Dinlerin
içkiye bakış açıları değişiktir. Kimi inançlar içkiyi kesin biçimde
yasaklarken, Hırıstiyanlıkta olduğu gibi birtakım inançlar içkiye izin verir,
dinsel törenin içine alırlar.
İslam inancının bir kolu olan Alevilikte de içki yasağı bulunmaz. Günlük
yaşamda içki kullanımı yasak sayılmadığı gibi, dinsel tören içinde de denetimli
ve sınırlı olarak izin verilir. Ergin kişiler ancak belli bir ölçüde içki
alabilirler, gençlerin ve belli bir olgunluğa ulaşmamış kişiler içki alamazlar.
Bu, yaklaşık olarak Harabinin “ehiline helaladir, na ehle haram” dizesinde
anlatılan ilkeye uygun biçimde uygulanır.
Alevilikte içkinin dinsel törenlerdeki yeri bir bütünlük göstermez.
Bölgeden bölgeye, ocaktan ocağa değişiklik gösterir. Sözgelimi Bektaşi cemlerinde
yalnız şaraba izin verilir. Rakı ve başka türden içkilerin bu törenlere girmesi
yasaktır. Alevilikte cemde içilen rakıyı, zevk için içilen sıradan içkiden
ayırmak için “dolu” adı verilir. Eski Türk inancında dinsel törende kesilen
kutsal kurban için kullanılan “tolu” sözcüğü, Alevilikte “dolu”ya dönüşmüş ve
cemde içilen içkinin adı olmuştur.
Kimi bölgelerde ise dinsel törene kesinlikle içki sokulmaz. Malatya yöresindeki Alevi
köylerinin bir bölümünde dinsel törende içki yasağı vardır. Cem törenlerine
içki girmez ve hemen hiç kimse içkili ceme giremez. Ancak çok saygın dede olan
Kurt Veli dedeye dinsel tören öncesinde içki içmesine izin verildiği
bildirilir.
Alevilikte içkinin yeri ve dinsel törendeki konumu bir kaç söylence ile
açıklanır. Bunlardan biri, Mauhammet’in gördüğü söylenen bir içki meclisi
söyleşisidir. Söylentiye gçöre Peygamber Muhammet bir yerden geçerken birkaç
kişinin çok güze içkili söyleşi yaptıklarını görür, çok hoşuna gider. Ne var ki
geri dönüşte bunların kavga edip birbirini öldürdüklerini görür. Bu kez ikinci
durumu lanetler. “Önceki konumunuz doğru; sonraki konumunuz yanlış” diye görüş
bildirir. Bu yargıya dayanarak Aleviler, uygun biçimde içkinin İslamda yasak
olmadığını çıkarırlar.
İkinci söylence ise Kırkların Cemi söylencesidir. Buyruk’ta yer alan
söylence şöyledir:
Hz. Muhammed bir sabah erken
miraca[1] gidiyordu. Ansızın yoluna bir
aslan çıktı. Aslan üzerine kükremeye başladı. Muhammed ne yapacağını şaşırdı.
Birden bir ses duydu:
"Ey Muhammed, yüzüğünü
aslanın ağzına ver!"
Muhammed söylenileni yaptı.
Yüzüğünü aslanın ağzına verdi. Aslan nişanı alınca sakinleşti. Muhammed yoluna
devam etti. Göğün en yüksek katına erişti. Orda dostuna kavuştu. Onunla doksan
bin söz konuştu. Bunun otuz bini şeriat üzerine idi, inananlara indi. Kalan
altmış bini ise Ali'de sırroldu[2].
Cennette Hz. Muhammed'e bal, süt
ve elmadan oluşan bir yemek geldi. Bunlar özellikle seçilmiş yiyeceklerdi.
İnsan için sütün yüz yararı, balın yüz yararı vardı. Elma da katılınca bu üç
yiyeceğin binbir yararı bulunuyordu. Balın peteği insanın mayası, sütün memesi
ana rahmi, elmanın kabuğu derisi sayılırdı. Tanrı, süte sevgiyi, bala aşkı, elmaya
dostluğu bağışladı. Üçünü de cennet ürünü olarak insanlara yolladı[3].
Muhammed miraçtan dönerken şehirde
bir kubbe gördü. Bu kubbe ilgisini çekti. Yürüyüp onun kapısına vardı. İçerde
birileri sohbet ediyordu. Hz. Muhammed içeri girmek için kapıyı vurdu.
İçerden bir ses geldi[4]:
"Kimsin, ne için
geldin?" diye sordu.
Hz. Muhammed:
"Ben peygamberim. Açın içeri
gireyim. Erenlerin güzel yüzlerini göreyim!" diye karşılık verdi.
İçerden:
"Bizim aramıza peygamber
sığmaz. Var peygamberliğini ümmetine yap" dediler.
Bunun üzerine Muhammed kapıdan
çekildi. Tam gideceği sırada tanrıdan bir ses geldi.
"Ey Muhammed o kapıya
var" buyurdu.
Tanrı'nın bu buyruğu üzerine
Muhammed yeniden o kapıya varıp kapıyı çaldı.
İçerden:
"Kim o? diye sordular.
Hz. Muhammed:
"Ben peygamberim. Açın içeri
gireyim mübarek yüzlerinizi göreyim" dedi.
İçerden:
"Bizim aramıza peygamber
sığmaz, ayrıca bize peygamber gerekli değil" dediler.
Tanrı'nın elçisi bu sözler üzerine
geri döndü. Oradan uzaklaşacağı sırada Tanrı yeniden buyurdu:
"Ey Muhammed, geri dön.
Nereye gidiyorsun? Var o kapıyı arala" buyurdu.
Tanrı'nın elçisi yine o kapıya
vardı. Kapının tokmağını çaldı.
İçerden:
"Kimsin?" diye ses
geldiğinde:
"Yoktan var olmuş bir yoksul
oğluyum. Sizi görmeye geldim. İçeri girmeme izin var mı? diye karşılık verdi.
Yeniden geri dönüp geldiğini bildirmedi.
O anda kapı açıldı. İçerdekiler:
"Merhaba, hoş gelip uğur
getirdin; gelişin kutlu olsun ey kapılar açarı!" diye karşılayarak içeri
çağırdılar[5].
Peygamber hazretleri:
"Kutsal kapı, hayırlar kapısı
açıldı. Bismillahirrahmanirrahim" diyerek önce sağ ayağını içeri atıp o
kapıdan içeri girdi.
İçeride otuzdokuz inanmış can
oturuyordu. Muhammed bakınca bunların yirmi ikisinin er onyedisinin bacı
olduğunu gördü[7].
"Muhammed peygamber
geldi" diye gaipten bir ses geldi[8]. Muhammed'in içeri girmesi için
inananlar ayağa kalktılar. Tümü ona yer gösterdi. Hz.Ali de o mecliste idi.
Hz.Muhammed, Hz.Ali'nin yanına oturdu. Ama onun Hz. Ali olduğunu anlamadı.
Hz.Muhammed'in aklında birtakım sorular belirdi. "Bunlar kimler? Tümü
aynı düzeyde. Büyükleri hangisi, küçükleri hangisi?" diye düşündü. Soru sormayı
gereksiz görüyordu. Ama dayanamadı:
"Sizler kimlersiniz? Size kim
derler?" diye sordu.
İçerdekiler:
"Biz Kırklarız" diye
karşılık verdiler.
Hz.Muhammed:
"Peki, sizin ulunuz kim,
küçüğünüz kim, ben anlayamadım." dedi.
Kırklar:
"Bizim ulumuz da uludur.
Küçüğümüz de uludur. Bizim kırkımız birdir, birimiz kırktır" diye
karşılık verdiler.
Hz. Muhammed:
"Ama biriniz eksik, o biriniz
ne oldu" diye sordu.
Kırklar:
"O birimiz Selman'dır.
Taşraya çıktı. Pars'a[9] gitti. Ama niçin Sordun? Selman
da burda. Onu aramızda say" dediler.
Hz.Muhammed, Kırklar'dan bunu
göstermelerini istedi. O zaman Hz.Ali[10] kutsal kolunu uzattı. Kırklar'dan
biri "destur" diyerek Hz.Ali'nin koluna bıçak vurdu. Hz. Ali'nin kolundan
kan akmaya
başladı. Bu sırada tüm Kırklar'ın bileğinden kan akıyordu. O anda pencereden bir damla kan girip ortaya
damladı. Bu kan ,
taşrada bulunan Selman'ın kolunun kanıydı. Sonra Kırklar'dan biri Hz. Ali'nin
kolunu bağladı. Öbür Kırklar'ın da tümünün kanı durdu.
O sırada Pars'tan Selman-ı
Farisi'nin geldiğini gördüler. Selman bir üzüm tanesi getirdi. Kırklar bu üzümü
getirip Hz.Muhammed'in önüne koydular:
"Ey yoksullar hizmetkârı, bir
hizmet et de bu üzüm tanesini biye paylaştır" dediler.
Hz.Muhammed duruma baktı.
"Bunlar kırk kişi, üzüm tanesi bir tane. Ben bu üzümü nasıl
böleyim?" diye düşünceye daldı. O anda Tanrı Cebrail'e:
"Sevgilim (Muhammed) zorda
kaldı. Tez yetiş cennetten bir nur tabak al, ilet. O üzümü bu tabak içinde ezip
şerbet eylesin. Kırklar'a verip içirsin" diye buyurdu.
Cebrail cennetten nurdan yapılmış
bir tabak alıp Tanrı'nın elçisinin karşısına geldi. Tanrı'nın selamını ileterek
o tabağı Muhammed'in önüne koydu.
"Şerbet eyle, ey
Muhammed" dedi.
O sırada Kırklar, Hz.Muhammed
üzümü ne yapacak, diye seyrediyorlardı. Birden Hz.Muhammed'in önünde nurdan tabağın
belirdiğini gördüler. Tabak güneş gibi ışık veriyordu. Hz.Muhammed tabağın
içine bir damla su koydu. Sonra parmağı ile o üzüm tanesini nurdan tabak
içinde ezip şerbet eyledi. Tabağı Kırklar'ın önüne koydu. Kırklar o şerbetten
içtiler. Tümü ilk yaratılıştaki gibi sarhoş oldular. Oturdukları yerden ayağa
kalktılar. Bir kez ya Allah diyerek el ele verdiler. Üryan büryan semaha
girdiler. Muhammed de bunlarla birlikte semaha girdi. Kırklar'ın semahı ilahi
bir nur içinde sürdü. Semah ederken Hz.Muhammed'in başından mübarek imamesi[11] düştü. İmame kırk parça oldu.
Kırklar'ın her biri bir parçasını aldı. O parçayı etek yapıp kuşandılar.
Hz.Muhammed bunlara pirlerini ve
rehberlerini sordu. Kırklar:
"Pirimiz, Şahımerdan Ali'dir,
kuşkusuz, tartışmasız ve rehberimiz, Cebrail Aleyhisselamdır" dediler.
Bunun üzerine Hz.Muhammed,
Hz.Ali'nin orda olduğunu anladı. Hz.Ali, Hz.Muhammed'in yanına doğru yürüdü.
Hz.Muhammed, Hz.Ali'nin geldiğini görünce saygı ve sevgi ile eğilerek Hz.Ali'ye
yer gösterdi. Kırklar da Hz.Muhammed'e katılarak,
Hz.Ali karşısında saygı ile eğilerek
yol açıp yer gösterdiler. Bu sırada Hz.Muhammed, Hz.Ali'nin parmağında nişan-ı
mührü gördü
Bu söylencede Kırklar bir üzüm tanesi ile esriyip mest lmuşlardır.
Böylece Alevilikte içki yasağı bulunmaz. Hatta, Alevilik-Hırıstiyanlıkta olduğu
gibi- içkiyi dinsel törenin içine alır.
Alevi ibadetine halk arasında “Cem”,
“Görüm”, “Görgü” gibi adlar verilir. Cem sözü Arapça olup toplanmak derlenmek
anlamındadır. Bu dinsel terimin özgün adı Âyin-i
Cem, ayinü'l-cem, cem âyini biçimindedir. Kış aylarında yapılan bu
dinsel törenlere “Görüm”, “Görgü” gibi Türkçe adların verilmesi, törende
uygulanan aklanma olayında kaynaklanır. Görüm törenlerinde, toplum önünde bir
yıl içinde yapılan davranışların hesabı verilir. Yine bu törenler deyiş ve
ezgilerle donanmıştır. Bağlama, keman gibi telli çalgılar çalınır, semah dönülür.
Ayrıca bu törenlerde, “sofu”, “eren” denen olgun kişilerin denetimli bir
biçimde “dem” içmesine izin verilir. Bektaşilikte “dem meclisi” genelde
tekkelerde gerçekleşir. Köy Aleviliğinde evlerde de cem törenleri yapılır.
Geçmişte tekkelerde âyinin
yapıldığı yere meydan denir. Meydanda babaların oturacağı birçok posttan
başka, tekke babasının özel makamı, çerağ taşı ve ocak bulunur. Geleneksel
olarak âyinde od ağacı yakıldığından bir buhurdanlık da vardır. Çerağlar ve çeşitli
şamdanlar meydanı aydınlatmak için kullanılır. Cemi Bektaşillerde baba, köy
Aleviliğinde dede yönetir. o yoksa vekili yerini alır.
Günümüzde kentlerde Cemevleri tekkelerin
yerini almıştır. Geçmişte bu törenler Alevi olmayanların girmesi yasaktır. Bu
nedenle kapıya gözcü konur. Günümüzde bu yasak aşılmıştır.
Dem meclislerinde rakı veya şarap gibi
içkilerin sunulmasının da belli kuralları vardı. Sâki kadehi sağ avucunun
içerisine alır, baş parmağını serbest bırakır, sol elini göğsünün altına kor,
öne doğru eğilir, “hu” diyerek “dolu” adı verilen içkiyi sunar. Dolu sunulan
can da aynı şekilde ve eyvallah, hu
diyerek kadehi alır, sonra göğsüne götürür, boyun keser. Canlar içkiyi
avucunun içinde tutarak içmek zorundadır. Kadehi iki avucla tutularak içmek
usul sayılır. Can içkiyi içtikten sonra sâki aşk olsun der ve canın
verdiği kadehi aynı şekilde geri alır, arka arka giderek çekilir. Ardından bir
başka cana içki sunar, böylece bütün canlar demlenirdi. Sâkiler dem sunduktan
sonra zâkirler yani bağlama çalan sazcılar nefes, ilahi, mersiye okur;
saz çalar. Dede gülbank çeker, toplum hep bir ağızdan belli bir makamla okunan
bu dua ve gülbenklere katılır, gene dem alınır, âyin sabaha kadar surer.
Dem meclislerinde ne bir gürültü ne de bir
neşesizlik olur. Herkes demin verdiği neşeyi artıran nefeslerin, ilahilerin
etkisiyle kendinden geçer, Bektaşi deyimiyle haşrü neşr olur, simgesel
anlamıyla kimi arşa çıkar, kimi kürsüye oturur, kimi âlemlere hükmeder yani her
bir can bir başka âlemde seyran eder.
Âyin-i cem törenleri Bektaşi
tekkelerinin gizli kalmasında çok ısrarlı davrandıkları ritüellerden biridir.
Bunun nedeni ise diğer tarikat mensupları ve özellikle kaba sofular tarafından
dinde günah sayılan içki içme yasağına aldırış etmemekle suçlanmalarını önlemek
istemeleriydi. Gene de bu ritüel kulaktan kulağa duyulmuş ve Bektaşi canlarının
diğer bir deyimle nazeninlerin tekkelerinde içki içtikleri kulaktan
kulağa fısıldanmıştı. 1826’da II. Mahmut yeniçerileri ortadan kaldırdığı
zaman, onlarla organik ilişkisi olan Bektaşi tarikati de kapatılmak istenmişti.
Buna gerekçe bulmak için 8 Temmuz 1826’da toplanan ulema meclisinde dönemin
Şeyhülislamı Kadızâde Tahir Efendi âyin-i cemleri kastederek “haram olanları
helal bildiklerini” söyleyip kapatmayı savunmuş ve Bektaşi tarikati 40 yıl
kadar sürecek bir kapanma sürecine girmişti.
nazeninler
Dem
meclisinde kutsal içki kabul edilip dem adı verilen şarap
veya rakıdan içip haşrü neşr olan Bektaşi canları.
[1]Miraç, sözcük olarak
"merdiven" demektir. İslam'da Muhammed Peygamberin Tanrı katına
çıktığı gece anlamına gelir. İslam inançlarına göre Muhammed Tanrı ile
görüşmek üzere İ.S.619 yılının Recep ayının 27. günü göğe çıkar. Bu yüzden o
günün gecesi Miraç kandilidir. Bu olayı doğrudan Muhammed kendisi anlatmıştır.
Müslümanların bir bölümü bu olayın doğrudan olduğuna, bir bölümü de düşte
olduğuna inanırlar. Bu inanca göre Tanrının kendisini çağırdığını Peygambere
dört büyük melekten Cebrail bildirir. Peygamber göre Cebrail'in atı Burak ya da
Refref'le çıkar. Kimi anlatımlara göre Muhammed göğe atla değil de Cebrail'in
kanadında çıkar. Tanrı göğün son katı sayılan yedinci katındadır. Muhammed
Tanrıya iki yay boyu kalıncaya dek yaklaşır. Onunla konuşur. Tasavvuf
felsefesine göre Tanrıya duyulan büyük sevgi insanı bu düzeye ulaştırabilir. Bu
olaya "Mirac-ün-nebevî" (Peygamberin göğe çıkışı) denir.
Hıristiyan
inançlarında da bunun bir benzeri vardır. İsa'nın çarmıha gerildikten sonra
göğe çıktığına inanılır.
Birkaç
söylencenin Aleviler arasında önemli bir yeri vardır. Bu söylencelerden birine
göre Tanrı ile Muhammed arasında yalnız bir perde kalır. Muhammed Tanrı'nın
yüzünü görmek ister. Muhammed'in üstelemesi üzerine Tanrı buna izin verir.
Muhammed aradaki perdeyi kaldırdığında karşısında Ali'yi görür. Bu inanca göre
Ali Tanrıdır ya da Tanrı Ali'nin görünümünde Muhammed'e gözükmeyi yeğler.
[2] Muhammed Tanrı ile başbaşa
olmasına karşın konuşulan doksanbin sözden altmış bini Ali'de kalır. Bu da Ali ile
Tanrının birlikte olması gibi bir inancı gösterir.
[3] Kimi Buyruk yazmalarında
cennette Muhammed'e bal, süt, elmadan oluşan bir yemek geldiği belirtilir. Bu
olay Hatayi'nin Miraçlama adlı şiirinde de işlenir:
Kudretten üç hon geldi; süt
ü elma, baldan aldı
Muhammed destini sundu, nuş
etti azametullaha
İzmir
yazmasında bu olay bir bölümde verilir. Buyruk s.143 "Bal, Süt, Elma"
adlı bölüm. Bölümün girişi şöyledir: Şahı Merdan Ali, Furkanda nakli şöyledir
ki: Hazreti Fahr-i kâinat miraca gidince çok taam yer idi. Amma iki taamı
cennetten gelirdi."
[4] Buyruk s.7, İzmir yazması.
Buyruk s.155 Maraş yazmasında bu bölüm biraz değişiktir. Maraş yazmasında
"Günlerden bir gün, Resul Hazretleri safayı safanın kapısına vardı"
denir. Oysa inanca göre Muhammed Kırkların cemine miraca gittikten sonra
uğrar.
[5] Muhammed Kırklar kapısına
vardıktan sonra bir sorgulamaya tutulur. Bu sorgulama bölümü İzmir yazmasında
bulunmaz. Buraya, Buyruk s.155-156'daki Maraş yazmasından eklenmiştir.
[6]İzmir yazmasında bu kesim
daha değişik anlatılır. Muhammed içeri girerken Kırklar ayağa kalkıp saygı
gösterisinde bulunurlar. Bundan sonraki bütün bölüm İzmir yazmasında çok
kısadır. Kalan bölüm Maraş yazmasından tamamlanmıştır.
[7]Buyruk, s. 157, Maraş
yazması.
[8]Buyruk, s.7, İzmir yazması.
[9]Pars: İran. Buyruk
s.157-158, Maraş yazmasında açıkça "Pars" yazılıdır. Doç.Dr.Bedri
Noyan sözcüğün "parsa" biçiminde olması gerektiğini ve
"dervişin gerekli şeylerden toplamaya çıkması" biçiminde
açıklamıştır. Ancak, "parsa" sözü "dine çok bağlı, hep onunla
uğraşan kimse" anlamına gelir. Noyan'ın açıklaması bu bakımdan doğru olamaz.
Bundan sonraki bölüm Buyruk
s.9 İzmir yazmasında "Hakkın Sırrı Hakikat" bölümünde verilir. Daha
sonra gelecek "Muhammed ile Ali'nin Musahip Olması" bölümünün aynıdır.
Bu nedenle bölüm bitirilip yeni bölüme geçilmiştir.
[10]Buyruk, s.8 İzmir
yazmasında "Kırkların bir kolunu" uzattı denir. Buna karşılık Buyruk
s.158 Maraş yazmasında Hz. Ali kolunu uzattı denir.
[11] "İmame" sarık.
Buyruk s.8, İzmir yazmasında bu sezcük "şemle": (Kıldan baş örtüsü,
sarık) biçimindedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder