Yayında Olan Eserlerim

16 Eylül 2017 Cumartesi

ABDAL MUSA SULTAN

ABDAL MUSA SULTAN
Fuat Bozkurt

Abdal Musa, bütün Anadolu Alevilerinin benimsediği en büyük Urum Erenlerinden biridir. Bektaşi söylencelerine göre, Hacı Bektaş'ın amcası Haydar Ata'nın oğlu Hasan Gazi'nin oğludur. Gerçekte Abdal Musa'nın Hacı Bektaş'la soy bakımından yakınlığı tartışmalıdır. Adından da anlaşılacağı gibi, Horasan ya da Rum erenlerindendir. 13-14. yüzyıllarda Anadoluyu dolduran Babai- Abdal dervişlerdendir.Deyişlerinde kendini Horasanlı olarak tanıtır. Doğum yerinin, İran Azerbaycan’ındaki Hoy ilçesi olduğunu, Hacı Bektaş'ın halifesi Hacım Sultan'a bağlı bulunduğunu söyler.
Aşıkpaşazade'ye göre Abdal Musa, Orhan Gazi döneminde yaşar. Yeniçerilerle birlikte akınlara katılır. Ünlü Geyikli Baba ile ilişkisi vardır. Bursa'nın alınmasına katılır. Külahı başından düşen bir askere başındaki sivri külahı giydirir. Bu yüzden yeniçeriler Hacı Bektaş'a bağlılık duyarlar[1]. (Yeniçeri ocağı 1363 yılında kurulduğuna ve Bursa ise 1326 yılında alındığına göre Âşıkpaşazâde'nin bu anlattıkları zaman bakımından doğru olamaz.) Aşık Paşa, ayrıca Abdal Musa'nın bir süre Hacı Bektaş tekkesinde oturduğunu da bildirir. Bu sürede Kadıncık Ana ona Hacı Bektaş'ın düşüncelerini öğretir.
Geda Muslu bir nefesinde Abdal Musa’nın Rumeli’ne kumandan olduğunu ve tahta kılıçla taşı ikiye böldüğünü, bütün Rumeli’ni İslama getirdiğini, kafirlere karşı gazalarda bulunduğunu söyler.
Kendisini Abdal Musa müridi olarak tanıtan şair Deli Şükrü bir deyişinde Abdal Musa’nın kara sancağı olduğunu, yedi dağı nefesle yürüttüğünü yayar.
Abdal Musa'nın mezarı Antalya'nın Elmalı yakınlarındaki Tekke köyündedir. Nitekim ozan Veli Baba da türbesi Akdeniz yakasındadır diye söyler. Bektaşiliğin ve Bektaşi yazının kurucularından biri ve en önemlisi olan Kaygusuz Abdal, deyişlerinde Abdal Musa'nın dervişi olduğunu övünçle anlatır.
Abdal Musa’nın Alevi geleneğinde önemli bir yeri vardır. Cem törenindeki on iki posttan on birincisi Ayakçı Şah Abdal Musa Postu olarak anılır. Anadolu’da birlik cemlerine Abdal Musa adı verilir. Bu cemlere küçük suçlardan düşkün olmuş aileler de katılabilir. Abdal Musa, yüreği büyük, bağışlayıcı olarak algılanır.
Abdal Musa’bir ateş parçasını pamuk içine koyup Geyikli Babaya yollar. O da müride bir tas süt verip geri gönderir. Mürit bundaki anlamı kavrayamaz. Fakat Abdal Musa söylemi anlamıştır. Bu sütün geyik sütüdür. Yaban hayvanlarına egemen olmanın ateşle pamuğu birbirine dokundurmadan daha zor olduğu söylenmek istenmiştir. Yani, Abdal Musa ateş pamuk simgesi ile insanlar üzerindeki etkinliğini göstermek istemiş, buna karşılık Geyikli Baba hayvanlar üzerindeki etkinliğin daha zor olduğunu söylemiştir. Böylece Abdal Musa Geyikli Baba’nın kendinden üstün veli olduğunu itiraf eder.
Benzer bir öykü Ahmet Yesevi’ye dayandırılır. Horasan alimleri Ahmet Yesevi’nin meclislerinde kadın-erkek birlikte bulunmasını eleştirmeleri üzerine, Yesevi, bir hokka içine pamukla ateş koyarak yollar. Böylece kendi gibi bir velinin meclisinde kadınla erkek bir arada bulunsa bile içlerinde kötülük olmadığını bildirmek ister.

Abdal Musa bir öğretini zincirinin halkasıdır. Bu öğretinin kaynağı Alevi geleneğinde “serçeşme” olarak anılan Hacı Bektaş Velidir. Abdal Musa, Hacı Bektaş düşüncesini kendinden sonraki kuşağa aktaran köprü konumundadır. Abdal Musa’dan sonra Hacı Bektaş düşüncesi şiirlere dönüşerek yeni kuşaklara ulaşacaktır. Deyiş geleneğindeki önemli ad ise Kaygusuz Abdaldır.
Burada öncelikle Hacı Bektaş düşüncesi nedir, özellikleri nelerdir, buna değinip sözü Kaygusuz’a getirmek istiyoruz.
Hacı Bektaş düşüncesi Anadolu kazanında kaynayıp pişmiş bir dostluk yemeğidir. Köken olarak Orta Asya dan beslenmesine karşın değişik din ve kültürlerle donanmış bir Anadolu düşüncesidir. Ana göze Orta Asya’dan kaynaklanması nedenile ulusal, değişik halklar içinde değişik kültürlerle yoğrulması nedeniyle evrensel özellikler sergiler.
Hacı Bektaş düşüncenin bir kuram olmaktan çok, uygulamadır. Kurallar dizgesi değil, yaşam biçimidir. Büyük davalar, karışık sorunları değil, halkın günlük yaşantısı için gerekli sorunları çözümleme yolunu seçer.
Bu bakımdan Hacı Bektaş bir din reformcusu değildir. O, Luther gibi dinin algılanma ve yorumlama dizgesinde yeni kuramlar üretmez. Var olan ilkelerin, yaşam gerçeği ile uygulanması yoluna gider. Akılı en etkili temel değe olarak alır. Bu anlayışa göre bir buyurum, bir düzen, bir ilke akla uygunsa doğrudur. Akla uygun değilse yanlıştır, değersizdir ve değiştirilmelidir. Hacı Bektaş, akılın egemenliğine dayanan temel görüşlerini toplumun pratik yaşamına uygular, halkı tartışılmaz dinsel ilkelere saplanıp kalmak yerine, yaşam gerçeği ile yüzleşmeye çağırır. Akılcılığın doğal sonucu eleştiridir.
Bu nedenle Hacı Bektaş öğretisinde eleştiri vardır. Oysa İslam’da Şeriat ilkesi itaatı esas alır. Yaratılış ve ilahi sözler tartışılmaz doğrulardır. Bunları eleştirmek bir yana, doğrulukları üzerine ikircik geçirmek, kuşkulanmak olanaksızdır. Avrupa ile karşılaştıracak olursak, batı aydınlanması ancak 18. yüzyılda aklın egemenliğine dayanan eleştiri düşüncesini yakalayabilmiştir. Bu çağa eleştir çağı denmesi böyle bir olguya dayanır. Hacı Bektaş bu süreci Avrupa’dan 500 yıl önce yakalamıştır. Günümüzde Alevi kimliğini Sünni kimliğinden arasındaki en dikkate değer ayrımlardan olan eleştiri ve özeleştirici bakış özelliği böyle bir geleneğe dayanır.
Hacı Bektaş, halkın ana dilinde kendi olanakları içinde ibadet ilkesini getirir. Halka anlamadığı bir dilde ibadet yerine, kendi dilinde ibadet kolaylığını sunar. Kendi dili ive anlayışı ile Tanrıya yöneliş, insanlık tarihinde büyük değişim süreçlerinden biridir. Anlamaksızın yapılan ezbere tapınım yerine, halkın özünde duyduğu anadili ile anlaşılır bir inancın benimsenmesi ni sağlamıştır. Bunun sonucunda inançla halk bilinci birleşmiştir.
Avrupa’da bu değişim süreci insanoğlunun büyük aşamalarından biri olan Reform olarak doğmuş, Batı uygarlığının yaratılmasında en büyük etken olmuştur. Avrupa’da ilk 16. yüzyılda gerçekleşen anadilde ibadeti, Hacı Bektaş 300 yıl önce uygulamıştır. Yazık ki bu etkinlik bütün topluma yayılıp devlet erkine yerleşmemiştir. Bu durağanlık bizim gerikalmışlığımızın nedenlerinden biri gösterilir. Çünkü böyle bir değişim süreci İslam dünyasının ve bu bağlamda Osmanlı imparatorluğunun yaratmadığı bir atılımdır.
Ortaasya’dan başlayıp Anadolu’ya uzanan yolda değişen ve gelişen inançları İslam yorumu ile kaynaştırır, pratik çözümler getirir. İslam’ın beş temel ilkesini, Anadolu insanının yaşam biçimine indirger. Hac Farzı yerine “Kabe insanın kalbindedir” ilkesini getirir. Daha sonraları kimi felsefi düncelerle donanan bu, ilke Bektaşi edebiyatında işlenerek şu dörtlükte kristalleşir:
Hararet nardadır, sacda değildir,
Hakikat baştadır, tacda değildir,
Her ne arar isen kendinde ara,
Mekke’de Kudüs’te Hac’da değildir.
Kutsal Hıra dağının benzerini Sulucakaöyükte tesis eder. Abdest, namaz gibi göçebe toplum yaşamını zorlayan ibadet biçimlerini cem türeni ile kaynaştırır. Kabe’de ne gibi kutsal yerler varsa, benzerlerini Anadolu’nun ortasındaki bu küçük köyde yaratmaya çalışır. Bu nedenle yakın zamanlara dek Sulacakaraöyük, Anadolu Alevileri arasında “Küçük Hac” yeri olarak kutsanmıştır. Bu da Hacı Bektaş düşüncesinin pratik çözümlerinden biridir.
Genel anlamda Hacı Bektaş düşüncesi bir kuram değildir. Kuram, katı ilkelere bağlı durağan ilkeler bütünüdür. Katı ilkelere bağlı bütün düşün dizgeler, bir süre sonra özün önüne geçer, biçimin tutsağı olur, özü unutturur. Uygulamada boş kurallar, gereksiz ayrıntılar içinde kuram boğulur. Hacı Bektaş düşüncesinde böyle bir durumun söz konusu olmaması, onun en olumlu yanlarından biridir. Çünkü onda esas olan yaşamdır. Kurallar ilkeler, yaşamı kolaylaştırmak, güzelleştirmek için gereklidir. İlkeler yaşama değil, yaşam ilkeleri belirler. Böylece öğreti, zaman ve uzam sınırlarını aşarak evrensellik kazanır.
Ne var ki, bu durum, öğretinin yalınkat bir inanç dizgesi kalmasının da en önemli etkenlerden biridir. Açıkça söylemek gerekirse, Bektaşilik, bir kuram oluşturmamsı nedeniyle İslam içinde bir mezhep olamamıştır. Uygulama ile süren yalın bir halk inancı olarak kalmıştır. Düzsözden çok şiire ağırlık vermiş, deyişlerle ilkelerini, öğretisini sürdürme yolunu seçmiştir. Sürekli medrese Sünniliğinin gölgesinde kalmış, bir türlü boy atıp serpilip gelişememiştir. Günümüzde Türk ulusunun kimlik bunalımının kökeninde bu Ulusal bir mezhebe sahip olmama gerçeği yatar. Arap kimliğini baskın biçimde işleyen Sünni Müslümanlık yanında, ulusal kimliğini belirleyecek bir mezhebin bulunmaması  bin yıllık bağımsızlığa karşın kimlik bunalımına neden olmuştur.
Oysa, İran’da durum farklı gelişmiştir. İran, bin yıl Türk egemenliğinde kalmasına karşın, derin ve köklü bir milliyet duygusunun doğmasına etken olmuştur. Fars bilinçaltında binlerce yıllık bir uygarlık, Asya uygarlığının tortusu sızıp Şiilik görüntüsü altında birikmiştir. Farsın Ruhu bu tortudur. Zerdüştlük, Ateşetaparlık, İslamlık ve Doğu gizemciliği birbirine karışmış, bulanık yoğun bir kültür biçiminde Şiilik kalıbına dönüşmüştür. Şiiliğin İslam tarihinde ne gibi bir anlam taşır, ne gibi etkileri vardır, kesin bilmez. Ama Ne ki, İran bulmacası bu anlamın altında gizlidir. İran’ı Türk ve Arap dünyasından ayıran köklü ruh farkı burada yatar.Günümüzde ulusal Fars kimliğini oluşturan bu tortudur.
Hacı Bektaş öğretisi, bu bakımdan İran Şiiliğini başarısına yaklaşamamıştır. Koşullar da böyle bir oluşumun doğmasına uygun değildir. Sonuçta Hacı Bektaş düşüncesi bir ihtilal sonrasının yıkık ortamında gelişir. Düşünceyi sistemleştirecek olan Hacı Bektaş kökende bir ihtilalcidir. İhtilal ortamı içinde büyür. Kardeşi Mintaş ile birlikte Babalı ayaklanmasında yer alır. Büyük ayaklanmada kardeşini kaybeder ve ayaklanmanın ezilmesinin ardından bir süre izini kaybettirir. Uzunca bir süre sonra Sulucakaraöyük’te barış güvercini olarak ortaya çıkar. Artık o bir militan değil, Ahmet Yesevi’nin buyruğu ile irşad etmek üzere Anadolu’ya gelmiş erendir. Güvercin donunda Anadolu’ya ulaşmıştır.
Güvercin donuna girme motifi Hacı Bektaş’ın yeni kimliğini yansıtan başat öge konumundadır. Bundan sonraki yaşantısında barış adamı olarak görev yapar. Halk babalı ayaklanması ve Moğol yayılması gibi toplumsal sarsıntılar yüzünden yorgun ve yaralıdır. Yaşam düzen alt üst olmuştur. Bu karmaşada insanlar en yakınlarını kaybetmişlerdir. Doğaya karşı direnme güçleri bitmiştir. Bir anlamda toplumsal bellek yitimi yaşanmaktadır. Böyle bir ortamda Hacı Bektaş öğretisi, işlevsel olur. Halka büyük ve gerçekleşmesi zor vaatlerde bulunmaz. Günlük yaşamda gerekli bilgileri sunar. Öküz nasıl koşulur, çift nasıl sürülür, döven nasıl sürülür, tuz nasıl çıkarılır türünden işlevsel bilgilerdir bunlar. Velayetname’de anlatılan öykülere sinen bu ayrıntılar savaş sonrası toplum yıkımı ile ortaya çıkan sorunları sergiler. Babalı ayaklanmasının yorgun devrimcisi artık toplumda bir eğitmendir. Velayetname’de onunla ilgili kimi mucizeler de anlatılır. Ne ki Hacı Bektaşı büyük yapan bu tür olağanüstülükler değil, günlük yaşamıdır. Tatar çocuğu bir oyunda kaza ile ölür. Mucizeye göre Hacı Bektaş çocuğu diriltir, gerçekte ise, Anadolu yerlisi ile Tartlar arasında çıkacak bir savaşı önler. Kendini tümüyle topluma verir. Olup biten olaylardan sonra evlenip özel bir yaşam kurmayı düşünmez. Bunun yerine sevdiği bir kişinin kızını evlatlık edinir. Ahi örgütünün şeyhi Şeyh Edibali ile Musahip kardeşi olur. Böylece Ortaasya kökenli yolkardeşliği geleneği Ahilik üzerinden Bektaşiliğe geçer.
Hacı Bektaş düşüncesinin başka önemli bir özelliği “Soyumdan gelenler değil, yolumdan giden değerlidir” ilkesini getirmesidir. Bu ilke Aleviliğin 72 milleti bir sayma düşüncesine dayanır. .Böylece Alevilik kan birliğine dayanan ırkçı düşünceden arınır. Geniş bir hoşgörü boyutuna erişir.
İlerleyen dönemde Osmanlı’da Bektaşi Tekkesi ile kurulu düzenin barışıklığı gözlenir. Ama Tekke, hiçbir zaman medrese kültürüne tümden teslim olmaz. Türk dili ile ibadetini sürdürür. Törenlerinde semah ve ezgiyi korur. Sofu dogmalarını yermeyi sürdürür. Daha insancıl, daha bağışlayıcı bir Tanrı anlayışını bağrında yaşatır. Tüm bu direniş Hacı Bektaş düşüncesinin temelinde bulunan akılı etkin değer sayma ilkesinden kaynaklanır.18. Yüzyılda Voltaire çevresinde Bektaşi babaları bulunur. Edip Harabi gibi bir Bektaşi şairi, inançsal olarak evrenin yaratılışı eleştiren Devriyesini yazar. Namık Kemal, Bektaşi aileden gelir. Devrimci görüşlerini böyle bir ortamda filizlenir. Gençliğinde oldukça çok sayıda Kerbela mersiyesi yazar. Siir defterinde Ali aşkıyla dolup taşan dizeler yer alır. Eşref Paşanın Aleviyiz diye başlayan şiirine nazire yazar. Ali Şahımdır diye başka bir şiiri vardır.
Arnavutluk ve Balkanlarda Türk olmayan halklar arasında Bektaşiliğin Sünnilikten çok daha kolay yayılmasının gerekçesini, Bektaşiliğin temelinde yer alan akılcılıkta ve yaşam pratiğinde aramak gerekir. Nitekim, Osmanlı Devletinin çöküş döneminde kurtarma çabası veren ilerici İttihat ve Terakki örgütü Balkanlarda Bektaşi Tekkelerinden destek bulur.
Tüm bu özellikleri ile Hacı Bektaş düşüncesi çok yönlü ele alınması gerekli bir inançlar dizgesidir. İbadeti yaşam koşullarına uyarlaması, aklı en etkin temel değer seçmesi, eleştiriye yer vermesi, tüm halkları bir ve kardeş sayması, engin bir hoşgörü dünyası gibi özellikleri ile evrenseldir. Türk kökenli olması, İnanç dizgesini Türk dili ile sürdürmesi ilkesi ile ulusaldır. Ne ki bu Ulusallık başka halkların dilleri üzerinde baskı oluşturmaz. Kendi dilinde ibadeti her halk için yerinde ve doğal görür. Bu ilke bile ulusallıktan evrenselliğe açılımıdır. Hacı Bektaş öğretisinin Anadolu’dan Balkanlara, Mısır’a, Budapeşte’ye yayılması inanç dizgesinin bu özelliklerinden kaynaklanır.
Abdal Musa, Hacı Bektaş düşüncesini Kaygusuz Abdal‘ın deyişlerine ulaştıran halkadır dedik yazımızın başlarında. Bunu kanıtlamak için kısaca Kaygusuzun’un yaşamına ve deyişlerine göz atmak gerekiyor?
Kimdir Kaygusuz’a Abdal?
Anadolu'nun güney ucunda Alaiye Beyi'nin oğlu Gaybi doğuyor. Yaşamının ilk yılları üzerine bilgimiz yok. Menakıbname'de anlatılanlara göre 18 yaşındaki durumu şöyle anlatılıyor:
"Gaybi Beğ çok akıllı, olgun, arif kişilikli biri. On sekiz yaşında onunla kimse karşı durup tartışamaz. Çünkü çok kitaplar okumuştur. Bilimli tümüyle bilir. Ayrıca çok güçlüdür. Güçlü pazısı vardı. At üstünde silahşörlükte, ok atmakta ve kılıç çalmakta ve gürz salmakta, sünü oynamakta ustaydı. Bunun gibi işlerde eşi yoktu. Ve her zaman kendi kullarıyla çevredeki dağlarda avcılık yapardı. Kaplan, pars gibi gözü ne görse kurtulmazdı."
Gaybi Beğ'in Abdal Musa'ya katılımı şöyle olur:
Gaybi Bey 18 yaşında iken arkadaşları ile birlikte ava çıkar. Avlanırken bir tepe üzerinde, bir ceylan görür. O an ceylan önüne çıkar. Gaybi Bey okluğundan bir ok çıkarıp nişan alır atar. Ok ceylanın sol koltuğunun altına saplanır. Ancak ceylan düşmez, sıçrayıp kaçar. Gaybi Bey de ardına düşer. Ceylandan sürekli kan akar. Gaybi at üzerinde ceylanı kovalar. Dağlar vadiler geçip bir düzlüğe inerler. Yaralı ceylan büyük bir kapıdan içeri girer. Gaybi de ardından dergaha girer. Dervişlere ceylanı sorar. Dergah ermiş velilerden Abdal Musa Sultan'ındır. Abdal Musa buraya büyük bir yapı kondurmuştur. Onun hizmetinde pek çok kişi vardır. Yanına gelenler muklak muhib ya da mürit olur. Pek çok dervişi vardır. Tümü Abdal Musa’ya yaraşır hizmette bulunur. Ona bağlanırlar. İşte ceylanı kovalayan Gaybi'nin girdiği dergah böyle bir yerdir. Dervişler Gaybi Beyi görüp karşılarlar. Atının dizginini tutup:
-Buyurun, ziyarete geldiniz ise aşağı inin- derler. Gaybi Bey:
-Buraya oklanmış bir ceylan geldi. O benim avımdır. Ne oldu? Onu bana verin- der. Dervişler:
-Buraya böyle bir ahu gelmedi. Biz görmedik -derler. Gaybi Bey'in üstelemesi üzerine Abdal Musa'ya çıkarırlar. Gaybi, Abdal Musa'ya dileğini yineler. Bunun üzerine Abdal Musa sol böğrüne saplanmış oku çıkarır. "Bu ok muydu senin okun" diye sorar. Gerçekte ceylan donunda Gaybi'nin önüne çıkan Abdal Musa'dır. Bunun üzerine Gaybi, Abdal Musa'ya katılıp ve onun müridi olmak ister. Ne ki,şeyh (Abdal Musa) ona mücerretlik yolunun zorluklarını anlatır. Babasından izin almasını söyler. Sonunda Gaybi’nin diretmesi üzerine, tarikata göre tıraş ederler. Tac ve hırka giydirirler. Beline kemer bağlalar.. Bunu duyan babası çok üzülür. Genç oğlunun mücerretler dergahına girmesi onuruna dokunur. Hemen Teke beyine giderek oğlunu Abdal Musa’nın elinden kurtarmasını diler
Teke Beyi Kılağalı .İsa İsa adlı birisini yollayarak şeyhi alıp getirmesini buyurur. Kılağalı İsa şeyhin kerameti nedeniyle attan inerken ayağı üzengiye takılır, atın ürküp kaçması sonucunda parça parça olur. Öfkelenen Teke beyi, şeyhin üzerine asker yollar. Onu tutup yakmak için ateşler hazırlatır. Olup biteni bilen Abdal Musa, dört beş yüz müridi ile sema ede ede Teke beyine karşı yürümeye başlar. Taşlar ağaçlar da onunla birlikte yürürler. Böylece ateş yanan yere gelirler. Ateşin içine girerler. Semah ederek ateşi söndürürler. Tekkeye geri dönerken dağdan kara bir canavar iner. éAbdal Musa İşte Teke Beyinin ruhu” der. Tekkeye odun taşıyan bir derviş, baltayla vurup canavarı öldürür. Bu sırada Teke beyi ölmüş, askerleri dağılmıştır. Bunu gören Alaiye beyi Abdal Musa’nın hak erenlerden olduğunu anlar. Üçyüz adamı ile birlikte gelip şeyhin elini öper. Oğlunun tekkede kalmasına razı olur.
Böylece Gaybi Tekkede kırk yıl hizmet eder. Şeyhi ona Kaygusuz lakabını verir. Kaygusuz hacca gitmek ister. Abdal Musa ona bir izin belgesi verir. Kaygusuz buna saklayacak yer bulamaz, kalbinde saklamak için kağıdı ayranına doğrayıp içer. Bundan sonra yürekten gelen gizemli sözler, deyişler söylemeye başlar. Şeyhinin verdiği kırk dervişle yolculuğa başlar.


Kaygusuz'un doğum yılı kesin bilinmiyor. 1341 sonrasında doğmuş olması gerekiyor. On sekiz yaşında Abdal Musa'ya katılıyor. Elli sekiz yaşlarındayken (yaklaşık 1398) Mısır'a gidiyor. Orada günümüzde de adı ile anılan tekkeyi açıyor. Daha sonra ölüm yeri ve mezarı üzerine tartışlara konu olarak varsayımlar buradan kaynaklanıyor. (Kimi söylentilere göre Mısır'da ölüyor ve Mukaddam dağına gömülüyor) Suriye Hicaz, Irak üzerinden Anadolu'ya dönüyor. 1430'larda Rumeli'ne geçiyor. Edirne, Yanya, Filibe ve Manastır'da bulunuyor. bundan sonra yeniden Anadolu'ya -belki de Mısır'a- dönüyor. Yaklaşık 1444 yılında ölüyor. Mezarı Mısır'da ya da Tekke köyünde bulunuyor.
Toplu olarak söyleyecek olursak, Kuygusuz 14-15. yüzyılın Hacı Bektaş düşün dünyasının ürünüdür.
Bilindiği gibi Kaygusuz Alevilerin büyük saydıkları yedi ozandan biri. Yedi Uluların kendine özgü özellikleri var. Her biri, bir kilimin değişik nakışlarını örmüş. Kaygusuz'un özellikleri ise onun esrik olması, yergiyi deyişlerinde başarı ile kullanması. Şeriatın doğmaları ile ince söyleyişle alaya alması. Şeriat doğmalarını eleştiri Kaygusuzdan önce de vardır. Ne ki, onlarda Kaygusuz'un söyleyişindeki ince alay bulunmaz. Bu bakımdan Kaygusuz'un deyişleri kendinden sonra bir öğreti oluşturacak Bektaşi fıkralarının da kaynağı olmuştur diyebilirim.
Kaygusuz'un bir dörtlüğü var:
     Bana derler ki şeytan
     Senin yolun azdırır
     Ben şu hileci kişiden
     Gayri  şeytan bilmezem

O çağda şeytanı görmezlik dünyasından çekip çıkarıp toplum içine bırakmak çok önemli bir olay. Onun sözünü ettiği şeytan, o zaman feodal, bugünse modernleşmiş kapitalist bir düzenin simgesi. Düzen izin vermezse "hileci" olabilir mi? Üçkağıtçılık ne mümkün!Sonra insanın en doğal ahlakı olan özgür düşünceye karşı , "aman çarpılırsın", "günah", "ayıp" ve yasak" duvarlarının ötesine kimi tabular kondurmuş. Her çağın her dönemin, her düzenin tabuları oluşmuş. "Tanrı imajı ise her dönemde insanı hedef almış kendine.
Anadolu ozanları bunu sezmiş olacaklar ki, tabulara karşı çıkmışlar genelinde. Bir de tanrı imajı üzerinde durmuşlar.
Kimileri onu mekandan münezzeh olmaktan çıkarmış. İnsansı davranışlar yüklemiş. Kimi her güzel şeyde ondan bir parça olduğunu söylemiş. Kimi yaratmanın nedenini insanda aramış. Kimi bağnazların, yobazların Tanrısını veryansın etmiş.
Bir deyişinde Kaygusuz Abdal, aradaki o ulaşılmaz mesafeyi ne içten, ne sevimli bir dille kaldırmak istiyor:

                                 Yücelerden yüce gördüm
                                 Erbabsın sen koca Tanrı
                                 Alem okur kelam ile
                                 Sen okursun hece tanrı

                                 Asi kullar yaratmışsın
                                 Varsın şöyle dursun deyü
                                 Anları koymuş orada
                                 Sen çıkmışsın uca tanrı

                                 Kıldan köprü yaratmışsın
                                 Gelsin kullar geçsin deyü
                                 hele biz şöyle duralırm
                                 Yiğit isen geç a tanrı!

                                 Kaygusuz Abdal yaradan
                                 Gel içegör şu cür'adan
                                 Kaldır perdeyi aradan
                                 Gezelim bilece Tanrı.

İsmet Zeki'nin[2] söyleyişi ile bu deyişte derin bir içlilik var. Bu içliliğin arkasında insanı özünden vuran bir de direnme var ayrıca. Ozan, dinlerin insanlar için varlığını ileri sürdüğü birtakım öbür dünya suçlarını dile getiriyor.
Suçlu kulu kendisi yaratan bir varlığın, yarattıklarından yeniden hesap sorması, insan anlayışı ile bağdaşacak bir eylem değil midir? Öyle ya, tanrının sonsuz gücü, yetisi, bilgisi insanları suç işlemeyecek bir durumda yaratabilirdi.
Tanrı, sonsuz bilgisi ile insanların kıl gibi köprüden geçemeyeceğini pek iyi bilir. Yok, tanrının amacı doğrudan doğruya insanları cehenneme atmaksa köprünün gereği nedir?
Kaygusuz, "yiğit isen geç a tanrı" derken, daha köklü bir düşünceyi dile getiriyor. Ey tanrı, kıl gibi köprüden geçilebilirse, gel geç de görelim seni. Burada, insanın tanrı karşısında derin bir direnişi seziliyor. Bu düşünceyi Batı'da çok sonraki yüzyıllarda bulabiliyoruz.
Ozan Kaygusuz'u tanrının karşısına çıkaran temel neden, dinin koyduğu çekilmez baskıdır. Din adına birtakım içinden çıkılmaz eylemlerin varlığını, insanın ergeç bunlarla karşılaşacağını ortaya atan donmuş kafalar, biraz düşünme gücü olanı böyle bir direnişe itiyor.
Kaygusuz belli bir yerde tanrıya 'hayır' diyor. Bu köklü direniş, baş kaldırış gücünü kendinde buluyor.
Bu düşüncenin özünde, insanın kimliği, kişiliği saklıdır. İnsan bir yerde ayağa kalkıp "olmaz" diyecek bilincin taşıyıcısı olduğunu gösteriyor.
Buna benzer bir direnişi Yunus Emre adına söylenen, Molla Kasım adlı birinin olduğu da ileri sürülen şu ikilikle başlayan şu deyişte görüyoruz:

     Sırat kıldan incedür, kılıçtan keskincedür
     Varub anun üstine saray kurasum gelür

Bir başka deyişinde ise şöyle söyler:

Ademi balçıktan yoğurdun yaptın
Yapıp da neylersin bundan sana ne
Halk ettin insanı cihana saldın
Salıp da neylersin bundan sana ne?

Bakkal mısın teraziyi neylersin
İşin gücün yoktur gönül eğlersin
Kulun günahını tartıp neylersin
Geçiver suçundan bundan sana ne?

Katran kazanının döküver gitsin,
Mümin olan kullar didare yetsin
Emreyle yılana tamuyu yutsun
Söndürsün tamuyu bundan sana ne?

Kaygusuz Abdal'ım sözüm budur
Her nerde çağırsam hak onda hazır
Hep günaha bastırırsın kin nedir
Yakma kullarını bundan sana ne?

Tanrı ile şakalaşır gibi söylenen ve dindarlarca uygun görülmeyen bir söyleyiş.
Kaygusuz'da ince alaylı söyleniş onun deyişlerine ayrı bir tat katar. Bu tür deyişlerinde atasözlerinden ve deyimlerden yararlanır. Türkçe sözcükleri büyük bir ustalıkla kullanır. Onun deyişlerinde Manisa ovası kelebekler buğday eker, sivrisinek derilir, ırgat olur. Söğüt dalını biçmek için, balık kavağa çıkar. Bu söyleniş biçemi, çağın ozanlarında görülmediği gibi, yazın tarihimizde de benzersizdir. Onun böyle özgün bir söyleyişi benimsemesi günümüzün "gerçeküstücü" ozanlarına benzetilir. İsmet Zeki'nin söyleyişi ile, "Şiirimizin ilk gerçeküsütücü ozanı odur."[3]

     Ergene'nin köprüsü
     Kurumuş susuzluktan
     Edirne minaresi
     Eğilmiş su içmeye

     Bir kaz aldım ben karıdan
     Boynu da uzun borundan
     Kırk Abdal kanın kurutan
     Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
Nitekim bir başka deyişinde şöyle seslenir:

     Bir sinek bir devinin çekmiş budun koparmış
     Salınuban seğirdur bir yar ister koçmağa

Kaygusuz dinsel özgürlükçü düşüncesini, biçimsellik değil öz olarak yorumlanabilir. Bu yüzden onun deyişlerinde eleştiriler sürekli gösteriş içindir, yapaylık içindir:

     Hacca varam der isen
     Kanda vardın hacca sen
     Kılavuzsuz kuş uçmaz
     Bunca dağ u dereden

Hacca varmak önemli değil, önemli olan kişinin arınması, özünü pırıl pırıl duruma getirmesidir. Bu dizelerde saklı anlam yüzyıllar boyunca vurgulanan bir düşünceyi kapsar. Ozan bu düşünceyi yapay buluşlara vurmadan sergiler. Gösterişten uzak kalmanın gereğini vurgular:

     Hacca varan kişinin
     Gönül yapmak işidir
     Gönül Hak'kın beytidir
     Pek sakın emmareden

Biçime gösterişe karşı çıkışı şu dizelerde daha açık yansır:

     Kaba sakal istemem
     Hep kesilse gam yemem
     Hiç kısa uzun demem
     Bu sakalı kırkarım.

Oysa sakal uzatmayı din görevi sayanların gözünde bu dizeler biraz alaycıdır. İslam dininde göğsüne kadar sakal uzatmak yoktur. İşte Kaygusuz Abdal sakal kesmenin bir sakınca içermediğini böyle açık dille okuyucuya sunar.
    
     Kazı koyduk bir ocağa
     Uçtu gitti bir bucağa
     Bu ne haldir hacı ağa
     Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz

16. yüzyıldan sonra Alevilik Anadolu'da tümüyle pasif direnişe geçer. Giderek artan Sünni doğmalar karşısında Bektaşilik bile geriler. Gerçi hiçbir dönemde Bektaşilik de tümden Şeriata teslim olmaz. Ama Şeriat baskısı karşısında daha esnek, daha dayanıklı bir yöntemi seçer. Bu mizahtır!
Gülmece ve alayın ilginç bir işlevi vardır toplumda. Alayla kişi karşıtına doğrudan saldır­maz. Karşıtından gelen okları savuşturur. Bektaşi fıkralarının işlevi de böyledir. Bektaşi Sünni doğmalarının incitmeden eleştirir. Bu eleştiri kökende Alevi yaşam biçiminin savunmasıdır. Ama fıkralarda hiçbir zaman açıkça savunma yapılmaz, açık tartışmaya girişilmez. Bu fıkralarda kimi zaman kendini de eleştirir Bektaşi. Sözgelimi şöyle bir Bektaşi fıkrasını ele alalım: "Bir camide vaaz veren hoca 'Aleviler Cennete gidemez. Onların en iyisi ancak cennetin kapısına ka­dar gidebilirler, içeri giremezler' diye konuşur. Bu sırada orada bulunan Bektaşi duramaz. Hoca Efendi Aleviler yüzsüzdür. Kapıya kadar giderlerse kesin içeri girerler' diye karşılık verir."
Böyle bir fıkrada Sünni inanç ince biçimde eleştirilirken, Aleviler de aşağılanır. Ama o toplumda Hocanın yanlış bilgilendirmesine yanıt verilmiş olur.
Bu fıkraların "Bektaşi" fıkraları adı ile anlamaları da ilginçtir. Sünni kitle ile sürekli yüzyüze gelen kesim burasıdır. Bu kesim de savunmasını açık tartışma biçiminde yapmaktan çok, ince alayla yapmayı yeğlemiştir.
Akılcılık, kendini eğitme sorunu da Alevi ozanlarının işlediği önemli bir ilkedir. Eleştiriye açık kişi bir yerde akılcılığı seçmiş demektir. Gerçekte akılcılık, kendini eğitme, bir iç arıtma süreci, bir evrene kaçış denemesidir. Alevi için akılcılığı seçmek, insan yazgısı ve doğası üstüne karar yetkisi kazanmak demektir. Bu bakımdan Alevi, Şeraitçıyı hala etkileyen sayısız tabularla sınırlanmış, engellenmiş değildir.
Aleviliğin özgün özelliklerinden biri, devlet dini olamamasıdır. Devletle ilişkilleri sınırlıdır. Devletle barışık değildir. Dışa kapalı toplum özelliği gösterir.
Osmanlı yönetiminde Kızılbaş Aleviler çok daha zor konumdadır. Odipus'ta geçen bir tümceyi anımsatır Kızılbaş'ın konumu: "Yıkıma yaraşan sabırdır, susmak ve alçakgönüllü olmaktır". Kızılbaş Osmanlıda hemen hep kıyıma ve yıkama uğramış kitledir. O kentle ve devletle ilişkisini en aza indirgemiştir. Devletle uzlaşmaya yanaşmaz. Fırsatını bulduğu an ayaklanır, eline fırsat geçmeyince de ondan uzak durur, onu benimsemez. Zor yolu seçmiş Kızılbaş, gurur ile aşağılık duygusu arasında sallanır. Kızılbaşlığa içten bağlılık ile toplumsal kıyım arasında bocalar.
Kızılbaşın konumu Sofokles'in Antigoni'de geçen şu tümceyi anımsatır. "Sen yıkıma uğramış bir insan için pek mağrursun". Yüzyıllar boyu yıkımlar, kıyımlarla içli-dışlı olmak sabrı ve alçakgönüllülüğü Kızılbaş'ın kişilik çizgisi durumuna gelmiştir.
Şeriatın tüm bu tabularına karşı Anadolu insanının direnişini Kaygusuz geleneğinde buluyorum. Kaygusuzla birlikte tüm Anadolu ozanları Türk aydınlanmasında, Türk hoşgörüsünde önemli işlev görmüşlerdir. Okuryazarın çok az olduğu, Anadolu toplumuna düşüncelerini uyaklı dizelerle iletmişlerdir. Bir yandan ozan geleneğini yaratırken, öte yandan çağın verdiği olanaklar ölçüsünde evrensel düşünceye açılmışlardır. İşte bizi, öbür Şeriat yasalarından ayıran ince çizgi bu. Bize aydınlama çağını açan Atatürk ve onun devrimlerine sahip çıkan aydınlanmacılar bu çizgiyi yakalayan kimselerdir.


[1]Aşıkpaşaoğlu Ahmed Aşıki: Tevarih-i Al-i Osman (Düzenleyen: Atsız), İstanbul 1949, s. 237-238 ve Abdülbaki Gölpınarlı: Alevi Bektaşi Nefesleri, İstanbul 1963, s. 18.
[2]İsmet Zeki Eyüboğlu: Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar, Kaynak y., İstanbul 1991, s. 60-62.
[3]İsmet Zeki Eyüboğlu: Bütün Yönleriyle Kaygusuz Abdal, Özgür y., İstanbul 1992, s. 56

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder