Yayında Olan Eserlerim

4 Eylül 2017 Pazartesi

Adım Adım Türk Elleri 3: Bakü Hem Yakın Hem Uzak

Akşamın kararan kızıllığını kuzyede bırakan arabamızla Bakuya doğru iliyliyorduk. Sumgayt ve öbür yerleşim merkez­leri bir bir gerilerde kalıyordu. Akşam Baku'nun yalı cadde­sini gezmeye başladık. Baku'nun ünlü yalı caddesinde halkın konuşmasını inceden inceye dinliyordum. Kimileyin Rusça ko­nuşmalar kulağıma geliyordu. Onların Rus mu oldukları sor­dum. "Yok dedi Azeri arkadaş. Şu Ermeni olayları çıkma­saydı, tüm Azerbeycan, ruslaşacaktı. Kimse Türk okuluna ço­cuğunu yollamıyordu" Ama Baku yalı caddesinde Sezen Aksu'dan İbrahim Tatlıses'e sürekli Türk müziği işitiliyordu. "Ufak tefek yalanların, mühim değil olur canım, sen benim­sin". Türkiye'den beri beni izleyen sözler Azerbeycan'da da bırkamıyordu. Yalı caddesinde bira evleri, yalı caddesinde çay bahçeleri. Ama yalı caddesinde kocaman kocaman boşluk­lar açılmış. Hani insan düşse kaybolur cinsinden. Azeri dost­lar bir kaç yıldır süren bakımsızlıktan yakınıyorlar. Ermeni olayları çıktı çıkalı herkes öz sorununu unuttu, Karabağla il­gilenir oldu diyorlar. Gerçekten, Baku'da kasvetli bir hava sezmemek olanaksız. Hep romanlarda, anılarda okudum, -o şen şakrak Baku'yu bir türlü bulamıyorum. Sözgelimi Nazım'ların, Vala Nurettinlerin Baku'su nerdeydi? Baku so­kaklarında yaşadıları bir öyküyü Vâla Nurettin şöyle anla­tır:

         "Çarşaflı kadın bir Türkçe gazete aldı. Bununla yelpaze­lendi. Üstünden de bize doğru baktı. Ahmet Cevat'a bu olay­dan söz ettik. Kadın konularına pek meraklıydı. Kendi de imkân buldukça flört eder, bizim flört edişimizden pek hoşla­nırdı.
         -Sizi bir akşam onlara götüreyim, dedi. Adı Mihrimah'tır. Kakobadze mektep müdiresi Halime Hanımın kızkardeşidir. Kur'an hafızı... Acaralıdır. Türk mektebinde cimnastik hoca­sıdır.
         Nazım, hafız cimnastik öğretmeni ile flört etmeye başla­dı. Ama Hafız cimnastikçi Mihrimah hanım bana da Göllü Parkta ısrarla bir randevu verdi. Sonra Otel de France'daki odamızda Nazımdan gizli benimle buluştu. Bu durum beni dü­şündürmeye başlamıştı. Nâzım'ı da düşündürmüş. Çünkü ona da benden ayrıldığı kısa zamanlar içinde Uzun Park'ta ran­devular verirmiş. Aynı otel odasında onunla da buluşurmuş.
         Birgün kuşkularımızı birbirimize açıkladık. Ve Mihrimah'ı iki park arasındaki yolda yakalayıp bütün et­tiklerini yüzüne vurduk. Makas ateşine aldık.
         Ağlayarak yanımızdan kaçtı:
         -Ben artık yaşamayayım bu dünyada...
         İki arkadaş arkasından bir müddet öfkeyle soluduk. Sonradan birbirimizin yüzüne baktık.
         -Yahu, bu ne dedi? Sakın kıymasın kendine?. Gidip intiha­rına mani olalım.
         Aradık. Okulda yok, deniz kıyısında yok. Şehrin içerile­rine doğru pür telaş aramakta devam ederken bir de ne göre­lim? İki bahriyeli subayın ortasında, kollarına girmiş, şıkır­dım sohbet gidiyor.
         Biz yanından geçerken uzun kirpiklerinin arasından alaycı alaycı baktı. Nâzım eski bir mısraını okudu:
         Ya bu kadın delidir, ya da ben çıldırmışım!"

         1919 lardan 1991'lere Bakü sokaklarında değişen neler ol­muştur? Nâzımlar, Şevket Süreyyalar, Vâlâ Nurettinlerin Bakusu. Şimdi yeni bir yaşama hazırlanıyor. Artık Elçibeylerin Halk Cephesi Azerbeycan kamuoyunu elinde tu­tuyor. Başbakan'ın saygınlığı azaldıkça azalmış. Giderek kö­şesine sinmiş. Daha yakın dönemden, 1969'lardan iz bile bu­lamıyorum. Ne Melih Cevdet'in ne Fazıl Hüsnü'nün betimle­meleri egemen. Ne güzeldi Fazıl Hüsnü'nün o şiiri... Nasıldı? Belleğimde miydi?

         BAKÜ'DA UYANMAK
         Türkçe sesler gelir yollardan,
         Karanlığı yok eder Türkçe ışığı.
         Bir İzmir'i benzer,
         Bir İstanbul'a
         Denizle dağ karışığı.
         Daha mavi daha ak,
         Bakü'de uyanmak.

         Biri koşar sana dek,
         Biri koşar ekmeğine
         Senin öz kardeşindir,
         Yapmaktadır güzelliğini günün
         Tanımadın mı yine.
         Büyüyen büyüyen bir başak,
         Bakü'de uyanmak
         Başlar iste radyodan türküler
         Bir bulaktan akar dilin.
         Kavaklarla, çınarlarla, ardıçlarla
         Doğadan dışarı
         Taşar yeşilin
         Ta içindeki yaprak
         Bakü'de uyanmak

         İki olursun burda iki yurdun olur,
         İlk kez.
         Çağların anlattığı masaldan kurtulursun,
         Ölümden sonraki diriliş var ya
         Artık senin için gerekmez
         Hem yakın hem uzak,
         Bakü'de uyunmak

         Şimdi ben de Baku'da uyanıyordum. Gerçekten, hem yakın hem uzaktı. Bana hep İzmir'i anımsatıyordu. Ama özlemim­deki Baku'yu bulamıyordum. Nasıl canlandırmıştım? Nasıl düşlemiştim? Baku, Baku, Baku...
         Ama Baku eskiliğini korumuştur. Atabekler sarayı, yerli yerindedir. Şimdilerde halı müzesi vardır. Evler birbirine yaslanmıştır. Eski İzmir'in cumbalı evlerini anımsatır. Ev bo­yunca yükselen üzüm asmaları, sarmaşıklar ayrı bir görüntü verir. Yalnız kimi bölümlerine dizi dizi apatmanlar yapıl­mıştır. Sözgelimi kocaman şehir merkezi böyle yerlerden bi­ridir. Art arda sokakları, caddeleri anımsayacağım. Yazarlar, bilim adamları. Maksim Gorki'den, Samet Vurgun'a değin. Hiç tanımadığım kişilerden dostluk görüyo­rum. Bir kadına nerden sigara alabileceğimi soruyorum. "Balam sen Türk olmalısan? Pulun yohdu, pulunu men verem" diyor. Bir karaborsacıdan sigara alıyorum. Tüm üstelememe karşın, kaborsacı sigara parası almıyor. Böyle bir dostluk gös­terisi, gözlerimi yaşartıyor.

         Baku'da iki ziyaretimi anlatmalıyım. Birincisi Halk cephesi kuramcısı Abbas Abdullah beyi ziyaretimdir. Yönetttiği bir dergi merkezinde kendisini bulduk. Son derece içtenlikli, dost bir kişi. Tüm sorunlara değindik. Bir gazeteci havası içinde sorunları tartıştık. Sözgelimi Ermeni olayla­rına değindik. Ermeni olayları üzerine çok ayrıntılı sorular sordum. Gerçekten doyurucu yanıtlar aldım. Abbas Abdullah Bey dedi ki:
         "Toprak öyle kolayına alınmaz. Bu topraklar bizimdir. Ermeniler bağımsızlık istiyorlar. Bizim de isteğimiz bu. İkimizde bağımsızlığı-mızı kazanalım, savaşalım. Kazanırlarsa buyursun alsınlar."
         Bu yanıtlı yetinmeyeceğim soruyorum: "Halk cephesi ne­den böyle kanlı bir çatışmaya neden oldu? Hiç mi çözüm yoktu. Sözgelimi bu dönemde Karabağ Ermeni yönetimine bırakıla­maz mıydı?"
         Abdullah Abbas Bey, elimden Azerbeycan haritasını aldı. Kurşun kalemle çizmeye başladı. "Şu bu topraklar bizden ko­parıldı. Sözgelimi Nahcivanla bağlantımız kesildi. Son ola­rak 1969'de şu bölgeyi yitirdik. Böylesine bunalımlı dönem­lerde topraklarımızı elimizden aldılar. Daha sonra bizim geri almamız söz konusu olamaz. Ancak bir şey daha diyeyim, neden her şey halk cephesinin üzerine yükleniyor? Her şeye egemen olan Halk Cephesi mi?"
         Evet, Abdullah Abbas Beyin konuşmasında en küçük boşluk bulamıyorum. Dostça sarılıp öpüşüyoruz. Bir de birlikte resim çektiriyoruz. Ardından Halk cehesine de uğradık. Yoksul dağnık bir yapıydı. Girişte değişik gazeteler sergilenmişti. Tam gerilla merkezi havası egemendi. Halk cephesi başkanı Elçibey yoktu. Ali Asker diye biri ile tanıştım. Temiz yüzlü genç bir insan. Arka duvarda, Elçibey, Atatürk ve Türkeş'in re­simleri asılı. Yine büfede küçük bir Humeyni resmi duruyordu. Tam anlamıyle at izi it izine karışmış. Kimin ne istediği belli değil.
         Aynı gün Yazarlar birli­ği başkanı Anar'ı ziyaret ettik. Anar'ın adını Türkiye'deyken Ataol Behramoğlu'ndan almıştım. O günlerde "Ak Liman" adlı romanı Türkiye'de basılmıştı. Şimdilerde Azerbeycan'ın en ünlü yazarı. Melih Cevdet'in Gezilerinde adı geçiyor. Melih Cevdet şöyle yazıyor:
         "Resul Rıza'nın evinde en gençleri ile tanıştım. Yazarlar birliğindeki toplantıdan çıktıktan sonra, Resul Rıza'nın eşi Bayan Nigar ve oğlu Anar, bizi evlerine çağırdılar. (...) Anar yabancı dil biliyor, kültürlü akıllı bir genç."  1965'lerin kül­türlü genci şimdi orta yaşın üzerindedir ve yazarlar birliğinin başkanıdır. Azeri dostlar beni ona götürürken "gurru kişi" "so­ğuk adam" diye kendi aralarında söylenmişlerdi. Baku'nun merkezi yerindeydi. Yazarlar birliği. Birinci katta önce bir salon, salonda bir sekreter. Sekreter geleceğimizden haberli. İnce bir yahudi kadın. Özellikle beli ince mi ince. (Bu ziyaret bittikten sonra Azeri dostlar arasında sekreterin belinin kaç santim olduğu üzerine oldukça uzun süren bir hararetli tartış­ma oldu!) Anar ile de bir saate yakın görüştük. Abbas Abdullah Bey'in candan yaklaşımı, ile Anar'ın üstten bakan tavırları arasında ister istemez bir karşılaştırma yapmaktan kendimi alamadım. Abbas Abdullah Bey başka bir insandı. İkimiz de dikine konuştuk. Yazarlar Birliği Nazım'ın 90. do­ğum yılını kutluyormuş. Hollanda'da böylesi bir tören önerdi. "Gerek yok" dedim. "Neden Nazım'ı sevmez misin?" "Hem de çok severim. Ancak yıllardır, sürekli aynı kişileri tanıtıyo­ruz. Başka hiç mi yazarı yok bu ulusun? Bir Ali Şir Nevai'yi tanıtalım. Bir Samet Vurgun'u tanıtalım. Ve gün olur sizi de tanıtmamız gerekir. Sürekli aynı kişinin tanıtılmasından yana değilim. Sorun bu."
         Azeriler yeni yazıya geçmeden yanalar. Yeni yazı düzen­lemesini yapan bilimadamları yanımda. Onlar Aran'ın bu ko­nudaki görüşlerini soruyorlar. Anar "İran'dan gelen Azeriler Arap yazısına geçmemizi, ya da bugünkü yazıyı korumamazı istediler. Biz onları da düşünmek zorundayız. 20 milyon Azeriyi unutamayız. Ben latin yazısına geçilmesinden yana­yım. Yalnız bir koşulla. x, Ñ, e sesleri korunmalı" diyor. Yine dayanamıyorum "Kuşkusuz İrandan gelen Azerileri düşünmek gerek. Ama İran Azerileri şimdiye değin ne zaman ulusal bir varlık gösterdiler de bugün kendilerinde böyle bir söz yetkisi buluyorlar? 20 milyon olmasına yirmi milyonlar. Ama tümüy­le Farsların dümen suyuna kapılmışlar. İran Azerileri şim­diye değin hangi yazarı, şairi yetiştirdi? Kişi geriyi, kötüyü örnek alamaz. Dünyanın yönü ileriyedir."       
         Gerçekten İran'dan gelen çok sayıda molla ile karşılaşmış­tım. Baku'ya indiğim günün sabahı giyimlerinden molla ol­dukları belli olan dört kişinin yanına yaklaşıp konuşmuştum. İran'dan geldiklerini söylemişlerdi. Baku'nun güneyden giriş kapısında 12 imamlar için sürekli ateş yanan ve dualar ediler bir zziyaret yerine geliyorlardı. Bu ziyaret yeri yeniden can­lanmıştı. Baku Şevket Süreyya'nın 1918'lerde belirlediği gibi yine kommopolitti. Birçok ulustan ne olduğu belirsiz insan ci­rit atıyordu. Türkiyeli tüccarlar, İranlı mollalar, batılı turis­ler alabildiğine doldurmuştu. Hazar yine birşeylere gebeydi. Bakalım önümüzdeki günler ne gösterecekti?

         Akşam üzeri Baku'da çok eski kutsal ateş tapınaklarından birini gördük. Çok eskilere dayanan bir gelenek. Sürekli ateş yanıyor. Yine petrol pompaları kenti kuşatıyor. Bir benzin is­tasyonunda arabaya benzin almak için sıraya girdik. Sırayı bozan birine başka bir Azeri bağırıyordu: "Ermeni senden yah­şıdır". O Akşam Türkmenistan'a geçeceğim. Bir dolmuşa bin­miştim ki evden çantamı alayım. Karşımda sakallı, yaşlıca bir hoca oturuyordu. Sanırım yüzümden Azerbeycanlı olmadı­ğımı anladı ki, Sünni olup olmadığımı sordu. "Şiüyim dedim. Cebinden çıkardığı eski yazı ile yazılmış küçük bir kitabı gös­terdi. Ben yaşta birinin bunu okuyamayacğını sanmış olma­lıydı. Kitap Azerice yazılmış, On iki imamları öven bir des­tandı. Okumaya başladım. Dolmuştan inerken yüzlerimden öptü. Ben indikten sonra "Tanrım çok şükür bir temiz yüz gös­terdin" diye söylenmiş. Bütün dolmuştakiler gülmüş. Benden sonra dolmuştan inen dostlar anlatılar. Bol bol güldük bu olaya. Bir yaşlı kişiyi sevindirdiğim için ben de pek mutlu ol­dum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder