Soluk Kesen Bozkırlar
Üç gündür Türkistan'dan çağrı
bekliyorum gelmiyor. Artık bekleyemeyeceğim. Ne pahasına mal olursa olsun
Türkistan'a doğru yola çıkacağım. Akşam üzeri rüşvet vererek bir vapur bileti
aldık. Gece 24'te Tükmenistan'a doğru vapur kalkıyor. Bundan sonra Alma- Ata'ya
değin sürecek vizesiz yolculuğum başlıyor. Şimdiye değin yaklaşık tüm araştırma
gezilerim biraz maceralı oldu. Araştırma gezilerinde başıma bin bir belâ
açacak yöntemlere başvururum. Bu huyumu İran ve Afganistan gezilerinden çok iyi
bilen Fotoğrafçı dostum Oğuz Aktan, Ankara'da Ulusoy otobüsüne bindirirken,
sıkı sıkı öğütledi. "Aman Fuat, Sovyetler İran'a, Afganistan'a benzemez.
Sakın izinsiz yerlere girme. Başına iş açma." Sanırım kendisi de biliyordu
bu öğütlerin bir işe yaramayacağını ama söylemekten edemiyordu. Şimdi toplam
altı bin km. sürecek maceralı yolculuk başlıyordu. Dev bir yolcu vapurunun
dört kişilik lüks kamarasındayım. Üç Rus subayla birlikteyim. İçlerinden biri
biraz Almanca biliyor. Bu yarım yamalak Almanca ile anlaşmaya başlıyoruz.
İkisinin adı Şasa, biri Sergey. Albay rütbesindeki büyük Şasa'nın yaşı kırkın
üstünde. Beş yıl Afganistan'da savaşmış. İki kez ağır yara almış. Aylarca
ölümle didişmiş. Şimdi sırtında o günlerin yara izlerini taşıyor. Tam
anlamıyla, savaştan nefret eden yiğit bir savaşçı. Büyük bir kitap tutkunu.
Yanımda bulunan kitaplarımdan bir seri imzalatıyor. Kitaplığımda saklayacağım.
Eşim pek sevinecek" diyor. Bir şişeyi açarken Almanca bir tümce yuvarlıyor:
"Wir machen alles zusammen bis morgen " 'Her şeyi sabaha dek birlikte
yapıyoruz'. Aynı tümceyi ben de yineliyorum. Yağ gibi akan Moskova votkasını
yudumlamaya başlıyoruz. Bir su bardağına doldurulan votkayı sırası ile
dolaştırıyoruz. Tuza bandığımız domatesi meze yapıyoruz. Baku'nun ışıkları
gidirek uzaklaşıyor. Vapur hareket etmiştir. Bir ara vapurun yolcu bölümüne
geçiyorum. Koltuklara yığılmış yüzlerce yolcu uyuklamaya çalışıyorlar. Banyo
tuvalet tümü berbat. İyiden iyiye alkol bünyemizi sarmıştır. Bir hava almak
için vapurun güvertesine çıkıyoruz. Hazar bir çarşaf gibi önümüzde serili.
Nefis bir yel esiyor. Hazar türklerinin adını verdikleri bu koca iç deniz Türk
yaşamında söylencelerin, geleneklerin denizi. Bir Türk töresine göre Türkler
Hazar'a ulaştıklarında el basıyorlar. Bu olay kutsal sayılıyor. Nitekim 1974
yılında İran Araştırma gezisi sırasında ben de bu töreyi yerine getirerek
Hazar'a el basmış ve bunu fotoğrafla belgelemiştim. Şimdi o deniz'i boylu
boyunca aşıyordum. Nazım'ın ünlü şiirine konu olan denizi. Boynuma havlu atıyor
büyük Şasa "çok kötü çarpar bu yer insanı" diyor. Açık havada biraz
açılıyoruz. Birer çay gçiyiroz. Bir şişe votka da ben almak istiyorum.
Şimdilerde Sovyetlerde her şey karaborsada. Yedi Rublelik vodka karaborsada 25
ruble (1 dolar) gerçi bu bana etki etmiyor, ama Rus savaşçıların gönülleri bir
türlü böylesine pahalı vodka almama razı olmuyor. İçki söyleşisi saat üçe
kadar sürüyor. Artık iyiden iyiye yorgunuz ve kamaradaki yataklarımıza
sızmışız. Sabah saat yedi. Büyük Saşa uyartıyor. "Her şeyi birlikte
yapıyoruz" Yine birer bardak votka. "Aman aç karnına bu olar mu"
diyecek oluyorum. Bardağı elime tutuşturuyor "Sen anlamazsın, iç. Böylece
açılacaksın" diyor. Dediğini yapıp bardağı yuvarlıyorum. Gerçekten bu iyi
geliyor. Ardından iyi bir kahvaltı yapıyoruz. Hazar üzerine sabah güneşi
doğmuştur. Baku'daki kap kara Hazar görüntüleri gerilerde kalmıştır. Şimdi
Hazar masmavi önümüzde uzanmaktadır. Vapur arkada beyaz bir iz bırakarak denizi
yarıp ilerlemektedir. Uzaklarda dağlar seçilmektedir. Hazar'ın doğu
sahillerine yaklaşıyoruz.
Rusça Krasnovodsk, eski adı Şah Gadem,
Türkçesi Kızılsu. Kafkasları, Türkistan'a bağlayan liman kentinin adı. Burası
kayalar içine oyulmuş kartal yuvasını anımsatıyor. Bakımsız, döküntü gibi bir
yer. Şehirde hemen hiç ağaç yok. Tüm uğraşlara karşın bir türlü gelişememiş bir
Türkmen şehri. Türkmen şehri dedim ya Türkmen şehri falan değil. Yönetim olarak
Türkmenistan'a bağlı bir il merkezi. Yoksa yetmiş iki halkın tümü ile
karşılaşmak olanaklı. Burda akşam treni ile Aşkabad'a gideceğim. Ordan yolculuk
sürecek.
Krasnovodsk'ta Azerbeycan'daki ulasal
ruh bitmiş durumda. Tam kozmopolit bir ruh egemen. Herkes kendi işine bakıyor.
Basit bir tren istasyonu ve karşısında lüks bir lokanta var. Burası şehir
merkezi oluyor. 72.000 kişini yaşadığı bir yerleşim merkezi. Çarlık döneminde
sürgün yeri. Türk tarihindeki Fizan gibi bir işlevi olmuş. Şehir merkezinde
bir Lenin heykeli ve altında bir yazı "Sen bizim bayrağımızsın". Oysa
Gürcistan'da Lenin tümden silinmişti. Azerbeycan'da sessiz bekleyişteydi.
Türkmenistan'da Lenin ayakta. Büyük olasılıkla bu ayakta kalma biraz da korkuya
dayanıyor. Şimdilik kimse bir şey demiyor. Bakalım günler ne gösterecek havası
içinde herkes suskun, temkinli bekliyor. Türkmenler Rus boyunduruğuna çok zor
girmişler. Onların boylar biçimindeki örgütlü göçebe yaşamlarınin bu direnişte
büyük payı olmuş. Günümüze dek gelen (Çavdar, İmrili, Yomut, Göklen, Teke,
Sarık, Salur, Ensarı adlı) önemli 8 Türkmen boyu var. Boylar da kendi içlerinde
oymaklara ayrılıyorlar. Geçmişte düzenli bir göçebe toplum düzeni kurmuşlar.
Ama birbirleri ile de savaştan geri kalmamışlar. Ruslar gelip kapıya dayanınca
boylar biçiminde savaşmışlar. Düzenli çarlık ordusuna karşı küçük boyların
savaşçıları dayanamamış. Zor ve acılı yıllar geçirmişler. Sonunda Rus boyunduruğuna
boyun eğmek zorunda kalmışlar. Acı çeken halklar son derece dik- katli olurlar.
Türkmenler için de bunu söylemek gerekir.
Kızılsu'nun Sosyalizm tarihinde bir acı
bir anısı var: 1. Dünya savaşı sonlarında Baku'yu bir ara yerli Bolşevikler ele
geçirmişlerdi. 26 kişiden oluşan bir yönetim kenti yönetiyordu. İran'dan gelen
İngilizler Baku'yu işgal etmişlerdi. Yerli Bolşevik yönetimini devirildi.
Yönetimin başındaki Şaumyan adlı Ermeni de dahil olmak üzere 26 öncü ve
yöneticiyi Kızılsu'ya getirip idam etmişlerdi. Şimdi tepenin başında onların
anıtları bulunuyor. Günümüz Baku'sunda 26 Baku komiserinden yalnız birinin
yontusu kalmış. O da Azeri olan. Bir söylentiye göreŞaumyan öldürülmemiş. Yakın
döneme değin Hindistan'da yaşamış. İngiliz ajanıymış.
Kızılsu'da bol bol görüntüler aldım.
İki Azeri gençle birlikte kentin en lüks lokantasında birlikte yemek yedik.
Lokanta bizim düğün salonlarına benzeyen kocaman bir yerdi. Bizden başka içerde
müşteri yoktu. Azerbeycan'daki yemek çeşidi de giderek azalmaya başlamıştı.
Türkçe konuşmalar azalmıştı. Türkmenler kendi aralarında Rusça konuşuyorlardı.
Azeri gençler böyle bir yolculuğu tek başıma göze almama şaşıyorlardı.
"Gece trende soyarlar. Pulunu alırlar. Bıçak vururlar" gibi sözlerle
beni uyarıyorlardı. Ama tüm bu uyarıları bir türlü aklım almıyordu. Nasıl
olurdu? Yakın zamana değin dünyanın en sıkı yönetimlerinden biri olan bir
devlette bunlar nasıl gerçekleşirdi? Ama onlar üsteleyip duruyorlardı. Nitekim
geceleri kadınların üzerindeki "kızılları" (altın) alıyorlardı. Bu
yüzden kadınlar gece yolculuk etmiyorlardı. Benim başıma çok iş gelebilirdi.
Gençlere başıma ne gelirse gelsin bu yolculuğu göze aldığımı söyledim.
Gençlerden biri, "Menim pulum yoh, menim pulumu verirsen seninle gelem,
seni bu yoldan aparam" dedi. "Korkma gel. Tüm yol paranı veririm"
diye karşılık verdim. Artık bir Azeri kılavuzum vardı. Yine istasyon çevresinde
bol bol resimler aldım. Çok sayıda Kazak Türküne raslıyordum. Yüzler yuvarlak,
gözler çekik, kalın çizgili yaşlılık belirtileri insan yüzleri. Durgun donuk
ama sıcak. Kazak Türkleri ne arıyordu burda? Kazakistan kaç bir km
uzaklardaydı. Kazaklar burda Kazakavul ve Onbirince kilometre denen iki
yerleşim merkezinde oturuyorlarmış. Bir Kazak düğünü yapılıyordu. Evli çitler
taksiyle gelmişlerdi. Lenin anıtı önünde mutlu başlangıcın resmini alıyorlardı.
Ben de görüntülemek istedim. Ama izin vermediler. Kalaballıkla bol bol
konuşuyorum.
Tren saati yaklaşıyor. İstasyonda
beklerken birden bir polis gelip kolumdan tuttu. "Buyurun istasyon müdürlüğüne"
Müdürlüğe vardık, pasaport, vize. Vize baku'ya kadar. Ne arıyorsun sen
Kızılsu'da. Haydi. Tam trene binecekken, yakayı ele verdik. Yürü KGB'ye. KGB
binasında beni tuttular. Bekleyip duruyorum. sıkıntılı bir bekleyiş. Bol bol
günlüğüme yazı yazıyorum. Televizyonda önce Rusça haberleri veriyor. Ardından
Türkmenistan devlet başkanı Niyazi Bey konuşuyor. Can kulağı ile dinledim bu
konuşmayı. Niyazi Bey, son derece dikkatli geçen beş yıl içinde söz
verdiklerini ve gerçekleştirdiklerini anlattı. Kalkınma durumlarını bildirdi.
ve Sonra gelecek beş yıl için neler yapmak istediklerini yine aynı temkinlilik
içinde "size yalancı çıkmak istemiyorum" diyerek bir bir sıraladı.
Tutarlı, kararlı bir konuşmaydı. Nasıl diyeyim, kendi soyumdan böyle bir devlet
adamının konuşmasını dinlemek onur verdi. Türkmenler tarih boyunca düzenli
devlet kuramamışlardı. Yakın dönemde devlet geleneğine kavuşmuş bir ulustu.
Yedi boya ayrılmışlardı. Ruslarla sürekli amansız savaşlara girişmişlerdi. Bu
savaşların sonucunda ağır yaralar almışlardı. Şimdi Lenin bayrağı yerinde
duruyor. Parti yerinde duruyordu. Niyazi bey, sessiz bir bekleyiş içinde
geleceğe güvenli bakan bir devlet adamının kararlılığını uyandırdı bende. Sanki
Divan'da geçen "Acele işin pişmanlığı yarın" atasözünü kulağına küpe
etmişti. Sovyetlerdeki devletler bir biri ardına bağımsızlıklarını bildirirken,
Türkmenistanlı Buda, kayığın başına oturmuş, Hazar'ı geçmeye çalışıyordu. O
Bağımsızlık gününü kafasında ayarlamıştı.
Bu iki saatlik bekleyişten sonra
KGB'den yetkili kişi geldi. Amerikan filimlerinde işlenen KGB korkunç asık
yüzlü casuslar- dır. Vurup kırıcı azgın kişilerdir. Ben de böyle bir KGB uzmanı
bekliyordum ki, orta yaşta, sarışın tombiş tatlı yüzlü bir bayan geldi. Yine
pasaport çıktı. Yine vize çıktı. "Burda ne arıyorsun?" diye sorguya
başladı. "Ben Baku'ya gidiyorum. Yolu şaşırdım. Bu tarafa gelmişim".
KGB yetkilisi soruyor: "Baku denizin o tarafında sen bu tarafındasın.
Türkiye'den sınırı geçmişsin. Nasıl yolu şaşırıp da bu yana geçtin? Neyle
geldin?" Bir iki yalan daha söleyip geçiştirmek istedimse de
kıvırtamadım. En sonunda gerçeği açıklamak zorunda kaldım. Kitaplarımı
gösterdim. Birkaç gündür Baku'da çağrı beklediğimi, bir türlü çağrının
gelmediğini, söyledim. Türkistan üzerine bir kitap yazacağımı, bu yüzden ne
pahasına mal olursa olsun böyle bir yolculuğu göze aldığımı bildirdim. Görevli
bayan biraz düşündü. Yüzüme baktı. "Kızılsu açık şehir. Buraya vize
gerekmiyor. Aşkabad da öyle. Şimdi ben seni görmemiş gibi bu işi
geçiştireceğim, ama bir söz ver. Sovyetler içinde uçakla yolculuk
yapmayacaksın. Nereye gidersen git. Söz mü?" Körün aradığı bir göz, iki
olursa ne söz! Söz ne demek. Hemen kalkıp yanaklarından öptüm. "Söz söz,
hiç uçak yolculuğu yapmayacağım." Önündeki doldurduğu tutanağı yırttı.
Bir de birlikte fotoğraf çektirmek istedimse de izin vermedi. Böylece Kızıl
Su'daki KGB ile ilk karşılaşmam dostlukla bitti. Sonradan öğreneceğim, ben
sağda solda halkın fotoğrafını çekip onunla bununla konuşurken dikkatleri
çekmişim. Birisi istasyon polisine "bu kimidir?" diye şikayet etmiş.
Demin beni yakalayan Türkmen polise Semahlar kitabımdan bir tane hediye ettim.
Birinci tren gitmişti. Şimdi gece 24'teki trene bilet aldık. Türkmenistan gecelerinin
yalnızlığı içinde Karakurum çölünde uzanan bu ıssız yola koyulduk.
Kızılsu'dan başlayan tren yolu,
Türkmenistan bozkırlarını geçerek Orta Asya'ya dalar. Gerçekte bu bozkırlara
çöl demek doğrudur. Nitekim atalarımız bu düzlüklerin adını çöl koymuşlardır.
"Karakum!" Günümüzde ak, kara gibi önadların renk anlattığı sanılır.
Oysa gerçekte bu renkler eski Türklerde yönleri gösterir. Kara kuzeyi, kızıl
güneyi, gök ya da yeşil doğuyu, ak batıyı, belirler. Orta, merkez ise sarı ile
anlatılır. Pek çok Türk boyu adını bu yönlerden alır. Sözgelimi, Göktürkler "doğu
Türkler" anlamındadır, mavi gözlü falan değil. Kızılsu'dan başlayan tren
yolu, güneyde Türkmenistan'ın güney tepeliklerini ve onların ardında İran
dağlarını bırakır. Bu dağlar kimi yerlerde 3000 metreye değin yükselir. Sonra
kuzeye açık tam Karakum çizgisini izler. Karakum uçsuz bucaksız bir çöl ve Çöl
Bozkırıdır. Kuzeyde çok uzaklarda Kızılkum'a karışır.
Türkmenistan bozkırlarında gündüzler
sıcak geceler soğuk olur. Birçok yerin boş olduğu kompartmanda üst yerlerden birine
uzandım. Bu zor yolculuğu, geceleri uyuyarak, gündüzleri gezerek geçereceğim.
İyi bir uyukuya dalmıştım ki, bir kavga sesiyle uyandım. Sert çizgili bir
Türkmen delikanlı başka bir Türkmenin kafasını tutmuş duvara vuruyor ve önce
Rusça, ardından Türkmence olarak en ağır küfürleri ediyordu. Kompartmanda
bulunan iki üç kişi ve benim yol arkadaşım, sessiz bu olayı izliyordu. En küçük
tepki gösterdikleri yoktu. Sessizce Niyazi'ye sordum: "Nedir sorun?"
"Hiç karışma" diye uyardı. "Piyan". Türkçesi "sarhoş".
Gerçekten korkunç bir görüntüydü. Koca, karayağız bir Türkmen kendinden daha küçük
birinin kafasını gümbür gümbür duvara çarpıyordu ve kimsenin umrunda değildi.
Trende kadın yolcu yoktu. Tüm hizmetler halka inmişti. Sözgelimi, tren
yolculuklarında herkes için yatacak yer vardı. En kısa yolculuğun bir iki gece
geçeceği böylesine geniş ülkede başka türlü çözüm olamazdı. Akşam üzeri her
yolcuya temiz çarşaflar veriliyor, sabah geri alınıyordu. Kompartmanların
pencerelerine beyaz perdeler asılıyordu. Tüm hizmetler halka inmişti. İnmesine
inmişti, ama bu hizmetler Batı ölçülerinde en az elli yıl öncenin hizmetleriydi.
Sözgelimi şu tren penceresine asılan ütüsüz, kırışık beyaz perdeler niçindi?
Çok ilkel bir görüntü veriyordu. Öte yandan tuvaletler pislik içindeyken, bu
yaz sıcağında pencereler açılmazken, bu perdelerin ne anlamı vardı?
Toplumsal düzen ise son dönemde tümden
bozulmuştu. Böylece hizmetin hiçbir anlamı kalmamıştı. Tren bozkırı yararak
ilerliyordu. Sonsuz boşluk uzanıp gidiyordu. Ta uzaklarda gökle yer aynı
renkte birleşiyordu. Sabah aydınlığı başlarken kadın yolcular da binmeye
başlamışlardı. Türkmen erkekler sürekli kendi aralarında Rusça konuşuyorlardı.
Kadınlar arasında Türkmence egemendi. Kızılarvat istasyonunda orta yaşta iki
kadınla üç dört genç kız bindi. Türkmen giysilerinin çok renkliliği içinde ayrı
bir görüntüleri vardı. Aşkabad'a gidiyorlardı. Söyleşiye başladık. Biri bir
yargıcın eşiymiş. Kucakta bir de bebeği vardı. Bir süre sonra memesini çıkarıp
çocuğunu emzirdi. Anadolu'da olduğu gibi, Türkmenistan'da da kadınlar
memelerini çıkarıp çocuklarını emzirmeyi ayıp saymıyorlardı. Tren görevlisi
kompartmanlardaki semaver ocaklarını ateşlemişti. Sıcak sular hazırdı. Herkes
kendi çaydanlığı ile gidip sıcak sudan alıyor, çayını yapıp içmeye başlıyordu.
Sabah çayının buğusu sarmıştı kompartmanı. Bizim çayımız, bağdağımız yoktu,
ama bize de ikram ediyorlardı. Yaşamlarında ilk kez gördükleri "Gerçek
Türk"ten bilgi almaya çalışıyorlardı. Bu Gerçek Türk deyimi Sovyetlerdeki
Türkler arasında yaygın bir söylenişti. "Türkiye Türkü"
"Bağımsız Türk" gibi bir anlama geliyordu. Ne yapıyordum? Ayda kaç
dolar kazanıyordum? Çoluğum çocuğum var mıydı? Üç dört hafta boyu
karşılaşacağım herkesten aynı soruları duyacaktım. Batı ölçülerinde ayıp
sayılan "ne kadar aylık alma" sorusu burda çok doğaldı. Ve yine doğal
bir olay daha vardı: Cinsellik. Buna sonra değineceğim.
Aşkabad'a öğle üzeri indik. Günlerden
cumartesi. Pek çok yer kapalı. Aşkabad Mahdum Kuli'nin 250 yılını kutluyor.
Ünlü Türkmen ozanın büyük boy birçok yere asılmış. 1991 yılı Mahdum Kuli yılı.
Mahtum Kuli 1733-1782 yılları arasında yaşamış. Korkunç yaz sıcağı şehri
kavuruyor. Aşkabad Sovyetler birliğinin en sıcak kentlerinden biri. İran
sınırına 15-20 km
uzaklıkta. Çöl ortasında yapılmış, derli toplu bir kent. Pırıl pırıl. Eski
Ankara'yı anımsatıyor. Yollar planlı düzgün, büyük ağaçlarla kaplı. Kent yem
yeşil bir görüntü sunuyor. Güç bela bir taksi bulup Hava alanına uğradık.
Zaten kent küçük olduğu için fazla önem taşımıyor. Hava alanı tam bir ana baba
günü. Uçaklarda en küçük yer yok. Gerçekte benim uçakla yolculuk yapmam
olanaksız. Ama yine de bir denemek istedim. Uçak yolculuğu tren yolculuğunun üç
katı. Bu bakımdan halk için uçak yolculukları yıkım olmuyor. Ordan dönüp
Aşkabad oteline gittik. Aşkabad oteli, Türkmenistan'ın en lüks oteli. İçeri
turistlerle dolu. Bir yaşlı Alman kadının koluna arkadaşı sürükleyerek
götürüyor. Korkunç öğle sıcağı dayanılır gibi değil. Soğutmalı salonda turistler soğuk içkilerini
yudumluyorlar. Masalarda şık giyimli bayanlar servis vapıyor. Bar tarafına
geçiyoruz. Otelin barında ilk dikkati çeken çok renkli şık kiralık kızlar. Bir masada ağızlarında sigara, üç genç bayan
müşterileri süzüyorlar. Masalarına yaklaşıyorum. Rus, Türkmen, Kazak. Üç ayrı
ulustan üç genç kadın. Bir soğuk su ile bir kahve içiyorum. Masama bir Azeri
yaklaşıyor. Biraz konuşuyorum. Buhara, Semerkant, Taşkent treni ile yola
çıkmamı uygun buluyor.
Tren akşam 18.30'da kalkacak. Aşkabad
pazarını gezdik. Türkmenistanda'da çay ulusal içki durumunda. Karpuz yedik. Yol
için kimi hazırlıklar yaptık. Bu kez artık, başkalarından yiyip içmek
istemiyoruz. Çok istememe karşın bir Mahtum Kuli resmi bulamadım. Cumartesi
olması nedeniyle kitapçı dükkanları kapalıydı. Gündüzün sıcağı tüm treni
dolduruyor. Bir an beklemesi bile bu sıcağı bir fırın ateşine çeviriyor. Trenle
kuzeydoğuya doğru yol alıyoruz. Merv'i gece geçiyoruz. Merv, Türkmenistan'ın
tarihsel kenti. Şimdi Marı deniyor. Geri dönüşte iyiden iyiye göreceğim. Kenti kutuları gibi blok
apatmanlar kuşatıyor. Tren girderek bozkırları geride bırakıyor. Yol
kıyılarına dikilmiş çalıları izliyorum. Bunlar kum fırtınasına karşı tren
yolunu korumak için dikilmiş.Kimileyin ise tahta korunaklar var. Bölüm bölüm
uzanıp gidiyorlar. Yol boyu sürülere raslıyoruz. Uzaktan uzağa boşluğu kat
eden koyun sürüleri. Türkmenistan köylerinde yoksulluk belirgin. Tren yolu boyu
kimi köyleri aşıyoruz. Gök ile yerin birleştiği bozkırlar. Tren hemen her
istasyonda duruyor. Geceleri daha hızlı ilerlemek olanaklı. Gündüzleri yolcuların
iniş binişleri nedeniyle kimi duraklarda bile bekliyor. Sovyet düzeni bir
garip. Kimileyin bireyin özgürlüğü doruklara ulaşıyor. Koca bir tren bir kişi
için bekliyor. Kimileyin ise bu uygulama sıfıra iniyor. Buhara'ya doğru
yaklaşırken, güneş tümden çıkmıştır. Yolcular yorgun gözlerle günü karşılıyorlar.
Amuderya ırmağını aşıyoruz. Kocaman dev bir ırmak. Bu ırmak Özbekistan ile
Türkmenistan topraklarını ayırıyor. Artık Özbekistan'dayız. Bir başkalık var
Özbekistan'da. Hemen yoğun pamuk tarlaları başlıyor. Sabah çayları içilirken
seyyar satıcılar tren istasyonunda bizi kuşatıyorlar. Özbek çöreğinden,
domatese, karpuza kadar, ne istersen satıyorlar. Kimileri trene de biniyorlar.
Yol boyu satışları sürüyor. Uzun sakallı bir özbek satıcı bana tası uzatıyor.
Ayran satmak istiyor. Canım istemiyor diyorum. Üsteliyor "İş, iş köp
yaksı, tüyö katıgı" alıyorum. Deve sütünden yapılmış ayran, ekşi ve
değişik bir ayran.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder