KUZGUN
Fuat Bozkurt
Edgar Allan Poe, Amerikan
yazının olduğunca, dünya yazının da ustalarındandır. Dünya yazınında kısa
öykünün dörtbaşı bayındır ilk örneklerini veren odur. Dünya yazını arasında
yerini almış şiirleri büyük değer taşır. Türkiye'de okul kitaplarına da giren
Annabell Lee şiirinden başka Çanlar ve Kuzgun en ünlü şiirleridir. Türkçeye
eskilerde çevrildiği için dili eskimiş olan Kuzgun şiirini ben de pek severim.
Kimileyin, geceleri çalışma odamda kitaplar arasında didişirken dinlenmek için
okuduğum olur. Bir gece çalışma odamda yorgun çalışmalarımın arasında birden
bire bu şiiri yaşadım. Sevgili İlhan Selçuk'un söylediği gibi paylaşım
mutluluğun bereketidir. Acıları paylaşmak ise acıyı azaltır. Dostlarla acı mı,
tatlı mı olduğunu bilmediğim duygularımı paylaşmak istiyorum.
Issız bir geceyarısı, üzgün ve bitkin,
düşünürken derin derin
Okunup da unutulan eski tuhaf, garip
kitaplar üzerinde
Uyuklar gibi düştüğü zaman başım, hafifçe
vuruldu ansızın...
Sanki biri çekinerek vuruyor, vuruyordu
kapısını odamın...
Bir konuk olacak, diye söylendim, çalan
kapısını odamın.
Odur ancak, başka bir şey değil.
Benim
odamın kapısı vurulmuyor, tekmeleniyordu. Pencereler taşlanıyordu. "Kuzgun
olacak bunu yapan, başka kimse değil!" diye söylendim. Çünkü beni çalışma
odamdan çıkarmak, kendisini karşıma almamı sağlamak istiyordu. Bununla da
yetinmeyecek, biraz sonra bütün kitaplarımı birbirine katacak, uzakta yakında
kimi görmüşse, adını duymuşsa gagalayacak, tırmalayacaktı. Hitchcock'un
"Kuşlar" filmini anımsatan bu çılgın saldırının nedeni neydi? Sözde
nedeni, ekim ayında Berlin'de yaptığım bir konuşmaydı."Elbette, tarih
sahnesinde yaşayan her canlı eleştirilmeli. Fakat ölçü işçi sınıfının bilimi
olmalıydı." Şimdi, tarih sahnesinde yaşayan canlı Kuzgun, işçi sınıfı bilimi
adına söz konusu konuşmamı eleştiriyordu. Saldırı, Kuzgun'un düzeyine yakışır
bir biçimdeydi:
Takındığı mağrur, vakur, sert ve haşin
çehredeki azametiyle
Bu kapkara kuş, biraz sonra çevirdi hazin
hülyamı tebessüme:
"Gerçi sorgucun yolunmuş, kırpılmış"
dedim "belliki hiç korkmuyorsun
Çıkıp gelmekten ölümün sahilinden, korkunç
iğrenç, kart Kuzgun!"
Bilimsel
bir konuşma yapılmışsa, buna bilimsel yanıt verilmesi gerekmez miydi? Kimi özel
söyleşilerden uzaklaşılmaz mıydı? Bir kaç kişi arasında geçen konuşmalar
mahalle dedikodusu sayılıp bırakılmaz mıydı? Ama hayır, bu olmadı, olamazdı.
Çünkü Kuzgun yaşına, başına düzeyine yakışır saldırıyı yapacaktı. Onun
yükselmesi için bütün insanların küçülmesi gerekirdi. Herkes yanlış yapmalıydı.
Doğruyu bulan kişi o olacaktı. Kuzgun'un asıl amacı da bu. Salt bana değil, o
yazısında, konuşmayla, hatta Alevilikle ilgisi olmayan bir dizi insana hakaret
ediliyor, küçük görülüyor. Çünkü Kuzgun için büyük oynamak söz konusudur.
Toplumda emeği ile kazanamadığı, ulaşamadığı şeyleri gagalamak, pençelemek,
kırıp dökmek Kuzgunun sanatıdır. Bunu yaparken de kendine belli bir misyon
yükler. Daldan dala konar. Her konduğu dalın, en büyük, en güçlü, en doğru
olduğunu söyler. Ama kısa süre sonra o daldan uzaklaşınca, eski oturduğu dalı
yerden yere vurur. Bunu yaparken de bir misyon içindedir. Her defasında her
zaman kendi yaptıkları doğrudur.
Beni ortam
bir kez Kuzgun'la bir araya getirdi. Bunun ardından kulaktan duyduğu, kimi
basın organlarından okuduğu, yarısı gerçek, yarısı yanlış; donanımı ile
saldırıya geçti. Zaten konuşmamı dinlemeye gelirken de bu amaçla gelmişti. İstemeyerek
Kuzgun'a zaman ayırmak zorunda kaldım. Çünkü saldırı salt beni değil, ocağımı,
çevremi de içine alıyordu. Önce işçi sınıfının ve Aleviliğin savunucusu Kuzgun'un
bilimsel eleştirilerine kısaca göz atalım:
Fakat Kuzgun, kendi kendine oturarak o
sükin büstün üstüne
Söyledi yalnız o üç kelimeyi; sanki bu
kelimelerle döktü bütün ruhunu.
Her şeyden
önce benim konuşmam banda alınmıştır. Ne söyleyip, ne söylemediğim ortadadır.
Bir yanlış yapılmışsa düzeltilir. Kendi yanlışını görmek ve düzeltmek kişiyi
küçültmez, yüceltir. Kuzgun, konuşmamdan üç sav almış ve bunları yanlış olarak
göstermiş (Yazık ki, Kuzgun'un yazısından sınırlı alıntı yapmak zorundayım.
Çünkü, Kuzgun yazı yazmasını bimiyor.Tümceleri bozuk. Kuzgun tam anlamıyla
gagalıyor. Ve kimi yayın organları da bunlardan medet umarak çevreyi gagalama
olanağı veriyor!)
1. Şii
hareketi Arap Milliyetçiliğine karşı bir direniştir.
2. Osmanlının
kuruluş aşamasında Aleviler GAVURLARA hücumda yer alırlar (Bu tümce olduğu gibi
Kuzgun'undur.)
3.Ebu
Müslüm-i Horasani bir katildir.
Sözde,
benden seçtiği, bu savlara karşı şu yanıtları getiriyor:
"1.Sünni
Şii ayrımı ortaya çıktığında "millet" yoktu ki, Şia Arap milliyetçiliğine!
karşı ortaya çıkmış olsun."
Her yönü
ile boyutsuzluğun, olayların kökenlerine inememenin en derin izleri sinmiş
yazıya. Yazının biçemi de Kuzgun'un ruhunu yansıtıyor. Kökende "biçem,
kişinin aynasıdır" diye bir söz vardır. Ben, öncelikle Alevilikle İran Şiilliği
hareketini birbirinden ayırmak için bu savı getirdim. Hangi düşünce sisteminin
nereden etkilendiğini, dilimin yettiğince açıklamaya çalıştım. Kimi tarihsel
kanıtlar verdim. Sözgelimi, 2.Halife Ömer döneminde Arap olmayan uluslarla,
Araplar arasında ayrımlar başladığını söyledim. Emevi Arapların İran ve
Türkistan içlerine yayılmalarında yerli halklara korkunç baskılar yaptıklarını
bildirdim. Farsların, Kur'anı Farsça okuma konusunda direndiklerini anlattım. Şimdi
aynı savları yineliyorum. Savlarıma tanık olarak Gibb'in "Orta Asyada Arap
Füttuhatı, çev.M. Hakkı İstanbul 1930" kitabını tanık gösteriyorum.
Kuzgun, eski basım kitapları bulamaz göremez diyelim, en basitinden Sayın İlhan
Arsel'i salık veriyorum. Ya da Doç. Dr. Bahriye Üçok'un İslam Tarihi
Emeviler-Abbasiler Ankara 1983 adlı kitabına göz atmasını diliyorum.
Kuzgun,"Osmanlıların
kuruluş aşamasında Aleviler nasıl Hanefilerle bir olup da "gavura"
saldırabilirler!" diyor ve hemen ardından duygu sömürüsü yapan satırlara
girişiyor. Kuzgun av peşindedir!
Öncelikle
ben Osmanlıların kuruluş aşamasında Alevilerin de katkıları bulunduğunu ve ilk
Osmanlıların katı Sünni olmadıklarını -büyük olasılıkla Şamanik inançlı olduklarını- söyledim. Osman Bey'in adının Yunan
kaynaklarında" Ataman" olarak geçtiğini bildirdim. Bu savların doğru
olmadığını ve Kuzgun'un haklı olduğunu varsayalım. Peki, Osman Bey'in Şeyh
Edebali'nin kızı ile evli olduğunu ve Şeyh Edbali'nin Hacı Bektaş'ın en yakın
arkadaşı olduğunu nasıl açıklayacağız? Abdal Musa'nın Bursa'nın alınmasında
savaştığını inkar mı edeceğiz? Alevi büyüğü Kızıldeli Sultan'ın mezarının
şimdiki Yunanistan toprakları içindeki Dimetoka'da, Gül Baba'nın mezarının
Macaristan'ın başkenti Budapeşte'de olmasına ne diyeceğiz? Bilimsel kanıt
gerekiyorsa Vakıflar Dergisi 1942'de yayınlanan Ömer Lütfi Barkan'ın "Kolonizatör
Türk Dervişleri" yazısını gösterebilirim. Ahmet Yaşar Ocak'ın Babailer İsyanı,
İstanbul 1980 doktora çalışmasına ne diyebilir? Bu doktora çalışması dünyadaki
Aleviliğin en büyük uzmanı Prof. Dr.İrene Melikoff'un yanında yapılmıştır.
Benim bu
savlarıma karşı Kuzgun şöyle gıraklıyor: "Fuat çocuğu ne yapmak istiyor?
Neden işçi sınıfının bilimini temel almıyor ve niçin Aleviliği Muhammed-Ali
sevgisinden, Hüseyin'in İhtilalciliğinden koparıyor? Neden Anadolu Aleviliğini
günümüz Şialığının ve Sünniliğin Reddiyesi olarak görmüyor?"
Benim
savım ile, Kuzgun'un kişiliğine yakışan bu gıraklamalar arasında ne ilgi var?
Hem, Kuzgun, yazısında 1.savıma yanıt verirken Şiiliği Hz.Ali ile-kendi deyimi
ile-Kırklar illegalitesine bağlanmıyor muydu?
Üstelik
ben Anadolu Aleviliğini sürekli İran Şiiliğinden ayırmaya çalışıyorum. Aradaki
ayrımları koyuyorum. Açık ve kesin biçimde "kökeni nereden gelirse gelsin
Alevilik bütün Anadolu'nun malıdır, Anadolu'ya özgüdür" diyorum.
Kitaplarım ortadadır. Bu sözlerime aykırı bir tümce bulunmaz.
Başlıktaki
eleştiride de gerçek şudur: Ben Ebu Müslüm katil olduğunu söylemedim. Sürekli,
amaçlı olarak Ebu Müslüm'ün ulusu sorusu üzerinde tartışma çıkarılmak
isteniyordu. "Ebu Müslüm'ün kesin olarak ulusunu söylemek olanaksız.
Arap, Türk, Fars ve Kürt olduğu ileri sürülüyor. O Ama benim inancıma göre
Fars kökenli olmalıdır. Yalnız anlayamadığım bir yan var. Neden bu ölçüde köken
üzerinde yoğunlaşıyorsunuz? Bir insan katilse, babanız bile olsa katildir. Bir
insan iyi ise bütün insanlığın malıdır. Herkes onunla övünür" içeriğinde
açıklama getirmek istedim. Konuşmanın akışı içinde bu savlarımdan Ebu Müslüm
katildir biçiminde bir anlaşılma çıktı. Ben orda defalarca yineleyerek bu
yanlış anlaşılmayı düzelttim. Bunu Kuzgun kendisi de yazısında söylüyor. Peki,
konuşmanın akışı [içinde yanlış bir sav ileri sürülmüş bile olsa, düzeltilmiş
bir yanlışı yazıda yinelemenin ne anlamı var? Ve ardından gelen şu tümcelere
bakın:"Elbette tarih sahnesinde yaşayan her canlı eleştirilmeli. Fakat
ölçü işçi sınıfının bilimi olmalı. Fuat, Alevileri işçi sınıfından koparmak
isteyen bir TANGOCUDUR."
Önce şu
işçi sınıfının bilimi ne? Benim yukardaki savlarımla ne ilgisi var? Üstelik hiç
kimsenin istemesiyle bir toplum, şu ya da bu sınıftan kopmaz, kopamaz. O kopuşu
toplumun koşulları belirler. Ayrıca ben, en küçük biçimde böyle bir yorumda,
istektede bulunmadım. "Günümüzdeki Alevi toplumu 1950'lerdeki Alevi
toplumu değildir. Artık Aleviler arasından büyük zenginler çıkmıştır"
dedim. Somut durum bu değil midir? Ve şu anda Aleviler arasından holding
sahipleri yok mudur? Herkes seçiminde özgür değil midir? Dünyadaki bütün
canlıların Kuzgun'a benzemesi mi gerekir?
Kuzgun
biçemiyle, sözcükleriyle tümden saldırıya geçmiştir. Bilimadına yazdığı bir
yazıda nasıl sesleneceğini bilmez, bilmek istemez. Ben Kuzgun ile ne zamandan
beri senlibenliyim? Bir dergide yer alan yazıda ne hakla önadımla seslenme
senlibenliliğini kendinde bulur? "Fuat çocuk" diye küçümser? Bu
çılgın saldıralar salt bana da yapılmaz. Sözgelimi "Yalçın Minumum"
diye Yalçın Küçük'e hakaret edilir. Adlarını vermeyeceğim bir dizi kişi yaylım
ateşe tutulur. Niçin bu böyledir?
Düşünerek ne demek istediğini bu uğursuz
eski zaman kuşunun;
Bu çirkin, iğrenç, kuru ve uğursuz eski
zaman kuşunun
Çünkü
Kuzgun ruh hastasıdır! Hayalinde yarattıklarına kendisi de inanmakta ve doğru
sanır. Marazi bir illizyon içindedir. Kendisini her zaman olayların ekseni
görür. Bütün yaşamı kendisiyle, çevresiyle çatışma içindedir. Hiç bir zaman
ruhsal dinginlik ve dengesini bulamamıştır. Asıl uğraşı olan oyunculuk da dahil
her konuda sistemli bir bilgiden yoksundur. Sürekli Alevilik, marksizm ve
ulusculuk arasında bocalar. Gerçekte ise, hiçbir şeye, hiç bir zaman
inanmamıştır. Taptığı kendisidir. Tam derlenemeyen, yönlendirilemeyen taşkın
çıkışları ile Ortaçağda örnekleri çok olan etkin bir meczuptur. Kendi hakkında
yanlış değerlendirmeleri, hayallerini gerçek sanmak illeti ve marazi benlik
gururu, onu sürekli tedirgin etmektedir. Yaşamda herkesi düşman görür. Çünkü öyle
sanır ki, yaşam yolunda karşılaştığı insanları çürütmezse, kötülemezse
kendisine yer kalmayacaktır. Ama gerçekte bir tek düşmanı vardır. O da, gene
kendisidir!
İstemeyerek
bana sataşmada söz konusu kimi özel olaylara değinmek zorundayım. Yine kendine özgü
tümceleri ile Kuzgun, şöyle diyor: "On yedi kitap yazdığını söyleyen, hala
neyin profu olduğunu açıklamayan, Avrupa'da Alevi Enstitüsü'nün baş mimarı ve
ilk kurucusu olmakla övünen bu adam her paragrafta bilim adına cinayetler
işliyor."
Bilim
adına işlenen cinayetlerin ne olduğunu yukarda açıklamış bulunuyorum.
Kitaplarım ortadır. Semahlar kitabımın arkasında yaşamöyküm ve çalışmalarım
verilmiştir. Kuzgun, mesleğimi öğrenmek istiyorsa açıklayayım: Türkoloğum.
Alevi Enstitüsünün somut taslağını ise Bremen'de çalışan değerli işçi dostum
Ali Rıza Sevimli ile birlikte yazılı olarak ortaya koyan kişiyim. Ayrıca
çeşitli üniversitelere girişimde bundum. Aynı konuyu başkaları da düşünmüş
olabilirler. Bundan doğal ne olabilir? Toplumlarda kurumlar gereksinimlere göre
ortaya çıkar. Yalnız, Kuzgun bunu neden şu anda oturduğu dala mal etmek
istiyor? ve "Avrupa ya da Türkiye'de Alevi enstitüsü fikri biz....cıların
tezidir. Bu enstitünün temelide harcıda Alevilerin insani değerleri ve işçi
sınıfının bilim harcı ile kurulacaktır" diye yalancı pehlivanlık ediyor?
Hayırlı bir girişime bencilce sahip çıkma gibi bir eğilimim bulunamaz. Kim
istiyorsa buyursun, yapsın. Hem ben artık, Enstitü'ye genç kuşakların
sahiplenmesi gerektiğine inanıyorum. Kuzgun'un beni "çocuk" görmesine
karşın, doğal akış içinde, gençlerin beni aşmasını bekliyorum. Bunun
hırçınlığını değil, mutluluğunu yaşıyorum. Uygarlık bir bayrak yarışıdır. Ancak
Alevi bilim kurumu hakkında en çok söz söylemesi gereken doğrudan Alevilerin
kendileridir. Bunlar ise Avrupa'da kurulan federasyonlar ve Türkiye Alevi
örgütleridir. Kuzgun bu işi neden bindiği dala mal etmek ister? Ya yarın Kuzgun
dal değiştirirse, ne olacak?[1]
Dağınık,başı
bozuk yazıda nelerden söz edilmiyor ki? Sözgelimi boyalı basın deyimi
geçiyor."
Boyalı
basın" deyimi Türkiye'de bir dönemde çok kullanılmış bir deyimdi. O
zamanlar, ciddi basın renksiz basılıyordu. Oysa şu anda bu kavram yıkılmıştır.
Kuzgun'un yazdığı dergi de Nazilli basması gibi çok renkli çıkmaktadır. Ayrıca
Kuzgun'a o veryansın ettiği boyalı basında, ya da benim peşimde koştuğunu
söylediği televizyon kurumları ile Kültür Bakanlığı'nda -ki ben böyle bir şey
söylemedim- küçük bir olanak verseler, acaba reddedebilir mi? (Yine Kuzgun bir
suçlamada bulunuyor. Kültür Bakanının, TRT'nin, özel TV'lerin peşimde koştuğunu
söylediğimi ileri sürüyor. Yukarda söylediğim gibi konuşmam videoya alınmıştır.
"Günümüzde Alevilik sanat dalı olarak sinemada, resimde, televizyonda
işlenmeli. Şu anda özel televizyonlar kurulmuştur. Bunlarda daha iyi çalışma
ortamı vardır" dedim.)
Daha
neler, neler karıştırılmıyor? Kimlerin adları geçmiyor? Ağabeyim, Ali Rıza
Bozkurt Türk devletlerinde büyük işler aldığı için suçlanıyor. "Bu Fuat Bozkurt'un övünüp kendisine pay
çıkartacağı bir "millisermaye" de değildir.Bush'un seçim
finansörüdür" deniyor. "Fuat,
Amerikan vatandaşlığına geçmenin yemin merasiminden habersiz" diye her
konuda kulağının delik olduğunu vurgulamak istiyor. Yine bir kavram kargaşası
yaratılıyor. Dünya yurttaşı kavramının yaygınlaştığı bir dönemde, çift yurttaş
olmak mı suç sayılıyor?
Kuzgun
ortalığı kırıp dökerken, ta Anadolu Hisarı'na kadar uzanmayı ve kıyıda sessiz
duran evleri karıştırmayı da unutmuyor. Bu arada kendisine çok saygı
duyduğumuz, aile dostumuz değerli Alevi bir politikacıyı gagalamayı da savsaklamıyor.
Gıraklayarak değerli okurların böylesine argo sözler kullandığım için beni
bağışlamalarını diliyorum. Ama ne söylediği iki üç kez okumadan anlaşılmayan bu
tür tümceler için başka söz bulamıyorum şöyle haykırıyor "...'nin bir ikinci yalıyı 17 milyara alan bu adamın çaycısı
olduğu söylenmektedir, ama bu Ali Rıza'nın ağzından "ben Aleviyim"
sözcüğü de çıkmamıştır." Evet, ar ve haya damarları böylesine çatlamış
bir kişiye yanıt vermenin üzüntüsünü yaşıyorum. Adını vermeyeceğim o değerli kişi, Ali Rıza Bozkurt'un yalnızca,
yakın dostudur. Acı ve tatlı günlerde ailemizle birlikte olmuştur. Ne
münasebetle Ali Rıza Bozkurt'un çaycısı olsun? Ayrıca, bir Alevi'nin yalıda
oturması eleştirilmek isteniyor. Öyle ya, "Alevilik çağın acılarına ve
sancılarına ortak olmaktır, paylaşımcılıktır, sosyalistliktir." Alevilik
yoksulluk demektir, Alevilik mağaralarda yaşamak demektir! Çağın güzel
şeylerine ortak olmak, güzel şeyler üretmek, güzellikleri paylaşmak değildir!
Peki, öyleyse, Kuzgun, yıllardır Avrupa'da ne arıyor? Kuzgun'a bir seçenek
sunulsa nereyi seçer?
Evet,
ortada bir tango oynanıyor. Yıllardır her telde oynayan kimi oyuncular bu kez
de Alevilikte oynamak istiyorlar. Kimsenin istemi bizi ilgilendirmez,
seyircisini bulan, istediği gibi oynar. Yalnız bizi afiş yaparak seyirci
katılımı sağlamamak koşuluyla! Bizim bu taraklarda bezimiz yoktur, çünkü işimiz
oyunculuk değildir, yaşamımız oyunculuğa bağlı değildir.
1992
yılının sonuna gelmiş bulunuyoruz. İki binlere uzanıyoruz. 47'lilerden bir kişi
olarak kendimi yaşlı ve yorgun buluyorum. Ne devingen bir zaman diliminde
yaşadık! Yüzlerce kavram kargaşasının içinde bunaldık. Ülkülerin, değerlerin
değişimine tanık olduk. Kimlere karşı savaştık, kimler karşımıza çıkıyor?
Kuzgun, kuzguncuklar... Yaşamda somut bir yapıt ortaya koyamayan
asalaklar...Yaşımı eleştiri, saldırı üzerine kurulu Donkişotlar...
Herkesten
uzak, sessizce yeni bir çalışmamı bitirmek isterken, yukardaki saldırıya
uğradım.Şaşırdım. Bu zaman darlığında herşeyi bir yana bırakıp odamı
düzenlemeye koyuldum. Yıkılan kitaplığı yerine koydum. Dağılan kitaplarımı
topladım. Kitaplar arasından birden Edgar Allen Poe'dan seçmeler düştü. Bu
yorgunluğumu ancak Poe giderebilirdi. Kuzgun'u bir kez daha okudum.O uzun,
güzel şiirin son bölümleri sanki benim adıma, gerçek yaşamda odamı dağıtan
Kuzgun'a sesleniyordu:
Kuş ya da zebani! diye haykırdım
sıçrayarak,"busözün, ayrılış işareti olsun ikimize!
Döngeriye, fırtınaya ve ölümün Yeraltı
Tanrısı sahiline!
Ruhunun söylediği o yalanın yadigarı olarak
karabir tüy bırakma!
Yalnızlığımı bozma benim!.. Ayrıl kapımın
üstündeki büstten!
Çıkar gaganı yüreğimden! Çekil,uzaklaş
kapımdan!
Dedi Kuzgun: "Hiçbir zaman"
Ve Kuzgun hiç kıpırdamayarak hâlâ oturuyor,
hâlâ o oturuyor
Toplumda
suyu bulandırmak isteyen gerçek Kuzgun odamın toplanışını, kanlı gözleri ile
izliyor, kendi kendine "hiç bir zaman, hiç bir zaman..." diye
söyleniyordu. Kuzgun av peşindeydi. Ortalarda dolaşacak, yüz yüze başka, toplum
içinde başka kişilikler sergileyecekti. Çünkü Kuzgun'un sermayesi çok yüzlülüğe,
ya da tümden yüzsüzlüğe dayanan oyunculuktu. Kişiyi çalışma odasında rahat
bırakmayacak, saçma sapan suçlamalarla tartışma ortamına çekmeye zorlayacaktı.
Onun başarısı bu olacaktı.
[1]Bu yazı, 1992 yılında yazıldı ve Almanya'da
çıkan sınırlı okurlu bir Alevi dergisinde yayınlandı. Yazı lle, Türkiye Komünist
Partisi -B kanadının Kervan dergisinde, hakkımda çıkan bir yazıya yanıt
verildi. Dergi o sıralar Londra'da yayınlanıyordu. "İşçi sınıfı ile
Aleviliğin musahipliği" gibi bir kuram yaratmıştı ve sürekli Alevi
derneklerine sızmak istiyordu. "Kuzgun" diye andığımız kişi, solun
yaklaşık tüm kanatlarını gezdikten sonra, bu dergide, derginin görüşleri doğrultusunda
yazılar yazıyordu. Nejat Birdoğan'la ben derginin Alevi toplumu içine sızma
çabasına karşı çıktığımız için dergi Kuzgun aracılığı ile bizi tırmalamaya başladı.
Nejat Birdoğan, satır aralarında eleştiriliyordu. En sonunda 'Bilimde Son
Tango' yazısı ile bana karşı açık saldırı başladı. İstemeye istemeye bu yazı
ile yanıt vermek zorunda kaldım. Nejat Birdoğan, yazımı pek beğenmişti. Bir yazının
ikinci kez yayınlanmasını sevmem. Bu yazı bir anlamda kendimle ve çevre ile
hesaplaşmadır. Bu nedenle hiç değiştirmeden
uluslararası bu dergide yayınlanmasını istedim. On yıl sonra yazının dilini ağır
bulduğumu söylemeliyim. Sıcağı sıcağına yazıldığı için kimi keskin sözcükler
kullanılmış. Şimdi yazsam, daha başka sözcükler seçerdim. Okurdan bu nedenle
özür diliyorum. Kim için yazıldığını on yıl önce bildirmedim, şimdi de
bildirmeyeceğim. Yalnız on yıl içinde yazıda hedef olan kişinin ne gibi yol kat
ettiğini belirtmek istiyorum. Kuzgun'un Kervan dergisi ile ve TKP ile yoldaşlığı
da uzun sürmedi. Bir süre sonra dergiden koptu. "Kürdistan Aleviler Birliği"
diye bir örgütün içinde yer aldı. Bu dönemde, eskiden yazdıklarını tümden yadsıyan
şoven yazılar, kitapçıklar yazdı. (Kimi et kafalar da yazık ki, Kuzgun'un yazdıkları
doğru bir şeymiş gibi, sağda solda işledi: konferanslarda anlattılar!) Kuzgun,
daha önceleri "ben ne Türk, ne Kürdüm, Zaza dilli Aleviyim" derken
tümüyle kendini Kürt milliyetçiliğine kaptırdı. Kendine göre kuramlar üretmeye
başladı. Ardından PKK'nın kurduğu Kürt Parlamentosuna, Kürt Alevileri temsilen
girdi. Kendi kendisi ile çelişir yazılar yazdı. Ben kendisini hep Said-i Nursi’ye
benzetirdim, gerçekten tam bir Alevi Said-i Nursi'si oldu. Bu yazı şu anda
kimlik arayışı içinde bocalayan birileri için de geçerlidir!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder