Akşamın
kararan kızıllığını kuzyede bırakan arabamızla Bakuya doğru iliyliyorduk.
Sumgayt ve öbür yerleşim merkezleri bir bir gerilerde kalıyordu. Akşam
Baku'nun yalı caddesini gezmeye başladık. Baku'nun ünlü yalı caddesinde halkın
konuşmasını inceden inceye dinliyordum. Kimileyin Rusça konuşmalar kulağıma
geliyordu. Onların Rus mu oldukları sordum. "Yok dedi Azeri arkadaş. Şu
Ermeni olayları çıkmasaydı, tüm Azerbeycan, ruslaşacaktı. Kimse Türk okuluna
çocuğunu yollamıyordu" Ama Baku yalı caddesinde Sezen Aksu'dan İbrahim
Tatlıses'e sürekli Türk müziği işitiliyordu. "Ufak tefek yalanların, mühim
değil olur canım, sen benimsin". Türkiye'den beri beni izleyen sözler
Azerbeycan'da da bırkamıyordu. Yalı caddesinde bira evleri, yalı caddesinde çay
bahçeleri. Ama yalı caddesinde kocaman kocaman boşluklar açılmış. Hani insan
düşse kaybolur cinsinden. Azeri dostlar bir kaç yıldır süren bakımsızlıktan
yakınıyorlar. Ermeni olayları çıktı çıkalı herkes öz sorununu unuttu, Karabağla
ilgilenir oldu diyorlar. Gerçekten, Baku'da kasvetli bir hava sezmemek
olanaksız. Hep romanlarda, anılarda okudum, -o şen şakrak Baku'yu bir türlü
bulamıyorum. Sözgelimi Nazım'ların, Vala Nurettinlerin Baku'su nerdeydi? Baku
sokaklarında yaşadıları bir öyküyü Vâla Nurettin şöyle anlatır:
"Çarşaflı kadın bir Türkçe gazete aldı. Bununla yelpazelendi.
Üstünden de bize doğru baktı. Ahmet Cevat'a bu olaydan söz ettik. Kadın
konularına pek meraklıydı. Kendi de imkân buldukça flört eder, bizim flört
edişimizden pek hoşlanırdı.
-Sizi bir akşam onlara götüreyim, dedi. Adı Mihrimah'tır.
Kakobadze mektep müdiresi Halime Hanımın kızkardeşidir. Kur'an hafızı...
Acaralıdır. Türk mektebinde cimnastik hocasıdır.
Nazım, hafız cimnastik öğretmeni ile flört etmeye başladı.
Ama Hafız cimnastikçi Mihrimah hanım bana da Göllü Parkta ısrarla bir randevu
verdi. Sonra Otel de France'daki odamızda Nazımdan gizli benimle buluştu. Bu
durum beni düşündürmeye başlamıştı. Nâzım'ı da düşündürmüş. Çünkü ona da
benden ayrıldığı kısa zamanlar içinde Uzun Park'ta randevular verirmiş. Aynı
otel odasında onunla da buluşurmuş.
Birgün kuşkularımızı birbirimize açıkladık. Ve Mihrimah'ı
iki park arasındaki yolda yakalayıp bütün ettiklerini yüzüne vurduk. Makas
ateşine aldık.
Ağlayarak yanımızdan kaçtı:
-Ben artık yaşamayayım bu dünyada...
İki arkadaş arkasından bir müddet öfkeyle soluduk. Sonradan
birbirimizin yüzüne baktık.
-Yahu, bu ne dedi? Sakın kıymasın kendine?. Gidip intiharına
mani olalım.
Aradık. Okulda yok, deniz kıyısında yok. Şehrin içerilerine
doğru pür telaş aramakta devam ederken bir de ne görelim? İki bahriyeli
subayın ortasında, kollarına girmiş, şıkırdım sohbet gidiyor.
Biz yanından geçerken uzun kirpiklerinin arasından alaycı
alaycı baktı. Nâzım eski bir mısraını okudu:
Ya bu kadın delidir, ya da ben çıldırmışım!"
1919 lardan 1991'lere Bakü sokaklarında
değişen neler olmuştur? Nâzımlar, Şevket Süreyyalar, Vâlâ Nurettinlerin
Bakusu. Şimdi yeni bir yaşama hazırlanıyor. Artık Elçibeylerin Halk Cephesi
Azerbeycan kamuoyunu elinde tutuyor. Başbakan'ın saygınlığı azaldıkça azalmış.
Giderek köşesine sinmiş. Daha yakın dönemden, 1969'lardan iz bile bulamıyorum.
Ne Melih Cevdet'in ne Fazıl Hüsnü'nün betimlemeleri egemen. Ne güzeldi Fazıl
Hüsnü'nün o şiiri... Nasıldı? Belleğimde miydi?
BAKÜ'DA
UYANMAK
Türkçe sesler gelir yollardan,
Karanlığı yok eder Türkçe ışığı.
Bir İzmir'i benzer,
Bir İstanbul'a
Denizle dağ karışığı.
Daha mavi daha ak,
Bakü'de uyanmak.
Biri koşar sana dek,
Biri koşar ekmeğine
Senin öz kardeşindir,
Yapmaktadır güzelliğini günün
Tanımadın mı yine.
Büyüyen büyüyen bir başak,
Bakü'de uyanmak
Başlar iste radyodan türküler
Bir bulaktan akar dilin.
Kavaklarla, çınarlarla, ardıçlarla
Doğadan dışarı
Taşar yeşilin
Ta içindeki yaprak
Bakü'de uyanmak
İki olursun burda iki yurdun olur,
İlk kez.
Çağların anlattığı masaldan kurtulursun,
Ölümden sonraki diriliş var ya
Artık senin için gerekmez
Hem yakın hem uzak,
Bakü'de uyunmak
Şimdi ben de Baku'da uyanıyordum.
Gerçekten, hem yakın hem uzaktı. Bana hep İzmir'i anımsatıyordu. Ama özlemimdeki
Baku'yu bulamıyordum. Nasıl canlandırmıştım? Nasıl düşlemiştim? Baku, Baku,
Baku...
Ama Baku eskiliğini korumuştur.
Atabekler sarayı, yerli yerindedir. Şimdilerde halı müzesi vardır. Evler
birbirine yaslanmıştır. Eski İzmir'in cumbalı evlerini anımsatır. Ev boyunca
yükselen üzüm asmaları, sarmaşıklar ayrı bir görüntü verir. Yalnız kimi
bölümlerine dizi dizi apatmanlar yapılmıştır. Sözgelimi kocaman şehir merkezi
böyle yerlerden biridir. Art arda sokakları, caddeleri anımsayacağım.
Yazarlar, bilim adamları. Maksim Gorki'den, Samet Vurgun'a değin. Hiç
tanımadığım kişilerden dostluk görüyorum. Bir kadına nerden sigara
alabileceğimi soruyorum. "Balam sen Türk olmalısan? Pulun yohdu, pulunu
men verem" diyor. Bir karaborsacıdan sigara alıyorum. Tüm üstelememe
karşın, kaborsacı sigara parası almıyor. Böyle bir dostluk gösterisi,
gözlerimi yaşartıyor.
Baku'da iki ziyaretimi anlatmalıyım.
Birincisi Halk cephesi kuramcısı Abbas Abdullah beyi ziyaretimdir. Yönetttiği
bir dergi merkezinde kendisini bulduk. Son derece içtenlikli, dost bir kişi.
Tüm sorunlara değindik. Bir gazeteci havası içinde sorunları tartıştık.
Sözgelimi Ermeni olaylarına değindik. Ermeni olayları üzerine çok ayrıntılı
sorular sordum. Gerçekten doyurucu yanıtlar aldım. Abbas Abdullah Bey dedi ki:
"Toprak öyle kolayına alınmaz. Bu
topraklar bizimdir. Ermeniler bağımsızlık istiyorlar. Bizim de isteğimiz bu.
İkimizde bağımsızlığı-mızı kazanalım, savaşalım. Kazanırlarsa buyursun
alsınlar."
Bu yanıtlı yetinmeyeceğim soruyorum:
"Halk cephesi neden böyle kanlı bir çatışmaya neden oldu? Hiç mi çözüm
yoktu. Sözgelimi bu dönemde Karabağ Ermeni yönetimine bırakılamaz mıydı?"
Abdullah Abbas Bey, elimden Azerbeycan
haritasını aldı. Kurşun kalemle çizmeye başladı. "Şu bu topraklar bizden
koparıldı. Sözgelimi Nahcivanla bağlantımız kesildi. Son olarak 1969'de şu
bölgeyi yitirdik. Böylesine bunalımlı dönemlerde topraklarımızı elimizden
aldılar. Daha sonra bizim geri almamız söz konusu olamaz. Ancak bir şey daha
diyeyim, neden her şey halk cephesinin üzerine yükleniyor? Her şeye egemen olan
Halk Cephesi mi?"
Evet, Abdullah Abbas Beyin konuşmasında
en küçük boşluk bulamıyorum. Dostça sarılıp öpüşüyoruz. Bir de birlikte resim
çektiriyoruz. Ardından Halk cehesine de uğradık. Yoksul dağnık bir yapıydı.
Girişte değişik gazeteler sergilenmişti. Tam gerilla merkezi havası egemendi.
Halk cephesi başkanı Elçibey yoktu. Ali Asker diye biri ile tanıştım. Temiz
yüzlü genç bir insan. Arka duvarda, Elçibey, Atatürk ve Türkeş'in resimleri asılı.
Yine büfede küçük bir Humeyni resmi duruyordu. Tam anlamıyle at izi it izine
karışmış. Kimin ne istediği belli değil.
Aynı gün Yazarlar birliği başkanı
Anar'ı ziyaret ettik. Anar'ın adını Türkiye'deyken Ataol Behramoğlu'ndan
almıştım. O günlerde "Ak Liman" adlı romanı Türkiye'de basılmıştı.
Şimdilerde Azerbeycan'ın en ünlü yazarı. Melih Cevdet'in Gezilerinde adı
geçiyor. Melih Cevdet şöyle yazıyor:
"Resul Rıza'nın evinde en gençleri
ile tanıştım. Yazarlar birliğindeki toplantıdan çıktıktan sonra, Resul Rıza'nın
eşi Bayan Nigar ve oğlu Anar, bizi evlerine çağırdılar. (...) Anar yabancı dil
biliyor, kültürlü akıllı bir genç."
1965'lerin kültürlü genci şimdi orta yaşın üzerindedir ve yazarlar
birliğinin başkanıdır. Azeri dostlar beni ona götürürken "gurru kişi"
"soğuk adam" diye kendi aralarında söylenmişlerdi. Baku'nun merkezi
yerindeydi. Yazarlar birliği. Birinci katta önce bir salon, salonda bir
sekreter. Sekreter geleceğimizden haberli. İnce bir yahudi kadın. Özellikle
beli ince mi ince. (Bu ziyaret bittikten sonra Azeri dostlar arasında
sekreterin belinin kaç santim olduğu üzerine oldukça uzun süren bir hararetli
tartışma oldu!) Anar ile de bir saate yakın görüştük. Abbas Abdullah Bey'in
candan yaklaşımı, ile Anar'ın üstten bakan tavırları arasında ister istemez bir
karşılaştırma yapmaktan kendimi alamadım. Abbas Abdullah Bey başka bir insandı.
İkimiz de dikine konuştuk. Yazarlar Birliği Nazım'ın 90. doğum yılını
kutluyormuş. Hollanda'da böylesi bir tören önerdi. "Gerek yok" dedim.
"Neden Nazım'ı sevmez misin?" "Hem de çok severim. Ancak
yıllardır, sürekli aynı kişileri tanıtıyoruz. Başka hiç mi yazarı yok bu
ulusun? Bir Ali Şir Nevai'yi tanıtalım. Bir Samet Vurgun'u tanıtalım. Ve gün
olur sizi de tanıtmamız gerekir. Sürekli aynı kişinin tanıtılmasından yana
değilim. Sorun bu."
Azeriler yeni yazıya geçmeden yanalar.
Yeni yazı düzenlemesini yapan bilimadamları yanımda. Onlar Aran'ın bu konudaki
görüşlerini soruyorlar. Anar "İran'dan gelen Azeriler Arap yazısına
geçmemizi, ya da bugünkü yazıyı korumamazı istediler. Biz onları da düşünmek
zorundayız. 20 milyon Azeriyi unutamayız. Ben latin yazısına geçilmesinden yanayım.
Yalnız bir koşulla. x, Ñ, e sesleri korunmalı" diyor. Yine dayanamıyorum
"Kuşkusuz İrandan gelen Azerileri düşünmek gerek. Ama İran Azerileri
şimdiye değin ne zaman ulusal bir varlık gösterdiler de bugün kendilerinde
böyle bir söz yetkisi buluyorlar? 20 milyon olmasına yirmi milyonlar. Ama tümüyle
Farsların dümen suyuna kapılmışlar. İran Azerileri şimdiye değin hangi yazarı,
şairi yetiştirdi? Kişi geriyi, kötüyü örnek alamaz. Dünyanın yönü
ileriyedir."
Gerçekten İran'dan gelen çok sayıda
molla ile karşılaşmıştım. Baku'ya indiğim günün sabahı giyimlerinden molla oldukları
belli olan dört kişinin yanına yaklaşıp konuşmuştum. İran'dan geldiklerini
söylemişlerdi. Baku'nun güneyden giriş kapısında 12 imamlar için sürekli ateş
yanan ve dualar ediler bir zziyaret yerine geliyorlardı. Bu ziyaret yeri
yeniden canlanmıştı. Baku Şevket Süreyya'nın 1918'lerde belirlediği gibi yine
kommopolitti. Birçok ulustan ne olduğu belirsiz insan cirit atıyordu.
Türkiyeli tüccarlar, İranlı mollalar, batılı turisler alabildiğine
doldurmuştu. Hazar yine birşeylere gebeydi. Bakalım önümüzdeki günler ne
gösterecekti?
Akşam üzeri Baku'da çok eski kutsal
ateş tapınaklarından birini gördük. Çok eskilere dayanan bir gelenek. Sürekli
ateş yanıyor. Yine petrol pompaları kenti kuşatıyor. Bir benzin istasyonunda
arabaya benzin almak için sıraya girdik. Sırayı bozan birine başka bir Azeri
bağırıyordu: "Ermeni senden yahşıdır". O Akşam Türkmenistan'a
geçeceğim. Bir dolmuşa binmiştim ki evden çantamı alayım. Karşımda sakallı,
yaşlıca bir hoca oturuyordu. Sanırım yüzümden Azerbeycanlı olmadığımı anladı
ki, Sünni olup olmadığımı sordu. "Şiüyim dedim. Cebinden çıkardığı eski
yazı ile yazılmış küçük bir kitabı gösterdi. Ben yaşta birinin bunu
okuyamayacğını sanmış olmalıydı. Kitap Azerice yazılmış, On iki imamları öven
bir destandı. Okumaya başladım. Dolmuştan inerken yüzlerimden öptü. Ben
indikten sonra "Tanrım çok şükür bir temiz yüz gösterdin" diye
söylenmiş. Bütün dolmuştakiler gülmüş. Benden sonra dolmuştan inen dostlar
anlatılar. Bol bol güldük bu olaya. Bir yaşlı kişiyi sevindirdiğim için ben de
pek mutlu oldum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder