Yayında Olan Eserlerim

17 Eylül 2017 Pazar

Alevilikte İçki

Dinlerin içkiye bakış açıları değişiktir. Kimi inançlar içkiyi kesin biçimde yasaklarken, Hırıstiyanlıkta olduğu gibi birtakım inançlar içkiye izin verir, dinsel törenin içine alırlar.
İslam inancının bir kolu olan Alevilikte de içki yasağı bulunmaz. Günlük yaşamda içki kullanımı yasak sayılmadığı gibi, dinsel tören içinde de denetimli ve sınırlı olarak izin verilir. Ergin kişiler ancak belli bir ölçüde içki alabilirler, gençlerin ve belli bir olgunluğa ulaşmamış kişiler içki alamazlar. Bu, yaklaşık olarak Harabinin “ehiline helaladir, na ehle haram” dizesinde anlatılan ilkeye uygun biçimde uygulanır.
Alevilikte içkinin dinsel törenlerdeki yeri bir bütünlük göstermez. Bölgeden bölgeye, ocaktan ocağa değişiklik gösterir. Sözgelimi Bektaşi cemlerinde yalnız şaraba izin verilir. Rakı ve başka türden içkilerin bu törenlere girmesi yasaktır. Alevilikte cemde içilen rakıyı, zevk için içilen sıradan içkiden ayırmak için “dolu” adı verilir. Eski Türk inancında dinsel törende kesilen kutsal kurban için kullanılan “tolu” sözcüğü, Alevilikte “dolu”ya dönüşmüş ve cemde içilen içkinin adı olmuştur.
Kimi bölgelerde ise dinsel törene kesinlikle içki sokulmaz. Malatya yöresindeki Alevi köylerinin bir bölümünde dinsel törende içki yasağı vardır. Cem törenlerine içki girmez ve hemen hiç kimse içkili ceme giremez. Ancak çok saygın dede olan Kurt Veli dedeye dinsel tören öncesinde içki içmesine izin verildiği bildirilir.
Alevilikte içkinin yeri ve dinsel törendeki konumu bir kaç söylence ile açıklanır. Bunlardan biri, Mauhammet’in gördüğü söylenen bir içki meclisi söyleşisidir. Söylentiye gçöre Peygamber Muhammet bir yerden geçerken birkaç kişinin çok güze içkili söyleşi yaptıklarını görür, çok hoşuna gider. Ne var ki geri dönüşte bunların kavga edip birbirini öldürdüklerini görür. Bu kez ikinci durumu lanetler. “Önceki konumunuz doğru; sonraki konumunuz yanlış” diye görüş bildirir. Bu yargıya dayanarak Aleviler, uygun biçimde içkinin İslamda yasak olmadığını çıkarırlar.
İkinci söylence ise Kırkların Cemi söylencesidir. Buyruk’ta yer alan söylence şöyledir:
Hz. Muhammed bir sabah erken miraca[1] gidiyordu. Ansızın yoluna bir aslan çıktı. Aslan üzerine kükremeye baş­ladı. Muhammed ne yapacağını şaşırdı. Birden bir ses duydu:
"Ey Muhammed, yüzüğünü aslanın ağzına ver!"
Muhammed söylenileni yaptı. Yüzüğünü aslanın ağzına verdi. Aslan nişanı alınca sakinleşti. Muhammed yoluna de­vam etti. Göğün en yüksek katına erişti. Orda dostuna kavuştu. Onunla doksan bin söz konuştu. Bunun otuz bini şeriat üzerine idi, inananlara indi. Kalan altmış bini ise Ali'de sırroldu[2].
Cennette Hz. Muhammed'e bal, süt ve elmadan oluşan bir yemek geldi. Bunlar özellikle seçilmiş yiyeceklerdi. İnsan için sütün yüz yararı, balın yüz yararı vardı. Elma da katılınca bu üç yiyeceğin binbir yararı bulunuyordu. Balın peteği insanın mayası, sütün memesi ana rahmi, elmanın kabuğu derisi sayı­lırdı. Tanrı, süte sevgiyi, bala aşkı, el­maya dostluğu bağışla­dı. Üçünü de cennet ürünü olarak in­sanlara yolladı[3].
Muhammed miraçtan dönerken şehirde bir kubbe gördü. Bu kubbe ilgisini çekti. Yürüyüp onun kapısına vardı. İçerde biri­leri sohbet ediyordu. Hz. Muhammed içeri gir­mek için kapıyı vurdu. İçerden bir ses geldi[4]:
"Kimsin, ne için geldin?" diye sordu.
Hz. Muhammed:
"Ben peygamberim. Açın içeri gireyim. Erenlerin güzel yüz­lerini göreyim!" diye karşılık verdi. İçerden:
"Bizim aramıza peygamber sığmaz. Var peygamberliğini ümmetine yap" dediler.
Bunun üzerine Muhammed kapıdan çekildi. Tam gi­deceği sırada tanrıdan bir ses geldi.
"Ey Muhammed o kapıya var" buyurdu.
Tanrı'nın bu buyruğu üzerine Muhammed yeniden o kapıya varıp kapıyı çaldı.
İçerden:
"Kim o? diye sordular.
Hz. Muhammed:
"Ben peygamberim. Açın içeri gireyim mübarek yüzlerinizi göreyim" dedi.
İçerden:
"Bizim aramıza peygamber sığmaz, ayrıca bize peygam­ber gerekli değil" dediler.
Tanrı'nın elçisi bu sözler üzerine geri döndü. Oradan uzakla­şacağı sırada Tanrı yeniden buyurdu:
"Ey Muhammed, geri dön. Nereye gidiyorsun? Var o kapıyı arala" buyurdu.
Tanrı'nın elçisi yine o kapıya vardı. Kapının tokmağını çaldı.
İçerden:
"Kimsin?" diye ses geldiğinde:
"Yoktan var olmuş bir yoksul oğluyum. Sizi görmeye gel­dim. İçeri girmeme izin var mı? diye karşılık verdi. Yeniden geri dönüp geldiğini bildirmedi.
O anda kapı açıldı. İçerdekiler:
"Merhaba, hoş gelip uğur getirdin; gelişin kutlu olsun ey kapılar açarı!" diye karşılayarak içeri çağırdılar[5].
O mecliste Kırklar oturmuş aralarında söyleşiyorlardı[6].
Peygamber hazretleri:
"Kutsal kapı, hayırlar kapısı açıldı. Bismillahirrahmanirrahim" diyerek önce sağ ayağını içeri atıp o kapıdan içeri girdi.
İçeride otuzdokuz inanmış can oturuyordu. Muhammed ba­kınca bunların yirmi ikisinin er onyedisinin bacı olduğunu gördü[7].
"Muhammed peygamber geldi" diye gaipten bir ses geldi[8]. Muhammed'in içeri girmesi için inananlar ayağa kalktılar. Tümü ona yer gösterdi. Hz.Ali de o mecliste idi. Hz.Muhammed, Hz.Ali'nin yanına oturdu. Ama onun Hz. Ali olduğunu anlamadı. Hz.Muhammed'in aklında birtakım soru­lar belirdi. "Bunlar kimler? Tümü aynı düzeyde. Büyükleri hangisi, küçükleri hangisi?" diye düşündü. Soru sormayı ge­reksiz görüyordu. Ama dayanamadı:
"Sizler kimlersiniz? Size kim derler?" diye sordu.
İçerdekiler:
"Biz Kırklarız" diye karşılık verdiler.
Hz.Muhammed:
"Peki, sizin ulunuz kim, küçüğünüz kim, ben anlaya­madım." dedi.
Kırklar:
"Bizim ulumuz da uludur. Küçüğümüz de uludur. Bizim kır­kımız birdir, birimiz kırktır" diye karşılık verdiler.
Hz. Muhammed:
"Ama biriniz eksik, o biriniz ne oldu" diye sordu.
Kırklar:
"O birimiz Selman'dır. Taşraya çıktı. Pars'a[9] gitti. Ama niçin Sordun? Selman da burda. Onu aramızda say" dediler.
Hz.Muhammed, Kırklar'dan bunu göstermelerini istedi. O zaman Hz.Ali[10] kutsal kolunu uzattı. Kırklar'dan biri "des­tur" diyerek Hz.Ali'nin koluna bıçak vurdu. Hz. Ali'nin ko­lundan kan akmaya başladı. Bu sırada tüm Kırklar'ın bile­ğinden kan akıyordu. O anda pencereden bir damla kan girip ortaya damladı. Bu kan, taşrada bulunan Selman'ın kolunun kanıydı. Sonra Kırklar'dan biri Hz. Ali'nin kolunu bağladı. Öbür Kırklar'ın da tümünün kanı durdu.
O sırada Pars'tan Selman-ı Farisi'nin geldiğini gördüler. Selman bir üzüm tanesi getirdi. Kırklar bu üzümü getirip Hz.Muhammed'in önüne koydular:
"Ey yoksullar hizmetkârı, bir hizmet et de bu üzüm tane­sini biye paylaştır" dediler.
Hz.Muhammed duruma baktı. "Bunlar kırk kişi, üzüm ta­nesi bir tane. Ben bu üzümü nasıl böleyim?" diye düşünceye daldı. O anda Tanrı Cebrail'e:
"Sevgilim (Muhammed) zorda kaldı. Tez yetiş cennetten bir nur tabak al, ilet. O üzümü bu tabak içinde ezip şerbet eyle­sin. Kırklar'a verip içirsin" diye buyurdu.
Cebrail cennetten nurdan yapılmış bir tabak alıp Tanrı'nın elçisinin karşısına geldi. Tanrı'nın selamını ilete­rek o tabağı Muhammed'in önüne koydu.
"Şerbet eyle, ey Muhammed" dedi.
O sırada Kırklar, Hz.Muhammed üzümü ne yapacak, diye seyrediyorlardı. Birden Hz.Muhammed'in önünde nurdan ta­bağın belirdiğini gördüler. Tabak güneş gibi ışık veriyordu. Hz.Muhammed tabağın içine bir damla su koydu. Sonra par­mağı ile o üzüm tanesini nurdan tabak içinde ezip şerbet ey­ledi. Tabağı Kırklar'ın önüne koydu. Kırklar o şerbetten içti­ler. Tümü ilk yaratılıştaki gibi sarhoş oldular. Oturdukları yerden ayağa kalktılar. Bir kez ya Allah diyerek el ele ver­diler. Üryan büryan semaha girdiler. Muhammed de bunlarla birlikte semaha girdi. Kırklar'ın semahı ilahi bir nur içinde sürdü. Semah ederken Hz.Muhammed'in başından mübarek imamesi[11] düştü. İmame kırk parça oldu. Kırklar'ın her biri bir parçasını aldı. O parçayı etek yapıp kuşandılar.
Hz.Muhammed bunlara pirlerini ve rehberlerini sordu. Kırklar:
"Pirimiz, Şahımerdan Ali'dir, kuşkusuz, tartışmasız ve rehberimiz, Cebrail Aleyhisselamdır" dediler.
Bunun üzerine Hz.Muhammed, Hz.Ali'nin orda olduğunu an­ladı. Hz.Ali, Hz.Muhammed'in yanına doğru yürüdü. Hz.Muhammed, Hz.Ali'nin geldiğini görünce saygı ve sevgi ile eğilerek Hz.Ali'ye yer gösterdi. Kırklar da Hz.Muhammed'e katılarak,
Hz.Ali karşısında saygı ile eği­lerek yol açıp yer gösterdiler. Bu sırada Hz.Muhammed, Hz.Ali'nin parmağında nişan-ı mührü gördü

Bu söylencede Kırklar bir üzüm tanesi ile esriyip mest lmuşlardır. Böylece Alevilikte içki yasağı bulunmaz. Hatta, Alevilik-Hırıstiyanlıkta olduğu gibi- içkiyi dinsel törenin içine alır.
Alevi ibadetine halk arasında “Cem”, “Görüm”, “Görgü” gibi adlar verilir. Cem sözü Arapça olup toplanmak derlenmek anlamındadır. Bu dinsel terimin özgün adı Âyin-i Cem, ayinü'l-cem, cem âyini biçimindedir. Kış aylarında yapılan bu dinsel törenlere “Görüm”, “Görgü” gibi Türkçe adların verilmesi, törende uygulanan aklanma olayında kaynaklanır. Görüm törenlerinde, toplum önünde bir yıl içinde yapılan davranışların hesabı verilir. Yine bu törenler deyiş ve ezgilerle donanmıştır. Bağlama, keman gibi telli çalgılar çalınır, semah dönülür. Ayrıca bu törenlerde, “sofu”, “eren” denen olgun kişilerin denetimli bir biçimde “dem” içmesine izin verilir. Bektaşilikte “dem meclisi” genelde tekkelerde gerçekleşir. Köy Aleviliğinde evlerde de cem törenleri yapılır.
Geçmişte tekkelerde âyinin yapıldığı yere meydan denir. Meydanda babaların oturacağı birçok posttan başka, tekke babasının özel makamı, çerağ taşı ve ocak bulunur. Geleneksel olarak âyinde od ağacı yakıldığından bir buhurdanlık da vardır. Çerağlar ve çeşitli şamdanlar meydanı aydınlatmak için kullanılır. Cemi Bektaşillerde baba, köy Aleviliğinde dede yönetir. o yoksa vekili yerini alır.
Günümüzde kentlerde Cemevleri tekkelerin yerini almıştır. Geçmişte bu törenler Alevi olmayanların girmesi yasaktır. Bu nedenle kapıya gözcü konur. Günümüzde bu yasak aşılmıştır.
Dem meclislerinde rakı veya şarap gibi içkilerin sunulmasının da belli kuralları vardı. Sâki kadehi sağ avucunun içerisine alır, baş parmağını serbest bırakır, sol elini göğsünün altına kor, öne doğru eğilir, “hu” diyerek “dolu” adı verilen içkiyi sunar. Dolu sunulan can da aynı şekilde ve eyvallah, hu diyerek kadehi alır, sonra göğsüne götürür, boyun keser. Canlar içkiyi avucunun içinde tutarak içmek zorundadır. Kadehi iki avucla tutularak içmek usul sayılır. Can içkiyi içtikten sonra sâki aşk olsun der ve canın verdiği kadehi aynı şekilde geri alır, arka arka giderek çekilir. Ardından bir başka cana içki sunar, böylece bütün canlar demlenirdi. Sâkiler dem sunduktan sonra zâkirler yani bağlama çalan sazcılar nefes, ilahi, mersiye okur; saz çalar. Dede gülbank çeker, toplum hep bir ağızdan belli bir makamla okunan bu dua ve gülbenklere katılır, gene dem alınır, âyin sabaha kadar surer.
Dem meclislerinde ne bir gürültü ne de bir neşesizlik olur. Herkes demin verdiği neşeyi artıran nefeslerin, ilahilerin etkisiyle kendinden geçer, Bektaşi deyimiyle haşrü neşr olur, simgesel anlamıyla kimi arşa çıkar, kimi kürsüye oturur, kimi âlemlere hükmeder yani her bir can bir başka âlemde seyran eder.
Âyin-i cem törenleri Bektaşi tekkelerinin gizli kalmasında çok ısrarlı davrandıkları ritüellerden biridir. Bunun nedeni ise diğer tarikat mensupları ve özellikle kaba sofular tarafından dinde günah sayılan içki içme yasağına aldırış etmemekle suçlanmalarını önlemek istemeleriydi. Gene de bu ritüel kulaktan kulağa duyulmuş ve Bektaşi canlarının diğer bir deyimle nazeninlerin tekkelerinde içki içtikleri kulaktan kulağa fısıldanmıştı. 1826’da II. Mahmut yeniçerileri ortadan kaldırdığı zaman, onlarla organik ilişkisi olan Bektaşi tarikati de kapatılmak istenmişti. Buna gerekçe bulmak için 8 Temmuz 1826’da toplanan ulema meclisinde dönemin Şeyhülislamı Kadızâde Tahir Efendi âyin-i cemleri kastederek “haram olanları helal bildiklerini” söyleyip kapatmayı savunmuş ve Bektaşi tarikati 40 yıl kadar sürecek bir kapanma sürecine girmişti.


nazeninler
Dem meclisinde kutsal içki kabul edilip dem adı verilen şarap veya rakıdan içip haşrü neşr olan Bektaşi canları.




[1]Miraç, sözcük olarak "merdiven" demektir. İslam'da Muhammed Peygamberin Tanrı katına çıktığı gece anlamına gelir. İslam inançla­rına göre Muhammed Tanrı ile görüşmek üzere İ.S.619 yılının Recep ayının 27. günü göğe çıkar. Bu yüz­den o günün gecesi Miraç kandili­dir. Bu olayı doğrudan Muhammed kendisi anlatmıştır. Müslümanların bir bölümü bu olayın doğrudan olduğuna, bir bölümü de düşte olduğuna ina­nırlar. Bu inanca göre Tanrının kendisini çağırdığını Peygambere dört büyük melekten Cebrail bildirir. Peygamber göre Cebrail'in atı Burak ya da Refref'le çıkar. Kimi anlatım­lara göre Muhammed göğe atla değil de Cebrail'in kanadında çıkar. Tanrı göğün son katı sayılan yedinci katındadır. Muhammed Tanrıya iki yay boyu kalıncaya dek yaklaşır. Onunla konuşur. Tasavvuf felsefesine göre Tanrıya duyulan büyük sevgi insanı bu düzeye ulaştırabilir. Bu olaya "Mirac-ün-nebe­vî" (Peygamberin göğe çıkışı) denir.
Hıristiyan inançlarında da bunun bir benzeri vardır. İsa'nın çar­mıha gerildikten sonra göğe çıktığına inanılır.
Birkaç söylencenin Aleviler arasında önemli bir yeri vardır. Bu söylencelerden birine göre Tanrı ile Muhammed arasında yalnız bir perde kalır. Muhammed Tanrı'nın yüzünü görmek ister. Muhammed'in üstelemesi üzerine Tanrı buna izin verir. Muhammed aradaki perdeyi kaldırdığında karşısında Ali'yi görür. Bu inanca göre Ali Tanrıdır ya da Tanrı Ali'nin görünümünde Muhammed'e gözükmeyi yeğler.
[2] Muhammed Tanrı ile başbaşa olmasına karşın konuşulan doksanbin sözden altmış bini Ali'de kalır. Bu da Ali ile Tanrının birlikte olması gibi bir inancı gösterir.
[3] Kimi Buyruk yazmalarında cennette Muhammed'e bal, süt, elmadan oluşan bir yemek geldiği belirtilir. Bu olay Hatayi'nin Miraçlama adlı şiirinde de işlenir:
Kudretten üç hon geldi; süt ü elma, baldan aldı
Muhammed destini sundu, nuş etti azametullaha
İzmir yazmasında bu olay bir bölümde verilir. Buyruk s.143 "Bal, Süt, Elma" adlı bölüm. Bölümün girişi şöyledir: Şahı Merdan Ali, Furkanda nakli şöyledir ki: Hazreti Fahr-i kâ­inat miraca gidince çok taam yer idi. Amma iki taamı cennet­ten gelirdi."
[4] Buyruk s.7, İzmir yazması. Buyruk s.155 Maraş yazmasında bu bölüm biraz değişiktir. Maraş yazmasında "Günlerden bir gün, Resul Hazretleri safayı safanın kapısına vardı" denir. Oysa inanca göre Muhammed Kırkların cemine miraca gittik­ten sonra uğrar.
[5] Muhammed Kırklar kapısına vardıktan sonra bir sorgula­maya tutu­lur. Bu sorgulama bölümü İzmir yazmasında bulun­maz. Buraya, Buyruk s.155-156'daki Maraş yazmasından ek­lenmiştir.
[6]İzmir yazmasında bu kesim daha değişik anlatılır. Muhammed içeri girerken Kırklar ayağa kalkıp saygı gösteri­sinde bulunurlar. Bundan sonraki bütün bölüm İzmir yazma­sında çok kısadır. Kalan bölüm Maraş yazmasından tamam­lanmıştır.
[7]Buyruk, s. 157, Maraş yazması.
[8]Buyruk, s.7, İzmir yazması.
[9]Pars: İran. Buyruk s.157-158, Maraş yazmasında açıkça "Pars" yazı­lıdır. Doç.Dr.Bedri Noyan sözcüğün "parsa" biçi­minde olması ge­rek­tiğini ve "dervişin gerekli şeylerden top­lamaya çıkması" biçiminde açıklamıştır. Ancak, "parsa" sözü "dine çok bağlı, hep onunla uğraşan kimse" anlamına gelir. Noyan'ın açıklaması bu bakımdan doğru ola­maz.
Bundan sonraki bölüm Buyruk s.9 İzmir yazmasında "Hakkın Sırrı Hakikat" bölümünde verilir. Daha sonra gele­cek "Muhammed ile Ali'nin Musahip Olması" bölümünün ay­nıdır. Bu nedenle bölüm biti­ri­lip yeni bölüme geçilmiştir.
[10]Buyruk, s.8 İzmir yazmasında "Kırkların bir kolunu" uzattı denir. Buna karşılık Buyruk s.158 Maraş yazmasında Hz. Ali kolunu uzattı denir.
[11] "İmame" sarık. Buyruk s.8, İzmir yazmasında bu sezcük "şemle": (Kıldan baş örtüsü, sarık) biçimindedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder