Yayında Olan Eserlerim

29 Temmuz 2023 Cumartesi

Gıjıkin Dede

 

Gıjıkin Dede

Fuat Bozkurt

 

Ali Doğan işyerini güne hazırlamak için içeriyi düzenliyor, Vitrin pancurlarını açıyordu. Karşıdan gelen Gijikin dedeyi görünce garipsedi. Bu saatlerinde dedenin uğradığı olmazdı. Olağan dışı bir durum olmalıydı. Görünüşe göre kötü bir durum yoktu. Dede hırsla aldırmadan yürüyordu.

Ali Doğan’ın işyerine iyice yaklaşmıştı ki yandaki dükkan çırağının ağzının içinde küfür ederek söylendiğini duydu:

“Kızılbaş kafirin gidişine bak. Sanki dünyayı o yaratmış. Sakalına… kafir Kızılbaş.”

Dedenin görünümü kırda, dağlarda yaşayan göçebenin görüntüsüydü. El değmemiş sakal bıyık, salıverilmiş saçlar ve başına sarılmış bir örtü. Alabildiğine rahat, alabildiğine özgür yaşıyorlardı.

Dede bu hakareti yanıtsız bırakmak istemdi. Kendi kendisi ile konuşur gibi yüksek sesle karşılık verdi:

“Dükkanınızdan alışveriş ederken iyiydi, yezit dölü!”

Yöre Alevileri genellikle bu tür aşağılamaları duymazdan gelir, aldırmazlardı. Bastırılmış, suskun kimlikleri vardı. Onlar için kanıksanmış bir davranıştı bu. Saçı sakalı birbirine karışmış bir Alevi dedenin görüntüsüne kent Sünniliği katlanamazdı. Aşağılama, hor görme yüzyılların önyargısıydı. Bu düşmanlık bu hor görme nereden kaynaklanırdı tam bilinmezdi. Genelde inançsal ayrıma dayandırılırdı. Kökü bin yıla uzanan Kerbela kıyımına bağlanırdı. Bitip tükenmeyen bir kinin kuşaktan kuşağa aktarımı sürüyordu. Aynı topraklarda yan yana yaşayan, sürekli ötelenen dışlanan insan olmanın acısını duyan, üvey evlat olarak büyüyen aşağılana birey olmanın acısını yaşamışlardı yüreklerinde.

Alevi çevre bu tür aşağılamalara alışıktı. Yasa karşısında eşit, ama egemen çoğunluk gözünde itilip kakılan bireyler olarak yetişirler, direnme savaşı verirlerdi. Yüzyılların bir yargısı sayılırdı.

Gijikin dede bu tür baskılardan uzak dağlarda büyümüştü. Baskı ve aşağılamaya dayanılmaz öfkesi vardı.

On beş yirmi yıla öncelere kadar tümüyle kırsal kesimde yaşayan Alevilerin kentle bağları bulunmuyordu. Kent onlara yabancıydı. Bütün alışverişlerini Sünni esnafın dükkanından yapıyorlardı.

 Günlerden bir gün şans kırsal kesimde yaşayan yoksul halka gülmüştü. Devlet Pazarcık ilçesi çevresinde yaşayan Alevi köylerin yaşadığı sazlıklar kurutulmuş tarıma açılmıştı. Kartalkaya barajının yapılmasıyla bu alan suya kavuşmuş, yolda iki üç kez ürün alınır olmuştu. Böylece bölgede yaşayan Alevi köyleri akçal güce kavuşmuş, kentleşmeye, kentlerde işyerleri açılmaya başlamıştı. Bir süre sonra edinilen kazanla Aleviler de işyerleri açmaya başlamışlardı. Alevi halk kendine yakın bulduğu bu esnafın işyerinden alışverişe alışmıştı Kentin köklü esnaf çevresi bu Pazar kaybından sürekli rahatsızdı. Kendilerine teslim olmuş iyi bir Pazar günden güne ellerinden kayıyordu.

Ali Doğan, Maraş çarşısında yenilerde belirmeye başlayan Alevi esnaftan biriydi.

Gijikin Dedenin öfkeyle gelişini gören Ali Doğan gülerek sordu?

“Hayrola dede bu saatlerde uğramazdın. Beni rüyanda mı gördün?”

 

“Yok be dede erenler ne rüyası, evde grev var. Kendimi dışarı attım.”

“Ne grevi?”

“Tüp bitmiş. Dün karı, bir yerden bir tüp al diye söyledi. Bulamadım laneti. Sabah çay yapamayınca dır dır etmeye başladı. Dayanamadım, çıktım evden.”

Sosyal demokrat partinin yarım yamalak iktidara gelmesi ile ülke büyük bir bunalıma girmişti. Bir anda bir dizi yokluk belirmişti. Tüp gaz, kuru çay, benzin, pirinç, margarin gibi daha sıradan günlük ihtiyaç maddesi bulunmaz olmuştu. Kıbrıs çıkarmasında söz dinletemedikleri Bülent Ecevit hükümetini yönetime gelince Amerika bütün muslukları kısmış, onunla birlikte sağcı çevre partiler, ortamı kaosa sürükleme çabasına girmişti. Ülkenin Amerika Kıbrıs fatihi Ecevit bu ortamda beceriksizlik içinde debeleniyor, dışarıdan kimi destek arıyor boşa koyuyor almıyor, doluya koyuyor sığmıyordu. Halkın acil gereksinimleri için kamusal satış yerleri ile karşılamaya çalışıyor, mal yetiştiremiyordu. Solcu sendikalar partiler de bu ortama bir türlü dayanamıyorlar, kesin önlemler bekliyorlar, hükümeti zorluyorlardı. Sağcı partiler, solun yükselişinden endişe duyuyor, ülkenin komünizme geçeceğini, Rusya’ya uydu ülke olacağı düşüncesini yayıyorlardı.

Rus korkusu Türklerin eski karabasanıydı. Sınır komşuları olan Ruslarla hep savaşmışlardı. Son savaş 1 dünya savaşıydı ve Ruslar bu topraklara doğru ilerlemişlerdi. Şimdi aynı sorunla yine yüz yüzeydi ülke. Bitip tükenmeyen kuşkular, korkular özellikle Sünni kesim kavruluyordu.

Ali Dede konuğuna yer gösterdi.

“Dede buyur otur. Sabah çayını burada iç. Sonra bir yerden bir tüp buluruz. Bir de simit söyleyeyim. Kahvaltını burada etmiş olursun.”

Gijikin dede, Ali Doğan’ın konukseverliğe elini göğsün götürerek teşekkür etti. Hep böyle, sağ elini kalbinin üzerine bastırarak içtenlikli selam verir, içtenlikle teşekkür ederdi.

Boş olan iskemleye oturduğunda rahatlayıp bıyığını sakalını sıvazladı. Dolu dolu bıyıkları aşağı sarkıyor, sakalının içinde kayboluyordu. Makas değmemiş ak sakalı bütün göğsünü dolduruyor, beline doğru uzanıyordu. Alnında yılların verdiği kırışıklar, yüzüne derin anlam veriyordu. Sere serpe yayılmış kaşları gözleri üzerine doğru dökülüyordu. Göz çukurlarına gömülmüş kara gözlerde anlamlı bir enginlik, derinlik gizliydi.

 Masanın üzerinde Cumhuriyet Gazetesi duruyordu.

“Ne var gazetede, havadislerde Ali Erenler?”

Ali Doğan, umutsuz biçimde içini çekti.

“Tatsız dedem, tatsız. Bu gidiş iyi değil. Bakalım sonumuz ne olur?”

“Ne olmuş ki?”

“Bir ev basılmış. Türk yıldırım komandoları diye bir örgüt eviymiş. Dinamit paketleri, silahlar bulunmuş.”

“Neredeymiş bu ev?”

“Nerde olacak burada, Maraş’ta.”

Ali Doğan, bir an sustu. Dedenin tepkisini bekledi. Yanıt gelmeyince önüne döndü. Gazetedeki haberi okumaya başladı.

“Şaşırtma yapmak için atacakları sağcı kuruluş, işyerlerinin adları yazılıymış. Silah alımı, suçlu kaçırmak için yapılan harcama belgeleri varmış. Çek yapımı silahlar alındığı belirlenmiş.”

Dede, bir an şaşırmış Ali Doğan’ın gözlerine baktı. Aklına gelen ilk soruyu sordu:

“Hüseyin’le görüştün mü? Hüseyin ne diyor bu gidişe?”

Ali Doğan’ın ağabeyi Hüseyin, bir süre önce yapılan seçimlerde, Maraş’tan milletvekili seçilmişti ve başbakanla yakın ilişki içindeydi. Gijikin Dede gizli bir beklenti içinde ondan umutlu bir haber duymak istiyordu. Ali Doğan, elini boşlukta savurarak umutsuz karşılık verdi:

“Her şey denetim altında korkunuz olmasın. Sıkı biçimde olayları izliyoruz’ demiş. Şu sıra ekonomik sorunları çözmeye uğraştığını söylemiş. Libya’dan petrol almaya çalışıyormuş. Devletin kasasında beş kurul kalmamış.”

“Kim kime parasız bir şey verir, Ali?”

“Tam söylediğin gibi dedem. Bu günleri atlatmaya çalışacağız. Ama sorun yoklukla bitmiyor. Ortalık çok kötü dede. Dün Öğretmen okulunda kavga çıkmış. Kurtçular bizim çocuklara saldırmışlar. İki çocuğu çok kötü döğmüşler. Ortalarda kötü haberler dolaşıyor. Kurtçuların dışarıdan adam getirdikleri söyleniyor. Mahalleleri gezip Alevi evlerini belirliyorlarmış.”

Yaşlı adam anlatılanları dinlerken sigara sarmaya başladı. Yılların acısını duyar gibi gözlerini süzmüş sardığı sigaraya bakıyordu. Söylenenleri duymuyordu Önüne konan çay bardağının farkına varmadı. Sigarayı ağzına götürürken nerdeyse çayı devirecekti. Sigarasından derin derin derin solurken düşünüyordu.

Ali Doğan karşılık vermeksizin kendini dinleyen Gijikin dedeye baktı bir an. İçinden geçenleri söyleme gereği duydu:

“Dede, ortalık karışık. Bir süre köye gitseniz nasıl olur? Hani şu işyeri olmasa ben de giderim. Ama mal, canının yongası. İşyerini kapayıp nereye gideyim? Senin böyle bir sorunun yok.”

Gijikin Dede yılların acılarını üzerinde taşımış olmanın gururu ile gülümsedi.

“Bir benimle mi oluyor kurtuluş? Bir sürü eş dost ne olacak? Aldırma Ali erenler, atamızın başına ne geldiyse bizim başımıza da o gelir. Yazgıdan kaçılmaz. iş olacağına varır. Gençlere çocuklara bir şey olmasın o bize yeter.”

Gijikin Dede, yaşı belirsiz bir çınarı andırıyordu. Doğum tarihi tam belli değildi. Geçen yüzyılın sonlarında Tercan’da doğmuştu. Seksen, seksen beş yaşlarında olmalıydı. Kureyşan ocağından geliyordu. Yörede kutsanan, kerametlerine inanılan bir ocakzadeydi. Uzun yaşam koşusunda başına gelmeyen kalmamıştı. Dersim olayları gibi kanlı olayın içinden sağ çıkmıştı. Bundan sonra yaşamının bir önemi yoktu. Gençler, yeni yetişenler yaşasın yeterdi Bir de inandığı yol, erkan yaşasındı. Hazreti Ali’nin, Hazreti Hüseyin’in yolu. Bütün özlemi buydu. Gerçeğe uzanan yolun açığa çıkması ve aydınlanması.

Ali Doğan, dedenin umursamaz tavrına içi sızladı.

“Dedem, sen bize lazımsın. Senin gölgen bize yeter. Daha senden çok şey öğreneceğiz. Önümüzde kılavuz olacaksın.”

“Ali’m öğrenmenin sonu yok. Bizim zamanımız geçti artık sizler kılavuz olacaksınız.”

Masada duran çaydan bir yudum aldı. İlerlemiş yaşına karşın güçlü ve dirençliydi. Horasan’dan, Anadolu’yu aydınlatma görevi ile yollanmış son Rum erenini andırıyordu. Bu söylencelerle büyümüştü. Çağlar öncesinde ataları Anadolu’ya gelmişler ocaklarını kurup halkı birlik, dirlik içinde tutmuşlardı. Savaşlarını tahta kılıçlarla yapmışlardı. Gerçekte tümü sevgi dağıtan barış adamıydı. Kimseyi dışlayıp ötelememişlerdi. Ama yüzyıllardır kendileri dışlanıyor, itilip kakılıyorlardı.

“Ali, benim gitme zamanım geldi. Bize bir tüp bulabilir misin?”

“Dede o kolay” diye telefona uzandı Ali Doğan. Dede’nin sıkıldığını anlamıştı. Uzun süre oturmayı sevmezdi. Telefonu kapadıktan sonra açıklama yaptı. “Dede öğleden sonra getirecekler, için rahat olsun. Bundan sonra greve gerek kalamayacak” diyerek güldü.

Gijikin Dede elini göğsüne bastırıp selam vererek yerinden kalktı. Dışa çıkarken elini havada salladı:

“Aldırma Ali, iş olacağına varır. Bizimki dervişlik. Ne gelirse Allahtan.”

Ardına bakmadan içeriden çıkıp yürüdü. Pırıl pırıl güneşli bir bozkır sabahı yaşanıyordu. Hava henüz serindi. Ana cadde boyunca çarşı içine ilerledi. Esnaf işyerini açmış alıcı bekliyordu. Cadde boyu sağda solda milli piyango bilet satıcıları geziniyordu. Bu saatlerde pek karşılaşılmayan bir durumdu.

Böylesi bir günde insanlar neşeli, şen şakrak olurlar, konuşup gülüşürlerdi. Ama öyle değil. Herkes karşıdakinden bir saldırı gelecekmiş gibi, gözünün üstünden bakıyor. Sokaklar ürkütücü ayak sesleri, duruşlar soğuk, yüzler asık, insanlar kaygılı. Bakışlarda hoyratlık seziliyor. Evler perdelerini dışarıya kapamış. Arabalar sokaklarda kaçar gibi geçiyorlar. Aynı kapana kısılmış düşman silahşörleri andırıyorlar. Kent omuzlarını sıkmış gerilim içinde bekliyor. Kimseye aldırmadan yürümeyi sürdürdü. Bir lokantanın önünden geçti. İçeriden çorba kokusu geliyordu. Başını çevirip içeri baktı, birkaç genç işkembe içiyordu.

Bir gazete bayinin önünde sırtı kendine dönük iki genç adam gazete alıyordu. Üç yeniyetme onların gazeteyi alıp uzaklaşmasını bekler gibi biraz ileride duruyordu. Gijik Dede aralarından sıyrılarak geçti. Bayi önüne geldiğinde adamlar gazetelerini almışlardı. Geri döndüklerinde Gijikin Dedeyle yüz yüze geldiler. Yüzlerinde bir gülümseme belirdi:

“Günaydın dede, nereden böyle sabah vakti?”

Gijikin dede tanıyamadığını sezdirmemek için konuşuyor, kim olduklarını çıkarmak için dikkatle arada bir yüzlerine, gözlerine bakıyordu.

“Günaydın beyler. Evde tüp yok. Tüp aramaya çıktım.”

Adamlar dedenin kendilerini tanımadığını hemen anlamışlardı. Biri dedeye,

“Dede, sakalın çok uzamış. Berberde sakalına bir biçim verdirsek nasıl olur” dedi.

“Yok oğul, sakala bıçak vurulmaz” diye tepki gösterdi Gijikin dede. Kendisini yakından tanıdıklarını, şaka yaptıkları anlamıştı.

Dedeye takılan kişiyi arkadaşı uyardı:

“Dedeye takılma. Dede bizi tanımadı. Dedem sen ile Ali Doğan’ın işyerinde tanıştık. Meslek okulu öğretmenleri. Ben Hacı, bu da Mustafa Yüzbaşıoğlu. Yüzbaşıoğlu’dur ama babası yüzbaşı değil.”

“Haa” diye anımsadığını belirtti Gijikin dede. “Yaşlılık işte, kusura bakmayın oğul. İyisiniz değil mi? Ortalık karışık gözüküyor.” Eli ile uzaklaşan gençleri gösterdi. “Şunlar uzaktan sizi izliyorlardı, dikkatli olun.”

İki öğretmen sırtları dönük gençlere baktı.

“Bizim öğrenciler bunlar. Hangi gazeteyi aldığımızı merak etmişlerdir, sanki bilmezmiş gibi. Beyinlerini yıkıyorlar bu zavallıların. Tümü perişan. Açlarından ölüyorlar, bu haldeyken akıllarınca ülkeyi kurtarıyorlar. Daha kendilerini kurtarmadan milliyetçilik yapıyorlar.”

“Allah akıl fikir versin, ne diyeyim oğul.”

Mustafa Yüzbaşıoğlu dedeye doğru elini uzattı.

“Dede, ver elini öpeyim de uğur getirsin. Dua et bu günleri atlatalım.”

Hacı arkadaşına takılmadan edemedi:

“Dede bu Sünni. Buna güven olmaz. Elini verme.”

“Oğul, insanlığın Alevisi, Sünnüsü olmaz. İnsan olsun yeter.”

 Gijikin Dede elini göğsüne götürerek selamlayıp ayrıldı.

Ulu Cami’nin önüne geldiğinde, bir hareketlilik dikkatini çekti. Öğle namazı için de henüz erkendi Henüz namaz saati değildi. Bu saatlerde camide birkaç yaşlıdan başka kimse görülmezdi. Bunlar genç insanlardı. Hızlı adımlarla sağa sola gidiyorlar, asık suratla birbirine bir şeyler söylüyorlar, cami avlusuna girip çıkıyorlardı. “Bir cenaze olmalı” diye düşündü Gijikin dede. “Allah rahmet eylesin” diye söylenerek Camiyi geçti.

Birkaç genç önünde yürüyordu. Kendi aralarında hararetli bir konuşma içinde oldukları belli oluyordu. Çevreyi gözden geçirircesine inceliyorlar, uyarılarda bulunuyorlardı. “Şu sokak … bu cadde… ilerisi Yörük Selim’e çıkar” türünden, kenti bilmeyen birine kenti tanıtır sözler geliyordu dedenin kulağına. Son günlerde kentte yabancı yüzler geziniyordu. Birtakım dedikodular dolaşıyordu ortalarda. Çevre köylerden adam getirildiği söyleniyordu. Bunlarda köylü tipi yoktu. Yavaş adımlarla ilerliyorlardı. Gıjıkin Dede, epeyce yaklaştı, hızla aralarından sıyrılıp geçip gitmek istedi. Önde yürüyenlerden biri ayak seslerinden tedirgin geri baktı. Gıjıkin Dede ile göz göze geldi. Genç adamın dişlerini sıktığını gördü. Bakışları zehir saçar gibiydi. Arkadaşının “Mehmet Ali ağabey” diye seslendiği duydu dede. Önüne dönen adam sert dille azarladı:

“Yok öyle biri”

Adımlarını yavaşlatarak yürüyüşünü sürdürüyor, bir an önce bunlardan kurtulmayı düşünüyordu. Öndekilerin de kuşkulu oldukları belli oluyordu. Ateşli bir konuşma içindeydiler. Lafı birbirinin ağzından kapar bir heyecan içinde gözüküyorlardı. Ülkeyi sevme, bu uğurda canını verme görevi yerine getirme, gibi bir şeyler söylüyorlardı. Arada bir yarı baş çevirmesi ile çevreyi gözetliyorlardı. Aralarından biri bir baş döndürüşte Gijikin dedeyi gördü. Yılansı hoyrat dikizle yüzüne baktı. Arkadaşlarına başı ile arkadan gelen dedeyi işaret etti, umursamaz bir yüksek sesle düşüncelerini söyledi:

“Bunlar var ya, ah bunların tümünün köküne kibrit suyu döküp yakacaksın. Bu mikroplar olduğu sürece bu ülkeye huzur yok.”

Tümü yarım dönüşle Gijikin Dedeye baktı. Dede iyice işkillendi. Açıkça belaya sürünüyorlardı. Ne yapacakları belli olmazdı. Bir çelme takıp devirebilirlerdi. Belki bıçak da kullanırlardı. Çarşı esnafı çoğunluk onların yanındaydı.  Başına gelenlerden sonra ne tanık bulabilirdi, ne de savunan olurdu. Bir an bir vitrine bakar gibi durdu. Gerisin geri dönüp bir ara sokağa girdi. Maraş’ı avucunun içi gibi biliyordu. Kaldırım taşları döşeli dar ara sokaklarda kendisi ile hesaplaşarak ilerlemeye başladı. Dalgın düşünüyor, kendi kendine söyleniyordu.

Güneşli güzel günde kent bir cendereye dönüşmüştü. Bu sokaklar, bu evler, kapıda oynayan çocuk yabancıydı. Bu insanlar başka aynı sözcüklerle ayrı dili konuşuyor, başka duyguları paylaşıyorlardı. Yaşamında uğramadığı bir yerde bir başına gezinir gibiydi. Duvarlar üzerine yürüyordu. Öylece yürüdü taş döşeli ara sokakları. Kendinden, yaşamdan nefret ederek. Kimileyin gözü doluyordu. Neden bu piçlerin ağzının payını vermemişti? Yiğit bir gün yaşar, korkak her gün ölürdü. Korkmuş muydu? Başka ne olabilirdi? Başı kaldırmadan arnavurt kaldırımında yürüyor, öfkeleniyor, yazgıya küfürler savuruyordu. Kendi kentinde yabancı, kendi ülkesinde istenmeyen adam olmanın acısı yüreğini sızlatıyordu. Her olayda suçlu, her kıyımda yalnız. Yalnızlık ve sahipsizlik içinde onurla direnmek, ayakta kalmak bir yazgı, tanrının onlara yüklediği bir görevdi. Böyle yazılmıştı yazgısı, böyle belirlenmişti yaşam yolu.

İnatla yolu uzatıyor, içindeki kirli duyguları atmaya çalışıyordu.

Yürükselim mahallesi önlerine vardığında kendisini rahatlamış hissetti. Başını sokak taşlarından kaldırıp gök yüzüne baktı. Durdu, derin bir soluk aldı.  Üzerindeki bütün gerilimi atmıştı. Gözlemlediği olaydan söz etmeyecek, sıkıntısını onlara yansıtmayacaktı. Üzerinden bakan bir bakışla yaşadıklarını değerlendirmeye girişti. Çağlardır süren bir yazgıydı yaşadıkları. Kerbela’da Hz. Hüseyin’in başının kesilmesi ile başlayan kıyımın artçı dalgası. Tepkisizliği de korkaklığından değildi, öyle öğütlenmişti. Derinlerine sindirilmiş eziklik, yılgınlık duygusu içinde soylarını sürdürmüşler, bu günlere gelmişlerdi. Egemen çoğunluğun hem içinde, hem dışındaydılar. Tüm yükümlülükleri paylaşan, acıda tasada ortak, ama sevinçte, mutlulukta dışlanan, paylaşımda yok sayılan bir birliktelik. Kıpırdayan sol düşüncelerle eşitlik sağlanma umudu belirmişti. Ama bu kez de başka bir açmaz doğmuştu. Mezhep anlaşmazlığı siyasi kavgaya dönüşmüştü. Kuşaktan kuşağa süren kavga, başka bir boyuta taşınmıştı. Şimdilerde doğru düzgün bilmese de o da bir solcu sayılıyordu. Tıpkı karşıtlarının milliyetçiliği bilmeden milliyetçi olmaları gibiydi. Soyu Horasan erenlerine uzanan Türk de kendisiydi, Türk düşmanı komünist sayılan da kendisiydi. Gerçekte hangisiydi?

Erenler Kahvesi, kenti yukarılara bağlayan ana yolun önlerinde küçük bir tepecik üzerinde kurulmuş derme çatma ahşap yapıydı. Kahvenin arkasında Alevilerin oturduğu Yürükselim mahallesi yer alıyordu. Eski kalenin yamaçlarına serpilmiş evlerden oluşan mahalle ise aynı kaplı dünyaydı. Evler, tepe yamaçlarına gelişigüzel serpilmişti. Dar sokaklar eğri büğrü ilerliyordu. Çoğunluğu düzayak derme çatma evler yamacı dolduruyordu. Evlerde yaşam yalın ve tekdüzeydi. Her gün aynı koşu içinde yarım köy yarı şehir yaşamı sürüyordu. Ekmek çoğunluk evlerde ya da mahalle fırınında pişiriliyor, yazın köyde bin bir emekle bir araya getirilen erzakla kış çıkarılıyordu. Bir keçi kavurması, tuluk dolusu çökelek, içine serpiştirilmiş peynir, bir külek tereyağından oluşan katıklık erzak gıdım gıdım kullanılarak bir kış boyu idare edilip yaza çıkılıyordu. Yaşam koşulları çok daha zor olan köye göre kentin yoksul mahallesinde yaşam sürmek bir gelişme sayılırdı.

Mahalleye hastalık kaza gibi olaylar nedeniyle seyrek olarak taksi girerdi. Mahallede herkes birbirini tanırdı. Mahalleye giren yabancı hemen fark edilir. Siyah renkli Reno polis araçları hemen göze çarpar, herkes dikkat kesilirdi. Genellikle gelen polisler Pol-derli devrimci polisler olurdu. Arada bir uğradıklarında kendilerine çay ısmarlanır, kim oldukları, nereden geldikleri sorulur, dostça yolcu edilirdi. Sivil polis ne ölçüde başarılı yalancı olursa olsun, anında anlaşılır. Rahat siyasi konuşmalar kesilir, konuşma şakaya dönüşürdü.

Gijikin Dede kahveye uzanan yokuşu tırmanırken yorulmuştu. Bir türlü kabul edemediği yaşlılık kendini belli ediyordu. Ne çevik, ne dinamik bir adamdı. Yıllar yıpratmış, yormuştu. Ama içinde gizli gençlik, bitmeyen umutlar, sönmeyen inançlarla yaşıyordu. İçeriye soluk soluğa girmek istemedi. Bir iki dakika dinlendi. Dingin biçimde kahvenin kapsını açıp girdiğinde, içeri tanıdık yüzlerle doluydu.

Erenler Kahvesi, yabancıları kıskandıracak özlemlerin sığınağını andırıyordu. Evlerde yaşanan sıkıntılar, sorunlar çok kez paylaşılarak unutulur, söyleşinin tadına varılır, anlara dönülürdü. Çevre köylerden gelen Alevilerin bir araya geldikleri, sıcak çay içerken geçmişi yaşattıkları bir tür sözlü gelenek yuvasıydı. Orta yaş üstü erkekler kahvaltı sonrası birer ikişer kahveye gelirler, selamlaşıp hal hatır sorduktan sonra ya bir oyun başlatırlar ya da sohbete girişirlerdi. Kahveye erken gelenin çay parasını ödemesi geleneğine karşın, yoksul insanlar arasında bu kural seyrek uygulanırdı. Zor koşullarda geçinen bu insanlar kendileri ölçüsünde karşısındakini de düşünür, ona yük olmak istemezdi. Bu neden masalarda içilen az sayıda çayların parasını içen öderdi. “Alman usulü” diye adlandırılırdı bu uygulama ve pek seyrek bozulurdu.

Dedenin girişi ile içeride gönül gücü yükseldi. Gijikin Dede, Maraş Alevilerinin sevip saydıkları eski kuşak dedelerin son örneği sayılırdı. Bütün yüzünü dolduran makas değmemiş gür aksakalı ve saçıyla Tolstoy’u andırıyordu. Uzun boylu dev gibi bir görünümü vardı. Yeri sarsar gibi yürür, coşkulu konuşmaları ile bulunduğu söyleşi ortamını renklendirirdi.

 “Dede Gel dede gel” diye masalara çağırı birbirini izledi. Gijikin eli ile selamlara karşılık verip göğsüne götürerek teşekkür etti. Masalardan birine oturdu. Yanındakilere sağ elini sol göğsüne götürerek gönül selamı verdi.

“Ne var ne yok, erenler.”

Sıkıntılı bir hava yaşanıyordu kahvede.

Sosyal demokrat hükümetin gelişi ile kentte gerilim başlamıştı. Her gün kıyıda köşede olaylar patlıyor, lisede öğretmen okulunda öğrenciler çatışıyorlardı. Gerilim günden güne tırmanıyordu.

Daha korkunç bir haber vardı. Kimsenin açmaya cesaret edemediği durum kendi sorunlarıydı. Ortalarda kimi söylentiler dolaşıyordu. Dün akşam bir evde birtakım gizli işler ortaya çıkarılmıştı. Örgüt Türk Yıldırım Komandoları adını taşıyordu. Dinamit paketleri, ordu yapımı bombalar ve şaşırtma yapmak için sağcı kişi ve kuruluşların adresleri, silah alımı ve suçlu kaçırılması için yapılan harcama belgeleri, çek yapımı silah, bombalar.

Çevre köylerden kurtçular toplanmıştı. Alevi mahallelerine baskın yapacaklardı. Kurtçu diye tanımlanan otuzu bulmayan geçler topluluğu, ülkeyi Komünizmden kurtarmak için korkunç savunma içinde sayıyordu kendini. 

Kahveci bir çay getirip Gijikin Dedenin önüne koydu. Dede çaya iki şeker atıp karıştırırken sabahtan beri yaşadıklarının etkisinden sıyrılamıyor, düşünüyor, arada bir dalıp gidiyordu. Çayını yudumlamaya başlamadan bir eksiklik duyar gibi tabakasını çıkardı. Parmaklarının arasında kalın bir sigara sardı. Dili ile kağıdı ıslatarak yapıştırdı. Sigarayı yakıp dumanı dolu dolu ciğerlerine çektikten sonra kendine gelir gibi oldu. Sigara dumanını burnundan dışarı veriyordu.

Orta yaşlı biri, Gıjıkin dedenin yüzüne bakarak sordu:

“Dede nedir bu durum, nasıl görüyorsun bu yaşananları”

“Olanlar hayra alamet değil oğul. Hava kan kokusu var. Yem kavgası var.”

On sekiz yirmi yaşlarında olması gereken bir delikanlı karşı çıktı:

“Ne yem kavgası dede? Sorun ideolojik. Bunlar Amerikan uşakları. Kendilerini bir türlü Amerikan uşaklığından kurtaramıyorlar. Komünizm falan tümü bahane. Daha geçenlerde Robert Aleksander Peck adında bir Amerikalı buralarda gezip bir şeyler araştırmış.”

“Ben bunları bilmem. Yem kavgası var. Biraz önce Ali Doğan’nın işyerine giderken bir çırak bana laf attı. Kendilerinden alışveriş yaptığımız günlerde her şey iyiydi. Şimdi bizimkiler dükkan açtı. Müşteri ellerinden kaçtı. Kavga burada.”

Gijikin Dede

Fuat Bozkurt

 

Ali Doğan işyerini güne hazırlamak için içeriyi düzenliyor, Vitrin pancurlarını açıyordu. Karşıdan gelen Gijikin dedeyi görünce garipsedi. Bu saatlerinde dedenin uğradığı olmazdı. Olağan dışı bir durum olmalıydı. Görünüşe göre kötü bir durum yoktu. Dede hırsla aldırmadan yürüyordu.

Ali Doğan’ın işyerine iyice yaklaşmıştı ki yandaki dükkan çırağının ağzının içinde küfür ederek söylendiğini duydu:

“Kızılbaş kafirin gidişine bak. Sanki dünyayı o yaratmış. Sakalına… kafir Kızılbaş.”

Dedenin görünümü kırda, dağlarda yaşayan göçebenin görüntüsüydü. El değmemiş sakal bıyık, salıverilmiş saçlar ve başına sarılmış bir örtü. Alabildiğine rahat, alabildiğine özgür yaşıyorlardı.

Dede bu hakareti yanıtsız bırakmak istemdi. Kendi kendisi ile konuşur gibi yüksek sesle karşılık verdi:

“Dükkanınızdan alışveriş ederken iyiydi, yezit dölü!”

Yöre Alevileri genellikle bu tür aşağılamaları duymazdan gelir, aldırmazlardı. Bastırılmış, suskun kimlikleri vardı. Onlar için kanıksanmış bir davranıştı bu. Saçı sakalı birbirine karışmış bir Alevi dedenin görüntüsüne kent Sünniliği katlanamazdı. Aşağılama, hor görme yüzyılların önyargısıydı. Bu düşmanlık bu hor görme nereden kaynaklanırdı tam bilinmezdi. Genelde inançsal ayrıma dayandırılırdı. Kökü bin yıla uzanan Kerbela kıyımına bağlanırdı. Bitip tükenmeyen bir kinin kuşaktan kuşağa aktarımı sürüyordu. Aynı topraklarda yan yana yaşayan, sürekli ötelenen dışlanan insan olmanın acısını duyan, üvey evlat olarak büyüyen aşağılana birey olmanın acısını yaşamışlardı yüreklerinde.

Alevi çevre bu tür aşağılamalara alışıktı. Yasa karşısında eşit, ama egemen çoğunluk gözünde itilip kakılan bireyler olarak yetişirler, direnme savaşı verirlerdi. Yüzyılların bir yargısı sayılırdı.

Gijikin dede bu tür baskılardan uzak dağlarda büyümüştü. Baskı ve aşağılamaya dayanılmaz öfkesi vardı.

On beş yirmi yıla öncelere kadar tümüyle kırsal kesimde yaşayan Alevilerin kentle bağları bulunmuyordu. Kent onlara yabancıydı. Bütün alışverişlerini Sünni esnafın dükkanından yapıyorlardı.

 Günlerden bir gün şans kırsal kesimde yaşayan yoksul halka gülmüştü. Devlet Pazarcık ilçesi çevresinde yaşayan Alevi köylerin yaşadığı sazlıklar kurutulmuş tarıma açılmıştı. Kartalkaya barajının yapılmasıyla bu alan suya kavuşmuş, yolda iki üç kez ürün alınır olmuştu. Böylece bölgede yaşayan Alevi köyleri akçal güce kavuşmuş, kentleşmeye, kentlerde işyerleri açılmaya başlamıştı. Bir süre sonra edinilen kazanla Aleviler de işyerleri açmaya başlamışlardı. Alevi halk kendine yakın bulduğu bu esnafın işyerinden alışverişe alışmıştı Kentin köklü esnaf çevresi bu Pazar kaybından sürekli rahatsızdı. Kendilerine teslim olmuş iyi bir Pazar günden güne ellerinden kayıyordu.

Ali Doğan, Maraş çarşısında yenilerde belirmeye başlayan Alevi esnaftan biriydi.

Gijikin Dedenin öfkeyle gelişini gören Ali Doğan gülerek sordu?

“Hayrola dede bu saatlerde uğramazdın. Beni rüyanda mı gördün?”

 

“Yok be dede erenler ne rüyası, evde grev var. Kendimi dışarı attım.”

“Ne grevi?”

“Tüp bitmiş. Dün karı, bir yerden bir tüp al diye söyledi. Bulamadım laneti. Sabah çay yapamayınca dır dır etmeye başladı. Dayanamadım, çıktım evden.”

Sosyal demokrat partinin yarım yamalak iktidara gelmesi ile ülke büyük bir bunalıma girmişti. Bir anda bir dizi yokluk belirmişti. Tüp gaz, kuru çay, benzin, pirinç, margarin gibi daha sıradan günlük ihtiyaç maddesi bulunmaz olmuştu. Kıbrıs çıkarmasında söz dinletemedikleri Bülent Ecevit hükümetini yönetime gelince Amerika bütün muslukları kısmış, onunla birlikte sağcı çevre partiler, ortamı kaosa sürükleme çabasına girmişti. Ülkenin Amerika Kıbrıs fatihi Ecevit bu ortamda beceriksizlik içinde debeleniyor, dışarıdan kimi destek arıyor boşa koyuyor almıyor, doluya koyuyor sığmıyordu. Halkın acil gereksinimleri için kamusal satış yerleri ile karşılamaya çalışıyor, mal yetiştiremiyordu. Solcu sendikalar partiler de bu ortama bir türlü dayanamıyorlar, kesin önlemler bekliyorlar, hükümeti zorluyorlardı. Sağcı partiler, solun yükselişinden endişe duyuyor, ülkenin komünizme geçeceğini, Rusya’ya uydu ülke olacağı düşüncesini yayıyorlardı.

Rus korkusu Türklerin eski karabasanıydı. Sınır komşuları olan Ruslarla hep savaşmışlardı. Son savaş 1 dünya savaşıydı ve Ruslar bu topraklara doğru ilerlemişlerdi. Şimdi aynı sorunla yine yüz yüzeydi ülke. Bitip tükenmeyen kuşkular, korkular özellikle Sünni kesim kavruluyordu.

Ali Dede konuğuna yer gösterdi.

“Dede buyur otur. Sabah çayını burada iç. Sonra bir yerden bir tüp buluruz. Bir de simit söyleyeyim. Kahvaltını burada etmiş olursun.”

Gijikin dede, Ali Doğan’ın konukseverliğe elini göğsün götürerek teşekkür etti. Hep böyle, sağ elini kalbinin üzerine bastırarak içtenlikli selam verir, içtenlikle teşekkür ederdi.

Boş olan iskemleye oturduğunda rahatlayıp bıyığını sakalını sıvazladı. Dolu dolu bıyıkları aşağı sarkıyor, sakalının içinde kayboluyordu. Makas değmemiş ak sakalı bütün göğsünü dolduruyor, beline doğru uzanıyordu. Alnında yılların verdiği kırışıklar, yüzüne derin anlam veriyordu. Sere serpe yayılmış kaşları gözleri üzerine doğru dökülüyordu. Göz çukurlarına gömülmüş kara gözlerde anlamlı bir enginlik, derinlik gizliydi.

 Masanın üzerinde Cumhuriyet Gazetesi duruyordu.

“Ne var gazetede, havadislerde Ali Erenler?”

Ali Doğan, umutsuz biçimde içini çekti.

“Tatsız dedem, tatsız. Bu gidiş iyi değil. Bakalım sonumuz ne olur?”

“Ne olmuş ki?”

“Bir ev basılmış. Türk yıldırım komandoları diye bir örgüt eviymiş. Dinamit paketleri, silahlar bulunmuş.”

“Neredeymiş bu ev?”

“Nerde olacak burada, Maraş’ta.”

Ali Doğan, bir an sustu. Dedenin tepkisini bekledi. Yanıt gelmeyince önüne döndü. Gazetedeki haberi okumaya başladı.

“Şaşırtma yapmak için atacakları sağcı kuruluş, işyerlerinin adları yazılıymış. Silah alımı, suçlu kaçırmak için yapılan harcama belgeleri varmış. Çek yapımı silahlar alındığı belirlenmiş.”

Dede, bir an şaşırmış Ali Doğan’ın gözlerine baktı. Aklına gelen ilk soruyu sordu:

“Hüseyin’le görüştün mü? Hüseyin ne diyor bu gidişe?”

Ali Doğan’ın ağabeyi Hüseyin, bir süre önce yapılan seçimlerde, Maraş’tan milletvekili seçilmişti ve başbakanla yakın ilişki içindeydi. Gijikin Dede gizli bir beklenti içinde ondan umutlu bir haber duymak istiyordu. Ali Doğan, elini boşlukta savurarak umutsuz karşılık verdi:

“Her şey denetim altında korkunuz olmasın. Sıkı biçimde olayları izliyoruz’ demiş. Şu sıra ekonomik sorunları çözmeye uğraştığını söylemiş. Libya’dan petrol almaya çalışıyormuş. Devletin kasasında beş kurul kalmamış.”

“Kim kime parasız bir şey verir, Ali?”

“Tam söylediğin gibi dedem. Bu günleri atlatmaya çalışacağız. Ama sorun yoklukla bitmiyor. Ortalık çok kötü dede. Dün Öğretmen okulunda kavga çıkmış. Kurtçular bizim çocuklara saldırmışlar. İki çocuğu çok kötü döğmüşler. Ortalarda kötü haberler dolaşıyor. Kurtçuların dışarıdan adam getirdikleri söyleniyor. Mahalleleri gezip Alevi evlerini belirliyorlarmış.”

Yaşlı adam anlatılanları dinlerken sigara sarmaya başladı. Yılların acısını duyar gibi gözlerini süzmüş sardığı sigaraya bakıyordu. Söylenenleri duymuyordu Önüne konan çay bardağının farkına varmadı. Sigarayı ağzına götürürken nerdeyse çayı devirecekti. Sigarasından derin derin derin solurken düşünüyordu.

Ali Doğan karşılık vermeksizin kendini dinleyen Gijikin dedeye baktı bir an. İçinden geçenleri söyleme gereği duydu:

“Dede, ortalık karışık. Bir süre köye gitseniz nasıl olur? Hani şu işyeri olmasa ben de giderim. Ama mal, canının yongası. İşyerini kapayıp nereye gideyim? Senin böyle bir sorunun yok.”

Gijikin Dede yılların acılarını üzerinde taşımış olmanın gururu ile gülümsedi.

“Bir benimle mi oluyor kurtuluş? Bir sürü eş dost ne olacak? Aldırma Ali erenler, atamızın başına ne geldiyse bizim başımıza da o gelir. Yazgıdan kaçılmaz. iş olacağına varır. Gençlere çocuklara bir şey olmasın o bize yeter.”

Gijikin Dede, yaşı belirsiz bir çınarı andırıyordu. Doğum tarihi tam belli değildi. Geçen yüzyılın sonlarında Tercan’da doğmuştu. Seksen, seksen beş yaşlarında olmalıydı. Kureyşan ocağından geliyordu. Yörede kutsanan, kerametlerine inanılan bir ocakzadeydi. Uzun yaşam koşusunda başına gelmeyen kalmamıştı. Dersim olayları gibi kanlı olayın içinden sağ çıkmıştı. Bundan sonra yaşamının bir önemi yoktu. Gençler, yeni yetişenler yaşasın yeterdi Bir de inandığı yol, erkan yaşasındı. Hazreti Ali’nin, Hazreti Hüseyin’in yolu. Bütün özlemi buydu. Gerçeğe uzanan yolun açığa çıkması ve aydınlanması.

Ali Doğan, dedenin umursamaz tavrına içi sızladı.

“Dedem, sen bize lazımsın. Senin gölgen bize yeter. Daha senden çok şey öğreneceğiz. Önümüzde kılavuz olacaksın.”

“Ali’m öğrenmenin sonu yok. Bizim zamanımız geçti artık sizler kılavuz olacaksınız.”

Masada duran çaydan bir yudum aldı. İlerlemiş yaşına karşın güçlü ve dirençliydi. Horasan’dan, Anadolu’yu aydınlatma görevi ile yollanmış son Rum erenini andırıyordu. Bu söylencelerle büyümüştü. Çağlar öncesinde ataları Anadolu’ya gelmişler ocaklarını kurup halkı birlik, dirlik içinde tutmuşlardı. Savaşlarını tahta kılıçlarla yapmışlardı. Gerçekte tümü sevgi dağıtan barış adamıydı. Kimseyi dışlayıp ötelememişlerdi. Ama yüzyıllardır kendileri dışlanıyor, itilip kakılıyorlardı.

“Ali, benim gitme zamanım geldi. Bize bir tüp bulabilir misin?”

“Dede o kolay” diye telefona uzandı Ali Doğan. Dede’nin sıkıldığını anlamıştı. Uzun süre oturmayı sevmezdi. Telefonu kapadıktan sonra açıklama yaptı. “Dede öğleden sonra getirecekler, için rahat olsun. Bundan sonra greve gerek kalamayacak” diyerek güldü.

Gijikin Dede elini göğsüne bastırıp selam vererek yerinden kalktı. Dışa çıkarken elini havada salladı:

“Aldırma Ali, iş olacağına varır. Bizimki dervişlik. Ne gelirse Allahtan.”

Ardına bakmadan içeriden çıkıp yürüdü. Pırıl pırıl güneşli bir bozkır sabahı yaşanıyordu. Hava henüz serindi. Ana cadde boyunca çarşı içine ilerledi. Esnaf işyerini açmış alıcı bekliyordu. Cadde boyu sağda solda milli piyango bilet satıcıları geziniyordu. Bu saatlerde pek karşılaşılmayan bir durumdu.

Böylesi bir günde insanlar neşeli, şen şakrak olurlar, konuşup gülüşürlerdi. Ama öyle değil. Herkes karşıdakinden bir saldırı gelecekmiş gibi, gözünün üstünden bakıyor. Sokaklar ürkütücü ayak sesleri, duruşlar soğuk, yüzler asık, insanlar kaygılı. Bakışlarda hoyratlık seziliyor. Evler perdelerini dışarıya kapamış. Arabalar sokaklarda kaçar gibi geçiyorlar. Aynı kapana kısılmış düşman silahşörleri andırıyorlar. Kent omuzlarını sıkmış gerilim içinde bekliyor. Kimseye aldırmadan yürümeyi sürdürdü. Bir lokantanın önünden geçti. İçeriden çorba kokusu geliyordu. Başını çevirip içeri baktı, birkaç genç işkembe içiyordu.

Bir gazete bayinin önünde sırtı kendine dönük iki genç adam gazete alıyordu. Üç yeniyetme onların gazeteyi alıp uzaklaşmasını bekler gibi biraz ileride duruyordu. Gijik Dede aralarından sıyrılarak geçti. Bayi önüne geldiğinde adamlar gazetelerini almışlardı. Geri döndüklerinde Gijikin Dedeyle yüz yüze geldiler. Yüzlerinde bir gülümseme belirdi:

“Günaydın dede, nereden böyle sabah vakti?”

Gijikin dede tanıyamadığını sezdirmemek için konuşuyor, kim olduklarını çıkarmak için dikkatle arada bir yüzlerine, gözlerine bakıyordu.

“Günaydın beyler. Evde tüp yok. Tüp aramaya çıktım.”

Adamlar dedenin kendilerini tanımadığını hemen anlamışlardı. Biri dedeye,

“Dede, sakalın çok uzamış. Berberde sakalına bir biçim verdirsek nasıl olur” dedi.

“Yok oğul, sakala bıçak vurulmaz” diye tepki gösterdi Gijikin dede. Kendisini yakından tanıdıklarını, şaka yaptıkları anlamıştı.

Dedeye takılan kişiyi arkadaşı uyardı:

“Dedeye takılma. Dede bizi tanımadı. Dedem sen ile Ali Doğan’ın işyerinde tanıştık. Meslek okulu öğretmenleri. Ben Hacı, bu da Mustafa Yüzbaşıoğlu. Yüzbaşıoğlu’dur ama babası yüzbaşı değil.”

“Haa” diye anımsadığını belirtti Gijikin dede. “Yaşlılık işte, kusura bakmayın oğul. İyisiniz değil mi? Ortalık karışık gözüküyor.” Eli ile uzaklaşan gençleri gösterdi. “Şunlar uzaktan sizi izliyorlardı, dikkatli olun.”

İki öğretmen sırtları dönük gençlere baktı.

“Bizim öğrenciler bunlar. Hangi gazeteyi aldığımızı merak etmişlerdir, sanki bilmezmiş gibi. Beyinlerini yıkıyorlar bu zavallıların. Tümü perişan. Açlarından ölüyorlar, bu haldeyken akıllarınca ülkeyi kurtarıyorlar. Daha kendilerini kurtarmadan milliyetçilik yapıyorlar.”

“Allah akıl fikir versin, ne diyeyim oğul.”

Mustafa Yüzbaşıoğlu dedeye doğru elini uzattı.

“Dede, ver elini öpeyim de uğur getirsin. Dua et bu günleri atlatalım.”

Hacı arkadaşına takılmadan edemedi:

“Dede bu Sünni. Buna güven olmaz. Elini verme.”

“Oğul, insanlığın Alevisi, Sünnüsü olmaz. İnsan olsun yeter.”

 Gijikin Dede elini göğsüne götürerek selamlayıp ayrıldı.

Ulu Cami’nin önüne geldiğinde, bir hareketlilik dikkatini çekti. Öğle namazı için de henüz erkendi Henüz namaz saati değildi. Bu saatlerde camide birkaç yaşlıdan başka kimse görülmezdi. Bunlar genç insanlardı. Hızlı adımlarla sağa sola gidiyorlar, asık suratla birbirine bir şeyler söylüyorlar, cami avlusuna girip çıkıyorlardı. “Bir cenaze olmalı” diye düşündü Gijikin dede. “Allah rahmet eylesin” diye söylenerek Camiyi geçti.

Birkaç genç önünde yürüyordu. Kendi aralarında hararetli bir konuşma içinde oldukları belli oluyordu. Çevreyi gözden geçirircesine inceliyorlar, uyarılarda bulunuyorlardı. “Şu sokak … bu cadde… ilerisi Yörük Selim’e çıkar” türünden, kenti bilmeyen birine kenti tanıtır sözler geliyordu dedenin kulağına. Son günlerde kentte yabancı yüzler geziniyordu. Birtakım dedikodular dolaşıyordu ortalarda. Çevre köylerden adam getirildiği söyleniyordu. Bunlarda köylü tipi yoktu. Yavaş adımlarla ilerliyorlardı. Gıjıkin Dede, epeyce yaklaştı, hızla aralarından sıyrılıp geçip gitmek istedi. Önde yürüyenlerden biri ayak seslerinden tedirgin geri baktı. Gıjıkin Dede ile göz göze geldi. Genç adamın dişlerini sıktığını gördü. Bakışları zehir saçar gibiydi. Arkadaşının “Mehmet Ali ağabey” diye seslendiği duydu dede. Önüne dönen adam sert dille azarladı:

“Yok öyle biri”

Adımlarını yavaşlatarak yürüyüşünü sürdürüyor, bir an önce bunlardan kurtulmayı düşünüyordu. Öndekilerin de kuşkulu oldukları belli oluyordu. Ateşli bir konuşma içindeydiler. Lafı birbirinin ağzından kapar bir heyecan içinde gözüküyorlardı. Ülkeyi sevme, bu uğurda canını verme görevi yerine getirme, gibi bir şeyler söylüyorlardı. Arada bir yarı baş çevirmesi ile çevreyi gözetliyorlardı. Aralarından biri bir baş döndürüşte Gijikin dedeyi gördü. Yılansı hoyrat dikizle yüzüne baktı. Arkadaşlarına başı ile arkadan gelen dedeyi işaret etti, umursamaz bir yüksek sesle düşüncelerini söyledi:

“Bunlar var ya, ah bunların tümünün köküne kibrit suyu döküp yakacaksın. Bu mikroplar olduğu sürece bu ülkeye huzur yok.”

Tümü yarım dönüşle Gijikin Dedeye baktı. Dede iyice işkillendi. Açıkça belaya sürünüyorlardı. Ne yapacakları belli olmazdı. Bir çelme takıp devirebilirlerdi. Belki bıçak da kullanırlardı. Çarşı esnafı çoğunluk onların yanındaydı.  Başına gelenlerden sonra ne tanık bulabilirdi, ne de savunan olurdu. Bir an bir vitrine bakar gibi durdu. Gerisin geri dönüp bir ara sokağa girdi. Maraş’ı avucunun içi gibi biliyordu. Kaldırım taşları döşeli dar ara sokaklarda kendisi ile hesaplaşarak ilerlemeye başladı. Dalgın düşünüyor, kendi kendine söyleniyordu.

Güneşli güzel günde kent bir cendereye dönüşmüştü. Bu sokaklar, bu evler, kapıda oynayan çocuk yabancıydı. Bu insanlar başka aynı sözcüklerle ayrı dili konuşuyor, başka duyguları paylaşıyorlardı. Yaşamında uğramadığı bir yerde bir başına gezinir gibiydi. Duvarlar üzerine yürüyordu. Öylece yürüdü taş döşeli ara sokakları. Kendinden, yaşamdan nefret ederek. Kimileyin gözü doluyordu. Neden bu piçlerin ağzının payını vermemişti? Yiğit bir gün yaşar, korkak her gün ölürdü. Korkmuş muydu? Başka ne olabilirdi? Başı kaldırmadan arnavurt kaldırımında yürüyor, öfkeleniyor, yazgıya küfürler savuruyordu. Kendi kentinde yabancı, kendi ülkesinde istenmeyen adam olmanın acısı yüreğini sızlatıyordu. Her olayda suçlu, her kıyımda yalnız. Yalnızlık ve sahipsizlik içinde onurla direnmek, ayakta kalmak bir yazgı, tanrının onlara yüklediği bir görevdi. Böyle yazılmıştı yazgısı, böyle belirlenmişti yaşam yolu.

İnatla yolu uzatıyor, içindeki kirli duyguları atmaya çalışıyordu.

Yürükselim mahallesi önlerine vardığında kendisini rahatlamış hissetti. Başını sokak taşlarından kaldırıp gök yüzüne baktı. Durdu, derin bir soluk aldı.  Üzerindeki bütün gerilimi atmıştı. Gözlemlediği olaydan söz etmeyecek, sıkıntısını onlara yansıtmayacaktı. Üzerinden bakan bir bakışla yaşadıklarını değerlendirmeye girişti. Çağlardır süren bir yazgıydı yaşadıkları. Kerbela’da Hz. Hüseyin’in başının kesilmesi ile başlayan kıyımın artçı dalgası. Tepkisizliği de korkaklığından değildi, öyle öğütlenmişti. Derinlerine sindirilmiş eziklik, yılgınlık duygusu içinde soylarını sürdürmüşler, bu günlere gelmişlerdi. Egemen çoğunluğun hem içinde, hem dışındaydılar. Tüm yükümlülükleri paylaşan, acıda tasada ortak, ama sevinçte, mutlulukta dışlanan, paylaşımda yok sayılan bir birliktelik. Kıpırdayan sol düşüncelerle eşitlik sağlanma umudu belirmişti. Ama bu kez de başka bir açmaz doğmuştu. Mezhep anlaşmazlığı siyasi kavgaya dönüşmüştü. Kuşaktan kuşağa süren kavga, başka bir boyuta taşınmıştı. Şimdilerde doğru düzgün bilmese de o da bir solcu sayılıyordu. Tıpkı karşıtlarının milliyetçiliği bilmeden milliyetçi olmaları gibiydi. Soyu Horasan erenlerine uzanan Türk de kendisiydi, Türk düşmanı komünist sayılan da kendisiydi. Gerçekte hangisiydi?

Erenler Kahvesi, kenti yukarılara bağlayan ana yolun önlerinde küçük bir tepecik üzerinde kurulmuş derme çatma ahşap yapıydı. Kahvenin arkasında Alevilerin oturduğu Yürükselim mahallesi yer alıyordu. Eski kalenin yamaçlarına serpilmiş evlerden oluşan mahalle ise aynı kaplı dünyaydı. Evler, tepe yamaçlarına gelişigüzel serpilmişti. Dar sokaklar eğri büğrü ilerliyordu. Çoğunluğu düzayak derme çatma evler yamacı dolduruyordu. Evlerde yaşam yalın ve tekdüzeydi. Her gün aynı koşu içinde yarım köy yarı şehir yaşamı sürüyordu. Ekmek çoğunluk evlerde ya da mahalle fırınında pişiriliyor, yazın köyde bin bir emekle bir araya getirilen erzakla kış çıkarılıyordu. Bir keçi kavurması, tuluk dolusu çökelek, içine serpiştirilmiş peynir, bir külek tereyağından oluşan katıklık erzak gıdım gıdım kullanılarak bir kış boyu idare edilip yaza çıkılıyordu. Yaşam koşulları çok daha zor olan köye göre kentin yoksul mahallesinde yaşam sürmek bir gelişme sayılırdı.

Mahalleye hastalık kaza gibi olaylar nedeniyle seyrek olarak taksi girerdi. Mahallede herkes birbirini tanırdı. Mahalleye giren yabancı hemen fark edilir. Siyah renkli Reno polis araçları hemen göze çarpar, herkes dikkat kesilirdi. Genellikle gelen polisler Pol-derli devrimci polisler olurdu. Arada bir uğradıklarında kendilerine çay ısmarlanır, kim oldukları, nereden geldikleri sorulur, dostça yolcu edilirdi. Sivil polis ne ölçüde başarılı yalancı olursa olsun, anında anlaşılır. Rahat siyasi konuşmalar kesilir, konuşma şakaya dönüşürdü.

Gijikin Dede kahveye uzanan yokuşu tırmanırken yorulmuştu. Bir türlü kabul edemediği yaşlılık kendini belli ediyordu. Ne çevik, ne dinamik bir adamdı. Yıllar yıpratmış, yormuştu. Ama içinde gizli gençlik, bitmeyen umutlar, sönmeyen inançlarla yaşıyordu. İçeriye soluk soluğa girmek istemedi. Bir iki dakika dinlendi. Dingin biçimde kahvenin kapsını açıp girdiğinde, içeri tanıdık yüzlerle doluydu.

Erenler Kahvesi, yabancıları kıskandıracak özlemlerin sığınağını andırıyordu. Evlerde yaşanan sıkıntılar, sorunlar çok kez paylaşılarak unutulur, söyleşinin tadına varılır, anlara dönülürdü. Çevre köylerden gelen Alevilerin bir araya geldikleri, sıcak çay içerken geçmişi yaşattıkları bir tür sözlü gelenek yuvasıydı. Orta yaş üstü erkekler kahvaltı sonrası birer ikişer kahveye gelirler, selamlaşıp hal hatır sorduktan sonra ya bir oyun başlatırlar ya da sohbete girişirlerdi. Kahveye erken gelenin çay parasını ödemesi geleneğine karşın, yoksul insanlar arasında bu kural seyrek uygulanırdı. Zor koşullarda geçinen bu insanlar kendileri ölçüsünde karşısındakini de düşünür, ona yük olmak istemezdi. Bu neden masalarda içilen az sayıda çayların parasını içen öderdi. “Alman usulü” diye adlandırılırdı bu uygulama ve pek seyrek bozulurdu.

Dedenin girişi ile içeride gönül gücü yükseldi. Gijikin Dede, Maraş Alevilerinin sevip saydıkları eski kuşak dedelerin son örneği sayılırdı. Bütün yüzünü dolduran makas değmemiş gür aksakalı ve saçıyla Tolstoy’u andırıyordu. Uzun boylu dev gibi bir görünümü vardı. Yeri sarsar gibi yürür, coşkulu konuşmaları ile bulunduğu söyleşi ortamını renklendirirdi.

 “Dede Gel dede gel” diye masalara çağırı birbirini izledi. Gijikin eli ile selamlara karşılık verip göğsüne götürerek teşekkür etti. Masalardan birine oturdu. Yanındakilere sağ elini sol göğsüne götürerek gönül selamı verdi.

“Ne var ne yok, erenler.”

Sıkıntılı bir hava yaşanıyordu kahvede.

Sosyal demokrat hükümetin gelişi ile kentte gerilim başlamıştı. Her gün kıyıda köşede olaylar patlıyor, lisede öğretmen okulunda öğrenciler çatışıyorlardı. Gerilim günden güne tırmanıyordu.

Daha korkunç bir haber vardı. Kimsenin açmaya cesaret edemediği durum kendi sorunlarıydı. Ortalarda kimi söylentiler dolaşıyordu. Dün akşam bir evde birtakım gizli işler ortaya çıkarılmıştı. Örgüt Türk Yıldırım Komandoları adını taşıyordu. Dinamit paketleri, ordu yapımı bombalar ve şaşırtma yapmak için sağcı kişi ve kuruluşların adresleri, silah alımı ve suçlu kaçırılması için yapılan harcama belgeleri, çek yapımı silah, bombalar.

Çevre köylerden kurtçular toplanmıştı. Alevi mahallelerine baskın yapacaklardı. Kurtçu diye tanımlanan otuzu bulmayan geçler topluluğu, ülkeyi Komünizmden kurtarmak için korkunç savunma içinde sayıyordu kendini. 

Kahveci bir çay getirip Gijikin Dedenin önüne koydu. Dede çaya iki şeker atıp karıştırırken sabahtan beri yaşadıklarının etkisinden sıyrılamıyor, düşünüyor, arada bir dalıp gidiyordu. Çayını yudumlamaya başlamadan bir eksiklik duyar gibi tabakasını çıkardı. Parmaklarının arasında kalın bir sigara sardı. Dili ile kağıdı ıslatarak yapıştırdı. Sigarayı yakıp dumanı dolu dolu ciğerlerine çektikten sonra kendine gelir gibi oldu. Sigara dumanını burnundan dışarı veriyordu.

Orta yaşlı biri, Gıjıkin dedenin yüzüne bakarak sordu:

“Dede nedir bu durum, nasıl görüyorsun bu yaşananları”

“Olanlar hayra alamet değil oğul. Hava kan kokusu var. Yem kavgası var.”

On sekiz yirmi yaşlarında olması gereken bir delikanlı karşı çıktı:

“Ne yem kavgası dede? Sorun ideolojik. Bunlar Amerikan uşakları. Kendilerini bir türlü Amerikan uşaklığından kurtaramıyorlar. Komünizm falan tümü bahane. Daha geçenlerde Robert Aleksander Peck adında bir Amerikalı buralarda gezip bir şeyler araştırmış.”

“Ben bunları bilmem. Yem kavgası var. Biraz önce Ali Doğan’nın işyerine giderken bir çırak bana laf attı. Kendilerinden alışveriş yaptığımız günlerde her şey iyiydi. Şimdi bizimkiler dükkan açtı. Müşteri ellerinden kaçtı. Kavga burada.”

Biraz önce dedeye ideolojik çözümleme yapmaya kalkan genç adam hayran hayran dedenin yüzüne baktı:

“Vallahi dede bu hiç aklıma gelmişti.”

“Oğul bu saçı değirmende ağartmadık. Okumadık ama bizim de gördüğümüz, yaşadığımız var. Amerikan’ı bilmem kimi bahane. Onlar gelirler, ortalığı karıştırırlar. Sonuçta bizim karşımıza bunlar çıkacak. Bin yıldır hep bunlar vardı. Yine onlar olacak.”

Gıjikin Dede, ne komünizmi, ne de faşizmi biliyordu.  Yılların verdiği deneyimle sorunları çözmeye çalışıyordu yalnızca. Son dönemde iyiden iyiye kendini Cumhuriyet Halk Partisine kaptırmış, Bülent Ecevit’i umut olarak görmüştü. Irkçılıktan oldu bitti nefret ederdi. İnancına, yaşantısına, doğasına aykırı bir söylemdi ırkçılık. Bu yüzden kurtçu, faşist diye adlandırılan aykırı gençlerden nefret ediyordu.

Değişik masalardan konuşma sesleri birbirini bastırıyordu. Arada biri

“Ben bir yerden duydum bu gece bizim mahalleyi basacaklarmış. Hazırlıklı olsak iyi olur. Boş bırakmamak gerek. Sonra pişman oluruz” dedi.

Bir süredir ortalarda bu tür söylentiler birbirini kovalıyordu. Ama genellikle doğru çıktığı yoktu bu haberlerin. Bu yüzden pek kimse önemsemiyordu.

İçerideki gençler kendi kendilerine efeleniyorlar, faşistler geldiklerinde onları nasıl geri püskürteceklerini anlatıyorlardı. Kahvenin camekanlarından dışarıyı seyre dalan yaşlılar, gençlerin özgüvenine gülüyorlardı. Kimsenin evinde savunacak silah yoktu. Kazma kürek gibi ilkel araçlarla nasıl direnilirdi?

Gıjikin Dede yanında oturanlara güvence verdi:

“İş olacağına varır erenler. Şahımerdan Ali’ bizleri saklar, korur.”

Gençlerden biri ironik bir gülümseme ile karşılık verdi:

“Dede Ali’nin kendisine faydası olmamış ki bizi korusun!”

İçerdekilerin büyük bölümü de güldü. Dedenin aldırdığı yoktu. Önüne gelen çayı yudumluyor, sigarasını içiyordu.

Bu sırada uzaklardan bir araç sesi duyuldu. Bir taksi kahvenin önüne doğru yaklaşırken, hemen herkesin içinde bir sızı belirdi. İçeride nefesler tutulmuştu. Yavaşça ilerleyen arabanın gitmesin bekliyorlardı. Biraz ilerleyen taksi durdu. Dört kapı aynı anda hızla açılıp dört kişi dışarı fırladı.

Kahvede oturanlar donmuş gibi ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı ki, en önde koşanlardan biri elindeki bir paketi kahveye doğru atması bir oldu. Aynı anda çaycının sesi yükseldi:

”Basıldık, başınızın çaresine bakın.”

Atılan bomba kapının önüne düştü. Birkaç saniye sonra korkunç biçimde patlarken kapı paramparça oldu. İçeri saldırganların girişine açılmıştı. O anda herkes kendini yerlere atmış, canını kurtarmaya çalışıyordu. Dışarıdan kapıya ateş ediliyor, içerisi acımasızca taranıyordu. Her tarafa kurşunlar yağıyor, can derdi ile kimse ne yapacağını bilmiyordu. Dışarıdakiler başladıkları işi yarım bırakmaya niyetli gözükmüyorlardı. İlk anda içeriyi susturmuş, baskı altına almışlardı. İçeri girip tümünü temizleyeceklerdi.

O anda Gijikin Dede yerinden başını kaldırdı, içeridekilere seslendi:

“Erenler, kendimi feda ediyorum. Çağırdığım yerde zerre kadar bir şey varsa sizi korusun. Hakkınızı helal edin.”

Kimsenin bir şey söyleyecek gücü yoktu. Gıjikin Dede hırsla yerinden kalkıp kahvenin kapısına vardı. Ellerini göğe doğru açtı. Çılgınca bağırdı:

“Ey Şahımerdan, ey Hazreti Hüseyin, koru seni sevenleri. Sana sesleniyorum ey erenler şahı. Göster seni sevenlere gücünü!”

İçerdekiler yattıkları yerden başlarını kaldırmış, dedenin ne yaptığına bakmaya çalışıyordu. Aralıksız kurşunlar yağıyordu. Dede ayaktaydı. Kurşunların ona isabet edip etmediği belli değildi. İlerledi, kapının tam önüne geldi. Açık durumdaki iki avcu ile kapının üzerine şiddetle vurdu. Dışarıdan kurşunlar yağmaya devam ediyordu. Kahvedekiler yeniden başlarını kollarının içine almış, korunmaya çalışıyordu. Kurşun sesleri arasında saldırganların bağırma seslerini duyuluyordu yalnızca:

“Ölmüyor lan, ölmüyor kafir. Hala ayakta. Ne oluyor anlamıyorum”

Saldırganlar şaşırmışlardı. Kızılbaş dedesi ölümsüz müydü? Neydi karşıda gördükleri? Kapıyı tutan adam bir türlü bırakmıyordu.

Belli belirsiz küfürler, şaşma sözleri birbirini izliyordu.

“Kaçalım, arkadaşlar. Bu hayra alamet değil” diye bir bağırtı duyuldu.

Saniyeler uzuyor, bitimsiz zamana dönüşüyordu kahve tabanına kapanmış ölümü bekleyen müşteriler için. Ne kadar sürdüğü belli olmayan bir ölüm kalım süreci yaşanıyordu. Silah sesleri sustu. Küfürler, tehditler kesildiğinde, birer ikişer başlarını kaldıranlar dışardakilerin gittiğini gördüler.

Gıjikin dede öylece kanlar içinde kapıya asılmış duruyordu. Başı sağ yana omuzunun üstüne düşmüştü. Üzerinden akan kanlar ayaklarına doğru kan sızıyordu. Beton zemin benek benek kan olmuştu. Duvara isabet eden kurşunlar delikler açmıştı.

Ayağa kalkanlalar hayretler içinde dedenin yanına yaklaştı. Bunca kurşuna karşın ayakta kalmasına onlar da şaşırmıştı. İyice yaklaşıp baktıklarında dedenin kerametini gördüler. Dede ellerini kapı sövesi üzerinde bulunan çivilere saplamış, öylece ayakta kalmayı başarmıştı.

Dedenin üzerinde on iki kurşun yarası vardı. O çağırdığı Şahımerdan Ali ve on iki imamlar aşkına kendini feda etmiş, içeridekileri kurtarmıştı.imamlar aşkına kendini feda etmiş, içeridekileri kurtarmıştı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder