1.Bektaşiler
1.2.Müceretler
2.1.Otman Baba
2.Babalılar
2.2.Demir Baba
Çelbili Bektaşitpsürk nillselrilere
Sofiyan da denir. 1925 Öncesinde Hacı Bektaş Tekkesi dedeleri ne görülürler.
Biz bu ilk kumpas
değ,işşllklşikdwer
abagan Bektaşiler, mücerret babalara görülürler.
Tutrakan yakınlarındaki Denizli Ali Baba tekkesi bu kolun Deliorman’daki
merkezidir.
2.1.Otman
Babalılar, Haskova yakınlarındaki Otman Baba Tekkesi post sahibini ulu dede
sayarlar.
2.2.Demir
Babalılar: Razgrat yakınlarındaki DemirBaba Dergahına bağlılardır. Kendilerine
özgü özgün tören ve töreleri vardır. Kendilerini Bektaşi sayarlar, ancak ne
Çelebi, ne de Babagan kolu içinde yer alırlar.
Balkan Aleviliğinin en önemli özelliği değişik
dönemlerden, ayrı katmanlardan Türkmen boylarının karışımından oluşmalarıdır.
Bu bakımdan Anadolu Aleviliği inanç ve törenleri iç içe karışık biçimde
saptanır. Değişik katmandan özellikler dil verileri için de geçerlidir. Dilciler
bölgede konuşulan Türkçenin üç dönemin özelliğini içerdiğini bildirirler. İlk
iki katman Osmanlı öncesine dayanır. Üçüncü katman ise değişik dönemlerde
Anadolu’da yaşanan Kızılbaş kıyımlarından kaçan kılıç artıklarının dileridir.
Böylece dil de, inanç dizgesi de yoğrularak günümüze ulaşmıştır.
atlar
Yakın zamana değin yasaklar nedeniyle bir tür
ulaşamadığımız bu topraklardaki Aleviliği irdelerken balkan Aleviliğinin bu
özelliklerini bilmek zorundayız. Ve ben böylesine bir ortamda, Anadolu’da
yaşadığım cemlerin musahiplik töreni, düşkün kaldırmanın izlerini arıyorum.
Kendisi de araştırmacı lan Balkan Alevi’si Veysel Bayram’a Balkan Aleviliğinin
özelliklerini soruyorum. Veysel Bayram bilgece gülerek yüzüme bakıyor ve
“Burada Anadolu Aleviliğini unut hocam. Balkanlarda başka Alevi töre ve
törenleri ile karşılaşacaksın” diye yanıt veriyor.
Bu, bende Rumeli’ni unutmak gibi bir çağrışım
yapıyor. Rumeli’ni unutmanın acı bir anısı var. Falih Rıfkı Atay 1930’larda
yazdığı Kaybolan Rumeli gezi yazısının bir yerinde “Artık Rumeli’ni unutalım”
diye yazıyor. Atatürk’ün sofrasında bu yazı üzerine konuşulurken, bütün
çocukluk ve gençlik yılları Rumeli’de geçen Salih Bozok, gözleri yaşararak
“Rumeli’ni unutmak mümkün mü?” diye sızlanıyor.
Unutulan Rumeli’de kimliğini unutmayan
Alevilerin Anadolu ile birtakım ortak özellikleri sürüyor. Şah Hatayi’nin
deyişleri ile dinsel törenlerini gerçekleştiriyorlar. Buyruk’u inanç ilkelerini
içeren kutsal kitap sayıyorlar.
Bu ortak yanlar dışında kimi ayrılıklar var.
Sözgelimi her köyde bir baba bulunuyor. Bu Anadolulu Aleviliğindeki rehber
konumundaki hizmet sahibinin yükümlülüğünü üstleniyor. Köyde yaşanan günlük
sorunların çözümüne yardımcı oluyor. Ama asıl dinsel törenleri yılda en az iki
kez gelen babalar yürütüyor. Bunlar, yukarıda andığımız ocak zincirlerine bağlı
babalar. Ancak bu baş babaların Anadolu
Aleviliğinde ayrılan bir özelliği var. Baş babaların ehlibeyt sorundan gelmesi
gerekmiyor.
Deliorman Kızılbaşları Kasımdan Mayısa dek süren
kış döneminde her hafta haftada iki kez cem yapıyorlar. Tarla, tarım işleri
nedeniyle yaz aylarında cem yapılmıyor. Cemler Anadolu’da olduğu gibi, akşam
karanlığı bastıktan sonra başlıyor. Cemde babanın yanında iki sazcı bulunuyor.
Bunlar bağlama ile deyiş okuyorlar. Ceme katılanlar deyişlere eşlik ediyorlar.
Bu olağan cem törenleri yanında bir de özel
günlerde yapılan cem törenleri var. 6. Mayısta yapılan Hıdırellez cemi bunlar
içinde en önemlisi. Hızır- İlyas Bayramı olarak kutlanan bu günde gündüz toplu
eğlenceler yapılıyor. Ateş üzerinden atlanıyor. Bu Hızır-İlyas bayramı
öncesinde Kafirler Perşembesi denen bir bayram daha var.
Hızır-İlyas söylencesi gerçekte eski Ön Asya
mitolojisine dayanıyor. Hırıstiyanlık üzerinden Aleviliğe geçmiş. Kökeni
Gılgameş söylencesine uzanan ve Yahudi inançlarında yer alan bir anlatı. Zaman
içinde pek çok tarihsel kişilerle ilintilenmiş, pek çok olayla beslenmiş. Büyük
İskender’in yaşamı ile bağlantı kurulmuş. İncil’in ardından Kuran’a geçmiş.
Kökeni, bilinçli canlı insanoğlunun ölümsüzlüğü arama özlemine dayanıyor. İlk
yazılı belgelerde İlyas ile Haham Levi, -daha sonraları bu kahramanların yerini
Büyük İskender alıyor- bitimsiz yaşam kaynağı bulmak üzere yola çıkıyor.
Kur’an’ın Kefh suresinde yeni bir bireşimle sunulan öykünün özü bu.
Balkan Alevilerinde Hızır-İlyas cemi ile
haftalık cem törenleri kapanıyor. Bu yılın sonu cemi oluyor.
Haftalık cem törenleri güz sonunda yapılan toplu
kutlama ile başlıyor. Anadolu’da yapılan birlik cemlerini anımsatan bu derleniş
cemi 8 Kasımda yapılıyor. Hırıstiyanlıktaki Saint Dimitri ayinlerinin yansıması
olan bu törende tarla işlerinin bitişi, toplumsal yaşamın başlaması gibi bir
işlev üstleniyor.
Anadolu’daki Abdal Musa cemini anımsatan geniş
katılımlı, ortak kurbanlar kesilerek yapılan cemlere maaye diyorlar. Bu tür
cemlere hazırlık işlemlerine maye yapmak adı veriliyor.
Bektaşi kolu ile Babalılar arasında kimi ince
ayrımlar bulunuyor. Bunlardan biri de dinsel tören gününe dayanıyor. Bektaşiler
Çarşamba akşamı, Babalılar pazartesi akşamı cem yapıyorlar. Bu yüzden kendi
aralarında Bektaşiler Çarşambalı, Babalılar Pazarteli diye adlandırılıyor.
Bunun dışında ulu pir tanıma bakımında da iki
kesim arasında ayrım bulunur. Bektaşiler, Hacı Bektaş’ı yolun kurucusu ve ulu
pir sayarlar. Babalılar ise Hacı Bektaş’a saygı duymakla birlikte, Denir Baba,
Kızıldeli, Sarı Saltık gibi kendi ocak büyüklerini önde tutarlar. Cemlerinde
kendi yol büyüğünü öven deyişlere öncelik verirler. Bu özellik Anadolu’daki
Bektaşi, Kızılbaş ayrımı ile örtüşür.
Bu ayrılıklar nereden kaynaklanır?
Göç olayı söylencede başka türlü geçer.
Sarı Saltık Söylencesinden uzun uzadıya söz eden
Evliya Çelebi, Sarı Saltık’ın ilahi bir görevlendirme ile Rum diyarına
yollandığını anlatır.
Büyük Türkistan Piri, Hoca Ahmet Yesevi, Rum
diyarına giden Türkleri unutmayarak, sürekli onlara yardımcılar gönderirdi.
Sarı Saltık adı ile ünlenen Muhammet Buhari’yi 700 Horasan eri ile Hacı Bektaş’a
destek gücü olarak yollarken beline tahta kılıç kuşattı. Kendisine şu öğütleri
verdi:
“Sarı Saltık Muhammet’im, Bektaş’ım seni Rum’a,
göndersin. Leh diyarında aydınlanma ışığı ol. Sarı Saltık donuna gir, o melunu
bir tahta kılıçla katl eyle. Makedonya, Dobruca’da yedi krallık yerde, ad san
sahibi ol!”
Sarı Saltık, Rum iline gelince Hacı Bektaş,
Şeyhin bu buyruğuna uyarak, Sarı Saltık’ı Dobruca’ya gönderir. Sarı Saltık o
topraklarda birçok kerametler gösterir, Bunlardan biri Oğuz Kağan destanında
Oğuz’la canavarın mücadelesini anımsatan bir öyküdür. Sarı Saltık Karadeniz
kıyısında tüm halkı perişan eden bir canavarı öldürür. Kralın kızını ejderhadan
kurtarır ve kıralı İslam’a davet eder. Birçok yeri zapt ederek halka islamı
benimsetir. Bunun üzerine Dobruca kıralı, Orhan Gaziye elçiler göndererek
padişaha boyun eğdiğini bildirir.
Söylence ile gerçeğin örtüştüğü tek nokta, Rumeli’ne
ilk Türk göçünün Sarı Saltık öncülüğünde gerçekleşmiş olmasıdır.
Anadolu’dan Balkanlara ilk Türk göçü, 1263
yılında Selçuklular döneminde Sarı Saltık öncülüğünde gerçekleşir. Moğol
yayılması sonrasında dağınık ve yorgun Anadolu ortamında yaşanır. Bizans kralı
8. Mihael, kendini güvenceye almak için, Selçuklu Sultanı 2. Gıyasettin’den Karadeniz
kıyılarına yerleşecek Türkmen göçmenler ister. Selçuklu Beyi 2. Gıyasettin
Keyhüsrev Anadolu’da kendine bağlı Türkmen boylarına el altından çağrı yapar.
Maceraya düşkün Çepni boyu bu çağrıyı hemen benimseyip yola koyulur. Üsküdar
üzerinden Rumeli’ne geçip Dobruca’ya yerleşirler. Dobruca bozkırları, on iki
bir ailelik Çepni boyunun yazın yaylağı, kışın kışlağı olur. Bu alan kuzeyde Tuna,
doğuda Karadeniz, güneyde Balkan Dağları ile çevrilidir. Tümüyle bozkırlarla
kaplı bu Bizans’ın eyaleti, eski dönemlerden beri Avrasyalı yayılma dalgaları
arasında yer alan Türk boylarının yerleşim alanıdır. 5. Yüzyılda Hunlar,
Avarlar; 6-7. Yüzyıllarda Bulgarlar, 9 yüzyılda Peçenekler ve sonra altın
sarısı saçlı Kıpçaklar bu toprakların önce zoraki konukları, sonra ev sahipleri
olmuşlardır. Tümünün yazgısı aynı olmuş, çok geçmeden Hırıstiyan dinini
benimsemişler, Slavlar ve Vlahlar arasında eriyip gitmişlerdir.
1263 göçü sırasında Dobruca iki ayrı yönden Türk
göç dalgası ile yüz yüzedir. Kara Denizin kuzeyinden gelen Moğol
İmparatorluğunun ardılı Tatarlar Altınordu devletini kurmuşlar ve Dobruca
sınırına dayanmışlardır. Onların gelişi ile Kıpçaklar yeniden Müslümanlığa
dönmüşlerdir.
Sarı Saltık’ın –yaklaşık 1293’te ölümünden sonra
Balkanlarda gelişen siyasal olaylar sonucu, Dobruca’ya göçen Türk ailelerin bir
bölümü gemilere binip Anadolu’ya döner, Karasi iline yerleşirler. Kalanlardan
bir bölümü Hırıstiyanlığı benimser. Günümüzdeki Gagavuz Türklerinin bir kolunu
oluşturan kitle olurlar.
Günümüzde Sarı Saltık türbelerinden biri Romanya
Tulca iline bağlı Babadağ kasabasındadır.
1992 sayımına göre 10500 kişinin yaşadığı kasabada Müslümanların toplam
sayısı 1155 kişidir. Ancak Türk Müslümanların sayısı 200-250 dolayındadır.
Kalanlar, Romenlerin Türk ve Müslüman saydıkları Çingenlerdir.
2009 yılında bölgede yaptığımız gezide günden
güne Türk-Müslüman nüfusun eridiğini gördük. İşsizlik giderek, bütün kasabayı
bitiriyordu. Romenler gelişmiş Avrupa ülkelerine kayıyorlar, her gün bir işyeri
kapanıyor, evlerin ışıkları bir bir sönüyordu. Amerika’da yaşayan ünlü
tarihçimiz Kemal Karpat da Babadağ kökenli. Bir Babadağ’da yalnız yaşlı teyzesi
kaldığı söylendi. Evinin Ahşap bir evin görüntüsünü aldım. Akşam kızıllığında
ahşap evin ışığı son gücünü kullanıyor gibi bana hüzün verdi. Türk Diyanet
Vakfı ilçede yer alan Gazi Ahmet Paşa camisine genç bir Türk hoca
atamıştı. Hoca bizi konuk etti. Camiye
pek gelen olamadığını, yenilerde yaşlı Çingenlerin geldiklerini söyledi. Beş
vakit ezan okuyor, sabırla camiye gelecek cemaatı bekliyordu.
Çingenlerin yaşadığı sokaklar ise ayrı bir
görüntü sunuyordu. Her ortamda ayakta kalmaya çalışan ezik Roman kimliği İslam
görüntüsü içinde direniyordu.
Alevi toplumdan ve Çepni boyundan en küçük iz
yoktu. Kimse Bektaşilerin varlığını bilmiyordu. Bir rüya sonrası 2.Beyazıt
döneminde yapılan ilk türbe, 18. Yüzyıldaki Osmanlı Rus savaşları sırasında
yıkılmıştı. Daha sonra yapılan türbe ise bakımsızlıktan yıkılmış, sonunda 1974
yılında Romen hükümetince basit bir türbe yapılmıştı. ikibinli yıllarda ise bir
Alevi zenginin desteği ile türbe yenilenmişti.
Dobruca’daki Alevi Bektaşi topluluğun 2. Dünya
savaşı sırsında oynanan sınır oyunu ile Bulgaristan toprakları içinde kalmıştı.
Romanya’da yakınlarda yaklaşık yüz bin Türk
yaşamaktadır. Bunlar üç bölümden oluşur. Üçte biri Altınordu döneminden kalan
ve baskı dönemlerinde Sovyetler birliğinden kaçan Tatarlardır. Üçta biri
Osmanlı döneminden kalan Oğuz Türkleridir, kalan üçte bir ise, doksan sonrası
Türkiye’den giden Türklerdir. Bu Türkler, başkent Bükreş dışında Köstence ve
Mecidiye’de toplu olarak yaşarlar. Babadağı ise Mecidiye yakınlarında küçük bir
yerleşim birimidir. Kasabanın bu adı Sarı Saltık’tan aldığı söylenir.
Romanya’daki Türkler arasında Sarı Saltık’a
saygı duyulmasına karşın, toplu törenler, cemler unutulmuş. Romanya
topraklarında İshakça kasabasında İshak Baba, Babadağ yakınlarında Koyun Baba, Maçin
Kasabasında İsak Baba türbeleri bulunuyor. Bunun dışında Köstence, Tulca,
Babadağ, Mecidiye’de eski Türk camileri ayakta. Süleymancılar ve Fetullah Hoca
cemaati eski camileri ele geçirmek için birbiri ile yarışıyor. Tulca Camisini
ele geçiren Süleymancıları konuğu olduk. Küçük bir Türk azınlık bulunan şehirde bir de
Türk derneği vardı. Camiyi yeniden canlandırmak isteyen genç Türk Fetullahçıların
Amerikan yandaşı olduklarını söyleyip ulusalcı bir tavır sergilemesi bizi çok
mutlu etti. (Konukseverliği ve bizi konuksever biçimde ağırlaması ve nefis
Tulca balığından sunumu için teşekkürler.)
Selçuklu dönemine uzanan ilk Türkmen göçünün yaşandığı
Romanya’da eski görkemli geçmişten pek bir şey kalmamış. Alevi Bektaşi nüfus daha
çok Bulgaristan topraklarında kalmış.
Sarı Saltık, Anadolu’da ve diğer Balkan
ülkelerinde de saygı ile anılan bir Alevi ulusudur. Türkiye’de Tunceli- Hozat,
Sarı Saltık ocağının merkezi konumundadır. Sarı Saltık soyundan geldiğine
inanılan dedeler her yıl ocağa bağlı köylerde dinsel törenlerini
sürdürürler.
Ayrıca Ohri’de Sarı Saltık türbesinin bulunduğu
büyük bir tekke vardır. (Bu tekkeye ileride değineceğiz).
Demir Baba Tekkesi,
Deliorman'da Deliorman'da
Razgrad'a 17 km .
uzaklıkta Zavet tepesi eteğinde derin bir vadi içinde yer alır. Zavet tepesi
günümüzde, Zavet tepesi üzerindeki düzlük halkın kuş seslerini dinlediği piknik
alanı. Banklara oturmuş, yaygılar üzerine bağdaş kurmuş dinlenen ailelerle
karşılaşıyoruz. Aralarında yakınlarda Türkiye’den gelmiş ithal damatlar var.
Türbenin bulunduğu
derin dere yatağına inilen bitimsiz basamaklı yılan yolda ilerlerken. Bizim
kafilede bulunan ziyaretçiler de bu zararsız boşinancı (inancın dolusu da yok
ya o da ayrı bir şey) yerine getirip ağaçlara çaput bağlıyor, dilekte
bulunuyorlar. Basmaklar arasında sekerek inerken yanımdaki yaşı biraz ilerice
bir kıza “siz de dilek ağacına çaput bağladınız mı?” diye takılıyorum ki, beklemediğim
bir tepki ile ağzımın payını alıyorum: “Siz insanların inancı ile alay
ediyorsunuz. Oysa Einstein’ın kafasına bir elma düşmesi sonucu yerçekimi
kanununu bulmuş. Şimdi ilahi güce inanmak gerekir. Evrende hiçbirşey tesadüfi
değildir.”
Bir söyleve başladı
ki, bitip tükenir türden değil. “Aman hamfendi, kimsenin inancı ile alay
ettiğim yok. Özür dilerim, yalnızca takılıp konuşmak istedim. Var nasıl
bilirsen öyle inan” diye konuşmayı kapadım. Newton ile Einstein’ı karıştıran
bayanın eğitimini merak ediyorum, iki yıllık Açık Öğretim öğrencisi olduğunu
öğreniyorum. Gecikmiş bir yaşamın mutsuz beklentisi içinde Demir Baba Tekkesine
doğru ilerliyor. Demir Baba bu beklentiye yanıt verir mi, bilmiyorum.
Tekke eski bir
tapınağının üzerine kurulmuş. Dipsiz Gölü adı verilen, derin vadi 200-300.
Metre derinlikte. Yakınlarda türbeye inen ince yılan yolun basamakları
onarılmış, ama yine de inmek öylesine kolay değil. Basamakları saymaya
kalkıyorum, yüz, iki yüz üç yüz… sayılacak gibi değil. Kıyıda bulunan küçük
ağaçlara dilek çaputları bağlanmış. Bu bir küçük çalılar, ağaçlar dilek
çaputlarından görünmez durumda. Kimileyin yelek, ceket türünden çocuk giysileri
bile asılmış. Demir Babanın söylencesel gücüne inanılarak yeni doğan çocukların
giysisi, evliliklerin uğurlu olması için gelin ve güvey giysileri bir süre
Babanın sandukası üzerine bırakılıp sonra giyilirmiş.
Çalılara, ağaçlara çaput bağlama gibi bir şamanik inanç, bütün canlılığı
ile Dobruca bozkırlarında Demir Baba söylencesi ile birleşip yeni bir boyut
kazanmış. Dipsiz Göl adı verilen bu alan yemyeşil bir vadi. Vadi içinde yer
alan tekkenin yakınında, velinin pençe vurarak kayadan su fışkırttığı kutsal
bir pınar akıyor. Türbenin yanındaki kayalar geçirgen olduğu için biraz sonra
akan su dere yatağında kaybolup gidiyor. 19. Yüzyılda bu bölgeyi ziyaret eden
gezginler tekenin beş altı değirmeni, cem odası, hizmet evleri olduğunu
bildiriyorlar.
Birçok Bektaşi ermişinde olduğu gibi Demir Baba’nın yaşam öyküsü de
sisli bir perde ardında. Tarihsel verilerle, söylencesel öykünün örtüştüğü
noktalar çok az.
Söylenceye göre, Varna’da tekkesi bulununan Akyazılı Sultan, Balkan
Hırıstiyan halka zorlamadan İslamı benimsetecek bir er istemiş. Bu görevi
yerine getirecek er kişiyi doğurması dileği ile müritlerinden Ali Dede ile Kuvancılar
köyünde yerleşik Nakşibendi şeyhi Turan Baba’nın kızı Zahide’yi evlendirmeyi
düşünmüş. Zahide’yi, Turan babadan istemiş. Babayı razı edince Edirne’den
Kanuni Sultan Süleyman’ın kızını iyileştiren Kıdemli Baba’yı düğüne çağırmış.
Sultan Süleyman’ın da katıldığı düğünde her Alevi ocağından çağrılar bulunmuş.
Böylesine görkemli bir düğünle Zahide ile Ali Baba evlenmiş. Bunların Hasan
adlı gürbüz bir çocukları olmuş. Ama Hasan bilgi, eğitimle ilgilenmeyen gürbüz
bir çocukmuş. Güreşte herkesi yere vuran bir pehlivan olmuş. Hasan Pehlivan adı
ile ünlenmiş. Osmanlı ordusuna sipahi yazılıp Budapeşte’ye gitmiş. Akyazılı
Baba-anne Zahide’den Hasan Pehlivan’ı çağırmasını istemiş. Anne Zahide’nin
ısrarı üzerine Hasan Pehlivan Budapeşte’den ayrılıp Deliorman’a doğru yola
çıkmış. Gelirken Bosna’ya uğradığında Bogomillerin İslamı seçtiklerini görmüş. Babadağ
üzerinden Batova’daki Akyazılı Sultan dergahına ulaşmış. On sekiz yıl sığır
güdüp, Kuran, tefsir öğrenerek eğitim görmüş. Otuz yıllık bu hizmet sonrasında ermişlik
düzeyine ulaşan Hasan, Demir Baba sanını alır. Akyazılı Sultan kendisine “Bu
dünyada benim zamanım doldu. Bütün bildiklerimi sana öğrettim. Bundan sonra
görevimi sen üstleneceksin” der. Sonra şu ilkeleri göz önünde tutmasını salık
verir.
“Biz şarabı yasaklamayacağız. Kadınlara ferace giydirmeyeceğiz.
Türbelere mum yakmayı yasaklamayacağız. Burada İslam’ı zorla benimsetmişler.
Buradaki Hıristiyanlar, Hz. Ali yolunu gönüllü benimsemeliler. Yoldaşlarımızın
artması için yerli kadınlarla yerli kadınlarla evlenin. Çocuklarınızı eğitin.
Buradaki insanlar bir Demir Baba bekliyor. O baba sen olacaksın. Demir Baba adı
ile ünlenip bizim adımızı yücelteceksin.
Tarihsel veriler ise biraz bulanık olmakla birlikte başka türlü
anlatıyor Demir Babayı. Sisler ardına gizli Demir Baba öyküsü Hacı Bektaş’ın
yaşamöyküsünü anımsatır. Demir Baba, Şeyh Bedrettinle birlikte Silistre'den Deliormanlara
gelmiş. Şeyh Bedrettin dervişidir. Şeyh Bedrettin ayaklanmasına katılmış,
ayaklanma ezildikten sonra izini kaybettirip münzevi bir yaşam sürdüğü Dipsiz
Göl'üne çekilmiştir.
Babailer, gelenekte 1239-1240 yıllarında Anadolu'yu sarsan Babalı
ayaklanmasına bağlanırlar. Demir Baba müritleri de bu geleneğin çocukları demek
oluyor. Demir Baba ile Babalı ayaklanması arasında 200 yıla yakın bir zaman bulunur.
Hacı Bektaş'ın yaşamı ile Demir Baba'nın yaşamında kimi koşutluk görülür.
Aşıkpaşazâde'nin anlatışına göre, Hacı Bektaş kardeşi Mintaş ile birlikte
Babalı ayaklanmasının öncüsü Horasanlı Baba İlyas'ın ateşli yandaşlarıdır. Mintaş
ayaklanmandan sağ kurtulamaz. Büyük kıyımdan kurtulan Bektaş ise münzevi bir
yaşam süreceği Sulucakaraöyük'e (bugünkü Hacıbektaş) çekilir, Halka günlük
yaşam zorluklarını yenmede yardımcı olur.
Sonuçta Hacı Bektaş da, Demir Baba da, iki ayrı dönemde iki ayrı ayaklanmanın
kılıç artığı kişilerdir. İkisi de büyük bir öncünün yönetiminde halk
ayaklanmasına katılırlar. Kıyımdan sağ kurtulurlar. Kerametler göstererek
münzevi bir yaşam sürecekleri bir yöreye çekililer. İkisi de su kaynağı bulur.
Tüm bu nedenlerle Demir Baba müritleri ile Babailer arasında kan bağı
bulunur. Hacı Bektaş’a 2. Derecede önem vermeleri bu tarihsel kırılma noktasına
dayanır. Kökende Şeyh Bedrettin’e bağlı bu kitleler Demir Baba, Sarı Saltık,
Kızıldeli’yi Hacı Bektaş’tan önde tutarlar.
Balkan Aleviliği içinde Bedrettililer ayrı bir yer tutar. Şeyh
Bedrettin'e bağlanan ocak, Balkanlarda değişik yörelere dağılmış durumdadır.
Günümüzde Bedrettin'in anısına Deliorman'da ve bütün bölgede saygı gösterilir.
Öldüğü sayılan günde, Kızılbaşlar uryan semahı denen bir tür semah yaparlar.
İnanca göre semah, Bedrettin'in Serez çarşısında çıplak asılmasını
canlandırmaya bağlanır.
Ama biz şimdi, Zavet
Tepesi eteğinde Dipsiz Gölde, Demir Baba Tekkesindeyiz. Tekkenin hemen yanında
bir taştan çağlayan Demir Baba’nın bir yumrukla çıkardığı şifalı sudan içiyor,
dilekte bulunuyoruz. Dere yatağında uzanan kayalıklarda Demir Baba’nın atının
izi bulunuyor. Çinko kaplı tekke iki bölümden oluşuyor. Giriş bölümü yedi
köşeli bir oda. Türbenin içinde bulunduğu ikinci bölüm yuvarlak kubbeli genişçe
bir salon. Mezarın başına bir hoca başlığı yerleştirilmiş. Yapı bu görünümü ile
bana uzaktan Hacı Bektaş Tekkesini anımsatıyor.
Geçmişte Demir Baba
tekkesi tüm Bulgaristan Türklerince –Hacı Bektaş Tekkesinde olduğu gibi- kutsal
bir orun konumundadır. Aleviler her yıl eylül ayı ortalarında toplu tören
düzenler. Akkadınlar, Tutrakan, Silistre
yöresindeki Alevi Bektaşiler bu toplu törenlere katılırlar. Hacı Bektaş
şenliklerini anımsatan bu törenlerde, kurbanlar kesilir, dualar edilir, semahlar
dönülür. Bu törenler 1950’li yıllara değin sürmüş. Baskı dönemlerinde unutulan
törenler şimdi yeniden canlanır olmuş.
Yörede yaşayan
dedelerden Haydar Cemil Baba’nın anlattıklarına göre, geçmişte tekkenin karşısındaki
mağaralık alana Topçu Karanası denirmiş. Burada akan suya Hatal suyu adı
verilirmiş. Tekkenin bulunduğu bu yeri, Ali Koç Baba, Demir Baba’ya mülk
vermiş. Demir baba Tekkesini buraya kurmuş. Daha sonraları tekkeyi Kara Davut
Paşa yaptırmış.
Alevi tapınımı Sünniliğe
göre birtakım zorluklar içerir. Sünnilikte kişi tek başına namaz kılıp ibadet
yapabilir. İnançsal örgüt inanç düzenine
gereksinim duymaz. Bu açıdan Aleviliğin belli zorlukları vardır. Tek başına
tapınım yapılamaz. Dedelik kurumunun el ele el hakka ilkesine göre örgütlü
olması gerekir.
Balkanlar Türkiye’den
koptuktan sonra Balkan Alevileri bu türden bunalımlar yaşamışlar. Siyasal
olaylar yüzünden Balkan tekkelerinin Hacı Bektaş, Kızıldeli, gibi tekkelerle
ilişkiler kopma düzeyine inmiş. 93 savaşından sonra Demir Baba Dergahı, Dimetoka’daki
Kızıldeli Dergahı ile kan bağını sürdürmüş, daha sonra ilişkiler güçleşince
Sücaeddin Veli Dergahı bölgeye el atmış. Tekke postnişini, hükümetle iyi
ilişkisi olan bir yakını aracılığı ile bölgeye el atmış. Buradaki Alevilerin
bir bölümü, Sücaeddin Baba tekkesine olan tepkiden Hacı Bektaş tekkesinden kopmuş.
Romanya’dan baş dede gelmeye başlamış.
Bölge Alevileri musahibe
“kafadar” diyorlar. İnanca göre evlenmeden önce nasip alınmıyor.
Cemlerde dolu içilir.
12 Hizmetin tümü
uygulanır. Hatayi, Pir Sultan, Kul Himmet, Virani’den deyişler okunur.
Semah üçleme kaz
yürüyüşü biçiminde yapılır. Bunun dışında Kiriş Arası Semah denen musahip
semahı vardır. İki çift arasında çok hızlı dönüşler biçiminde yapılır.
Hüseyin Baba
Demir Baba söylencesine
göre, kardeşi Hüseyin Baba’nın da türbesi ve tekkesi sahibi bir ermiştir.
Razgrad lablonova, Voden
Parkı, ağaçların başıboşça yükseldiği, kuşların yabani hayvanların özgürce
dolaştıkları doğal yaşamı koruma alanıdır. Yakınlarda Süleyman Selman’ın
onarttığı Hüseyin Baba türbesi bu doğal koruma alanı içinde bulunur.
Demir Baba tekkesinden
çıkan ve hemen ardından kaybolan gözesuyu, Hüseyin Baba türbesi yakınlarında
yer altı ırmağı olarak akar.
Demir Baba
velayetnamesine göre Hüseyin Baba, Demir Baba’nın kardeşidir ve aynı çağda
yaşamıştır. 2. Mahmut döneminde kamulatırılan Hüseyin Baba tekkesi Mazhar
Paşa’ya satılmıştır.
Adaköy Cemevi
Deliorman’ın en güzel
köşelerinden Adakale köyünü nüfusu giderek eriyip 4000’den 2000’e düşmüş.
Avrupa Birliğine katılan Bulgarlar Avrupa ülkelerine göçmüşler. Bu köyde 70 ev
Alevi var. Köydeki Süleyman dendin çabaları ile bir cemevi yapılmış. Şimdilerde
Alevi topluluk cemevinde bir araya geliyor, dinsel inançlarını yerine
getiriyor.
Dobruca
2. Dünya savaşı
yıllarına değin Romanya egemenliğinde olan Dobruca, savaş başında Hitler’in
baskısı ile Bulgaristan’a peşkeş çekilmiş topraklardır. Romanya kralının
Akyazılı dergahı yakınlarında Balçıkta bulunur.Anne kraliçe, bu acı olayı
kınamak için yüreğinin bu sarayın bahçasine gömülmesini vasiyet eder.
Razgrad
Otuz bin Türkün yaşadığı
Razgrad’da iki Alevi yaşıyor. Genelde köylerde yaşayan Aleviler Razgrad’a
yakınlarda göç etmişler. Bu yüzden henüz bir cem evleri almışlar. Şu yakınlarda
cemevi yeri satın almışlar. Olanak bulunduğunda cemevini yapıp cemlerini
sürdürmek istiyorlar.
Ali Koç Baba
Ali Koç Baba Niğbolu
büyük evliyası olarak bilinir. Hacı Bektaş Veli torunu olduğuna inanılır.
İnsanları Tanrı yolunda aydınlatmak görevi ile Niğbolu’da dergahını kurmuş, bu
görevini yerine getirmiştir.
Türbe keçi yolu ile çıkılan
yüksek bir tepede dik yamaçta yer alıyor. Türbeye adaklar oldukça çok olmalı
ki, altta Türk köylüler kurbanlık koyun satıyorlar. Vadide şirin bir dere
akıyor. Dere kıyısında soğuk bir pınar
çağlıyor. Sular biraz ilerideki Tuna ırmağına karışıyor. Tuna nehri burada
Romanya_Bulgaristan sınır çizgisini beliriyor. Türbenin bulunduğu tepeden
ırmağın öte geçesindeki Romanya topraklarını izliyorum.
Bölgedeki Alevileri
İstanbul’dan gelen Haydar Cemil Baba görüyor. Yıllık ibadetlerini düzenli
biçimde sürdürüyorlar.
Plevne
Günümüzde Türk halkı
arasında yalnız direniş türküsü ile adı kalan Pilevne, artık yeşillikler
ortasında bir sanayi kenti. Ne Ruslara karşı direnişin sembolü ünlü Pilevne
kalesi gözüküyor, ne de Osman Paşa’dan bir iz kalmış. Uygarlık geçmişi yutan
bir canavar. Kubbede kalan yalnızca bir hoş seda. Otobüsümüz, Pilevne’den
Sofyaya uzanan yer yer tunellerle donanmış olaganüstü güzel yolda ilerlerken,
bir dikiz aynasından geriden gelenleri izler gibi, geçmişi anımsamak istiyorum.
Ama boşuna, geçmişten bir şeyler bulamadan zamana koşut bir hızla ilerliyor
otobüsümüz.
Akyazılı Sultan
İnanç zinciri, birbirini
izleyen tespih tanelerinin dizilişini andırır. Bektaşi geleneğine göre Ahmet
Yesevi öğretisinin ardılıdır. 15. Yüzyılda yaşayan Otman Baba’dan el alıp Ahmey
Yesevi öğretisini sürdürür.
Varna yakınlarında
dergahı bulunan Akyazılı Sultan dergahı, geçmişte büyük işlevler üstlenmiş
Balkan tekkelerinden biridir. Günümüze ulaşmış türbesi 20 metre çapında, 50
metre yükseklikte yuvarlak bir koniyi andırır. Yedi köşeli türbe dışarıdan cami
görünümündedir. Meydan evi 93 Harbinde yıkılmıştır.
Türbenin bulunduğu bu
ilginç yapının önünde üç metre yükseklikte küçük bir dikdörtgen giriş bulunur. Tüm
bu konumu ile türbe, kuşbakışından bir anahtar deliği çizimini andırır.
İçerideki konik bölümde uzun bir sanduka uzanır. Üzeri her türden adak kumaş, bez,
halı, çul çaputla donanmıştır. Sanki bir gün kullanılacak gibi tertemiz
duruyorlar. Türbede Hz. Meryem çizimleri de yer alıyor. Bu yanı ile Hırıstiyanların
tekkeyi kendi inançları doğrultusunda algıladıkları anlaşılıyor.
Geçmişte bir öğreti
kurumu işlevi de üstlenen tekkede Bektaşi’lerin yedi ulu ozanından virani
yetimiştir.
Geçmişte Balkanlardaki
Türk konaklanma yerlerinden biri olan Tekke, aynı zamanda sıtma ocağıdır. 17.
Yüzyılda Tekkeyi ziyaret eden, Evliya Çelebi Tekkenin konumu hakkında canlı
bilgiler verir.
Evliya’nın gözlemlerine
göre Tekkenin bahçesinde büyük bir atkestanesi ağacı vardır. Ağaçta yumurta
büyüklüğünde at kestaneleri yetişir ki, hasta atlar bu kestanelerden yiyince
iyileşirler. Dergahta kırk yıl hizmet yürüten Akyazılı Sultan ulu bir ağacın
altındaki kurşun kubbeli bir türbede yatar. Uzaklardan gelen ziyaretçiler miski
amber kokuları inde tekkeye girerler. Tekke olağanüstü güzel bir bahçe
içindedir. Bahçedeki bülbüllerin ezgileri dinleyenleri coşturur. Dergaha
gelenler dileklerini bir kağıda yazıp dergah duvarına asarlar.
Evliya’nın kendisi de
Dergaha gelmeden önce sıtmaya yakalanmıştır. Akyazılıdan şifa dileyen bir dua
yazıp türbenin duvarına asar. Ardından “sana sığındım, ya aziz; Allah birdir,
tektir ve tanıktır” diyerek sandukanın yanına yatar. Bu durumdayken üzerine bir
uyku basıp uyuya kalr. Nice sonra uyandığında kırık teni tere batmıştır. Ama
yeni hayata gelmiş gibi kendini güçlü hisseder. Bir hatim indirerek Akyazılı
Sultan’a dualar eder. “Allah rahmet etsin” diye teşekkürlerini bildirir.
Evliya, dergahın
görünüşü ve konumu üzerine de eşsiz bilgiler verir. Muazzam büyüklükteki binaya
doğrudan girilir. “Bu büyüklükteki bina nasıl desteksiz, dayanaksız ayakta
duruyor” diye herkes hayret eder. Büyük ocakta yanan ateşler içeri aydınlanır.
Kapıdan ocağa uzanan alan yüz ayaktır. Ortada baştan başa ham mermerlerle
döşeli büyük bir meydan vardır. Ortasında bir şadırvan çağlar durur. Burası
hayran kalınacak bir uzamdır. Tavanı ahşaptır. Meydan çevresindeki
pencerelerden çevreyi kuşatan bahçeler gözükür. Pencerelerin aralarında kat kat
derviş odaları bulunur. Meydanın her yanında yer alan odalarda yeni kurban
postlarıyla döşeli bölmeler vardır. Buralarda her postta bir görüş sahibi,
bilge bir aşık, bir usta oturur. Her biri bir işle uğraşır. Nicesi karaçalı
kökünden parça doğrara, saplı kaşık, keşkül vb. yapar. Dergahın kapısı hemen
her saat, herkese açıktır. Akyazılı gününden beri bu hep böyledir. Adaklar ve
dergahın vakıflarından dergahın geliri pek yüksektir. Değirmenleri, bataklık
koruları, koyun, sığır, hergele sürüleri çoktur. Öyle ki, kışın korulardan kestikleri
odunları, iki araba dolusu yükü kapıya yığıp içerisini hamam gibi ısıtırlar.
Kapılar araba girecek ölçüde büyüktür. Kışın kapı içlerinde perdeler asılır.
Türbenin bir kıyısında gelip geçen yolcuların anılarını dile getirdikleri
yazılar vardır ki, ancak birkaç yılda okunup bitebilir.
Dergahın yüz dolayında
dervişi vardır. Tümü işlerinin ehli kişilerdir. Her biri bir işle uğraşır. Kimi
kayyum, kimi meydancı, kimi türbedar, kimi çavuş, kimi fereşbaz, kimi
misafirhanecidir. Bu tekkeden başka bir konukevi daha vardır. Bir gecede 200
konuk ağırlayabilir. Konuklar üç gece konuklayabilirler. Ondan sonra “sefa
geldin imanım” diyerek pabuçları ters çevrilir. Her gelen konuğa kahvaltı
verilir. Bir güzel mutfağı vardır. Ne Anadolu’da ne de İran’da böyle bir tekke
görülür. Öyle bir asitanesi vardır ki, Irak’taki İmam Ali ve İmam Hüseyin’in
asitaneleri ile böyle olabilir.
Günümüzde ne o görkemli
meydan evinden iz kalmış, ne de 200 kişinin konaklayabildiği konukevinden bir
taş. Şimdilerde yalnız türbenin bulunduğu yüksek kule ve küçük giriş odası
yeşil park içinde gezginleri bekliyor. Dergahın dinsel işlevi Kırklı yılarlar
dek ağır aksak da olsa sürmüş. Dinsel örenler yapılmasa bile, ziyaretler
yapılmış, adak kurbanları kesilmiş. 2.Dünya savaşı yıllarında başlayan kesinti
günümüzde de sürüyor. Dergahın bütününü kapsayan alan yalnızca park olarak
kullanılıyor. Koniye benzettiğim, yedi köşeli Türbenin karşısında
Otman Baba
Güney Bulgaristan’da yer
alan Otman Baba Dergahı Konuş köyü yakınlarında yer alır. Bütün Bulgaristan
Alevilerince kutsanan tekkelerin başında gelir.
Horasan’dan geldiğine
inanılan Otman Baba, yaşamı söylencelerle örülmüş bir Kalenderi dervişidir.
Birçok Alevi-Bektaşi ereni gibi mücerret derviş olduğuna inanılır.Üstün
vasıflarla donanmış, yaşam öyküsü tarihsel belgelere yansımıştır.
Halil İnalcık’ın verdiği
bilgilere göre, Otman Baba, Fatih Sultan Mehmet döneminde yaşamıştır. İstanbul
alınmadan önce, bir sefere çıkarken Fatihle karşılaşır. Fatih’i önemsemez
biçimde Fatih ile aralarında şu konuşma geçer:
Fatih’in “sen kimsin?”
sorusuna o de “sen kimsin?” biçiminde karşılık verir. Bunun üzerine Fatih “Ben
bu mülkün sahibiyim” der. Otman Baba “Sen bu mülkün sahibi olamazsın. Nereye
gidiyorsun” der. Fatih bir sefere gittiğini söyler. Otman Baba, “Bu seferde
başarısız olacaksın, bundan sonraki seferde başarılı olacaksın” diye kehanette
bulunur. Fatih’in yanındaki korumalar Babayı cezalandırmak isterler. Fatih buna
izin vermez İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet, Otman Baba ile
yeniden karşılaşır. Fatih “Şimdi benim kim olduğumu bildin mi?” diye sorar. Otman
Baba “Bildim, şimdi Fatih oldun” diye karşılık verir.
Böylece Otman Baba
geçmişten ve gelecekten bilgiler veren bir kahindir. Yetenekleri kahinlikle sınırlı
değildir. Ela gözleri çakmak çakmaktır. Zeus, gibi Jüpiter gibi tanrısal
üstünlüklerle donanmış, yağmurlar yağdıran, şimşekler çaktıran doğa güçlerine
egemen olan biridir. Hasköy yakınlarındaki tekkesini kurduktan sonra Varna’ya
dek bir yürüyüş eyler. Bütün o çevreden hakullah toplar. Devşirdiklerini
tekkede yığar. Bütün halka üleştirir. Kuşaktan kuşağa anlatılan Otman Baba’nın
yaşamı doksan dokuz yıl sürer.
İnanca göre, Otman Baba,
Eskişehir’de türbesi bulunan Sücaeddin Veli’nin musahibidir. İstanbul’da ve
Çorlu’da halifeleri, talipleri vardır. Varna yakınlarındaki Akyazılı’yı davet
etmiş, ona el verip erenler katına yüceltmiştir.
Öğle yemeğini bir yamaca
yaslanmış, Otman Baba konukevinde yiyoruz. Eski külliyenin yerine yeniden
yapılmış. Külliyenin içinde Otman Baba’nın ahırı, aşevi, kiler, konukevi
bulunuyormuş. Tekke ağaçlık yemyeşil bir yamaca yaslanmış durumda. Yeniden
yapılan yapı da çok güzel özgün bir yapıçizim örneği sergiliyor. Yemek
salonundan yeşil alanları seyrederek öğle yemeğini yiyoruz. Yemek salonunun
üstünde 12 köşeli 50-60 metre çapında dairesel cem odası bulunuyor. Yuvarlak
salonun tavanı ne bir direk ne bir sütun, nede bir kulunla ayakta duruyor. Bu
şahane cem odası, şimdiye değin gördüğün en güzel cem odası oluyor.
Tekkenin aşağısındaki
bahçeye sandalyeler, banklar bulunuyor. Yakın köylerden gelen ziyaretçiler
oturmuş dinleniyorlar. Bu konumda görüntülerini alıyorum.
Bulgaristanlı
araştırmacı Ahmet Hezarefen Beye göre, tekkenin çevresinde yer alan şimdilerde
ekili dikili bu geniş alana, eskiden panayır kurulur, büyük şölenler
düzenlenirmiş. Bulgaristan genelde bakımlı bir bahçeyi andırıyor. Her yer
yeşillik, her yan dümdüz, meyve ağaçları, üzüm bağları, tütün, mısır ekili
tarlalar, Arda ve Meriç’in suladığı bitek topraklar ve adım başı bir Bektaşi
tekkesi ya da yatırı. Balkanları hem ölü, hem de diri bırakarak boşaltmışız. Ya
bu topraklardan Türkiye’ye dönen göçmenlerin bağnaz olmalarına ne demeli?
Yemek sonrasında
Türkiye’den gelen konuklar, Cem odasında bir cem yapıyoruz. Aşık üç deyiş
okuyor. Aramızda bulunan kimi Sünni kökenli yolcular ilk kez bir cem töreninde
bulunmanın coşkusunu ve mutluluğunu yaşıyorlar. Alevi dinsel törenin en özgün
yanı, bireyin tapınımı yaşaması. Her tapınım, kökende bir ruhsal arınma süreci
sayılmalı. Alevi Bektaşi tapınım süreci toplumda bireye, kimlik kazandırıyor. Bu
nedenle, arınma süreci başka tür esenlik veriyor insana.
Varna
Kuzeye doğru tırmanıp,
en uçlardaki Bektaşi babalarını ziyaret etmek üzere Varna’ya dığru uzanıyoruz.
Bu yol üzerinde Eski Zağara önemli kentlerden biri. Dokuma fabrikaları ile
ünlü. Türk yazınında adı 93 savaşını anlatan bir kitapla geçiyor. Zağara
Müftüsünün Hatıraları adlı kitapta yazar, Ruslara karşı verilen savaşın
unutulmaz acılarını anlatıyor. Aynı savaşın Erzurum cephesini anlatan Başımıza
Gelenler adlı anılarına koşut bir kitap.
Uzaktan Eski Zağara’yı
selamlayarak geçip akşam karanlığında Varna’ya ulaşıyoruz. Otelimizin bir tren
yolunun yanında yer alıyor.
Varna, 14. Yüzyıl
sonlarında 20. Yüzyıl başlarına değin 600 yıl egemenliğimizde kalmış,
Bulgaristan’ın ikinci büyük liman şehri. Bir milyona yaklaşan nüfusu, altın kum
plajı, ve 6 üniversitesi ile hala görkemini koruyor. Ünlü Doğu ekspresi yolu
üstünde yer alıyor. Osmanlı döneminden kalan yapılar, tarihi camiler ve
sosyalist dönemden sıra sıra soğuk yüzlü dev bloklarla değişik bir görüntü
sunuyor. Yeni kuşaklar en çok Nazım’ın özlem yüklü şiirlerinden tanıyor
Varna’yı.
Kırcali
Bir geceyi yırtar gibi
sınır güvenlik denetimini aşıp Bulgaristan topraklarında oluyoruz.
Yeşil düzlükler, ekili
tarlalar, bitek topraklar, cetvelden çıkmışcasına uzanan dümdüz uzanan ovalar.
Rodopların en güzel
kenti olan Kırcali’deyiz. Halkının yüzde doksanını Türkler oluşturuyor ve bu
yüzden Türk partisi, Hak ve Özgürlükler Partisinin en güçlü merkezi durumunda. Bir
Balkan türküsü yankılanıyor: “Aman bre deryalar, deryalar, biz nişanlıyız!”
Hak ve Özgürlükler
Partisi bölgeden beş milletvekili çıkarıyor.
Arada ırmağı buradan
geçip Meriç’e ulaşıyor. Halk geçimini tütün ekimi, hayvancılık ve Avrupa
ülkelerinde çalışarak sağlıyor. Tüm bu yeşil bitek topraklara karşın halkın
yarısı yoksul. Genç kuşak tarım hayvancılık, orman işçiliği gibi yorucu beden
işleri yerine, daha güvenceli teknik işler ve bürokrasi alanında çalışmayı
yeğliyor. Alevi gençler eğitime önem veriyorlar, meslek okullarına,
üniversiteler yöneliyorlar.
Kırcali Otogarı Türk
otobüsleri ile dolu. Türkiye’den gelip gidenler oldukça çok.
Alevi dostlar Kırcali’de
arabamızı karşılıyor, bizim arabaya biniyorlar. Yolculuğu onlarla birlikte
sürdürüyoruz.
Bir yanda kör bir tren
yolu görüyorum. Geçmişin en güvenli ulaşım aracı yolu şimdi ölüme bırakılmış
bir yaşlı gibi bir kıyıda duruyor.
Pırıl pırıl suyu ile
Arda, Bulgar düzlüklerinde dingin akışını sürdürüyor.
Sürmenler
Otobüsümüzde bize eşlik
eden Sürmenler köyü muhtarı coşku dolu bir bayan. Balkan Türkçesine özgü ağız
özellikleri ile dolu dolu yol boyunca bilgi veriyor. Türkiye Türkçesindeki ö
sesleri ü’ye, o, sesleri u’ya dönüştürerek konuşuyor.
Yanından geçtiğimiz
köydeki boş evlerin nedenini soruyorum. Bayan Muhtar, 1989 zorunlu göçünde
Türkiye’ye gidenlerin evleri olduğunu söylüyor. O dönemde köyden Türkiye’ye 40
ev göçmüş. Şimdilerde geri dönüşler başlamış., ama henüz gidenlerin tümü geri
dönmüş değil.
Sürmenler tümüyle Alevi
Bektaşi köyü. Balkan Aleviliğnin Türkiye Aleviliğinden ayrılan birtakım ilginç
özellikleri var. Özellikle Alevi sözcüğü pek bilinmiyor. Halk kendisini Bektaşi
ya da Kızılbaş olarak adlandırıyor. <Kızılbaş sözcüğünde Türkiye
Türkçesindeki anlam kötüleşmesi yok.
Kırcali yöresinde Alevi
örgütlenmesi, doksanlı yıllarda Kemal Baba öncülüğünde başlamış. Günümüzde
Bektaşi ve Kızılbaş olarak kendini tanımlayan halk kendi kimliğine ve kültürne
sahip çıkıyor. Cemler yapılıyor, adak kurbanları şenlere dönüşüyor, bağlamalar
çalınıyor, semahlar dönülüyor. Şimdilerde Bulgaristan’da Türk kimliği yanında
bir de ulusal Türk kimliği arayışı var. Alevi inancını Sünnilikten ayıran en
önemli ayrımlardan biri, Sünni inançta bireysel tapınım yapılabiliyor. Ama
Alevi inancında tapınım bireysel olmuyor, tolum gerekiyor.
Sabah aydınlığında
otobüsümüz, ovalarda ilerliyor ve sabah kahvaltısını Mestanlı köyünde
yapıyoruz. Mestanlı yeni yapı evlerle dolu. Ünlü halterci Naim Süleymanoğlu bu
köydenmiş.
Balkanlarda göreceğimiz
ünlü inanç merkezlerini görme gerilimi içinde Kuzeye doğru yolumuzu
sürdürüyoruz. Mestanlı’yı Kırcali’ya bağlayan karayolu iki aracın zor
geçebileceği ölçüde dar, ince bir şerit. Bulgaristan’da doğanın Türkiye’den
daha iyi korunduğunu anlıyorum. Türkiye de böyle düz alanda yolun
genişletilmesi içten bile olmazdı. Basık tepelerin yamaçları kısa ağaçlarla
örtülü. Bol bol üzüm bağları ile kaplı alanlar yanından geçiyoruz. Yol
kıyısında tellerle çevrili bir alanda ilk inanç merkezi ile karşılaşıyoruz.
Ballı Baba Yatırı
Ballı Baba yatırı olarak
kutsanan uzam, yol kıyısına gömülmüş bir derviş mezarı konumunda bir yer. Herhangi
bir tekke, ev yok. Gelip geçen yolcuların, uğur olsun diye niyaz ettikleri
sahipsiz mezarını anımsatan bakımsız bir türbe. Çevre Alevi köylerden oldukça
uzakta. Yalnızca adı biliniyor.
Elmalı Baba Tekkesi
Elmalı Baba Tekkesi, Güney Rodoplar’da en etkin tekke konumunda. Tekke,
yerleşim merkezlerinden oldukça uzaklara kurulmuş bir dağ manastırını
anımsatıyor. Çevre ağaçlık ve ekili alanlarla kaplı. Tekkenin yer aldığı basık
tepeden tarlalarda çalışan köylüleri görüyoruz. Tekkenin bahçesinde büyük bir dut
ağacı yükseliyor.
Aleviler, Elmalı Babayı, ad çağrışımı nedeniyle, Antalya Elmalı’da
tekkesi bulunan Abdal Musa ile ilintiliyorlar, ancak tarihsel olarak ikisi
arasında herhangi bir bağlantı yok.
2. Mahmut’un Yeniçeri ocağını kapatması ile baskı sonucu tekke camiye
dönüştürülmüş. Çevre köyler Alevi olduğu için işlevsiz kalmış, biraz baskı
biraz da kitlesiz kalması sonucunda yıkılmış. Yakın dönemde Alevi kimliğinin
yeniden uyanışı ile Tekke yeniden onarılmış. Şimdi bir cem odası, kurban kesim
yeri, mutfağı ile şirin bir Alevi tekkesi konumunda. Aleviler, tüm Balkan
Alevilerinde olduğu gibi, pazartesi ya da Çarşamba günleri bu tekkede bir araya
geliyorlar. Bölgedeki Alevi köylerine yeni bir kan damarı olmuş.
Bize bütün yolculuk boyu eşlik edecek Veysel Bayram’a Balkan Aleviliği
üzerine kimi sorular soruyorum. Veysel Bayram’da “Balkanlarda Anadolu
Aleviliğini unutun” yanıtı ile karşılaşıyorum.
Sofya
Sofya’yı bu ikinci
görüşüm. 1973 yılında Sofya geniş temiz caddeleri rahat, insanların biraz da
ürkek yaşadıkları bir şehirdi. Şimdi çok şey değişmiş. İnsanlar umursamaz bir
serbestlik içindeler. Öyle ki şehrin girişinde yalnız ince don ve sütyenleri
ile gezinen bir yığın genç kadın görüyoruz. Bir yüzme havuzu mu var bu
kıyılarda diye kendi kendimize soruyoruz ki, gülünç bir yanıtla karşılaşıyoruz.
“Serbest seks işçileri. Vergisiz kazanç.” O boş geniş caddeler otomobilden
geçilmiyor. Trafik tam bir kaosa dönüşmüş. Kent trafiğine girmek bir batağa
saplanmak gibi korkunç. Bir saat gezme molası verilmek isteniyor, ama bu
trafiğe girildiğinde kimse ne zaman geri dönüleceğine bilmiyor. Bu yüzden Sofya
trafiğinin pek dokunmadığı bir lokantada öğle yemeğini yiyip Makedonya’ya doğru
yola koyuluyoruz. Akşamın ilerleyen saatlerinde Makedonya sınırlarını geçip
Üsküp’e doğru yolculuğu sürdürüyoruz.
Kalkandelen Sersem Ali Baba Dergahı
Bektaşilik, Balkan
halkları arasında en çok Arnavutlar arasında yayılmış. Toplam Arnavutların
yarısından çoğu Bektaşi yoluna inanıyorlar. Son dönemlerde yapılan Alevilik
sempozyumlarına Bektaşi babalar, Arnavut araştırmacılar giderek çoğalıyor. Bir
iki yıl önce Gazi Üniversitesi Hacı Bektaş Araştırma Merkezi denetiminde
Üsküp’te yapılan toplantıya da bir dizi Avnavut araştırmacı katılmıştı.
Bunlardan birinin bildirisi Şamsettin Sami konusundaydı. İlk Türkçe sözlük olan
Kamusu Türki yazarı bu büyük insanı “Arnavut kültürüne de büyük katkısı
olmuştur” diye Bektaşi olduğunu da söylüyor, övüyordu.
Şemseddin Sami gerçekten
Bektaşi miydi? Bektaşi ise yazdığı sözlükte ilk kez Kızılbaş sözünü böylesine
ilkel, ağır sözlerle açıkladı? (Kızılbaş sözü ilk bu sözlükte, halk arasındaki
utanç verici tanımı ile açıklanır.) Bektaşi olduğu için Kızılbaşlığı bilmiyor
muydu? Yoksa bütün yaşam boyu ev hapsinde İstanbul’da yaşadığı için, konudan
tümden mi habersizdi?
Bütün bu sorular bir
yana, Arnavut Bektaşiliği, Anadolu Bektaşiliğinden ve Kızılbaş törelerinden
farklı özelliklere sahiptir. Öncelikler ayrı bir örgütlenme düzenine sahiptir.
En üst onumda bir dede baba bulunur. Buna bağlı dedeler, babalar silsilesi
birbirini izler. Din adamları olan babaların dereceleri ve bu derecelere göre
giysileri vardır. Din adamı olma yolunu seçenler evlenemezler. Evlendikten
sonra din adamı olmak isterlerse, eşi ile cinsel ilişkileri kopar. Yalnız bacı
kardeş olurlar.
Kalkandelen Sersem Ali
Baba Dergahı postunda oturan, baba Mondi Baba ile bu yasağın nedenini
sorduğumda “Bu Tanrı yolu. Bir kişi ya günlük zevlerin yolunu seçer, ya da
Tanrı yolunu. Bu yolu seçersen, bu tür zevkler biter” anlamında bir yorumda
bulunmuş, Drgahta uzunca süredir baba olmak için dinsel eğitim düzenine giren
ve “Derviş” konumunda bulunan uzun boylu Abdülmuttalp’i gösterdi. “Eskiden evli
idi. Şimdi eşi ile yalnızca bacı kardeş.
Makedonya
topraklarındaki en büyük Bektaşi dergahı olan Sersem Ali Baba Dergahı, Osmanlı
dönemine dayanıyor. Geniş bir bahçe içinde bir dizi binadan oluşuyor. Geçmişte
zaman zaman kapatılmış, sonra izin verilmiş yeniden açılmış. Sosyalist dönemde
de yasaklanmış. Tüm bu baskılara karşı, hep ayakta kalmış. Son açılışı Yugoslav
iç savaşından sonra. İç savaştaki çatışmalarda binanın aldığı kurşun
yaralarının izleri hala duvarlarda. Şimdi dingin Makedon Cumhuriyetinde kendini
toplamaya yeniden canlanmaya çalışıyor.
Her inancın bir kutsal
dili bulunur. Bu Sünnilik için Arapça, Hırıstiyanlık için Latince, Budizm için
Sanskritçe, Şiilik için Farsça, Alevilik için Türkçedir. Şimdi bana Alevilik ve Şiilik Müslümanlık
değil mi gibi bir soru gelebilir. İnançlar insanların bilincinde tomurcuklanan
çiçeklerdir. Birey o inancı kendi belleğinde canlandırır. Şiilik ve Alevilik,
kendisini –her inançta olduğu gibi- en doğru İslam sayar, ama bunlar ulusal
inançlardır. Şiilik teolojisini oluşturmayı başarıp Ulusal bir mezhep olarak
ortaya koymuştur. Anadolu Aleviliği ise devlet baskısı altında böyle bir teolojiyi
kuramamış, bastırılmış bir kimlik sorununa dönüşmüştür.
Bektaşilik için başat
dil Türkçedir. Türkçe bilmeden Bektaşi tören ve ilkelrini yeterince yorumlayıp
cem töreni yürütemiyorlar. Ne var ki, Arnavut Bektaşiler yılların kopukluğu
içinde Türkçeyi unutmuşlar. Sözgelimi şu anda Sersem Ali Baba Dergahı babası
Mondi Baba ile ben tercüman aracılığı ile konuşabiliyorum. Şimdi Bektaşiliğin
yeniden canlanma evresinde Arnavut Bektaşileri bu kopukluğu kapama çabası
içindeler. Türkçe öğrenmesi ve Bektaşilikle ilgili araştırmalar yapmaları, için
Türkiye’ye öğrenci yolluyorlar. Türkoloji bölümlerinde eğitim yapmasını
sağlıyorlar. Şu yakınlarda Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi
Türkoloji bölümüne iki öğrenci yollamışlar.
Kalkandelen Sersem Ali
Baba Tekkesine 50-60 metre uzakta Osmanlı döneminden kalan bir cami var. Cami
de işlevini sürdürüyor. Ne var ki, Almanya’da bir dönemde etkin olan bağnaz bir
Müslüman cemaati, bunalımlı iç savaş kargaşası sonrasında gelip Sersem Ali Baba
Dergahının bir bölümünü işgal etmişler. Mondi Baba’nın çabaları bir türlü sonuç
vermiyor. Bir türlü bu konutları bırakmıyorlar. Bektaşi dergahına gelen
ziyaretçilere düşmanca bakıyorlar.Bizim Türkiye’den gelişimizi kendilerini
ziyarete geldiğimizi sanıp seviniyorlarsa da durumu anlayınca kaşları
çatılıyor. Parmakları ile Mondi Baba’nın oturduğu evleri gösteriyorlar.
Dergah’ta bir kurban
kesip Mondi Babanın yönettiği Bektaşi Cemine katılıyoruz. Yılların kopukluğu
içinde oldukça çok öge kaybolmuş Sersem Baba Dergahında. Mondi Baba ezgi ile
Arnavutça gülbenkler okuyor. Uzun bir sofranın iki yanına dizilmiş,
anlamadığımız gülbengi dinliyoruz. Arada Hacı Bektaş, Hazreti Ali, Hüseyin
adları tek anladığımız sözcükler. Herhangi bir çalgı aygıtı –şimdilik-
kullanılmıyor. Yılların kopukluğu içinde bağlama çalınmıyor. Semah dönme de
unutulmuş. Gülbenkler okunarak başlayan dinsel tören, kurbandan önce içilen dem
olarak algılanan şarapla sürüyor. Dedenin hemen önündeki basık yer iskemlesinde
oturuyorum. Mondi babanın dem içme iznini sırasında Sünni kökenli konuklar,
sanki içki meclisindekiymiş gibi kadeh tokuşturmalarını garipsediğini
anlıyorum. Sıra bana gelince –Bektaşi usulünce- önce onun kadeh tutan elini
öpüp sonra demi içiyorum. Sünni dostlar yaptıkları gafı anlıyorlar. Öğle
sonrasına değin süren tören başladığı gibi sevgi ile kapanıyor. Mondi Baba bizi
Dergahın kapısına değin yolcu ediyor. İçilen demlerin hafif esrikliği içinden
biraz da mahsun ayrılıyoruz.
Ohri
Strugaile Ohri
Makedonya’nın en güzel kentleri. İkisi de Bir kıyısı Arnavutluğa açılan Ohri
Gölü kıyısında yer alıyor. Akşamı ulaştığımız Struga’da Ohri gölü kıyısındaki
Dream Otelinde nefis bir uykudan uyandım. Günlerin yazma uğraşı içindeki
yolculuğu iyice yormuş. Kahvaltı salonu
Ohri gölünün kıyısında uzanıyor. Gölün garip bir düzeni var. Gölün suları
uzaklarda bir yerde denize doğru boşaldığı, bu yüzden sürekli su akımı olduğu
söyleniyor. 230 metre uzanan derinlikte iki yüzü aşkın balık türü yetişmesi ile
dünyanın incilerinden biri. Günümüzde Unesco Dünya kültür mirası içine almış,
koruma altında.
Göle akan ve bizim
kaldığımız otele adını veren ilginç bir ırmak var. Dream Irmağı.
Ohri incisi ile dünya
çapından ünlenmiş. Ohri Gölü bu doğal incilerin kaynağı.
Ohri Kalesi, dev
Ayasofya Kilisesi ile bir tepe üzerinde bulunuyor.
Osmanlıdan kalan seyrek
anılardan biri eteklerde yer alan Halveti Camisi. Caminin bahçesindeki
mezarlara göz atıyorum. Şehit subay mezarları, Halveti imamlar ve saygın
eşraflar. Mezarlar arasında Şefir Bey adlı bir subayın mezar taşını okuyorum.
Camide görev yapan Osman Hoca’dan cami üzerine bilgi alıyorum.
Ohri Türk tarihinde
saygın bir ilericinin doğum kentidir.
İttihat ve Terakki örgütü kurucusu Dr. İbrahim Temo, Ohrilidir. Doğduğu
evi, mahallesini soruyorum, bilip tanıyan yok. Osmanlı Devleti parçalandıktan
sonra Romanya’ya yerleşen Temo’nun Mecidye’de oturduğu ev koruma altına
alınmış. Romanya gezisinde evinin ve mezarının görüntüsünü daha önce aldım.
Ohri’de yalnızca ondan bir anı arıyorum.
Ayasofya Kilisesine
doğru gezerken dar sokaklarda kara giysili rahiplerle karşılaşıyorum.
Başlarında kara şapkalar, üzerlerinde siyah uzun etekli cübbelerle komik bir
görüntü sergiliyorlar.
Ohri’den Hırstiyanlar
için Aziz Noam, Alevi Bektaşiler için Sarı Saltık türbesine doğru yola
çıkıyoruz. Sağımızda Ohri gölü, solumuzda yemyeşil ormanlarla kaplı Makedonya
dağları uzanıyor.
Sarı Saltık Tekkesi
Makedonya’da yıllarca
Sarı Saltık Tekkesi olarak görev yapan bu külliye dışarıdan bir şatoya
benziyor. Yüksek taş duvarlarla kuşatılmış bir bahçe içinde yer alıyor. İçerideki
yapılarla ve tüm konumu ile İslam öncesine dayandığı açıkça belli oluyor.
Gerçekte Hırıtiyanlıkta Aziz Noam Manastırı. Makedonya toprakları,
Hırıstiyanlığın Avrupa’da eski yayılım alanlarından biri. Bu konumu nedeniyle
Hırıstiyan kültürünün birçok önemli kalıtını barındırıyor.
Sözgelimi, Slav yazısını
bulan iki papaz Kiril ve Methot Makedonyalı. Makedonya halkı Büyük İskander’e
uzanan böylesine derin tarihleri ile övünç duyuyor.
Ohri şehrine adını veren
Roma’dan kaçan Aziz Ohrid de bir papaz.
Günümüzde Makedonya’ta
Türk sayısı çok azalmış. Çok renkli insan mozaiğini bir arada tutan Tito
döneminde yayınlanan Türkçe Birlik Gazetesi, Necati Zekeriya’nın edebiyat
dergisi yok. Üsküp Meydanında Yahya
Kemal Üniversitesi gibi bir tabela ile karşılşıyoruz. Soruyoruz kim kurmuş bu
üniversiteyiz? Yanıt Fetullahçılar oluyor.
Fetullah, Fetullah, 21
Türkiye’sine biçim veren bir ad. Bir dönemin umut taciri Ecevit de hakkında
övgüler dizmişti. Şimdi bu akım daha geniş ufuklara ulaşmış. Gökte Allah, yerde
Fetullah. Yoksa, İran’da Selçukları yıkan Haşhaşin Hasan Sabbah mı? Kim? Boyutu
ne? Yanıt: Din alimi. Bu alim sözünün ardından, acaip giysiler içinde bir yüz
beliriyor: Saidi Nursi.
Dünyanın üç yüze yakın
ülkesinde okullar açıyor, Türkiye’de üniversiteye hazırlık dershanelerini
elinde tutuyor.
Sarı Saltık Dergahı’nda
şahane renkleri içinde tavus kuşları ile karşılaşıyoruz. Alevi Bektaşi
Geleneğinde erenlerin
kuşlarla özdeşleşen sembolleri vardır. Söz gelimi Ahmet Yesevi’nin sembolü
turnadır, Hacı bektaş’ın sembolü güvercindir, Hacı Tuğrul’un sembolü şahindir.
Buna benzer biçimde Hırıstiyanlıkta da sembollerle karşılaşıyoruz. Tavus kuşu
özgürlük simgesi olarak Aziz Noam’ı anlatıyor.
Bu çok renkli doğa güzeli kuş Dergah’ın çeşitli yerlerinde gözüküyor.
Bir ikisi bahçede geziniyor, biri duvar üstünde dinleniyor. İnsanları
yadırgayıp kaçtıkları yok. Kıyıda köşede gezinen bu doğa harikası kuşun
görüntülerini alıyoruz.
Eski dönemlerde tekenin
suyunu sağlama amacı ile kullanılan kuyu, behçede eski bir anı olarak
korunuyor. Şimdi bir tür kutsal su olarak ziyaretçilerce içilen su.
Aziz Noam’dan Sarı
Saltık’a, ad değiştirerek uzanan hemen her dönemde insanlarca kutsanan bu uzam
şimdi gezginlerin görmek istedikleri güzel bir köşe durumunda. Uzak alanlardan
gelen gezginler Makedonya dağlarında yer alan bu eski Manastırı görmek için
geliyorlar. Bana Tepedelenli Ali Paşa’nın ilk çıkışında sığındığı dağ
manastırını anımsatıyor.
Resne
Ohri’den Resne’ye uzanan
ince dağ yolu boyunca kıyılara serpilmiş gösterişli evlerle karşılaşıyoruz. Dağ gölleri, geçmişte bataklıkları anımsatan
alanlara yerleşim birimleri kurulmuş. Makedonya dağları arasında yeşil vadileri
oluşturuyor. İnce dağ yollarının içinden geçtiği köylerde, haçlı kiliselerle
karşılaşıyoruz.
Resne, incisi ve
çukolatası ile ünlü. Makedonya çikolatası fabrikası yakınlarda kapanmış.
Osmanlı tarihinde önemli yeri olan ve geçmişte nüfusunun büyük çoğunluğu
Müslüman olan kentte şimdi 2000-2500 Müslüman nüfus kalmış. 1908 Devriminin iki
yıldızından biri olan Yüzbaşı Niyazi Beyin kenti. Hürriyet Kahramanı Resneli
Ahmet Niyazi Bey, 2. Meşrutiyet yıllarında yanından hiç ayırmadığı geyiği ile
ünlenmiş. 1873 Resne doğumlu Ahmet Niyazi Bey, Balkan Savaşı sırasında Avlonya
limanından vapurla İstanbul’a ulaşmak isterken 1913’te öldürülmüş. Resneli
Niyazi Beyin evinde şu an Makedon bir aile oturuyor. Evin yakınlarında
Osmanlı’dan kalan görkemli bir yapı seramik müzesi olarak kullanılıyor.
Türkiye’den gelen konuklar, konağın bahçesinde boy boy görüntü alıyorlar.
Osmanlı döneminden kalan beyaz bir cami işlevsiz süzülüyor.
Makedonya’dan hüzünlü görüntüler bunlar.
Pelister Dağı, 2300 metre yüksekliği ile Makedonya’nın en yüksek dağı.
Makedonya topraklarındaki tek Türk ve Bektaşi köyü olan Kanatlar köyü bu darın
kuşattığı Ploganya ovası ortalarında yer alıyor. Kanatlar ve bir iki Arnavut
köyü dışında, ovayı dolduran tüm köyler Makedon. Plagonya ovası bitek Makedon
toprakları. Bu verimli topraklarda halk geçimini tarımla sağlıyor.
Makedonya’nın bir anlamda buğday ambarı. Önemli yerleşim merkezleri bu ova
üzerinde kurulmuş.
Üzerinde yer alan Pirlepe, tütünü ve komiği İterpeo rali makro ile ünlü.
Tütünü, Birası ve acıklı türküleri ile içsavaşta da acıklı olaylara sahne
olmuş.
Sağda Prespe gölü Makedonyanın 2. büyük gölü.
Kanatlar
Kanatlar, Makedonya
topraklarındaki tek Türk- Bektaşi köyü.
1500-1600 kişinin yaşadığı köyün tüm halkı Türklerden oluşuyor. Eski dönemlerde Makedonlar da yaşarmış. Beş
on Makedon aile de yakınlarda köyü bırakıp gitmişler. Köy halkı tarım ve
hayvancılıkla geçiniyor. Tüm dünyada olduğu gibi yeni doğmuş Makedon
cumhuriyetinde de işsizlik en önemli sorunlardan birini oluşturuyor.
Plagonya ovası üzerinde
yer alan şirin Kanatlar köyü halkı da işsizlikten yakınıyor. Devlet yönetiminde
iş alamadıkları için üzülüyorlar. Makedonların kendilerine ayrımcılık
yaptığından yakınıyorlar. Asker ve memur olma ile sınırlı Türk meslek geleneği,
Makedon topraklarındaki Türkler arasında hala sürüyor. Sanki Osmanlı Devleti
yaşıyor da, Türk bireyi devlet çarkında bir memurluk kapmak istiyor.
Kanatlar köyünde iki
dinsel söylence anlatılıyor. Köyde Dikmen Baba ve Kurt Baba adlı iki eren
tekkesi var. Bunların olağanüstülüklerle yüklü öyküleri halk belleğinde
yaşıyor.
Dikmen Baba, Makedonski
Brod’da türesi bulunan Hıdır Baba’nın müridi olmuş. Yıllarca onun hizmetinde
çalışıp eğitiminden geçmiş. Sonra ondan el alarak, yeni bir yerleşim birimini
aydınlatma görevini üstlenip yola çıkmış. Uçarak geldiği köye bu yüzden
Kanatlar adı verilmiş. 14. yüzyılın ikinci yarında geldiği bu köyde Müslüman ve
Hırıstiyan halkın güvenini kazanır. Ölümünden sonra kutsanan türbesi yeni
mucizelere neden olur. Sözgelimi 1. Dünya savaşı sırasında Almanlar bu yöreyi
işgale girişirken Dikmen Baba mağarasına ateş ederler. 40-50 top mermisi
patlamaz. Almanlar bunun nedenini sorarlar ve Dikmen Baba’nın ermiş olduğuna
inanırlar.
Kurt Baba söylencesi ise
başka olağanüstülüklerle süslü. Kurt Baba’nın öyküsünü, Kurt yer. Bunun üzerine
Kurt Baba kurdu yakalayıp öküzün yerine koşar. Süleyman Peygamber gibi kurdu
kuşu buyrumu altına aldığı için Kurt Baba adı ile anılır.
Ve biz, bir Haziran günü
öğle sonrasında, güneşin batmaya hazırlandığı saatlede, Kanatlar Köyünün üst
başında yer alan Kurt baba Türbesi önünde Makedonya’da bıraktığımız
soydaşlarımızlayız. Türbenin önünde boylu boyunca köy mezarlığı uzanıyor. Eski
yazı ve yakın dönemde yeni yazı ile yazılmış mezar taşları ile dolu mezarlık
ayrı bir hüzün veriyor insana. Mezar taşlarına adlar Makedon ağız özellikleri
korunarak yazılmış. Hasan oğlu “Asan olu” biçimine dönüşüyor.
Türbenin yakınına
yapılan bir cemevinde halk dinsel törenlerini yapıyor. Köyde iki baba
bulunuyor. Fakat azınlıkları kemiren en sinsi sayrılık kanatlar köyünü de
kanatları içine almış. İki baba birbirine dargın. Birinin bulunduğu ortama
öbürü gelmiyor. Bu yüzden köyde ikilik var.
Tüm bunlara karşın,
Türkiye’den konuk gelişi köyde bir bayram havası yaratıyor. Çocuklar, gençler,
kadınlar cemevine akın ediyorlar. Altın saçlı, çakmak çakmak mavi gözlü
çocuklar, Türkiye’den gelen konuklara Ata’larının görüntüsünü anımsatıyor. Aramızdaki
kadın arkadaşlar “Aman Tanrım, Atatürk’ün gözleri, Atatürk’ün gözleri diye”
çocuklara sarılıyorlar. Ellerinden gelse o gözlerde eriyecekler. Bu tabloları
görüntülemeye çalışıyorum. Aramızdaki Avukat Namık Sofuoğlu, çocuklara para
dağıtıyor.
500 yıllık Türk Bektaşi
köyü Kanatlar, halklar kumkuması bu geçit yolu üzerinde onurlu bir kimlik
direnişinin örneğini veriyor. Hırıstiyanlar bir yandan, Sünniler bir yandan
kuşatmasına karşın kimliğini korumayı başarmış. Atatürk’ün babası Ali Rıza
Beyin köyü de bu yakınlarda yer alıyor. O köy Yörük Türklerin yaşadığı bir köy.
Ali Rıza Beyin dedeleri ise, kan davası yüzünden mersinle Karaman arasındaki
Yörük köyünden bir kan davası yüzünden kaçıp Makedonya’daki bu yörük köyüne
sığınmışlar. Zaman olmadığı için Ali Rıza Beyin köyüne gidemiyoruz.
Bu Bektaşi köyünde
Bektaşi töre ve törenleri olduğu gibi yaşıyor. Yılda bir kez Hıdırellez
kutluyorlar. Bir alanda toplanıp ateş üzerinden atlıyorlar, semahlar ediyorlar.
Haftada bir cemevinde
toplanıyorlar. Köyde yaşayan Cafer Dede posta oturuyor. Dualar ediyor, deyişler
okuyor, sevgi ve birlik gülbenkleri söylüyor. Böylece sevgi birliğinde
arınıyorlar.
Türkiye’ye dönen Makedon
göçmenleri İstanbul Behrampaşa’da ikinci bir Kanatlar köyü kurmuşlar.
Makedonya’da kalanlarsa hazin bir yalnızlık içinde yaşamlarını sürdürüyorlar.
Burada bir yürek
çarpıyor… Türk kültüründen bir damla, bizden kalan bir anı,
Plagonya ovasını aşıp
Türk tarihinde önemli yeri olan Manastı kentine doğru giderken yol boyu ovadaki
yerleşim alanlarını soruyorum. Türk köyü Erekler giderek eriyip tükenmiş.
Manastır
Türkçe adı Manstır, Makedoncada Bitoli.
Türk tarihinde önemli yeri olan, tarihe adını Mustafa Kemal kuşağının düşleri,
özlemlerini yaşatmış bir uzam.
Osmanlı döneminde 300 sokak, 70 cami, 120 dükkanı, 20 konsolosluğu, ile
seçkin Makedonya kenti. Bir dönemin yıldızı olan kentte şu an iki yüzbin kişi
yaşıyor. Bunun yalnızca üç bini Türk.
Elveda Rumeli filminin çekildiği Türk Çarşısında geçmişimizde izler
arıyoruz.
Hamidiye sokağı kent meydanına açılıyor. Yeni cami, saat kulesi, ve
üstüne çan dikilmiş yeni cami.
Osmanlı döneminden yalnızca dört cami kalmış.
Kameraman kardeşlerin evi.
Sultan Reşad’ın konakladığı iki katlı konak.
Ve Manastır Askeri liseli… Gençlik umutlarının yeşerdiği bir kültür yuvası.
Bir an duruyoruz… İlk sevdaya benzeyen, ilk acı ilk ayrılık…
Ve Mustafa Kemal’in ilk gençlik aşkı Eleni…
Mustafa Kemal, insan ötesi bir canlı değil; etle kemik bir insandı.
Aşkları, sevgileri ile.
Biz onun sevgi ve aşklarına Makedonya topraklarında takılıp bir an
duruyoruz.
Kemal Atatürk’e herhangi bir zamanda ve yerde!
Çok seneler geçti, ben herhangi bir gün içerisinde senden haber bekliyorum.
Herhangi bir zamanda mektubumu alırsan, beni hatırla ve kağıttaki gözyaşlarımı
göreceksin. Yıllar ve olaylar geçiyor, seninle ilgili çok şeyler konuşuluyor.
Mektubumu okuyken, başka bir kadını seviyorsan, mektubumu kopar ve kendine sor.
inanabilir misin ki Manastırlı bir Eleni Karinte, bir günlük tanıdığı ve aşık
olduğu adama bütün ömrünü harcamıstır? Ve benim seni sevdiğim kadar, o kadını o
kadar seviyorsan, seni beklediğimi ve ömrüm boyunca bekleyeceğimi bilmeni
istiyorum.
Döneceğini beni unutmayacağını biliyorum. Babam vefat etti. Beni senden
ayırdığından tam bir yıl geçti. Beni kapattı ve bir ay çıkmama izin vermedi. Ağlamadım,
biliyorum ki, kilitleri ve hapisleri boşuna harcadı. Beni evlendirecekleri
adamı sadece bir kez gördüm ve kendisi bana onu sevip sevemeyeceğimi sordu. Ben
de kendisine “Hayır, ben sadece ilk aşkımı seviyorum” dedim. Ve bir daha kendisini
görmedim. Babam beni hiçbir zaman affetmedi.. O zamanlardaki gibi güzel değilim…
Tüm ömür bir gün içerisinde!
Ebediyen seni seven ve bekleyen, senin Eleni Karinte.
Paylaşılamayan Başarı…
Başarısızlık öksüz çocuktur. Kimse sahiplenmez.
Bu sözle benim değil, Alman sosyal demokrat Willi Brant’ın.
Yanya yakınlarındaki sınırı geçtiğiniz anda karşıda bir İskender yontusu
ile karşılaşırsınız. İskender, Makedonyalı İskender. Şimdi Yunan sınırları
içinde sahiplenilen İskender. Kimin bu İskender.
Büyük Yunan uygarlığını yaramış halkın mı yoksa vahşi Makedon halkının
mı?
Bir başarı olduğunda herkes sahiplenir ama, Başarsızlığa kimse
sahiplenmez. Başarısızlık öksüz çocuktur.
Makedon topraklarını aşıp Yunan sınırlarına gelip de Büyük İskender’in
dev yontusu ile karşılaştığımda bu duyguları yaşıyorum. Makedon halkına ve
devletine karşı çıkan dev Yunan uygarlığı böyle bir bunalım yaşıyor. Uygarlık
mı? Savaş mı? İkisi de.
Makedon devletinin kurulmasını da istememişlerdi Yunanlar. Makedonlar
Yunanistan topraklarında hak iddia ediyorlar. Nereler diye sorduğunuzda Selanik
ve Doyran şehirlerinin adını söylüyorlar.
Sınırların kalktığı Avrupa’da insanlar yeni sınırlar peşinde koşuyorlar.
Selanik
Balkan Alevi ocakları gezimizin son durağı Kızıldeli Tekkesine gelmeden
Selanik’e uğrayıp Atatürk evini ziyaret ediyor, boş bol görüntü alıyoruz.
Resimlerden tanıdığımız binanın yanında
Türk konsolosluğu bulunuyor.
Selanik deniz kıyısında nefis bir kent. İzmir’iri anımsatıyor. Bir dönem
Türk aydınlanmasına yön vermiş kentte İttihatçıların toplandıkları gazinoyu
soruyorum, kimsenin bildiği yok. Yine kubbede kalan hoş seda imiş.
Ve Kavala üzerinden, Dimetokaya geçiyoruz.
Kavala
Mehmet Ali Paşa’nın konağı tüm Kavala’ya hakim bir tepe üzerinde yer
alıyor. Evin yanında at üzerinde büyük bir Mehmet Ali Paşa yontusu yükseliyor.
Bronz heykelin biraz ilerisinde bir kilise bulunuyor. Mehmet Ali Paşa konağının
bir ucu Taşoz tarafına bakıyor. Konağı yakınlarda Mısırlı bir zengin satın
almış. Şimdi kapıda Mısır ve Yunan Bayrağı yan yana dalgalanıyor. Son
firavun’un ruhu şu an mutlu mu, bilinmez.
Mimar Sinan’ın yaptığı su kemeri de Kavala’nın önemli tarihsel
kalıtlarından
Sarışaban ya da Hristopoli
Mübadele’de Samsun yüresinde yaşayan Rumlar bu köye yerleştirilmiş. Eski
adı Sarışaban olan köy, şimdi Hristopoli olarak adlandırılıyor.
İskece, Türm halkı Türk olan yerleşim birimi. Kurabiyeleri ile ünlü.
Kızıldeli Tekkesi
Uzun yolculuğun sonlarına yaklaşıyoruz. Saatin 12 ikiye yaklaştığı
sırada otobüste uykudan uyanıyorum.
Souflu yol ayrımı göstergesini okuyorum. Kızıldeli Tekkesine doğru
ilerliyoruz. Adak kurbanları için önceden telefon edilmiştir. Biz vardığımızda
kurbanlar pişmiş olacak.
12.20 Souflu’dayız. Soflu ipekleri ile ünlü. Bu şirin yerleşim biriminde
otobüs durduğunda yolcular aşagı iniyorlar. Yol boyu Yunan kardeşler
sandalyelere oturmuş kahvelerini içiyor, sigaralarını tüttürüyorlar. Köy
meydanını dut ağaçları süsülüyor. Yaprakları el gibi. İpek böceğini besleyen
etli yapraklar.
Yol arkadaşlarımızdan bir “Bursa Türkiye’nin ipek cenneti idi. Önce dut
ağaçlarını kesip bton yığınlarını diktik. Şimdi başka ülkelerdeki küçük
merkezlere hayranlık duyuyoruz” diye söylendi.
İpek böceğini öldürmek.
Çetin Altan’ın Büyük Gözaltı romanını anımsattı bana. Romanın sonunda
kahraman ipek elde etmek için böceği öldürdüğü için suçlanır. Biz ise bina
yapmak için öldürdük.
Mandra’ya giderken dar köy yonundayız. Solumuzda Kızıldeli çayı
uzanıyor. Kızldeli Tekkesi vakıf alanı geniş bir alan.
Balkanlarda Türk yayılmasının ilk harekat üssü işlevini üstlenmiş bir
merkez Kızıldeli Tekkesi. 1354 yılında Rumeli Başcı, Seyit Ali Sultan yine
söylencelerle yüklü Alevi geçmişinin ilginç bir yaprağı.
Balkanlarda İslam’ı yaymak üzere Horasan’dan kırk eren gelir. Seydi Ali
Kızıldeli Sultan fetih öncüzü olarak bu topraklara geçer. Kendisine Ruşenler
dolayında bir alan verilir.
İki Kızldeli Tekkesi var.
Aşağı tekke Kızıldeli ırmağı yanında yer alır.
Şimdi Tekkede Kırklar kapısı bulunur. Kırk dervişin başı Seydi Ali
Sultan 1380’de dergah kurulur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder