Yayında Olan Eserlerim

16 Eylül 2017 Cumartesi

Kuzgun: Bir Alevi Oyuncunun Portresi

KUZGUN
Fuat Bozkurt

Edgar Allan Poe, Amerikan yazının olduğunca, dünya yazının da ustalarındandır. Dünya yazınında kısa öykünün dörtbaşı bayındır ilk örneklerini veren odur. Dünya yazını arasında yerini almış şiirleri büyük değer taşır. Türkiye'de okul kitaplarına da giren Annabell Lee şiirinden başka Çanlar ve Kuzgun en ünlü şiirleridir. Türkçeye eskilerde çevrildiği için dili eskimiş olan Kuzgun şiirini ben de pek severim. Kimileyin, geceleri çalışma odamda kitaplar arasında didişirken dinlenmek için okuduğum olur. Bir gece çalışma odamda yorgun çalışmalarımın arasında birden bire bu şiiri yaşadım. Sevgili İlhan Selçuk'un söylediği gibi paylaşım mutluluğun bereketidir. Acıları paylaşmak ise acıyı azaltır. Dostlarla acı mı, tatlı mı olduğunu bilmediğim duygularımı paylaşmak istiyorum.

Issız bir geceyarısı, üzgün ve bitkin, düşünürken derin derin
Okunup da unutulan eski tuhaf, garip kitaplar üzerinde
Uyuklar gibi düştüğü zaman başım, hafifçe vuruldu ansızın...
Sanki biri çekinerek vuruyor, vuruyordu kapısını odamın...
Bir konuk olacak, diye söylendim, çalan kapısını odamın.
Odur ancak, başka bir şey değil.

Benim odamın kapısı vurulmuyor, tekmeleniyordu. Pencereler taşlanıyordu. "Kuzgun olacak bunu yapan, başka kimse değil!" diye söylendim. Çünkü beni çalışma odamdan çıkarmak, kendisini karşıma almamı sağlamak istiyordu. Bununla da yetinmeyecek, biraz sonra bütün kitaplarımı birbirine katacak, uzakta yakında kimi görmüşse, adını duymuşsa gagalayacak, tırmalayacaktı. Hitchcock'un "Kuşlar" filmini anımsatan bu çılgın saldırının nedeni neydi? Sözde nedeni, ekim ayında Berlin'de yaptığım bir konuşmaydı."Elbette, tarih sahnesinde yaşayan her canlı eleştirilmeli. Fakat ölçü işçi sınıfının bilimi olmalıydı." Şimdi, tarih sahnesinde yaşayan canlı Kuzgun, işçi sınıfı bilimi adına söz konusu konuşmamı eleştiriyordu. Saldırı, Kuzgun'un düzeyine yakışır bir biçimdeydi:

Takındığı mağrur, vakur, sert ve haşin çehredeki azametiyle
Bu kapkara kuş, biraz sonra çevirdi hazin hülyamı tebessüme:
"Gerçi sorgucun yolunmuş, kırpılmış" dedim "belliki hiç korkmuyorsun
Çıkıp gelmekten ölümün sahilinden, korkunç iğrenç, kart Kuzgun!"

Bilimsel bir konuşma yapılmışsa, buna bilimsel yanıt verilmesi gerekmez miydi? Kimi özel söyleşilerden uzaklaşılmaz mıydı? Bir kaç kişi arasında geçen konuşmalar mahalle dedikodusu sayılıp bırakılmaz mıydı? Ama hayır, bu olmadı, olamazdı. Çünkü Kuzgun yaşına, başına düzeyine yakışır saldırıyı yapacaktı. Onun yükselmesi için bütün insanların küçülmesi gerekirdi. Herkes yanlış yapmalıydı. Doğruyu bulan kişi o olacaktı. Kuzgun'un asıl amacı da bu. Salt bana değil, o yazısında, konuşmayla, hatta Alevilikle ilgisi olmayan bir dizi insana hakaret ediliyor, küçük görülüyor. Çünkü Kuzgun için büyük oynamak söz konusudur. Toplumda emeği ile kazanamadığı, ulaşamadığı şeyleri gagalamak, pençelemek, kırıp dökmek Kuzgunun sanatıdır. Bunu yaparken de kendine belli bir misyon yükler. Daldan dala konar. Her konduğu dalın, en büyük, en güçlü, en doğru olduğunu söyler. Ama kısa süre sonra o daldan uzaklaşınca, eski oturduğu dalı yerden yere vurur. Bunu yaparken de bir misyon içindedir. Her defasında her zaman kendi yaptıkları doğrudur.
Beni ortam bir kez Kuzgun'la bir araya getirdi. Bunun ardından kulaktan duyduğu, kimi basın organlarından okuduğu, yarısı gerçek, yarısı yanlış; donanımı ile saldırıya geçti. Zaten konuşmamı dinlemeye gelirken de bu amaçla gelmişti. İstemeyerek Kuzgun'a zaman ayırmak zorunda kaldım. Çünkü saldırı salt beni değil, ocağımı, çevremi de içine alıyordu. Önce işçi sınıfının ve Aleviliğin savunucusu Kuzgun'un bilimsel eleştirilerine kısaca göz atalım:

Fakat Kuzgun, kendi kendine oturarak o sükin büstün üstüne
Söyledi yalnız o üç kelimeyi; sanki bu kelimelerle döktü bütün ruhunu.

