah-ı tâbânım
Söyle
ahvalimi çok eğlenmesin
Katarlanmış
gövel turnam havada
Eşinden
ayrılan gözler yuvada
Herkes
yari ile zevk-i sefada
Söyle
hilâl kaşlım çok eğlenmesin
Göçer
bir gün gönül kervanı handan
Yeter
naz ettiğin usandım candan
Gam
leşkeri hücum eder her yandan
Yok
melhem saracak çok eğlenmesin
Kudretten
çekilmiş hilâldir kaşı
Yakar
yüreğimi Suzan ateşi
Leyli
nihar durmaz gözümün yaşı
Söyle
sevdiğime çok eğlenmesin.
21
Gel ey gönül defnedilme
bu mülke
Evi göçmüş ıssız hane
dönersin
Sakın ha
gerçekten ayırma özün
Nev baharı geçmiş hâke
dönersin
Büsbütün dünyayı
verseler sana
Ne oldu Süleyman kalmadı
ona
Bahr olup teferruş kılsan
her yana
Dalgası tükenmiş göle
dönersin
Zaloglu olup hükmün
yürütsen
Nev haktır herkim benim
dedirtsen
Zerrece başında aklın
var isen
Çölde yılkısız kervana
dönersin
Hükmetmedi mi Zaloglu
bir zaman
Eriş bir gerçeğe tut
desti deman
Verme fırsat nefse
katleyle heman
Tuzak içindeki kurda
dönersin
Duydun mu
fenayı eyleyen Hak’a
Felek kement
atmış boynuna taka
Kurtulmaz Suzânî
ecelden yaka
Bir gün gazel dökmüş
bağa dönersin
22
Gönül kuşu gezer devr-i âlemde
Pervaz
edip uçar yuvadan bir gün
Yüksekten
temaşa seyran ederken
Encamı
düşersin havadan bir gün
Bad-ı
saba bir gün sam yeli olur
Herkes
ettiğini elbette bulur
Şahan
gözler kan uykuya boyanır
Gönlünü
kaldırır semadan bir gün.
Gönül
düşme od-u nefis peşine
Aldanma
dünyanın hilâl kaşına
Yelerken
dünyanın her savaşına
Akıbet
kurtarır davadan bir gün.
Nesini
söyleyim fani cihanın
Gerek
zahir gerek batın nihanın
Leyli
nihar kesme haktan buhanın
Görürsün
ecrini mevladan bir gün
Âşık
olan türlü renge boyanır
Suzânî
gafletten bir gün uyanır
Ecel
gelir can kafese dayanır
Kesilir
kısmetten, tanadan bir gün.
23
Şemsi
kamer gibi mahi tabanım
Bir
kıya bakışlı, kaşı kemanım
Altın
kadeh ile serv-i revanım
Beyaz
bâde sunar elleri bugün
Yazılmış
alnıma kara yazılar
Bülbül
feryad eder gülü arzular
Karşıda
süzülür mevalı gözler
Mah
yüze dökülmüş telleri bugün
Al
yeşil karışmış pembe yanaklar
Sevdiğim
Hak seni hatadan saklar
Derde
derman verir şeker dudaklar
Sunar
Suzânî'ye balların bugün
24
Bir
gece rüyamda bana erenler
Aç
gözünü gafletten uyan dediler
Bu
kadar özünü sevdaya salma
Hak
Muhammet Ali ayan dediler
Bu
dünya cifedir gönül bağlama
Ciğerini
aşk oduna dağlama
Bahar
seli gibi akıp çağlama
Bir
gün sonu gelir uyan dediler
Cehd
eyleyip bir katere yete gör
Dünya
sermayesin hiçe sata gör
Mal
kazanıp Hak yoluna kata gör
İn
benlik atından yayan dediler
Güvenme
devran-ı çark-ı mihnete
Çalış
şu cihanda bir saâdete
Ol
zaman eserin tac-ı devlete
Durma
bir Hünkâra dayan dediler
Vahdetin
bezminden dolu içenler
Rahm
edip karayı aktan seçenler
Suzânî
der candan baştan geçenler
Kırkını
bir pula sayar dediler.
25
Misal
bir gecedir devr-i alemde
Zülfü
siyah kaşı kemana benzer
Açılmış
menekşe gülü, reyhanı
Yüzü
şemsi kamer tabana benzer
Hiç
doymak olur mu bu şirin candan
Bülbül
feryad eder güle her yandan
Niceleri
geldi geçti bu handan
Her
dem konar göçer kervana benzer.
Bir
suret-i melek, elinde bâde
Gönül
kuşun salma havayı yâde
Nice
yıllar ömür sürsen dünyada
Bir
gece bu handa mihmana benzer.
Güvenme
dünyada ziynete, mala
Sakın
aldanma gel gönül ağyare
Bezensen
dünyada atlasa, şala
Akıbet
soyunur üryana benzer
Suzânî
der döner bu çark-ı devran
Şad
olmaz gönlümüz daima giran
Düzüldü
katerler çekildi kervan
Can
kafesten uçar virana benzer.
26
Yine
bir ok değdi dertli sineme
Yaktı
ciğerimi dağlar da gezer.
Felek
kırdı kanadımı kolumu
Yok
derdime derman sağlar da gezer.
Yine
içerime düştü sızılar
Yazılmış
alnıma kara yazılar,
Anasından
ayrı düşen kuzular
Başına
karayı bağlar da gezer.
Hicran
oldu şu sinemde yareler
İflah
etmez bu dert beni pareler
Eşinden
ayrılan bahtı kareler
Elbet
deli olur ağlar da gezer.
Nice
bir derdimi söylersin dilber?
Felek
viran etti yıktı gönüller
Gonca
gülden ayrı düşen bülbüller
Ah-ı
efgan eder ağlar da gezer.
Ah
eder Suzânî derdinden daim
Kaderim
böyledir kime ne deyim?
Başım
alıp diyar diyar gideyim,
Durmaz
gözüm yaşı çağlar da gezer.
27
Yine
bahar geldi açıldı güller
Bülbül-ü
şeydalar bağlarda gezer
Kınalı
parmaklar o şirin diller
Bu
dertli sinemi dağlar da gezer
O
yar sürmelemiş, kipriği, kaşı
Rakipler
ile eder savaşı
Yar
senin elinden didemin yaşı
Bahar
seli gibi çağlar da gezer
Yine
katerlenmiş turnalar, kazlar
Yar
düştü hatıra sineler sızlar
O
keman ebrular, cumhuri gözler
Gamı
hicranımı sağlar da gezer
N'oldu
senin ile ahdı peymalar
Gama
tebdil oldu o güzel günler
Bir
melek simaya gönül verenler
Elbet
deli olur dağlarda gezer.
Bu
kadar cevr etme sevdiğim dilber
Dert
ile hicrana oldum giriftar
Kül
oldum derdinden ey peri nigar
Ah
eder Suzânî ağlar da gezer.
28
Çoktan
beri ahu zarın çektiğim
Çöller
yakışığı cananım gelmiş
Hasretiyle
sinem oda yaktığım
Zülfi
siyah, kaşı kemanım gelmiş
Yanakta
açılmış sümbüller güller
Bakan
hayran eder keman ebrular
Cana
hayat verir bâdeli eller
Leyli
nihar, mahı tübanım gelmiş
Çok
şükür cemâlin gördü gözümüz
Gamlı
iken şad eyledi gönlümüz
Hâke
turab ettik sürdük yüzümüz
Gönlümün
arzusu cananım gelmiş
Yanakta
açılmış sünbüller güller
Sinemin
gamzesi keman ebrular
Ab-ı
hayat verir bâdeli eller
Leyli
nihar, mah-ı tebanım gelmiş.
Yine
erişiptir baharlar yazlar
Suzânî
der gönül yâri arzular
Karşımda
süzülür manalı gözler
Elif
lam bakışlı imranım gelmiş
29
Derman
arardım derdime
Derdim
bana derman imiş
Burhan
arardım aklıma
Aklım
bana burhan imiş
Sağım
solum gözetirdim
Dost
yüzünü görem deyi
Ben
taşrada arar idim
Ol
can içimde can imiş
Öyle
sanırdım ayıram
Dost
hayıra ben, kayıram
Dost
ile yiyip içtiğim
Bildim
ki ol canan imiş
Mürşit
gerektir bildire
Ehli
hakkal Hakka yakın
Mürşidi
olmayanların
Bildikleri
güman imiş
Savmi
selat hac ile
Sanma
biter zahit işin
İnsan-ı
kâmil olana
Lâzım
olan irfan imiş
İşitmiyorsan
sözüm
Bir
nesne hak örtmez yüzün
Haktan
ayan bir nesne yok
Gözsüzlere
günhan imiş
30
Ey
gönül gam çekip kurşelenirdim
Geçer
bu cihanda devran olur mu?
Gök
ekin misali ömür dediğin
Biçilip
derilmez, harman olur mu?
Gelip
geçenleri bir hayal eyle
Bu
fani cihanın encemi böyle
İnanmazsan
kâmil mürşide söyle
Burda
konup göçmez kervan olur mu?
Elbet
bir gün gonca güller solacak.
Derip
topladığın yada kalacak
Dediler
katline sebep olacak
Alişan
yazmazsa ferman olur mu?
Altın
halka taksan kalem parmağa
Cehdeyleme
Suzânî dosta varmaya
Cerrahlar
gelmişler yaran sarmaya
Haktan
özge kula derman olur mu?
31
Gönül
verip bel bağlama faniye
Geçer
ömrün sana nev bahar olmaz
Sevdayı,
mahbubu çekmeyen âşık
Dönüp
ateşine bir yanar olmaz
Âşık
olup maşukunu bulmayan
Muhabbetin
güllerini dermeyen
İkrar
verip ikrarında durmayan
Sakın
o kimseye yadigâr olmaz
Gel
gönül koğ ile gıybet eyleme
Tutmadığın
sözü kimseye deme
Cahilin
şekerli helvasın yeme
Kâmilin
zehirin ye zarar olmaz
Gönül
can gözün aç gâfletten uyan
Bir
kâmil mürşidin bendine inan
Mazlum
hakkını zalime koyan
Suzânî
hâlimden bir soran olmaz.
32
Bahar eyyamında
seher vaktinde
Doğaya
kaldırmış ellerin güzel
Cemi mahlûk
kuşlar niyaza durmuş
Okursa belcesel
dillerin güzel
Tevekkül
babında olalım sail
Zahitler
mescitte zikirde kayım
Sofular
vahdette tevhide daim
Hü çeker
âşıklar tellerin güzel
Bu aşkın şeması
sinemde yanar
Mestane
gözlerin badeler sunar
Abu hayatından
içenler kanar
Akar
leblerinden balların güzel
Al yanakta
yeşillerin alların
Henüz gelmiş
sevilecek çağların
Firdevs’i alaya
dönmüş bağların
Açmış gülü
reyhan güllerin güzel
Bu sefil Suzânî
söyler her sabah
Dertli olan
derunundan çeker ah
Her seher
estikçe ol badi sabah
Kaldır
yüzündeki telleri güzel
33
Felek eşten
dosttan eyledi cüda
Hasret koydu
muhabbete doluya
İlahi kapında
bu sefil geda
Çağırırım Şahı
Merdan Ali’ye
Mihneti ger
duna yoktur nihayet
Senden ola
dertlilere inayet
Ruzi şeb dilerim
eleman mürvet
Rubu Gubbü Hacı
Bektaş Veli’ye
Şu fani cihanda
kara bağlarım
Dertli sinem
aşk oduna dağlarım
Derde derman
bulam deyi ağlarım
Abdal Musa
Sultan Hızır Balı’ya
Çağlar gözüm
yaşı bak feryadıma
Senden başka
kimse gelmez yâdıma
Medet mürvet
dedim gel imdadıma
Kızıl elmadaki
Kızıldeli’ye
Deli gönül bir
gün olamaz ruşen
Derunumda yanar
ateşi Suzan
Yetiş Medet
Mürvet kaldım perişan
Nidem halim arz
edem Yüzübenli’ye
34
Şad olmak istersen ey dili şeyda
Terk eyle
cihanın küllü varını
Sen kendi
derdine bir çare ara
Neylersin
cihanın nazlı yârini
Gel gönül
havadan uçmadan sakın
Bir kâmil
mürşidin unutma hakkın
Varlıkla satıcı
olmadan sakın
Ara bul cihanda
mutlak kârını
Benliğe uyup da
azma yolundan
Hakkın kelamını
koyma dilinden
Muhtaca rıza’yı
kesme dilinden
Göresin Cenabı
Hak didarını
Kim bilir dur
eder insanı Haktan
Cemali mihraba
bakma ıraktan
İflah olmaz
ayrılanlar firaktan
Güle âşık olan
sever harını
Cem eyle Suzânî
aklın başına
Geçirdin ömrünü
boşu boşuna
Akıbet uğrarsın
felek taşına
Neylersin
cihanda çarkı devranı
35
Sabah oldu tan
yerleri ağardı
Ilgıt ılgıt
esme dur seher yeli
Bir name
yazayım suna boyluma
Kendi avazınla
ver seher yeli
Çekmiş
kemhasını karşıki dağlar
Dilim söyler
amma didem kan ağlar
Nazlı yar
seyrana çıktığı çağlar
Dokunup zülfüne
es seher yeli
Ben bir usul
boylu yardan ayrıldım
Kahrolup
girdabı ummana daldım
Bir gönül
ağrısı yâre duş oldum
Hoşmu hatırını
sor seher yeli
Gel merhamet
eyle âşık halime
Bülbül feryat
eder gonca gülüme
Uğra Suzânî’nin
nazlı yârine
Gonca güllerini
der seher yeli
36
Ne kadar met
etsem azdır şanını
İnci sedef
dürden güzelsin güzel
Sallandıkça
kara bağrım ezersin
Selvinin
dalından güzelsin güzel
Hasret koyma
bir buse ver yanaktan
Eğer korkar
isen yaradan Haktan
Abu Zemzem
damlar şeker dudaktan
Oğlun balından
güzelsin güzel
Budur âşıkların
gönlünde fendi
Ne ağayım ne
bey nede efendi
Bir su ver
içeyim yüreğim yandı
Ağustosta
kardan güzelsin güzel
Kaşların
velvechi alnın veddüha
Öylesi gözlere
yetermi paha
Ne desen az
gelir gül yüzlü maha
On beşlenmiş
aydan güzelsin güzel
Nesli Resul
müsün ey Şemsi Gamet
Seni met etmeye
olmaz nihayet
Cemalin
görenler istemez Cennet
Firdevs’i
aladan güzelsin güzel
Göksüne
kurulmuş tahtı Süleyman
O billur
memeler her derde derman
Suzânî’nin canı
yoluna kurban
Bayram
günlerinden güzelsin güzel
37
Gel gönül
gafletten ayık ola gör
Aç gözün
gördüğün kervan değil mi?
Küllü men
aleyhe fani yete gör
Can kafesten
uçar seyran değil mi?
Entüm derler bir
ayet var saçında
Arzumanım kaldı
dostun veçhinde
Sekiz direk
dört kubbenin içinde
Halk edilen car
ana sır değil mi?
Kimdir Hak
yanında sevgili olan
Budur âşıkları
sevdaya salan
Bütün amelleri
kem ağız gelen
Oda hüsnü ahlak
sakır değil mi?
Halim arz ederim
ben o Sultan’a
Cana hayat
verir derler lokmana
Her dem terk
eyleyip özün canana
Âşıkların kalbi
ayna değil mi?
Sadık kalp
ehline olma mudara
Felek Suzânî’ye
açıyor yara
Âşıklar zümresi
erdi didara
Yahşi yaman
burada belli değil mi?
Arifler katına
ereyim dersen
Dört kapıdan
kırk makama ermeli
Farz ile
sünneti kılayım dersen
Şeriatın
şartlarını bilmeli
Tarikat’ta edep
erkân yolları
Marifette biten
gonca gülleri
Efsaneye uyup
yorma dilleri
Hakikat’in
hallerinde kalmalı
Vücudun şehrini
görmezsin niçin
Üç sünnet yedi
farz müminler için
Ahmet’ten
şefaat dilersen suçun
Kelimeyi
tevhidi ele almalı
Bir kâmil
mürşide elin uzatıp
Kalp evinin
aynasını bezetip
Gönül Kabe’sinde
mihman gözetip
Küntü Kenz
sırrına vakıf olmalı
Aşkın şarabından
sun bize saki
Yalandır gerisi
bir iyilik baki
Görmek ister
isen Suzânî Hakkı
Mansur edip
özün darda kalmalı
39
Seherde uğradım
bir has bahçeye
Bağbant boyun
eğmiş figan içinde
Güller aciz
kalmış harın elinden
Ötüşür
bülbüller Efkan içinde
Tan yıldızı
feryat eder sabahtan
Ah çeker
âşıklar kan ağlar cihan
Açılmış menekşe
gül ile reyha
Ol Selvi
revanım Gülşen içinde
Al kırmızı
giymiş kemhalı dağlar
Eser badi sabah
ırmaklar çağlar
Bülbül feryat
eder güller kan ağlar
Dudular
kumrular pinhan içinde
Yine
katarlanmış turnalar kazlar
Herkes
sevdiğinden vuslat arzular
Katle ferman
yazar mevali gözler
Lâlı gevher
mercan dühan içinde
Bir melek
misali yâre duş geldim
Bir gonca gül
iken sarardım soldum
Şu fani cihanda
misafir oldum
Suzânî bir zaman mihman içinde
40
Kadir Mevlam
senden bir dileğim var
Mihneti girdaba
düşürme beni
Yalvarırım gece
gündüz ilahi
Müstakim
tarıkdan şaşırma beni
Neyleyim arşı
mana dayandı ahım
Adın çun
bağışla çoktur günahım
Benim senden
gayri yoktur penahım
Tamunun oduna
düşürme beni
Suzânî’yem yanar dururum
daim
Ah ile vah ile
geçti devranım
Çekilir faniden
artık kervanım
Kahrı eda ile
şaşırma beni
41
Ah eylerim, ah çekerim yürekten
Aldı gam leşkeri her yandan beni
Derdim arzedecek bulmadım hekim
Bivefa bezdirdi bu candan beni
Bin derdim var söyleyeyim hangisi
İçerimden çıkmaz dünya kaygısı
Tahammül eyler mi nefsin adusu
Dur eylemek ister canandan beni
Suzanüiyem düştüm türlü hallere
Bülbül figân eyler gonca güllere
Felek beni saldı gurbet ellere
Ayırdı Yusuf-u Kenan'dan beni.
42
Daha beni çok
mu yakan sevdiğim
Değişmem cihana
telini senin
Şeyda bülbül
gibi ağlar gezerim
Elbet hayran
oldum teline senin
Her çiçekten al
rengini almışsın
Nicelerin bir
sevdaya salmışsın
Güzeller içinde
billur olmuşsun
Eyvah deremedim
gülünü güzel
Canım kurban
olsun kalem kaşına
Gece gündüz
çevrinirim başına
Ne olur bir
mihman etsen döşüne
Kurban eden
canım yoluna güzel
Ne kadar
yücedir serimde tahtın
Mevlam hub
yaratmış şu senin bahtın
Kıya bakışınla
sinemi yaktın
Canlar
dayanırmı narına güzel
Ben yâd oldukça
sen olursun yad
Virane gönlümü
gel eyle abat
Suzânî yolunda oluyor
cellât
Öldürme
düşersem toruna güzel
10
Bu deyiş daha
önceki baskıda eksik olarak verilmiş, dipnotta büyük bölümünün eksik olduğu belirtilişti. Burada
tamamını veriyoruz. Eski baskıdaki bozuk örnek şöyle:
Merhaba hoş geldiniz, ey
ruhu revanım merhaba
Ey şeker lebi şirin
lamekânım merhaba
Ey melek suret-i dilber,
can fedadır yoluna
Gönlüme senden özge nesne
layık görmedim
Suretim aklı ağulum cism-i
canım merhaba
Geldi yarim naz ile sordum
esini nicesin
Ey cemâlim, bahr-i kanım merhaba
5 1890-1891
Ahmet Kutsi Tecer: Sivas
Halk Şairleri Bayramı,
Sivas Kamil Matbaası 1932, 16 s.
7Ord.Prof. M.
Fuad Köprülü: Türk Sazşairleri
Antolojisi, Kanaat Kitabevi, İstanbul 1940, s.728
Vasfi
Mahir Kocatürk: Saz Şairleri Antolojisi,
Ay-yıldız Matbaası, Ankara 1963, s. 498
Refik
Ahmet Sevengil: Çağımız Halk Şairleri,
Atlas Kitabevi, İstanbul 1967, s.335
Pertev
Naili Boratav: Folklor ve Edebiyat
1, Adam Yayınevi, İstanbul 1982, s. 201
8Figânî'nin
gerçek adı Abidin Şimşek'tir. 1915'te doğmuş, 1987'de Ankara’da ölmüş, Mamaş’a
gömülmüştür..
9İbrahim
Aslanoğlu, Söz Mülkünün Sultanları,
İstanbul 1985, s.167-168'de "Eski ve yeni yazıyı ancak kendine yetecek
kadar bilirdi. Sivas Halk şairleri bayramına katılmasına rağmen Suzânî, her
bakımdan az kültürlü ve âşıklığın bazı geleneklerini yerine getirememiş, sâde
fakat samimi ve içli bir köy şairidir. Deyişlerinin hemen hepsi türkülerden
ibarettir" der. Bu görüşler tümüyle yanıltıcıdır. Suzânî çok iyi eski ve
yeni yazı bilir. Şiirleri değerli şiirlerdir. Biz konuyu diploma tezi olarak
hazırladığımızda 70 deyişini derlemiştik. Ancak o metinler yitti. Bu çalışmayı
hazırlarken ancak 48 deyişi elde edebildik. Bu deyişlerde de bir dizi eksikler
var. Deyişleri bize Haydar Kurt verdi. Ticaret defterine yazılmıştır. Defterde
16.4.1949 tarihi yazılıdır. Deyişleri deftere Abidin Eraslan'ın yazdığı
söylenmektedir.
Bu işten para kazanıyormusun?
YanıtlaSilBu yorum yazar tarafından silindi.
SilKazanıyor musun? Olacak.
YanıtlaSilBu işten Fuat Bozkurt para kazanamıyor.