Yayında Olan Eserlerim

4 Eylül 2017 Pazartesi

Bir Ağabeyi Anarken : Sedat Veyis Örnek






1974 Yılı Temmuzunun ılık bir sabahında onu eşi Ulun Örnekle Göttingen istasyonunda tanımıştım. Bir Alman araştırma bursu ile iki aylığına Almanya’ya gelmişti. Adını ise öğrencilik yıllarımda –altmışlı yılların ikinci yarısıdır- Altındağ tiyatrosunda oynanan Pirinçler Yeşerecek adlı oyunu nedeniyle duymuştum. O yıllarda Ankara radyosu her sabah gösterimde olan tiyatro tiyatro oyunlarını veridi. Sedat Veyis Örnek’in Pirinçler Yeşerecek oyununun Altındağ Tiyatrosunda oynandığını duyuruyordu.
On dokuz yaşındaki bir Türk Dili Edebiyatı öğrencisi için, yazarlar birer büyücü gibi insanlardı. O yıllarda Türkiye’de altın çağını yaşayan tiyatro, yazarlık tutukusu içinde kıvranan öğrenciler için ayrı bir önem taşıyordu. Sedat Veyis Örnek’in adı bi ön bilici, bir yaratıcı adı gibi belleğime yerleşmişti. DTCF Türkoloji koridorunda bulunan onda kapısındaki Doç.Dr. Sedat Veyis Örnek yazısını hayranlıkla okuyarak geçiyordum.
1974 Temmuzunda Göttingen istasyonunda böyle bir önbilgiyle karşılaşıyordum kendisiyle. Benim adımı kendisine yardımcı olmam dileğiyle hocam Doğan Aksan vermişti.
İstasyonda ilk sezdiğim, eşi Ulun Örnek’in koruma duygusu altında olduğu duygusu oldu. Yanlarında getirmek zorunda kaldıkları valizlere el attığında Ulun Hanımın içi titreyerek “Aman kendine dikkat et” uyarısında bulunuyordu. 27 Yaşın verdiği dirilikle valizleri teklifsizce kapıp taşıyışım ilk sıcak ilişkinin kurulmasına neden oldu. Birkaç dakika sonra bu çekingenliğin nedenini öğrenecektim: Sedat Veyis Örnek iki yıl önce ikinci kalp krizi geçirmişti. Üçüncü bir krizi atlatma şansı yoktu ve yaşamı kıl ipliğine bağlıydı. Bıçak sırtındaki yaşamını özenle sürdürmesi gerekiyordu. Uzatmaların oynandığına karar verdiği o dönemde Sanat Tarihçi Ulun hanımla yaşamını birleştirmişti. -Daha sonra öğrenecektim ki- sorumluk bilinci ile çocuk yapmamaya karar vermişlerdi. İnce bir biçimde bu durumu anlattıktan sonra valizleri kapıp taşımanın sıkıntısını üzerlerinden atmışlardı. O karşılaşma sırasında ne Sivaslı olduğunu, ne de pek çok ortak noktamızın bulunduğunu biliyordum.
Valizlerini kendileri için ayırttığım odaya yerleştirdikten sonra, birlikte gittiğimiz bir Çin lokantasında söyleşi derinleşti. Yirmi yıl arayla aynı topraklarda aynı çevrede büyümüştük. Okuduğumuz okullar, gezdiğimiz sokaklar, oturduğumuz kahveler aynıydı. O, 1927 ya da 28 yılında Zara’da doğmuştu, ben yirmi yıl sonra Kangal’da doğmuştum. İkimiz de yoksul ailelerin çocuklarıydık. O yıllarda Sivas’ta tek lisesi konumundaki 4 Eylül Lisesini bitirmiştik. O, lise eğitiminin ardından akçal güçlükle burslu olarak İlahiyat Fakültesinde yüksek öğrenimini tamamlamış, ardında devlet bursu ile Almanya Marburg Üniversitesinde Dinler Tarihi üzerine doktora yapmıştı. Ben ise DTCF Türkoloji bölümünün ardından Milli Eğitim Bakanlığı burslu öğrencisi olarak o günlerde doktora evresinin son yılını yaşıyordum. İkimizin de baba ocağı ilişkisi biraz soğuktu. İlerleyen söyleşi ortamında ortak tanıdıklar çıktı. Bunlardan biri, Sedat Veyis’in gençlik yıllarındaki en yakın arkadaşı Nihat Doğan’dı ki, daha sonra Sedat Veyis’in de onayı ile kızı ile evlenecektim. Gülümsemeyle anlattığı gençlik yıllarının kırık dökük anılarını ağzından dinliyordum. Lise öğretmenleri, gazeteciler, siyasetçiler tümü ortak tanıdıklarımız kişilerdi. O yıllarda 200 bin kişinin yaşadığı Sivas büyücek bir köy gibiydi ve herkes birbirini az çok tanırdı.
Bir süre sonra kendisinin yaklaşık iki ay kalacağı Göttingen’den eşi Ulun Hanım Türkiye’ye döndü. Kendisiyle ben aynı öğrenci yurdunda kalıyorduk. Bundan sonraki günlerde hemen her akşamları buluşur, bitip tükenmeyen sanat edebiyat söyleşileri yapıyorduk. Türkiye’de çıktıktan sonra bir daha gelmemiştim. Derin bir edebiyat, sanat açlığı içinde kendisine soruyor, tartışıyordum.
Nefis bir beğeni zevki ve keskin gözlemleri vardı. Daha lise yıllarında yoğun ilgi duymuş, dönemin ünlü dergisi Varlık dergisini izlemiş, onda öyküleri yayınlamıştı. Genelde beğenilerimiz de örtüşüyordu. Bir defasında Sait Faik’i sevip sevmediğini sormuştum. Yıllar önce çok sevdiğini, ama şimdi okursa, gözünden düşer korkusu ile okumaya kıyamadığını anlatmıştı. Daha sonra Sait Faik’i pek sevdiğini ele geçen eski tarihli “Yakınlaşmak Sevmektir” başlıklı anısında kendisi de ima ediyordu. (“Altıncı Şehir” adlı kitabına bu yazıyı alan Ahmet Turan Alkan yazının 1953 tarihinde “ç”, “ğ”, “ö” harfleri bulunmayan bir daktilo ile yazılmış olduğunu belirtir. Bu tarih tümüyle yanlıştır. Yazının özgün biçiminin bir örneği de benim elime geçmiştir. Yazı 1957’de Sedat Veyis’in doktora öğrencisi olarak bulunduğu Almanya’da yazılmıştır. Çok soluk biçimdeki fotokopideki 7 rakamını Ahmet Turan Alkan yanlışlıkla 3 sanmış olmalıdır. Ayrıca daktilonun yazı karakterleri Alman harfleridir. Bu küçük yanlışı düzeltmiş olayım.)
Bu ilginç yazı, ellili yılların Sivas günlerini dikiz aynasından yansıtır gibidir. Bu dönemde Sedat Veyis Örnek, Hakikat Gazetesinin gece sekreteridir. On dönemde yaşadıklarını şiirsel bir öyküde anlatan Sedat Veyis, Nihat Doğan, Muhlis Günay üçlüsünün ilginç bir gazetecilik deneyimi daha vardır. Şimdi hiçbir yerde bulunmayan Hucum” adlı bu gazete haftalık hiciv gazetesidir. Gazete çıkmadan önce basımevi sahibi ile yapılan sözleşme şu an elimin altında bulunuyor. Tarih atılmaksızın yapılan bu sözleşme Kızılırmak mürettiphanesi sahibi Ali Rıza Uluocak’la Nihat Doğan arasında yapılmış. Tanıklar ise Sedat Veyis Örnek ve Muhlis Günay. Her sayı 3000 örnek olarak basılacak gazete için basımevine 150 lira ödenmesi karara bağlanmış. Gazetenin her Perşembe günü Nihat Doğan’a teslimi koşulu konmuş. (Yazık ki, Nihat Doğan’nın ölümü ile gazete arşivi kayboldu.)
Hücum olayını Sedat Veyis gülerek anlatırdı. Bu hiciv gazetesi önemli bir yazı deneyimi olmuştu onlar için, ama aynı zamanda birkaç defa başlarını ağrıtacak olaylar yaşamışlardı. O zaman için klişeler Ankara’da hazırlatılıp getirilen gazete Sivas’ta geniş bir okur bulmuştu. (Gazetenin 3000 örnek basılması da bunu gösteriyor.) Halk Sivas zenginlerini karikatürize eden yazıları zevkle okumuşlar. Ve derken gaszetenin sahibi ve sorumlu müdürü Nihat Doğan’a karşı bir bir hakaret davaları açılmaya başlamış. Bu davalarda kurtarmak için Sedat Veyis bilekleri sıvamış. Sözgelişi, bizim kafadarlar, Sivas zenginlerinden birinin sünnet düğününü anlatırken çocuğun arıdan böğürdüğünü yazmış. Tabii, sonrasında hakaret suçlaması ile dava açılmış. Bu evrede Sedat Veyis, Dostoyevski’nin bir örnek bularak “böğürme” sözünün hakaret anlamına gelmediğini kanıtlama işine girişmiş. Yaşadıkları bu olayları hep gülerek anlatır, Sivas tarihinin öylesine bir gazete görmediğini söylerdi. Bu Hücum gazetesi dönemini Yakınlaşmak Sevmektir adlı yazısında kısaca değinir. Orada Muhlis Günay’dan şöyle söz eder:
“Sonra bizim siyesi gayretten çok, bir mürekkep kokusuyla, bu kokunun baş edilmez sancısıyla çıkardığımız bir varakparede yeni ve samimi yaklaşımlar oldu. Bizim varakpareye yazılar yazdı. Sonra ben belediye azası bilmem kim yüzünden mahkemeye düştüm (ne komik)., berat ettim. Kırılmıştım. Aldatılmıştım.”
Kendisinin de vurguladığı gibi, mürekkep kokusuyla çıkarmaya başladıkları Varakpare günlerinde bu genç edebiyatçı topluluğu ulusal edebiyat okuruna ulaşma koşusu içindedir. Varlık dergisini izlerken, büyük yazarların eserlerini okuyup tartışırlar. Nihat Doğan yazdcığı öyküleri okuyup örüşlerini almak istediğinde Sedat Veyis örnek takılır: “Bedava olamaz!” Bu nedenle Nihat doğan okuma masasını iğde kuruyemiş, meyvelerle donatır. Karşılıklı öyküler okunur, beğenilen, beğenilmeyen yanlar tartışılır, öyküler sonra ulusal ölçekteki dergilere yollanır. Yazılar çıkıp, hale bir de yazı için birkaç lira ellerine geçtiğinde gençlerin mutluluğuna sınır yoktur. Yeniden yiyip içmeler birbirini izler. Bu dönemde Sedat Veyis’in ilk öyküleri Varlık’ta yayımlanır. Geleceğin halkbilim profesörünün ilk kalem denemeleri umut vericidir. Ancak bu yazma koşusu bir süre sonra kesintiye uğrar.

Kore Günleri
!953 yılında Kora’de sıcak savaşın yaşandığı günlerde Sedat Veyis’in Kore’ye gönüllü olarak gidişi hep bir kaçış gibi gelir bana. Pek anlatmadığı aile ortamından bir uzaklaşma, bir yılgınlığı anımsatır. Yoksa, Kore’ye gidişine bir neden göstermek olanaksızdır. Daha o dönemde sosyalist eğilimli Sedat Veyis’in Amerikanın jandarmalığı görevini gönüllü üstlenmesi başka bir nedenle açıklanamaz.
Kora üzerine değişik dönemlerde değişik anılarını dinledim kendisinden. Alay, deniz yolu ile yapılan bir ayı aşkın vapur yolculuğu ardından Kore’ye ulaşmıştı. Bu deniz yolculuğu, deniz tutmaları, hastalıklarla başlı başına bir serüven olmuştu. Bu uzun yolculukta bir  doğulu bir erin hastalığı kendisini çok etkilemişti. Bana yaklaşık olarak şöyle özetledi o olayı:
“Esmerden çok siyahiyi andıran teni sedye üzerinde tir tir titriyordu. Üzerinde yalnız donu vardı. Alışık olmadığı bunaltıcı deniz yolculuğu perişan etmişti. Yaşamla ölüm arasında git-gel arasında gezinir gibiydi. Ben kendisini teselli edip gönül gücünü yükseltirken doktor geldi, gerekli ilaçları verdi. Kendisine geçmiş osun deyip ayrıldım.
Birkaç gün sonra iyileşmişti. Güvertede denizi seyrederken yanıma geldi. Askeri uygulamayı aşar biçimde “Nasılsınız komutanım?” diye sordu. “Teşekkür edip sağlığının nasıl olduğunu sordum. Kendisi ile ilgilenmeme teşekkürlerini bildirmek istiyordu. Kore’ye vardıktan sonra da kendisiyle ilgilenmek zorunda kaldım. Öbür askerler, akasanı, konuşması ile alay ediyorlardı. Onu horlayan askerlere “Yarın bir çarpışma olsa sizinle birlikte çarpışıp ölecek. Utanmıyor musunuz, bu arkadaşınızla alay etmeye? Bu ere bir şey yaparsanız beni karşınızda bulursunuz. Tümünüzün burnundan getirim” diye sahiplendim. Er rahatlamıştı. Ama ona bir katkı olsun diye okuma yazma öğretmek istedim. Bir türlü öğrenemiyor, ama beni de kırmak istemiyordu. Sonunda bir gün gelip çok acıklı bir biçimde yalvardı: “Komutanım, b..nu yiyeyim, ne olur beni zorlama, öğrenemiyorum!”
Çaresizdi. O günd3en sonra okuma derslerini kestim. Ama korumam, kollamam sürüyordu. Bıçak sırtında yürüyen ateşkes her an bozulabilecek durumdaydı. Sürekle beni izliyor, çevremden ayrılmıyordu. Bana atılacak kurşuna kendini siper edecek ölçüde bağlanmıştı.
Asteğmen Sedat Veyis Örnek, sıcak savaşın, soğuk ateşkesle sürdüğü, her an kanlı çatışmaların başlayabileceği bir ortamdaki Kore dağlarında ilginç anılar yaşamıştı. Daha sonra oyunlarında ve öykülerine yansıtacağı ilginç gözlemler edinmişti. Kore halkının temizliklerine hayran kalmıştı. O yokluk içinde pırıl pırıl temiz giyimlerini överek anlatırdı.
Bu dönem yaşantısından ilginç anıları vardı. Bilimsel yükselme kaygısı içinde bu gözlemlerinin çok azını Pirinçler Yeşerecek oyunu ve kimi öykülerinde işleyebilmişti. Derin bir insan sevgisi içinde ele aldığı konularda, insanları suçlamadan savaşın acımasız yüzünü dile getiriyordu. Pirinçler Yeşerecek oyununu başlangıçta üç bölümlük bir çocuk konusu olarak düşünmüş, sağlık sorunları nedeniyle ancak birinci bölüm olan “Ölü çocuk” bölümünü bitirebilmişti. Bu çocuk üçlemesinde, savaşın toplum değerlerini tıkıp geçtiği bir ortamda insanın soyunu sürdürme içgüdüsü ile hayvanlaşmasını tüm çıplaklığı ile ele almak istemişti. Yalnız ilk bölümünü yazabildiği oyunda bu sorunu tüm derinliği ile vermeyi başarmıştı. Oyunu okuduktan sonra kendisine kimi ayrıntılı sorular yöneltmiştim. Oyundaki iki Amerikan erinin portresini çizmişti. Ev sahibi kadınla birlikte olan askeri daha gerçekçi, öbürünü romantik olarak çizdiğini anlatmıştı. Yirmili yaşların okuduğum iki oyununu (Pirinçler Yeşerecek, Manda Gözü) da muhteşem bulmuştum.
Pirinçler Yeşerecek oyunu ile yaşam gerçeği arasındaki ilişki üzerine sorular sorduğumda durumu şöyle anlattı. “Seks sözcüğü Korece bozulup ‘şakşa’ya dönüşmüştü. Çocuklar, küçük yaştaki öğrenciler sokakta karşılaştıkları barış gücü askerlerini “Mama şakşa” diye, para, konserve, giysi, sigara karşılığında seks yapmaya evlerine çağırılardı.” Böylesine çocuk sahibi ailelerin nasıl olup da böylesine bir iş yaptıklarına benim şaşırdığımı gördüğünde düşünürlere yakışan bir yanıtla açıklama yapma gereğini duymuştu: “Fuat, bu doğal bir durum, burada da birlikte olduğun kızı pastaneye, birahaneye götürüp bir şeyler ısmarlıyorsun. Orada ise kendilerini savuna askerlerle bu tür bir ilişkiyi insanlar olağan sayıyordu” diye açıklamada bulunmuştu.
Bu yanıt üzerine bir anda tüm düşüncelerimin alt üst olduğunu anımsıyorum. Sedat Veyis, bambaşka bir insandı!
Bunun üzerine Kore yaşantısından başka kesitler anlatmıştı. Bizim subaylar, Koreli kadınlardan kendilerine –Türkiye’de alışılmış olduğu gibi- dost tutup yanız kendileri ile birlikte olmasını istemişler, ama ortamın verdiği cağşama içinde rezil olmuşlardı. Öyle ki, bir üst derece komutanın sözde dostu ile alayın en alt düzeyindeki bir er birlikte olmuştu. Buna benzer sayısız anısı içinde, başına buyruk bir er ile yaşadığı anı çok etkileyici idi. O ılık Göttingen akşamlarından birinde bütün ayrıntısı ile anlattığı olay şöyle gelişmişti:
Kabadayı yaratılışlı asker, nöbet askerlik dinlemez, canı istediği an fırsatını bulup –sözde- dost tuttuğu kadının evine gider. Sedat Veyis, kendi nöbetinde de yaşana bu tüymeyi önlemek için, eri bir iki kez “Senin cinsel ilişkin beni ilgilendirmez, ama benin nöbetimde bir tarafa gitmeyeceksin” diye uyarır. Tüm bu uyarılara karşın er, Sedat Veyis’in nöbeti sırasında, kadının evine gider. Sedat Veyis, akşam sayımı yaptığında durumu örenince deliye döner. Başına ne geleceğini bilmeksizin “ne olacaksa olsun” diye isyan duyguları içinde, erin bulunduğu kadının evine gider.(Burada kendisi “baskın basanındır dedim” diye durumu bıçak sırtında olduğunu, çünkü erin de kendisine karşılık verebilme olasılığının yüksek olduğunu vurgulamıştı.) Dostunun yanında eri “ulan ben seni kaç kez uyardım, sende hiç mi utanma yok?” diye tokatlayıp birliğe getirir.
Budan sonrası Sedat Veyis için ayrı bir açmazdır. Yatağına girip uyumaya çalışır. Ama eri dövüp hırsını alan Sedat Veyis şimdi kendisi ile hesaplaşma içindedir. Bir türlü uyuyamaz. Yatağın içinde gidip gelen düşünceler içinde kıvranır. Bir sağa, bir sola döner. “Niçin böyle yapmıştır?” Vicdanın ayak sesleri bir türlü kendisini rahat bırakmaz. “Bir kadının yanında erin gururunu doğru mudur? Birlik içinde paylaşmak dururken, olayı dışarı taşımak yerinde bir karar mıdır? Başka türlü uyarsa olamaz mı? Onlarca, yüzlerce düşünce hora teper belleğinde. Bu düşünceler içinde dakikalar saatleri, saatler saatleri kovalar. Gecenin saatleri ilerler. Sedat Veyis bir türlü gözünü kapayıp uyuyamaz. Acaba o anda er ne durumdadır? Belki de gururu kırılmış ağlıyordur. Ağlamasa bile sıkıntı içinde oturuyor, sigara üstüne sigara içiyor, düşünüyordur. Sabah ışıkları doğmaya hazırlanırken Sedat Veyis, daha fazla dayanamaz, giysilerini giyer, erin gönlünü almak, üzüntüsünü belirtmek için erin bulunduğu koğuşa gider. Erin ranzasının başucuna vardığında kendisini büyük bir sürpriz beklemektedir: Er, derin uyku içinde horul, horul uyumaktadır!
Bunu olayı anlattıktan sonra kendi saflığına gülüp bir kahkaha atmıştı.
Her ayrıntıda kendini açımlayan bir insanın bütün boyutları ile kendisi yansıtmasıydı benim için anlatılanlar. Ona hayran biçimde gülme krizine ben de katılmıştım.
Kore anılarında sayısız ince gözlemleri olmuştu. Her an bir silahın patlamasıyla sıcak çatışmanın başlayacağı bir ortam da iki yan bir birinin gözüne bakıp ona göre tavır almaya çalışır. İki kesimde de yaşanalar bir insanlık sınavını andırır. Her iki yanın da karşı yanda casusu vardı, bir birinin hareketlerini anı anına izlerler. Kimileyin, birleşmiş milletler güçlerine saldırı emri gelir. Çok gizli gelen bu emir üzerine birlikler “hazırol” konumunda gece yapılacak saldırıyı beklemeye koyulurlar. Silahlar bir an önce ateşlenmen sabırsızlığı içerisinde beklerken, Kuzey Kore kesimi ses yükselticisinden Türkçe türküler yayına başlar. Ardından Türkçe konuşma gelir: “Falanca birlik, falanca takım şu anda şuradan saldırıya geçmek üzere bekliyorsunuz. Mehmetçik, Kore’de senin ne işin var? Kimin için ölüyorsun? Niçin, köyünü, ananı babanı, karını, çiftini çubuğunu bırakıp bu topraklara ölmek için geldin? Senin ölümünün kime faydası var? Kimin için, neden ölmeyi seçiyorsun?”
Askerlerin tümüne yönelik anonim konuşmalardır bunlar. Bunlarla da kalınmaz saldırıya girişecek komutanların adları sayılır. Ardından yine marşlar, türküler başlar. Sedat Veyis bu gerilimli ortamı anlattıktan “de, hadi nasıl saldırırsan, saldır” diye çaresizliğini belirtip gülmüştü.
Karşı kesimin nasıl olup da bu yandaki ayrıntılara varan bilgilere ulaştığını sorduğumda, iki kesimde de müthiş bir istihbarat ağının çalıştığını söylemişti. “Bir saldırı emri takım komutana kadar ulaşıyor. Aramızda Koreli elemanlar dolaşıyor. Doğal olarak bunca kişinin bildiği bir olay duyulup yayılıyor. Sözgelimi bir defasında bölük aşıçısı karşı kesimin casusu çıktı.” Diye durumu açıklamıştı.
Kuzey Kore’nin saldırı bilgilerinin ulaştığı günlerde başka türlü kuşku ve korkular yaşanır aralarında. Böyle bilgi alındığı bir gecede Sedast Veyyis birliği ile ön siperde görevlendirilir. Bir saldırı durumunda yüzde yüzlük bir ölüm oyunudur yaşanacaklar. Sedat Veyis yanındaki çavuşla beklemeye koyulur. Gecenin ilerleyen saatlerinde çavuş uyarır: “Komutanım geliyorlar, ateş edelim.” Sedat Veyis Örnek bakar, bakar kimseyi göremez. “Yapma, Hüseyin, gelen yok. Kabus görüyorsun.” En küçük bir kıvılcım, barut fıçısını ateşleyecek konumdadır. Çavuş karşı kesimin üzerlerine geldiğinden eminindir. Konuşmasını sürdürür: “Komutanım geldiler, komutanım geliyorlar, ateş edelim.” Komutan bir şey göremez. Sonunda, çavuş gördüklerinin gerçek olmadığını anlar.
Aradan bir süre geçer, uzayan gecede, bu kez Sedat Veyis karşıdan askerlerin ilerlediğini görür. Bu kez o çavuşa seslenir “Hüseyin geldiler, geliyorlar ateş edelim” Bu kez de çavuş bakar bir şey göremez “Aman komutanım kimse yok, siz hayal görüyorsunuz” Sedat Veyis gördüğünden emindir: “İşte geldiler, öleceğiz, ateş edelim” Çavuş yalvarır, “Aman komutansım kimse yok, korkmayın,ateş emri vermeyin.” Sonunda Sedat Veyis, ateş emri vermekten az geçer, hem kendi yaşamları hem de başkalarının yaşamı kurtulmuş olur.
O gece yaşadığı korkuları bütün çıplaklığı ile anlatmış, kendi korkuları ile eğlenmişti adeta.
İki yıllık Kore günleri bu türden sayısız anılarla doluydu. Yazma fırsatını bulduğu az sayıdaki öyküsünde bu anılardan beslenen öyküleri birinci sırayı alır. Bunlardan biri ile ilgili anısı kendisini çok mutlu etmişti. Viyana’da sıradan bir tanışma sırasında karşıdaki Alman hayranlık ve şaşkınlık içinde adınının doğru anlayıp anlamadını doğrulamak istemişti: “Herr Örnek?”. Sedat Ağabey “evet, vet diye pekiştirmişti: “Sedat Veyis Örmek.”. Bu kez karşıdaki Alman “Aman Tanrım, Bay Örnek, ben sizi arıyordum. Siz elime geçtiniz.”
Olay şuydu: Bu Avusturyalı Türkolog hazırldığı “Savaş Öyküleri” seçkisine Varlık dergisinde yayımlanan Sedat Veyis Örnek “Tel Örgü” öyküsünü almış. Kendisine düşen telif hakkını ödemek için arıyormuş. Ve Viyana’da sıradan bir tanıştırmada aradığı kişi ile karşılaşmış.
Kendisi böyle bir olayı kitap basıldıktan birkaç yıl sonra yaşamıştı. Olayın bundan sonrası da başı ölçüsünde ilginçti. Avusturyalı çevirmenin çağırısı üzerine eşi Ulun Örnek’le evine gitmişler. Bu derviş örneği çevirmen doktora eğitimini yarıda kesip kendini çevirmenlik işine vermiş. Viyana’da kü..
Çevirmen Alman’ın sevinci sınırsızdır, Sedat Veyis’i evine davet edip eşi ile tanıştırır. Birlikte yemek yerler. Çevirmenin kaldığı dairenin küçüklüğü Sedat Veyis’i şaşırtmıştır. Sedat Veyis “Yaşamımda gördüğüm en küçük konuttu.” diye söyler bu satırların yazarına. Sonra da kişiliğini yansıtan küçük bir olayı gülerek anlatır: ‘Yemekten sonra lavaboda elini ve ağzını yıkar. Ağzını çalkalar, ama çevirmen ve eşinin yanında lavaboya tükürmekten utanır, sabunladığı ağız suyunu yutmak zorunda kalır.’
Pirinçler Yeşerecek’i “Çocuk” adlı üçleme olarak düşünmüş, birinci bölüm olan ölü çocuğu yazabilmişti. Öbür iki bölümü yazmaya akademik kariyer koşusu ve erken yaşta ölümü yüzünden zaman bulamadı. Öykü türünü de denemesine karşın oyun türünün ayrı bir yeri vardı yaşamında, ilk gençlik yıllarında oyunlarda rol almıştı. Sivas’ta Cevdet Kudret’in bir oyununda oynadığını söylemişti. Göttingen akşam söyleşilerinde uzun uzun edebiyat tartışmalarımız olmuş, örtüşen zevk doğrultumunda değerlendirmelerini dinlemişti. Çok sevdiğim Sait Faik üzerine ne düşündüğünü sorduğumda “Çok severim, ama gözümden düşer korkusu ile yeniden okumaya çekiniyorum” yanıtını vermişti. Yıllar sonra elime geçen bir mektubunda da bu gençlik beğenisi yer alıyordu.
Göttingen günlerinde yanında bulunan Pirinçler Yeşerecek ve Manda Gözü oyunlarını okumuş pek beğenmiş, kendimce aksak bulduğum yönleri söylemiştim. Bunlar arasında Manda Gözü oyununun bitiş bölümünün uzunluğu vardı. Bana uzun gibi gözüken o bölümün izleyicinin düşünmesi açısından gerekli olduğunu bildirmişti.
Manda Gözü, ant-yemin kavramını işleyen nefis bir töre oyunu idi. Pek sevmiştim. Sonra bu oyunun Azerbaycan’da radyo oyunu olarak oynandığını öğrenmiştim.
Manda Gözü ile ilgili baş bir olay anlatmıştı, Manda Gözü, Türk Dili Dergisinin Kısa Oyun özel sayısında yayınlanmasının ardından yayıncı-yazar Cengiz Tuncer’den garip bir mektup gelmiş. Mektupta Cengiz Tuncer bu oyunu kendisinin yazdığını, falan falan kişiler yanında okuduğunu belirtmiş, romana çevirmeyi düşünürken, Sedat Veyis’in oyunu ile karşılaştığını, ne yapacağını bilemediğini yazmış. Oyun tümüyle kendisinin yazdığı imiş. Tek ayrım Cengiz Tuncer’in oyununun sonunda çocuğun ölmesi, Sedat Veyis’te ise yaşamasıymış!
Bu mektubu alan Sedat Veyis büyük bir şok yaşar. Bir-iki gün düşünerek etkin bir yanıt verir. Mektubunda Cengiz Tuncer’e ne kendisini (Cengiz Tuncer’i) tanıdığını, ne de çalışmalarını bildiğini yazar. Oyunun konusunu bir gazete haberinden alıp işlediğini bildirip zerrece bir çalıntı varsa bunun hesabını vermeye hazır olduğunu anlatır. Son olarak da kendisinin çocukları öldürmeyip yaşattığını vurgulayarak bitirir.
Mektubu yazdıktan sonra –askerde olduğu gibi- bir gün bekler, düşünür. Bir gün sonra sakıncası olmadığı kanısına varıp postaya verir. Olay böylece kapanır. Bir uzamda birileri Cengiz Tuncer’i gösterip “Tanışıyor musunuz?” diye sorduklarında, imalı biçimde “Tanışıyoruz, tanışıyoruz” diye karşılık verir.
Bu olayı bana anlattığında ben de şaşırmıştım. 1970 yılında bir süre Cengiz Tuncer’in e yayınevinde çalışmış, kendisini oldukça yakından tanımıştım. Orta düzeyde romanları olan (Hacizli Toprak, Kerkenez) çelebi bir insandı. İlk tepkim “O da gazetede haberi okuyup yazmış olmalı” oldu. Sedat Veyis de beni onayladı.
Oyun tutkusu, yabancı dillerden oyun çevirilerine neden olmuştu. Polonyalı Slawomir Mrozek'in Polisler  çevirisi bunlardan biriydi. Kendisinin pek beğendiği bu oyun bir şanssızlığa kurban olmuş oyun oynanırken, oyundakine benzer bir olay gerçekleşmiş, Başbakan İsmet İnönü’ye suikast girişimi olmuş bunun üzerine oyun sahneden kaldırılmıştı. Daktilo yazısı çevirinin, kendisinde bile örneği kalmamıştı. Bir süre sonra Eskişehir Sinema Yüksekokulu’nda arkadaşım Feridun Akyürek de (şimdi profesör) oyunun bir örneğini görüp fotokopisini alıp kendine iletmiştim. Dramaturg Sermet Çağan metin üzerinde oynamış, özgün çeviriyi tanınmaz biçime sokmuştu. Kendisine çeviriyi yayınlatma önerimi, “Kalsın Fuat” diye geri çevirmişti.
Heinrich Böll’ün doktora yıllarında -1957-1960- okumuş. Böll’den ilk çevirilerinden birini yapmıştı. Böll 1973’te Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandıktan bir-iki yıl sonra tanışmıştık. Böll’ün yalın gözüken roman ve öykülerinde derin bir insan sıcaklığı bulduğunu söylemişti. Ben de pek sevmiştim Böll’ü. Trenin Tam Saatiydi romanı üzerine tartışmıştık.
Başka bir oyun çevirisi olduğunu yıllar sonra Cevdet Kudret’in Kalemin Ucu adlı kitabından öğrendim. Cevdet Kudret’le aralarında tatsız bir olay geçmiş. Cevdet Kudret Bilgi Yayınevi danışmanıyken sözkonusu oyunu yayımlamak üzere almış, sonra da Sedat Veyis’i görmezden gelip tüymeye başlamış. Bir defasında Sedat Veyis, Cevdet Kudret’i durdurup “Luften Cevdet Bey, neden görmezden gelip kaçıyorsunuz?” diye sormuş. Cevdet Kudret yayınevi sahibi Ahmet Tevfik Küflü’nün kitabın basımını istemediğini söylemiş, Sedat Veyis “Peki, bunu söyleyecek yerde kaçıp sıvışmanın ne anlamı var?” diye karşılık vermiş.
Cevdet Kudret’le aralarında geçen bu tatsız olaya karşın nesnelliğini bozmamış 1974 TDK bilim ödülüseçiminde (TDK bilim ödülü kurulundaydı) oyunu Cevdet Kudret’in Orta Oyunu’na vermişti. Aynı yarışmaya katılan İsmet Zeki Eyüboğlu’nun Tanrı Yaratan Toprak adlı kitabındaki dil kullanımı çok beğenmiş, ama bilimsel ölçütlerde olmadığı için Orta Oyunu’ndan yana oy kullanmıştı.  Kurula raporu dolma kalemle ve yeşil mürekkeple yazıp Göttingen’den postaya vermişti.
Yeşil mürekkeple yazmayı sevdiğini daha sonraları elime geçen başka mektuplarından anlamıştım. Kore’den ve başka yerlerden yazdığı mektupların çoğu yeşil mürekkepleydi.
İmbikten çekilmiş bir insan ölçülüğü yaşam ekseni gibiydi. Hemen hiç dedikodu yapmaz, tadına doyulmaz söyleşilerden kimsenin ardından konuşmazdı. Olağanüstü gözlemleri ile insan ruhunu çözümlerdi. Doktora arkadaşım Wolfram Hecsh için “Alman ve Türk kimliğinin güzel yanları ile beslenmiş” diye söz etmişti.
Göttingen’e gelmeden iki yıl önce profesör olmuştu. Profesörlüğü fakülte kurulunda büyük bir çoğunlukla geçmişti. Karşı oy kullanımını- benim de hocam olan bir arkadaşının oy birliğine yakın oylama ile kuruldan geçmesini örnek gösterip- böylesine çok olumlu oy almanın da doğru olmadığını söylemişti.
Türk Dil Kurumu yönetiminde bulunduğu bu dönemde benim de üye olmama önayak olmuştu. Bu 27 yaşında, henüz yazıp çizdiği bir şey bulunmayan bir doktora öğrencisi için büyük bir onurdu. 1215 no’lu TDK üyesi Fuat Bozkurt, kurumun en genç üyesi olmuştu.
Halkbilim, etnoloji konularını derin bir birikimle irdeliyor, toplum açısından önemini anlatmaya çalışıyordu. Bu alanın Amerika’da lise dersi olduğunu söylemişti. Bu konuda yazdığı kitaplarda konunun önemine değiniyordu. Doktora sonrası tüm çalışmaları bu konuları işlemişti. Doçentlik çalışması Sivas ve Yöresinde Halk Gelenek ve Göreneklerin Safhaları, Profesörlük sunumu Anadolu Folklorunda ölüm, bağımsız çalışması Yüz Soruda Etnoloji ile bu alanda ilk bilimsel araştırmaların örneğini veriyordu.
Gri kapaklı Anadolu Folklorunda ölüm, ölüm gelenekleri, destanlar, mezartaşı yazıları ve belgeleri içeriyordu. Kitapta babasının mezartaşı görüntüsü de yer alıyordu. Mezartaşı çok yalındı: Zaralı Ahmet Örnek.
Babasının ölümü ile ilgili ilginç bir anısını anlatmıştı. Babasının ölümünün ardından nüfusa girip sildirmek istemişti. Nüfus memuru gerekli işlemi yaptıktan sonra, nüfus cüzdanını yırtıp çöpe atmıştı. Sedat Ağabey duygularını “Benim için babam o an öldü.” diye anlattı. Nüfus memuru için sıradan bir işlem, içine bir ölüm gibi oturmuştu.
Anadolu Folklorunda Ölüm çalışmasını “Ölüm, yaşamın bir parçası. İnsan doğar, yaşlanır, ölür. Bundan kaçış yok” diye anlatmıştı. Bu çalışmayı ölümün ürkütücü gölgesini doğal kılmak için ele almış, zengin verilerle donatmıştı. Eşsiz söyleşileri ile doludizgin geleceğe hazırlanırken, giderek onun konularına ilgi duyuyordum. Bu ilgi ve dostluk ilk güncel yayınım olan Buyruk’un onun ansına sunmama neden olacaktı. Ölümünden iki yıl sonra yayınladığım kitap onun eşsiz anısına adandı. Sonrasında Alevilik, Semahlar, Türk İçki Geleneği ve Sivas Kabadayıları ile bu alandaki çalışmalarım sürdü.
İkinci yürek teklemesinin ardından profesör olmuştu. Bu nedenle sağlığına çok özen gösteriyordu. İkinci krizi öğrenci olaylarının yoğunlaştığı günlerde yaşamıştı, koridordan gürültü-çatışma sesleri yükseliyor, Sedat Veyis ne yapacağını bilmiyor. O aşamada kapıya bir dolabı yaslayıp masana kafasını koymak geliyor. Böylece ölümü bekliyor.
Bölümdeki arkadaşlarının bilimsel kıskançlıkla yaptıkları ilkel davranışları, birkaç yıl sonra (1977-1978 yılları) ilk kez İzmir’de anlattığında, bunlara nasıl dayandığına şaşırmıştım. Kendisinden özür dileyerek, benim tepkimin çok korkunç olacağını söylemiştim.
İkinci kalp krizi nedeniyle hastanede yatarken bir Musevi ile tanışmıştı. Bekar yaşayan, yaşam biçimi ve yaşam anlayışı ile bir filozof olan bu Musevi’den çok etkilenmişti. Hastaneye ziyaretine gelen kardeşi ise bu Musevi’nin tam zıddıydı. Tüm yaşamını evlenmeden geçiren ve evlilik kurumuna karşı olan Musevi dostunun ölümü-Bir iki yıl sonra, anahtarı sokup ev kapısını açarken yığılmıştı. Bu anahtar sahnesi içine işlemişti. Bu kişiyi anlatan bir oyun yazmak geçerdi içinden.
1974 yazında Göttingen’de başlayan ağabey-kardeş ilişkisi içindeki dostluğumuz ölümüne değin kesintisiz sürecekti. Sanki yirmi yıl ara ile onu yaşıyordum. Aynı kent, aynı okullar, aynı çevre, aynı insanlar arasında geçen yaşantılardı bizim yaşamımız. Bu koşutluklar içinde evliliğim de onun çevresinden olacaktı. En yakın arkadaşı Nihat Doğan’ın kızı ile 1974 yılının son günlerinde nişanlanıp daha sonra evlenecektim.
Doktora sonrası 1976 yılında Ege Üniversitesi’nde göreve başladım. Yaşam yollarımız yine kesişmişti. SVÖ iki haftada bir İzmir’e geliyor, Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerine Halkbilim dersleri veriyordu. Sağ-Sol çatışmalarının  hızla tırmandığı o günlerde buluşuyor, Kordon kahvelerinde söyleşi yapıyorduk. Kıyıda seyyar köftecilerin hazırladığı karışık sandviçi pek severdi. Birlikte o sandviçlerden alır, denizi izleyerek ayaküstü yerdik. Kimileyin bir birahanede bira yudumlardık. Seçimlerden büyük oy patlaması ile çıkan Ecevit bağımsız on milletvekili desteği ile hükümet kurmuştu. Ne var ki bir türlü ülkeyi denetimde tutamıyor, olaylara engel olamıyordu. Hemen her gün birkaç kişi anarşi sonucu ölüyordu. Böylesi günlerin akşamında hükümette çatlak belirmişti. TV’de konuşmasını izlediğimiz Ecevit öz Türkçe sözcüklerle lafı evirip-çeviriyor, durumu kotarmaya çalışıyordu. Konuşmayı dinleyen Sedat Bey bana döndü, tatlı bir gülümseme ile Almanca olarak “Tarzan hat es schuwer” Tarzan zor durumda dedi.
Gerçekten Tarzan güç durumdaydı ve eli ayağına dolaşan Ecevit bir çıkış bulamıyordu. Üç dört yıl önce Kıbrıs tutkusu ile yıldızı parlayan barış güvercini, umut Ecevit bocalıyordu. Bir süre önce Türk Dil Kurultayı sırasında Kurultaya gelen genç doçent Bedrettin Cömert arabası içinde vurulup öldürülmüş. Kurultaya gelen Ecevit “Bu bir oyun, bu oyuna gelmemeliyiz.” türünden bir konuşma  yapmıştı. Buna karşı çıkan Aziz Nesin”Yani sokağa çıkmayalım mı?” diye sormuştu. Sedat Veyis “O anda Ecevit’in yerinde olmak istemezdim” diye durumu özetledi. Ve sonra sözünü şöyle sürdürdü. “Fuat gitmez bu böyle, en çok bir, bir buçuk yıl sürer.” Sedat Bey’in bu öngörüsü olduğu gibi çıktı. 22 aylık Ecevit iktidarı 1978 yılında tepetaklak yuvarlanıp yerini 2. MC koalisyonuna bıraktı.
Bu zor günlerde de aksatmadan çalışmalarını sürdürüyordu. İş Bankası’nın yayımladığı derli toplu Halkbilim kitabının ardında yine İş Bankası için Çocuk kitabını hazırlamaya koyulmuştu. Dingin biçimde fakülte ile Aşağı Ayrancı semtindeki evi arasında yaşamını sürdürüyor, sinema-tiyatro gösterilerine gidiyor, edebiyat dergilerini izliyor, seçkin edebiyat çevresi ile dostluk ilişkisini sürdürüyordu. Fazıl Hüsnü Dağlarca ile yoğun bir dostluğu vardı. Tanışıklıkları 1950 yıllarında Dağlarca’nın Sivas günlerine dayanıyordu. Bu dostluk, Sivas’ta Çağdaş Düşünce Derneği’ni kuran Nihat Doğan, Dağlarca’ya hemşehrilik vermesine önayak olacaktı. Sedat Veyis’in sunuş konuşması yaptığı tören görkemli oldu. Dağlarca’nın Sivas’ı anlattığı en güzel şiirler okundu, canlandırmalar yapıldı.
Sedat Veyis’in bu dönem söyleşi dostları arasında Duran Karaca, Murat Katoğlu bulunuyordu. Bir akşam, Katoğlu ile ile Sedat Veyis’in Duran Karaca’ya takılmalarını hiç unutamam. Duran Karaca Adanalıydı. Sedat Veyis’le Katoğlu, Karaca’ya "Adana’dan adam çıkmaz, bir Duran Karaca var, o da daha on-on beş yıl sonra" diye takılıyorlardı. Duran Karaca, konuşmayı ciddiye alıyor, Adana’dan çıkan yazar, şair, sanatçıları sayıyordu. Ne var ki bizimkiler her birine bir kulp bulup Duran Karaca’yı deliye çeviriyorlardı. Duran Karaca “Orhan Kemal” diyor, bizimkiler “Canım, O Adanalı değil Ceyhanlı”, “Ya Yaşar Kemal”, “Canım onun Adana ile ne ilgisi var Hamiteli”, “Ümit Yaşar?”, “O genç kız şairi.” “Ya Yılmaz Güney?” “O da Adanalı değil”. Ben bu konuşmayı gülerek izliyordum. Yaşım tümünden küçük olduğu için çok az söze karışıyordum.
Zor koşullar içinde sık sık Ankara’ya geliyor, nişanlımla buluşup sinemalara gidiyor, gençlik yıllarının mutluluğunu içime sindirmeye çalışıyordum. Her Ankara ziyaretinde kendisini çınlatmamı isterdi ve ben rahatsız etme ürpertisi ile telefonunu çaldırırdım. Buluşma olanağı olursa çalışmalarımızı anlatır, izlediğiniz oyunları, filmleri değerlendirirdik. O günlerde İsveç’te çevrilen Otobüs filmi Türkiye’de büyük ilgi uyandırmıştı. Ünlü bir yazarımızın Türk insanını aşağılamış türünden eleştirisini “zıpırlık” olarak tanımlamıştı. O yıllarda -adını vermek istemediğim- ünlü yazar giderek kabına sığmamaya, aynada görüntüsünü yitirmeye başlamıştı. Nitekim aynı ünlü yazar Dil Kurultayında ağız derlemelerinin üzerine konuşurken, bana dönmüş “... Kimya üzerine konuşma olsa kalkıp görüş bildirir.” diye söylenmişti.
Düşüncelerini gözden geçiren kendini tutan bir kişiliği vardı. Kızılay’da gökdelen önünde duran Kuzgun Acar’ın bir soyut yontusu kaldırılıp atılmak istendiğinde bir aklı evvelin “TDK alıp bahçesine koymalı.” yolundaki düşüncesini “TDK’nın nesine, parasını alıp çıkmış, sanatçı odur ki yaşamına özen gösterir, uzun yaşamaya çalışır, halkına önemli ürünler verir” diye çıkışmıştı.
TDK yönetim kurulundaki tutumu ile de örnek bir davranış sergilemişti. 1977 Kurultayı ardından Ömer Asım Aksoy genel yazmanlıktan ayrılmış, Cahit Külebi genel yazmanlığa seçilmişti. O dönemde Dil Kurumu çalışanları greve gittiler. Bir-iki ay dolayında süren grev bilim işleri görevlilerinin ücret artırımı isteğinden kaynaklanıyordu. Kurum yönetimi ikiye bölünmüştü. Bir bölümü grevcilerin yanında, bir bölümü karşısında gözüküyordu. Ne var ki, grevi destekler gözükenlerin kaypaklığı Sedat Veyis’i düş kırıklığına uğratmıştı. Hele bunlar arasında adı belli ünlü bir hukukçu onu tümden şaşırmıştı. Bu üzücü olayı üstü kapalı anlattı. Yönetim kurulunda, Cahit Külebi’yi kendi görüşüne karşı olmasına karşın kutladığını söyledi.
İnceliği içinde, ilkeli ve tavırlıydı. Fazıl Hüsnü Dağlarca ile dostluğu 50’li yıllarda Dağlarca’nın Sivas’taki görevli yıllarına dayanıyordu. Daha sonraki yıllarda da bu dostluk sürmüştü. 1970lerde Dağlarca eski TDK yönetim kurulu üyesiydi. Yönetim kurulu üç ayda bir toplanırdı. Dağlarca’nın Ankara’da olduğu günlerinde onu ağırlar, edebiyat söyleşileri yapardı. Dağlarca’nın şiirlerini pek severdi. O akşam söyleşileri için, “İyi şair ama bir noktadan sonra çekilmiyor” diye Dağlarca’nın sarhoşluğundan yakınmıştı. Dağlarca ile akşam çağrısına yanında 3. sınıf bir şairle gelmek istemişti. Onu da getirme izni istediğinde, bunu açıkça kabul etmemişti.
Buna benzer bir uyarıyı bana da Göttingen’de yaptı. Burslu öğrenci olmam yanı sıra bölüm kitaplığında çalışıyor, öğrenci ölçeğinde iyi konumda yaşıyordum. Öğrenci arkadaşlar, odamdan pek ayrılmıyorlar, yiyip içiyorlardı. Bir süre sonra benim odamda kumar oyunları başladı...
Yazılarım aralıklarla Türk Dili dergisinde yayınlanırken sürekli beni övüp destekliyordu. Bunlardan biri Oktay Sinanoğlu’nun Milliyet Sanat dergisinde çıkan yazısına karşı Altay Dil Ailesi ve Türkçenin Japonca ile Akrabalığı başlıklı yazıydı. Sinanoğlu’nun savlarına bilimsel yanıt vermiştim. Kendisi ile konuşurken “Ağabey çok sert yanıt verebilirdim, ama yapmadım” demem üzerine “Fuat sen barış adamısın. Söyleyeceğini uygarca söylemişsin.” diye yanıt vermişti.
Bende olduğu gibi o da baba ocağı ile ilişkisi pek uyumlu değildi. Anası ve ablası ile ilgileniyor, serin bir ilişki ağı içinde gerekli görevleri yerine getiriyordu. Ablasının oğlunu bir tür kendi geleceği gibi görmek istemiş, onun yetişmesine özen göstermişti. Doğumundan başlayarak ilgilendiği bu yeğenine müzikal "Lemi" adını vermiş, düzenli bir eğitim görmesini dilemişti. Ne ki, Sedat Veyis’in bu düşleri boşa çıkmıştı. Sedat Veyis’in ölümünden sonra da. yeğeni Sedat Ağabeyin eşi Ulun Örnek’ten miras alabilmek için her türlü yolu denemişti. Erken yaşta gelen kalp krizi nedeniyle geç evlenen ve çocuk yapma sorumluğu üstlenemeyen Sedat Ağabey’in büyük düş kırıklığı olmuştu yeğeni.
Ablası Horasanlı, Bezirci karakolunun yukarılarında ahşap bir evde oturuyordu. 1978 Kurban bayramında annesinin ölümü sonrası ilk bayram olması nedeniyle Sivas’a gelmişti. Aynı günlerde Sivas olayları patlak vermiş, sokaklar denetimden çıkmıştı. Bayramın üçüncü günü kendisi ile Bezirci’de karşılaştım. Uzaktan o tatlı gülümsemesiyle bana bakıyordu. Olaylar üzerine tartıştık. Ülkenin gidişinde büyük sıkıntı duyuyordu.
Ecevit’in on bağımsız ile kurduğu hükümet beceriksizlikler içerisinde bunalıyordu. Elektrik kesintileri her akşam bir iki saate uzanmıştı. Tüp, gaz, çay, mazot sıkıntısı yaşanıyor, her gün on-on beş kişi öldürülüyordu. Anarşi başını almış, doludizgin gidiyordu.
Sedat Veyis, bu dönemin öncesinde Türk Halkbilimi yayınlamıştı. Kapak resmini kendi çektiği Beypazarı pazarı görüntüsüydü. Kitap, Halkbilim çalışmalarına kılavuz niteliğinde bir çalışmaydı. Daha sonra İş Bankası’nca yeni basımı yapılan kitabın, fiyatının düşük tutulmasını istemişti. Çok sayıda renkli resimle donanmış kitabın öylesine ucuz fiyata indirilmesi olanaksızdı.
Bunun ardından Çocuk konusu üzerinde çalışmaya başladı.
Doktorasını dinler tarihi üzerine yapmıştı ve pek anmazdı. Doktorayı bilimsel araştırmanın anahtarı olarak değerlendiriyordu. 1960 yılı Mayısında Türkiye’ye dönmüş, DTCF Antropoloji kürsüsünde görev aldıktan sonra bir daha bu konuya dönmemişti. Doçentlik çalışması Sivas yöresindeki inançlarla ilgiliydi. Bu çalışma ile bütün yaşamını dolduracak halkbilim konularına dalmış bulunuyordu.
Profesörlük öncesi Anadolu Folklorunda Ölüm kitabını hazırlamıştı. Bana bu çalışma üzerine düşüncelerini 1974 yazında Göttingen’de şöyle anlattı: “Ölümden korkarlar. Yaşamın bir parçasıdır ölüm. İnsan doğar, büyür, ölür. Ölümün yüzü soğuk olur. Bu kitapta bu soğuk yüzü kırmaya çalıştım.” Sonra Epikür’ün “Ölümden korkmayın, yaşarken ölüm yok, öldükten sonra da yaşam.” özlü sözünü söyledi.
Kitap mezar taşı görüntülerinden ölüm destanlarına, ölümle ilgili sayısız geleneği içeriyordu.
1974 Aralığında, Sedat Veyis’in gençlik arkadaşı Nihat Doğan’ın kızı Sahil’le sözlenmek üzere Ankara’ya geldim. Aşağı Ayrancı’da evlerini ziyaretimde, üç-dört öğrencisi ile çalışıyordu. Bu öğrencilerden Oğuz Aktan’ı ilk orada tanımıştım. Tüm yaşam boyu dost kalacağım Oğuz Aktan’ı da onun aracılığı ile tanıyordum.
1976 yazında Oğuz Aktan’la Afganistan’a maceralı bir yolculuk yaptık. Kırk gün süren bu yolculuğun ardından, gezi günlüğümü Türkistan Günlüğü adı ile Türk Dili dergisinde-özel sayı olarak- yayınlanmıştır. Yazıya Ceyhun Atuf Kansu –adını koymaksızın- güzel bir sunu yazmıştı. Sedat Ağabey yazdığı mektupla beni kutluyordu. Ceyhun Atuf Bey’in beni yere göğe koymadığını söyleyip beni övüyordu.
O günlerde kendisi de tatsız bir olayla yüzleşmek zorunda kaldı. Uluslararası Folklor sempozyumuna çağrılan Prof. Pertev Naili Boratav, son anda sempozyum izlencesinden çıkarılmıştı. Sedat Veyis bu olayı açıkça kınayarak bildirisini çekti ve sempozyuma katılmadı. Sedat Veyis’in ardından bir dizi araştırmacı da aynı tavrı sergileyip sempozyumdan çekildi. Bu bildirileri daha sonra Boğaziçi Üniversitesi yayınladı.
O günlerde hem dinleniyor, hem de Halkbilim kitabını hazırliyordu. Gençlik arkadaşı gazeteci-siyasetçi Nihat Doğan Sivas’ta bir dernek kurmuştu. Dernek, Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya Sivas üzerine yazdığı şiirler nedeniyle bir ödül verecekti. Gerçekte bu düşünce Sedat Veyis’ten gelmişti. 1976 yazında Sedat Veyis, Fazıl Hüsnü ile Sivas’taydı. Sedat Veyis, Nihat Doğan, Muhlis Günay gençlik sac ayağı üçlüsü bu törende buluşuyordu. Görkemli bir törenle Fazıl Hüsnü’ye ödül verildi. Fazıl Hüsnü’nün şiirleri canlandırılmıştı. Törenden etkilenen Dağlarca zaman zaman gözyaşlarını tutamamıştı. Şimdi elimin altındaki iki görüntüde o töreni yaşar gibi oluyorum. Bir görüntüde Sedat Veyis, açış konuşmasını yapıyor. Başka bir görüntüde tıklım tıklım dolu salonun en ön sırasının başında şenliği izliyor. Yanında Dağlarca, sonra gençlik arkadaşı Muhlis, daha ilerilerde Nihat Doğan ve öbür izleyiciler. O görüntüde olanlardan şu an yaşamda olanlar kaç kişi bilemiyorum. Sedat Veyis 1980, Muhlis Günay 1989, Nihat Doğan 2002’de aramızdan ayrıldı.
Keskin bir bilim anlayışı vardı. Siyasal Bilgiler Fakültesi çevresinin kasım kasım kasılıp "yönetim bizim işimiz" diye ortaalarda gezindikleri günlerde "Bilim Hukuk’tur. Siyasal Bilimler bilim değil ki" diye açıklamıştı. Yine bu bağlamda işlevselliği de önemserdi. Yabancı dil üzerine doktora yapanlar üzerine konuşurken “Bir dili yazılı ve sözlü olarak çok iyi kullanıyorsan, o dilin doktoru da sensin, profesörü de. Git gel Shakespeare üzerine doktora yapılıyor. Ne söylenebilir ki Shkespeare üzerine. Bütün bir yaşam Shkespeare doktoralarını okusan bitiremezsin.” demişti.
Olağanüstü keskin insan gözlemleri vardı. TDK üyesi ilk gençlik yılları şiirleri yazan bir şair (Ayhan Hünalp) için “davul gibi” benzetmesini yapmıştı. Gerçekten adı geçen şair boş espriler yapıyor, davul gibi ötüyordu.
Çok şık giyinirdi. Pantolondan gömleğine, ayakkabılarından çorabına bir renk ve görüntü uyumu içinde olurdu. Örtünmek için değil, giyinmek için giysi seçtiği hemen belli olurdu. Çok şık bir kasket vardı başında. Ankara-Ulus çarşısında bir şapkacıdan aldığını, bu Yahudi şapkacının dışsatım yaptığını söyledi. Bir Ankara yolculuğunda aynı şapkadan alacaktım. Yıllar sonra aynı şapkacıyı Ulus çarşısında aradığımda kapandığını görünce içime bir hüzün çöktü.
Etnolojiden Halkbilime Yolculuk
Halkbilim ruhuna sinmiş bir alandı. Amerika’da bu dersin okullarda öğretildiğini söylemişti. TDK için yazdığı terim sözlüğüne “Budunbilim” sözünü seçmişti. Bu sözcüğün tutmayacağını kendisi de biliyordu. 
Etnoloji sözcüğünün geniş, Folklor sözünün geniş yığınlar arasında dar çerçevede kullanımının rahatsızlığını duyuyordu. "Eline bir mendil alan folklorcu sayıyor kendini" diye bu tedirginliğini belirtti: Etnoloji sözüne Türkçe bir karşılık bulmak için istemeyerek budunbilim terimini kullanmıştı. Benim Türkistan günlüğünde kullandığım törebilim karşılığını, töre sözünün  daranlamlı olası nedeniyle benimsememişti. Sonuçta kendisi "halkbilim" sözünü uygun buldu ve bu ad dilimize onun aracılığı ile yerleşti.
Tanıdığım insanlar arasında SVÖ birinci sırayı alır. Ne oyun yazarlığından, ne öykücülüğünden ne bilimadamlığından söz ediyorum şu an, insan olarak ele alıyorum. Üstün olan yapıtları değil, kendisiydi. Ona benzer birini bulmak olanaksızdır diyebilirim. Kültürü özümsemiş, bilgiyi, bilimi içselleştirmişti. İnsanları, olayları değerlendirirken ufuk ötesi bir pencereden bakardı. Coşkusunuz, heyecanını yüreğinde gizlerdi. Her yönüyle yaşam doluydu.
Dünyayı bambaşka bir gözle görmemi sağlayan dostluğumuz bana çok kazandırdı. Anlatamayacağım kadar çok şey borçluyum ona.


2 yorum:

  1. Kiz kardeşi Seher Örnek Horasanli olarak sonsuz sevgi ve şükranlarımı sunarken Sedat Veyis'i bu kadar güzel anlatman beni cok duygulandirdi. Sizler iliminizle bin yaşayın.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sevgili Seher Hanım,
      Sedat Ağabey için yazdığım yazıyı beğenmenize teşekkür ediyorum. Ama ben yeterince işleyemedim. Sedat Veyis Ağabey, yalınlığı içinde anlatılması zor bir insandı. Umarım bir gün bu yazıyı daha olgun biçimde yayınlama olanağım olur. Şimdilik içten teşekkürler.

      Sil