Yayında Olan Eserlerim

4 Eylül 2017 Pazartesi

Adım Adım Türk Elleri 4: Gence

Soluk Kesen Bozkırlar
         Üç gündür Türkistan'dan çağrı bekliyorum gelmiyor. Artık bekleyemeyeceğim. Ne pahasına mal olursa olsun Türkistan'a doğru yola çıkacağım. Akşam üzeri rüşvet vererek bir vapur bileti aldık. Gece 24'te Tükmenistan'a doğru vapur kalkıyor. Bundan sonra Alma- Ata'ya değin sürecek vizesiz yolculuğum başlıyor. Şimdiye değin yaklaşık tüm araştırma gezilerim bi­raz maceralı oldu. Araştırma gezilerinde başıma bin bir belâ açacak yöntemlere başvururum. Bu huyumu İran ve Afganistan gezilerinden çok iyi bilen Fotoğrafçı dostum Oğuz Aktan, Ankara'da Ulusoy otobüsüne bindirirken, sıkı sıkı öğütledi. "Aman Fuat, Sovyetler İran'a, Afganistan'a benzemez. Sakın izinsiz yerlere girme. Başına iş açma." Sanırım kendisi de bi­liyordu bu öğütlerin bir işe yaramayacağını ama söylemekten edemiyordu. Şimdi toplam altı bin km. sürecek maceralı yol­culuk başlıyordu. Dev bir yolcu vapurunun dört kişilik lüks kamarasındayım. Üç Rus subayla birlikteyim. İçlerinden biri biraz Almanca biliyor. Bu yarım yamalak Almanca ile an­laşmaya başlıyoruz. İkisinin adı Şasa, biri Sergey. Albay rüt­besindeki büyük Şasa'nın yaşı kırkın üstünde. Beş yıl Afganistan'da savaşmış. İki kez ağır yara almış. Aylarca ölümle didişmiş. Şimdi sırtında o günlerin yara izlerini taşı­yor. Tam anlamıyla, savaştan nefret eden yiğit bir savaşçı. Büyük bir kitap tutkunu. Yanımda bulunan kitaplarımdan bir seri imzalatıyor. Kitaplığımda saklayacağım. Eşim pek se­vinecek" diyor. Bir şişeyi açarken Almanca bir tümce yuvarlı­yor: "Wir machen alles zusammen bis morgen " 'Her şeyi sa­baha dek birlikte yapıyoruz'. Aynı tümceyi ben de yineliyo­rum. Yağ gibi akan Moskova votkasını yudumlamaya başlıyo­ruz. Bir su bardağına doldurulan votkayı sırası ile dolaştırı­yoruz. Tuza bandığımız domatesi meze yapıyoruz. Baku'nun ışıkları gidirek uzaklaşıyor. Vapur hareket etmiştir. Bir ara vapurun yolcu bölümüne geçiyorum. Koltuklara yığılmış yüz­lerce yolcu uyuklamaya çalışıyorlar. Banyo tuvalet tümü ber­bat. İyiden iyiye alkol bünyemizi sarmıştır. Bir hava almak için vapurun güvertesine çıkıyoruz. Hazar bir çarşaf gibi önü­müzde serili. Nefis bir yel esiyor. Hazar türklerinin adını verdikleri bu koca iç deniz Türk yaşamında söylencelerin, ge­leneklerin denizi. Bir Türk töresine göre Türkler Hazar'a ulaş­tıklarında el basıyorlar. Bu olay kutsal sayılıyor. Nitekim 1974 yılında İran Araştırma gezisi sırasında ben de bu töreyi yerine getirerek Hazar'a el basmış ve bunu fotoğrafla belge­lemiştim. Şimdi o deniz'i boylu boyunca aşıyordum. Nazım'ın ünlü şiirine konu olan denizi. Boynuma havlu atıyor büyük Şasa "çok kötü çarpar bu yer insanı" diyor. Açık havada biraz açılıyoruz. Birer çay gçiyiroz. Bir şişe votka da ben almak is­tiyorum. Şimdilerde Sovyetlerde her şey karaborsada. Yedi Rublelik vodka karaborsada 25 ruble (1 dolar) gerçi bu bana etki etmiyor, ama Rus savaşçıların gönülleri bir türlü böyle­sine pahalı vodka almama razı olmuyor. İçki söyleşisi saat üçe kadar sürüyor. Artık iyiden iyiye yorgunuz ve kamara­daki yataklarımıza sızmışız. Sabah saat yedi. Büyük Saşa uyartıyor. "Her şeyi birlikte yapıyoruz" Yine birer bardak votka. "Aman aç karnına bu olar mu" diyecek oluyorum. Bardağı elime tutuşturuyor "Sen anlamazsın, iç. Böylece açı­lacaksın" diyor. Dediğini yapıp bardağı yuvarlıyorum. Gerçekten bu iyi geliyor. Ardından iyi bir kahvaltı yapıyo­ruz. Hazar üzerine sabah güneşi doğmuştur. Baku'daki kap kara Hazar görüntüleri gerilerde kalmıştır. Şimdi Hazar masmavi önümüzde uzanmaktadır. Vapur arkada beyaz bir iz bırakarak denizi yarıp ilerlemektedir. Uzaklarda dağlar se­çilmektedir. Hazar'ın doğu sahillerine yaklaşıyoruz.
         Rusça Krasnovodsk, eski adı Şah Gadem, Türkçesi Kızılsu. Kafkasları, Türkistan'a bağlayan liman kentinin adı. Burası kayalar içine oyulmuş kartal yuvasını anımsatıyor. Bakımsız, döküntü gibi bir yer. Şehirde hemen hiç ağaç yok. Tüm uğraşlara karşın bir türlü gelişememiş bir Türkmen şehri. Türkmen şehri dedim ya Türkmen şehri falan değil. Yönetim olarak Türkmenistan'a bağlı bir il merkezi. Yoksa yetmiş iki halkın tümü ile karşılaşmak olanaklı. Burda akşam treni ile Aşkabad'a gideceğim. Ordan yolculuk sürecek.
         Krasnovodsk'ta Azerbeycan'daki ulasal ruh bitmiş durum­da. Tam kozmopolit bir ruh egemen. Herkes kendi işine bakı­yor. Basit bir tren istasyonu ve karşısında lüks bir lokanta var. Burası şehir merkezi oluyor. 72.000 kişini yaşadığı bir yerleşim merkezi. Çarlık döneminde sürgün yeri. Türk tari­hindeki Fizan gibi bir işlevi olmuş. Şehir merkezinde bir Lenin heykeli ve altında bir yazı "Sen bizim bayrağımızsın". Oysa Gürcistan'da Lenin tümden silinmişti. Azerbeycan'da sessiz bekleyişteydi. Türkmenistan'da Lenin ayakta. Büyük olasılıkla bu ayakta kalma biraz da korkuya dayanıyor. Şimdilik kimse bir şey demiyor. Bakalım günler ne gösterecek havası içinde herkes suskun, temkinli bekliyor. Türkmenler Rus boyunduruğuna çok zor girmişler. Onların boylar biçimin­deki örgütlü göçebe yaşamlarınin bu direnişte büyük payı ol­muş. Günümüze dek gelen (Çavdar, İmrili, Yomut, Göklen, Teke, Sarık, Salur, Ensarı adlı) önemli 8 Türkmen boyu var. Boylar da kendi içlerinde oymaklara ayrılıyorlar. Geçmişte düzenli bir göçebe toplum düzeni kurmuşlar. Ama birbirleri ile de savaştan geri kalmamışlar. Ruslar gelip kapıya dayanınca boylar biçiminde savaşmışlar. Düzenli çarlık ordusuna karşı küçük boyların savaşçıları dayanamamış. Zor ve acılı yıllar geçirmişler. Sonunda Rus boyunduruğuna boyun eğmek zorunda kalmışlar. Acı çeken halklar son derece dik- katli olurlar. Türkmenler için de bunu söylemek gerekir.
         Kızılsu'nun Sosyalizm tarihinde bir acı bir anısı var: 1. Dünya savaşı sonlarında Baku'yu bir ara yerli Bolşevikler ele geçirmişlerdi. 26 kişiden oluşan bir yönetim kenti yönetiyordu. İran'dan gelen İngilizler Baku'yu işgal etmişlerdi. Yerli Bolşevik yönetimini devirildi. Yönetimin başındaki Şaumyan adlı Ermeni de dahil olmak üzere 26 öncü ve yöneticiyi Kızılsu'ya getirip idam etmişlerdi. Şimdi tepenin başında on­ların anıtları bulunuyor. Günümüz Baku'sunda 26 Baku komi­serinden yalnız birinin yontusu kalmış. O da Azeri olan. Bir söylentiye göreŞaumyan öldürülmemiş. Yakın döneme değin Hindistan'da yaşamış. İngiliz ajanıymış.
         Kızılsu'da bol bol görüntüler aldım. İki Azeri gençle birlik­te kentin en lüks lokantasında birlikte yemek yedik. Lokanta bizim düğün salonlarına benzeyen kocaman bir yerdi. Bizden başka içerde müşteri yoktu. Azerbeycan'daki yemek çeşidi de giderek azalmaya başlamıştı. Türkçe konuşmalar azalmıştı. Türkmenler kendi aralarında Rusça konuşuyorlardı. Azeri gençler böyle bir yolculuğu tek başıma göze almama şaşıyor­lardı. "Gece trende soyarlar. Pulunu alırlar. Bıçak vururlar" gibi sözlerle beni uyarıyorlardı. Ama tüm bu uyarıları bir türlü aklım almıyordu. Nasıl olurdu? Yakın zamana değin dünyanın en sıkı yönetimlerinden biri olan bir devlette bunlar nasıl gerçekleşirdi? Ama onlar üsteleyip duruyorlardı. Nitekim geceleri kadınların üzerindeki "kızılları" (altın) alıyorlardı. Bu yüzden kadınlar gece yolculuk etmiyorlardı. Benim başıma çok iş gelebilirdi. Gençlere başıma ne gelirse gelsin bu yolculuğu göze aldığımı söyledim. Gençlerden biri, "Menim pulum yoh, menim pulumu verirsen seninle gelem, seni bu yoldan aparam" dedi. "Korkma gel. Tüm yol paranı veri­rim" diye karşılık verdim. Artık bir Azeri kılavuzum vardı. Yine istasyon çevresinde bol bol resimler aldım. Çok sayıda Kazak Türküne raslıyordum. Yüzler yuvarlak, gözler çekik, kalın çizgili yaşlılık belirtileri insan yüzleri. Durgun donuk ama sıcak. Kazak Türkleri ne arıyordu burda? Kazakistan kaç bir km uzaklardaydı. Kazaklar burda Kazakavul ve Onbirince kilometre denen iki yerleşim merkezinde oturuyor­larmış. Bir Kazak düğünü yapılıyordu. Evli çitler taksiyle gelmişlerdi. Lenin anıtı önünde mutlu başlangıcın resmini alı­yorlardı. Ben de görüntülemek istedim. Ama izin vermediler. Kalaballıkla bol bol konuşuyorum.  
         Tren saati yaklaşıyor. İstasyonda beklerken birden bir polis gelip kolumdan tuttu. "Buyurun istasyon müdürlüğüne" Müdürlüğe vardık, pasaport, vize. Vize baku'ya kadar. Ne arıyorsun sen Kızılsu'da. Haydi. Tam trene binecekken, yakayı ele verdik. Yürü KGB'ye. KGB binasında beni tuttular. Bekleyip duruyorum. sıkıntılı bir bekleyiş. Bol bol günlüğüme yazı yazıyorum. Televizyonda önce Rusça haberleri veriyor. Ardından Türkmenistan devlet başkanı Niyazi Bey konuşuyor. Can ku­lağı ile dinledim bu konuşmayı. Niyazi Bey, son derece dik­katli geçen beş yıl içinde söz verdiklerini ve gerçekleştirdik­lerini anlattı. Kalkınma durumlarını bildirdi. ve Sonra gele­cek beş yıl için neler yapmak istediklerini yine aynı temkinli­lik içinde "size yalancı çıkmak istemiyorum" diyerek bir bir sıraladı. Tutarlı, kararlı bir konuşmaydı. Nasıl diyeyim, kendi soyumdan böyle bir devlet adamının konuşmasını din­lemek onur verdi. Türkmenler tarih boyunca düzenli devlet ku­ramamışlardı. Yakın dönemde devlet geleneğine kavuşmuş bir ulustu. Yedi boya ayrılmışlardı. Ruslarla sürekli amansız sa­vaşlara girişmişlerdi. Bu savaşların sonucunda ağır yaralar almışlardı. Şimdi Lenin bayrağı yerinde duruyor. Parti yerin­de duruyordu. Niyazi bey, sessiz bir bekleyiş içinde geleceğe güvenli bakan bir devlet adamının kararlılığını uyandırdı bende. Sanki Divan'da geçen "Acele işin pişmanlığı yarın" atasözünü kulağına küpe etmişti. Sovyetlerdeki devletler bir biri ardına bağımsızlıklarını bildirirken, Türkmenistanlı Buda, kayığın başına oturmuş, Hazar'ı geçmeye çalışıyordu. O Bağımsızlık gününü kafasında ayarlamıştı.
         Bu iki saatlik bekleyişten sonra KGB'den yetkili kişi geldi. Amerikan filimlerinde işlenen KGB korkunç asık yüzlü casuslar- dır. Vurup kırıcı azgın kişilerdir. Ben de böyle bir KGB uzmanı bekliyordum ki, orta yaşta, sarışın tombiş tatlı yüzlü bir bayan geldi. Yine pasaport çıktı. Yine vize çıktı. "Burda ne arıyorsun?" diye sorguya başladı. "Ben Baku'ya gi­diyorum. Yolu şaşırdım. Bu tarafa gelmişim". KGB yetkilisi soruyor: "Baku denizin o tarafında sen bu tarafındasın. Türkiye'den sınırı geçmişsin. Nasıl yolu şaşırıp da bu yana geçtin? Neyle geldin?" Bir iki yalan daha söleyip geçiştir­mek istedimse de kıvırtamadım. En sonunda gerçeği açıkla­mak zorunda kaldım. Kitaplarımı gösterdim. Birkaç gündür Baku'da çağrı beklediğimi, bir türlü çağrının gelmediğini, söyledim. Türkistan üzerine bir kitap yazacağımı, bu yüzden ne pahasına mal olursa olsun böyle bir yolculuğu göze aldığımı bildirdim. Görevli bayan biraz düşündü. Yüzüme baktı. "Kızılsu açık şehir. Buraya vize gerekmiyor. Aşkabad da öyle. Şimdi ben seni görmemiş gibi bu işi geçiştireceğim, ama bir söz ver. Sovyetler içinde uçakla yolculuk yapmayacaksın. Nereye gidersen git. Söz mü?" Körün aradığı bir göz, iki olursa ne söz! Söz ne demek. Hemen kalkıp yanaklarından öptüm. "Söz söz, hiç uçak yolculuğu yapmayacağım." Önündeki dol­durduğu tutanağı yırttı. Bir de birlikte fotoğraf çektirmek is­tedimse de izin vermedi. Böylece Kızıl Su'daki KGB ile ilk karşılaşmam dostlukla bitti. Sonradan öğreneceğim, ben sağda solda halkın fotoğrafını çekip onunla bununla konuşurken dik­katleri çekmişim. Birisi istasyon polisine "bu kimidir?" diye şikayet etmiş. Demin beni yakalayan Türkmen polise Semahlar kitabımdan bir tane hediye ettim. Birinci tren git­mişti. Şimdi gece 24'teki trene bilet aldık. Türkmenistan gece­lerinin yalnızlığı içinde Karakurum çölünde uzanan bu ıssız yola koyulduk.
         Kızılsu'dan başlayan tren yolu, Türkmenistan bozkırlarını geçerek Orta Asya'ya dalar. Gerçekte bu bozkırlara çöl demek doğrudur. Nitekim atalarımız bu düzlüklerin adını çöl koy­muşlardır. "Karakum!" Günümüzde ak, kara gibi önadların renk anlattığı sanılır. Oysa gerçekte bu renkler eski Türklerde yönleri gösterir. Kara kuzeyi, kızıl güneyi, gök ya da yeşil doğuyu, ak batıyı, belirler. Orta, merkez ise sarı ile anlatılır. Pek çok Türk boyu adını bu yönlerden alır. Sözgelimi, Göktürkler "doğu Türkler" anlamındadır, mavi gözlü falan değil. Kızılsu'dan başlayan tren yolu, güneyde Türkmenistan'ın güney tepeliklerini ve onların ardında İran dağlarını bırakır. Bu dağlar kimi yerlerde 3000 metreye değin yükselir. Sonra kuzeye açık tam Karakum çizgisini izler. Karakum uçsuz bucaksız bir çöl ve Çöl Bozkırıdır. Kuzeyde çok uzaklarda Kızılkum'a karışır.
         Türkmenistan bozkırlarında gündüzler sıcak geceler soğuk olur. Birçok yerin boş olduğu kompartmanda üst yerlerden bi­rine uzandım. Bu zor yolculuğu, geceleri uyuyarak, gündüzleri gezerek geçereceğim. İyi bir uyukuya dalmıştım ki, bir kavga sesiyle uyandım. Sert çizgili bir Türkmen delikanlı başka bir Türkmenin kafasını tutmuş duvara vuruyor ve önce Rusça, ar­dından Türkmence olarak en ağır küfürleri ediyordu. Kompartmanda bulunan iki üç kişi ve benim yol arkadaşım, sessiz bu olayı izliyordu. En küçük tepki gösterdikleri yoktu. Sessizce Niyazi'ye sordum: "Nedir sorun?" "Hiç karışma" diye uyardı. "Piyan". Türkçesi "sarhoş". Gerçekten korkunç bir görüntüydü. Koca, karayağız bir Türkmen kendinden daha kü­çük birinin kafasını gümbür gümbür duvara çarpıyordu ve kim­senin umrunda değildi. Trende kadın yolcu yoktu. Tüm hizmet­ler halka inmişti. Sözgelimi, tren yolculuklarında herkes için yatacak yer vardı. En kısa yolculuğun bir iki gece geçeceği böylesine geniş ülkede başka türlü çözüm olamazdı. Akşam üzeri her yolcuya temiz çarşaflar veriliyor, sabah geri alını­yordu. Kompartmanların pencerelerine beyaz perdeler asılı­yordu. Tüm hizmetler halka inmişti. İnmesine inmişti, ama bu hizmetler Batı ölçülerinde en az elli yıl öncenin hizmetle­riydi. Sözgelimi şu tren penceresine asılan ütüsüz, kırışık be­yaz perdeler niçindi? Çok ilkel bir görüntü veriyordu. Öte yandan tuvaletler pislik içindeyken, bu yaz sıcağında pence­reler açılmazken, bu perdelerin ne anlamı vardı?
         Toplumsal düzen ise son dönemde tümden bozulmuştu. Böylece hizmetin hiçbir anlamı kalmamıştı. Tren bozkırı ya­rarak ilerliyordu. Sonsuz boşluk uzanıp gidiyordu. Ta uzak­larda gökle yer aynı renkte birleşiyordu. Sabah aydınlığı başlarken kadın yolcular da binmeye başlamışlardı. Türkmen erkekler sürekli kendi aralarında Rusça konuşuyorlardı. Kadınlar arasında Türkmence egemendi. Kızılarvat istasyo­nunda orta yaşta iki kadınla üç dört genç kız bindi. Türkmen giysilerinin çok renkliliği içinde ayrı bir görüntüleri vardı. Aşkabad'a gidiyorlardı. Söyleşiye başladık. Biri bir yargıcın eşiymiş. Kucakta bir de bebeği vardı. Bir süre sonra memesini çıkarıp çocuğunu emzirdi. Anadolu'da olduğu gibi, Türkmenistan'da da kadınlar memelerini çıkarıp çocuklarını emzirmeyi ayıp saymıyorlardı. Tren görevlisi kompartman­lardaki semaver ocaklarını ateşlemişti. Sıcak sular hazırdı. Herkes kendi çaydanlığı ile gidip sıcak sudan alıyor, çayını yapıp içmeye başlıyordu. Sabah çayının buğusu sarmıştı kom­partmanı. Bizim çayımız, bağdağımız yoktu, ama bize de ik­ram ediyorlardı. Yaşamlarında ilk kez gördükleri "Gerçek Türk"ten bilgi almaya çalışıyorlardı. Bu Gerçek Türk deyimi Sovyetlerdeki Türkler arasında yaygın bir söylenişti. "Türkiye Türkü" "Bağımsız Türk" gibi bir anlama geliyordu. Ne yapıyordum? Ayda kaç dolar kazanıyordum? Çoluğum ço­cuğum var mıydı? Üç dört hafta boyu karşılaşacağım herkes­ten aynı soruları duyacaktım. Batı ölçülerinde ayıp sayılan "ne kadar aylık alma" sorusu burda çok doğaldı. Ve yine do­ğal bir olay daha vardı: Cinsellik. Buna sonra değineceğim.
         Aşkabad'a öğle üzeri indik. Günlerden cumartesi. Pek çok yer kapalı. Aşkabad Mahdum Kuli'nin 250 yılını kutluyor. Ünlü Türkmen ozanın büyük boy birçok yere asılmış. 1991 yılı Mahdum Kuli yılı. Mahtum Kuli 1733-1782 yılları arasında yaşamış. Korkunç yaz sıcağı şehri kavuruyor. Aşkabad Sovyetler birliğinin en sıcak kentlerinden biri. İran sınırına 15-20 km uzaklıkta. Çöl ortasında yapılmış, derli toplu bir kent. Pırıl pırıl. Eski Ankara'yı anımsatıyor. Yollar planlı düzgün, büyük ağaçlarla kaplı. Kent yem yeşil bir görüntü su­nuyor. Güç bela bir taksi bulup Hava alanına uğradık. Zaten kent küçük olduğu için fazla önem taşımıyor. Hava alanı tam bir ana baba günü. Uçaklarda en küçük yer yok. Gerçekte benim uçakla yolculuk yapmam olanaksız. Ama yine de bir denemek istedim. Uçak yolculuğu tren yolculuğunun üç katı. Bu bakım­dan halk için uçak yolculukları yıkım olmuyor. Ordan dönüp Aşkabad oteline gittik. Aşkabad oteli, Türkmenistan'ın en lüks oteli. İçeri turistlerle dolu. Bir yaşlı Alman kadının ko­luna arkadaşı sürükleyerek götürüyor. Korkunç öğle sıcağı da­yanılır gibi değil.  Soğutmalı salonda turistler soğuk içkile­rini yudumluyorlar. Masalarda şık giyimli bayanlar servis vapıyor. Bar tarafına geçiyoruz. Otelin barında ilk dikkati çeken çok renkli şık kiralık kızlar.  Bir masada ağızlarında sigara, üç genç bayan müşterileri süzüyorlar. Masalarına yak­laşıyorum. Rus, Türkmen, Kazak. Üç ayrı ulustan üç genç kadın. Bir soğuk su ile bir kahve içiyorum. Masama bir Azeri yaklaşıyor. Biraz konuşuyorum. Buhara, Semerkant, Taşkent treni ile yola çıkmamı uygun buluyor.

         Tren akşam 18.30'da kalkacak. Aşkabad pazarını gezdik. Türkmenistanda'da çay ulusal içki durumunda. Karpuz yedik. Yol için kimi hazırlıklar yaptık. Bu kez artık, başkalarından yiyip içmek istemiyoruz. Çok istememe karşın bir Mahtum Kuli resmi bulamadım. Cumartesi olması nedeniyle kitapçı dükkanları kapalıydı. Gündüzün sıcağı tüm treni dolduruyor. Bir an beklemesi bile bu sıcağı bir fırın ateşine çeviriyor. Trenle kuzeydoğuya doğru yol alıyoruz. Merv'i gece geçiyoruz. Merv, Türkmenistan'ın tarihsel kenti. Şimdi Marı deniyor. Geri dönüşte iyiden iyiye  göreceğim. Kenti kutuları gibi blok apatmanlar kuşatıyor. Tren girderek bozkırları geride bıra­kıyor. Yol kıyılarına dikilmiş çalıları izliyorum. Bunlar kum fırtınasına karşı tren yolunu korumak için dikilmiş.Kimileyin ise tahta korunaklar var. Bölüm bölüm uzanıp gi­diyorlar. Yol boyu sürülere raslıyoruz. Uzaktan uzağa boşluğu kat eden koyun sürüleri. Türkmenistan köylerinde yoksulluk belirgin. Tren yolu boyu kimi köyleri aşıyoruz. Gök ile yerin birleştiği bozkırlar. Tren hemen her istasyonda duruyor. Geceleri daha hızlı ilerlemek olanaklı. Gündüzleri yolcula­rın iniş binişleri nedeniyle kimi duraklarda bile bekliyor. Sovyet düzeni bir garip. Kimileyin bireyin özgürlüğü doruk­lara ulaşıyor. Koca bir tren bir kişi için bekliyor. Kimileyin ise bu uygulama sıfıra iniyor. Buhara'ya doğru yaklaşırken, güneş tümden çıkmıştır. Yolcular yorgun gözlerle günü karşılı­yorlar. Amuderya ırmağını aşıyoruz. Kocaman dev bir ırmak. Bu ırmak Özbekistan ile Türkmenistan topraklarını ayırıyor. Artık Özbekistan'dayız. Bir başkalık var Özbekistan'da. Hemen yoğun pamuk tarlaları başlıyor. Sabah çayları içilir­ken seyyar satıcılar tren istasyonunda bizi kuşatıyorlar. Özbek çöreğinden, domatese, karpuza kadar, ne istersen satı­yorlar. Kimileri trene de biniyorlar. Yol boyu satışları sürü­yor. Uzun sakallı bir özbek satıcı bana tası uzatıyor. Ayran satmak istiyor. Canım istemiyor diyorum. Üsteliyor "İş, iş köp yaksı, tüyö katıgı" alıyorum. Deve sütünden yapılmış ay­ran, ekşi ve değişik bir ayran.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder