ABDAL MUSA SULTAN
Fuat Bozkurt
Abdal Musa, bütün Anadolu Alevilerinin benimsediği en büyük
Urum Erenlerinden biridir. Bektaşi söylencelerine göre, Hacı Bektaş'ın amcası
Haydar Ata'nın oğlu Hasan Gazi'nin oğludur. Gerçekte Abdal Musa'nın Hacı
Bektaş'la soy bakımından yakınlığı tartışmalıdır. Adından da anlaşılacağı gibi,
Horasan ya da Rum erenlerindendir. 13-14. yüzyıllarda Anadoluyu dolduran Babai-
Abdal dervişlerdendir.Deyişlerinde kendini Horasanlı olarak tanıtır. Doğum
yerinin, İran Azerbaycan’ındaki Hoy ilçesi olduğunu, Hacı Bektaş'ın halifesi
Hacım Sultan'a bağlı bulunduğunu söyler.
Aşıkpaşazade'ye göre Abdal Musa, Orhan Gazi döneminde yaşar.
Yeniçerilerle birlikte akınlara katılır. Ünlü Geyikli Baba ile ilişkisi vardır.
Bursa'nın alınmasına katılır. Külahı başından düşen bir askere başındaki sivri
külahı giydirir. Bu yüzden yeniçeriler Hacı Bektaş'a bağlılık duyarlar[1].
(Yeniçeri ocağı 1363 yılında kurulduğuna ve Bursa ise 1326 yılında alındığına
göre Âşıkpaşazâde'nin bu anlattıkları zaman bakımından doğru olamaz.) Aşık
Paşa, ayrıca Abdal Musa'nın bir süre Hacı Bektaş tekkesinde oturduğunu da
bildirir. Bu sürede Kadıncık Ana ona Hacı Bektaş'ın düşüncelerini öğretir.
Geda Muslu bir nefesinde Abdal Musa’nın Rumeli’ne kumandan olduğunu ve
tahta kılıçla taşı ikiye böldüğünü, bütün Rumeli’ni İslama getirdiğini,
kafirlere karşı gazalarda bulunduğunu söyler.
Kendisini Abdal Musa müridi olarak tanıtan şair Deli Şükrü
bir deyişinde Abdal Musa’nın kara sancağı olduğunu, yedi dağı nefesle
yürüttüğünü yayar.
Abdal Musa'nın mezarı Antalya'nın Elmalı yakınlarındaki
Tekke köyündedir. Nitekim ozan Veli Baba da türbesi Akdeniz yakasındadır diye
söyler. Bektaşiliğin ve Bektaşi yazının kurucularından biri ve en önemlisi olan
Kaygusuz Abdal, deyişlerinde Abdal Musa'nın dervişi olduğunu övünçle anlatır.
Abdal Musa’nın Alevi geleneğinde önemli bir yeri vardır. Cem
törenindeki on iki posttan on birincisi Ayakçı Şah Abdal Musa Postu olarak
anılır. Anadolu’da birlik cemlerine Abdal Musa adı verilir. Bu cemlere küçük
suçlardan düşkün olmuş aileler de katılabilir. Abdal Musa, yüreği büyük,
bağışlayıcı olarak algılanır.
Abdal Musa’bir ateş parçasını pamuk içine koyup Geyikli
Babaya yollar. O da müride bir tas süt verip geri gönderir. Mürit bundaki
anlamı kavrayamaz. Fakat Abdal Musa söylemi anlamıştır. Bu sütün geyik sütüdür.
Yaban hayvanlarına egemen olmanın ateşle pamuğu birbirine dokundurmadan daha
zor olduğu söylenmek istenmiştir. Yani, Abdal Musa ateş pamuk simgesi ile
insanlar üzerindeki etkinliğini göstermek istemiş, buna karşılık Geyikli Baba
hayvanlar üzerindeki etkinliğin daha zor olduğunu söylemiştir. Böylece Abdal
Musa Geyikli Baba’nın kendinden üstün veli olduğunu itiraf eder.
Benzer bir öykü Ahmet Yesevi’ye dayandırılır. Horasan
alimleri Ahmet Yesevi’nin meclislerinde kadın-erkek birlikte bulunmasını
eleştirmeleri üzerine, Yesevi, bir hokka içine pamukla ateş koyarak yollar.
Böylece kendi gibi bir velinin meclisinde kadınla erkek bir arada bulunsa bile
içlerinde kötülük olmadığını bildirmek ister.
Abdal
Musa bir öğretini zincirinin halkasıdır. Bu öğretinin kaynağı Alevi geleneğinde
“serçeşme” olarak anılan Hacı Bektaş Velidir. Abdal Musa, Hacı Bektaş
düşüncesini kendinden sonraki kuşağa aktaran köprü konumundadır. Abdal Musa’dan
sonra Hacı Bektaş düşüncesi şiirlere dönüşerek yeni kuşaklara ulaşacaktır.
Deyiş geleneğindeki önemli ad ise Kaygusuz Abdaldır.
Burada
öncelikle Hacı Bektaş düşüncesi nedir, özellikleri nelerdir, buna değinip sözü
Kaygusuz’a getirmek istiyoruz.
Hacı
Bektaş düşüncesi Anadolu kazanında kaynayıp pişmiş bir dostluk yemeğidir. Köken
olarak Orta Asya dan beslenmesine karşın değişik din ve kültürlerle donanmış
bir Anadolu düşüncesidir. Ana göze Orta Asya’dan kaynaklanması nedenile ulusal,
değişik halklar içinde değişik kültürlerle yoğrulması nedeniyle evrensel
özellikler sergiler.
Hacı
Bektaş düşüncenin bir kuram olmaktan çok, uygulamadır. Kurallar dizgesi değil,
yaşam biçimidir. Büyük davalar, karışık sorunları değil, halkın günlük
yaşantısı için gerekli sorunları çözümleme yolunu seçer.
Bu
bakımdan Hacı Bektaş bir din reformcusu değildir. O, Luther gibi dinin
algılanma ve yorumlama dizgesinde yeni kuramlar üretmez. Var olan ilkelerin,
yaşam gerçeği ile uygulanması yoluna gider. Akılı en etkili temel değe olarak
alır. Bu anlayışa göre bir buyurum, bir düzen, bir ilke akla uygunsa doğrudur.
Akla uygun değilse yanlıştır, değersizdir ve değiştirilmelidir. Hacı Bektaş,
akılın egemenliğine dayanan temel görüşlerini toplumun pratik yaşamına uygular,
halkı tartışılmaz dinsel ilkelere saplanıp kalmak yerine, yaşam gerçeği ile
yüzleşmeye çağırır. Akılcılığın doğal sonucu eleştiridir.
Bu
nedenle Hacı Bektaş öğretisinde eleştiri vardır. Oysa İslam’da Şeriat ilkesi
itaatı esas alır. Yaratılış ve ilahi sözler tartışılmaz doğrulardır. Bunları
eleştirmek bir yana, doğrulukları üzerine ikircik geçirmek, kuşkulanmak
olanaksızdır. Avrupa ile karşılaştıracak olursak, batı aydınlanması ancak 18.
yüzyılda aklın egemenliğine dayanan eleştiri düşüncesini yakalayabilmiştir. Bu
çağa eleştir çağı denmesi böyle bir olguya dayanır. Hacı Bektaş bu süreci
Avrupa’dan 500 yıl önce yakalamıştır. Günümüzde Alevi kimliğini Sünni
kimliğinden arasındaki en dikkate değer ayrımlardan olan eleştiri ve
özeleştirici bakış özelliği böyle bir geleneğe dayanır.
Hacı
Bektaş, halkın ana dilinde kendi olanakları içinde ibadet ilkesini getirir.
Halka anlamadığı bir dilde ibadet yerine, kendi dilinde ibadet kolaylığını
sunar. Kendi dili ive anlayışı ile Tanrıya yöneliş, insanlık tarihinde büyük
değişim süreçlerinden biridir. Anlamaksızın yapılan ezbere tapınım yerine,
halkın özünde duyduğu anadili ile anlaşılır bir inancın benimsenmesi ni
sağlamıştır. Bunun sonucunda inançla halk bilinci birleşmiştir.
Avrupa’da
bu değişim süreci insanoğlunun büyük aşamalarından biri olan Reform olarak
doğmuş, Batı uygarlığının yaratılmasında en büyük etken olmuştur. Avrupa’da ilk
16. yüzyılda gerçekleşen anadilde ibadeti, Hacı Bektaş 300 yıl önce
uygulamıştır. Yazık ki bu etkinlik bütün topluma yayılıp devlet erkine yerleşmemiştir.
Bu durağanlık bizim gerikalmışlığımızın nedenlerinden biri gösterilir. Çünkü
böyle bir değişim süreci İslam dünyasının ve bu bağlamda Osmanlı
imparatorluğunun yaratmadığı bir atılımdır.
Ortaasya’dan
başlayıp Anadolu’ya uzanan yolda değişen ve gelişen inançları İslam yorumu ile
kaynaştırır, pratik çözümler getirir. İslam’ın beş temel ilkesini, Anadolu
insanının yaşam biçimine indirger. Hac Farzı yerine “Kabe insanın kalbindedir”
ilkesini getirir. Daha sonraları kimi felsefi düncelerle donanan bu, ilke
Bektaşi edebiyatında işlenerek şu dörtlükte kristalleşir:
Hararet nardadır, sacda değildir,
Hakikat baştadır, tacda değildir,
Her ne arar isen kendinde ara,
Mekke’de Kudüs’te Hac’da değildir.
Kutsal
Hıra dağının benzerini Sulucakaöyükte tesis eder. Abdest, namaz gibi göçebe
toplum yaşamını zorlayan ibadet biçimlerini cem türeni ile kaynaştırır. Kabe’de
ne gibi kutsal yerler varsa, benzerlerini Anadolu’nun ortasındaki bu küçük
köyde yaratmaya çalışır. Bu nedenle yakın zamanlara dek Sulacakaraöyük, Anadolu
Alevileri arasında “Küçük Hac” yeri olarak kutsanmıştır. Bu da Hacı Bektaş
düşüncesinin pratik çözümlerinden biridir.
Genel
anlamda Hacı Bektaş düşüncesi bir kuram değildir. Kuram, katı ilkelere bağlı
durağan ilkeler bütünüdür. Katı ilkelere bağlı bütün düşün dizgeler, bir süre
sonra özün önüne geçer, biçimin tutsağı olur, özü unutturur. Uygulamada boş
kurallar, gereksiz ayrıntılar içinde kuram boğulur. Hacı Bektaş düşüncesinde
böyle bir durumun söz konusu olmaması, onun en olumlu yanlarından biridir.
Çünkü onda esas olan yaşamdır. Kurallar ilkeler, yaşamı kolaylaştırmak,
güzelleştirmek için gereklidir. İlkeler yaşama değil, yaşam ilkeleri belirler.
Böylece öğreti, zaman ve uzam sınırlarını aşarak evrensellik kazanır.
Ne var
ki, bu durum, öğretinin yalınkat bir inanç dizgesi kalmasının da en önemli
etkenlerden biridir. Açıkça söylemek gerekirse, Bektaşilik, bir kuram
oluşturmamsı nedeniyle İslam içinde bir mezhep olamamıştır. Uygulama ile süren
yalın bir halk inancı olarak kalmıştır. Düzsözden çok şiire ağırlık vermiş,
deyişlerle ilkelerini, öğretisini sürdürme yolunu seçmiştir. Sürekli medrese
Sünniliğinin gölgesinde kalmış, bir türlü boy atıp serpilip gelişememiştir.
Günümüzde Türk ulusunun kimlik bunalımının kökeninde bu Ulusal bir mezhebe
sahip olmama gerçeği yatar. Arap kimliğini baskın biçimde işleyen Sünni
Müslümanlık yanında, ulusal kimliğini belirleyecek bir mezhebin
bulunmaması bin yıllık bağımsızlığa
karşın kimlik bunalımına neden olmuştur.
Oysa,
İran’da durum farklı gelişmiştir. İran, bin yıl Türk egemenliğinde kalmasına
karşın, derin ve köklü bir milliyet duygusunun doğmasına etken olmuştur. Fars
bilinçaltında binlerce yıllık bir uygarlık, Asya uygarlığının tortusu sızıp
Şiilik görüntüsü altında birikmiştir. Farsın Ruhu bu tortudur. Zerdüştlük,
Ateşetaparlık, İslamlık ve Doğu gizemciliği birbirine karışmış, bulanık yoğun
bir kültür biçiminde Şiilik kalıbına dönüşmüştür. Şiiliğin İslam tarihinde ne
gibi bir anlam taşır, ne gibi etkileri vardır, kesin bilmez. Ama Ne ki, İran
bulmacası bu anlamın altında gizlidir. İran’ı Türk ve Arap dünyasından ayıran köklü
ruh farkı burada yatar.Günümüzde ulusal Fars kimliğini oluşturan bu tortudur.
Hacı
Bektaş öğretisi, bu bakımdan İran Şiiliğini başarısına yaklaşamamıştır.
Koşullar da böyle bir oluşumun doğmasına uygun değildir. Sonuçta Hacı Bektaş
düşüncesi bir ihtilal sonrasının yıkık ortamında gelişir. Düşünceyi
sistemleştirecek olan Hacı Bektaş kökende bir ihtilalcidir. İhtilal ortamı
içinde büyür. Kardeşi Mintaş ile birlikte Babalı ayaklanmasında yer alır. Büyük
ayaklanmada kardeşini kaybeder ve ayaklanmanın ezilmesinin ardından bir süre
izini kaybettirir. Uzunca bir süre sonra Sulucakaraöyük’te barış güvercini
olarak ortaya çıkar. Artık o bir militan değil, Ahmet Yesevi’nin buyruğu ile
irşad etmek üzere Anadolu’ya gelmiş erendir. Güvercin donunda Anadolu’ya ulaşmıştır.
Güvercin
donuna girme motifi Hacı Bektaş’ın yeni kimliğini yansıtan başat öge
konumundadır. Bundan sonraki yaşantısında barış adamı olarak görev yapar. Halk
babalı ayaklanması ve Moğol yayılması gibi toplumsal sarsıntılar yüzünden
yorgun ve yaralıdır. Yaşam düzen alt üst olmuştur. Bu karmaşada insanlar en
yakınlarını kaybetmişlerdir. Doğaya karşı direnme güçleri bitmiştir. Bir
anlamda toplumsal bellek yitimi yaşanmaktadır. Böyle bir ortamda Hacı Bektaş
öğretisi, işlevsel olur. Halka büyük ve gerçekleşmesi zor vaatlerde bulunmaz.
Günlük yaşamda gerekli bilgileri sunar. Öküz nasıl koşulur, çift nasıl sürülür,
döven nasıl sürülür, tuz nasıl çıkarılır türünden işlevsel bilgilerdir bunlar.
Velayetname’de anlatılan öykülere sinen bu ayrıntılar savaş sonrası toplum
yıkımı ile ortaya çıkan sorunları sergiler. Babalı ayaklanmasının yorgun
devrimcisi artık toplumda bir eğitmendir. Velayetname’de onunla ilgili kimi
mucizeler de anlatılır. Ne ki Hacı Bektaşı büyük yapan bu tür olağanüstülükler
değil, günlük yaşamıdır. Tatar çocuğu bir oyunda kaza ile ölür. Mucizeye göre
Hacı Bektaş çocuğu diriltir, gerçekte ise, Anadolu yerlisi ile Tartlar arasında
çıkacak bir savaşı önler. Kendini tümüyle topluma verir. Olup biten olaylardan
sonra evlenip özel bir yaşam kurmayı düşünmez. Bunun yerine sevdiği bir kişinin
kızını evlatlık edinir. Ahi örgütünün şeyhi Şeyh Edibali ile Musahip kardeşi
olur. Böylece Ortaasya kökenli yolkardeşliği geleneği Ahilik üzerinden
Bektaşiliğe geçer.
Hacı
Bektaş düşüncesinin başka önemli bir özelliği “Soyumdan gelenler değil,
yolumdan giden değerlidir” ilkesini getirmesidir. Bu ilke Aleviliğin 72 milleti
bir sayma düşüncesine dayanır. .Böylece Alevilik kan birliğine dayanan ırkçı
düşünceden arınır. Geniş bir hoşgörü boyutuna erişir.
İlerleyen
dönemde Osmanlı’da Bektaşi Tekkesi ile kurulu düzenin barışıklığı gözlenir. Ama
Tekke, hiçbir zaman medrese kültürüne tümden teslim olmaz. Türk dili ile
ibadetini sürdürür. Törenlerinde semah ve ezgiyi korur. Sofu dogmalarını
yermeyi sürdürür. Daha insancıl, daha bağışlayıcı bir Tanrı anlayışını bağrında
yaşatır. Tüm bu direniş Hacı Bektaş düşüncesinin temelinde bulunan akılı etkin
değer sayma ilkesinden kaynaklanır.18. Yüzyılda Voltaire çevresinde Bektaşi
babaları bulunur. Edip Harabi gibi bir Bektaşi şairi, inançsal olarak evrenin
yaratılışı eleştiren Devriyesini yazar. Namık Kemal, Bektaşi aileden gelir.
Devrimci görüşlerini böyle bir ortamda filizlenir. Gençliğinde oldukça çok
sayıda Kerbela mersiyesi yazar. Siir defterinde Ali aşkıyla dolup taşan dizeler
yer alır. Eşref Paşanın Aleviyiz diye başlayan şiirine nazire yazar. Ali
Şahımdır diye başka bir şiiri vardır.
Arnavutluk
ve Balkanlarda Türk olmayan halklar arasında Bektaşiliğin Sünnilikten çok daha
kolay yayılmasının gerekçesini, Bektaşiliğin temelinde yer alan akılcılıkta ve
yaşam pratiğinde aramak gerekir. Nitekim, Osmanlı Devletinin çöküş döneminde
kurtarma çabası veren ilerici İttihat ve Terakki örgütü Balkanlarda Bektaşi
Tekkelerinden destek bulur.
Tüm bu
özellikleri ile Hacı Bektaş düşüncesi çok yönlü ele alınması gerekli bir
inançlar dizgesidir. İbadeti yaşam koşullarına uyarlaması, aklı en etkin temel
değer seçmesi, eleştiriye yer vermesi, tüm halkları bir ve kardeş sayması,
engin bir hoşgörü dünyası gibi özellikleri ile evrenseldir. Türk kökenli olması,
İnanç dizgesini Türk dili ile sürdürmesi ilkesi ile ulusaldır. Ne ki bu
Ulusallık başka halkların dilleri üzerinde baskı oluşturmaz. Kendi dilinde
ibadeti her halk için yerinde ve doğal görür. Bu ilke bile ulusallıktan
evrenselliğe açılımıdır. Hacı Bektaş öğretisinin Anadolu’dan Balkanlara,
Mısır’a, Budapeşte’ye yayılması inanç dizgesinin bu özelliklerinden
kaynaklanır.
Abdal
Musa, Hacı Bektaş düşüncesini Kaygusuz Abdal‘ın deyişlerine ulaştıran halkadır
dedik yazımızın başlarında. Bunu kanıtlamak için kısaca Kaygusuzun’un yaşamına
ve deyişlerine göz atmak gerekiyor?
Kimdir Kaygusuz’a
Abdal?
Anadolu'nun güney ucunda Alaiye Beyi'nin oğlu Gaybi doğuyor.
Yaşamının ilk yılları üzerine bilgimiz yok. Menakıbname'de anlatılanlara göre
18 yaşındaki durumu şöyle anlatılıyor:
"Gaybi Beğ çok akıllı, olgun, arif kişilikli biri. On sekiz
yaşında onunla kimse karşı durup tartışamaz. Çünkü çok kitaplar okumuştur.
Bilimli tümüyle bilir. Ayrıca çok güçlüdür. Güçlü pazısı vardı. At üstünde
silahşörlükte, ok atmakta ve kılıç çalmakta ve gürz salmakta, sünü oynamakta
ustaydı. Bunun gibi işlerde eşi yoktu. Ve her zaman kendi kullarıyla çevredeki
dağlarda avcılık yapardı. Kaplan, pars gibi gözü ne görse kurtulmazdı."
Gaybi Beğ'in Abdal Musa'ya katılımı şöyle olur:
Gaybi Bey 18 yaşında iken arkadaşları ile birlikte ava
çıkar. Avlanırken bir tepe üzerinde, bir ceylan görür. O an ceylan önüne çıkar.
Gaybi Bey okluğundan bir ok çıkarıp nişan alır atar. Ok ceylanın sol koltuğunun
altına saplanır. Ancak ceylan düşmez, sıçrayıp kaçar. Gaybi Bey de ardına
düşer. Ceylandan sürekli kan akar. Gaybi at üzerinde ceylanı kovalar. Dağlar
vadiler geçip bir düzlüğe inerler. Yaralı ceylan büyük bir kapıdan içeri girer.
Gaybi de ardından dergaha girer. Dervişlere ceylanı sorar. Dergah ermiş
velilerden Abdal Musa Sultan'ındır. Abdal Musa buraya büyük bir yapı kondurmuştur.
Onun hizmetinde pek çok kişi vardır. Yanına gelenler muklak muhib ya da mürit
olur. Pek çok dervişi vardır. Tümü Abdal Musa’ya yaraşır hizmette bulunur. Ona
bağlanırlar. İşte ceylanı kovalayan Gaybi'nin girdiği dergah böyle bir yerdir.
Dervişler Gaybi Beyi görüp karşılarlar. Atının dizginini tutup:
-Buyurun, ziyarete geldiniz ise aşağı inin- derler. Gaybi
Bey:
-Buraya oklanmış bir ceylan geldi. O benim avımdır. Ne oldu?
Onu bana verin- der. Dervişler:
-Buraya böyle bir ahu gelmedi. Biz görmedik -derler. Gaybi
Bey'in üstelemesi üzerine Abdal Musa'ya çıkarırlar. Gaybi, Abdal Musa'ya
dileğini yineler. Bunun üzerine Abdal Musa sol böğrüne saplanmış oku çıkarır.
"Bu ok muydu senin okun" diye sorar. Gerçekte ceylan donunda
Gaybi'nin önüne çıkan Abdal Musa'dır. Bunun üzerine Gaybi, Abdal Musa'ya
katılıp ve onun müridi olmak ister. Ne ki,şeyh (Abdal Musa) ona mücerretlik
yolunun zorluklarını anlatır. Babasından izin almasını söyler. Sonunda
Gaybi’nin diretmesi üzerine, tarikata göre tıraş ederler. Tac ve hırka
giydirirler. Beline kemer bağlalar.. Bunu duyan babası çok üzülür. Genç oğlunun
mücerretler dergahına girmesi onuruna dokunur. Hemen Teke beyine giderek oğlunu
Abdal Musa’nın elinden kurtarmasını diler
Teke Beyi Kılağalı .İsa İsa adlı birisini yollayarak şeyhi
alıp getirmesini buyurur. Kılağalı İsa şeyhin kerameti nedeniyle attan inerken
ayağı üzengiye takılır, atın ürküp kaçması sonucunda parça parça olur.
Öfkelenen Teke beyi, şeyhin üzerine asker yollar. Onu tutup yakmak için ateşler
hazırlatır. Olup biteni bilen Abdal Musa, dört beş yüz müridi ile sema ede ede
Teke beyine karşı yürümeye başlar. Taşlar ağaçlar da onunla birlikte yürürler.
Böylece ateş yanan yere gelirler. Ateşin içine girerler. Semah ederek ateşi
söndürürler. Tekkeye geri dönerken dağdan kara bir canavar iner. éAbdal Musa
İşte Teke Beyinin ruhu” der. Tekkeye odun taşıyan bir derviş, baltayla vurup
canavarı öldürür. Bu sırada Teke beyi ölmüş, askerleri dağılmıştır. Bunu gören
Alaiye beyi Abdal Musa’nın hak erenlerden olduğunu anlar. Üçyüz adamı ile
birlikte gelip şeyhin elini öper. Oğlunun tekkede kalmasına razı olur.
Böylece Gaybi Tekkede kırk yıl hizmet eder. Şeyhi ona
Kaygusuz lakabını verir. Kaygusuz hacca gitmek ister. Abdal Musa ona bir izin
belgesi verir. Kaygusuz buna saklayacak yer bulamaz, kalbinde saklamak için
kağıdı ayranına doğrayıp içer. Bundan sonra yürekten gelen gizemli sözler,
deyişler söylemeye başlar. Şeyhinin verdiği kırk dervişle yolculuğa başlar.
Kaygusuz'un doğum yılı kesin bilinmiyor. 1341 sonrasında
doğmuş olması gerekiyor. On sekiz yaşında Abdal Musa'ya katılıyor. Elli sekiz
yaşlarındayken (yaklaşık 1398) Mısır'a gidiyor. Orada günümüzde de adı ile
anılan tekkeyi açıyor. Daha sonra ölüm yeri ve mezarı üzerine tartışlara konu
olarak varsayımlar buradan kaynaklanıyor. (Kimi söylentilere göre Mısır'da
ölüyor ve Mukaddam dağına gömülüyor) Suriye Hicaz, Irak üzerinden Anadolu'ya
dönüyor. 1430'larda Rumeli'ne geçiyor. Edirne, Yanya, Filibe ve Manastır'da
bulunuyor. bundan sonra yeniden Anadolu'ya -belki de Mısır'a- dönüyor. Yaklaşık
1444 yılında ölüyor. Mezarı Mısır'da ya da Tekke köyünde bulunuyor.
Toplu olarak söyleyecek olursak, Kuygusuz 14-15. yüzyılın Hacı
Bektaş düşün dünyasının ürünüdür.
Bilindiği gibi Kaygusuz Alevilerin büyük saydıkları yedi
ozandan biri. Yedi Uluların kendine özgü özellikleri var. Her biri, bir kilimin
değişik nakışlarını örmüş. Kaygusuz'un özellikleri ise onun esrik olması,
yergiyi deyişlerinde başarı ile kullanması. Şeriatın doğmaları ile ince
söyleyişle alaya alması. Şeriat doğmalarını eleştiri Kaygusuzdan önce de
vardır. Ne ki, onlarda Kaygusuz'un söyleyişindeki ince alay bulunmaz. Bu
bakımdan Kaygusuz'un deyişleri kendinden sonra bir öğreti oluşturacak Bektaşi
fıkralarının da kaynağı olmuştur diyebilirim.
Kaygusuz'un bir dörtlüğü var:
Bana derler ki şeytan
Senin yolun azdırır
Ben şu hileci kişiden
Gayri
şeytan bilmezem
O çağda şeytanı görmezlik dünyasından çekip çıkarıp toplum
içine bırakmak çok önemli bir olay. Onun sözünü ettiği şeytan, o zaman feodal,
bugünse modernleşmiş kapitalist bir düzenin simgesi. Düzen izin vermezse
"hileci" olabilir mi? Üçkağıtçılık ne mümkün!Sonra insanın en doğal
ahlakı olan özgür düşünceye karşı , "aman çarpılırsın",
"günah", "ayıp" ve yasak" duvarlarının ötesine kimi
tabular kondurmuş. Her çağın her dönemin, her düzenin tabuları oluşmuş.
"Tanrı imajı ise her dönemde insanı hedef almış kendine.
Anadolu ozanları bunu sezmiş olacaklar ki, tabulara karşı
çıkmışlar genelinde. Bir de tanrı imajı üzerinde durmuşlar.
Kimileri onu mekandan münezzeh olmaktan çıkarmış. İnsansı
davranışlar yüklemiş. Kimi her güzel şeyde ondan bir parça olduğunu söylemiş.
Kimi yaratmanın nedenini insanda aramış. Kimi bağnazların, yobazların Tanrısını
veryansın etmiş.
Bir deyişinde Kaygusuz Abdal, aradaki o ulaşılmaz mesafeyi
ne içten, ne sevimli bir dille kaldırmak istiyor:
Yücelerden yüce gördüm
Erbabsın sen
koca Tanrı
Alem okur kelam
ile
Sen okursun
hece tanrı
Asi kullar
yaratmışsın
Varsın şöyle
dursun deyü
Anları koymuş
orada
Sen çıkmışsın
uca tanrı
Kıldan köprü
yaratmışsın
Gelsin kullar
geçsin deyü
hele biz şöyle
duralırm
Yiğit isen geç
a tanrı!
Kaygusuz Abdal
yaradan
Gel içegör şu
cür'adan
Kaldır perdeyi
aradan
Gezelim bilece
Tanrı.
İsmet Zeki'nin[2]
söyleyişi ile bu deyişte derin bir içlilik var. Bu içliliğin arkasında insanı
özünden vuran bir de direnme var ayrıca. Ozan, dinlerin insanlar için varlığını
ileri sürdüğü birtakım öbür dünya suçlarını dile getiriyor.
Suçlu kulu kendisi yaratan bir varlığın, yarattıklarından
yeniden hesap sorması, insan anlayışı ile bağdaşacak bir eylem değil midir?
Öyle ya, tanrının sonsuz gücü, yetisi, bilgisi insanları suç işlemeyecek bir
durumda yaratabilirdi.
Tanrı, sonsuz bilgisi ile insanların kıl gibi köprüden
geçemeyeceğini pek iyi bilir. Yok, tanrının amacı doğrudan doğruya insanları
cehenneme atmaksa köprünün gereği nedir?
Kaygusuz, "yiğit isen geç a tanrı" derken, daha
köklü bir düşünceyi dile getiriyor. Ey tanrı, kıl gibi köprüden geçilebilirse,
gel geç de görelim seni. Burada, insanın tanrı karşısında derin bir direnişi seziliyor.
Bu düşünceyi Batı'da çok sonraki yüzyıllarda bulabiliyoruz.
Ozan Kaygusuz'u tanrının karşısına çıkaran temel neden,
dinin koyduğu çekilmez baskıdır. Din adına birtakım içinden çıkılmaz eylemlerin
varlığını, insanın ergeç bunlarla karşılaşacağını ortaya atan donmuş kafalar,
biraz düşünme gücü olanı böyle bir direnişe itiyor.
Kaygusuz belli bir yerde tanrıya 'hayır' diyor. Bu köklü
direniş, baş kaldırış gücünü kendinde buluyor.
Bu düşüncenin özünde, insanın kimliği, kişiliği saklıdır.
İnsan bir yerde ayağa kalkıp "olmaz" diyecek bilincin taşıyıcısı
olduğunu gösteriyor.
Buna benzer bir direnişi Yunus Emre adına söylenen, Molla
Kasım adlı birinin olduğu da ileri sürülen şu ikilikle başlayan şu deyişte
görüyoruz:
Sırat kıldan incedür, kılıçtan keskincedür
Varub anun üstine saray kurasum gelür
Bir başka deyişinde ise şöyle söyler:
Ademi balçıktan
yoğurdun yaptın
Yapıp da neylersin
bundan sana ne
Halk ettin insanı
cihana saldın
Salıp da neylersin
bundan sana ne?
Bakkal mısın
teraziyi neylersin
İşin gücün yoktur
gönül eğlersin
Kulun günahını
tartıp neylersin
Geçiver suçundan
bundan sana ne?
Katran kazanının
döküver gitsin,
Mümin olan kullar
didare yetsin
Emreyle yılana
tamuyu yutsun
Söndürsün tamuyu
bundan sana ne?
Kaygusuz Abdal'ım
sözüm budur
Her nerde çağırsam
hak onda hazır
Hep günaha
bastırırsın kin nedir
Yakma kullarını
bundan sana ne?
Tanrı ile şakalaşır gibi söylenen ve dindarlarca uygun
görülmeyen bir söyleyiş.
Kaygusuz'da ince alaylı söyleniş onun deyişlerine ayrı bir
tat katar. Bu tür deyişlerinde atasözlerinden ve deyimlerden yararlanır. Türkçe
sözcükleri büyük bir ustalıkla kullanır. Onun deyişlerinde Manisa ovası
kelebekler buğday eker, sivrisinek derilir, ırgat olur. Söğüt dalını biçmek
için, balık kavağa çıkar. Bu söyleniş biçemi, çağın ozanlarında görülmediği
gibi, yazın tarihimizde de benzersizdir. Onun böyle özgün bir söyleyişi
benimsemesi günümüzün "gerçeküstücü" ozanlarına benzetilir. İsmet
Zeki'nin söyleyişi ile, "Şiirimizin ilk gerçeküsütücü ozanı odur."[3]
Ergene'nin köprüsü
Kurumuş susuzluktan
Edirne minaresi
Eğilmiş su içmeye
Bir kaz aldım ben karıdan
Boynu da uzun borundan
Kırk Abdal kanın kurutan
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
Nitekim bir başka deyişinde şöyle seslenir:
Bir sinek bir devinin çekmiş budun koparmış
Salınuban seğirdur bir yar ister koçmağa
Kaygusuz dinsel özgürlükçü düşüncesini, biçimsellik değil öz
olarak yorumlanabilir. Bu yüzden onun deyişlerinde eleştiriler sürekli gösteriş
içindir, yapaylık içindir:
Hacca varam der isen
Kanda vardın hacca sen
Kılavuzsuz kuş uçmaz
Bunca dağ u dereden
Hacca varmak önemli değil, önemli olan kişinin arınması,
özünü pırıl pırıl duruma getirmesidir. Bu dizelerde saklı anlam yüzyıllar
boyunca vurgulanan bir düşünceyi kapsar. Ozan bu düşünceyi yapay buluşlara vurmadan
sergiler. Gösterişten uzak kalmanın gereğini vurgular:
Hacca varan kişinin
Gönül yapmak işidir
Gönül Hak'kın beytidir
Pek sakın emmareden
Biçime gösterişe karşı çıkışı şu dizelerde daha açık yansır:
Kaba sakal istemem
Hep kesilse gam yemem
Hiç kısa uzun demem
Bu sakalı kırkarım.
Oysa sakal uzatmayı din görevi sayanların gözünde bu dizeler
biraz alaycıdır. İslam dininde göğsüne kadar sakal uzatmak yoktur. İşte
Kaygusuz Abdal sakal kesmenin bir sakınca içermediğini böyle açık dille
okuyucuya sunar.
Kazı koyduk bir ocağa
Uçtu gitti bir bucağa
Bu ne haldir hacı ağa
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz
16. yüzyıldan sonra Alevilik Anadolu'da tümüyle pasif
direnişe geçer. Giderek artan Sünni doğmalar karşısında Bektaşilik bile
geriler. Gerçi hiçbir dönemde Bektaşilik de tümden Şeriata teslim olmaz. Ama
Şeriat baskısı karşısında daha esnek, daha dayanıklı bir yöntemi seçer. Bu mizahtır!
Gülmece ve alayın ilginç bir işlevi vardır toplumda. Alayla
kişi karşıtına doğrudan saldırmaz. Karşıtından gelen okları savuşturur.
Bektaşi fıkralarının işlevi de böyledir. Bektaşi Sünni doğmalarının incitmeden
eleştirir. Bu eleştiri kökende Alevi yaşam biçiminin savunmasıdır. Ama
fıkralarda hiçbir zaman açıkça savunma yapılmaz, açık tartışmaya girişilmez. Bu
fıkralarda kimi zaman kendini de eleştirir Bektaşi. Sözgelimi şöyle bir Bektaşi
fıkrasını ele alalım: "Bir camide
vaaz veren hoca 'Aleviler Cennete gidemez. Onların en iyisi ancak cennetin
kapısına kadar gidebilirler, içeri giremezler' diye konuşur. Bu sırada orada
bulunan Bektaşi duramaz. Hoca Efendi Aleviler yüzsüzdür. Kapıya kadar
giderlerse kesin içeri girerler' diye karşılık verir."
Böyle bir fıkrada Sünni inanç ince biçimde eleştirilirken,
Aleviler de aşağılanır. Ama o toplumda Hocanın yanlış bilgilendirmesine yanıt
verilmiş olur.
Bu fıkraların "Bektaşi" fıkraları adı ile anlamaları
da ilginçtir. Sünni kitle ile sürekli yüzyüze gelen kesim burasıdır. Bu kesim
de savunmasını açık tartışma biçiminde yapmaktan çok, ince alayla yapmayı
yeğlemiştir.
Akılcılık, kendini eğitme sorunu da Alevi ozanlarının
işlediği önemli bir ilkedir. Eleştiriye açık kişi bir yerde akılcılığı seçmiş
demektir. Gerçekte akılcılık, kendini eğitme, bir iç arıtma süreci, bir evrene
kaçış denemesidir. Alevi için akılcılığı seçmek, insan yazgısı ve doğası üstüne
karar yetkisi kazanmak demektir. Bu bakımdan Alevi, Şeraitçıyı hala etkileyen
sayısız tabularla sınırlanmış, engellenmiş değildir.
Aleviliğin özgün özelliklerinden biri, devlet dini
olamamasıdır. Devletle ilişkilleri sınırlıdır. Devletle barışık değildir. Dışa
kapalı toplum özelliği gösterir.
Osmanlı yönetiminde Kızılbaş Aleviler çok daha zor
konumdadır. Odipus'ta geçen bir tümceyi anımsatır Kızılbaş'ın konumu:
"Yıkıma yaraşan sabırdır, susmak ve alçakgönüllü olmaktır". Kızılbaş
Osmanlıda hemen hep kıyıma ve yıkama uğramış kitledir. O kentle ve devletle
ilişkisini en aza indirgemiştir. Devletle uzlaşmaya yanaşmaz. Fırsatını bulduğu
an ayaklanır, eline fırsat geçmeyince de ondan uzak durur, onu benimsemez. Zor
yolu seçmiş Kızılbaş, gurur ile aşağılık duygusu arasında sallanır.
Kızılbaşlığa içten bağlılık ile toplumsal kıyım arasında bocalar.
Kızılbaşın konumu Sofokles'in Antigoni'de geçen şu tümceyi
anımsatır. "Sen yıkıma uğramış bir
insan için pek mağrursun". Yüzyıllar boyu yıkımlar, kıyımlarla
içli-dışlı olmak sabrı ve alçakgönüllülüğü Kızılbaş'ın kişilik çizgisi durumuna
gelmiştir.
Şeriatın tüm bu tabularına karşı Anadolu insanının
direnişini Kaygusuz geleneğinde buluyorum. Kaygusuzla birlikte tüm Anadolu
ozanları Türk aydınlanmasında, Türk hoşgörüsünde önemli işlev görmüşlerdir.
Okuryazarın çok az olduğu, Anadolu toplumuna düşüncelerini uyaklı dizelerle
iletmişlerdir. Bir yandan ozan geleneğini yaratırken, öte yandan çağın verdiği
olanaklar ölçüsünde evrensel düşünceye açılmışlardır. İşte bizi, öbür Şeriat
yasalarından ayıran ince çizgi bu. Bize aydınlama çağını açan Atatürk ve onun
devrimlerine sahip çıkan aydınlanmacılar bu çizgiyi yakalayan kimselerdir.
[1]Aşıkpaşaoğlu
Ahmed Aşıki: Tevarih-i Al-i Osman
(Düzenleyen: Atsız), İstanbul 1949, s. 237-238 ve Abdülbaki Gölpınarlı: Alevi Bektaşi Nefesleri, İstanbul 1963,
s. 18.
[2]İsmet Zeki
Eyüboğlu: Türk Şiirinde Tanrıya Kafa
Tutanlar, Kaynak y., İstanbul 1991, s. 60-62.
[3]İsmet Zeki
Eyüboğlu: Bütün Yönleriyle Kaygusuz
Abdal, Özgür y., İstanbul 1992, s. 56
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder