Şair Ceyhun Atuf Kansu Sivas'ı "Bozkırlar Sultanı" olarak tanımlar 1959 yılı Nisanının son ılık günlerinde Sivas'ı kuşatan bozkırlar yeşermeye başlamıştı. Yadigar bindiği faytonun içinde bir hesaplaşma için bozkırlara doğru koşuyordu.
Yıldız’a askıntı olduğu için, Yadigar, Pisiğin Memet’e birkaç tokat
patlatması ile ortam gerilmişti. Arada söz atışması gidip geliyor, karşılıklı
tehditler birbirini izliyordu.
Yakınları, Yadigâr'ı bir süre Sivas'tan uzaklaşmaya inandırırlar.
Yadigar Tokat'a Hüsne'nin uşaklarının yanına gitti. Konuk olarak
bulunduğu, Hüsne’nin oğlu Şahin’in kahvesini Kürt Memet adamları ile kahveyi
bastı. Şahin'i ortaya alıp dövmeye başladılar. Kürt Mehmet bıçak çekti. Yadigâr
kavgaya katıldı.. Kürt Mehmet ve arkadaşlarını dağıttı. Kendisi de elinden
bıçakla yaralandı.
Hırsını alamadı, bir şişe rakı aldırdı. Nereye gitse bela kendini
buluyordu. Kahvede bu rakıyı içip yola düştü. Yeniden Sivas'a döndü..
Berbere gidip traş olmuştu. Ziraat Bankasının karşısında yer alan
kahvesinin önüne oturmuş, yanındakilere takılıyordu:
"Bıyığım nasıl olmuş? Tıraşım güzel mi? İyi değil mi?"
Yanında yenilerde askerden dönen Veli’yi gördü. Kendi olur vermesi
üzerine Veli askerlik öncesi, yeğeni ile evlenmişti.
“Veli Demiryolundaki işine başladın mı?” diye sordu.
“Başladım çalışıyorum ağabey.”
“Çok iyi, buralara pek uğrama sen. Kendi evine işine bak.”
Veli “olur ağabey” deyip sessizce ayrıldı kahveden.
Çevresindekilerle gülüyor eğleniyordu. Bu sırada garson geldi:
"Ağabey, seninkiler geçiyor!"
Yadigâr çakmak çakmak gözlerle karşıya baktı.
Karşıdan Pisik Ömer'in uşaklarınn durduğunu gördü. Üç kişiydiler:
Avşar, Kör Hüseyin, Kör Hacı.
Pisik Ömer'in uşağı, Ziraat bankasının önünden duruyorlar,
Yadigâr'a doğru bakıyorlardı. Bu bir meydan okumaydı. Biraz durduktan sonra
aşağı doğru yollarına gittiler. Bu "erkeksen gel" demekti. Belli ki
geneleve, Yıldız'ın yanına gidiyorlardı. Yadigâr o an çılgına döndü.
"Bana İsmail'i çağıırın" dedi "size üç kuzu kurban
getireceğim." Akşamdan beri içiyordu çok yorgundu. Kimse:
"Aman Yadigâr, yapma" deme cesaretinin kendinden bulamıyordu.
Enver eve gitmişti.
Saat 14'e doğru sadık faytoncusu İsmail geldi. İsmail de Aleviydi.
Yadigâr'ın güvenini kazanmış bir iki faytoncudan biriydi. Faytonun körüklerini
arkaya yaslattı. İsmail'e emir verdi:
"Halifelik'e!"
"Kırık körüklü" faytonun atlarının sırtında,
öğle sonrasında, kamçılar şakırdadı. Sivas ilkyazının serin yeli Yadigâr'ın
bağrına esiyordu. Fayton Halifeliğe doğru uçarken, rakının verdiği bulanıklıkla
üç gün önce gördüğü düşü aklına bile gelmiyordu. Fayton mundar ırmak köprüsünü
geçti. Mezarlık önünde biraz sonra üç karşıtını duruyordu. Fayton Malatya
yoluna doğru ilerledi. Karşıtları dikkatle faytona baktılar. Biraz sonra
korkunç bir hesaplaşma olacağı açıktı. Faytonda kaç kişi vardı, Yadigâr'ın
elinde hangi silah bulunuyordu, görmek istediler.
Faytonda
Yadigâr'dan başka kimse yoktu. Bir şişe rakı ve bir demlik su, biraz da meze
vardı. Fayton aralıkla duruyor, Yadigâr bir yudum rakı içiyor, demlikteki sudan
alıyor, ağzına bir meyve atıyordu. pisik Ömer'in adamları kendi aralarında
konuşuyorlar durum değerlendiriyorlardı:
"Şimdi işin bitti, Kızılbaşoğlu. Sarhoş
sarhoş senin ananı ...tik."
Gemi azıya almış çılgın atlar gibiydi üç adam.
Nerede biteceği bilinmeyen bir kavgaya hazırlanıyorlardı. Yadigâr faytonla bir
süre uzaklaştı, ama nasıl olsa geri dönecekti. Karşıtları, harap duvarlar
arasına oturdular. Biraz sonra fayton geri döndü.
Mezbahanın
önüne geldi. Mısmılırmak biraz ilerde akıyor, kentin mezarlığı ve bitek topraklar
başlıyordu. Mısmılırmağın beri yakasında bir iki yıl önce yapılıp biten genelev
yer alıyordu.
Fayton, Sivas'ı Kangal'a bağlayan ana yoldan,
geneleve dönen sağdaki ara sokağa geçti. Dar sokak genelevle-mezbaha arasında
yer alıyordu. Köşenin hemen yanında birkaç kerpiç ev ve küçük bir bakkal
dükkânı vardı. Genelev, 25-30
m uzakta bulunuyordu. Yadigâr, geneleve, dostu Yıldız'ın
camlarına baktı. Ortalarda kimseler gözükmüyordu. Fayton, bakkal dükkânının
önüne geldiği an, bakkalın duvarlarına saklanmış üç kişi faytonun önüne çıktı.
Ellerinde en acımasız kesicilerle üç gözü dönmüş insan tanıdık yüzlerdi: Pisik
Ömer'in oğulları Avşar, Kör Hüseyin ve dayıları Kör Hacı...
Korkunç görüntü karşısında İsmail, kuşatmayı
yarmak için, ivedi kamçıyı kaldırdı, atları koşturup Yadigâr'ı kaçıracaktı. O
an Yadigâr, İsmail'in havalanan elini kavradı:
"Dur İsmail, yiğide kaçmak yakışmaz"
diye bağırdı. Faytondan atladı.
İsmail, Yadigâr'ı bırakmamak için çırpınıyor,
"Yadigâr, Yadigâr" diye bağırıyor faytona atlaması için yalvarıyor,
elindeki kamçı ile saldırganları uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ama Yadigâr, bir
kavgadan kaçacak yiğit değildi.
Çılgınlar gibi üç karşıtının arasına daldı. Gözler
dönmüş, renkler atmış, yumruklar sıkılmış, bıçaklar, nacaklar sıyrılmıştı.
Önüne elinde nacak bulunan Kör Hacı çıktı. Yadigâr
kıvrak bir hareketle yerden aldığı okkalı bir taşı Kör Hacı'ya bindirdi. Kör
Hacı kanlar içinde yere düştü. Yaralı mı, ölü mü belli değildi, Yadigâr onu saf
dışı etmiş, nacağı da elinden almıştı. Geriye iki kişi kalmıştı. Yadigâr
cepheden döner bıçağı ile saldıran Kör Hüseyin'in üzerine yürüdü. Kör Hüseyin,
Yadigâr'ın elindeki nacaktan korunabilmek için, sağ elini karşı verdi. Sağ
elinin baş parmağından ağır bir yara aldı ve yaranın acısıyla kaçmaya başladı.
Yadigâr elindeki nacakla Kör Hüseyin'i lahana
tarlalarının içinde önüne katmış kovalıyordu. Ana avrat küfürleşmeler, tehdit
sözleri birbirini izliyordu. Bağrışmalar uzak alanlarda yankılanıyordu. Genelev
kadınları pencerelere yığılmışlar, endişe ve korku içinde vahşi boğazlaşmayı
seyrediyorlardı. Kör Hüseyin'in elinde kocaman döner bıçağı olmasına karşın,
Yadigâr'ın önünde kaçıyordu. Kör Hüseyin'in kaçması Avşar'ı deliye döndürdü:
"Ulan Kör gözünü s...tiğim, ne kaçıyorsun?
Dön de vursana!" diye bağırdı. Kendisi de Yadigâr'ın arkasından
koşuyordu..
Böyle kavgalara alışık genelev kadınları, korku
ve endişe dolu bakışlarla kavga edenleri seçmeye çalışıyorlardı.
Yer yerinden oynamıştı. Bir anda Sivas'a düellonun
haberi yayıldı. O sırada namlı kabadayılardan Pulurlu Hafız, kahvenin önünde
bir sandalye atmış oturuyor, uzaktan kavgayı izliyordu. Sanki eski bir öncü
alınıyordu. Ayak ayak üstüne atmış gerilim filmi izler gibi dingin, kavgayı
seyrediyordu.
Tümü tanıdık yüzlerdi. Tüyünü bile kıpırdatmadan
olanları seyre dalmıştı.
Döner bıçağı savurma, nacak atmaya kalkma,
Yadigâr'ın arkasına dolanma birbirini izliyordu. Yadigâr'ın iki kişi arasında,
bir o yana bir bu yana dönüyor, önüne çıkanı kovalıyor ölüm yarışının koşusunu
sürdürüyordu.
Her defasında genelev kadınlarının çığlıkları
yükseliyordu.
Kör Hüseyin, dönüp Yadigâr'a bıçağını ile vurdu.
Yara ağır değildi. Yadigâr bu kez elindeki nacakla, Avşar'a karşı saldırıya
geçmişti.
Yadigâr, uzun Erzincan kaması ile saldıran Avşar'ı
göğüslemeye çalışırken, sırtından Kör Hüseyin'in sapladığı, döner bıçağının
korkunç acısını duydu. Döner bıçağı, sırtından girmiş göğsünden çıkmıştı.
Yadigâr son bir güçle önden saldıranı savurdu, ardından da kendisi düştü. Olayı
seyreden genelev kadınlarının çığlığı yükseldi.
Kör Hüseyin'in bir daha vurmak istedi. Yadigâr:
"Ulan Kör, öldürdün beni. Daha ne
istiyorsun?" diye söylendi.
Saniyeler yüz yıl gibi uzuyor, kavga bitmiyordu.
Yadigâr, ölümcül vuruşu, döner bıçağından almıştı
ve o anda da düşmüştü. Böğrüne saplanan bıçak, ta derinlere uzanmıştı. Ağır
yaralıydı.
Faytoncu İsmail, hemen Yadigâr'ı faytona attı.
Atları şaha kaldırdı, hastaneye doğru sürdü.
Tüm çarşı Yadigâr'ın vurulduğunu duymuştu. Esnaf
sokaklara çıkmış, kendinden geçmiş durumda, kanlar içinde faytona yığılmış
Yadigâr'ın gidişini izliyordu. Herkes birbirine sorular soruyordu:
"Kim yapmıştı? Nasıl olmuştu? Nerede
olmuştu?"
Faytoncu Kabadayı faytonunu Kepçeli'ye sürdü.
Geldiğinde kavga bitmişti, Yadigâr hastaneye gidiyordu. Pisik Ömer'in
uşakları zafer çığlıkları atıyorlar, sevinç çığlıkları ile bağırıyorlardı. İlk
muştuyu, ünlü Kabadayı Pulurlu Hafız'a verdiler:
"Hafız Kızılbaşoğlu'nu vurduk, İşini"
bitirdik."
Pulurlu Hafız yerinden kımıldamadan, umursamaz
bir tavırla yanıt verdi:
"Ulan siktirin gidin! Çekin gidin!"
Pisik Ömer'in uşakları genelevi geçtiler.
Ellerindeki kesicileri Mısmılırmak'ın yatağına doğru savurarak, aşağı doğru
hızlı adımlarla kaçmaya çalışıyorlardı. Yeşeren tarlalar arasında yitip gitmek
ister gibiydiler.
Birkaç dakika sonra polis aşağıda önlerini
kesmişti. Polis suçluları önüne katıp yukarı doğru sürdü. Biraz önce
fırlattıkları kesicileri toplayarak olay yerine getirdi.
İsmail, ağır yaralı durumdaki Yadigâr'ı Numune
hastanesine yetiştirmek için, atları kamçılıyor, zamanla yarışıyordu. Yadigâr
faytonun içinde baygın bir o yana, bir bu yana devriliyordu. Kahvenin önünde,
biraz önce "seninkiler aşağı gidiyorlar" diyen garson faytona atladı.
Yadigar'ı kucağına aldı. Ağlayarak baygın yaralıyı kucağında tutmaya
çalışıyordu. Çarşı ayağa kalkmış, geçen faytonu izliyordu.
Ağır yaralı Yadigâr, anında ameliyat masasına
alındı. Doğrudan başhekim Dr. Cahit Kızıldeli yaralıya ilk müdahaleyi yaptı.
Kan böğründen oluk gibi akıyordu.
Hastanenin önü ana baba gününe dönmüş, duyan
işiten hastanenin önüne yığılmıştı. Herkes içeriden gelecek haberi bekliyordu
gerilim içinde.
Hastanenin amaliyatanesinde Dr. Kızıldeli, sürekli
kanı durdurmaya çalışıyor, kan veriyor, nabzını sayıyor, hemşirelere, teknisyenlere
emirler yağdırıyordu. Kısa bir süre sonra, kan ağzından geldi.
Dal gibi delikanlı, beyaz masada upuzun, cansız
yatıyordu. Gözleri hafif aralıktı. Ela ile kahverengi arası gözler, donuk
bakıyorlardı. Doktor Kızıldeli tuttuğu kolu hafice masaya bıraktı. Bakışları
Yadigâr'ın sonsuza bakan gözlerine takıldı. Kendi gözlerinde yaşlar belirdi.
Göz yaşlarını sildi. Elini Yadigâr'ın gözlerine uzattı. Yarı açık gözleri
kapattı. Beyaz örtüyü üzerine çekti. Tüm personelin hayret dolu bakışları
arasında, Dr. Kızıldeli içeriden çıktı. Dr. Kızıldeli'nin ilk kez bir ölünün
başında ağladığını görülüyordu.
Anında hastanenin kapısında bekleyen kalabalığa
Yadigâr'ın ölüm haberi ulaştı. Kalabalık arasında ameliyat masasında olan
bitenler yayıldı. Yadigâr'ın çatal yürekli olduğu söylendi. Doktor Cahit
Kızıldeli'nin ağladığı anlatıldı.
O an, kalabalığın içinde bulunan Çavuşbaşılı Çetin
Erkök (Lalığın oğlu'nun kaynıdır), Pisik Ömer'in karısı ile karşılaştı. Kadın
Çetin'e Yadigâr'ın sonunu sordu. Çetin "ölmüş" diye karşılık verince
Kadın:
"Ohh, çok şükür! Kızılbaşoğlu gebermiş"
diye bir nefes aldı. Gururlu ve dingin biraz ilerdeki evine doğru yürüdü.
20. Pisik Ömer'in evi
O günün akşamı Çavuşbaşı'ndaki Pisik Ömer'in evi
dolup taşıyordu. Bir dizi hısım-akraba, eş dost geliyor, "geçmiş olsun"
dileklerini iletiyordu. Pisik Ömer, her gelene kendi açısından olayın özünü
anlatıyordu:
"Biliyorsunuz, bu Kızılbaş bizim Avşar'ı dövmüştü.
Neymiş, Mehmet Yıldız'ı dost tutmuş. Yıldız kendisinin dostuymuş. Zorla mı
dost tutmuş yok. Tapulu malın mı senin? Öyleyse niye döversin Avşar'ı? İşte
anası burada, Mehmet'e "git istediğin zaman al Yıldız'ı eve getir"
dedim. Yıldız faytona binip bizim eve gelince Kızılbaşoğlu deliye dönmüş. Köpek
gibi bizim çocuklara saldırıyor. Avşar'ı dövmesi de bu yüzden. Kendi tek başına
dövse yine neyse. Çevresindeki Kızılbaş itlerle bir olmuş çocuğu
dövmüşler.Hadise böylece başladı. Baktım Kızılbaş çetesinin dili pek uzadı,
çocuklara emir verdim. "İşte size silah. Dört kardeşsiniz. Sizin de burada
arkadaşlarınız, eşiniz dostunuz var. El içine bakıyorsunuz. Kızılbaşoğlu’nun
dilini koparmazsanız, şu kapıdan içeri girmeyin. Benim oğlum değilsiniz."
Çocuklar peşine düştüler, fırsat kolluyorlardı.
Geçenlerde Hüseyin bunu sıkıştırmış. Motorun üzerindeymiş. Sırtından bir bıçak
sallamış, ama motoru çalıştırıp kaçmış. Yoksa Hüseyin orada o saat gebertecekmiş.
Bu sabah evden çıktılar. Avşar'la Hüseyin yanlarına dayılarını alıp Kepçeliye
doğru gitmişler. Bu kahvesinin önünde duruyormuş. Bizim çocukları görünce,
efendinin gücüne gitmiş. Hani kendi büyük kabadayı ya, kahvesinin çevresinde
geziyormuş bizim çocuklar. Neyse efendim, bizim çocuklar geneleve doğru
yürümüşler. Bu da arkalarından bir faytona binip onları takibe başlamış.
Kızılırmak'a doğru faytonla gidip gelmiş. Mundar ırmağın üzerindeki köprüye
geldiğinde bizim çocuklar bunu faytondan indirmişler. Yer misin, yemez misin!
Çocukların üzerinde silahları var. Bu da nacağı çekip yürümüş. Ama bizim
çocuklarla başa çıkabilir mi? Avşar bir yandan, Hüseyin bir yandan çekmişler
bıçağı. Birinin elinde kılıç, ötekinin elinde şiş var. Avşar vurunca
sendelemiş. Ardından Hüseyin vurmuş. Hüseyin ikinci bıçağı vurunca yalvarmış.
'Ula Kör, öldürdün beni daha ne istiyorsun?' demiş.
Tüm gelenler heyecanla anlatılanları dinliyorlar,
çocukların durumunu soruyorlardı. Dayı Kör Hacı Hastanede yatıyordu. Yarasını
ağır mıydı? Nasıl yaralanmıştı?
-Başına taş vurmuş. Biraz ağır ama Kör'e birşey
olmaz. O yedi canlıdır- diye yanıt veriyordu Pisik Ömer. Görevini yerine
getirmiş bir ordu komutanı ciddiyetiyle sigarasını içiyordu. Hemen hiç gülmeyen
asık yüzü, çok seyrek görülen mutluluk gülücüklerini dağıtıyordu. Evde
hazırlıklar tüm hızıyla sürüyordu. Cezaevine yataklar denk yapılıyor, kap kacak
ayarlanıyor, giysiler seçiliyordu, kimin avukat tutulacağı, mahkemenin seyri
tartışılıyordu. Sanki mutlu bir göçün hazırlığı yapılıyordu. Ziyarete gelenler,
sürekli yardım sözleri veriyorlar, Pisik Ömer'in yanında oldukarını bildiriyorlar,
geçmiş olsun dileklerini iletiyorlar. "İyi olmuş, çocukların ellerine
sağlık" gibi sözlerle Pisik Ömer'i mutlu ediyorlardı.
21. Şekerci Mehmet Efendinin Evi
Gökçebostan'daki Şekerci Mehmet Efendi'nin evinde
ağıtlar yükseliyordu. Duyan işiten, tanıyan tanımayan tüm Aleviler Şekerci
Mehmet'in evine dolmuşlardı. Kadınlar ağlaşıyorlar, gençler sokakta
dolaşıyorlar yaşlılar odalarda dertli dertli sigara içip olayı tartışıyorlardı.
Giderek akşamın serinliği, akşamın karanlığı çöküyordu Gökçebostan'ın üstüne.
Ne korkunç bir akşamdı, kaç kez yaşanmıştı Alevi geçmişinde böyle akşamlar?
Sürekli olasılıklar tartışılıyor, kavganın seyri anlatılıyordu. Yenilmez bir
Kızılbaş yiğit öldürülmüştü. Boşluğunu doldurmak olanaksızdı. Semtin ileri
gelenleri durum değerlendiriyorlar; yorum yapıyorlardı:
-Sivas Muaviye çukuru canım! Her zaman Alevileri
biçip ezdiler. Böyle bir yiğide dayanabilirler mi? Sivas'ın bütün ileri
gelenleri karar vermişler. Nusret Çubukçu da var bu işin içinde, Deveci de. Koca
Sivas'a bir Kızılbaş mı hükmedecek? Hükümet meydanından başlayıp boylu boyunca
yürüdü mü tüm kadınlar kızlar hayran hayran onu izliyor. Genç kızların
düşlerini süslüyor. Sokaktan geçerken genç kızlar pencerelere yığılıyor.
Mahalle aralarında kızların aşık olduğu söyleniyor. Hatta içlerinde verem
olanlar var deniyor. Boy bos dal gibi. Bir de yürüyüşü var, görülmemiş. Buna
bir dur demek gerekiyor. Bunca yıllık Sivas'ta bu görülmüş, işitilmiş şey
değil. Bir Kızılbaş çıkacak, Sivas'ın bütün kabadayılarını alt edecek.
Erzurum'dan Diyarbakır'a Ankara'dan Urfa'ya adını duyuracak" demişler. Şunu
aradan çıkarın diye Pisik Ömer'in itlerine emir vermişler. Ne kadar para
lazımsa yardım edeceğiz demişler. Günlerdir çocuğu takip ediyorlarmış. Pusuya
düşürmüşler. Yoksa, Yadigâr'a güç mü yeter?
Faytoncu
İsmail'e
olayın akışı anlatıyordu:
Beni çağırtmış rahmetli, akşamdan yorgun gelmiş,
Kızılırmak’a doğru bir gidelim açılayım dedi. Faytona bindi, körüğünü yatırıp
sürdüm. Akşam yeli esiyor. Göğsüne yel vuruyor. Yadigâr, rahat mısın dedim.
"Yok İsmail canım sıkılıyor dedi. "Üç gün önce kötü bir düş gördüm,
bilmem nasıl söylesem, ya tutuklanacağım ya da öldürüleceğim" dedi.
"Allah etmesin Yadigar" dedim. Düşleri hayra yormak gerekir."
Rahmetli yanına bir şişe rakı, bir demlik su almış. Bir yudum rakı, bir yudum
su alıyor. Öylece gidiyoruz. Biz Mundar Irmağı geçtik gittik. Geri dönüyoruz,
tam köprünün üstüne geldik, birden o Mervan dölleri ortaya çıktı. Elimdeki
kapçıyla bunlara bir iki salladım. Atları kamçılıyorum, Yadigâr'ı vermem
ellerine. Ne var ki rahmetli laf söz anlamaz. Birden elimdeki kırbaca sarıldı.
"Dur İsmail, yiğide kaçmaz yakışmaz" diye elimi tuttu. Üstünde de bir
silah yok. "Arabada br şey var mı İsmail" dedi. Hemen önde duran
nacağı uzattım. Atladı faytondan aşağı. Allahım, neydi o? Sanki Şahımerdan
yerinden kalkmıştı. Üçünü önüne kattı. O tarlaların içinde inek gibi kovalıyor.
Bir an boş bulunup nacağı elinden attı. İşte ondan sonra çocuğu vurdular."
Yaşlıların kimi ölümü sarhoşluğuna kimi, kurulan
kancık tuzağa bağlıyordu. Bitip tükenmeyen yorumlar birbirini izliyordu.
Yaşanmaması gereken bir yenilgi yaşanmıştı Alevi halk arasında. Alevi toplumsal
yaşamında genelev yoktu, dost tutmak yoktu, kabadayılık yokta, ama yiğitlik
vardı. Aralarından kırk yılda bir yiğit çıkmıştı, o da pisi pisine harcamıştı.
İşte bu olmamalıydı.
22. İnanılmaz Ölüm Töreni
Kızılbaşoğlu’nun yaşamı böylece 29 yaşında son
buldu. Ölüm törenine Pulurlu Hafız da dahil olmak üzere tüm kabadayılar
katıldı.
"Su testisi su yolunda" atasözüne
inanmak istemeyen kabadayılar, kendi başlarına gelmeyen bir yıkımın mutluluğu
yanında, iç sızısı geçiriyorlardı. Gün olur, kendi başlarına da aynı olay
gelebilirdi. Kaç kez bıçak ucundaki ölümden dönmüşlerdi. Nerede biteceği belli olamayan
bir yolculuğun isteksiz yolcuları gibi
bir duygu yaşıyorlardı o an. Ortada genç bir ölüden başka birşey yoktu.
Gökçebostan sokakları insanlarla dolup taştı.
Gençler, yeni yetmeler Yadigâr'ın ölüsünün kaldırılacağı evinin önündeki kavak
ağaçlarına sığırcıklar gibi tünediler. Son kez tabutta Yadigâr'ın tenini görmek
istiyorlardı. Kadınlar, kızlar evlerin pencerelerine yığılmış ağlaşıyorlar, ağıtlar
yakıyorlardı. Kabadayılığa özenen gençler gözyaşlarını tutamıyorlar, intikam
yeminleri ediyorlardı. Yadigâr'ın küçük evi ağıtçılardan geçilmiyordu. Koru
komşu çevre kentlerden gelen konukları ağırlıyorlardı. Bir dizi genelev
kadını da yas evine gelenler arasındaydı. Ağıtlar yakıyorlar, Yadigâr'ın kanını
yerde bırakmama yeminleri ediyorlardı. Bu törende Gökçebostan'ın ev kadınları
ilk kez genelev denen o acaip yerin kadınları ile yüz yüze geliyorlardı. Onlar
da etten kemikten, ama boyalı, cilalı kadınlardı. Sigara içiyorlar, yırtık
tavırları ile Gökçebostan'ın sokakları dışına çıkmamış kadınları şaşırtıyorlardı.
Bir başka tür kadınlardı bunlar.
Kızılbaşoğlu'nun yaşamı yalnızca Sivas halkı
arasında kaldı. Yadigâr'ın ölümüne Aleviler çok üzüldüler. Ama onu efsaneleştirenler
Sünniler oldu. Çünkü kabadayılık geleneği kentin Sünni kesiminde vardı. Alevi
toplum yapısı böyle bir kurum için elverişli değildi. Sokaklar, kabadayı
çıkarmak için birbiri ile yarışıyordu. Yadigâr ise, gerçek anlamda bir kabadayı
idi ve efsane ögelerinin tümünü yaşamında barındırıyordu.
Yadigâr'ın ölüsü Gökçebostan mezarlığına gömüldü.
Halk arasına korkunç bir ürkeklik çöktü. Ne yapılacaktı? Yadigâr'ın kanı yerde
mi kalacaktı? Herkes bir öç alınmasından yanaydı ama, kim öç alacak belli
değildi.
Aylarca taş plaklarda bir destanın ezgisi yankılandı:
Yolumun üstüne pusu kurdular
Üç kardeş bir olup beni vurdular
Biricik yavrumu yetim kodular
Yadigâr'ım sana nasıl kıydılar
Kızılırmak gibi akıyor kanım
Dostlar, dizlerimde yoktur dermanım
Artık bu dünyadan geçti kervanım
Mezarım üstüne yazın fermanım
Bükülmezdi Yadigâr'ın bileği
Çatal çıktı yiğidimin yüreği
Yıkıldı mı Alibaba'nın direği
Yadigâr'ım dedim yine vurdular
Doktor Kızıldeli yaram bağlıyor
Bu dert yüreğimi yakıp dağlıyor
Eşim dostum toplanmış ağlaşıyor
Yusuf
oğlu Ali coşup çağlıyor
Gökçebostan'ın kara yasa battı. Dedikodular günlerce
sürdü. Karşıtlarının Yadigâr'ın mezarını açıp başını kesecekleri söylentisi
yayıldı. Halk belleği olaya dinsel-mitolojik boyut kazandırıyordu. Yadigâr'ın
ölümü ile Kerbela kıyımı arasında koşutluk kuruluyordu. Yadigâr'ın öldürülüşü
tarihsel Yezit kıyımlarından biri gibi algılanıyordu. Yılgın Aleviler korkulu
gözlerle birbirine bakıyorlardı.
30 Nisan 1959 günü çıkan Ülke gazetesinde bozuk bir Türkçe ile şu haber yer aldı:
Şehrimizde
Dün İşlenen feci cinayet
Bir kişi
öldü biri ağır yaralı
Dün Şehrimizde işlenen cinayette bir kişi ölerek
bir kişide ağır surette yaralandı. Genel Evinde sermaya bulunan Yadigâr
Aykutlunun dostu Yıldızı Mehmet Çalık oğlunun dost tutmasından dolayı aralarında
zuhur eden husumetten mutedila defalar kavga ve munakaşa ettikleri görünmüştür.
Yine dün suçlulardan Hüseyin Çalık oğlu Avşar Çalık oğlu ve hacı ismindeki
şahısların halifeliğe doğru gittiklerini gören Yadiger faytonla takibe koyulmuştur.
Genel evi civarında Yadigerin faytonu eğleterek münakaşaya başladığı görülmüştür.
Bu sırada elinde kama bulunan Hacı saldırmıştır. Yadiger bu sırada Yadiger
yerden taş alarak Hacının kafasına vurmuştur. Bu sefer öbür şahıslar Yadigere
hücum etmişler ve Yadigeri üç yerinden yaralayarak kaçmışlardır. yaralılardan
Yadiger ile Hacı kama halinde numune başhastanesine kaldırılmıştır.
Hastahanede 15 dakika yaşayan Yadigerin son şu sözü olmuştur. Beni beni
Avşarınan Hüseyin vurdu demiş ve ölmüştür. Öteki yaralı ağır surette
yatmaktadır. Kaçan katiller şiddetle aranmaktadır.
Şimdi Sivaslıların Yukarı Tekke dedikleri
Abdulvahap Tekkesi mezarlığında sıra sıra mezarlar arasında sessiz bir mezar
yatıyor. Yıllar önce, Höllüklükteki mezarlık kaldırıldığında buraya getirilmiş
mezarlar arasındaki mermer mezar taşında yalnızca şunlar yazılı:
Yadigâr
Aykut
(1930-1959)
Yadigâr'ın kahvede asılı fotoğrafı, yalnızca bir
anının yaşamasıydı. Kardeşi Baki kahveyi işletiyordu. Müşteriler ise, eski
günlerin havasını solumak için gelmiş kimseler. Oysa, uzam, insanla anlam
kazanıyor. Ruhsuz bir uzamın insana söyleyeceği bir şey yok.
İlk kez kahveye gelenler Yadigâr'ın görüntüsü
önünde durup dakikalarca kafasındaki canlandırdıkları insanı, fotoğrafla
birleştirmeye çalışırlardı. Yakından tanıyan arkadaşları ise bakışlarını bu
görüntü üzerinde yoğunlaştırdıklarında sürekli gidip gelen anılara dalarlardı.
Var mıydı, yok muydu; yaşanmış mıydı, düş müydü, bir türlü karar veremezlerdi.
Bir kış günü, kahvenin önünde iki fayton durdu.
Faytondan kelli felli adamlar aşağı inip, küçük dağları yaratmış havalarda içeri
daldılar. kahvenin olağan müşterileri şaşırmışlardı. Buralara bu türden
kimseler pek gelmezdi. Hele biri vardı ki, dağ gibi bir adamdı ve faytondan
eğilerek zor inmiş, coşku ile içeri girmiş, İçeriye şöyle havalı bir selam
vermiş ve:
"Bir çay içmeye geldik" diye
açıklamıştı.
Ocakta çalışan Baki, uzaktan selamladı gelenleri.
Garson, boş bir masaya davet etmişti.
İyi giyimli, bakımlı bu adamlar, kahveye uymayan
adamların gelmesi ile içende bir tedirginlik yaşandı. Kahveye dağılmış olağan
müşteriler yorgun gece kuşlarını andırıyorlardı. Onları buruya bağlayan bir
anıydı yalnızca.
İri yarı adam, masadan kalkıp şöyle ortalığı
süpürür gibi bir döndü ve Yadigâr'ın fotoğrafı karşısında durdu.
"Ey gidi, ikinci Ali seni de
götürdüler..." diye yüksek sesle kendi kendine söylendi.
Bir anda kahvede sesler kesildi. Herkes kulak
kabarttı. Fotoğrafın önünde sevgi ve acıma sözlerinin söylendiği çok olurdu.
Ama bu tümcelerin sevgi sözü olup olmadığı belli olmuyordu. Ocakta çalışan
Baki, kulak kabartmaya başladı. Adamın ikinci tümcesi açıklık getirdi
konuşmanın söylemine:
"Avradını ... Kızılbaşları, ikinci Ali'nizi
de geberttiler..."
Kahveye ağır bir hava çökmüştü. Arkadaşları iri
yarı adamı yerine oturttular. Arkadaşlarının konuşmasına engel olmak istiyorlar,
ağzını tutmaya çalışıyorlardı:
"Yapma Kadir ağa.."
Ne ki, zengin bir köylünün oğlu olan Budaklılı
Kadir Ağa'yı susturmak olanaksızdı:
"Ne korkuyorsunuz ulan..." diye
arkadaşlarını azarlıyor "açıkça söyleseniz ya, arkadan konuşacağınıza.
Onlar ana bacı tanımaz..."
Kahvede her şey durmuştu. Kimse ne yapacağını, ne
söyleyeceğini bilmiyordu. Deli Kadir adı ile bilinen Kadir Ağa suskunluktan
iyice yüreklenmiş ağzına geleni söylüyordu. Kahvenin genç müşterilerden biri
yerinden kalkıp Deli Kadir'in bulunduğu masaya geldi, çatık kaşlarla sordu:
"Sen kime sövüyorsun, niçin sövüyorsun?"
"Size lan, tümünüzün anasını
avradını..."
Deli Kadir, ayağa kalktı. Genç adam yanında çocuk
gibi kalıyordu. Ama genç adam aldırmadı:
"Ben de senin lan..." diye karşılık
verdi. O anda da çay bardağını kaptı. Faytonla gelenler tümü dışarı çıktılar.
Genç adamla gögüs göğüse pençeleşme başlamıştı. Genç adam üzerine yürüyor, Deli
Kadir adım adım geriliyordu. Karşılıklı küfürleşerek yüz metre kadar geri geri
gidildi. Bu sırada ocakta çalışan Baki, eline aldığı bir sopa ile genç adamın
yardımına koştu. Küfürleşmenin en yoğun anında Deli Kadir'in kafasına sopayı
indirdi. Deli Kadir, horoz gibi bir kez sıçrayıp "güm" diye düştü.
Tüm arkadaşları dağıldı. Baki yeniden ocağa döndü. Ocakta elini yıkarken, polisler
kapıda göründü.
"Gel bakalım ocakçı, Müslümana kılıçla vurmak
neymiş!" diye karakola çağırıyorlardı.
Baki Çarşı karakoluna bacakları titreyerek girdi.
O eski ahşap yapıya hep ziyaretçi olarak gitmişti. İlk kez suçlu olarak
götürülüyordu. Polis dayağına alışık değildi. Ağabeyi Yadigâr'ın çığlıklarının
duyulmaması için, eski bir motosikletin çalıştırılıp, çığlık seslerinin
gürültü ile kapatıldığını çok iyi bilirdi. Karakolda iki Poşa ile karşılaştı.
Sivas'ta Poşa adı verilen bu Çingeneler yalancı tanık olarak getirilmişlerdi.
Urfalı komiser Mehmet, bacakları titreyen Baki'ye hafiften gülümseyerek baktı:
"Ne o Baki, kılıçla adam vurmak kolay mı? Gel
bakalım komiser odasına"
Baki biraz rahatlamış içeri girdi. Komiser, boş
odada:
"Ne yaptın Baki? Adam ölüyor. Hastaneye
kaldırdık."
"Komiserim vallahi, kılıçla vurmadım. Adam
içeri girdi, hiç yoktan anamıza avradımıza, dinimize imanımıza sövmeye
başladı."
Dışarıda bekleyen çingeneler, içenden gelen çığlık
sesleri ile ürperdiler. Cop sesleri gümbür gümbür iniyor, Baki'nin bağırtısı
yükseliyordu. Birkaç dakika sonra, komiser dışarı çıktı. Çingenlerin renkleri
atmıştı.
"Ulan sıra sizde. Siz kahvede yokmuşsunuz.
Doğru mu? Sizi de benzeteyim mi?" diye elindeki copu salladı.
İki çingene korku içinde:
"Komiserim biz yoktuk... Görmedik. Bize para
söz verdiler..." diye titremeye başladılar. Komiser:
"Ulan defolun şimdi" diye kovdu.
Birkaç dakika sonra Baki karakoldan çıktı.
Kendisini bekleyen genç adama:
"Sorma, ucuz kurtardık. Komiser copu masaya
indirdi, ben bağırdım, poşalar da korkup kaçtılar" dedi.
23. Kabadayılığa Özentili
Yağışlarla birlikte Sivas sokaklarının çamur
kaplar. Arnavut kaldırımı sokaklar vıcık vıcık çamur olur, hele Kepçeli tümden
çamura bulanırdı. Sivas güzlerinde umut yoksullaşır, yaşam sararırdı...
Köyden kente akın etmiş, kentin dışlarına derme
çatma evler yapmış aileler için daha da zordur yaşam. Bir iki yıl önce kente
yerleşmişlerdir. Çeşitli devlet kurumlarının en alt katmanlarında çalışan ve
şehirli olma savaşı veren yalın insanların görüntüsü gerçekten hazindir.
Erkekler pala bıyıklarını terbiye edilip küçültürler, kadınlar köylü
fistanlarını atıp düz giysiler giyerler, birbirleri ile yapay bir
"hanımlı" "beyli" sözlerle konuşurlar.
Köylülüğün iliklere kadar işlediği bir ortamda,
-sözde- "şeherlilik" yaşar. Dört beş aile, ancak bir ailenin
sığabileceği bir binada oturur; her biri, bir- iki gözlük bir yere sıkışmıştır,
avuç içi kadar odalarda insanlar tıkış tıkış yaşarlar. Ortak tuvalletlerin
üç-beş metrelik bahçe duvarına yaslandığı konutlarda, her sevişmeye birkaç
kişi; her yellenmeye on- onbeş kişi kulak misafiri olur.
Genellikle tek katlı evlerin merdivenleri
dışardadır. Her kapıdan birkaç aile girip çıkar. Evlerin donanımı birbirini
andırır. İki odadan biri salon işlevini görür. Konuklar burada ağırlanır. Bir
kıyıda oturacak sedir bulunur. Hemen köşede, belli bir varlık ve kentlilik
göstergesi olan demir karyola yer alır. Üzeri dantelli, ya da nakışlı örtü ile
örtülmüştür. Ölümü bekleyen bir hasta gibi sessiz uzanmıştır. Karyolanın üzerine
oturmak, görüntüsünü bozmak görgüsüzlük sayılır. Bir kuğu gibi süzülür. Duvarda
minik görüntülerden oluşan, aile fotoğrafları bir çerçeve içinde sergilenir. Bu
çapraşık görüntü içinde çocuklar okutulacak, memur yetiştirilecek, hükümette
yer sahibi olunacak, gelecek kuşaklara daha iyi bir yaşam düzeyi sağlanacaktır.
Köyden kısa süre önce göçmüş yeni şehirlilerin
değişmez görüntüsüne sığmayan, okuma çağını aşmış, yaşı on altılara dayanmış
gençlerdir. Çerden çöpten dünyanın ilkel görüntüsü onların çok gerisindedir.
Eve gelen konuğa çayın yanında birkaç bisküit sunmanın lüks sayıldığı
ana-babaların dünyası küçük mü, küçüktür onların gözünde. Dişlerinin arasından
gülerek, yarı utanç, yarı iğrenme duyguları ile yarım gözlerle bakarlar bu
küçük insanların dünyasına. Ekmeği bakkaldan almak yerine köylerden getirilmiş
undan hamur yapıp mahalle fırınında pişirten, 125 kuruşun hesabını yapan,
bulgur pilavına inadına kaşık sallayan, yere pehlivanca bağdaş kuran insanların
yaşantısı, bağışlanmaz bir ilkelliktir onun için.
Yeni yetmeler genellikle pek konuşmazlar
büyüklerle. Sessiz bir iletişim, bozuk ilişkiler ağını güçlükle ayakta tutar.
Evden çıkacağı sırada evde kuruş kuruş biriktirilmiş paradan bir parça almayı
ihmal etmez. Üzerine deri ya da yapay deri gocuğunu giyer. Evden böylece çıkar.
Birkaç ev sonra ağzına bir sigara yapıştırır. Evden çıktığı an, evde bir
rahatlama olur. Ev sahipleri konuklara açıklama yapmak zorunda kalırlar:
"Çok şükür gitti, aç itin kabadayısı. Bizim
hayatımızı beğenmiyor, giderken iki buçuk lira aldı. Sanki kazanmış koymuş da
beğenmiyor."
Giyilen deri ceket, parmaktaki eşek nalını andıran altına görüntüsü verilmiş şövalye yüzük, cepteki Kulüp sigarası bir zenginlik
göstergesiydi. Köyden yeni göçmüş yoksul ailelerin kabadayılığa özenen yeni yetmeleri dışardan bakınca çok kazanan varlıklı biri gibi gözükürlerdi.
Eve gelen konuklar, delikanlının gösterişine bakar sorarlard:
Eve gelen konuklar, delikanlının gösterişine bakar sorarlard:
"Deri gocuk, altın yüzük ne iş yapıyor sizin
oğlan? Maşallah iyi kazanıyor anlaşılan?"
Ana baba içi yanarak yanıt verirler:
"Ne bilelim bir şeyler yapıyormuş. Biz de tam
bilmiyoruz. Neyse, evden çıktı mı biz rahatlıyoruz. Sorma gerisini... İçi bizi
yakar dışı eli..."
Bu atasözü yüz sözün önünü kesecek keskinlikte
olurdu. Söz değişirdi.
Hatının oğlu, böyle yetişiyordu. Kızılbaş ailenin
yeni yetmesi yiğitlik yarışına adım atarken yolunu da seçmiş, Kızılbaş
kabadayılar arasında değil de Sünni tarafı seçmişti. İhanet miydi bu, yoksa
korku mu, uyuşma mı, içtenlik mi, her yanda ayrı dedikodular dönüyordu.
Kızılbaş gençler için bağışlanmaz bir ödleklik örneğinden başka bir şey
değildi.
23. Yerde
Kalan Kan
Yadigâr'ın ölümünün ardından öksüz ve başsız
kalmış bir dizi delikanlı bunalımlar yaşıyorlardı. Rakı sofraları kuruluyor,
pikaplara acıklı taş plaklar konuyor, kafalar dumanlanıyor, ilerleyen
saatlerde bunalımlı ağıtlar yükseliyor, intikam yeminleri birbirini izliyordu.
Çökelek Turan, Kızılbaşoğlu Veli, Kara Hasan, Hatının oğlu Hüseyin bu meclislerin
ayrılmaz konuklarıydı. Bunlara, bir bayrak yarışını sürdürmek ister gibi
Yadigâr'ın küçük kardeşi Enver de katıldı. Yadigâr'ın yiğitlik, mertlik ve eli açıklığına
hayran bir dizi Sünni kökenli genç de bu sofradan ayrılmıyorlardı. Ama topluluk
genelde Kızılbaş kabadayı adayı gençlerden oluşuyordu. Sivas tarihinde ilk kez
Kızılbaşların kabadayılığa özen dönemi başlıyordu. Bunların tümünün hedefi
aynıydı: Yadigâr'ın öcünü almak!
Bu öcün alınması ile tarihin akışı değişecekti.
İlk kez Kızılbaş kanı yerde kalmayacaktı. İnanca göre, Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz.
Hüseyin ve en önemlisi Sivas toprağının yetiştirdiği en büyük ozan Pir Sultan
Abdal şehit edilmiş, ama tümünün kanı yerde kalmıştı. Sivas'ta yaşanan bir kan
davasıydı artık.
Yadigâr'ın evi baş sağlığına gelenlerle dolup
boşalıyordu. Her gelene aynı olaylar anlatılıyor, her kafadan bir söz
çıkıyordu. Yadigâr'ın öcü alınmalıydı, ama nasıl? Aile içinden yetişkin biri
yapsa kan davası suçundan ipi boylayacaktı. Dışardan kim yapacaktı?
Sivas'ın Yusufoğlan köyünden biri dağa çıkmış
eşkıyalığa başlamıştı. Muharrem adındaki adam, ormandan izinsiz ağaç kestiği
için korucuların hışmına uğramış, onlarla çatışmış, bir orman korucusunu
öldürmüş, ardından dağa çıkmıştı. Dağda kendisi gibi dağa çıkan iki kanun
kaçağı ile birleşip eşkıyalığa başlamıştı. Eşkıya Muharrem Alevi'ydi.
Eşkıya Muharrem'in yiğitlikleri kısa süre sonra
Alevi mahallelerde anlatılmaya başlandı. Anlatılanlara göre Eşkıya Muharrem
jandarmalarla çatışmaya giriyor, onları dağıtıyor, ilahi bir yiğitlik gösterisi
sergiliyordu. Alevilerin sindirildiği bir ortamda Eşkıya Muharrem adı bir
kurtarıcı gibi dalgalandı Aleviler arasında. Yadigâr'ın yakınları onunla
bağlantı kurma çabasına girdiler.
"Bu öcü Eşkıya Muharrem alsın. Zaten hayatını
bu yola koymuş. Yadigâr'ın kanını yerde koymasın!"
Aracı olan kişiler Eşkıya Muharrem'in paraya
ihtiyacı olduğunu söylüyorlar, Yadigâr'ın çevresinden sürekli para
sızdırıyorlardı. Ama günler haftalar geçiyor, bir türlü Eşkıya Muharrem Sivas
yakınlarında gözükmüyordu. Bir süre sonra Eşkıya Muharrem'in birlikte eşkıyalık
yaptığı iki arkadaşını da öldürdüğü duyuldu. Ama halk belleği buna da bir kılıf
buldu. Sözde, onlar Muharrem'i vurmak istemişlerdi de, Muharrem onların işini
bitirmişti...
Bir sabah okula giden öğrenciler, Cıbırlar Parkı
yanında yer alan astsubay bahçesi önünde, bir kamyonun üzerinde oturan dağ gibi
bir adamı, seyreden insanlarla karşılaştılar. Öğrenciler arasında bulunan
ortaokul öğrencisi Güven Karabenli,
merakla kamyona yaklaştı. Adam, ayakları uzanmış, kamyonun sürücü bölümüne
yaslanmış duruyordu. Belden yukarısı çıplaktı. Pala bıyıkları yukarı
kıvrılmıştı. Cam gibi donuk bakışlarla kendisini izleyenleri seyrediyordu.
Garip bir görüntüydü. 13 yaşındaki çocuk biraz daha yaklaştı. Adamın gözlerine
baktı. Adam cansızdı.
"Kim bu adam diye ağabey diye kamyonun
başında nöbet bekleyen askere sordu.
Jandarma:
"Eşkıya Muharrem!" diye karşılık verdi.
Sivas'tan gönderilen küçük bir jandarma birliği
Muharrem'i bir pınar başında kıstırıp öldürmüştü. Ölüsü teşhis için Sivas'a
getirilmişti.
Kamyonun başına halk akın ediyordu. Sünniler
küfürler yağdırıyorlar, Alevi kadınlar içleri ezilerek, kamyonun arkasında
yatan dev gibi adama bakıyorlardı. Kıvrık bıyıklı, dev yapılı adamın gözleri
açıktı.
Muharrem, Buda yontusu gibi, kamyonun içinde
otururken bir çocuk koltuğunun altında tuttuğu gazeteden bir tane havaya
kaldırıp bağırdı:
"Gaste yazıyor, eşkıya Muharrem'i öldüren jandarmanın anlattıklarını yazıyor."
Halk on kuruşa satılan gazeteye akın ediyordu.
Jandarma çavuşu, yerel bir gazeteye öldürülüş
olayını anlatmıştı. Anlattığına göre, Eşkıya Muharrem öyle yiğit bir adam da
değildi. Jandarma, uzun bir izleme sonucu kıstırıp mıhlamıştı.
Ama ezilmiş halk ruhu onu allayıp pullamış
destansı bir kahraman yaratmıştı.
Yadigar'ın yakınları için, Eşkıya Muharrem
söylencesi ve ona bağlanan uzak umut da bitti. Kısa süre sonra adı unutulup
gitti.
(Sivas Kabadayıları adlı kitabımızdan)
Sivas kabadayıları kitabını okudum. Mihrali ile Kızılbaşoğlu Yadigar'ı okurken göz yaşlarımı tutamadım. Yansız, sosyolojik gerçekler göz ardı edilmeden bir akademisyen titizliği ile ele alınmış, diliyle, analitik öyküselliğiyele eşine az rastladığım bir çalışma. Kutluyorum. Kitapta yazar hakkında bilgi olmaması eksiklik gibi geldi.
YanıtlaSilDeğerli okur dostum,
Silİlginize ve övgünüze teşekkürler. Sağ olun. Kimi olayların unutulmaması toplumsal bellek yitimi yaşanmaması için yazıyorum. Amaç bu. Başka bir beklentim yok.
Değerli Pavel,
SilEşkıya Muharrem'in köyğnden olduğunuza göre Yıldızeli'nin Yusufoğlan köyünden olmalısınız. Yusufoğlan'dan ortaokul 1 ve ikinci sınıflarda bir arkadaşım vardı. İsmail Tozkoporan. Yazık ki üçüncü sınıftayken -çok tatsız bir nedenle okulu bırakmak zorunda kaldı. Bir daha ondan haber alamadım.
Gelelim sizin ve başka okurların sorularına. Yadigar evlenmiş. Eşi ile ilişkisi bütün yaşamı boyu sürmüş. Bir de kız çocuğu olmuş. Yadigarın ölümünden sonra başka biri ile evlenmiş. Ben kitabı yazmaya başladığım dönemde eşi ölmüştü, Onunla konuşamadım. Yadigar öldürüldüğünde kızı bebekmiş, bu yüzden bir bilgisi yoktu babası üzerine. Yadigar'ın Yıldız adlı kadınla ilişkisi uzun süre sürmüş. Ölümü de o kadına sahiplenme yüzünden. Bir değerli okur Yadigar'ın ilçesini ve köyünü soruyor. Yadigar'ın annesi Divriği'nin bir köyündenmiş. Babası Sivaslı diye geçiyor ama kökeni nereden bilinmiyor. Zaten erken yaşta bir kaza kurşunu ile ölmüş. Bunları Sivas Kabadayı'ları adlı kitabımda ayrıntılı biçimde anlattım. İleti adresimi yazıyorum eklenecek bilgi ve belgeleri bu adrese iletebilirseniz çok mutlu olurum. Bilgi ve belgeleri şu ileti kutusuna iletebilirsiniz: fbozkurt@akdeniz.edu.tr
Eskıya MUHARREM KALENDER'i jandarma öldürmemiş, Askeriye tarafından baskı ve tehdit gören köylülere zehirli yiyecek verilip, Muharrem'e yedirilip kalleşce zehirlenmiştir.Öldukten sonra bile asker subay cesedine yaklaşmaya korkmüşlar, Çobana silah verip ölüsüne ates ettirmisler, uzaktan öldüğünü görüp ancak yaklaşabilmişlerdir.Sonra yine ölüsüne kursun sıkıp; "Biz öldürdük" süsü vermişler.Bir ordu bile karşılarinda Muharrem'i görünce çatışmaya girmekten çekiniyor. Youtube'de belgesli var.
SilSayın bozkurt kitabınızı defalarca okudum ama insanın bu kitabı okudukça daha fazla hikaye duyası okuyası geliyor siz yadigarın kardeşleri ile röportaj yapmışsın yadigarın hayatını daha ayrıntılı anlatan bir kitap yazma şansınız var mı acaba yada blogunuzda paylaşabilirmisiniz Saygılar.
YanıtlaSilDeğerli okurum,
YanıtlaSilYadigarın yaşamı bağımsız kitaba dönüşebilir. elimde yeterli belge var. Bu kadarla yetinmek istedim. Şimdilerde film senaryosu olarak çalışıyorum.
Bu yorum yazar tarafından silindi.
SilSayın Bozkurt. Ben de kendimce bu yaşamın bir dizi veya film olarak sunulmasını hep hayal etmiştim, senaryo yazdığınızı okuyunca çok mutlu oldum. Umarım güzel bir yapım olarak bu güzel yaşam öyküsünü izleme şansı buluruz. Ayrıca rahmetli kabadayı Kızılbaşoğlu Yadigar’ın kitabınızda bahsettiğiniz Erzincan kamasının resimleri arşivlerimde mevcuttur. Kamanın üzerinde Yadigar 1959 yazıyor, size ulaşabileceğim bir mail adresi verirseniz fotoğrafları yollayabilirim. Ayrıca kitabınızda bahsettiğiniz Eşkiya Muharrem (Muharrem Kalender) ile de aynı köylüyüm babaanem kendisini bizzat görmüş konuşmuştur. Bize Eşkiya Muharrem ile ilgili hikayeler anlatırdı. Yeni projenizde BAŞARILAR DİLERİM. SAYGILAR…
Silsayın pavel acaba rica etsem yadigar ile ilgili fotoları bana da gönderebilir misiniz? şimdiden teşekkür ederim. caferyigit2@gmail.com
SilEmeğinize sağlık.
YanıtlaSilÖncelikle emeğinize sağlık. Dedem gençlik yıllarında Yadigârı'n kahvesine çok gidermiş ve bu hadiseyi pek çok kez kendisinden dinlemişimdir. Çocukluk yıllarımda pek çok kez dinlediğim her defasında anlatsın diye dedemi sorularla sıkıştırdığım bu hikayeyi bana yeniden yaşattınız teşekkür ederim.
YanıtlaSilKızılbaşoğlu Yadigar yazım üzerine görüş bildiren tüm okurlara:
YanıtlaSilSizin duyup ekleyeceğiniz bilgi varsa yazmanızı rica ediyorum. Yazımı işleyip genişletebilirim. Teşekkürlerimle.
Fuat Bozkurt
Fuat bey Kızılbaş yadigar ilçe ve köyünü biliyormusunuz
YanıtlaSilBen Kızılbaş yadigar ismini beş altı sene önce annemin köyünde annem ve akrabalarıyla konuşurken duydum annem diyor birgün polis arabaları asker kalabalık ki sorma Kızılbaş yadigar öldü Kızılbaş yadigar öldü diyorlar annemde 48 dogumlu annem dedem dedemin kardeşi birde benim eşimin dedesi dedemin teyze çocuğu olur yadigarin adamı arkadaşları imiş dedem de 27 doğumlu sizden detaylı dinlemek çok güzeldi teşekkürler ederim
YanıtlaSilBirde hiç evlenmemiş mi ve dostuna ne olmuş
YanıtlaSilSivas kabadayıları isimli kitabınızı nerden edinebilirim
YanıtlaSil