Her şeyden önce benim konuşmam banda alınmıştır. Ne söyleyip, ne söylemediğim ortadadır. Bir yanlış yapılmışsa düzeltilir. Kendi yanlışını görmek ve düzeltmek kişiyi küçültmez, yüceltir. Kuzgun, konuşmamdan üç sav almış ve bunları yanlış olarak göstermiş (Yazık ki, Kuzgun'un yazısından sınırlı alıntı yapmak zorundayım. Çünkü, Kuzgun yazı yazmasını bimiyor.Tümceleri bozuk. Kuzgun tam anlamıyla gagalıyor. Ve kimi yayın organları da bunlardan medet umarak çevreyi gagalama olanağı veriyor!)
1. Şii hareketi Arap Milliyetçiliğine karşı bir direniştir.
2. Osmanlının kuruluş aşamasında Aleviler GAVURLARA hücumda yer alırlar (Bu tümce olduğu gibi Kuzgun'undur.)
3.Ebu Müslüm-i Horasani bir katildir.
Sözde, benden seçtiği, bu savlara karşı şu yanıtları getiriyor:
"1.Sünni Şii ayrımı ortaya çıktığında "millet" yoktu ki, Şia Arap milliyetçiliğine! karşı ortaya çıkmış olsun."
Her yönü ile boyutsuzluğun, olayların kökenlerine inememenin en derin izleri sinmiş yazıya. Yazının biçemi de Kuzgun'un ruhunu yansıtıyor. Kökende "biçem, kişinin aynasıdır" diye bir söz vardır. Ben, öncelikle Alevilikle İran Şiilliği hareketini birbirinden ayırmak için bu savı getirdim. Hangi düşünce sisteminin nereden etkilendiğini, dilimin yettiğince açıklamaya çalıştım. Kimi tarihsel kanıtlar verdim. Sözgelimi, 2.Halife Ömer döneminde Arap olmayan uluslarla, Araplar arasında ayrımlar başladığını söyledim. Emevi Arapların İran ve Türkistan içlerine yayılmalarında yerli halklara korkunç baskılar yaptıklarını bildirdim. Farsların, Kur'anı Farsça okuma konusunda direndiklerini anlattım. Şimdi aynı savları yineliyorum. Savlarıma tanık olarak Gibb'in "Orta Asyada Arap Füttuhatı, çev.M. Hakkı İstanbul 1930" kitabını tanık gösteriyorum. Kuzgun, eski basım kitapları bulamaz göremez diyelim, en basitinden Sayın İlhan Arsel'i salık veriyorum. Ya da Doç. Dr. Bahriye Üçok'un İslam Tarihi Emeviler-Abbasiler Ankara 1983 adlı kitabına göz atmasını diliyorum.
Kuzgun,"Osmanlıların kuruluş aşamasında Aleviler nasıl Hanefilerle bir olup da "gavura" saldırabilirler!" diyor ve hemen ardından duygu sömürüsü yapan satırlara girişiyor. Kuzgun av peşindedir!
Öncelikle ben Osmanlıların kuruluş aşamasında Alevilerin de katkıları bulunduğunu ve ilk Osmanlıların katı Sünni olmadıklarını -büyük olasılıkla Şamanik inançlı olduklarını- söyledim. Osman Bey'in adının Yunan kaynaklarında" Ataman" olarak geçtiğini bildirdim. Bu savların doğru olmadığını ve Kuzgun'un haklı olduğunu varsayalım. Peki, Osman Bey'in Şeyh Edebali'nin kızı ile evli olduğunu ve Şeyh Edbali'nin Hacı Bektaş'ın en yakın arkadaşı olduğunu nasıl açıklayacağız? Abdal Musa'nın Bursa'nın alınmasında savaştığını inkar mı edeceğiz? Alevi büyüğü Kızıldeli Sultan'ın mezarının şimdiki Yunanistan toprakları içindeki Dimetoka'da, Gül Baba'nın mezarının Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de olmasına ne diyeceğiz? Bilimsel kanıt gerekiyorsa Vakıflar Dergisi 1942'de yayınlanan Ömer Lütfi Barkan'ın "Kolonizatör Türk Dervişleri" yazısını gösterebilirim. Ahmet Yaşar Ocak'ın Babailer İsyanı, İstanbul 1980 doktora çalışmasına ne diyebilir? Bu doktora çalışması dünyadaki Aleviliğin en büyük uzmanı Prof. Dr.İrene Melikoff'un yanında yapılmıştır.
Benim bu savlarıma karşı Kuzgun şöyle gıraklıyor: "Fuat çocuğu ne yapmak istiyor? Neden işçi sınıfının bilimini temel almıyor ve niçin Aleviliği Muhammed-Ali sevgisinden, Hüseyin'in İhtilalciliğinden koparıyor? Neden Anadolu Aleviliğini günümüz Şialığının ve Sünniliğin Reddiyesi olarak görmüyor?"
Benim savım ile, Kuzgun'un kişiliğine yakışan bu gıraklamalar arasında ne ilgi var? Hem, Kuzgun, yazısında 1.savıma yanıt verirken Şiiliği Hz.Ali ile-kendi deyimi ile-Kırklar illegalitesine bağlanmıyor muydu?
Üstelik ben Anadolu Aleviliğini sürekli İran Şiiliğinden ayırmaya çalışıyorum. Aradaki ayrımları koyuyorum. Açık ve kesin biçimde "kökeni nereden gelirse gelsin Alevilik bütün Anadolu'nun malıdır, Anadolu'ya özgüdür" diyorum. Kitaplarım ortadadır. Bu sözlerime aykırı bir tümce bulunmaz.
Başlıktaki eleştiride de gerçek şudur: Ben Ebu Müslüm katil olduğunu söylemedim. Sürekli, amaçlı olarak Ebu Müslüm'ün ulusu sorusu üzerinde tartışma çıkarılmak isteniyordu. "Ebu Müslüm'ün kesin olarak ulusunu söylemek olanaksız. Arap, Türk, Fars ve Kürt olduğu ileri sürülüyor. O Ama benim inancıma göre Fars kökenli olmalıdır. Yalnız anlayamadığım bir yan var. Neden bu ölçüde köken üzerinde yoğunlaşıyorsunuz? Bir insan katilse, babanız bile olsa katildir. Bir insan iyi ise bütün insanlığın malıdır. Herkes onunla övünür" içeriğinde açıklama getirmek istedim. Konuşmanın akışı içinde bu savlarımdan Ebu Müslüm katildir biçiminde bir anlaşılma çıktı. Ben orda defalarca yineleyerek bu yanlış anlaşılmayı düzelttim. Bunu Kuzgun kendisi de yazısında söylüyor. Peki, konuşmanın akışı [içinde yanlış bir sav ileri sürülmüş bile olsa, düzeltilmiş bir yanlışı yazıda yinelemenin ne anlamı var? Ve ardından gelen şu tümcelere bakın:"Elbette tarih sahnesinde yaşayan her canlı eleştirilmeli. Fakat ölçü işçi sınıfının bilimi olmalı. Fuat, Alevileri işçi sınıfından koparmak isteyen bir TANGOCUDUR."
Önce şu işçi sınıfının bilimi ne? Benim yukardaki savlarımla ne ilgisi var? Üstelik hiç kimsenin istemesiyle bir toplum, şu ya da bu sınıftan kopmaz, kopamaz. O kopuşu toplumun koşulları belirler. Ayrıca ben, en küçük biçimde böyle bir yorumda, istektede bulunmadım. "Günümüzdeki Alevi toplumu 1950'lerdeki Alevi toplumu değildir. Artık Aleviler arasından büyük zenginler çıkmıştır" dedim. Somut durum bu değil midir? Ve şu anda Aleviler arasından holding sahipleri yok mudur? Herkes seçiminde özgür değil midir? Dünyadaki bütün canlıların Kuzgun'a benzemesi mi gerekir?
Kuzgun biçemiyle, sözcükleriyle tümden saldırıya geçmiştir. Bilimadına yazdığı bir yazıda nasıl sesleneceğini bilmez, bilmek istemez. Ben Kuzgun ile ne zamandan beri senlibenliyim? Bir dergide yer alan yazıda ne hakla önadımla seslenme senlibenliliğini kendinde bulur? "Fuat çocuk" diye küçümser? Bu çılgın saldıralar salt bana da yapılmaz. Sözgelimi "Yalçın Minumum" diye Yalçın Küçük'e hakaret edilir. Adlarını vermeyeceğim bir dizi kişi yaylım ateşe tutulur. Niçin bu böyledir?
Düşünerek ne demek istediğini bu uğursuz eski zaman kuşunun;
Bu çirkin, iğrenç, kuru ve uğursuz eski zaman kuşunun

Çünkü Kuzgun ruh hastasıdır! Hayalinde yarattıklarına kendisi de inanmakta ve doğru sanır. Marazi bir illizyon içindedir. Kendisini her zaman olayların ekseni görür. Bütün yaşamı kendisiyle, çevresiyle çatışma içindedir. Hiç bir zaman ruhsal dinginlik ve dengesini bulamamıştır. Asıl uğraşı olan oyunculuk da dahil her konuda sistemli bir bilgiden yoksundur. Sürekli Alevilik, marksizm ve ulusculuk arasında bocalar. Gerçekte ise, hiçbir şeye, hiç bir zaman inanmamıştır. Taptığı kendisidir. Tam derlenemeyen, yönlendirilemeyen taşkın çıkışları ile Ortaçağda örnekleri çok olan etkin bir meczuptur. Kendi hakkında yanlış değerlendirmeleri, hayallerini gerçek sanmak illeti ve marazi benlik gururu, onu sürekli tedirgin etmektedir. Yaşamda herkesi düşman görür. Çünkü öyle sanır ki, yaşam yolunda karşılaştığı insanları çürütmezse, kötülemezse kendisine yer kalmayacaktır. Ama gerçekte bir tek düşmanı vardır. O da, gene kendisidir!
İstemeyerek bana sataşmada söz konusu kimi özel olaylara değinmek zorundayım. Yine kendine özgü tümceleri ile Kuzgun, şöyle diyor: "On yedi kitap yazdığını söyleyen, hala neyin profu olduğunu açıklamayan, Avrupa'da Alevi Enstitüsü'nün baş mimarı ve ilk kurucusu olmakla övünen bu adam her paragrafta bilim adına cinayetler işliyor."
Bilim adına işlenen cinayetlerin ne olduğunu yukarda açıklamış bulunuyorum. Kitaplarım ortadır. Semahlar kitabımın arkasında yaşamöyküm ve çalışmalarım verilmiştir. Kuzgun, mesleğimi öğrenmek istiyorsa açıklayayım: Türkoloğum. Alevi Enstitüsünün somut taslağını ise Bremen'de çalışan değerli işçi dostum Ali Rıza Sevimli ile birlikte yazılı olarak ortaya koyan kişiyim. Ayrıca çeşitli üniversitelere girişimde bundum. Aynı konuyu başkaları da düşünmüş olabilirler. Bundan doğal ne olabilir? Toplumlarda kurumlar gereksinimlere göre ortaya çıkar. Yalnız, Kuzgun bunu neden şu anda oturduğu dala mal etmek istiyor? ve "Avrupa ya da Türkiye'de Alevi enstitüsü fikri biz....cıların tezidir. Bu enstitünün temelide harcıda Alevilerin insani değerleri ve işçi sınıfının bilim harcı ile kurulacaktır" diye yalancı pehlivanlık ediyor? Hayırlı bir girişime bencilce sahip çıkma gibi bir eğilimim bulunamaz. Kim istiyorsa buyursun, yapsın. Hem ben artık, Enstitü'ye genç kuşakların sahiplenmesi gerektiğine inanıyorum. Kuzgun'un beni "çocuk" görmesine karşın, doğal akış içinde, gençlerin beni aşmasını bekliyorum. Bunun hırçınlığını değil, mutluluğunu yaşıyorum. Uygarlık bir bayrak yarışıdır. Ancak Alevi bilim kurumu hakkında en çok söz söylemesi gereken doğrudan Alevilerin kendileridir. Bunlar ise Avrupa'da kurulan federasyonlar ve Türkiye Alevi örgütleridir. Kuzgun bu işi neden bindiği dala mal etmek ister? Ya yarın Kuzgun dal değiştirirse, ne olacak?[1]
Dağınık,başı bozuk yazıda nelerden söz edilmiyor ki? Sözgelimi boyalı basın deyimi geçiyor."
Boyalı basın" deyimi Türkiye'de bir dönemde çok kullanılmış bir deyimdi. O zamanlar, ciddi basın renksiz basılıyordu. Oysa şu anda bu kavram yıkılmıştır. Kuzgun'un yazdığı dergi de Nazilli basması gibi çok renkli çıkmaktadır. Ayrıca Kuzgun'a o veryansın ettiği boyalı basında, ya da benim peşimde koştuğunu söylediği televizyon kurumları ile Kültür Bakanlığı'nda -ki ben böyle bir şey söylemedim- küçük bir olanak verseler, acaba reddedebilir mi? (Yine Kuzgun bir suçlamada bulunuyor. Kültür Bakanının, TRT'nin, özel TV'lerin peşimde koştuğunu söylediğimi ileri sürüyor. Yukarda söylediğim gibi konuşmam videoya alınmıştır. "Günümüzde Alevilik sanat dalı olarak sinemada, resimde, televizyonda işlenmeli. Şu anda özel televizyonlar kurulmuştur. Bunlarda daha iyi çalışma ortamı vardır" dedim.)
Daha neler, neler karıştırılmıyor? Kimlerin adları geçmiyor? Ağabeyim, Ali Rıza Bozkurt Türk devletlerinde büyük işler aldığı için suçlanıyor. "Bu Fuat Bozkurt'un övünüp kendisine pay çıkartacağı bir "millisermaye" de değildir.Bush'un seçim finansörüdür" deniyor. "Fuat, Amerikan vatandaşlığına geçmenin yemin merasiminden habersiz" diye her konuda kulağının delik olduğunu vurgulamak istiyor. Yine bir kavram kargaşası yaratılıyor. Dünya yurttaşı kavramının yaygınlaştığı bir dönemde, çift yurttaş olmak mı suç sayılıyor?
Kuzgun ortalığı kırıp dökerken, ta Anadolu Hisarı'na kadar uzanmayı ve kıyıda sessiz duran evleri karıştırmayı da unutmuyor. Bu arada kendisine çok saygı duyduğumuz, aile dostumuz değerli Alevi bir politikacıyı gagalamayı da savsaklamıyor. Gıraklayarak değerli okurların böylesine argo sözler kullandığım için beni bağışlamalarını diliyorum. Ama ne söylediği iki üç kez okumadan anlaşılmayan bu tür tümceler için başka söz bulamıyorum şöyle haykırıyor "...'nin bir ikinci yalıyı 17 milyara alan bu adamın çaycısı olduğu söylenmektedir, ama bu Ali Rıza'nın ağzından "ben Aleviyim" sözcüğü de çıkmamıştır." Evet, ar ve haya damarları böylesine çatlamış bir kişiye yanıt vermenin üzüntüsünü yaşıyorum. Adını vermeyeceğim o  değerli kişi, Ali Rıza Bozkurt'un yalnızca, yakın dostudur. Acı ve tatlı günlerde ailemizle birlikte olmuştur. Ne münasebetle Ali Rıza Bozkurt'un çaycısı olsun? Ayrıca, bir Alevi'nin yalıda oturması eleştirilmek isteniyor. Öyle ya, "Alevilik çağın acılarına ve sancılarına ortak olmaktır, paylaşımcılıktır, sosyalistliktir." Alevilik yoksulluk demektir, Alevilik mağaralarda yaşamak demektir! Çağın güzel şeylerine ortak olmak, güzel şeyler üretmek, güzellikleri paylaşmak değildir! Peki, öyleyse, Kuzgun, yıllardır Avrupa'da ne arıyor? Kuzgun'a bir seçenek sunulsa nereyi seçer?
Evet, ortada bir tango oynanıyor. Yıllardır her telde oynayan kimi oyuncular bu kez de Alevilikte oynamak istiyorlar. Kimsenin istemi bizi ilgilendirmez, seyircisini bulan, istediği gibi oynar. Yalnız bizi afiş yaparak seyirci katılımı sağlamamak koşuluyla! Bizim bu taraklarda bezimiz yoktur, çünkü işimiz oyunculuk değildir, yaşamımız oyunculuğa bağlı değildir.
1992 yılının sonuna gelmiş bulunuyoruz. İki binlere uzanıyoruz. 47'lilerden bir kişi olarak kendimi yaşlı ve yorgun buluyorum. Ne devingen bir zaman diliminde yaşadık! Yüzlerce kavram kargaşasının içinde bunaldık. Ülkülerin, değerlerin değişimine tanık olduk. Kimlere karşı savaştık, kimler karşımıza çıkıyor? Kuzgun, kuzguncuklar... Yaşamda somut bir yapıt ortaya koyamayan asalaklar...Yaşımı eleştiri, saldırı üzerine kurulu Donkişotlar...
Herkesten uzak, sessizce yeni bir çalışmamı bitirmek isterken, yukardaki saldırıya uğradım.Şaşırdım. Bu zaman darlığında herşeyi bir yana bırakıp odamı düzenlemeye koyuldum. Yıkılan kitaplığı yerine koydum. Dağılan kitaplarımı topladım. Kitaplar arasından birden Edgar Allen Poe'dan seçmeler düştü. Bu yorgunluğumu ancak Poe giderebilirdi. Kuzgun'u bir kez daha okudum.O uzun, güzel şiirin son bölümleri sanki benim adıma, gerçek yaşamda odamı dağıtan Kuzgun'a sesleniyordu:

Kuş ya da zebani! diye haykırdım sıçrayarak,"busözün, ayrılış işareti olsun ikimize!
Döngeriye, fırtınaya ve ölümün Yeraltı Tanrısı sahiline!
Ruhunun söylediği o yalanın yadigarı olarak karabir tüy bırakma!
Yalnızlığımı bozma benim!.. Ayrıl kapımın üstündeki büstten!
Çıkar gaganı yüreğimden! Çekil,uzaklaş kapımdan!
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman"
Ve Kuzgun hiç kıpırdamayarak hâlâ oturuyor, hâlâ o oturuyor

Toplumda suyu bulandırmak isteyen gerçek Kuzgun odamın toplanışını, kanlı gözleri ile izliyor, kendi kendine "hiç bir zaman, hiç bir zaman..." diye söyleniyordu. Kuzgun av peşindeydi. Ortalarda dolaşacak, yüz yüze başka, toplum içinde başka kişilikler sergileyecekti. Çünkü Kuzgun'un sermayesi çok yüzlülüğe, ya da tümden yüzsüzlüğe dayanan oyunculuktu. Kişiyi çalışma odasında rahat bırakmayacak, saçma sapan suçlamalarla tartışma ortamına çekmeye zorlayacaktı. Onun başarısı bu olacaktı.




[1]Bu yazı, 1992 yılında yazıldı ve Almanya'da çıkan sınırlı okurlu bir Alevi dergisinde yayınlandı. Yazı lle, Türkiye Komünist Partisi -B kanadının Kervan dergisinde, hakkımda çıkan bir yazıya yanıt verildi. Dergi o sıralar Londra'da yayınlanıyordu. "İşçi sınıfı ile Aleviliğin musahipliği" gibi bir kuram yaratmıştı ve sürekli Alevi derneklerine sızmak istiyordu. "Kuzgun" diye andığımız kişi, solun yaklaşık tüm kanatlarını gezdikten sonra, bu dergide, derginin görüşleri doğrultusunda yazılar yazıyordu. Nejat Birdoğan'la ben derginin Alevi toplumu içine sızma çabasına karşı çıktığımız için dergi Kuzgun aracılığı ile bizi tırmalamaya başladı. Nejat Birdoğan, satır aralarında eleştiriliyordu. En sonunda 'Bilimde Son Tango' yazısı ile bana karşı açık saldırı başladı. İstemeye istemeye bu yazı ile yanıt vermek zorunda kaldım. Nejat Birdoğan, yazımı pek beğenmişti. Bir yazının ikinci kez yayınlanmasını sevmem. Bu yazı bir anlamda kendimle ve çevre ile hesaplaşmadır.  Bu nedenle hiç değiştirmeden uluslararası bu dergide yayınlanmasını istedim. On yıl sonra yazının dilini ağır bulduğumu söylemeliyim. Sıcağı sıcağına yazıldığı için kimi keskin sözcükler kullanılmış. Şimdi yazsam, daha başka sözcükler seçerdim. Okurdan bu nedenle özür diliyorum. Kim için yazıldığını on yıl önce bildirmedim, şimdi de bildirmeyeceğim. Yalnız on yıl içinde yazıda hedef olan kişinin ne gibi yol kat ettiğini belirtmek istiyorum. Kuzgun'un Kervan dergisi ile ve TKP ile yoldaşlığı da uzun sürmedi. Bir süre sonra dergiden koptu. "Kürdistan Aleviler Birliği" diye bir örgütün içinde yer aldı. Bu dönemde, eskiden yazdıklarını tümden yadsıyan şoven yazılar, kitapçıklar yazdı. (Kimi et kafalar da yazık ki, Kuzgun'un yazdıkları doğru bir şeymiş gibi, sağda solda işledi: konferanslarda anlattılar!) Kuzgun, daha önceleri "ben ne Türk, ne Kürdüm, Zaza dilli Aleviyim" derken tümüyle kendini Kürt milliyetçiliğine kaptırdı. Kendine göre kuramlar üretmeye başladı. Ardından PKK'nın kurduğu Kürt Parlamentosuna, Kürt Alevileri temsilen girdi. Kendi kendisi ile çelişir yazılar yazdı. Ben kendisini hep Said-i Nursi’ye benzetirdim, gerçekten tam bir Alevi Said-i Nursi'si oldu. Bu yazı şu anda kimlik arayışı içinde bocalayan birileri için de geçerlidir!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder