Günlerden
pazar. Buhara'dayız. Buhara, çok önemli tarihsel kent. 2500 yıllık bir şehir.
Eski bir hanlığın merkezi. Yakın geçmişte Özbekistan'ın başkenti olma
özelliğini yitirmiştir, ama mistik ve kutsal havası günümüzde de sürer.
Geçmişte Buhara-yı Şerif'in 12 kapısı olmuştur. 12 sayısının İç asya kültüründe
özgün bir yeri vardır. 12 hayvanlı takvim bunun bir belirtisidir. Şiilikteki
12 imam kavramı da bu eski kutsal on iki sayısının izlerini taşır. Bu nedenle
Buhara-yı Şerif, "Kutsal Buhara" denilmiştir. 10-16. yüzyıllar arasında Buhara, Orta Asya
uygarlığının, dinsel kültürün, şiirin, sanatın, gizemciliğin ve kanatları
Çin'den Ege'ye kadar uzanan İslam uygarlığının, tartışmasız saltanatını
yaşamıştır. Buhara ve Semerkant en görkemli medrese kentleridir. Günümüzde
Kutsal Buhara kapılarından yalnız ikisi kalmıştır. Bu kapıları ararken bir cambaza
rastlıyorum. Kazemof Abdullah 81.Yaşında. 2.Dünya savaşında Berlin önlerinde
savaşmış. Yara almış. Çok b.aşarılı bir savaşçı. Şimdi 23 madalyası var.
Savaştan sonra ip cambazlığı ile ünlenmiş. Nehru'dan, Sukarno'ya değin bir dizi
devlet adamı ile resimleri var. Bol bol konuşuyoruz. Artık kendisi ipe
çıkamıyor. Torunlarını da cambaz yetiştirmiş. Onlara nezaret ediyor. Bir otobüs
içinde tüm eşyaları. Bununla şehir şehir geziyor. Özbekistan'da başbakandan
daha ünlü bir kişi. Daha sonra bir taksiciye sorduk. "Siz nerden
biliyorsunuz onu? O çok zengin. Devlete şu kadar para bağışladı" diye
anlattı.
1862-1865 yılları arasında Orta Asya'ya
"Hacı Reşit Efendi" takma adıyla yolculuk yapan ünlü Macar türkoloğu
VambÇry o yıllardaki Buhara'yı şöyle betimler: "İslam
dünyasının büyük merkezlerinden birisi olan Buhara-yı Şerif şehrine Mezar
kapısı adı verilen kale geçidinden girdik. Hüseyin halife tekkesine misafir
olacaktık. Hüseyin Halife Buhara'nın en ünlü ve tanınmış ilim adamlarındandı.
Hâlen tekkenin postnişinliğinde torunu bulunuyordu. Çok muhterem bir insandı.
Hayatımda az ibadet yerinde bu kadar ulvi bir din havası gördüm. Bağnazlıktan
uzak bir tinsel yaşam eğemendi. Ertesi sabah Buhara'yı gezmeye başladım.
Burda, geçmiş ve tarih yanyana, her adım başında kendini hissettiriyordu.
Buhara çarşısı bende hayret uyandırdı: Çerçi, sarraf, kitapçı, kuyumcu,
çilingir, bakkal, şekerci, çaycı, tuhafiyeci, astarcı, kumaşçı her birinin
kendine özgü bedesteni var. Her esnafın ve çarşının bir aksakalı vardı."
Şimdi Buhara'da o eski yapılarda el
sanatları azalmıştır. Vambery'nin tanımladığı bizdeki "Ahi" örgütünü
anımsatan esnaf düzeni ise çoktan tarihe karışmıştır. Şimdilerde Buhara
çarşısında yeni yeni turstik eşya yapımı başlamıştır. Batılı turistler onlarca
yıldır görmedikleri bu ülkeyi yeni keşfetmişlerdir. Batı parası ile sudan ucuz
yaşanan bu ülkede krallar gibi para harcamanın zevkini çıkaracaklardır.
Özbekistan'da çay geleneği biraz daha
başka. Artık burda kara çay bitiyor "Kök çay" dedikleri yeşil çay başlıyor.
Çayevleri de değişik. Çayevlerinde sedirlerin üstüne bağdaş kurur gibi
oturuyorlar. Bol bol çay içiyorlar.
Buhara'nın duvarları ve eski yapıları
hâlâ ayakta ve gerçekten insanı etkiliyor. Kocaman meydanda eski havuzlar.
Bunu kuşatan alandaki eski yapılar ise tümüyle geçmişin o görkemli dönemlerinin
gölgesi gibi günümüze yansıyor. Meydanda bir Nasrettin Hoca heykeli yer alıyor.
Eşeğinin üstünde Nasrettin Hoca. Bizde Nasrettin Hocayı eşeğe ters bindirmek,
kuyruğunu da elinde tutturmak gibi bir düşünce vardır. Özbekistan'da böyle
değil. Ama Nasrettin Hoca Orta Asya'dan
Anadolu'ya tüm ülkelerde ününü koruyor. Özbekler için Özbekistan'da yaşamıştır.
Nitekim Özbekistan'daki heykelde Nasrettin Hoca tıpkı bir Özbek yaşlısı gibidir
ve adı da Molla" ya da "Efendi" dir. Yunan kökenli Efendi sözcüğü
ile Özbekistan'da karşılaşırız. Özbekistan'daki Nasrettin Hoca fıkralarının
çoğu bizimkilere benzer. Nasrettin Hoca, Timur hanı alaya alır, padişahlarla
dalga geçer, şehzadeleri eğitir, mahkemede kadıdır. sözgelimi bir Özbek fıkrası
şöyledir:
"Bir gün Timur Han Hoca'ya sordu:
"Dünyanın yarısını kılıcımla buyruğum altına aldım. Bir gün halk
ayaklanacak olsa ne yaparım?" Hoca yumuşak biçimde karşılık verdi:
"Endişe etmeyin, anlatışınıza göre, sizin işiniz it işi. Kimse it ile baş
çıkamaz!"
Buhara yine insan görüntüleri ile dolu.
Özbek, Tacik, Rus, Arap, Yahudi. Lüks bir otelde kaldık. kaldığımız otelin berberi
Yahudi. Bir taksiye biniyorum. Taksici Mesket Türkü.
Birbirini izleyen hızlı gelişmeler
arasında Buhara da yolunu bulmak istiyor. 60 yıldır bastırılan dinsel duygular
ortaya çıkmış. Buhara gezisi sırasında bir camiye rastaladım. Yeniden
uyandıralan bir cami, kapıda yaşlı mollalar oturuyor. Çocuk çömezler hizmet
ediyor. İkindi basmıştır. Ama hava sıcak. Buram buram terliyoruz. Buhara şehir
duvarlarına yakın bir yerdeki caminin önünne oturuyoruz. Yine kök çaylar
geliyor. Çaylı söyleşiler yapıyoruz. Özbekçe'nin şiirsel söylenişine
bayılıyorum. Onda kazak, Kırgızcadaki patlayıcı ve çok kez de göğüsten konuşma
özelliği yok. Şiir gibi akıyor.
Buhara emirinin sarayının gezerken, bir
filimciye rastlıyorum. Çekik yuvarlak yüzlü, biri. Hangi ulustan olduğunu
sordum. "Kırgız" dedi. Bir turizm firması adına Fransız gezginlerin
görüntülerini alıyordu. Ha şu Buhara Emiri sarayı. Biraz dursak mı bunun
üzerinde? Neydi nasıldı?
Buhara Emirliği, 16. yüzyıl başlarından
1868 yılına değin bağımsız, 1920 yılına değin de Ruslanın eğemenliği altında
yarı bağımsız yaşamıştı. Buhara'yı 1500 yılı yazında Şeybani Han yönetimindeki
Özbekler ele geçirmişti. Özbekler Türkistan'da bir Özbek devleti kurmayı
başarmıştı. Bu devlet sonraları Buhara ve Hive olarak ikiye bölünücekti. İlk dönemlerde
başkent Semerkant'tı. 1868'de Çarlık orduları karşısında yenilmişler, Çarın
yüksek eğemenliğini kabul zorunda kalmışlardı. Başlangıçta verilen haklar
giderek kısıtlanmış, tümüyle durağanlığa itilmişti. Tıpkı Napolyon'un Çin için
söylediği sözleri anımsatır bir politika izlenmişti. "Bırakın Çin uyusun.
Çin uyanırsa, dünya sarsılır". Türkistan da bin yıllık derin aymazlığa
itilmişti. 20. yüzyıl başlarında Buhara'nın durumu yürekler acısıydı. Ünlü
Romancı Sadrettin Ayinü'nin Buhara Cellataları romanında çizdiği tablolar gerçekten
yaşanıyordu. Eğitim kurumu olarak yalnız eski mahalle mektepleri ile artık
tümden örümceklenmiş Medreseler vardı. Yalnız Buhara'da kırk bin molla ve imam
gül gibi geçinip gidiyordu. Çarlık feodal düzeni en küçük düzeltme yoluna
gitmiyordu. Buhara Emiri, her yıl bir kez Rus Çarının Kırım'daki Çarlık
sarayına ziyarete gidiyordu. Çara bağlılık bildirmek için gittiği bu ziyarette
Buhara halkının ekmeğinden kesilerek toplanan altın yığınları ile değerli
hediyeler götürüyordu. Dönüşünde göğsündeki nişanlar daha artmış oluyordu.
Emir tüm beylerin başıydı. Toprak düzeni böyle bir dizi izliyordu. Yoksul
köylüler ölümüne bu topraklarda yaşamak zorundaydı. 1000 yıllık bir feodalite
donmuş ve taşlaşmış bir skolastik kültür, daha doğrusu kara cehalet tüm Orta
Asya'yı kemiriyordu. Orta Asya insanları yeni gelişmeler için en çok gereksinim
duydukları ögeden, açıkçası Aydın insandan yoksundu. Son Buha- ra Emiri Alim
Han, Rus ihtilâlinden sonra, birkaç hafta içinde, eline geçirebildiği iyi kötü
okumuşları cedit, "yenici" diye suçlayarak binlercesini öldürtmüştü.
Olayların görgü tanığı Hüsamettin Tuğaç 1917 yılında yaşanan bu olayları canlı
gözlemlerle anlatır.
Buhara emirinin kışlık sarayının
karşısında çok eskilerden dev bir yapı daha bulunuyor. Şato gibi bir şey. Ama
burası yıkılmaya yüz tutmuş eski bir medrese. Şimdilerde onarılıyor. Buhara
Emirinin başka sarayları da varmış. Bunlardan birini Buhara Emiri 1920 yılında
Afganistan'a kaçtığında onun kötü anısını da silmek için yakmışlar. 1976
yazında Afganistan'a gittiğimde son emirin çocuklarının halı satıcılığı ile
yaşadıklarını söylemişlerdi. Ama ben karşılaşmadım.
1991 yılında, Sovyetlerde beni
etkileyen olaylardan biri kitap okuma alışkanlığıydı. Buhara emirinin yazlık
sarayını gezmeye gittiğimizde kapıdaki genç bayanı elinde kitap okurken
bulmuştum. Kitaba baktım. Sadrettin Ayinin'nin bir romanıydı. Genç bayan
kitapla ilgilendiğimi görünce bunu bana hediye etti. Yine trende her
kompartmanda en az 6-7 kişinin kitap okuduğuna tanık oluyordum. Okuyucularsa
genellikle genç kızlardı. İşte yorgun sosyalizmin -bence- en önemli başarısı
burdaydı. 1967'lerde Özbekistan'ı ziyaret eden dönemin Sanayi bakanı Mehmut
Turgut gözlemlerini "Taşkent'e Doğru" adlı kitapta toplamıştır.
Kitabında Turgut, Özbekistan'daki yıllık pamuk üretiminden söz eder. Bu paranın
hemen hiç Özbekistan'da kalmadığınısöyler. Şu satırlar Mehmet Turgut'undur:
"En fazla pamuk yetiştiren, en
zengin yeraltı kaynaklarına sahip olan bu cumhuriyetinnasibi, sadece ziraat
işleri ile uğraşmaktan ibaret. Ama onlar Sovyetler Birliğine yılda milyonlarca
ton pamuk veriyormuş, ta Moskovaya kadar milyonlarca metre küp tabii gaz sevk
ediyormuş, nadir kürkleri dünyanın her tarafında aranıyor ve dünya
pazarlarından deste deste dolar getiriyormuş. Bütün bunların ne ehemmiyeti var?
Her şey Sovyet Rusya İmparatorluğu için değil mi? Bunun aksini düşünmek kimin
haddine?"
Söyledikleri doğru Mehmet
Turgut'un. Yalnız, Mehmet Turgut ve onun
gibi düşünenlerin unuttukları bir gerçek daha vardır: "Özbekistan bu
üretime nasıl ulaşmıştır, neye borçludur, hangi durumdan buralara
gelmiştir?" Bunları görmezlikten gelirler. Sözgelimi okuryazar sayısı
1920'lerde neydi, şimdi nedir? Mehmet Turgut bu arada bol bol opera ziyaretlerinden,
salonlardan söz eder. Ama 1920'lerde bu topraklara hem de bağımsızlık eylemi
için koşup gelmiş Enver Paşa'nın not tutacak kağıt bulamadığını görmezlikten
gelir.
Yaz sabahının tatlı serinliği içinde
Buhara emirinin yazlık sarayını geziyoruz. Saray dedikse, öyle Topkapı ya da
Yıldız gibi bir saray sanılmasın. Daha çok bizdeki paşa konaklarını anımsatan
türden tek katlı yapı. Geniş bir bahçe içinde yer alıyor. Sitare-i Mâh adlı bu
sarayda 1921 yılında bir süre Enver Paşa da konuk edilmiş. Kabul salonu
Venedik'ten getirilmiş bol aynalarla süslü. İçinde ise Buhara Emirden kalan
eşyalar sergileniyor. Oyma sandıklar, dolaplar, semaverler, çiniler. Giderek
sönükleşen bir bey için lüks eşyalar. Ama asıl önemlisi, harem dairesi. Nikahlı
dört eşinden başka yirminin üstünde oda görevlisi genç kızla yaşayan Emirin
onlar için yaptırdığı odalar, onların düzeni. Müze görevlisi bayan güzel bir
Özbekçe ile harem düzenini anlatıp döküyordu. Birkaç görüntü aldım. Boylu
boyunca salonları gezdim. Bahçenin uç noktasında bir de mescit yer alıyordu.
Çok garip bir mescit. Onu da görüntüledim. Dışarı çıktığımda içeriyi halktan
gezginler dolduruyordu. Onlarla bir iki söyleşi yaptım. Yaşamlarında ilk kez
karşılaştıkları Türkiye Türkü'ydüm. Kapıda çay içen müze görevlileri kök çay
ikram ettiler. Birlikte çay içtik.
Buhara Emirinin kışlık sarayı daha eski
ve eski olduğunca da görkemli. Eski Orta Asya yapılarında hep kubbeli mimari
egemen. Bizdeki Sivas ve Konya'da örnekleri bulunan Selçuklu yapılarını
anımsatıyor. Taş oymalara önem verilmiş. Çizgiler yuvarlak. Pencereler de oval
biçimde. Buhara Emiri'nin bu sarayı şimdilerde genç ressamların satış yeri
gibi. Ressamlar derneği tablolarını burda sergileyip satıyorlar. Bu tablolar
da öylesine pahalı şeyler değil. Ama en zor yanı taşımak. Batılı gezginler
küçük tablolar satın alıyorlar. Üç tablo da ben alıyorum.
Buhara yakınlarında iki önemli kültür
merkezi daha var. Bunlar geçmişin medreseleri. Gezi notlarında Vambery de değinmiş
bu medreselere. VambÇry şöyle diyor:
"Buhara'nın yeşil çayı çok
ünlüydü. Çaycılar hoşsohbet adamlardı. Çeşit çeşit meyve ağaçlarının altında
çaylarını içen halk, tarih destanları, dini hikayeler de dinliyordu. Geldiğimiz
gün, ünlü Şeyh Bahaüddin Nakşibendi' nin zikir ve mukabele günü idi. Miladın
1388 tarihinde ölen bir çok kıymetli ve büyük din ve felsefe şahsiyeti,
Buhara'nın iki saatlik ilerisinde gömülüdür. Mezarını dünyanın her yerinden
müslümanlar ziyarete gelirler. Kabrin üzerinde bir koç boynuzu, bir bayrak ve
Mekke'den gelmiş bir haliçe vardır."
"Buhara'da iki yüz kadar cami,
seksen kadar medrese vardı. Buhara'da, dünyanın hemen hemen bütün müslüman diyarlarından
gelmiş beş binden fazla talebe okuyordu. Ne yazık ki bu talebeler müsbet
ilimlerden uzak ve sadece kelamı bahislerle meşgul idiler. tarih ve edebiyatla
uğraşmak hoş karşılanmıyordu."
Vambery'nin iki saatlik uzaklıkta
dediği Nakşibendi merdesesi Buhara'ya 10 km uzaklıktadır. Bir iki yıl önce onarılmıştır.
İçersi pırıl pırıl döşenmiştir. Şimdi bir din evi olarak işlevini
sürdürmektedir. Gelecekte medrese olmaya hazırlanıyor. Öbür eski medrese ise
Halk arasında "Çor Bekir" adı veriler "Çehar bekir"
medresesidir. O da Buhara 10
km uzaklıkta. Onarımı başlamış, ama fazla ilerlememiş.
Ama öğrenciler alınmaya başlamış. 60-70 yıllık din yasağı, inancı ortadan
kaldıramamış. Şimdi genç çocuklara yeniden eski yazı öğretiliyor. Özbekçe
elifbalar çoğaltılmış. Bunlarla Kur'ana geçiş yapılmak isteniyor.
Akşam treni ile Semerkand'a doğru yola
çıktık. Tren tıklım tıklım doluydu. Yine bir küçük rüşvetle bilet almayı başarmıştık.
Bu saatlerde tren tam bir mapushane havasını anımsatıyordu. Beyaz çarşaflar
dağıtılmıştır. Herkes yatağını yapmıştır. Kimileri bir araya gelmiş
söyleşirler. Genç kızlar kitap okurlar. Üşenmeyip sayıyorum. 8 kişi kitap okuyor,
altısı kız. Kimileri kağıt oynamaya başlamıştır. Akşamın çok renkli ışıkları
bitmiştir. Ama yol boyu uzanan uçsuz gibi gözüken pamuk tarlaları
seçilmektedir. Yer yer dere kıyılarında kamışlar belirgindir. Ahmet Haşim'in
"Göllerde bir dem kamış olsam" yalnızlığı içinde notlar tutuyorum. Bu
arada iki üç Türkmen kadın karşıdaki kesimde oturmuş kendi aralarında söyleşiyorlar,
çay içiyorlar. Korkunç bir susuzluk çöktü. Bir Türkmen anadan çay istedim. Her
nedense kadının aksiliği tuttu. "Genç adamsınız, neden siz çay
yapmıyorsunuz? Benim ayağım ayrıyor? Kendi çayınızı kendiniz yapsanıza"
dedi. Ama bu arada çay vermek için de doğruldu. Bunun üzerine, zahmet
etmemesini; çayı istemediğimi söyledim. Dört yaşlı Türkmen kadın birbirinin
yüzüne baktılar. Olanlara çok üzüldüler. Bu kez öbür Türkmenler çay vermek için
üstelediler. Ama o verilecek çay artık zehir olmuştu. Reddettim. Yine günlüğümü
doldurmaya başladım ki, "Türkmen ana bana çay vermedi" diye
yazıyorsun değil mi?" diye sordular. "Evet öyle yazıy hir oldu. Bir
anlık ağızdan kaçan sözcükler onları da, beni de üzmüştü.
Gece yarısı Semerkant'ta olduk. Ama
burda -vizesiz olduğum için- hiçbir otel beni almaya cesaret edemiyordu. Tüm
rüşvet önerilerime karşın korkuyorlardı. "Gece polis denetliyor,
yakalanırsak kötü olur" diyorlardı. Yapacak hiç bir şey kalmamıştı. Bir
özel evde geceleyecektik. Kılavuzum Nizam bu işlerin uzmanıydı. Gece yarısı,
otelden aldığı bir adresteki evin kapısını çaldık. Yoksul bir evin bahçe
kapısından içeri girdik. Genişçe bir bahçenin içinde odaya götürdüler. Taş gibi
sert minderlerin üzerine, giysilerimizle uzandık. Oda çok havasızdı. Bir türlü
uyuyamıyordum. Sabah yakını yorgunluktan gözlerim kapanmış. Bir müzik sesi ile
uyandım. "Kızıl Alma, kızıl alma" yinelemeli bir türküydü bu. Bir
kadın söylüyordu. Ev sahibinin gelinlerinden biri teybe koyduğu bir kaseti
dinliyordu. Ve ardından bir böğürtü sesi duydum. Bir inek kpıdan başını
uzatmış, böğürüyordu. Yataktan doğrulup dışarı çıktım. Dört yanı evlerle
çevrili bir bahçe ortada yeşil bir çayır, hemen yanında bir su musluğu ve
çimenlik alanda yayılan inek gözüme çarptı. Gece karanlıkta göremediğim ortamı
iyiden iyiye gözden geçirdim. Ev sahibi yaşlıca bir Özbekti. Oğluyla birlikte
eve bir oda ekliyordu. Çamur karılmış, kerpiçler dizilmiş, çalışıyorlardı.
Tuvaletin kapısına eski bir çul asılmıştı. Teyipte yine aynı kaset dönüyordu.
Türkücünün adı "Ulduz", Türkiye Türkçesiyle "Yıldız"'dı.
Çantamdan atlası çıkardım. Rotterdam ile Semerkant arasındaki uzaklığa baktım.
Belleğimden şimşik hızıyla düşünceler uçuverdi. Nerdeydim? Ne arıyordum bu
yoksul evde? Ve beni uyandıran bu müzik neydi? "Kızıl Alma, Kızıl
Alma."
Kızıl Alma, Türk düşününde bir ülkünün
sembolüydü. Ülkü demek, yaklaştıkça uzaklaşan serabın, susuzlar üzerindeki
etkisini anımsatan çekici bir ışık değil miydi? Kızıl Elma, geçmişten günümüze
birçok söylenceye konu olmuştu. Eski Türk söylencelerine dayanıyordu. Orta Asya
Türkleri arasında doğmuştu. Ergenekon destanında Ergenekon'dan çıkış ve yeniden
dirilişin ülküsü olmuştu. Oğuzlar için, hangi yöne giderlerse ulaşacakları
utkuydu. Sonuçta Türk ülkücülüğünde
Kızıl elmanın ne olduğu bir türlü belirlenememişti. Yüzyıllarca ona herkes,
kendi düşleminde dilediği gibi anlam vermişti. Sonuçta Ziya Gökalp Kızıl
Elma'yı bir bilim kenti, bir üniversite kenti olarak çizmişti. Şimdi bir garip
raslantı ile "Kızıl Alma" yinelemeli türküyü dinliyordum. Bu ülkü
beni mi izliyordu? Ve benim arayışım neydi?
Sonradan bu kaseti satın alacağım ve
sözlerini öğreneceğim:
Belenşah'da kızıl alma pişken eken
Uzup alıp karasan kurt tüşken eken
Men almanı ırgıt barsam udat saldı
Taşlap keter eken mene nege aldı
Kızıl alma, kızıl alma pişken eken
Uzup alıp karasan kurttüşken eken!
Hayır, bu türkünün kızıl elma ülküsü
ile hiçbir ilişkisi yok. Yalnızca beni bir sabah düşünden uyaran canlı,
hareketli bir parça!
Gecenin serinliği bitmiş. Sabah sıcağı
başlamış. Güneş tüm ışıltılarını 2500 yıllık kentin üzerine çevirmiş. Eski Soğd
boylarının otağ olarak kullandıkları bu alanda kurulmuş kent elden ele bugüne
gelmiş. 329 yılında Büyük İskender kenti almış. Samanoğullarının yükselişinde
önemli bir rol oynamış. İlk dönemlerden beri su kemerleri yapılmış. 9-13.
yüzyıllarda çağın en önemli kültür merkezliğini yapmış. 1350'lerde Timur Hanını
başkenti olmuş. Uykusuz bir gecenin sonuda bir şimşek hızıyla belleğimde
koşuşan Semerkant bilgileri bunlar.
Giderek artıyor güneşin sıcağı.
Görkemli Registan alanının üzerinde yoğunlaşıyor. Semerkant 2500 yıllık
yaşamında yeni bir uykudan uyanıyor. Semerkant medreseler, anıtlar kenti.
Uluğbey Gözlemevi, Timur hanın mezarı, Hazreti Hızır camisi, Bibi Hanım
Câmisi, Tilla Karı medresesi yeni bir güne hazırlanmaktadır. Tüm bu kültürel
donanımı ile Semerkant geçmişte de ilgi uyandırmış. Macar türkolog Vambery
şöyle anlatıyor:
"Semerkant Avrupa'da ve Avrupa
kentleri arasında çok ünlü. Kent için bir çok söylence yayılmış. Şehrin doğusuna
düşün bir dağ üzerinde çobanların piri olan Şubatana'nın türbesi bulunuyor.
Şehrin çevresindeki eski dönemlerden kalan yıkıntılar bu yere öylesine bir
sevgi veriyor ki, kişi burda geçmişin kendisini alıp götürdüğünü görüyor.
Timur'un ve onun piri Mir Seyit Berkok'un mezarlarını her gün binlerce kişi
ziyaret ediyor. İslamlığı burda yerleştirmek için Kureyş ailesindern Şah-ı
Zinde gelmiş. Onun mezarı üzerindeki yeni çiniler pırıl pırıl parlıyor. Uluğbey
gözlemevi ve medresesini hayranllıkla seyrettim."
Yaklaşık tüm anılarda Semerkant:'ın bu
tarihsel kalıntılarından övgüyle söz edilir. semerkant beni de büyülemiştir. O
canlı pazarı, o dolu dolu koşuşan ve yaşayan insanlar, o çok renkli giysili
Özbek kadınlar. Özbek kadınlarda çok renkli bir giyinme özelliği var. Parlak
ve çok renkli düz desenli giysiler bunlar. Uzunca ta topuklara kadar uzanıyor.
Bu güzelim giysiler içinde hafif esen bir yelde sallanan dal gibi yürüyorlar.
Bu giysilerden almak istedim. Bir satışevine girdim. Ama aynı giysileri cansız
olunca sevmedim. Hayır, ister Türkmen, ister Özbek giysisi olsun, güzeldi. Çok
hoştu. Ama bu güzellik yalnız onların üzerindeyken seziliyordu. Eşimi bu
giysiler içinde düşünemedim. Giysi kişinin bir parçasıydı. Ve belki de onlarca
yıllık bir uyumla kişiye yakışıyordu. O güzel renkler ve çizgiler uyumunu
kendine bıraktım.
Semerkant, Buhara'dan daha canlı, daha
yaşam dolu. Halkı çok renkli. Kent merkizinde Tacikler çoğunlukta. Ama tümü
Özbekçeyi iyi konuşuyor. Birçok Tacikle Özbekçe konuşuyorum. Birisi Türkiye'de
bir terör eylemi olduğunu söylüyor. Yaklaşık bir aydır Türkiye ve tüm dünya ile
tüm bağlarım kesilmiş durumda. Ne olup bittiğinden haberim yok. Semerkant'ta
Özbekçe devlet dili, Tacikçe halk dili ve Rusça iletişim dili konumunda.
Semerkant'ın Sosyalist devrimde önemli
bir yeri olduğundan söz edilir. Devrim başlayınca kadınlar peçelerini burda
yakmışlar. Orta Asya'da ilk kızıl bayrak da burda asılmış. Mehmet Turgut
kitabında bu olayı şöyle anlatıyor:" Tercüman Semerkantlı genç bir kız,
iftiharla ve şişine şişine anlatıyor: "Bu meydanın tarihiminde ehemmiyetli
bir yeri vardır. 1928 de bu meydanda büyük bir hadise olmuştur. Bütün
Özbekistan kadınları bunu unutamaz ve her yıl binlerce kadın buraya gelir ve
yıl dönümünü kutlarlar. 1928'de bu meydanda on dört bin Özbek kadını toplanmış
ve çarşaflarını merasimle yakmışlardır. Bu kadınların Müslüman adetlerine ve
çarşafa savaş açması parolası olmuştur. O günden beri bizim kadınlarımız çarşaf
giymemektedirler."
Mehmet Turgut 1928'de on dört bin
kadının gönüllü olarak böyle bir eyleme katılacağına inanmaz. Haklıdır da.
Hiçbir toplumda toplum kuralları bir günde değiştirilemez. Ama Mehmet Turgut
"Semerkand'da ve Taşkent'te kadınların çarşaf giyip giymediklerini
bilmiyorum" der. Bu soruya yanıtı ben vereyim. Türkistan'ın hiçbir yerinde
kadınlar çarşaf giymiyor. Semerkan'ın
halk çarşısı çok canlıydı. Bir müzik bandında Zülfü Livaneli'nin "Leylim,
ley" türküsününTacikçesi okunuyordu. Tüm Sovyetlerde gördüğüm ve beni
rahatsız eden iki öge burda da sürüyordu. birincisi Dişleri altınla kaplatma,
ikincisi de sürekli yere tükürme olayı. Aydın insanların ağzı bile sarı altın
kaplamalarla doluydu. Burda bir zenginlik ve güzellik belirtisi gibi
yayılmıştı. Bizim köylerde 1950'li yıllarda böyle bir moda vardı. Biz çoktan
bıraktık. Şu sürekli yola tükürme geleneği ise tümden iğrenç birşeydi. Ama
burda çok olağandı. Yine en ince bayandan en okumuş beye değin herkes gelişi güzel
sağa sola tükürmekte sakınca görmüyordu. Bu yere tükürmeler, trende otobüste
her yerde yapılıyordu. Şimdi bu güzelim Semerkant'ta da aynı çirkin
görüntülerle karşılaşıyordum.
Semerkant pek çok kişiyi büyülemiştir.
Bunlardan biri de Melih Cevdet Anday'dır. Anday, "Bu Semerkant büyüleyici
bir şehirdir" diye söz eder Semerkant'tan. Timur'un eşleri ve çocukları
için yaptırdığı mezarlığı şöyle betimler: "Mezarlık dedimse bizim
mezarlıklar gibi bir şey gelmesin gözünüzün önüne. Cepheleri mozayikli büyük
yapıları ile koca bir mahalleydi burası. Mahalleye uzun ve basamaklı bir
merdivenden çıkılıyordu. Her yapının içinde bir ya da birkaç mezar vardı. Bu
mezarların tümünün kimlere ait olduğu bilinmiyor. Dörtgen, beşgen, altıgen
yapılar. Pencereleri camsız ve açık elbette. İçerleri serin ve yüksek tavanlı.
Mezarlar oymalı, işlemeli, duvarlar da öyle. Burdaki tahta oymacılık pek incelmiştir.
Uluğ Bey rasathanesi neden sonra
kazılarla ortaya çıkmış. Yerin dibine doğru kuyu gibi uzanan, eğri taş bir
kızak var rasathanenin içinde; bu kızaktan, yıldızların hareketini ölçen bir
makine inip çıkarmış. Yıl, Fatih'in İstanbul'u aldığı yıllar. Uluğ bey'in bu
bilimsel çalışmalarını çekemeyen softalar ona bir komplo hazırlamışlar, oğlunu
da elde ederek Uluğ Bey'i öldürmüşler. Ondan sonra burdaki bilim merkezi sönmüş. Timur'un türbesi bir gökçe yapıttır,
tâ uzaklardan insanın gözünü alıyor ve hayranlık uyandırıyor. Burda yalnız
Timur değil, Uluğ Bey ve başka torunları da yatıyor Timur'un."
Semerkant'ta birçok tarihsel anıt var.
Bunca tarihsel anıt arasında Sadrettin'i Ayinü'nin sözü bile edilemez. Sadrettin Ayini'nin evi müze olmuş.
Küçük bir bahçe içinde geleneksel evlerden biri. Bir dizi oda çevreliyor. Koca
yazar bu şirin evde yaşamını geçirmiş. Çok tatlı bir yaşam olmalı diye içimden
geçti. Ama hiçbir yazarın yaşamı tatlı olamaz. Yazar yaşamı bunalımlı olur. Her
zaman son kitabı en değerli kitabıdır. Her kitap bir doğum sancısı yapar. Ve
sevgili Sadrettin Ayini bu bunalımlardan nasibini çok iyi almıştır. Ama şimdi
bu güzelim odalarda Sadrettin'i Ayini'nin yaşamından kesitler veren resimler
sergileniyor. Başka yazarlarla, devlet adamlarıyla, halkla, çalışma masasında.
Dolu dolu resimler. Sadrettin'i Ayini'nin kitaplığı. Özbekçe, Tacikçe, Farsça
ve Rusça kitaplarla dolu. Evinde kullandığı eşyalar. Tabaklar, kaşıklar ve
semaver. Çay Özbekistan'ın sevilen söyleşi katıklığı. Tüm Rusya'da da yaygınmış
bu gelenek. Bu basık odalarda Sadrettin Ayini'nin bunalımlarında tek arkadaşı
büyük olasılıkla bu semaver olmuştur.
Semerkant'ın en turistik otelinde
Kızgız rejisör Murat Aliyef'le buluşacağız. Buhara'da iken kararlaştırmıştık.
Bu arada üzerimde Rus parası tükendi. Otelde bozduracağım. Otelin salonu batılı
gezginlerle dolu. Soğutma aygıtının seritlettiği salonda öğle yorğunluğunu
geçiriyorlar. Biralar, içkiler içiliyor. Tam banka önüne gidiyordum ki, arkamda
birinin beni izlediğini sezdim. Artık tümden bu işlerde uzmanlaştım. Kimin
KGB'den olduğunu, kimin başka türlü bir amacı var, seziyorum. "Yine
bulduk belayı" diye içimden geçti. Banka gişesi önünde durdum. Ardımdaki
gölge içki içilen yerde durdu. İçki satıcısı sordu: Ne içeceksin. Özbekçe
olarak "Sus, bir şey içmeyeceğim. Ben şu iki kişiyi -Nizamla beni
gösterdi- izliyorum." Bu kez Nizam'ın giysileri kuşlanmasına neden oldu.
Nizam tam bir derbeder gibi. Bacağında pijamayı
andıran bir pantalon, ayaklarında naylon sandeletler, böylesine turistik
bir otelde bulunması hemen dikkat çekiyor. Gişeye parayı uzattım. Para bozdurma
kağıdını sordu, onu çıkardım. Pasportu sordu onu da verdim. Çok şükür vize
belgesini sormadı. Böylece elimdeki 20 doları bozdu. En küçük bir eksik yok.
Biz hızlı hızlı Otelin salonunundan uzaklaşmaya çalışıyoruz ki, aynı gölge
önümüzü kesti: "Beyler bir dakika." Nizam'ı gösterdi, "Bu adam
sizinle mi?" Evet benim özel tercümanım. Beni bir dizi soruya çekti.
Üsteleye üsteleye vizem olup olmadığını sordu. Vize belgesini istediyse de
"otelde" dedim. Otel resepsiyonu aldı. Hangi otelde kalıyorsunuz.
"Otel Taşkent'te" Tam o sırada Fransız gezginler geldiler. "Aman
bu bey yazardır, biz Buhara'dan tanıyoruz. Kuşkulanmanıza gerek yok" diye
araya girdiler. KGB'nin bu deneyimli uzmanı benim vizesiz olduğumu çok iyi
anladı. Ama bunca turistin arasında tatsız bir olay yaratmak istemedi.
"Peki gidin, ama ben hemen Taşkent otelini arayacağım. Bir eksiğiniz
varsa o zaman görürsünüz" diye bir de tehdit savurdu. Nizamla soluk
soluğa otelden çıktık. Dolambaçlı yollardan kaçıyoruz. Arkamızda gölgeler bizi
izliyor. Ama bir taksi buluyoruz ve süratle uzaklaşıyoruz. Derhal Semerkant'tan
uzaklaşmamız gerekiyor.
Özbekistan'ın başkenti Taşkent'te pek
tarihsel anıt kalmamış. 60'lı yıllarda yaşanan depremle son tarihsel anıtlar
silinip gitmiş. Şimdi Taşkent, yeni yapılarıyla, parklarıyla, Lenin
meydanındaki bir ormanı andıran fıskıyesiyle modern bir kenttir. Uzaktan
Pamirlerin sisli tepeleri birer hayalet gibi gözükür. Bir ırmak kenti ikiye
böler. Bu bölüm geçmişten günümüze bir anlamda ulusal ayrımdır. 1917'lerde
Hüsamettin Tuğaç Taşkent'i şöyle betimler:
"Rus Taşkent'ine gittim. Muntazam
güzel caddeleri, büyük resmi binaları, bahçeleri, heykelleri ve gösterişli
kiliseleri ile bir Avrupa şehri. Ruslar, Ermeniler ve Yahudiler bu semtte
yaşıyorlar. İslamlardan kimse bu semte girmez. Entari, hırka veya aba, cübbe
giymiş başları sarıklı veya takkeli yüzleri çember sakallı müslümanlar tanılır
ve hakarete uğrarlar.Müslümanlarda gençler bile çember sakallıdır. "
"İslam Taşkenti ise Rus semtinden
bir demir köprü ile ayrılır. Toprak sokaklar, hepsi yüksek avlu duvarları ile
çevrili tek katlı kerpiç evlerdir. Sokaklardan arklar içinde sular geçer. Yer
yer açılmış çukurlarda bir çukurdan öbürüne atlar. Bu suları içerler, abdest
alırlar ayaklar yıkanır, köpekler de içer... Akar su pislik tutmazmış. Pislik
diyorlar, mikrop nedir bilmezler. Bunlardan hastalık çıkacağını da anlamazlar.
Hastalık Allahtan gelir, Allah dilerse geçer. Çocuklar yerlerden karpuz
kabuklarını alır kemirirler. Benim bulunduğum o sıralarda İslam Taşkentinde
bulaşıcı hastalıklar vardı. Gün olur ki sabahları tabut tabutu takip ederdi.
Rus semtinde böyle bir şey yok. Bir zamanlar Altınordu'yu bozup Moskova
önlerine kadar dayanan Timurlenk ordusunun kahraman insanlarının yurdu olan bu
yerlerin halkı, zalim bir düşmanın ve ondan daha korkunç olan cehaletin ve
bilgisizliğin elinde eriyip, sönüp gitmektedir."
Şimdi radyo televizyon istasyonlarıyla
geniş yollarla donanmı çağcıl yapılarla süslü bir Avrupa kentinde bulunuyoruz.
Ve o gün Özbekistan ile Rus'ların futbol maçı var. Nizam futbol maçını
izlemeye gidiyor. Ben ise Taşkent otelinin 6. katındaki tepe lokantasında
akşam yemeğine oturuyorum. Ordan tüm Taşkent ayaklar altında kalıyor. Güzelim
et yemekleri geliyor. Yandaki masada oturan Özbeklerle söyleşiye girişiyorum.
Metro sürücüsü. Bir metro sürücüsü Taşkent'in en lüks otellerinden birinin
lokantasında akşam yemeği yiyebiliyor. Oysa kısa süre önce İstanbul'da Şeraton
yatında gezi yaparken -hem de Avrupa'da kazanmama karşın- bomba gibi fiattalr
karşısında şaşırmıştım. Sosyalist sistemin en önemli başarısı burda olmuştu.
Tüm hizmetler kitleye inmişti. Operadan, tiyatroya, uçak yolculuğundan, en lüks
lokantanın yemeğine değin her şeye herkes sahip olabiliyordu. Ama lokantadaki
garson kadınlara yemeğimi yandaki masaya getirmelirini söylediğimde bu isteğim
yerine getirilmiyordu. Tüm bu hizmetler en ilkel biçimde yürüyordu. Tüm
garsonlar memurdu. Müşteri kazanmak, iyi davranmak kimsenin umrunda değildi.
Beğenen yer, beğenmeyen çekip giderdi. Lokantadan çıktım. Taşkent'te turistik
olmayan bir otelde yer bulmuştuk. Kendi otelime doğru yola çıktım. Yolda ikisi
kız, biri erkek üç gençle karşılaştım. Tatar erkek Tomsk'ta öğrenciymiş.
Universiteden "Türkçülük yaptığı gerekçesi ile" atılmış. Şimdi
Türkiye'de universite öğrenimini bitirmek istiyor. Üçü de Gorbaçov'u sevmiyor.
Bol bol şikayet ettiler. Benim bakış açımın olumlu olduğunu öğrenince
"Biliyoruz, siz batılılar Gorbaçov'u beğeniyorsunuz." dediler.
Gerçekte Sarp kapıdan başlayarak karşılaştığım tüm Sovyet yurttaşları
Gorbaçov'u sevmiyordu. Gorbi onlar için "toplumsal düzenin çağşaması,
enflasyon, pahalılık" demekti. Tüm söylediklerinde doğruluk payı vardı.
Yalnız benim gözlemlerim buna bir küçük ekleme yapıyordu. İnancım şuydu:
Gorbaçov eskimiş bir makinayı onarmak istemişti, onarayım derken tümden bozmuştu.
Bu eskimiş düzenin sorumlusu Gorbaçov değildi. Hemen her yerde tartıştığım
kişilere bu düşüncelerimi söylüyordum. Sovyetler batı ölçülerine göre çok geri
kalmıştı. Sözgelimi, Baku'nun içinden Baku'daki bir evle telefon görüşmesi yapmak
olanaksızdı. Telefon makinaları korkunçtu. Aklınıza ne gelirse tümünü
düşünebilirseniz, tümü Avrupa'dan fersah fersah geriydi. Sovyetler super güç
olmaya çalışırken, çağdaş donanımı unutmuştu. bir yandan en görkemli uzay
araçlarını fırlatıyordu, öbür yanda bin bir gerilik kalıyordu. Bu gözlemlerini
Metin Toker de 1965'lerde belirtmişti. "Rus Geldi Aşka Rusun Aşki Başka"
adlı kitabında böyle çelişkilere değiniyordu. Benim inancıma göre de sosyalizm
denizi geçmiş ama, çayda boğulmuştu. Dev metrolar, bir kıta büyüklüğündeki ülkeyi
boylu boyunca kuşatan demiryolları, halka indirgenmiş uçak hizmetleri, çok ucuz
kitaplar, bedava denecek ölçüde gazeteler, tümü vardı. Ama bu hizmetlerin
sunuluşu ilkel dedikçe ilkeldi. Gorbi sistemi yenilemeye çalışırken Batı'nın
gerisinde kalan bu aksamaları ortadan kaldırmak istemişti. Kimilerine göre
sosyalizm peşkir atmıştı. Sovyetler Super devlet sürdürebilir miydi? Bir süre
daha kuşkusuz sürdürebilirdi. Ama artık kapitalizmin acımasız yarışı
karşısında, tüm hizmetleri herkese indireyim derken yorgun düşmüştü. Benim için
kapitalizmde en zor yan kişilerin yarış alanlarına girmesiydi. Kapitalizmin
büyük eksiği burdan kaynaklanıyordu. Sosyalizmde ise tümden yarışı ortadan
kalkmıştı. Bir toplumsal kalkınma için gerekli olan özendirme, ödüllendirme
yoktu. Bir noktada çok çalışanla, hemen hiç çalışmayan; kaytaran arasında
ayrım kalmamıştı. En büyük eşitsizlik burda doğmuştu. Buna bağlı olarak adam
kayırma, parti üstünlüğü, alıp yürümüştü. Toplum durağanlaşmıştı. Nitekim, bu
görüşlerimi söylediğim pek çok kimse sözlerimi doğruluyorlardı. Ama yine de
geçmişe bir özlem vardı. Sözgelimi tüm kıyımlarına karşın bir Stalin dönemine
özlem duyan birçok kişiye rastladım. Hele Brejnev dönemi en mutlu oldukları dönemdi.
Birçok kişinin söylediği söz şuydu "Bize demokrasi yaraşmaz. Bize bir
baş, bir düzen gerekli. Yoksa bizde düzen kalmaz"
Demokrasi geleneği olmayan tüm
toplumların çıkmazını yaşıyordu şimdi Sovyetler. Sürü çobanını arıyordu. İllâ
bir çoban olmalıydı. Yoksa bu sürü yaşayamazdı. Ve tüm ulusal özlemlere
karşın, halk arasında "super devletin bir bireyi" olma gururu vardı.
Amerika karşısında dünyanın en güçlü devletinin bir bireyi olma. İnsan
kişiliğinin bir özlemi, büyüğün bir parçası olma, büyüklük. İşte pek çok basit
Sovyet yurttaşında bu özlem sürüyordu. Nitekim Stalin, 2. Dünya savcaşına
"Büyük Anavatan Savaşı" adını vererek tüm Sovyetler birliğini hatta,
komunist rejimden kaçmış sürgündeki Beyaz Rusları bu ülkü uğrunda
birleştirmemiş miydi? Hem o Stalin ki, "Büyük Anavatan savaşı
yapacağı" Hitlerle kısa süre önce dostluk antlaşması imzalamış ve
Polanya'yı paylaşmıştı. Yine bu savaştan önce 1932 ve 1938 kıyımları ile
binlerce aydın ve yarı aydını "milliyetçilik" suçlaması ile
öldürtmemiş miydi? Şu insan denen varlık ne garip bir varlıktı. Şimdi pek çok
insan onu özlüyordu. Stalini sevmeyen tek ülke ise doğrudan kendi ulusundan
olduğu Gürcistan'dı. Gürcistan'da bir kişiden bile duymadım Stalin özlemini.
Gürcistan'da Lenin de Stalin de yoktu. Oysa -Azerbeycanı bir yana bırakırsak-
tüm bu ülkelerde Lenin şöyle ya da böyle vardı. Nitekim Türkmenistan'da trende
giderken konuştuğum genç bir kız (adı Altın'dı) "Lenin'i sever
misin?" diye sordu. Yanıtım şu oldu. "Lenin'i severim, ancak
Atatürk'ü daha çok severim. Mahtum Kuli'yi daha çok severim. Ali Şir Nevai'yi
daha çok severim. Özüm Türktür. Men önce öz atamı severim" Türkmenistanlı
Buda daha uluslaşma sürecine girememişti. Ruslaşma, sosyalizm, kardeşlik
savları ile tüm bu halkları bir silindir gibi ezip geçmişti. Belki de en iyi
tümrusçuluk böyle başarılmıştı.
Genellikle ülkemizde Sovyetler ve
Sosyalist ülkeler yansız yansıtılmamıştır. Batının güdümündeki kalemler çok
kez tüm gerçekleri de yadsıyarak ver yansın etmişlerdir. Sosyalistler ise
gördükleri her güzelliği göklere çıkarmış, görülmesi gereken küçük ayrıntıları
vermemişlerdir. Ben bunların ikisini de yapmayacağım. Bir kez eski bir
sosyalist gelenekten geliyorum. Ama sosyalizmin başarısız yanlarını da
vermekten kaçınmayacağım.
Taşkentli gençlerden ayrıldım. Akşam
yalnızlığı içinde bunları düşünerek oteleye doğru bir süre daha yürüdüm.
Ardından bir taksi tuttum. Otelin kapısına geldiğimde Nizam telaş içinde beni
arıyordu. "Nerdeydin, seni pulunu çalmışlardır, seni soymuşlardır."
"Hayır hiçbirşey olmadı. Yalnızca gençlerle söyleşi yaptım." Bu tür
gezilerin özelliği böyledir. Kendini on binlerin içine bırakacaksın. Başına ne
gelirse bahtına. Nitekim İlk başından yola çıkarken böyle düşünmüştüm. Ve
yyolculuk sürüyordu.
Taşkent'te eski yapı olarak 16.
yüzyıldan kalmış Kökeldaş Medresesi var. Dinü Başmarga. İslam bilgileri verilen
bu medrese Sovyet döneminde kapatılmış. Bu mart ayında yeniden açılmış.
Şimdilik 13 kız toplam 18 öğrencisi var. Medrese bir yandan onarılıyor, bir
yandan da küçük odalarda kuran namaz gibi dersler veriliyor. Fotoğraflar
çekiyordum ki, medresede müdür konumundaki bir Özbek odasına davet etti. Oturduk.
Bilgi vermeye başladı. Eski yazı ile çoğaltılmış ders kitapcıkları gösterdi.
Özbek dilinde yazılmış kitapcıklar. Benim ne iş yaptığımı sordu ve sonra bir
ricada bulundu: Pakistan'daki Tabani kurumu söz vermiş. Bu medrese yapısı
onarılacakmış, Türkiye'den mimar yollanmasında yardımcı olabilir miyim? Yanıt,
verdim. "Size yalan söylemek istemiyorum.
Ben dinsel eylemleri sevmiyorum. Bu nedenle dinsel çevrelerle en küçük ilişkim
yok. Yalnız, yine de size yardımcı olmaya çalışacağım. Adresinizi ve ne istediğinizi
bir kağıda yazın. Türkiye'de bunu gerekli kuruma ileteceğim. Ondan sonrasına
karışmam. Onlar size yardımcı olarlar ya da olmazlar, en küçük güvence
veremem." Bir kağıda isteklerini ve adreslerini yazıp verdi. Gerçekten
Türkiye'ye geldiğimde sözkonusu adresi İstanbul'daki bu işlerle ilgilenen bir
vakıf yetkilisine verdim. O yetkiliye de aynı şeyleri söyledim. "Sıkı dinsel inancı olan biri değilim,
bunu Özbek kültürüne hizmet olsun diye yapıyorum, bilesiniz!"
Koca ülkede adım adam yokluklar
beliriyor. Aşkabat'ta yolda kullanmak üzere bir sabun almıştım. Sabun bitti.
Yeni bir sabun almak istiyorum. Yok. Özbekistan'da korkunç bir sabun sıkıntısı
var. Otelde de bulunmuyor. Diş macunu da yok. Böyle garip şeyler. Benzer
şeyleri biz de yaşamadık mı? 1978 yazında hastanelerde filimler tükenmedi mi?
Çay bulunmaz olmadı mı? Elektrik ampulu, margarin tümü ortadan çekilmedi mi?
Şimdi benzer bir durumla Sovyetlerde karşılaşıyorum. Ülkenin bir ucunda bol
bol bulunan nesne öbür ucunda yok. Sözgelimi Azerbeycan'da şeker tümden yok,
Ukrayna'da dolu dolu. Hele Baku arasında yalnızca Hazar olan Kızılsu'da şeker
istemediğin kadar. Daha garibi sanki başka ülkeymiş gibi bu ülkeler arasında
bir de mal geçirmede gümrük sınırı var. Sözgelimi Kızılsu'dan uçakla Baku'ya
dönerken Nizam yanına aldığı birkaç kilo şekeri geçirebilmek için tüm
hilleleri denemek zorunda kalacaktı.
Böylesi bunalımları kendi ülkesinde de yaşamış bir insan olarak burdaki
olayları kınamak istemiyorum. İnsanların koşuşmalarını küçümsemek eğiliminde değilim.
Bir yazar olarak gözlemlerimi verirken yanlış anlaşılmamak istiyorum. Öte
yandan Taşkent pazarı meyve sebze gibi yaz yiyecekleri ile dolu dolu. Elişi
olarak pek birşey kalmamış. Yalnızca kadınların yakalarına işledikleri bir el
işlemesi var. Giysilerin önüne dikiyorlar. Bir de Kökeldaş medresesi yakınında
eski Taşkent'ten kalma küçük dükkanlarda el sanatları ile uğraşan birkaç yer
gördüm. Basit bir iki marangoz dükkanı, demirci ve kalaycı. Beşik, sandık yapan
marangoz dükkanının görüntülerini aldım. Yine o çevrede geleneksel kahvelerden
birine girdik. 87 yaşındaki bir Kazak oturuyordu. Top sakallı babacan bir adam.
Birlikte çay söyleşisi yaptık. Böylesi kahvelere bayılırım. Pencereler
küçüktür, sedirler alçaktır. Basit bir çay ocağında fokur fokur su kaynar.
Küçük insan kendi dünyasında mutludur. Sigara dumanları arasında yaşam gerçeği
uzaklarda kalmıştır. Ve ben de burda oturacağım bir saat içinde küçük insanın
mutluluğunu paylaşacağım. Onunla birlikte sigara dumanları savuracağım, onun
gibi domatesin fiatını merak edeceğim.
Korkunç Taşkent sıcağında yoğun bir gün
geride kalmıştır. Gezilecek her yeri görüp oteldeki odama çekildim. Nizam daha
ortalarda yok. Nizam'ın Taşkent'te bir askerlik arkadaşı var. Onu bulmak
istiyor. Saat 23 dolaylarında kapı vuruldu. Nizam, asker arkadaşını bulmuş,
taksi dışarda duruyormuş. Bize Taşkent'i gezdirecekmiş. Güzelim uykum yarıda
kaldı. Kalkıp giyindim. Birlikte düştük yollara. Taşkent akşamcılarının
takıldığı bir pazara gittik. Burası Köhne Taşkent'te yyer alıyor. Kadın erkek
satıcılar dizilmişler sıra sıra. Bumbar, şiş, hamur işleridolma gibi evde
yaptıkları yiyecekleri satıyorlar. Bu aradan el altından votka da pahalı
biçimde satılıyor. Tam bir hengame. Herkes birbiri ile Özbekçe konuşuyor. Bu
pazarda Rusça iletişim dili değil. Bir vokta ile biraz bumbar aldık. Sözde bir
kıyıya çekilip keyif yapacağız. Ama Nizam'ın arkadaşı sarhoş, arabayı çılgınlar
gibi kullanıyor. "Yavaş ol, indir beni, şurdan bir taksiye atlayıp otele
gitmek istiyorum" diyorsam da söz geçiremiyorum. Derken polis çeviriyor.
Elim ayağım titremeye başladı. Polise beni Baku'dan gelmiş bir Azeri olarak
tanıtıyorlar. Polislerden biri de Azeri. Dostça davranıyor. Neyse ki polis
pasaport sormuyor. Arabanın kullanım izni yokmuş. Onun için bir ceza yazıyor.
Ceza ücretini hemen ödüyorum. Yine yolumuza devam edeceğiz. Taşkent'te bu
saatlerde kadınlar ortalarda geziyor. bir dizi pazarlıklar oluyor. İşin acı
yanı genç kızların bir bölümünün universite öğrencisi olması. İkide bir arabayı
duruduruyorlar, pazarlıklara girişiyorlar. Elim yüreğimde. Zaten vizesiz bir
yolcuyum. En küçük bir olayda gözaltına alınacağım. Ama bu sarhoşlara söz
geçirmem olanaksız. Derken tüm bunlar da yetmiyormuş gibi giysisinin bir yanı
yırtılmış bir genç kızı arabaya aldılar. Kızcağız, giysisini tramvayda birinin
yırttığını söyledi. Özbekistan'da ve özellikle Taşkent'te böyle olaylar çok
olurmuş. Pek aklım almadı ama, Nizam'ın arkadaşı doğruladı. "Şimdi Bizim
eve gideceğiz. Sana güzeli bir oda vereceğiz. Orda yat. Biz sabaha kadar
içeceğiz" dediler. Gecenin saat biri gözümden uyku yağıyor. Yarın
Bişkek'e doğru yola çıkacağız. Gerçekten bir eve gittik. Taşkent'in epeyce
dışında bir yerde bir ev. Yeni yapılıyor. Daha tüm ev bitmiş değil. Bir odaya
giysilerimle uzandım yatıyorum. Hemen uyumuşum. Sabah beşte uyandırdılar. Hadi
gidiyoruz. Yeniden arayaba bindik. Akşamki Özbek kızın giysisi daha da
yırtılmış. Gözü şişmiş. Hava nasıl serin. Tir tir titriyor. Giysinin
yırtıklarına bir iki düğüm attım. Arabada bulduğum bir çaput parçasını ile
üzerini örttüm. Gece zavallı kızcağızı iyiden iyiye dövdüklerini anladım.
Nizam'a kızıp durdum. Bu olay Nizam'la aramızın ciddi biçimde açılmasına neden
oldu. biraz sonra kentin kıyısında kızı arabadan indirrirken 25 ruble para
verdim. Para verme diye üsteledilerse de aldırmadım. Kullanılmış paçavra gibi
atıyorlar bir insanı. Oldum olası nefret ederim şiddetten. İnsanın
hayvanlaşmasıdır. Ama burda tüm toplum hayvanlaşmış sanki. Kimse kimseyi
umursamıyor. Yine çılgınlar gibi hızlı otelin kapısında olduk. Bu gece tam
zehir oldu. Oteldeki odama attım kendimi. Nizam'a bol bol söylenerek.
Dünden Bişkek'e bilet almak için rüşvet
verdik. Saat on Nizam Bey hâlâ uyuyor. Güç bela uyandırıyorum. "Kalk Bişkek'e gideceğiz" ne
yatıyorsun. Ben seninle kesişmedim mi? Her sabah saat sekizde ben seni ayakta
isterim. Gece ne halt edersen et." Gözlerini ufalayarak kalktı. Tüm bu
rezil Taşkent gecesinin huzursuzluğu üstümde. Bir taksiye atlayıp Tren
istasyonunda olduk. Ama yine yanlış yapmışız. Taşkent'te iki ayrı tren
istasyonu var. birinden yalnız Moskova ve Avrupa bölümüne yolculuk yapılıyor,
öbüründen Asya'ya. Hadi bir taksi daha, öbür istasyona. İstasyon tam ana baba
günü. Bilet gişelerinin önü dolu dolu insan kalabalığı. Korkunç bir görüntü
sunuyor. Kuyruklarda çocuklu kadınlara ayrıcalık tanınıyor. Onlar öne
geçiyorlar. Bu güzel ancak, kimsenin kuyruğu beklediği yok. Gücü gücü yetene.
Bu arada sıra geldiğinde de bilet bitti diyorlar. Gerçekten biletin bitip
bitmediği ise belli değil. Biz de böylece bekleyip durduk. Dünkü rüşvet
verdiğimiz bize bilet sağlayacak kişi kayıp. Yine bir rüşvet karşılığı
Bişkek'e bilet aldık.
İstasyonda tren beklerken bir kadının
istasyon yakınlarındaki pazarda bulduğu döküntüleri toplayıp, özenle seçip yediğini
gördüm. Nizam'a durumu gösterdim. Nizam, yine Brejnev dönemi ile karşılaştırma
yapmaya başladı. Fiatların 5 ile 10 kat arttığını, yaşamın tümden çağşadığını
söyedi. Doruk ülke Sovyetler çöküyordu.
Bişkek'e doğru yorgun sosyalizm'in
yorgun treni direnirken, amaçladığım son noktaya yaklaşmanını mutluluğu
içindeyim. Gerçekte bu geziyi altaylarda noktalamak istiyordum. Dünya
tarihindeki son Türk devletini görmek istiyordum. Ama izinsiz gezi ancak
bu kadara değin dayanıyordu. Bişkek,
Kırgızistan'ın başkenti, ulaşacağım son nokta olacaktı. Ordan çok uzak olmayan
Alma Ata'ya uğrayıp dönecektim. Artık son koşuya çıkmıştım. Mutluydum. Trenin
ses düzeninde bir Fransız müziği çalıyor. Kırgızeline doğru Orta Asya'nın düzlükleri
bitmiştir. Dağlık yükseklikler başlamıştır. Trenin zaman zaman soluğunun
kesildiği oluyor. Ha durdu ha duracak. Ama yine ilerliyor. On on bir katardan
oluşan koca tren bozkırla dağların karıştığı alanda tıkanmış gibi nefes nefese
ama yine de yolculuğu sürdürüyor. Sürekli çevreyi izliyorum. tarlalar biçilmiş,
yalnızca hozanlar var. Sarı düzlükler. Yer yer yılkıları izliyorum. At sürüleri
bunlar. Kırgız ve Kazaklarda köklü bir at kültürü var. At dünyadan yavaş yavaş
izini çekerken burda günlük yaşamın bir bölümü olarak dört nala yaşamını
sürdürüyor.
Yine kocaman komparmandayız. Yine çok
renkli insan görüntüleri. Ben üst ranzada yatıyorum. Benim altımdaki ranzada
orta yaşın üzerinde temiz yüzlü bir Rus kadın. Onun karşısındaki yerde
Andicanlı ileri yaşta bir Uygur. Andican, Tacikistan'da yer alıyor. Bölge halk
bakımından çok karışık. Özbekler, Tacikler ve Uygurlar iç içe yaşıyorlar.
1920'lerde Enver Paşa Türkistan kurtuluş savaşını Tacikistan'da başlatmış.
Öldürüldüğü Pamir eteklerindeki Çegan tepeleri de o topraklarda yer alıyor.
Saatlerce sürecek bu yolculuğu birlikte geçireceğiz. Ayak kokusu, ter kokusu,
gaz kokusunu birlikte soluyacağız. Bu bir dev insan selinin akışı. Niyazi
Berkes, Asya Mektupları'nda Hindistan'dan "Fakat, bu ülke kodaman bir
"kıt'a" diye söz eder. Gerçekte Sovyetler için söylemek gerekir bu
sözü. Ve bu kıtanın içlerine doğru ilerliyorum. Söyleşiler, birliktelikler,
acılar anılar özlemler.
Uzakta yılkılar yayılıyor. Bozkırdaki
dağ yamaçlarında tek tük seyrek evli köyler gözüküyor. Batmaya hazırlanan güneş
tüm bozkırı aydınlatıyor. Ekin tarlalarının ardından vuran ışıklar, sanki
başakların kökünden türüyor da bize ulaşıyor. İyiden iyiye karnım acıkmış. Alt
yatakta yatan Uygur Özbek nandından ikram ediyor. Tüm ekmeği yiyorum. Uygur'un
yüzündeki çizgiler boylu boyunca. Gözler yine çekik. Ama yüz ince ve düz. Çene
ucunda seyrek sakalı uzamış. Sakallı, derbeder bir yaşlı. Ama doğa ile iç içe
yaşamış. Bir istasyonda karpuz ve kavun alıyor Nizam. Biraz sonra bu Uygur
aldığımız karpuz kavunlara bakıyor. Şu iyi şu kötü diye belirliyor. Kesiyoruz,
kavunları, gerçekten, iyi dedikleri iyi kötü dedikleri kötü çıkıyor. Bu kez
söyleşiye dalıyoruz. Dedim ya, bu gezide bildiğim ya da yarı bildiğim tüm
dillerle anlaşmaya çalışacağım. Şimdi sıra Yeni Uygurca'da. Bu Uygur türkü ile
Yeni Uygurcada konuşmaya başlıyoruz. Bişkek'e yangak satmaya gidiyormuş.
'Yangak, yangak'? neydi bu sözcük ben bu sözcüğü bir yerden biliyorum, ama unutmuşum.
O tanımlamaya çalışırken anımsıyorum. O demin karpuzun iyisini kötüsünü
ayırırken, gösterdiği karpuz bir anda küçüldü. Bir bilye kadar olup gözümün
önünde yuvarlandı. Evet evet, yangak bu işte, "ceviz" ! Hay Allah,
nasıl unuturdum bu sözü? Uygurcadan Türkiye Türkçesine çevirdiğim
"Meyveler Yarışı" adlı halk öyküsünde geçiyordu. Şimdi Bu Uygur yarın
Bişkek pazarında bunu satacağını söylüyordu. Yarın Bişkek pazarına gelirsem
bana bir iki kilo ceviz verecekti. Ederini sordum. Bunca uzun ve yorucu
yolculuğa bu paranın değip değmeyeceğini düşündüm. Değer miydi? Sayılarımız
ölçülerimiz ayrıydı. Benim için bir yemek parası bu Uygur için bir yıllık
kazançtı. Herkes kendi dünyasında yaşıyordu. Ve belki bu Uygur benden daha
mutluydu. Göbeği sarkmıştı. Sağ ya da sol böğründe, kayışına bağlı kılıfta bir
hançer taşıyordu. Kavunu karpuzu yaşamımda ilk kez gördüğüm bir biçimde
kesiyordu. Ve yanında yatan o pırıl pırıl yüzlü Rus kadına aldırmadan, rahat
biçimde yolculuğunu sürdürüyordu. Sürekli bu kadının yüzü ilgimi çekiyordu. Hep
pek sevdiğim kayınvalideme benzetiyordum. Sonuçta Nizam aracılığı ile sordum.
Kimdi neydi, nereye gidiyordu. Kısaca anlattı. Doktordu. Çocuk doktoruydu.
Başkurtelinin başkenti Ufa'da çalışıyordu. Bişkek'te ölümcül sayrı olan
kızkardeşini ziyarete gidiyordu. Bu yolculuğun başından beri hep bana sorulan
ve üzerinde çok konuşulan bir soruyu bu kez ben bu bayana sordum: "Ne
kazanıyordu?" 55-60 yaşlarındaki bu bayan doktor biraz da övünerek
"ben iyi kazanıyorum. 300 Ruble" dedi.
Sayılar ölçüler değişiyor dedim ya.
Sözgelimi, 500 km
Sovyetlerde bir adımlık yol. 300 ruble, batı parası ile 10 dolar çok yüksek bir
aylık. Ancak ev kirasının yıllık 2 dolar olduğubir ülkede gerçekten iyi para.
Ne var ki, sonuçta insan bütün bir dünyada yaşıyor. Batının üretimini alıyor.
Jean pantolon alıyor. Video alıyor. Güzellik kremi alıyor. Naylon çorap alıyor.
Ne bileyim ben, alıyor oğlu alıyor işte. Kişi oğlunda bulunmayana karşı bir
özlem var. Hep o bulamadığı şeyler peşinde koşuyor. Batıda bizim doyuma
ulaştığımız ve on para etmeyen nesneler peşinde bu insanlar seğirtiyor. Şimdi
bu insanları görgüsüzlükle mi suçlamalı? Altmış yetmişli yıllarda bizde böyle
değil miydi? Şimdi Batıya açıldık. Parası olan her şeyi alıyor. Ülkemizde her
şey bulunuyor ama ne pahasına kim ödüyor bunu karşılığını? Geniş halk
yığınları ne durumda? Her özgürlüğün, her varlığın bir karşılığı var. Evrende
hiç kimse yokan birşey üretememiş. tümü emek istiyor. Demokrasi, makina, sevgi.
Tümü bir emek karşılığı. Kişilerde olduğu gibi toplumlar da ektiğini biçiyor.
Evrensel acımasız yarış, acımasız soygun sürüyor. Beğensek de beğenmesek de yaşam
gerçeği bu.
Sosyalızm varlıkta değilse bile
yoklukta eşitliği sağlamış. Andicanlı okumamış bir Uygurla, Rus bayan doktor
20 saat sürücek bir yolculuğu yan yana yapıyor. Pasternak'ın Dr. Jivago
romanını anımsatan görüntüler. Giderek akşam sarmış ufkumuzu. Artık dışarıyı,
güneşin batışını izleyemiyorum. Saat 20. Trenin video odasında ne gibi
gösterimler var, onu bildiriyor terendeki ses yükselticisi: Amerikan filmi,
karete filmi, korku filmi ve seks filmi. Gece yarısına değin filim seyredebiliriz.
Yalnız tümü Rusça. Tam Rusça da değil. Sovyetlerde bir garip seslendirme var.
Yabancı filimlerin özgün sesleri olduğu gibi bırakılıyor. Sonra üzerine kendi
dillerinde baskın seslendirme yapıyorlar. Film tam maskaraya dönüyor. Bu
seslendirmeyi Macaristan'da da görmüştüm. İki yıl önce geçirdiğimiz bir
yılbaşında, oğlum, İngilizce ve Almancayı bildiği için, hiç sıkılmadan batı
filimlerini izlemişti. Ama ben bir türlü dayanamıyordum. Filimlerin seslendirmesi
ve bu kalabalık, bu havasızlık -video odalarının penceleri kapalı oluyordu-tüm
bu ortamı izlememe engel oluyordu. Ama ne pahasına olursa olsun, bu filimlerin
izlendiği ortamı görecektim. Ordaki
toplumu görecektim. Böylece Nizamla saat 23'te video salonuna damladım. Birer
yer bulduk. Tüm salon tıklım tıklımdı. Arkada üç-dört kadın izleyici de vardı.
Ama sanırım tren görevlilerindendi. Tüm izleyicilerin elleri ağızlarındaydı. Öylece gerilim içinde
ilkel Amerikan pornosunu izliyorlardı. Birkaç dakika ben de izledim. Nizam'a
sordum, bunlar bu tür gösterimler Gorbaçov döneminde miçıktı: "Yok daha
önce de vardı" Tüm bu garip işlere bir sorumlu arıyordum. Nitekim
trenlerde dilsizler siyah beyaz porno fotoğrafları satıyorlardı. Böyle bir
geleneğin de yeni olabileceğini düşündüm ama değil. O da yıllardır olan bir
uygulama. Sözde bu dilsizlere bir yardım oluyormuş. Peki neden başka tür
fotolar değil de bu tür porno fotoları? Ve Avrupa'da seksin, pornonun en açık
olduğu bir ülkede yaşıyordum. Eh, sonuçta cinselliğin insan yaşamının bir
kesiti olduğunu bilecek ölçüde özgür düşünebilen bir eğitimden geçmiştim.
Nitekim, Hollanda'da İsveç'te seks son derece özgür değil miydi? Ama seks
böylesine pazarlanmıyordu. Her şeyin bir yeri zamanı vardı. Ama burda bu çizgi
ayırtılamamıştı. Sözgelimi, beni Gence'den Baku'ya getiren ve çok saygılı bir
genç olan Cengiz, kendisinde rahatlıkla en açık cinsel konularda benimle
konuşma özgürlüğünü buluyordu. Oysa aramızda en azından 15 yaş vardı. Koca bir
eğitim farkı vardı. Ama burda cinsellik -hani deriz ya!- peynir ekmek gibi
birşeydi. Yine bunun bir parçasını yaşıyorduk.
Şimdi Adıs'tayız. Burası Kazakistan'a
bağlı bir ilçe. Tek tük toprak damlı evlerle karşılaşıyoruz. Bozkırlarda
sesizlik ve yalnızlık. İnsanoğlunun hırsına sınar yok. Zincirlerini koparacak
Gülsarı'nın topraklarına doğru doludizgin ilerliyoruz. Tren Arıs'tan sonra
hızlanıyor. Sabah yakını bozkırların korkunç soğununu iliklerimde duyarak
uyanıyorum. Saat altı. Üst ranzadaki yerimde yorgana iyiden iyiye sarılmışım.
Uzaktan yüksek dağlar gözüküyor. Kimi doruklarda kar. Radyoda Moskova sinyali.
Rusça haberleri veriyor.
"Uzak Kuzey Halklarının Yaşamı
Nasıl Değişti" başlıklı bir yazıda şöyle deniyor:
Vatanımız uçsuz bucaksızdır. Onun
güniyende havalar sıcak geçer, güneş parlar; kuzeyi ise buz keser, soğuk
yeller eser.
Çarlık Rusya'sında Uzak kuzey
halklarından çok ezilmiş ve geri bırakılmış bir halk yoktu. Avcılık ve
balıkçılıkla uğraşırlardı. Ceylan beslerlerdi. Evleri yoktu. Üstü ağaç kaplı
ya da ceylan derisi ile örtülü kulübelerde yaşarlardı. Çiçek, kızamık gibi
bulaşıcı hastalıklara yakalanırlardı. Uzak kuzey halklarının yazıları bile
yoktu. Kitap ve gazetenin ne olduğunu bilmezlerdi. Onları kendi zenginlerinin
yanı sıra, Rus satıcılar ve şaman denilen din adamları sömürürlerdi.
Ancak uzak Kuzeyde de Sosyalizm kuruldu.
Burada da sömürücüler kovulydu. Kolhozlar oluşturuldu. Balıkçı kolhozları
motorlu gemiler aldılar. Kuzeye makinalar getirildi. Burada balık konserve
fabrikaları ve öbür fabrikalar yaptılar. Kulübelerin yerine evler konduruldu.
Kimi yerlere elektrik ışığı getirildi. Kuzey halkları şimdi kendi anadillerinde
gazete ve dergiler okuyabilirler. Uzak Kuzeyde okullar, sayrıevleri,
anaokulları ve çocuk bahçeleri açıldı. Vatanımızın bütün başka halkları gibi,
Uzak Kuzey halkları da yeni sosyalist yaşama adım attı."
Gerçekten Sovyetler uçsuz bucaksız.
Daha ben yolun yarısındaydım. Sarı denize değin uzanacak yolculukta hep Sovyet
bayrağı dalgalanır. Hatta Alaska'yı Çar Amerika'ya satmamış olsalydı şimdi
orası da Sovyetler Birliği sınırları içinde sayılacaktı. Ama bunca uzaklık,
bunca ülkeleri kim kime bağışlamıştı? Kimindi bu topraklar? Kim belirlemişti bu
sınırları? Ve Ruslar ne arıyorlardı bu geniş alanlarda?
Rusya'nın Avrupa bozkırlarını ve
çölleri aşarak doğuda Büyük Okyanu'sa, güneyde ise Çin'e dayanmasının öyküsü ilginçtir.
Nitekim sıcak denize inmeleri yolunda bir vasiyetin bulunduğu da söylenir.
Ancak biz bu noktada sözü değerli yazar Şevket Süreyya Aydemir'e bırakmak
istiyoruz. Rusları ve tüm bu halkları iyi tanıyan Aydemir şöyle yazar:
"Oysa Ruslar, doğru ya da yanlış,
kendilerini hiçbir zaman yalnız Rus topraklarının çerçevesi içinde saymazlar.
Daha geçen yüzyıldan beri nice aydın, Rusya'yı bir Avrupa-Asya ülkesi ve
Rusları, Avrupa-Asyalı bir toplum olarak ele aldılar. Gerçekte büyük Rus şövenizmi
denen anlayış da bundan başka bir şey değildi. Unutulmamalı ki, yaşamının
sonlarında Dosteyevski bile bu Rus şövenizmine kendisini kaptırdı. Ancak
Ruslar, büyük Rus şövenizminin bu
gelişmesine karşın kendilerini "üstün ırk" düşüncesinden çok
"geniş alan" heyecanına vermişlerdi. Bunun içindir ki, Avrupa-Asya
jeopolitiği onlara her zaman çekici göründü. Onlar için Avrupa-Asya, bir Avrupa
ve Asya birliğidir. Bu düşüncede olanlar için Rusya; ne yalnız Avrupa, ne de
yalnız Asya ülkesidir. Tam karşıtı, her ikisinin birleşimidir. Avrupa; Asya'nın
yalnızca bir parçası, batıya doğru uzanışıdır. Asıl olan Asya'dır. Avrupa-
Asyalı ulus deyince Rus ırkçılığı, bu kavramın içinde bir üstün ırktan çok,
oldukça hoşgörülü bir ırk ekseninde bir ırklar karışımını düşler. Ekonomik ve
siyasal nedenlerle doğan iç yayılmalar, isteyerek ya da istemeyerek düzenlenen
göçler, halklar karıştırması, "Irksal koyuluğu sulandırmak için yapılan
düzenli yerleştirmeler" bu amaç için doğru sayılır."
Nitekim Çarlık yıkılmadan önce altıda
birini elinde tutuyordu. Onun kalıtı üzerine kurulacak Sovyetler birliği de
aynı yayılma siyasanını sürdürmüştü. 1. Dünya savaşının sonlarında bıraktığı
topraklara 2. Dünya savaşı sonunda yeniden ulaşmıştı. Şimdilerde Batının
desteğini kazanan Baltık ülkeleri bunlar arasındaydı. Hadi onlar bir yana
Finlandiya'nın güney kesimleri, Japonlardan alınan Sahalin adası neyin nesiydi?
Buralar ne ölçüde Sovyetlerin olabilirdi?
Ancak bana öyle geliyor ki, şimdilerde
Ruslar da yorulmuşlar bu bitimsiz koşudan. Dimyat'a pirince giderken evdeki
bulgurdan olmuşlar. Sözgelimi Ufa doğumlu bu bayan doktor, karşısında sereserpe
yatan Uygur'a ne ölçüde yakındır? Ortak neleri vardır? Hangi dilde konuşurlar?
Nitekim gidiş de onu gösteriyor ki, Ruslar kendi Avrupalarına çekilme özlemindeler.
Kalkınmış bir Avrupalı sanayi ülkesi, tüccar olmak bunca halklarla uğraşmaktan
daha çekici geliyor. Batı Avurapa devletlerinden Almanya bu konuda büyük bir
örnek oluşturuyor. Günümüzde büyük alan değil "büyük sermaye"
politikası geçerli. Toprak büyüklüğü, nufus çokluğu bir ülkenin gücünü göstermeye
yetmiyor. Hele hele bunca halkla uğraşmak, sıkıntıdan başka birşey getirmiyor.
Bu noktada bir konuya değinmek
istiyorum. Sovyetlerin dağılması ile yeni bir oluşum ortaya çıkmaktadır. Söz
konusu oluşum Türkiye açısından büyük önem taşımaktadır. Sovyetlerdeki bütün Türk ve İslam halklar Türkiye'yi kalkınmış
en büyük yakın ülke görmektedir. Büyük bekletiler içinde bulunmaktadırlar. Hele
Türk cumhuriyetleri için Türkiye bir ağabey ülkedir. Söz konusu halkların ve
ülkelerin beklentilerinde büyük duygusallık bulunmaktadır. Türkiye açısından
da aynı duygusallığın bulunduğunu söylemek yanlış olmaz. Özellikle Avrupa
topluluğundan dışlanan, -Nato'nun da önemini yitirmesi ile - Türkiye bir anlamda
dünya yalnızlığına itilmiştir. Gerçekte 2. Dünya savaşından sonra izlenen batı
güdümündeki dış politika Türkiye'yi tarihsel yalnızlığına bir kez daha
itmiştir. Şimdi bu yalnızlık çemberinin kırılması için girişilecek dış
politika duygusallık üzerine kurulursa yeni açmazlar getirecektir. Bu
satırların yazarı politikacı değildir. Ancak geçmiş deneyimlere bakarak
geleceği görmek zor değildir. Türkiye yine duygusal yaklaşımla, Kıbrıs
sorununda bir "Ana" rolü oynamış ve bunun karşılığını çok pahalı ödemiştir.
Aynı biçimde üstlenilecek bir "ağabey" rolü de Türkiye'ye büyük
zorluklar getirecektir. Bu bakımdan "acele işin pişmanlığı yarın"
atasözü kulaklarda küpe olarak ilişkilerin sağduyu üzerinde kurulmasında tüm
ülkeler için yarar vardır.
Her doğan gün ayrı bir mutluluk verir
bana. Yeni topraklarda bir başka güzellik taşır. Daha uzaklara, daha uzaklara...
On sekiz yaşımdan beri koşup duruyorum. Kırkımı aştım, hâlâ bu koşu bitmedi.
Kırgızeli topraklarındayım. Günaydın Ala dağ, günaydın Cemile. Trende sabah
kahvaltısı başladı bile. Yine sıcak su kaynamıştır. Herkes demiliğini alıp su
doldurmaktadır. Bizim Uygur çay doldurmuş. Onun doldurduğu çaydan içiyoruz. Bir
iş de ben görmek istiyorum. Kalan çay artığını tuvalete döküyorum. Ama bu
arada çaydanlığın kapağını da birlikte atmışım. Uygur üzülüp duruyor. Çıkarıp
25 Ruble (1 dolar) veriyorum. Uygur pek seviniyor. "Menden
menmunsun?" "Menmunum menmun. Sen hiç düşünme. Pulum bar menim"
Yine sözleşiyoruz. Yarın Bişkek pazarında ziyaret edeceğim uygur'u bana yangak
verecek. Bişkek'e çok yaklaşmış olmalıyız. Karabalta kentinde gezgin satıcılar
binmiş trene. Birisi küçük cep kuranı satıyor. Bir Özbek boynundaki haçı
gösteriyor "Men Orusmın. Ne kılgaymın Kuranmınan?" "Ben Rus'um,
ne yapacağım Kuranı?". Tüm Özbekler gülüyor. Tren boylu boyunca bitek
vadide ilerliyor. Ekinler biçilmiş.Mısır tarlaları yeşilliğini koruyor. Derken
saat sabah sekiz. Bişkek'teyiz.
Bişkek'te elimde belli adresler var.
Universite yetkilileri ile bağlantılar kuracağım. Prof. Çınara'yı arıyorum. Bir
yarım saat geçmiyor ki Çınara asistanı ile birlikte Bişkek istasyonunda
oluyor. Birlikte Bişkek Universitesi Ebediyat Fakültesine gidiyoruz. Dekan ve
öbür yetkililerle tanışıyorum. Bölümü, arşivleri gezdiriyorlar. Bişkek'i
gezdiriyorlar. Birlikte bir yemek yiyoruz. Modern bir lokanta. ama tam anlamıyla
çadır biçiminde. Birinci Çok geniş dubleks bir çadır düşünün öyle bir yapı
biçimi. Kırgızlar, yakın dönemde yerleşik yaşama geçmişler. Bişkek kenti de
yeni kurulmuş bir kent. Bu her yönden belli oluyor. Bişkek'e adını veren Bişkek
Batur 18. yüzyılda yaşamış. Kalmuklara karşı savaşmış bir Kırgız yiğidi.
Öldükten sonra şimdi bu topraklara gömülmüş. Bir ziyaret yeri olmuş. 1825
yılında o ziyaret yerinin bulunduğu kesimde Bişkek kışlağı (köyü) kurulmuş.
Ardından Hokand Hanlığı buraya bir sınır kalesi yapmış. 1860'ta Ruslar kaleyi yıkıp bu toprakları ele geçirmişler.
Ama sekiz yıl sonra bu kez de aynı yere kendileri yeni kale yapmışlar. Ruslar
bu Bişkek adını söyleyememişler. Onu Pişpek biçimine çevirmişler. İşte kente
Sovyet devriminden sonra Frunze adı verilinceye değin geçen serüveni böyle.
Bişkek sözü kımız yapımında kullanılan tokmağın adı.
Kırgız otağına benzeyen modern
lokantada, Bişkek universitesi öğretim üyeleri ile Kırgız yemekleri yiyoruz. Kırgızistan'da eski
Türk kültürünün en önemli izleri yaşıyor. Sözgelimi at kültürü bunun başında
geliyor. Kımız ulusal içki konumunda. Özbek ülkesindeki çağ geleneği burda
noktalanmış. Yıllardır hep merak edip durum şu kımızı. Düşlediğim kımız kızıl
renklidir. İçilince kişiyi sarhoş eder. "Kımız gelsin" diye
seslendik. Kımız geldi, ama ap ak bir şey. "Sağlığınıza deyip iki elimizle
tuttuğumuz tahta çanaktaki kımızı diktik kafaya. Tadı tam bizim ekşi ayranların
tadı. Başka nasıl olabilr ki? Kökende at sütünden yapılan ayran. Hadi bunun
etkisi olmadı dedik. Getirin Kımızı. Yine Kımız. Bir yandan yiyoruz, bir yandan
da biz -Nizamla ben- kımızı kafamıza dikiyoruz. Kırgızlar az konuşuyor. Bu bir
kişilik olayı. Geçmişten günümüze Kırgızları betimlemek gerekse şunlar
söylenebilir:
Kırgızlar Orta Asya bozkırlarının
gerçek temsilcileridir. Kırgız çöl ve göçebeliğin sembolüdür. Kar ve fırtınalar
içinde yaşar. Kırgızın yüzü daha çocukken kavrulur. Ruhu ise bozkırın uçsuz
bucaksızlığı içinde, her an bir yıkım bekler gibi mütevekkildir. Kendi içine
sinmiştir. Bu nedenle Kırgız her zaman sessizdir.
Pilav, yağlı et, kızımla donanmış
masada sessiz sessiz yiyoruz ki beni bir uykudur sardı. Evet kımız etkisini
gösteriyordu. Ben sarhoş olmayı beklerken başım dumanlandı, gözlerim
yumulmaya başladı. Gecenin yorgunluğu da çökmüştü iyiden iyiye. Aman tanrım,
bunca öğretim üyesinin arasında rezil olacağım. Bir çay içebilsem, bir bardak
çay! Ne var ki, Kırgızelinde çay yok. Daha doğrusu, burda öyle bir gelenek yok.
Lokantada da bulunmuyor. Nasıl etsem de
ayakta kalsam? Ama ayakta kalmayı başardım. Birlikte çok modern biçimde
yapılmış Bişkek parkını gezdik. Bizim Gençlik parkı gibidi. Kırgız elinde
yetişen tüm bitkiler, tüm hayvanlar sergilenmişti. Çok temiz ve bakımlıydı.
Sonra Kırgız müzesini gördük. Olağanüstü güzel tablolar vardı. Tüm uyku
bastırmasına karşın, gözlerimi ayımadım o güzelim tablolardan. Kırgız yaşamı
ne güzel yansımıştı bu tablolara? Dağlar, dağ inekleri süt sağan Kırgız analar,
göçebe yaşamından kesitler... Bir bir görüntülenmişti. Gerçekten çarpıcıydı,
etkileyiciydi bu tablolar. Hani Cemile romanının başında resim çizen küçük
çocuk geldi aklıma. Cengiz Aytmatov Kırgızlardaki bu tutkuyu romanda çok güzel
yansıtmıştı. Ama benim için en önemli yanı, sanatta gelen ekten yararlanma
başarısıydı. Kırgız romanında olsun, resminde olsun bu yapılmıştı. Kırgız
geleneğinden, Kırgız yaşam biçiminden yola çıkılmıştı. Gerçek başarı burda
gizliydi. Yoksa topu toplam iki milyonu bulmayan halk yazında, resimde ve
sinemada adını duyurabilir miydi? Nitekim Cengiz Aytmatov da bu gerçeği vurgulamıştı.
Dün Kazakistan Başbakanı Bişkek'i
ziyaret etmiş. Bu nedenle tüm Tv yayınları gazeteler bu ziyaretle ilgili haber
ve yorumlarla dolu. Bir gazetede iki şiir var. Biri Kazakça ikincisi Kırgızca
şiirlere de ikiz şiir diye sunmuş gazete. Kazakçası şöyle:
Başıma
Giydim ak kalpak
Örülmüş
Çitin nakışından
Benim de
Yüzüm yupyuvarlak
Ayırmam kendimi
Kırgızdan
Evet, Kazak kendini Kırgız'dan
ayırmadığını söylüyor. Dil bakımından Kazakça ile Kırgızca arasında büyük ayrım
yok. Ama tarihsel bakımdan gerçekten birbirinden ayrılmamışlar mı? Bunu
söylemek zor. Hatta üç büyük bölümden -Ulu, Orta, Küçük Yüz adlı- oluşan
Kazaklar kendi içlerinde bile Rusların böl ve yönet siyasası ile birbirine
girmiş.
11 Ağustos 1991. Bişkek meydanındayız.
Bir tören var. Kırgızistan Başbakanı başında Kırgız külahı ile konuşuyor. 1916
Kırgız kırımı anılıyor. Acı bir gün. Meydanı Üç dört bin izleyici doldurmuş.
Resimler çekiyorum. Bu sırada bir televizyon kamerası yaklaşıyor. Bişkek
televizyonundan bir Rus bayan İngilizce nerden geldiğimi soruyor. Anlatıyorum.
Bu gün ve Kırgızistan üzerine düşüncelerimi soruyor. Kırgız televizyonuna bir
konuşma yapıyorum. Sovyetleri nasıl bulduğumu soruyor. Yanıtları sıraladım.
Gorbi'yi sevmemelerine değindim.
1916 Kırgız Jenosidi. 9 Ağustos 1916'da
Kırgızlar, ellerine geçirdikleri silahlarla ayaklanmışlardı. Her yanda telgraf
hatlarını kesmişler, Bişkek, Tokmak, Karakul kentlerini ele geçirmişlerdi. Hacı
Sami başlarında olmak üzere kimi Türk subaylar da bu eyleme katılmışlardı.
Olayın kısa özeti şöyledir: 1.Dünya savaşı öncesinde Enver Paşa
"Teşkilat-ı mahsusa" diye gizli bir örgüt kurar. Bu örgüt yüklü bir
para ile Hacı Sami adlı bir subayı, Afganistan, Türkistan, Kırgızistan ve Çin
Türkistan'ında istihbarat ve ihtilaller yapmak üzere yollar. Nitekim Niyazi Berkes Asya Mektupları adlı
kitabında, İttihat ve Terakki döneminde Hindistan'a da böyle birçok casus
yollandığını İngiliz istihbarat belgelerine dayanarak yayınlanan bir kitapta
okuduğu yazar. Hindistan'da efsaneleşmiş bir Türk casusundan söz eder. Ama
Çarlık ağır güçle Kırgızların üzerine gelmişti. Büyük Kırgız kıyımı olmuş,
tarihçi Zeki Velidi Togan'ın bildirdiğine göre yüz bin çadırdan çok Kırgız
ailesi Çin:e sığınmak zorunda kalmıştı. Kırgızların kaçamayanları kadın, çoluk
çocuk tümü kesilmişlerdi. Çin'e sığınanlar da Çin'de Kalmuk ve Çinlilerin yağmasına
uğramıştı.
Hangi bir jenosid? Hangi bir kıyım?
Sanki yazgısı kırım ve kıyımla yazılmıştı bu halkın. Bir kıyım da 1938
yılından. Bu kıyım Stalin kıyımıdır. Sovyetlerdeki yüzlerce aydın, yarı aydının
"şöven" suçlaması ile yaşamı noktalanacaktır. Bu kıyımdan ünlü yazar
Cengiz Aytmatov'un babası da nasibini alacak, yaşama elveda diyecektir.
Sovyetler Birliğinin Lüksemburg büyükelçisi Aytmatov, dün Bişkek'e gelmiştir.
1938 kıyımı anısında bulunacaktır.
Bişkek Ala Dağın dar vadilerinden
birinde yer alıyor. İki yanda da dik yamaçlı dağlar uzanıyor. Bu dağların garip
bir görünümü var. Sabahları soldaki, öğle sonrası ise dağ yamaçları
gözükmüyor. O mavi dağlar üzerine güneş vurduğu anda görünmez oluyor. O akşam
Prof. Çinara bizi evinde konuk etti. Çinara oldukça güzel bir dairede
oturuyordu. Bişkek'in seçkin semtlerinden birinde yer alan bloklardan
birindeydi. Ama her nedense sürekli sıkılıyordu. Yaşadıkları konumu,
universiteyi çok yoksul buluyordu. Bir iki kez İtalya'ya çıkmıştı. İtalya'da
gördüğü varsıllığın etkisindeydi. İtalya'da bir süre de ben öğretim üyeliği
yapmıştım. İtalya Avrupa'nın yoksul ülkelerinden biriydi. Kendisine bu durumu
söyledim. O da bir Universite rektörünün şato gibi büyük bir evinden söz etti.
"Bir rektörün evi şato gibi oldu diye, tüm evler de şato gibi olacak değil
ya? Ben Venedik'te bile bir sürü yoksulluk gördüm" diye karşılık verdim.
Akşam sofrasında yemekte yağlı bağrırsak kızartmaları vardı. Bir değişik tadı
ile dikkatimi çekti. Ne eti olduğunu sordum: At etiydi. Kırgız ve Kazaklarda at
kültürü eski biçimiyle yaşıyordu. Yol boyu gördüğüm at sürülerinden, etinden
sütüne, derisine kadar yararlanılıyordu. Ama Kırgızlar aynı zamanda inançlı
Sünni Müslümanlardı. Bütün yemeklerden önce eller açılıyor, bir iki sözcükle
tanrıya dua ediliyordu. Bu dualar Kırgızca oluyordu. Uzaktan uzağa bana
Alevilikteki sofra duasını anımsattı. Nitekim Alevilikte de böyleydi. İnanç
kişinin gökselliğe uzanan bağlantısıydı. Bilincinde, düş gücünde nasıl kurmuşsa
öylece bir samanyolu gibi uzanıp gidiyordu. Sofradaki at eti için İslamcı dua
ederken de.
Akşam üzeri Aladağa doğru uzanan alanda
bir iki başka profesörle yürüyüş yaptık. Çinara şaka ile karışık bir soru
sordu: "Sovyetlerdeki Türkler üzerine oldukça sağlam bilgileri olan
böylesine garip bir yolcu, Aladağ eteklerinde nasıl vizesiz yolculuk yapıyordu?
Bu yolcunun sakın istihbarat gibi belli bir görevi olmasaydı?" Aynı
biçimde yanıt verdim: "Türkler üzerine bilgilerin tümünü kitaplardan
öğrendim. Burda ise yalnızca dağları ve sokaktaki insanları görüyorum. Benim
gibi bir adamın sağlıklı istihbarat toplaması olanaksızdır. En iyi istihbarat
sizler aracılığınız ile sağlanır. Ayda en yüksek ücret alanınız on dolar
kazanıyor. Aranızdan kimilerinize ayda elli dolar veren devlet en sağlam
bilgileri alır" Tüm profesörler gülüyor.
Bişkek'ten Doğuya doğru Aladağın
vadisinde uzanan yoldan Issık göle doğru yola çıkıyoruz. Yol üzerindeki en
önemli yerleşim merkezi Tokmak kenti. Tokmak Karahanlıların Başkenti Balasagun
kentinin yerinde yer alıyor. Balasagun'un izleri ancak kazılarda bulunuyor.
Karahanlılardan yeterli anıt kalmamış günümüze. Ama Tokmak yine de eskiliğini
koruyor. Şu günlerde İtalyanlar Tokmak'ta Cengiz Han filmini çekiyorlar.
Filmin Moğolistan'da değil de Tokmak'ta çekilmesinin nedeni, günümüzdeki
Moğolistanı Halka Moğolları oluşturuyor. Cengiz Han dönemindeki yaşam biçiminden
çok uzaklaşmışlar. Bu yüzden en uygun yer olarak Tokmak seçilmiş. Bir
televizyon dizisi olacak koca bir filim çekiliyor. Yakında tüm dünya izleyecek.
Hep yıllardır söylediğimiz şeyler. Ulusal kaynaklardan yararlanmayı biz değil
de yabancılar yapıyor.
Oş'ta ise Kurmancan Datka'nın 180 yılı
anılıyor. Kurmancan Datka Kırgız kıyımlarından birinde elli kişiyi saklayıp
ölümden kurtarıyor. Adı söylencelere karışmış. Gerçekte tüm Kırgızistan
söylenceler ülkesi. Olaylar ve kişiler kitlenin düşgücünde değiştirilip
abartılmış. Yeni görüntüler kazanmış. Kitle bir olayı, bir kişiyi derin
özlemleri çevresinde yaşamın kesitlerine indirgemiş. Onu kendine özgü bir dışavurum
biçiminde çarpıtıp düzeltmiş. Kırgız yaşamı söylenceye uygun bir geçmişe
sahip. Koca bir Manas söylencesi de onlardan kalmamış mı? En eski Türk
yazıtlarından sayılan Yenisey yazıtları da onların kaleminden çıkmamış mı? Çin
tarihçilerine göre kumral saçlı, ak yüzlü, gök gözlü olurlar. Bu görüntüleri
nedeniyle Türk kökenli olmadıkları söylenir. Oysa şimdi Kırgızların görüntüleri
Kazaklardan pek ayrılmaz. Yüzler yuvarlaktır. Gözler hafif çekiktir. Onlar
kendilerini sulu (güzel) bulmazlar; ama çok suludurlar. Küçük bir minibüsün
dar vadileri yararak ilerleyen hızı içinde, yol kıyılarında geçtiğimiz
kentlerin yer adlarını, satış evlerinin adlarını okuyorum: "Altın
Kum" İssık Göl yakınlarında bir kıyı. "Kiyimder" Türkçesi
"Giyisiler" giysi satışevi. Yol boyu dilek ağaçları, çaputlu çalılar,
su başlarında mezarlar görüyorum. Kırgızistan'da bir garip mezar geleneği var.
Sanırım zengin mezarları böyle. Tam anlamıyla küçük bir çadır biçiminde
yapılmış. Üzerlerine bir de hilal dikilmiş. İnsanın evreni algılayış biçimi
inaca yansıyor. Bu dünyada çadırda yaşayan kişi, öldükten sonra da çadırda bir
yaşam düşlüyor. Mezarını da ona göre yapıyor. Ay yıldız Kırgızistan'da da
kutsallığını koruyor. Yeniden yapılanma ile birlikte Kırgızelinde de kimi
değişiklikler oluyor. Tarihsel gök renkli bayraklarını yeniden seçmek
istiyorlar. Belli ölçülerde de olsa bağımsızlıklarını sürdürmek diliyorlar. Ve
başta Prof. Çinara olmak üzere tüm Kırgız aydınları başbakanları ile pek
övünüyorlar. "Orta Asya'daki en ileri devlet adamı" diye
sözediyorlar.
Kırgızeli avuç içi gibi bir ülke.
Yoksul ve küçüklüğü yanında bakımlı pırıl pırıl. Öbür Sovyet cumhuriyetlerinde
bulunmayan bir düzen egemen. Tüm ülkede oturanların çoğunluğu Kırgız
olmayanlar. Ama her yerde Kırgızca konuşuluyor. Satış evlerinde sürekli
Kırgızca konuşuyorum. Her defasında Kırgızca bir sözcük duyunca mutlu oluyorum.
Kırgızeli beni Azerbeycan'dan sonra en çok büyüleyen Türk ülkesi oluyor.
Kırgızlarla Oğuzlar arasında, uzak
alanlarda bile geçmişten günümüze ilişki sürmüştür. Sözgelimi Osmanlı
Beyliğinin kuruluş yıllarında -daha Bursa başkenttir- 700 Kırgız İznik'in
alınmasına katılmıştır. İznik'te onlar için bir anıt vardır. Yönetmen Murat
Aliyef geçtiğimiz yıl orayı filme almıştır.
Günümüzde sayıca küçük Kırgız ulusu
geniş alanlara yayılmıştır. Tacikistan, Afganistan, Pakistan ve Türkiye'de
Kırgızlar vardır. Nitekim 1976 yılında Oğuz Aktan'la Afganistan'a yaptığımız
gezide onların o zamanlar özerk olarak oturdukları Vakan bölgesine gitmek
istemişizdir. Rahmankul Han başkanlığındaki son özgür Kırgızlar Sovyetlerin
Afganistan'ı tutmaları üzerine Pakistan üzerinden Türkiye'ye göçmüşlerdir.
Şimdi Van-Erciş arasında bin Kırgız yaşar. Son hanları Rahmankul Han ölmüştür.
Oğulu ise bu köyün muhtarıdır yalnızca.
Issık Göl kıyısındaki Çolpan Ata
köyündeyim. Issık Göl Sovyetler Birliğinin ünlü dinlenme yerlerinden biri. Her
ulustan halklarla dolu. Bol bol küçük yaz evleri yapılmış. Bizim Çeşme'yi
anımsatıyor. Yalnız burda yüksek evler ve lüks oteller yok. Tümü küçük sıra
sıra yaz evleri. Minibüsten bir yemekevi önünde indik. Kalabalık insan
topluluğu sıraya girmiş öğle yemekleri alıyorlar. Bir yer bulmamız gerekiyor.
Kamal adlı bir sigara satıcısı tanıyoruz. Babası Kürt, Anası Azeri imiş. Çok
güzel Azerice konuşuyor. En küçük Kürtçe bilmiyor. Kafkaslardan. Bişkek'te
büyümüş. Sovyetlerde pek çok küçük ulus eriyip gitmiş. Kürtler de bunun içinde.
Bırakın küçük ulusu, Koca Tatar ulusu, Kazak ulusu bile yok artık. Yalnızca
adları kalmış. Nitekim Taşkent'te bir lokantada çalışan Tatar kız ile Tatarca
konuşamamıştım. Bir sözcük bile bilmiyordu. Bir ulusu belki de en iyi eritme
yolu ona kültürel haklarını vererek özümsemek. İşte örneğini yaşıyoruz.
Issık Göl adının gizemini soruyorum. En
soğuk aylarda bile buz tutmazmış bu göl. Bu yüzden "sıcak göl"
karşılığı olan "Issık Köl"
adını vermişler. Ama gerçekte gölün suyu sıcakfalan değil. Suyunda
maden olmalı. Nitekim göle girdiğimde suyu bir garip geldi. Bizim Sivas'taki
Soğuk Çermiğin suyunu anımsatıyordu. Bu yıl ilk kez denize giriyordum. Hazar
denizinden buraya, Issık Göl'e, değin olan üç bin kmlik yolu vizesiz olarak gelmiştim.
Pek çok kişi bu gezinin ne zevkli olduğunu düşünecektir. Ancak trenlerin en
kötü yerlerinde bin bir zorlukla gerçekleşmiştir. Hani Sevgili Sedat Veyis
Örnek'ten duyduğum şu halk dizelerini yazmadan edemeyeceğim. "Hicran
haddesinden geçip tel eyler / El sanır ki bir cümbüştür bu sevda" Nitekim
Çolpan Ata'da Sedat Veyis Örnek'ten bana kalan tek anıyı o değerli saati
çaldırdım. Yaşamımın en üzüntülü günlerinden birini geçirdim. Herşeyim yitseydi
de bu saat yitmeseydi diye içim sızladı. Saatlerce kendime gelemedim.
Karaborsadan aldığım bir votka şişesine gömülmek istedim.
Ertesi gün Issık göl'den ayrılacağım.
Ağaçların altında günlüğümü dolduruyorum. Orta yaşlı etine dolgun bir Kırgız
yanıma yaklaştı. Rusça olarak söyleşiye girmek istedi. Rusça bilmediğimi,
Kırgızca konuşabileceğimi söyledim. Bunun üzerine tümden şaşırdı. Kendisi bir
banka memuruydu, ben neydim, kimdim? Türk olduğumu, bir gezi yaptığımı
söyledim. "Gerçek Türk mü" anlamında bir soru sordu "Evet,
gerçek Türk" dedim. Boynuma sarıldı. Ben seni bırakmam hadi, yukarda göl
lokantası var oraya gidip arak içeceğiz dedi. "Yahu, bizim işimiz var,
Alma Ata'ya bilet bulamıyoruz. Alma Ata'ya gitmemiz gerek diyorsam da bir türlü
söz geçiremiyordum. O sırada umutsuz biçimde Nizam da geldi. Alma Ata'ya bilet
bulamamıştı. "Siz karışmayın, benim bulurum. Önce gelin şu göl
lokantasında bir yemek yiyelim dedi. Taksisine binip yanındaki nişanlı iki
gençle birlikte gölün lüks lokantasına doğru yola düştük. Bu kez ben soruları yoğunlaştırdım: Hangi bankada
çalışıyordu? Ne gibi bir görevi vardı? Yanımda oturan genç Kırgız "Ne
bankası yahu, gerçekte KGB'de görevli. Seni izliyordu. Senin Türk olduğunu
öğrenince her şeyi unuttu, şimdi sevincinden içmeye koşuyor, anlamadın
mı?" dedi. Bizim polis dünyanın en mutlu insanı olmuştu. Arabanın direksiyonuna
sarılıyor "Mersedes Benz" diyor, arabaya bol gaz veriyor, gülüp
şakalar yapıyordu. Sait Faik'in sözlerini biraz değiştirerek söylersek
"Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, ulusunu sevmekle başlar her şey. Burda
her şey ulusunu sevmekle bitiyor" gibi bir duygu yaşıyordum.
Issık Göl'e bakan lokantanın bahçesinde
oturuyoruz. Belki de burası Ötüken çayırıdır. Ulu atam geçmişte otağını bu topraklara
kurmuştur. 14 Ağustos öğle sonrasını yaşıyoruz. Sovyet Türklerinin
"Arak" adını verdikleri votkayı yudumluyoruz. Masamızda seçkin
yemekler vardır. Soğanla birlikte kızartılmış at bağırsağı. Domatesler dilim
dilimdir. Kırgızca "kepleşiyoruz". Ha neydi bu kepleşme?
Türk dili tanzimatçılardan beri siyasal
çekişmelere alet olmuştur. Halkçılık, ulusçuluk, millilik gelenekçilik arasında
gelgitler yapmıştır. Türk dilindeki özleşmeye karşı çıkanların bir savına
göre, Türkçedeki Arapça Farsça sözler atılmamalıdır. Bunlar atıldığında öbür
Türk dillerinde bu sözcükler bulunduğu için kültürel kopma olur. Gerçekte bu
savın iler, tutar yanı bulunmaz. Çünkü, bırakın kültür sözlerini temel sözlerde
bile ayrımlar doğmuştur. Sözgelimi Türkiye Türkçesinin "konuşmak"
sözü, Azericede "danışmak", Türkmence ve Özbekçe'de 'aytmak', Kırgızcada
"kepleşmek'tir. Gerçekte bu temel sözlerin değişi üzerine bir çalışma
yapmak gerekir.
Kırgız dostumuz, bizi ikindiye doğru
Alma Ata otobüsüne bindirdi. Sürücüye de para almamasını söyledi. Böylece sarılıp
öpüştük, Alma Ata'ya doğru yola düştük. Alma Ata'ya doğru giderken tüm gün
içtiğimiz votkanın etkisiyle tümüyle içim dışıma çıktı. Otobüsün en arkasına
devrildiğimi anımsıyorum. Karanlık yollarda otobüs ilerliyordu. Arada bir ışıkları
seçiyordum. Dört-beş saatlik yolculuktan sonra Alma Ata'ya gelmiştik. Yine
şöyle vize sormayan bir otel bulmamız gerekiyordu. Bulduk ta. Ama ne otel.
Otelde ilk dikkatimi çeken geceliklerin içinde ince kızların serbesçe gezmeleri
oldu. Yine ayaküstü dosluklar kuruldu. Yine söyleşiler, yine votka başladı. İki
Kazak genç, Türkiye ile bağlantılar kurup iş yapmak istiyorlardı. Özellikle şu
dönemde bütün Türkistan'da yokluğu çekilen sabun ve temizlik gereçleri üretiminde
yardımcı olunmasını istiyorlardı. Benim anlamadığım şeylerdi. Ancak
Türkiye'deki kimileri ile tanıştırabilirdim bunları. Gerisini de kendileri
bilirdi. İki de Azeri genç vardı. Çok candan çocuklardı. Bir süre sonra
onlardan bir soru geldi: "Benim gibi biri böylesi bir otelde ne arıyordu?
Pulum mu yoktu?" "Size güvenebilir miyim?" dedim ve ekledim.
Pulum, her şeyim vardı ama vizem yoktu. İyi bir otele gittiğimde
yakalanabilirdim. "Ay gardaş bunu sahlacah ne var? Burda hamı bişey sormah
olmaz!" diye karşılık verdiler.
Alma Ata bir dağın eteğinde kurulmuş.
Türkistan'ın kızgın sıcağından eser yok. Serin bir havası var. Tümüyle modern
bir kent. Kentin de eski bir geçmişi bulunmuyor. Kırgızlarda olduğu gibi
Kazaklar da yakın dönemde yerleşik yaşama geçmişler. Bu yüzden göçebe yaşamın
izleri tümüyle sürüyor. Yıllar önce
Kazak Türkolog Murat
Muhammetaşıroğlu ile bir söyleşim olmuştu. O söyleşide Kazak yaşamını canlı
biçimde anlatmıştı meslektaşım. Türk Dili'nde yayınlanan o şöyleşiyi buraya
almak istemiyorum. Yine para değiştirmem gerekiyordu. Bir bankaya gittik.
Nizam ile kendi aramızda konuşurken, görevli bayan Azerice nereli olduğumu
sordu. Ayaküstü bir söyleşi yaptık. Kazakistan'ın Çimkent kentinde doğmuş.
Atası ve anası Tebriz'den gelmişler. 1945 Güney Azerbaycan olayına katılan
Azeri Türklerinden. Bir sığınmacı olarak tüm yaşamı Kazakistan'da geçmiş. İçimin
sızladığını hissettim. Sığınmacı olmak, sığınmacılık, nerde nasıl olursa olsun
bunu acısını çok iyi duymuşumdur. Nitekim Tevfik Çavdar'da (Talat Paşa) ve
Şevket Süreyya'nın çeşitli kitaplarında sığınmacılık üzerine ne acı
betimlemeler vardır!
Evet, Türkistan'da hedeflediğim son
noktaya geldim. Şimdi burda yine aynı yöntemlerle geri döneceğim. Trenlerin en
üst katlarında "Gorki yöntemi yolculuk yapacağım. Türkmenlerden çay
isteyeceğim. Trenden insan görüntüleri alacağım. Günlüğüme notlar yazacağım.
Geliş yolum üç bin km'yi aşmıştı. Baku'ya ulaşabilmek için bir o kadar yol daha
alacağım. Tümü trenle olacak. Böylece toplam altı bin km'yi kaçak yapmış
olacağım. Baku'ya geldiğim gece Azeri dostları rahatsız etmemek için istasyonda
yatarak geçireceğim. Ve Baku'da beni bir süpriz bekleyecek. Sabah kahvaltısında
radyodan Gorbaçov'un devrildiğini öğreneceğim. Tüm halkta sevinçle karışık
suskunluk, gelecek korkusu hissini izleyeceğim. Bütün Sovyetlerde olduğu gibi
Gorbi, Azerbeycan'da hiç mi hiç sevilmiyor. Bunda ekonomik bunalımın yanı sıra
Karabağ olaylarının etkisi vardı. Gorbi'nin Ermenilerin yanında yer aldığına
inanıyorlardı. Ama gelen ne getirecekti? Halk suskundu. Çağların verdiği
ezilmişlik içinde sessiz bekleyiştelerdi. İlk saatlerde kimileri Gorbi'nin
Almanya'ya kaçtığını, kimileri öldürüldüğünü söylüyordu. Baku radyosu Azerice
olarak ihtilalcilerin bildirilerini yayınlanıyordu. Sovyetler'deki bunalımlar
anlatılıyor, Gorbi'nin sağlık durumu nedeniyle Anayasanın 127. maddesi
gereğince görevinden alındığı bildiriliyordu. Moskova Tv'si ise sürekli klasik
müzik yayını yapıyordu. Azerilere göre bu "ölüm belirtisiydi". Her
defasında ihtilalciler, başkanı götürdüklerinde böylesi klasik müzik yayını
yaparlardı. Hiç kimse Gorbi dönemine yeniden dönüş olacağını aklının ucundan
geçirmiyordu. Tek sorun bundan sonra ne olacağıydı. Büyük bir sertlik bekleniyordu.
Ancak bu sert dönemle birlikte ekonomik çözümlerin geleceği sanılıyordu.
Sovyet geçmişinde hep böyle olmuştu. Ekonomik sağlamlık çok özlenen birşeydi,
ama bu biraz daha hoşgörülü bir ortamda olamaz mıydı?
Sarp sınırı Gürcülerle ana baba
günüydü. Sınırda Hürriyet Gazetesi muhabiri Coşkun Aral'la karşılaştım.
Sovyetlere girmek istiyor ama giremiyordu. Neden birkaç gün daha kalmadığımı
sordu. "Hollanda'da Fakültede dersler başlıyor. Acele yetişmem
gerekiyor" dedim. Günlerin yorgunluğu içinde bir gözüm tümüyle
kanlanmıştı. Coşkun Aral'a bir fotoğrafımı çekmesini rica ettim.
"İstanbul'da alırım" dedim. Dediğimi yaptı. Bir elimde yol çantam,
kolumda fotoğraf makinamla Hopa'da görüntüledi. Bir yolculuğum daha bitmişti.
Başka maceralı yolculuklarda, Çin Türkistan'ında, Hindistan'da buluşmak
dileğiyle, şimdilik hoşça kalın!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder