Yayında Olan Eserlerim

4 Eylül 2017 Pazartesi

BALKANLARDA ALEVİLİK



1.Bektaşiler

1.2.Müceretler

2.1.Otman Baba

2.Babalılar

2.2.Demir Baba

Çelbili Bektaşitpsürk nillselrilere Sofiyan da denir. 1925 Öncesinde Hacı Bektaş Tekkesi dedeleri ne görülürler.

Biz bu ilk kumpas değ,işşllklşikdwer
abagan Bektaşiler, mücerret babalara görülürler. Tutrakan yakınlarındaki Denizli Ali Baba tekkesi bu kolun Deliorman’daki merkezidir.

2.1.Otman Babalılar, Haskova yakınlarındaki Otman Baba Tekkesi post sahibini ulu dede sayarlar.

2.2.Demir Babalılar: Razgrat yakınlarındaki DemirBaba Dergahına bağlılardır. Kendilerine özgü özgün tören ve töreleri vardır. Kendilerini Bektaşi sayarlar, ancak ne Çelebi, ne de Babagan kolu içinde yer alırlar.

Balkan Aleviliğinin en önemli özelliği değişik dönemlerden, ayrı katmanlardan Türkmen boylarının karışımından oluşmalarıdır. Bu bakımdan Anadolu Aleviliği inanç ve törenleri iç içe karışık biçimde saptanır. Değişik katmandan özellikler dil verileri için de geçerlidir. Dilciler bölgede konuşulan Türkçenin üç dönemin özelliğini içerdiğini bildirirler. İlk iki katman Osmanlı öncesine dayanır. Üçüncü katman ise değişik dönemlerde Anadolu’da yaşanan Kızılbaş kıyımlarından kaçan kılıç artıklarının dileridir. Böylece dil de, inanç dizgesi de yoğrularak günümüze ulaşmıştır.

atlar
Yakın zamana değin yasaklar nedeniyle bir tür ulaşamadığımız bu topraklardaki Aleviliği irdelerken balkan Aleviliğinin bu özelliklerini bilmek zorundayız. Ve ben böylesine bir ortamda, Anadolu’da yaşadığım cemlerin musahiplik töreni, düşkün kaldırmanın izlerini arıyorum. Kendisi de araştırmacı lan Balkan Alevi’si Veysel Bayram’a Balkan Aleviliğinin özelliklerini soruyorum. Veysel Bayram bilgece gülerek yüzüme bakıyor ve “Burada Anadolu Aleviliğini unut hocam. Balkanlarda başka Alevi töre ve törenleri ile karşılaşacaksın” diye yanıt veriyor.
Bu, bende Rumeli’ni unutmak gibi bir çağrışım yapıyor. Rumeli’ni unutmanın acı bir anısı var. Falih Rıfkı Atay 1930’larda yazdığı Kaybolan Rumeli gezi yazısının bir yerinde “Artık Rumeli’ni unutalım” diye yazıyor. Atatürk’ün sofrasında bu yazı üzerine konuşulurken, bütün çocukluk ve gençlik yılları Rumeli’de geçen Salih Bozok, gözleri yaşararak “Rumeli’ni unutmak mümkün mü?” diye sızlanıyor.
Unutulan Rumeli’de kimliğini unutmayan Alevilerin Anadolu ile birtakım ortak özellikleri sürüyor. Şah Hatayi’nin deyişleri ile dinsel törenlerini gerçekleştiriyorlar. Buyruk’u inanç ilkelerini içeren kutsal kitap sayıyorlar.
Bu ortak yanlar dışında kimi ayrılıklar var. Sözgelimi her köyde bir baba bulunuyor. Bu Anadolulu Aleviliğindeki rehber konumundaki hizmet sahibinin yükümlülüğünü üstleniyor. Köyde yaşanan günlük sorunların çözümüne yardımcı oluyor. Ama asıl dinsel törenleri yılda en az iki kez gelen babalar yürütüyor. Bunlar, yukarıda andığımız ocak zincirlerine bağlı babalar.  Ancak bu baş babaların Anadolu Aleviliğinde ayrılan bir özelliği var. Baş babaların ehlibeyt sorundan gelmesi gerekmiyor.
Deliorman Kızılbaşları Kasımdan Mayısa dek süren kış döneminde her hafta haftada iki kez cem yapıyorlar. Tarla, tarım işleri nedeniyle yaz aylarında cem yapılmıyor. Cemler Anadolu’da olduğu gibi, akşam karanlığı bastıktan sonra başlıyor. Cemde babanın yanında iki sazcı bulunuyor. Bunlar bağlama ile deyiş okuyorlar. Ceme katılanlar deyişlere eşlik ediyorlar.
Bu olağan cem törenleri yanında bir de özel günlerde yapılan cem törenleri var. 6. Mayısta yapılan Hıdırellez cemi bunlar içinde en önemlisi. Hızır- İlyas Bayramı olarak kutlanan bu günde gündüz toplu eğlenceler yapılıyor. Ateş üzerinden atlanıyor. Bu Hızır-İlyas bayramı öncesinde Kafirler Perşembesi denen bir bayram daha var.
Hızır-İlyas söylencesi gerçekte eski Ön Asya mitolojisine dayanıyor. Hırıstiyanlık üzerinden Aleviliğe geçmiş. Kökeni Gılgameş söylencesine uzanan ve Yahudi inançlarında yer alan bir anlatı. Zaman içinde pek çok tarihsel kişilerle ilintilenmiş, pek çok olayla beslenmiş. Büyük İskender’in yaşamı ile bağlantı kurulmuş. İncil’in ardından Kuran’a geçmiş. Kökeni, bilinçli canlı insanoğlunun ölümsüzlüğü arama özlemine dayanıyor. İlk yazılı belgelerde İlyas ile Haham Levi, -daha sonraları bu kahramanların yerini Büyük İskender alıyor- bitimsiz yaşam kaynağı bulmak üzere yola çıkıyor. Kur’an’ın Kefh suresinde yeni bir bireşimle sunulan öykünün özü bu.
Balkan Alevilerinde Hızır-İlyas cemi ile haftalık cem törenleri kapanıyor. Bu yılın sonu cemi oluyor.
Haftalık cem törenleri güz sonunda yapılan toplu kutlama ile başlıyor. Anadolu’da yapılan birlik cemlerini anımsatan bu derleniş cemi 8 Kasımda yapılıyor. Hırıstiyanlıktaki Saint Dimitri ayinlerinin yansıması olan bu törende tarla işlerinin bitişi, toplumsal yaşamın başlaması gibi bir işlev üstleniyor.
Anadolu’daki Abdal Musa cemini anımsatan geniş katılımlı, ortak kurbanlar kesilerek yapılan cemlere maaye diyorlar. Bu tür cemlere hazırlık işlemlerine maye yapmak adı veriliyor.
Bektaşi kolu ile Babalılar arasında kimi ince ayrımlar bulunuyor. Bunlardan biri de dinsel tören gününe dayanıyor. Bektaşiler Çarşamba akşamı, Babalılar pazartesi akşamı cem yapıyorlar. Bu yüzden kendi aralarında Bektaşiler Çarşambalı, Babalılar Pazarteli diye adlandırılıyor.
Bunun dışında ulu pir tanıma bakımında da iki kesim arasında ayrım bulunur. Bektaşiler, Hacı Bektaş’ı yolun kurucusu ve ulu pir sayarlar. Babalılar ise Hacı Bektaş’a saygı duymakla birlikte, Denir Baba, Kızıldeli, Sarı Saltık gibi kendi ocak büyüklerini önde tutarlar. Cemlerinde kendi yol büyüğünü öven deyişlere öncelik verirler. Bu özellik Anadolu’daki Bektaşi, Kızılbaş ayrımı ile örtüşür.
Bu ayrılıklar nereden kaynaklanır?
Göç olayı söylencede başka türlü geçer.
Sarı Saltık Söylencesinden uzun uzadıya söz eden Evliya Çelebi, Sarı Saltık’ın ilahi bir görevlendirme ile Rum diyarına yollandığını anlatır.

Büyük Türkistan Piri, Hoca Ahmet Yesevi, Rum diyarına giden Türkleri unutmayarak, sürekli onlara yardımcılar gönderirdi. Sarı Saltık adı ile ünlenen Muhammet Buhari’yi 700 Horasan eri ile Hacı Bektaş’a destek gücü olarak yollarken beline tahta kılıç kuşattı. Kendisine şu öğütleri verdi:
“Sarı Saltık Muhammet’im, Bektaş’ım seni Rum’a, göndersin. Leh diyarında aydınlanma ışığı ol. Sarı Saltık donuna gir, o melunu bir tahta kılıçla katl eyle. Makedonya, Dobruca’da yedi krallık yerde, ad san sahibi ol!”
Sarı Saltık, Rum iline gelince Hacı Bektaş, Şeyhin bu buyruğuna uyarak, Sarı Saltık’ı Dobruca’ya gönderir. Sarı Saltık o topraklarda birçok kerametler gösterir, Bunlardan biri Oğuz Kağan destanında Oğuz’la canavarın mücadelesini anımsatan bir öyküdür. Sarı Saltık Karadeniz kıyısında tüm halkı perişan eden bir canavarı öldürür. Kralın kızını ejderhadan kurtarır ve kıralı İslam’a davet eder. Birçok yeri zapt ederek halka islamı benimsetir. Bunun üzerine Dobruca kıralı, Orhan Gaziye elçiler göndererek padişaha boyun eğdiğini bildirir.
Söylence ile gerçeğin örtüştüğü tek nokta, Rumeli’ne ilk Türk göçünün Sarı Saltık öncülüğünde gerçekleşmiş olmasıdır.
Anadolu’dan Balkanlara ilk Türk göçü, 1263 yılında Selçuklular döneminde Sarı Saltık öncülüğünde gerçekleşir. Moğol yayılması sonrasında dağınık ve yorgun Anadolu ortamında yaşanır. Bizans kralı 8. Mihael, kendini güvenceye almak için, Selçuklu Sultanı 2. Gıyasettin’den Karadeniz kıyılarına yerleşecek Türkmen göçmenler ister. Selçuklu Beyi 2. Gıyasettin Keyhüsrev Anadolu’da kendine bağlı Türkmen boylarına el altından çağrı yapar. Maceraya düşkün Çepni boyu bu çağrıyı hemen benimseyip yola koyulur. Üsküdar üzerinden Rumeli’ne geçip Dobruca’ya yerleşirler. Dobruca bozkırları, on iki bir ailelik Çepni boyunun yazın yaylağı, kışın kışlağı olur. Bu alan kuzeyde Tuna, doğuda Karadeniz, güneyde Balkan Dağları ile çevrilidir. Tümüyle bozkırlarla kaplı bu Bizans’ın eyaleti, eski dönemlerden beri Avrasyalı yayılma dalgaları arasında yer alan Türk boylarının yerleşim alanıdır. 5. Yüzyılda Hunlar, Avarlar; 6-7. Yüzyıllarda Bulgarlar, 9 yüzyılda Peçenekler ve sonra altın sarısı saçlı Kıpçaklar bu toprakların önce zoraki konukları, sonra ev sahipleri olmuşlardır. Tümünün yazgısı aynı olmuş, çok geçmeden Hırıstiyan dinini benimsemişler, Slavlar ve Vlahlar arasında eriyip gitmişlerdir.
1263 göçü sırasında Dobruca iki ayrı yönden Türk göç dalgası ile yüz yüzedir. Kara Denizin kuzeyinden gelen Moğol İmparatorluğunun ardılı Tatarlar Altınordu devletini kurmuşlar ve Dobruca sınırına dayanmışlardır. Onların gelişi ile Kıpçaklar yeniden Müslümanlığa dönmüşlerdir.
Sarı Saltık’ın –yaklaşık 1293’te ölümünden sonra Balkanlarda gelişen siyasal olaylar sonucu, Dobruca’ya göçen Türk ailelerin bir bölümü gemilere binip Anadolu’ya döner, Karasi iline yerleşirler. Kalanlardan bir bölümü Hırıstiyanlığı benimser. Günümüzdeki Gagavuz Türklerinin bir kolunu oluşturan kitle olurlar.

Günümüzde Sarı Saltık türbelerinden biri Romanya Tulca iline bağlı Babadağ kasabasındadır.  1992 sayımına göre 10500 kişinin yaşadığı kasabada Müslümanların toplam sayısı 1155 kişidir. Ancak Türk Müslümanların sayısı 200-250 dolayındadır. Kalanlar, Romenlerin Türk ve Müslüman saydıkları Çingenlerdir.
2009 yılında bölgede yaptığımız gezide günden güne Türk-Müslüman nüfusun eridiğini gördük. İşsizlik giderek, bütün kasabayı bitiriyordu. Romenler gelişmiş Avrupa ülkelerine kayıyorlar, her gün bir işyeri kapanıyor, evlerin ışıkları bir bir sönüyordu. Amerika’da yaşayan ünlü tarihçimiz Kemal Karpat da Babadağ kökenli. Bir Babadağ’da yalnız yaşlı teyzesi kaldığı söylendi. Evinin Ahşap bir evin görüntüsünü aldım. Akşam kızıllığında ahşap evin ışığı son gücünü kullanıyor gibi bana hüzün verdi. Türk Diyanet Vakfı ilçede yer alan Gazi Ahmet Paşa camisine genç bir Türk hoca atamıştı.  Hoca bizi konuk etti. Camiye pek gelen olamadığını, yenilerde yaşlı Çingenlerin geldiklerini söyledi. Beş vakit ezan okuyor, sabırla camiye gelecek cemaatı bekliyordu.
Çingenlerin yaşadığı sokaklar ise ayrı bir görüntü sunuyordu. Her ortamda ayakta kalmaya çalışan ezik Roman kimliği İslam görüntüsü içinde direniyordu.
Alevi toplumdan ve Çepni boyundan en küçük iz yoktu. Kimse Bektaşilerin varlığını bilmiyordu. Bir rüya sonrası 2.Beyazıt döneminde yapılan ilk türbe, 18. Yüzyıldaki Osmanlı Rus savaşları sırasında yıkılmıştı. Daha sonra yapılan türbe ise bakımsızlıktan yıkılmış, sonunda 1974 yılında Romen hükümetince basit bir türbe yapılmıştı. ikibinli yıllarda ise bir Alevi zenginin desteği ile türbe yenilenmişti.
Dobruca’daki Alevi Bektaşi topluluğun 2. Dünya savaşı sırsında oynanan sınır oyunu ile Bulgaristan toprakları içinde kalmıştı.
Romanya’da yakınlarda yaklaşık yüz bin Türk yaşamaktadır. Bunlar üç bölümden oluşur. Üçte biri Altınordu döneminden kalan ve baskı dönemlerinde Sovyetler birliğinden kaçan Tatarlardır. Üçta biri Osmanlı döneminden kalan Oğuz Türkleridir, kalan üçte bir ise, doksan sonrası Türkiye’den giden Türklerdir. Bu Türkler, başkent Bükreş dışında Köstence ve Mecidiye’de toplu olarak yaşarlar. Babadağı ise Mecidiye yakınlarında küçük bir yerleşim birimidir. Kasabanın bu adı Sarı Saltık’tan aldığı söylenir.
Romanya’daki Türkler arasında Sarı Saltık’a saygı duyulmasına karşın, toplu törenler, cemler unutulmuş. Romanya topraklarında İshakça kasabasında İshak Baba, Babadağ yakınlarında Koyun Baba, Maçin Kasabasında İsak Baba türbeleri bulunuyor. Bunun dışında Köstence, Tulca, Babadağ, Mecidiye’de eski Türk camileri ayakta. Süleymancılar ve Fetullah Hoca cemaati eski camileri ele geçirmek için birbiri ile yarışıyor. Tulca Camisini ele geçiren Süleymancıları konuğu olduk.  Küçük bir Türk azınlık bulunan şehirde bir de Türk derneği vardı. Camiyi yeniden canlandırmak isteyen genç Türk Fetullahçıların Amerikan yandaşı olduklarını söyleyip ulusalcı bir tavır sergilemesi bizi çok mutlu etti. (Konukseverliği ve bizi konuksever biçimde ağırlaması ve nefis Tulca balığından sunumu için teşekkürler.)
Selçuklu dönemine uzanan ilk Türkmen göçünün yaşandığı Romanya’da eski görkemli geçmişten pek bir şey kalmamış. Alevi Bektaşi nüfus daha çok Bulgaristan topraklarında kalmış.
Sarı Saltık, Anadolu’da ve diğer Balkan ülkelerinde de saygı ile anılan bir Alevi ulusudur. Türkiye’de Tunceli- Hozat, Sarı Saltık ocağının merkezi konumundadır. Sarı Saltık soyundan geldiğine inanılan dedeler her yıl ocağa bağlı köylerde dinsel törenlerini sürdürürler. 
Ayrıca Ohri’de Sarı Saltık türbesinin bulunduğu büyük bir tekke vardır. (Bu tekkeye ileride değineceğiz).

Demir Baba Tekkesi,
Deliorman'da Deliorman'da Razgrad'a 17 km. uzaklıkta Zavet tepesi eteğinde derin bir vadi içinde yer alır. Zavet tepesi günümüzde, Zavet tepesi üzerindeki düzlük halkın kuş seslerini dinlediği piknik alanı. Banklara oturmuş, yaygılar üzerine bağdaş kurmuş dinlenen ailelerle karşılaşıyoruz. Aralarında yakınlarda Türkiye’den gelmiş ithal damatlar var.
Türbenin bulunduğu derin dere yatağına inilen bitimsiz basamaklı yılan yolda ilerlerken. Bizim kafilede bulunan ziyaretçiler de bu zararsız boşinancı (inancın dolusu da yok ya o da ayrı bir şey) yerine getirip ağaçlara çaput bağlıyor, dilekte bulunuyorlar. Basmaklar arasında sekerek inerken yanımdaki yaşı biraz ilerice bir kıza “siz de dilek ağacına çaput bağladınız mı?” diye takılıyorum ki, beklemediğim bir tepki ile ağzımın payını alıyorum: “Siz insanların inancı ile alay ediyorsunuz. Oysa Einstein’ın kafasına bir elma düşmesi sonucu yerçekimi kanununu bulmuş. Şimdi ilahi güce inanmak gerekir. Evrende hiçbirşey tesadüfi değildir.”
Bir söyleve başladı ki, bitip tükenir türden değil. “Aman hamfendi, kimsenin inancı ile alay ettiğim yok. Özür dilerim, yalnızca takılıp konuşmak istedim. Var nasıl bilirsen öyle inan” diye konuşmayı kapadım. Newton ile Einstein’ı karıştıran bayanın eğitimini merak ediyorum, iki yıllık Açık Öğretim öğrencisi olduğunu öğreniyorum. Gecikmiş bir yaşamın mutsuz beklentisi içinde Demir Baba Tekkesine doğru ilerliyor. Demir Baba bu beklentiye yanıt verir mi, bilmiyorum.
Tekke eski bir tapınağının üzerine kurulmuş. Dipsiz Gölü adı verilen, derin vadi 200-300. Metre derinlikte. Yakınlarda türbeye inen ince yılan yolun basamakları onarılmış, ama yine de inmek öylesine kolay değil. Basamakları saymaya kalkıyorum, yüz, iki yüz üç yüz… sayılacak gibi değil. Kıyıda bulunan küçük ağaçlara dilek çaputları bağlanmış. Bu bir küçük çalılar, ağaçlar dilek çaputlarından görünmez durumda. Kimileyin yelek, ceket türünden çocuk giysileri bile asılmış. Demir Babanın söylencesel gücüne inanılarak yeni doğan çocukların giysisi, evliliklerin uğurlu olması için gelin ve güvey giysileri bir süre Babanın sandukası üzerine bırakılıp sonra giyilirmiş.
Çalılara, ağaçlara çaput bağlama gibi bir şamanik inanç, bütün canlılığı ile Dobruca bozkırlarında Demir Baba söylencesi ile birleşip yeni bir boyut kazanmış. Dipsiz Göl adı verilen bu alan yemyeşil bir vadi. Vadi içinde yer alan tekkenin yakınında, velinin pençe vurarak kayadan su fışkırttığı kutsal bir pınar akıyor. Türbenin yanındaki kayalar geçirgen olduğu için biraz sonra akan su dere yatağında kaybolup gidiyor. 19. Yüzyılda bu bölgeyi ziyaret eden gezginler tekenin beş altı değirmeni, cem odası, hizmet evleri olduğunu bildiriyorlar.
Birçok Bektaşi ermişinde olduğu gibi Demir Baba’nın yaşam öyküsü de sisli bir perde ardında. Tarihsel verilerle, söylencesel öykünün örtüştüğü noktalar çok az.
Söylenceye göre, Varna’da tekkesi bulununan Akyazılı Sultan, Balkan Hırıstiyan halka zorlamadan İslamı benimsetecek bir er istemiş. Bu görevi yerine getirecek er kişiyi doğurması dileği ile müritlerinden Ali Dede ile Kuvancılar köyünde yerleşik Nakşibendi şeyhi Turan Baba’nın kızı Zahide’yi evlendirmeyi düşünmüş. Zahide’yi, Turan babadan istemiş. Babayı razı edince Edirne’den Kanuni Sultan Süleyman’ın kızını iyileştiren Kıdemli Baba’yı düğüne çağırmış. Sultan Süleyman’ın da katıldığı düğünde her Alevi ocağından çağrılar bulunmuş. Böylesine görkemli bir düğünle Zahide ile Ali Baba evlenmiş. Bunların Hasan adlı gürbüz bir çocukları olmuş. Ama Hasan bilgi, eğitimle ilgilenmeyen gürbüz bir çocukmuş. Güreşte herkesi yere vuran bir pehlivan olmuş. Hasan Pehlivan adı ile ünlenmiş. Osmanlı ordusuna sipahi yazılıp Budapeşte’ye gitmiş. Akyazılı Baba-anne Zahide’den Hasan Pehlivan’ı çağırmasını istemiş. Anne Zahide’nin ısrarı üzerine Hasan Pehlivan Budapeşte’den ayrılıp Deliorman’a doğru yola çıkmış. Gelirken Bosna’ya uğradığında Bogomillerin İslamı seçtiklerini görmüş. Babadağ üzerinden Batova’daki Akyazılı Sultan dergahına ulaşmış. On sekiz yıl sığır güdüp, Kuran, tefsir öğrenerek eğitim görmüş. Otuz yıllık bu hizmet sonrasında ermişlik düzeyine ulaşan Hasan, Demir Baba sanını alır. Akyazılı Sultan kendisine “Bu dünyada benim zamanım doldu. Bütün bildiklerimi sana öğrettim. Bundan sonra görevimi sen üstleneceksin” der. Sonra şu ilkeleri göz önünde tutmasını salık verir.
“Biz şarabı yasaklamayacağız. Kadınlara ferace giydirmeyeceğiz. Türbelere mum yakmayı yasaklamayacağız. Burada İslam’ı zorla benimsetmişler. Buradaki Hıristiyanlar, Hz. Ali yolunu gönüllü benimsemeliler. Yoldaşlarımızın artması için yerli kadınlarla yerli kadınlarla evlenin. Çocuklarınızı eğitin. Buradaki insanlar bir Demir Baba bekliyor. O baba sen olacaksın. Demir Baba adı ile ünlenip bizim adımızı yücelteceksin.
Tarihsel veriler ise biraz bulanık olmakla birlikte başka türlü anlatıyor Demir Babayı. Sisler ardına gizli Demir Baba öyküsü Hacı Bektaş’ın yaşamöyküsünü anımsatır. Demir Baba, Şeyh Bedrettinle birlikte Silistre'den Deliormanlara gelmiş. Şeyh Bedrettin dervişidir. Şeyh Bedrettin ayaklanmasına katılmış, ayaklanma ezildikten sonra izini kaybettirip münzevi bir yaşam sürdüğü Dipsiz Göl'üne çekilmiştir.
Babailer, gelenekte 1239-1240 yıllarında Anadolu'yu sarsan Babalı ayaklanmasına bağlanırlar. Demir Baba müritleri de bu geleneğin çocukları demek oluyor. Demir Baba ile Babalı ayaklanması arasında 200 yıla yakın bir zaman bulunur. Hacı Bektaş'ın yaşamı ile Demir Baba'nın yaşamında kimi koşutluk görülür. Aşıkpaşazâde'nin anlatışına göre, Hacı Bektaş kardeşi Mintaş ile birlikte Babalı ayaklanmasının öncüsü Horasanlı Baba İlyas'ın ateşli yandaşlarıdır. Mintaş ayaklanmandan sağ kurtulamaz. Büyük kıyımdan kurtulan Bektaş ise münzevi bir yaşam süreceği Sulucakaraöyük'e (bugünkü Hacıbektaş) çekilir, Halka günlük yaşam zorluklarını yenmede yardımcı olur.
Sonuçta Hacı Bektaş da, Demir Baba da, iki ayrı dönemde iki ayrı ayaklanmanın kılıç artığı kişilerdir. İkisi de büyük bir öncünün yönetiminde halk ayaklanmasına katılırlar. Kıyımdan sağ kurtulurlar. Kerametler göstererek münzevi bir yaşam sürecekleri bir yöreye çekililer. İkisi de su kaynağı bulur.
Tüm bu nedenlerle Demir Baba müritleri ile Babailer arasında kan bağı bulunur. Hacı Bektaş’a 2. Derecede önem vermeleri bu tarihsel kırılma noktasına dayanır. Kökende Şeyh Bedrettin’e bağlı bu kitleler Demir Baba, Sarı Saltık, Kızıldeli’yi Hacı Bektaş’tan önde tutarlar.
Balkan Aleviliği içinde Bedrettililer ayrı bir yer tutar. Şeyh Bedrettin'e bağlanan ocak, Balkanlarda değişik yörelere dağılmış durumdadır. Günümüzde Bedrettin'in anısına Deliorman'da ve bütün bölgede saygı gösterilir. Öldüğü sayılan günde, Kızılbaşlar uryan semahı denen bir tür semah yaparlar. İnanca göre semah, Bedrettin'in Serez çarşısında çıplak asılmasını canlandırmaya bağlanır.
Ama biz şimdi, Zavet Tepesi eteğinde Dipsiz Gölde, Demir Baba Tekkesindeyiz. Tekkenin hemen yanında bir taştan çağlayan Demir Baba’nın bir yumrukla çıkardığı şifalı sudan içiyor, dilekte bulunuyoruz. Dere yatağında uzanan kayalıklarda Demir Baba’nın atının izi bulunuyor. Çinko kaplı tekke iki bölümden oluşuyor. Giriş bölümü yedi köşeli bir oda. Türbenin içinde bulunduğu ikinci bölüm yuvarlak kubbeli genişçe bir salon. Mezarın başına bir hoca başlığı yerleştirilmiş. Yapı bu görünümü ile bana uzaktan Hacı Bektaş Tekkesini anımsatıyor.
Geçmişte Demir Baba tekkesi tüm Bulgaristan Türklerince –Hacı Bektaş Tekkesinde olduğu gibi- kutsal bir orun konumundadır. Aleviler her yıl eylül ayı ortalarında toplu tören düzenler.  Akkadınlar, Tutrakan, Silistre yöresindeki Alevi Bektaşiler bu toplu törenlere katılırlar. Hacı Bektaş şenliklerini anımsatan bu törenlerde, kurbanlar kesilir, dualar edilir, semahlar dönülür. Bu törenler 1950’li yıllara değin sürmüş. Baskı dönemlerinde unutulan törenler şimdi yeniden canlanır olmuş.
Yörede yaşayan dedelerden Haydar Cemil Baba’nın anlattıklarına göre, geçmişte tekkenin karşısındaki mağaralık alana Topçu Karanası denirmiş. Burada akan suya Hatal suyu adı verilirmiş. Tekkenin bulunduğu bu yeri, Ali Koç Baba, Demir Baba’ya mülk vermiş. Demir baba Tekkesini buraya kurmuş. Daha sonraları tekkeyi Kara Davut Paşa yaptırmış.
Alevi tapınımı Sünniliğe göre birtakım zorluklar içerir. Sünnilikte kişi tek başına namaz kılıp ibadet yapabilir.  İnançsal örgüt inanç düzenine gereksinim duymaz. Bu açıdan Aleviliğin belli zorlukları vardır. Tek başına tapınım yapılamaz. Dedelik kurumunun el ele el hakka ilkesine göre örgütlü olması gerekir.
Balkanlar Türkiye’den koptuktan sonra Balkan Alevileri bu türden bunalımlar yaşamışlar. Siyasal olaylar yüzünden Balkan tekkelerinin Hacı Bektaş, Kızıldeli, gibi tekkelerle ilişkiler kopma düzeyine inmiş. 93 savaşından sonra Demir Baba Dergahı, Dimetoka’daki Kızıldeli Dergahı ile kan bağını sürdürmüş, daha sonra ilişkiler güçleşince Sücaeddin Veli Dergahı bölgeye el atmış. Tekke postnişini, hükümetle iyi ilişkisi olan bir yakını aracılığı ile bölgeye el atmış. Buradaki Alevilerin bir bölümü, Sücaeddin Baba tekkesine olan tepkiden Hacı Bektaş tekkesinden kopmuş. Romanya’dan baş dede gelmeye başlamış.
Bölge Alevileri musahibe “kafadar” diyorlar. İnanca göre evlenmeden önce nasip alınmıyor.
Cemlerde dolu içilir.
12 Hizmetin tümü uygulanır. Hatayi, Pir Sultan, Kul Himmet, Virani’den deyişler okunur.
Semah üçleme kaz yürüyüşü biçiminde yapılır. Bunun dışında Kiriş Arası Semah denen musahip semahı vardır. İki çift arasında çok hızlı dönüşler biçiminde yapılır.

Hüseyin Baba
Demir Baba söylencesine göre, kardeşi Hüseyin Baba’nın da türbesi ve tekkesi sahibi bir ermiştir.
Razgrad lablonova, Voden Parkı, ağaçların başıboşça yükseldiği, kuşların yabani hayvanların özgürce dolaştıkları doğal yaşamı koruma alanıdır. Yakınlarda Süleyman Selman’ın onarttığı Hüseyin Baba türbesi bu doğal koruma alanı içinde bulunur.
Demir Baba tekkesinden çıkan ve hemen ardından kaybolan gözesuyu, Hüseyin Baba türbesi yakınlarında yer altı ırmağı olarak akar.
Demir Baba velayetnamesine göre Hüseyin Baba, Demir Baba’nın kardeşidir ve aynı çağda yaşamıştır. 2. Mahmut döneminde kamulatırılan Hüseyin Baba tekkesi Mazhar Paşa’ya satılmıştır.

Adaköy Cemevi
Deliorman’ın en güzel köşelerinden Adakale köyünü nüfusu giderek eriyip 4000’den 2000’e düşmüş. Avrupa Birliğine katılan Bulgarlar Avrupa ülkelerine göçmüşler. Bu köyde 70 ev Alevi var. Köydeki Süleyman dendin çabaları ile bir cemevi yapılmış. Şimdilerde Alevi topluluk cemevinde bir araya geliyor, dinsel inançlarını yerine getiriyor.

Dobruca
2. Dünya savaşı yıllarına değin Romanya egemenliğinde olan Dobruca, savaş başında Hitler’in baskısı ile Bulgaristan’a peşkeş çekilmiş topraklardır. Romanya kralının Akyazılı dergahı yakınlarında Balçıkta bulunur.Anne kraliçe, bu acı olayı kınamak için yüreğinin bu sarayın bahçasine gömülmesini vasiyet eder.

Razgrad
Otuz bin Türkün yaşadığı Razgrad’da iki Alevi yaşıyor. Genelde köylerde yaşayan Aleviler Razgrad’a yakınlarda göç etmişler. Bu yüzden henüz bir cem evleri almışlar. Şu yakınlarda cemevi yeri satın almışlar. Olanak bulunduğunda cemevini yapıp cemlerini sürdürmek istiyorlar.

Ali Koç Baba
Ali Koç Baba Niğbolu büyük evliyası olarak bilinir. Hacı Bektaş Veli torunu olduğuna inanılır. İnsanları Tanrı yolunda aydınlatmak görevi ile Niğbolu’da dergahını kurmuş, bu görevini yerine getirmiştir.
Türbe keçi yolu ile çıkılan yüksek bir tepede dik yamaçta yer alıyor. Türbeye adaklar oldukça çok olmalı ki, altta Türk köylüler kurbanlık koyun satıyorlar. Vadide şirin bir dere akıyor.  Dere kıyısında soğuk bir pınar çağlıyor. Sular biraz ilerideki Tuna ırmağına karışıyor. Tuna nehri burada Romanya_Bulgaristan sınır çizgisini beliriyor. Türbenin bulunduğu tepeden ırmağın öte geçesindeki Romanya topraklarını izliyorum.
Bölgedeki Alevileri İstanbul’dan gelen Haydar Cemil Baba görüyor. Yıllık ibadetlerini düzenli biçimde sürdürüyorlar.

Plevne
Günümüzde Türk halkı arasında yalnız direniş türküsü ile adı kalan Pilevne, artık yeşillikler ortasında bir sanayi kenti. Ne Ruslara karşı direnişin sembolü ünlü Pilevne kalesi gözüküyor, ne de Osman Paşa’dan bir iz kalmış. Uygarlık geçmişi yutan bir canavar. Kubbede kalan yalnızca bir hoş seda. Otobüsümüz, Pilevne’den Sofyaya uzanan yer yer tunellerle donanmış olaganüstü güzel yolda ilerlerken, bir dikiz aynasından geriden gelenleri izler gibi, geçmişi anımsamak istiyorum. Ama boşuna, geçmişten bir şeyler bulamadan zamana koşut bir hızla ilerliyor otobüsümüz.

Akyazılı Sultan
İnanç zinciri, birbirini izleyen tespih tanelerinin dizilişini andırır. Bektaşi geleneğine göre Ahmet Yesevi öğretisinin ardılıdır. 15. Yüzyılda yaşayan Otman Baba’dan el alıp Ahmey Yesevi öğretisini sürdürür.
Varna yakınlarında dergahı bulunan Akyazılı Sultan dergahı, geçmişte büyük işlevler üstlenmiş Balkan tekkelerinden biridir. Günümüze ulaşmış türbesi 20 metre çapında, 50 metre yükseklikte yuvarlak bir koniyi andırır. Yedi köşeli türbe dışarıdan cami görünümündedir. Meydan evi 93 Harbinde yıkılmıştır.
Türbenin bulunduğu bu ilginç yapının önünde üç metre yükseklikte küçük bir dikdörtgen giriş bulunur. Tüm bu konumu ile türbe, kuşbakışından bir anahtar deliği çizimini andırır. İçerideki konik bölümde uzun bir sanduka uzanır. Üzeri her türden adak kumaş, bez, halı, çul çaputla donanmıştır. Sanki bir gün kullanılacak gibi tertemiz duruyorlar. Türbede Hz. Meryem çizimleri de yer alıyor. Bu yanı ile Hırıstiyanların tekkeyi kendi inançları doğrultusunda algıladıkları anlaşılıyor.
Geçmişte bir öğreti kurumu işlevi de üstlenen tekkede Bektaşi’lerin yedi ulu ozanından virani yetimiştir.
Geçmişte Balkanlardaki Türk konaklanma yerlerinden biri olan Tekke, aynı zamanda sıtma ocağıdır. 17. Yüzyılda Tekkeyi ziyaret eden, Evliya Çelebi Tekkenin konumu hakkında canlı bilgiler verir.
Evliya’nın gözlemlerine göre Tekkenin bahçesinde büyük bir atkestanesi ağacı vardır. Ağaçta yumurta büyüklüğünde at kestaneleri yetişir ki, hasta atlar bu kestanelerden yiyince iyileşirler. Dergahta kırk yıl hizmet yürüten Akyazılı Sultan ulu bir ağacın altındaki kurşun kubbeli bir türbede yatar. Uzaklardan gelen ziyaretçiler miski amber kokuları inde tekkeye girerler. Tekke olağanüstü güzel bir bahçe içindedir. Bahçedeki bülbüllerin ezgileri dinleyenleri coşturur. Dergaha gelenler dileklerini bir kağıda yazıp dergah duvarına asarlar.
Evliya’nın kendisi de Dergaha gelmeden önce sıtmaya yakalanmıştır. Akyazılıdan şifa dileyen bir dua yazıp türbenin duvarına asar. Ardından “sana sığındım, ya aziz; Allah birdir, tektir ve tanıktır” diyerek sandukanın yanına yatar. Bu durumdayken üzerine bir uyku basıp uyuya kalr. Nice sonra uyandığında kırık teni tere batmıştır. Ama yeni hayata gelmiş gibi kendini güçlü hisseder. Bir hatim indirerek Akyazılı Sultan’a dualar eder. “Allah rahmet etsin” diye teşekkürlerini bildirir.
Evliya, dergahın görünüşü ve konumu üzerine de eşsiz bilgiler verir. Muazzam büyüklükteki binaya doğrudan girilir. “Bu büyüklükteki bina nasıl desteksiz, dayanaksız ayakta duruyor” diye herkes hayret eder. Büyük ocakta yanan ateşler içeri aydınlanır. Kapıdan ocağa uzanan alan yüz ayaktır. Ortada baştan başa ham mermerlerle döşeli büyük bir meydan vardır. Ortasında bir şadırvan çağlar durur. Burası hayran kalınacak bir uzamdır. Tavanı ahşaptır. Meydan çevresindeki pencerelerden çevreyi kuşatan bahçeler gözükür. Pencerelerin aralarında kat kat derviş odaları bulunur. Meydanın her yanında yer alan odalarda yeni kurban postlarıyla döşeli bölmeler vardır. Buralarda her postta bir görüş sahibi, bilge bir aşık, bir usta oturur. Her biri bir işle uğraşır. Nicesi karaçalı kökünden parça doğrara, saplı kaşık, keşkül vb. yapar. Dergahın kapısı hemen her saat, herkese açıktır. Akyazılı gününden beri bu hep böyledir. Adaklar ve dergahın vakıflarından dergahın geliri pek yüksektir. Değirmenleri, bataklık koruları, koyun, sığır, hergele sürüleri çoktur. Öyle ki, kışın korulardan kestikleri odunları, iki araba dolusu yükü kapıya yığıp içerisini hamam gibi ısıtırlar. Kapılar araba girecek ölçüde büyüktür. Kışın kapı içlerinde perdeler asılır. Türbenin bir kıyısında gelip geçen yolcuların anılarını dile getirdikleri yazılar vardır ki, ancak birkaç yılda okunup bitebilir.
Dergahın yüz dolayında dervişi vardır. Tümü işlerinin ehli kişilerdir. Her biri bir işle uğraşır. Kimi kayyum, kimi meydancı, kimi türbedar, kimi çavuş, kimi fereşbaz, kimi misafirhanecidir. Bu tekkeden başka bir konukevi daha vardır. Bir gecede 200 konuk ağırlayabilir. Konuklar üç gece konuklayabilirler. Ondan sonra “sefa geldin imanım” diyerek pabuçları ters çevrilir. Her gelen konuğa kahvaltı verilir. Bir güzel mutfağı vardır. Ne Anadolu’da ne de İran’da böyle bir tekke görülür. Öyle bir asitanesi vardır ki, Irak’taki İmam Ali ve İmam Hüseyin’in asitaneleri ile böyle olabilir.
Günümüzde ne o görkemli meydan evinden iz kalmış, ne de 200 kişinin konaklayabildiği konukevinden bir taş. Şimdilerde yalnız türbenin bulunduğu yüksek kule ve küçük giriş odası yeşil park içinde gezginleri bekliyor. Dergahın dinsel işlevi Kırklı yılarlar dek ağır aksak da olsa sürmüş. Dinsel örenler yapılmasa bile, ziyaretler yapılmış, adak kurbanları kesilmiş. 2.Dünya savaşı yıllarında başlayan kesinti günümüzde de sürüyor. Dergahın bütününü kapsayan alan yalnızca park olarak kullanılıyor. Koniye benzettiğim, yedi köşeli Türbenin karşısında

Otman Baba
Güney Bulgaristan’da yer alan Otman Baba Dergahı Konuş köyü yakınlarında yer alır. Bütün Bulgaristan Alevilerince kutsanan tekkelerin başında gelir.
Horasan’dan geldiğine inanılan Otman Baba, yaşamı söylencelerle örülmüş bir Kalenderi dervişidir. Birçok Alevi-Bektaşi ereni gibi mücerret derviş olduğuna inanılır.Üstün vasıflarla donanmış, yaşam öyküsü tarihsel belgelere yansımıştır.
Halil İnalcık’ın verdiği bilgilere göre, Otman Baba, Fatih Sultan Mehmet döneminde yaşamıştır. İstanbul alınmadan önce, bir sefere çıkarken Fatihle karşılaşır. Fatih’i önemsemez biçimde Fatih ile aralarında şu konuşma geçer:
Fatih’in “sen kimsin?” sorusuna o de “sen kimsin?” biçiminde karşılık verir. Bunun üzerine Fatih “Ben bu mülkün sahibiyim” der. Otman Baba “Sen bu mülkün sahibi olamazsın. Nereye gidiyorsun” der. Fatih bir sefere gittiğini söyler. Otman Baba, “Bu seferde başarısız olacaksın, bundan sonraki seferde başarılı olacaksın” diye kehanette bulunur. Fatih’in yanındaki korumalar Babayı cezalandırmak isterler. Fatih buna izin vermez İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, Otman Baba ile yeniden karşılaşır. Fatih “Şimdi benim kim olduğumu bildin mi?” diye sorar. Otman Baba “Bildim, şimdi Fatih oldun” diye karşılık verir.
Böylece Otman Baba geçmişten ve gelecekten bilgiler veren bir kahindir. Yetenekleri kahinlikle sınırlı değildir. Ela gözleri çakmak çakmaktır. Zeus, gibi Jüpiter gibi tanrısal üstünlüklerle donanmış, yağmurlar yağdıran, şimşekler çaktıran doğa güçlerine egemen olan biridir. Hasköy yakınlarındaki tekkesini kurduktan sonra Varna’ya dek bir yürüyüş eyler. Bütün o çevreden hakullah toplar. Devşirdiklerini tekkede yığar. Bütün halka üleştirir. Kuşaktan kuşağa anlatılan Otman Baba’nın yaşamı doksan dokuz yıl sürer.
İnanca göre, Otman Baba, Eskişehir’de türbesi bulunan Sücaeddin Veli’nin musahibidir. İstanbul’da ve Çorlu’da halifeleri, talipleri vardır. Varna yakınlarındaki Akyazılı’yı davet etmiş, ona el verip erenler katına yüceltmiştir.
Öğle yemeğini bir yamaca yaslanmış, Otman Baba konukevinde yiyoruz. Eski külliyenin yerine yeniden yapılmış. Külliyenin içinde Otman Baba’nın ahırı, aşevi, kiler, konukevi bulunuyormuş. Tekke ağaçlık yemyeşil bir yamaca yaslanmış durumda. Yeniden yapılan yapı da çok güzel özgün bir yapıçizim örneği sergiliyor. Yemek salonundan yeşil alanları seyrederek öğle yemeğini yiyoruz. Yemek salonunun üstünde 12 köşeli 50-60 metre çapında dairesel cem odası bulunuyor. Yuvarlak salonun tavanı ne bir direk ne bir sütun, nede bir kulunla ayakta duruyor. Bu şahane cem odası, şimdiye değin gördüğün en güzel cem odası oluyor.
Tekkenin aşağısındaki bahçeye sandalyeler, banklar bulunuyor. Yakın köylerden gelen ziyaretçiler oturmuş dinleniyorlar. Bu konumda görüntülerini alıyorum.
Bulgaristanlı araştırmacı Ahmet Hezarefen Beye göre, tekkenin çevresinde yer alan şimdilerde ekili dikili bu geniş alana, eskiden panayır kurulur, büyük şölenler düzenlenirmiş. Bulgaristan genelde bakımlı bir bahçeyi andırıyor. Her yer yeşillik, her yan dümdüz, meyve ağaçları, üzüm bağları, tütün, mısır ekili tarlalar, Arda ve Meriç’in suladığı bitek topraklar ve adım başı bir Bektaşi tekkesi ya da yatırı. Balkanları hem ölü, hem de diri bırakarak boşaltmışız. Ya bu topraklardan Türkiye’ye dönen göçmenlerin bağnaz olmalarına ne demeli?
Yemek sonrasında Türkiye’den gelen konuklar, Cem odasında bir cem yapıyoruz. Aşık üç deyiş okuyor. Aramızda bulunan kimi Sünni kökenli yolcular ilk kez bir cem töreninde bulunmanın coşkusunu ve mutluluğunu yaşıyorlar. Alevi dinsel törenin en özgün yanı, bireyin tapınımı yaşaması. Her tapınım, kökende bir ruhsal arınma süreci sayılmalı. Alevi Bektaşi tapınım süreci toplumda bireye, kimlik kazandırıyor. Bu nedenle, arınma süreci başka tür esenlik veriyor insana.

Varna
Kuzeye doğru tırmanıp, en uçlardaki Bektaşi babalarını ziyaret etmek üzere Varna’ya dığru uzanıyoruz. Bu yol üzerinde Eski Zağara önemli kentlerden biri. Dokuma fabrikaları ile ünlü. Türk yazınında adı 93 savaşını anlatan bir kitapla geçiyor. Zağara Müftüsünün Hatıraları adlı kitapta yazar, Ruslara karşı verilen savaşın unutulmaz acılarını anlatıyor. Aynı savaşın Erzurum cephesini anlatan Başımıza Gelenler adlı anılarına koşut bir kitap.
Uzaktan Eski Zağara’yı selamlayarak geçip akşam karanlığında Varna’ya ulaşıyoruz. Otelimizin bir tren yolunun yanında yer alıyor.
Varna, 14. Yüzyıl sonlarında 20. Yüzyıl başlarına değin 600 yıl egemenliğimizde kalmış, Bulgaristan’ın ikinci büyük liman şehri. Bir milyona yaklaşan nüfusu, altın kum plajı, ve 6 üniversitesi ile hala görkemini koruyor. Ünlü Doğu ekspresi yolu üstünde yer alıyor. Osmanlı döneminden kalan yapılar, tarihi camiler ve sosyalist dönemden sıra sıra soğuk yüzlü dev bloklarla değişik bir görüntü sunuyor. Yeni kuşaklar en çok Nazım’ın özlem yüklü şiirlerinden tanıyor Varna’yı.

Kırcali
Bir geceyi yırtar gibi sınır güvenlik denetimini aşıp Bulgaristan topraklarında oluyoruz.
Yeşil düzlükler, ekili tarlalar, bitek topraklar, cetvelden çıkmışcasına uzanan dümdüz uzanan ovalar.
Rodopların en güzel kenti olan Kırcali’deyiz. Halkının yüzde doksanını Türkler oluşturuyor ve bu yüzden Türk partisi, Hak ve Özgürlükler Partisinin en güçlü merkezi durumunda. Bir Balkan türküsü yankılanıyor: “Aman bre deryalar, deryalar, biz nişanlıyız!”
Hak ve Özgürlükler Partisi bölgeden beş milletvekili çıkarıyor.
Arada ırmağı buradan geçip Meriç’e ulaşıyor. Halk geçimini tütün ekimi, hayvancılık ve Avrupa ülkelerinde çalışarak sağlıyor. Tüm bu yeşil bitek topraklara karşın halkın yarısı yoksul. Genç kuşak tarım hayvancılık, orman işçiliği gibi yorucu beden işleri yerine, daha güvenceli teknik işler ve bürokrasi alanında çalışmayı yeğliyor. Alevi gençler eğitime önem veriyorlar, meslek okullarına, üniversiteler yöneliyorlar.
Kırcali Otogarı Türk otobüsleri ile dolu. Türkiye’den gelip gidenler oldukça çok.
Alevi dostlar Kırcali’de arabamızı karşılıyor, bizim arabaya biniyorlar. Yolculuğu onlarla birlikte sürdürüyoruz.
Bir yanda kör bir tren yolu görüyorum. Geçmişin en güvenli ulaşım aracı yolu şimdi ölüme bırakılmış bir yaşlı gibi bir kıyıda duruyor.
Pırıl pırıl suyu ile Arda, Bulgar düzlüklerinde dingin akışını sürdürüyor.

Sürmenler
Otobüsümüzde bize eşlik eden Sürmenler köyü muhtarı coşku dolu bir bayan. Balkan Türkçesine özgü ağız özellikleri ile dolu dolu yol boyunca bilgi veriyor. Türkiye Türkçesindeki ö sesleri ü’ye, o, sesleri u’ya dönüştürerek konuşuyor.
Yanından geçtiğimiz köydeki boş evlerin nedenini soruyorum. Bayan Muhtar, 1989 zorunlu göçünde Türkiye’ye gidenlerin evleri olduğunu söylüyor. O dönemde köyden Türkiye’ye 40 ev göçmüş. Şimdilerde geri dönüşler başlamış., ama henüz gidenlerin tümü geri dönmüş değil.
Sürmenler tümüyle Alevi Bektaşi köyü. Balkan Aleviliğnin Türkiye Aleviliğinden ayrılan birtakım ilginç özellikleri var. Özellikle Alevi sözcüğü pek bilinmiyor. Halk kendisini Bektaşi ya da Kızılbaş olarak adlandırıyor. <Kızılbaş sözcüğünde Türkiye Türkçesindeki anlam kötüleşmesi yok.
Kırcali yöresinde Alevi örgütlenmesi, doksanlı yıllarda Kemal Baba öncülüğünde başlamış. Günümüzde Bektaşi ve Kızılbaş olarak kendini tanımlayan halk kendi kimliğine ve kültürne sahip çıkıyor. Cemler yapılıyor, adak kurbanları şenlere dönüşüyor, bağlamalar çalınıyor, semahlar dönülüyor. Şimdilerde Bulgaristan’da Türk kimliği yanında bir de ulusal Türk kimliği arayışı var. Alevi inancını Sünnilikten ayıran en önemli ayrımlardan biri, Sünni inançta bireysel tapınım yapılabiliyor. Ama Alevi inancında tapınım bireysel olmuyor, tolum gerekiyor.
Sabah aydınlığında otobüsümüz, ovalarda ilerliyor ve sabah kahvaltısını Mestanlı köyünde yapıyoruz. Mestanlı yeni yapı evlerle dolu. Ünlü halterci Naim Süleymanoğlu bu köydenmiş.
Balkanlarda göreceğimiz ünlü inanç merkezlerini görme gerilimi içinde Kuzeye doğru yolumuzu sürdürüyoruz. Mestanlı’yı Kırcali’ya bağlayan karayolu iki aracın zor geçebileceği ölçüde dar, ince bir şerit. Bulgaristan’da doğanın Türkiye’den daha iyi korunduğunu anlıyorum. Türkiye de böyle düz alanda yolun genişletilmesi içten bile olmazdı. Basık tepelerin yamaçları kısa ağaçlarla örtülü. Bol bol üzüm bağları ile kaplı alanlar yanından geçiyoruz. Yol kıyısında tellerle çevrili bir alanda ilk inanç merkezi ile karşılaşıyoruz.

Ballı Baba Yatırı
Ballı Baba yatırı olarak kutsanan uzam, yol kıyısına gömülmüş bir derviş mezarı konumunda bir yer. Herhangi bir tekke, ev yok. Gelip geçen yolcuların, uğur olsun diye niyaz ettikleri sahipsiz mezarını anımsatan bakımsız bir türbe. Çevre Alevi köylerden oldukça uzakta. Yalnızca adı biliniyor.

Elmalı Baba Tekkesi
Elmalı Baba Tekkesi, Güney Rodoplar’da en etkin tekke konumunda. Tekke, yerleşim merkezlerinden oldukça uzaklara kurulmuş bir dağ manastırını anımsatıyor. Çevre ağaçlık ve ekili alanlarla kaplı. Tekkenin yer aldığı basık tepeden tarlalarda çalışan köylüleri görüyoruz. Tekkenin bahçesinde büyük bir dut ağacı yükseliyor.
Aleviler, Elmalı Babayı, ad çağrışımı nedeniyle, Antalya Elmalı’da tekkesi bulunan Abdal Musa ile ilintiliyorlar, ancak tarihsel olarak ikisi arasında herhangi bir bağlantı yok.
2. Mahmut’un Yeniçeri ocağını kapatması ile baskı sonucu tekke camiye dönüştürülmüş. Çevre köyler Alevi olduğu için işlevsiz kalmış, biraz baskı biraz da kitlesiz kalması sonucunda yıkılmış. Yakın dönemde Alevi kimliğinin yeniden uyanışı ile Tekke yeniden onarılmış. Şimdi bir cem odası, kurban kesim yeri, mutfağı ile şirin bir Alevi tekkesi konumunda. Aleviler, tüm Balkan Alevilerinde olduğu gibi, pazartesi ya da Çarşamba günleri bu tekkede bir araya geliyorlar. Bölgedeki Alevi köylerine yeni bir kan damarı olmuş.
Bize bütün yolculuk boyu eşlik edecek Veysel Bayram’a Balkan Aleviliği üzerine kimi sorular soruyorum. Veysel Bayram’da “Balkanlarda Anadolu Aleviliğini unutun” yanıtı ile karşılaşıyorum.

Sofya
Sofya’yı bu ikinci görüşüm. 1973 yılında Sofya geniş temiz caddeleri rahat, insanların biraz da ürkek yaşadıkları bir şehirdi. Şimdi çok şey değişmiş. İnsanlar umursamaz bir serbestlik içindeler. Öyle ki şehrin girişinde yalnız ince don ve sütyenleri ile gezinen bir yığın genç kadın görüyoruz. Bir yüzme havuzu mu var bu kıyılarda diye kendi kendimize soruyoruz ki, gülünç bir yanıtla karşılaşıyoruz. “Serbest seks işçileri. Vergisiz kazanç.” O boş geniş caddeler otomobilden geçilmiyor. Trafik tam bir kaosa dönüşmüş. Kent trafiğine girmek bir batağa saplanmak gibi korkunç. Bir saat gezme molası verilmek isteniyor, ama bu trafiğe girildiğinde kimse ne zaman geri dönüleceğine bilmiyor. Bu yüzden Sofya trafiğinin pek dokunmadığı bir lokantada öğle yemeğini yiyip Makedonya’ya doğru yola koyuluyoruz. Akşamın ilerleyen saatlerinde Makedonya sınırlarını geçip Üsküp’e doğru yolculuğu sürdürüyoruz.

Kalkandelen Sersem Ali Baba Dergahı
Bektaşilik, Balkan halkları arasında en çok Arnavutlar arasında yayılmış. Toplam Arnavutların yarısından çoğu Bektaşi yoluna inanıyorlar. Son dönemlerde yapılan Alevilik sempozyumlarına Bektaşi babalar, Arnavut araştırmacılar giderek çoğalıyor. Bir iki yıl önce Gazi Üniversitesi Hacı Bektaş Araştırma Merkezi denetiminde Üsküp’te yapılan toplantıya da bir dizi Avnavut araştırmacı katılmıştı. Bunlardan birinin bildirisi Şamsettin Sami konusundaydı. İlk Türkçe sözlük olan Kamusu Türki yazarı bu büyük insanı “Arnavut kültürüne de büyük katkısı olmuştur” diye Bektaşi olduğunu da söylüyor, övüyordu.
Şemseddin Sami gerçekten Bektaşi miydi? Bektaşi ise yazdığı sözlükte ilk kez Kızılbaş sözünü böylesine ilkel, ağır sözlerle açıkladı? (Kızılbaş sözü ilk bu sözlükte, halk arasındaki utanç verici tanımı ile açıklanır.) Bektaşi olduğu için Kızılbaşlığı bilmiyor muydu? Yoksa bütün yaşam boyu ev hapsinde İstanbul’da yaşadığı için, konudan tümden mi habersizdi?
Bütün bu sorular bir yana, Arnavut Bektaşiliği, Anadolu Bektaşiliğinden ve Kızılbaş törelerinden farklı özelliklere sahiptir. Öncelikler ayrı bir örgütlenme düzenine sahiptir. En üst onumda bir dede baba bulunur. Buna bağlı dedeler, babalar silsilesi birbirini izler. Din adamları olan babaların dereceleri ve bu derecelere göre giysileri vardır. Din adamı olma yolunu seçenler evlenemezler. Evlendikten sonra din adamı olmak isterlerse, eşi ile cinsel ilişkileri kopar. Yalnız bacı kardeş olurlar.
Kalkandelen Sersem Ali Baba Dergahı postunda oturan, baba Mondi Baba ile bu yasağın nedenini sorduğumda “Bu Tanrı yolu. Bir kişi ya günlük zevlerin yolunu seçer, ya da Tanrı yolunu. Bu yolu seçersen, bu tür zevkler biter” anlamında bir yorumda bulunmuş, Drgahta uzunca süredir baba olmak için dinsel eğitim düzenine giren ve “Derviş” konumunda bulunan uzun boylu Abdülmuttalp’i gösterdi. “Eskiden evli idi. Şimdi eşi ile yalnızca bacı kardeş.
Makedonya topraklarındaki en büyük Bektaşi dergahı olan Sersem Ali Baba Dergahı, Osmanlı dönemine dayanıyor. Geniş bir bahçe içinde bir dizi binadan oluşuyor. Geçmişte zaman zaman kapatılmış, sonra izin verilmiş yeniden açılmış. Sosyalist dönemde de yasaklanmış. Tüm bu baskılara karşı, hep ayakta kalmış. Son açılışı Yugoslav iç savaşından sonra. İç savaştaki çatışmalarda binanın aldığı kurşun yaralarının izleri hala duvarlarda. Şimdi dingin Makedon Cumhuriyetinde kendini toplamaya yeniden canlanmaya çalışıyor.
Her inancın bir kutsal dili bulunur. Bu Sünnilik için Arapça, Hırıstiyanlık için Latince, Budizm için Sanskritçe, Şiilik için Farsça, Alevilik için Türkçedir.  Şimdi bana Alevilik ve Şiilik Müslümanlık değil mi gibi bir soru gelebilir. İnançlar insanların bilincinde tomurcuklanan çiçeklerdir. Birey o inancı kendi belleğinde canlandırır. Şiilik ve Alevilik, kendisini –her inançta olduğu gibi- en doğru İslam sayar, ama bunlar ulusal inançlardır. Şiilik teolojisini oluşturmayı başarıp Ulusal bir mezhep olarak ortaya koymuştur. Anadolu Aleviliği ise devlet baskısı altında böyle bir teolojiyi kuramamış, bastırılmış bir kimlik sorununa dönüşmüştür.
Bektaşilik için başat dil Türkçedir. Türkçe bilmeden Bektaşi tören ve ilkelrini yeterince yorumlayıp cem töreni yürütemiyorlar. Ne var ki, Arnavut Bektaşiler yılların kopukluğu içinde Türkçeyi unutmuşlar. Sözgelimi şu anda Sersem Ali Baba Dergahı babası Mondi Baba ile ben tercüman aracılığı ile konuşabiliyorum. Şimdi Bektaşiliğin yeniden canlanma evresinde Arnavut Bektaşileri bu kopukluğu kapama çabası içindeler. Türkçe öğrenmesi ve Bektaşilikle ilgili araştırmalar yapmaları, için Türkiye’ye öğrenci yolluyorlar. Türkoloji bölümlerinde eğitim yapmasını sağlıyorlar. Şu yakınlarda Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türkoloji bölümüne iki öğrenci yollamışlar.
Kalkandelen Sersem Ali Baba Tekkesine 50-60 metre uzakta Osmanlı döneminden kalan bir cami var. Cami de işlevini sürdürüyor. Ne var ki, Almanya’da bir dönemde etkin olan bağnaz bir Müslüman cemaati, bunalımlı iç savaş kargaşası sonrasında gelip Sersem Ali Baba Dergahının bir bölümünü işgal etmişler. Mondi Baba’nın çabaları bir türlü sonuç vermiyor. Bir türlü bu konutları bırakmıyorlar. Bektaşi dergahına gelen ziyaretçilere düşmanca bakıyorlar.Bizim Türkiye’den gelişimizi kendilerini ziyarete geldiğimizi sanıp seviniyorlarsa da durumu anlayınca kaşları çatılıyor. Parmakları ile Mondi Baba’nın oturduğu evleri gösteriyorlar.
Dergah’ta bir kurban kesip Mondi Babanın yönettiği Bektaşi Cemine katılıyoruz. Yılların kopukluğu içinde oldukça çok öge kaybolmuş Sersem Baba Dergahında. Mondi Baba ezgi ile Arnavutça gülbenkler okuyor. Uzun bir sofranın iki yanına dizilmiş, anlamadığımız gülbengi dinliyoruz. Arada Hacı Bektaş, Hazreti Ali, Hüseyin adları tek anladığımız sözcükler. Herhangi bir çalgı aygıtı –şimdilik- kullanılmıyor. Yılların kopukluğu içinde bağlama çalınmıyor. Semah dönme de unutulmuş. Gülbenkler okunarak başlayan dinsel tören, kurbandan önce içilen dem olarak algılanan şarapla sürüyor. Dedenin hemen önündeki basık yer iskemlesinde oturuyorum. Mondi babanın dem içme iznini sırasında Sünni kökenli konuklar, sanki içki meclisindekiymiş gibi kadeh tokuşturmalarını garipsediğini anlıyorum. Sıra bana gelince –Bektaşi usulünce- önce onun kadeh tutan elini öpüp sonra demi içiyorum. Sünni dostlar yaptıkları gafı anlıyorlar. Öğle sonrasına değin süren tören başladığı gibi sevgi ile kapanıyor. Mondi Baba bizi Dergahın kapısına değin yolcu ediyor. İçilen demlerin hafif esrikliği içinden biraz da mahsun ayrılıyoruz.

Ohri
Strugaile Ohri Makedonya’nın en güzel kentleri. İkisi de Bir kıyısı Arnavutluğa açılan Ohri Gölü kıyısında yer alıyor. Akşamı ulaştığımız Struga’da Ohri gölü kıyısındaki Dream Otelinde nefis bir uykudan uyandım. Günlerin yazma uğraşı içindeki yolculuğu iyice yormuş.  Kahvaltı salonu Ohri gölünün kıyısında uzanıyor. Gölün garip bir düzeni var. Gölün suları uzaklarda bir yerde denize doğru boşaldığı, bu yüzden sürekli su akımı olduğu söyleniyor. 230 metre uzanan derinlikte iki yüzü aşkın balık türü yetişmesi ile dünyanın incilerinden biri. Günümüzde Unesco Dünya kültür mirası içine almış, koruma altında.
Göle akan ve bizim kaldığımız otele adını veren ilginç bir ırmak var. Dream Irmağı.
Ohri incisi ile dünya çapından ünlenmiş. Ohri Gölü bu doğal incilerin kaynağı.
Ohri Kalesi, dev Ayasofya Kilisesi ile bir tepe üzerinde bulunuyor.
Osmanlıdan kalan seyrek anılardan biri eteklerde yer alan Halveti Camisi. Caminin bahçesindeki mezarlara göz atıyorum. Şehit subay mezarları, Halveti imamlar ve saygın eşraflar. Mezarlar arasında Şefir Bey adlı bir subayın mezar taşını okuyorum. Camide görev yapan Osman Hoca’dan cami üzerine bilgi alıyorum.
Ohri Türk tarihinde saygın bir ilericinin doğum kentidir.  İttihat ve Terakki örgütü kurucusu Dr. İbrahim Temo, Ohrilidir. Doğduğu evi, mahallesini soruyorum, bilip tanıyan yok. Osmanlı Devleti parçalandıktan sonra Romanya’ya yerleşen Temo’nun Mecidye’de oturduğu ev koruma altına alınmış. Romanya gezisinde evinin ve mezarının görüntüsünü daha önce aldım. Ohri’de yalnızca ondan bir anı arıyorum.
Ayasofya Kilisesine doğru gezerken dar sokaklarda kara giysili rahiplerle karşılaşıyorum. Başlarında kara şapkalar, üzerlerinde siyah uzun etekli cübbelerle komik bir görüntü sergiliyorlar.
Ohri’den Hırstiyanlar için Aziz Noam, Alevi Bektaşiler için Sarı Saltık türbesine doğru yola çıkıyoruz. Sağımızda Ohri gölü, solumuzda yemyeşil ormanlarla kaplı Makedonya dağları uzanıyor. 

Sarı Saltık Tekkesi
Makedonya’da yıllarca Sarı Saltık Tekkesi olarak görev yapan bu külliye dışarıdan bir şatoya benziyor. Yüksek taş duvarlarla kuşatılmış bir bahçe içinde yer alıyor. İçerideki yapılarla ve tüm konumu ile İslam öncesine dayandığı açıkça belli oluyor. Gerçekte Hırıtiyanlıkta Aziz Noam Manastırı. Makedonya toprakları, Hırıstiyanlığın Avrupa’da eski yayılım alanlarından biri. Bu konumu nedeniyle Hırıstiyan kültürünün birçok önemli kalıtını barındırıyor.
Sözgelimi, Slav yazısını bulan iki papaz Kiril ve Methot Makedonyalı. Makedonya halkı Büyük İskander’e uzanan böylesine derin tarihleri ile övünç duyuyor.
Ohri şehrine adını veren Roma’dan kaçan Aziz Ohrid de bir papaz.
Günümüzde Makedonya’ta Türk sayısı çok azalmış. Çok renkli insan mozaiğini bir arada tutan Tito döneminde yayınlanan Türkçe Birlik Gazetesi, Necati Zekeriya’nın edebiyat dergisi yok.  Üsküp Meydanında Yahya Kemal Üniversitesi gibi bir tabela ile karşılşıyoruz. Soruyoruz kim kurmuş bu üniversiteyiz? Yanıt Fetullahçılar oluyor.
Fetullah, Fetullah, 21 Türkiye’sine biçim veren bir ad. Bir dönemin umut taciri Ecevit de hakkında övgüler dizmişti. Şimdi bu akım daha geniş ufuklara ulaşmış. Gökte Allah, yerde Fetullah. Yoksa, İran’da Selçukları yıkan Haşhaşin Hasan Sabbah mı? Kim? Boyutu ne? Yanıt: Din alimi. Bu alim sözünün ardından, acaip giysiler içinde bir yüz beliriyor: Saidi Nursi.
Dünyanın üç yüze yakın ülkesinde okullar açıyor, Türkiye’de üniversiteye hazırlık dershanelerini elinde tutuyor.

Sarı Saltık Dergahı’nda şahane renkleri içinde tavus kuşları ile karşılaşıyoruz.  Alevi Bektaşi
Geleneğinde erenlerin kuşlarla özdeşleşen sembolleri vardır. Söz gelimi Ahmet Yesevi’nin sembolü turnadır, Hacı bektaş’ın sembolü güvercindir, Hacı Tuğrul’un sembolü şahindir. Buna benzer biçimde Hırıstiyanlıkta da sembollerle karşılaşıyoruz. Tavus kuşu özgürlük simgesi olarak Aziz Noam’ı anlatıyor.  Bu çok renkli doğa güzeli kuş Dergah’ın çeşitli yerlerinde gözüküyor. Bir ikisi bahçede geziniyor, biri duvar üstünde dinleniyor. İnsanları yadırgayıp kaçtıkları yok. Kıyıda köşede gezinen bu doğa harikası kuşun görüntülerini alıyoruz.
Eski dönemlerde tekenin suyunu sağlama amacı ile kullanılan kuyu, behçede eski bir anı olarak korunuyor. Şimdi bir tür kutsal su olarak ziyaretçilerce içilen su.
Aziz Noam’dan Sarı Saltık’a, ad değiştirerek uzanan hemen her dönemde insanlarca kutsanan bu uzam şimdi gezginlerin görmek istedikleri güzel bir köşe durumunda. Uzak alanlardan gelen gezginler Makedonya dağlarında yer alan bu eski Manastırı görmek için geliyorlar. Bana Tepedelenli Ali Paşa’nın ilk çıkışında sığındığı dağ manastırını anımsatıyor.


Resne
Ohri’den Resne’ye uzanan ince dağ yolu boyunca kıyılara serpilmiş gösterişli evlerle karşılaşıyoruz.  Dağ gölleri, geçmişte bataklıkları anımsatan alanlara yerleşim birimleri kurulmuş. Makedonya dağları arasında yeşil vadileri oluşturuyor. İnce dağ yollarının içinden geçtiği köylerde, haçlı kiliselerle karşılaşıyoruz.
Resne, incisi ve çukolatası ile ünlü. Makedonya çikolatası fabrikası yakınlarda kapanmış.
Osmanlı tarihinde önemli yeri olan ve geçmişte nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan kentte şimdi 2000-2500 Müslüman nüfus kalmış. 1908 Devriminin iki yıldızından biri olan Yüzbaşı Niyazi Beyin kenti. Hürriyet Kahramanı Resneli Ahmet Niyazi Bey, 2. Meşrutiyet yıllarında yanından hiç ayırmadığı geyiği ile ünlenmiş. 1873 Resne doğumlu Ahmet Niyazi Bey, Balkan Savaşı sırasında Avlonya limanından vapurla İstanbul’a ulaşmak isterken 1913’te öldürülmüş. Resneli Niyazi Beyin evinde şu an Makedon bir aile oturuyor. Evin yakınlarında Osmanlı’dan kalan görkemli bir yapı seramik müzesi olarak kullanılıyor. Türkiye’den gelen konuklar, konağın bahçesinde boy boy görüntü alıyorlar.
Osmanlı döneminden kalan beyaz bir cami işlevsiz süzülüyor.
Makedonya’dan hüzünlü görüntüler bunlar.

Pelister Dağı, 2300 metre yüksekliği ile Makedonya’nın en yüksek dağı. Makedonya topraklarındaki tek Türk ve Bektaşi köyü olan Kanatlar köyü bu darın kuşattığı Ploganya ovası ortalarında yer alıyor. Kanatlar ve bir iki Arnavut köyü dışında, ovayı dolduran tüm köyler Makedon. Plagonya ovası bitek Makedon toprakları. Bu verimli topraklarda halk geçimini tarımla sağlıyor. Makedonya’nın bir anlamda buğday ambarı. Önemli yerleşim merkezleri bu ova üzerinde kurulmuş.
Üzerinde yer alan Pirlepe, tütünü ve komiği İterpeo rali makro ile ünlü. Tütünü, Birası ve acıklı türküleri ile içsavaşta da acıklı olaylara sahne olmuş.
Sağda Prespe gölü Makedonyanın 2. büyük gölü.

Kanatlar
Kanatlar, Makedonya topraklarındaki tek Türk- Bektaşi köyü.  1500-1600 kişinin yaşadığı köyün tüm halkı Türklerden oluşuyor.  Eski dönemlerde Makedonlar da yaşarmış. Beş on Makedon aile de yakınlarda köyü bırakıp gitmişler. Köy halkı tarım ve hayvancılıkla geçiniyor. Tüm dünyada olduğu gibi yeni doğmuş Makedon cumhuriyetinde de işsizlik en önemli sorunlardan birini oluşturuyor.
Plagonya ovası üzerinde yer alan şirin Kanatlar köyü halkı da işsizlikten yakınıyor. Devlet yönetiminde iş alamadıkları için üzülüyorlar. Makedonların kendilerine ayrımcılık yaptığından yakınıyorlar. Asker ve memur olma ile sınırlı Türk meslek geleneği, Makedon topraklarındaki Türkler arasında hala sürüyor. Sanki Osmanlı Devleti yaşıyor da, Türk bireyi devlet çarkında bir memurluk kapmak istiyor.
Kanatlar köyünde iki dinsel söylence anlatılıyor. Köyde Dikmen Baba ve Kurt Baba adlı iki eren tekkesi var. Bunların olağanüstülüklerle yüklü öyküleri halk belleğinde yaşıyor.
Dikmen Baba, Makedonski Brod’da türesi bulunan Hıdır Baba’nın müridi olmuş. Yıllarca onun hizmetinde çalışıp eğitiminden geçmiş. Sonra ondan el alarak, yeni bir yerleşim birimini aydınlatma görevini üstlenip yola çıkmış. Uçarak geldiği köye bu yüzden Kanatlar adı verilmiş. 14. yüzyılın ikinci yarında geldiği bu köyde Müslüman ve Hırıstiyan halkın güvenini kazanır. Ölümünden sonra kutsanan türbesi yeni mucizelere neden olur. Sözgelimi 1. Dünya savaşı sırasında Almanlar bu yöreyi işgale girişirken Dikmen Baba mağarasına ateş ederler. 40-50 top mermisi patlamaz. Almanlar bunun nedenini sorarlar ve Dikmen Baba’nın ermiş olduğuna inanırlar.
Kurt Baba söylencesi ise başka olağanüstülüklerle süslü. Kurt Baba’nın öyküsünü, Kurt yer. Bunun üzerine Kurt Baba kurdu yakalayıp öküzün yerine koşar. Süleyman Peygamber gibi kurdu kuşu buyrumu altına aldığı için Kurt Baba adı ile anılır.
Ve biz, bir Haziran günü öğle sonrasında, güneşin batmaya hazırlandığı saatlede, Kanatlar Köyünün üst başında yer alan Kurt baba Türbesi önünde Makedonya’da bıraktığımız soydaşlarımızlayız. Türbenin önünde boylu boyunca köy mezarlığı uzanıyor. Eski yazı ve yakın dönemde yeni yazı ile yazılmış mezar taşları ile dolu mezarlık ayrı bir hüzün veriyor insana. Mezar taşlarına adlar Makedon ağız özellikleri korunarak yazılmış. Hasan oğlu “Asan olu” biçimine dönüşüyor.
Türbenin yakınına yapılan bir cemevinde halk dinsel törenlerini yapıyor. Köyde iki baba bulunuyor. Fakat azınlıkları kemiren en sinsi sayrılık kanatlar köyünü de kanatları içine almış. İki baba birbirine dargın. Birinin bulunduğu ortama öbürü gelmiyor. Bu yüzden köyde ikilik var.
Tüm bunlara karşın, Türkiye’den konuk gelişi köyde bir bayram havası yaratıyor. Çocuklar, gençler, kadınlar cemevine akın ediyorlar. Altın saçlı, çakmak çakmak mavi gözlü çocuklar, Türkiye’den gelen konuklara Ata’larının görüntüsünü anımsatıyor. Aramızdaki kadın arkadaşlar “Aman Tanrım, Atatürk’ün gözleri, Atatürk’ün gözleri diye” çocuklara sarılıyorlar. Ellerinden gelse o gözlerde eriyecekler. Bu tabloları görüntülemeye çalışıyorum. Aramızdaki Avukat Namık Sofuoğlu, çocuklara para dağıtıyor.
500 yıllık Türk Bektaşi köyü Kanatlar, halklar kumkuması bu geçit yolu üzerinde onurlu bir kimlik direnişinin örneğini veriyor. Hırıstiyanlar bir yandan, Sünniler bir yandan kuşatmasına karşın kimliğini korumayı başarmış. Atatürk’ün babası Ali Rıza Beyin köyü de bu yakınlarda yer alıyor. O köy Yörük Türklerin yaşadığı bir köy. Ali Rıza Beyin dedeleri ise, kan davası yüzünden mersinle Karaman arasındaki Yörük köyünden bir kan davası yüzünden kaçıp Makedonya’daki bu yörük köyüne sığınmışlar. Zaman olmadığı için Ali Rıza Beyin köyüne gidemiyoruz.
Bu Bektaşi köyünde Bektaşi töre ve törenleri olduğu gibi yaşıyor. Yılda bir kez Hıdırellez kutluyorlar. Bir alanda toplanıp ateş üzerinden atlıyorlar, semahlar ediyorlar.
Haftada bir cemevinde toplanıyorlar. Köyde yaşayan Cafer Dede posta oturuyor. Dualar ediyor, deyişler okuyor, sevgi ve birlik gülbenkleri söylüyor. Böylece sevgi birliğinde arınıyorlar.
Türkiye’ye dönen Makedon göçmenleri İstanbul Behrampaşa’da ikinci bir Kanatlar köyü kurmuşlar. Makedonya’da kalanlarsa hazin bir yalnızlık içinde yaşamlarını sürdürüyorlar.
Burada bir yürek çarpıyor… Türk kültüründen bir damla, bizden kalan bir anı,
Plagonya ovasını aşıp Türk tarihinde önemli yeri olan Manastı kentine doğru giderken yol boyu ovadaki yerleşim alanlarını soruyorum. Türk köyü Erekler giderek eriyip tükenmiş.

Manastır
Türkçe adı Manstır, Makedoncada Bitoli.
Türk tarihinde önemli yeri olan, tarihe adını Mustafa Kemal kuşağının düşleri, özlemlerini yaşatmış bir uzam.
Osmanlı döneminde 300 sokak, 70 cami, 120 dükkanı, 20 konsolosluğu, ile seçkin Makedonya kenti. Bir dönemin yıldızı olan kentte şu an iki yüzbin kişi yaşıyor. Bunun yalnızca üç bini Türk.
Elveda Rumeli filminin çekildiği Türk Çarşısında geçmişimizde izler arıyoruz.
Hamidiye sokağı kent meydanına açılıyor. Yeni cami, saat kulesi, ve üstüne çan dikilmiş yeni cami.
Osmanlı döneminden yalnızca dört cami kalmış.
Kameraman kardeşlerin evi.
Sultan Reşad’ın konakladığı iki katlı konak.
Ve Manastır Askeri liseli… Gençlik umutlarının yeşerdiği bir kültür yuvası.
Bir an duruyoruz… İlk sevdaya benzeyen, ilk acı ilk ayrılık…

Ve Mustafa Kemal’in ilk gençlik aşkı Eleni…
Mustafa Kemal, insan ötesi bir canlı değil; etle kemik bir insandı. Aşkları, sevgileri ile.
Biz onun sevgi ve aşklarına Makedonya topraklarında takılıp bir an duruyoruz.

Kemal Atatürk’e herhangi bir zamanda ve yerde!
Çok seneler geçti, ben herhangi bir gün içerisinde senden haber bekliyorum. Herhangi bir zamanda mektubumu alırsan, beni hatırla ve kağıttaki gözyaşlarımı göreceksin. Yıllar ve olaylar geçiyor, seninle ilgili çok şeyler konuşuluyor. Mektubumu okuyken, başka bir kadını seviyorsan, mektubumu kopar ve kendine sor. inanabilir misin ki Manastırlı bir Eleni Karinte, bir günlük tanıdığı ve aşık olduğu adama bütün ömrünü harcamıstır? Ve benim seni sevdiğim kadar, o kadını o kadar seviyorsan, seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni istiyorum.
Döneceğini beni unutmayacağını biliyorum. Babam vefat etti. Beni senden ayırdığından tam bir yıl geçti. Beni kapattı ve bir ay çıkmama izin vermedi. Ağlamadım, biliyorum ki, kilitleri ve hapisleri boşuna harcadı. Beni evlendirecekleri adamı sadece bir kez gördüm ve kendisi bana onu sevip sevemeyeceğimi sordu. Ben de kendisine “Hayır, ben sadece ilk aşkımı seviyorum” dedim. Ve bir daha kendisini görmedim. Babam beni hiçbir zaman affetmedi.. O zamanlardaki gibi güzel değilim… Tüm ömür bir gün içerisinde!
Ebediyen seni seven ve bekleyen, senin Eleni Karinte.

Paylaşılamayan Başarı…
Başarısızlık öksüz çocuktur. Kimse sahiplenmez.
Bu sözle benim değil, Alman sosyal demokrat Willi Brant’ın.
Yanya yakınlarındaki sınırı geçtiğiniz anda karşıda bir İskender yontusu ile karşılaşırsınız. İskender, Makedonyalı İskender. Şimdi Yunan sınırları içinde sahiplenilen İskender. Kimin bu İskender.
Büyük Yunan uygarlığını yaramış halkın mı yoksa vahşi Makedon halkının mı?
Bir başarı olduğunda herkes sahiplenir ama, Başarsızlığa kimse sahiplenmez. Başarısızlık öksüz çocuktur.
Makedon topraklarını aşıp Yunan sınırlarına gelip de Büyük İskender’in dev yontusu ile karşılaştığımda bu duyguları yaşıyorum. Makedon halkına ve devletine karşı çıkan dev Yunan uygarlığı böyle bir bunalım yaşıyor. Uygarlık mı? Savaş mı? İkisi de.
Makedon devletinin kurulmasını da istememişlerdi Yunanlar. Makedonlar Yunanistan topraklarında hak iddia ediyorlar. Nereler diye sorduğunuzda Selanik ve Doyran şehirlerinin adını söylüyorlar.
Sınırların kalktığı Avrupa’da insanlar yeni sınırlar peşinde koşuyorlar.

Selanik
Balkan Alevi ocakları gezimizin son durağı Kızıldeli Tekkesine gelmeden Selanik’e uğrayıp Atatürk evini ziyaret ediyor, boş bol görüntü alıyoruz. Resimlerden tanıdığımız binanın yanında  Türk konsolosluğu bulunuyor.
Selanik deniz kıyısında nefis bir kent. İzmir’iri anımsatıyor. Bir dönem Türk aydınlanmasına yön vermiş kentte İttihatçıların toplandıkları gazinoyu soruyorum, kimsenin bildiği yok. Yine kubbede kalan hoş seda imiş.
Ve Kavala üzerinden, Dimetokaya geçiyoruz.

Kavala
Mehmet Ali Paşa’nın konağı tüm Kavala’ya hakim bir tepe üzerinde yer alıyor. Evin yanında at üzerinde büyük bir Mehmet Ali Paşa yontusu yükseliyor. Bronz heykelin biraz ilerisinde bir kilise bulunuyor. Mehmet Ali Paşa konağının bir ucu Taşoz tarafına bakıyor. Konağı yakınlarda Mısırlı bir zengin satın almış. Şimdi kapıda Mısır ve Yunan Bayrağı yan yana dalgalanıyor. Son firavun’un ruhu şu an mutlu mu, bilinmez.
Mimar Sinan’ın yaptığı su kemeri de Kavala’nın önemli tarihsel kalıtlarından

Sarışaban ya da Hristopoli
Mübadele’de Samsun yüresinde yaşayan Rumlar bu köye yerleştirilmiş. Eski adı Sarışaban olan köy, şimdi Hristopoli olarak adlandırılıyor.
İskece, Türm halkı Türk olan yerleşim birimi. Kurabiyeleri ile ünlü.

Kızıldeli Tekkesi
Uzun yolculuğun sonlarına yaklaşıyoruz. Saatin 12 ikiye yaklaştığı sırada otobüste uykudan uyanıyorum.  Souflu yol ayrımı göstergesini okuyorum. Kızıldeli Tekkesine doğru ilerliyoruz. Adak kurbanları için önceden telefon edilmiştir. Biz vardığımızda kurbanlar pişmiş olacak.
12.20 Souflu’dayız. Soflu ipekleri ile ünlü. Bu şirin yerleşim biriminde otobüs durduğunda yolcular aşagı iniyorlar. Yol boyu Yunan kardeşler sandalyelere oturmuş kahvelerini içiyor, sigaralarını tüttürüyorlar. Köy meydanını dut ağaçları süsülüyor. Yaprakları el gibi. İpek böceğini besleyen etli yapraklar.
Yol arkadaşlarımızdan bir “Bursa Türkiye’nin ipek cenneti idi. Önce dut ağaçlarını kesip bton yığınlarını diktik. Şimdi başka ülkelerdeki küçük merkezlere hayranlık duyuyoruz” diye söylendi.
İpek böceğini öldürmek.
Çetin Altan’ın Büyük Gözaltı romanını anımsattı bana. Romanın sonunda kahraman ipek elde etmek için böceği öldürdüğü için suçlanır. Biz ise bina yapmak için öldürdük.
Mandra’ya giderken dar köy yonundayız. Solumuzda Kızıldeli çayı uzanıyor. Kızldeli Tekkesi vakıf alanı geniş bir alan.
Balkanlarda Türk yayılmasının ilk harekat üssü işlevini üstlenmiş bir merkez Kızıldeli Tekkesi. 1354 yılında Rumeli Başcı, Seyit Ali Sultan yine söylencelerle yüklü Alevi geçmişinin ilginç bir yaprağı.
Balkanlarda İslam’ı yaymak üzere Horasan’dan kırk eren gelir. Seydi Ali Kızıldeli Sultan fetih öncüzü olarak bu topraklara geçer. Kendisine Ruşenler dolayında bir alan verilir.
İki Kızldeli Tekkesi var.
Aşağı tekke Kızıldeli ırmağı yanında yer alır.

Şimdi Tekkede Kırklar kapısı bulunur. Kırk dervişin başı Seydi Ali Sultan 1380’de dergah kurulur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder