Yayında Olan Eserlerim

16 Eylül 2017 Cumartesi

Pierre Loti’nin Dünyası


Pierre Loti’nin Dünyası)

Prof. Dr. Fuat Bozkurt


Pierre Loti, Batı romantiklerinin Doğu’ya bakışlarında son halkayı oluşturur. 19. yüzyıl romantiklerini  coşkulu bir Doğu tutkusu sarar. Romantikleri Doğu’ya yönelten, Doğu yazınının tümüyle romantik olmasıdır. Batılı romantik yazarlar bu ortak payandayı yakalarlar. Bundan sonra, 18. yüzyıl Doğubilim (Oryantalizm) araştırmalarının ürünlerini yorumlamaya değerlendirmeye girişirler.
Bu yazarların gözünde Doğu nesnel gerçekliği olan bir yer değildir. Doğu, dış dünyanın gerçekliğinden uzak düşler sığınağı gizemli bir ülkedir. Değişmez bir Doğu vardır. Burası uçurumlar ülkesidir. En korkunç suçlarla, en arı suçsuzluk; en bağışlamaz tabularla, en çılgın duygusallık ve yasak zevkler, efendilikle kölelik, kişiliklerde yoğun çelişkiler (çokkişiliklilik) iç içe yaşar.[1] Binbir gece öykülerinin çizdiği düşsel dünyadır. Kökü Ortaçağ gezgin ya da savaş tutsaklarının anlattıkları abartılı Doğu gözlemlerine dayanır.
Batının bu bakış açısını Nazım Hikmet, Piyer Loti şiirinde pek güzel betimler:

"Esrar!
Tevekkül!
Kısmet, han, kervan
                       şadırvan!
Gümüş tepsilerde raks eden sultan!
Mihrace, padişah, bin bir yaşında bir şah,
minarelerden sallanıyor sedef nalınlar, burunları kınalı kadınlar
ayaklaruyle gergef dokuyor.
Rüzgarlarda yeşil sakallı imamlar ezan okuyor!"

İşte frenk şairinin gördüğü şark!
İşte,
dakikada 1.000.000 basılan
kitapların
                       şarkı!
Lakin
ne dün
         ne bugün
                       ne yarın böyle bir şark
                                                    yoktu,
                                                             olmayacak!
Şark
üstünde çıplak
                       esirlerin
                                 aç geberdiği toprak!

Böyle bir aynada biçimlenen Doğu miti, her romantiğin gönlünde Doğu yolculuğu özlemi yaratır.
Doğu miti, yazarlarda kişilik arayışının da kapısıdır. Kendini tanıma, bütün dinleri içeren evrensel bir dine kavuşma, değişkenliğe karşı değişmezlik, yeni bir hümanizma yaratma çabası… Bunlar Doğu mitinin düşsel ve dinsel eksenini oluşturur.
Batılı yazarlar, yaratıcılıklarına esin perileri konacağı inancı içinde Doğu gezilerine çıkarlar. Bunlar içinde Goethe gibi Doğu gizemine kapılarak ‘Doğu-Batı Divanı” türünden kitap yazanlar da var, Lord Byron gibi Yunan bağımsızlık savaşa katılanlar da.
Batıda, Doğu gezisinden dönenlere ilk sorulan soru «ya kadınlar?» olur.
Doğu yolculuğu anılarının ilginç olabilmesi için şu türden saçma öyküler anlatmak bir dayatmaya dönüşür:
Boş bir arka sokakta bir yaşlı, size kendisini izlemenizi işaret eder. Gizli bir geçitten  sizi Şark türü görkemli lüks bir daireye götürür. Burada, altın ve mücevherlerle bezenmişbir sultan sizi davetkar vaatlerle karşılar. O anda evin beyi ansızın gelir. Bunu, sizin gerilimli bir kaçışınız izler. Bir süre sonra, Boğazın sularında bir çuval içinde belli belirsiz kıpırdanışlarla bir insana benzeyen nesne görürsünüz. Serüven bu acı görüntü ile biter.[2]
Böyle bir Doğu gezisinden dönen Gautier, klişeleşmiş bu tür yanıtların gezi günlüklerinin en saçma bölümleri olduğunu söyler.
Kökende, bilinçaltında Orta Çağ’ın haçlı ruhu ile beslenmiş bir köktencilik de yatar. O dönemde, İngiltere ve Fransa’da Hristiyan fanatikliği ile biçimlenmiş Türk kavramı egemendir. Müslüman demek şeytanın oğlu demektir; Hristiyanlarca sahtekar sayılan Muhammet yandaşı demektir.
Osmanlı imparatorluğunun Avrupa ile ilişkiye girmesi ile bu bakış açısı nitelik değiştirir. 15. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı İmparatorluğu, Avrupa’nın en güçlü devleti konumuna gelir. Batının bakış açısında belli bir yumuşama olur.
Doğu’ya gezi yapan romantikler, düşle gerçeğin örtüşmediğini çok çabuk görürler. Bir anlamda düşkırıklığı yaşarlar. Çünkü Batı’nın gözündeki Doğu, Ömer Seyfettin’in Gizli Mabet öyküsündeki gibi görüntüdür. Bu görünümü ile Doğu, Batı yazınına esin kaynağı olacaktır. Orient Ekspresinde Cinayet tütünden romanlarda işlenecektir.
 Geleneksel bir Türk evine konuk olan Fransız gezgin, gece girdiği sandık odasını Türklerin gizli tapınım odası sanır. Günlüğüne gördüklerini yazar. Gizli bir aile mabedi diye adlandırdığı bölümde şunlar geçer:

İstanbul’un en meçhul yerine geldim. Meğerse Jak Kazanova, Piyer Loti filan konaklarla yalıların selamlık dairelerinde birer kahve içmekle Şark’ı gördüklerini sanıyorlarmış. Asıl Şark görülmeyen tabakalarda… Ben işte hiçbir Avrupalının göremediği şeyi gördüm. Burası ihtiyar, dul bir kadının evi. Gayet dindar bir kadın. Evin içi, sofra takımı adet, tarzlar hasılı her şey hiç bozulmamış… Tamamıyle alaturka. Gece beni en üst katta bir odaya yatırdılar. Sabahleyin gayet ereken uyandım. Yataktan kalktım. Garip bir tecessüs içmi yiyordu. Ayaklarımın uçlarına basarak dışarı çıktım. Karşıda bir oda vardı. Kapısı açıktı. Yavaşça attim. Bir de ne göreyim? Gizli bir mabet!..
“Beyaz perdeler inik. Aralarından soluk bir aydınlık giriyor. Duvarlarda birçok büyük levhalar asılı. Köşelerde ağır, ceviz ağaçlardan yapılmış, demir çemberli mezarlar duruyor. Şüphesiz bu mezarlarda sevgili ölülerin mumyaları var. Bir tanesini açmağa çalıştım. Mümkün değil, kilitli. Sonra yerde irili ufaklı birçok kaplar duruyor. Bazıları bakırdan, bazıları porselenden. İçlerinde kıymetlileri var. Mesela kapının hizasında, birinci mezarın önündeki gayet kıymetli, etrafı altınla yaldızlanmış bir kap. Köşedeki yeşil vazo… Kim bilir nasıl bir topraktan yapılmış., mabedin içinde manasını anlayamadığım bir nispet dahilinde ipten birtakım dılılarla zaviyeler gerilmiş. Bu mukaddes zaviyelerin üzerinde şüphesiz ölülere ait olan birtakım relique’ler asılı. Kaplarda mukaddes sular duruyor. Bazısında taşacak derecede çok. Mekke’nin Medine’nin, kimbilir, hangi meçhul, hangi mukaddes köşelerinden gelen bu esrarlı bu mukaddes sulardan tattım. Biraz kekremsi… Kapıların dibinde hafif, ama gayet hafif bir toprak tortusu var. Her kaptan içtim. Hepsinin tadı var. Kalbim çarpmağa başladı. Memnu bir mabede girmiş bir küfürbaz, bir hain, bir kafir heyecanıyle dışarı çıktım. Sanki bu mezarlar birdenbire çılacak, içlerinden yüzlerce sene evvel ölmüş ihtiyar Türkler kavuklarıyle, yatağanlarıyle kalkıp üzerime yürüyecekler sandım. Sanki duvarlardaki levhalar sallandı. Mukaddes kaplların içi çalkalandı. Sanki o an bir deniz olacak, oralarda beni boğacaktı. Bu mukaddes suların hiddetini, sükutunu, ulviyetini şimdi içimde duyuyor gibi oluyorum.”[3]

Türk ev sahibi, Fransız gezginin sandık odasına girdiğini söyler. Fransız gezgin demir çemberli sandıklar, mezar, duvardan duvara gerili çamaşır iplerini gizemli örgüler, relique sandığı, kullanılmayan eski giysiler, mukaddes sular, gece yağan yağmurda damlayan suları toplayan kaplardır. Ama ev sahibi bir türlü Fransıza gerçekleri anlatamaz.
Batılı romantik gezginlerden bir Piere Loti İsafahan’a Doğru kitabına aynı düşlerle yola çıkar:
“Kim benimle birlikte İsfahan’da gül mevsimini görmek isterse benim yanımda menzilden menzile yavaş yavaş yürümeye razı olsun.” diye başlar. “İsfahan’ın güllleri, İsfahan’ın güllleri, İsfahan’ın güllleri!” savları ile yola çıkan yazar, Türk romancı diplomat Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nu şöyle düşkırıklığına uğratır:
“İsfahan yolunda gülüstan rüyası görmek hayli büyük bir muhayyele işi olsa gerektir. Fakat, Loti gibi bir büyücü şair için ondan kolay ne vardı? İster çöllerde, ister denizlerde olsun, ister balıkçı kulubesinde, ister hakan sarayında bulunsun, bir kere gözlerini kapayıp, bakışlarını kendi içine doğru çevirdi mi görmek dilediği manzara her ne ise hemen önüne gelirdi.”[4]
Batılının gerçek anlamda Türk tipi ile yüzleşmesi Kırım Savaşı’na dayanır.
Osmanlı Devleti 1853’te Rusya’ya savaş açar. Ruslar Sinop limanına bir baskın yaparlar. Tüm Osmanlı donanması yok edilir ve 4000 asker ölür. Olağan koşullarda bu bir savaş olayıdır. Rusya için utku, Osmanlı için yenilgidir. Ama İngiliz basını olayı “Kırım Kıyımı” olarak sunar. Kinsley Martin İngiliz basınının olayı yansıtışını şöyle anlatır:
Rusya bir haine yakışır şeytanilikte akıllıdır, gene de cesaretle ve donanmayla yenilebilir; Türkler çaresiz bir genç kız gibi olmasına karşın saldırgana cesaretle karşı koymaktadır.İngiltere’nin korkusuz bir şövalye rolünde, bu romansı tamamlaması çağrışımı çok çekicidir. Onur ve kişisel çıkarın sesleri birbirine karışmıştır; Sinop zulmünün intikamı alınacak. Doğuda ticaret ve itibarımız korunacaktır… Çar nasıl olsa öfkemiz karşısında atıp tutmayı bırakıp kaçacaktır. Namus bize yürü demekte, ŞEREF önümüzde beklemektedir.[5]

Bu özet, Türk mitinin yıkıldığını gösterir. Batılı için artık Türk kendisinden farksızdır. Giderek kendisine benzeyen zayıf bir kardeş halktır. Ona yardım gerekir.
Kırım Savaşından sonra Türk mitini konu etmek, romantiklerin değil, realistlerin uğraşı olur. Daha önceleri sunulan korkunç Türk tipinin yerini „zavallı, acınacak“ insan tipi alır.[6]
Pierre Loti bu dönüm noktasından sonra eski Doğu geleneğini sürdüren Batılı romantik yazardır. Onun Selanik’e gelişi bir raslantıdır.
Osmanlı tarihinde “Selanik Vakası”,  ”Kız Vakası” olarak geçen bir olaya dayanır.  Olay, 1876 yılında Selanik’te bir Bulgar kızın kaçırılması ile başlar. Müslümanlığı seçen bu Bulgar kızını bir Bulgar genci kaçırtıp Amerikan konsolosluğuna kapatır. Genç Bulgar uyrukludur ama Amerikan konsolosudur. Selanik Müslüman halkı büyük gösteriler düzenler. Halkı yatıştırmak için camiye giden Fransız ve Alman konsoloslar öldürülür. Bunun üzerine Hıristiyan Batı –Rusya’da bunlar arasındadır- Selanik limanına savaş gemileri gönderirler. İstanbul’daki elçilikler Osmanlı Devletini protosto ederler. Suçluların cezalandırılmasını isterler. Osmanlı devleti de Selanik’e savaş gemileri ve asker yollar. Selanik valisi ve sadrazam değiştirilir. Sonuçta suçlu sayılan altı kişi idam edilir.
Pierre Loti, Fransız donanması içinde Selanik’e gelen denici subaylardandır. Gerçek adı Julien Viaud Loti’dir. Denizcilik mesleği gereği birçok denizaşırı ülkeyi gezmiş onlar üzerine kitaplar, romanlar yazmıştır. Bunlar arasında en beğenileni İzlanda Balıkçısı adlı romanıdır. Türkiye açısından ise en ünlü eseri Aziyade adlı romanıdır.
Pierre Loti, tam bir Doğu sevdalısıdır. Yazgı onu bir Doguya yöneltir. Orta sınıftan Fransız bir ailede, 1850’de yaşama gözlerini açar. Türlü sıkıntılar içinde bir çocukluk dönemi yaşar. Babası haksız bir suçlamayla yargılanır. İki yıl süren bu yargılama sonrasında aile ağır bir tazmaniak ödemek zorunda kalır. Sınırlı olanaklarla yaşayan ailenin yaşamı bu ceza ile alt üst olur. Kısa süre sonra baba bu sıkıntılı yaşama dayanamaz ve ölür.
Onun ruhunda derin izler bırakacak olaylar bir binini izler. İlk gençlik yıllarında Avrupa endüstri devriminin sancılarını yaşar. Makineleşme insanları aşırı maddeci yaşama sürükler. Jullian böyle bir toplumla uyuşamaz. O artık kendi toplumunda bir yabancıdır. Bu düzene, bu topluma karşı ruhunda bir isyan gelişir. Uzak diyarlara, sonsuza açılmaya bir özlem duyar. Bu nedenle denizcilik mesleğini seçer. Uzak alanlara açılma aracı olacak mesleğin seçimi gelişigüzel değildir. Şimdi dünya avuçlarının içindedir Julien’in.
19. yüzyıl edebiyatçıların gezi çağıdır. Bir çok yazar Doğuya yolculuk yapar. Ama bunların yolculuğu ile Julien’in yolculukları arasında önemli bir ayrım bulunur: Tüm gezginler gittikleri yerlere kendilerini birlikte götürürler. Ülkeleri, sevdikleri dostları bu yolculuklarda kendilerine eşlik eder.
Julien böyle değil. O yola, ölüme gider gibi çırılçıplak çıkar. Denizle, geniş alanlarla, kendi yalnızlığıyla buluştuğunda, yabancı ile baş başa kaldığında giyinir. Bu nedenle hep gittiği ülkenin yurttaşı olur. Orada yaşamın lezzet, acı, düşünü benimser. Amaçsız başladığı yolculuklar çok kez bir ülkü ile biter.
Doğuyu özelikle İslam ülkelerini tanıdıktan sonra Batı yaşam biçiminden kaçış daha derinleşir. İslam ülkelerindeki çelişkisiz, tekdüze ve hoşgörülü yaşam aradığı, özlediği dünyadır. Uzun ve rahvetli saatlerde kendini düşlere verecektir. Sanatının eksenini bu kaçış ve yalnızlık köşesine sığınış oluşturur. Bilmediği uzamlarda, tanımadığı insanlar arasında hem yalnız hem onlarla birlikte olmanın mutluluğunu yaşar.
Onun romantik Doğu tutkusu Aziyade romanı ile başlar. Bu kitap yazarın da ilk ürünüdür. Türkiye ve Doğu insanının anlattığı bu gençlik ürününde Loti, kimliğini belirleyecek değişimlerle işe koyulur. Batılı yazar özgün kimliğini, giysisi ile birlikte değiştirir. Yeni kimlik arayışı yazarın adı ile başlar. Fransız denizci Julien Viaud, Pierre Loti adı ile bir İngiliz subay olarak karşımıza çıkar.
Aziyade romanı 16 Mayıs 1875 tarihli bir günce yaprağı ile başlar. Yazar güncesini Fransız değil de İngiliz subay olarak kaleme almayı yeğler.
Loti, Selanik’te Türk mahallesinde gezerken bir evin kafesini indiren genç bir kadın görür. Bu, kızıl saçlı, yeşil gözlü sarışın, Çerkez güzeli Aziyade’dir. İki geçn insan şaşırmış birbirlerine bakarlar. Tutkulu aşk böylece başlar. Ancak 18 yaşındaki Aziyade İstanbul eşrafından birinin eşidir İstanbul’da  yaşar. Yılın iki ayını Selanik’te geçirir. Çifte kilitlerle haremde kapalı tutulur. Kafes ardından yeşil gözlerin kıvılcımı ile tutuşan aşk, umutsuz bir tutsaklık içindedir. Ama Loti’nin hayalci dünyası, çifte kilitle kapanan harem duvarlarını yıkacak ölçüde güçlüdür.Loti bir Türk kahvesine çadır altına oturur. Buarda bir dost edinir. Bu dost, bir dizi dil bilen Samuel adlı bir Osmanlı Yahudisidir. Samuel’in de aracılığı ile Aziyade’yi Manastır yolunda piknik yaparken ikinci kez görür. Aziyade burada kocası Abidin Edendi’nin üç eşi ile birliktedir ve kendisi dördüncü eştir.
Loti’nin aşkı Aziyade’nin ardından İstanbul’a gelmesi ile sürer. Loti, İstanbul’un en dingin ve dinine bağlı Eyüp semtinde bir ev kiralar. Fes ve kaftan giyer. Türkçe öğrenir. Yeni bir kimlikle yaşama başlar. Artık o, bir İngiliz subay da değil, Arif Efendi adlı bir Türk’tür. (Zaten Loti, her gittiği ülkede onlardan biri olur, sürekli kimlik değiştirir.)  İnançlı Müslüman olan komşuları onun kimliğini bilirler ama önemsemezler. Kendisi için de din ayrımı önemsiz bir ayrıntıdır. Selanik’te tanıdığı Samuel Efendi onun için İstanbul’a gelmiştir ama Arif Efendi burada yeni dostlar edinir. İzzettin Ali, Derviş Hasan Efendi  ve evinde emirlerini yerine getiren Yusuf adlı küçük bir çocuk bunlar arasındadır. Plumkett adlı hayali kızkardeşine mektuplarla İstanbul’u, Türk insanını yansıtması bu kimlik değişiminin ardından gelir. Bu aşamada biz yılgın Batılı’nın bunalımlarına tanık oluruz. Sözgelimi kızkardeşi Plumkett, Brightberry’den ona şöyle seslenir:
Sen ne kadar mutsuz, acı içinde, bağlı, çaresiz olursan seni o kadar çok seviyorum. Ah sevgili kardeşim, sevgilim, hayata yeniden gelmeyi istese! Eğer Allah istese! Kalbimin çektiği acıyı görse, dualarımın sıcaklığını hissetsen!
Ama korku, dine dönüş sıkıntısı Hırıstiyanlık hayatının solgun korkuları… Dine dönüş, ne iğrenç bir söz!..
Günümüzde endüstri bunalımının sığınma vahaları Hindistan, Nepal gibi İç Asya ülkeleri oluyor. Ferrasini Satan Bilge türünde kitaplar geniş okur buluyor. Var olmayan düşsel Doğu’da insanlar bireysel mutluğu arıyor. Pierre Loti için bu ülke Türkiye’dir, özellikler İstanbul’dur. Olay örgüsü zayıf olan Aziyade romanı bir gezi, gözlem kitabını anımsatır. Ama o İstanbul’um mavi sularında Aziyade ile sık sık kürek çekerek aşk yaşayacaktır. Loti bir yolculuğu gerekçe göstererek Ankara’ya dek uzanan Anadolu’yu da tanıtmayı savsaklamaz. Roman betı okuruna Doğu’yu tanıtma amacı ile Doğunun bütün ekzotik görüntülerini sunar. Sultan Abdülhamit’in gizli koruması altında İstanbul’un tekin olmayan Galata meyhanelerine rahatça girip çıkar. Bize dönemin meyhanelerini anlatır. Bunlar arasında Madam Bela’nın meyhanesi de vardır ki bu meyhaneyi populer tarihçi Reşat Ekrem Koçu “haşarat yatağı balozların en berbatı” olarak tanımlar. İstanbul’da ayak takımının, belalı kesimin, edep ve haya kaygısı olmadan hatta rezilana cümbüş ve muhabbetlerle içip eğlendiği ara sokakların küçük, izbemsi pis meyhanelerinden” diye söz eder. Patronu bela, müşterisi bela, semti bela, kendisi bela oğlu bela bir yerdir. Kanlı kabadayı Bıçakçı Petri’nin sürekli uğrağıdır. Madam bela bir batakhane yosmasıdır. Müşterilerinin çoğu gelgeç gemici tayfasıdır. Meyhanenin bir de avanaklara fora kapısı vardır.[7] Loti, meyhanenin ön kapısından yerli giysilerle ile girip avanaklar kapısından Avrupalı giysisi ile çıktığı olur.
Loti’nin Türkiya’den ayrılışı Aziyade’ye olan aşkı kesintiye uğrar. Bir yıl Türkiye’ye döndüğünde Aziyade’nin veremden öldüğünü öğrenir. Büyük Kasımpaşa mezarlığında Aziyadenin mezar taşına sarılır. Bundan sonra Loti için yaşamın anlamı kalmaz. Bir gazete haberinden Arif Ussam Efendi adı ile Türkiye hizmetine girmiş İngiliz deniz subayının ölüm haberini öğreniriz.
Sonuçta Loti bir romantiktir. Gerçeğin değil düşlerin peşindedir. İstanbul’da bulunduğu yıllarda bir Türk hariciyecinin üç kızından mektuplar alır. Üç genç kız harem yaşamının sıkıntılarını, görücü yöntemi ile evliliğin bunalımlarını anlatırlar mektuplarında. Loti bu mektuplardan pek etkilenir ve Fransa dönüşünde 1906’da bu mektupları Mutsuz Kadınlar (Les Desenchantees) kitabında işler. Kitap 220.000 basılır ve dönemin çok satan kitapları arasında yer alır. Sonradan bu mektupların gerçeğe dayanmadığı, böyle bir haremin bulunmadığı anlaşılır, ama kitap büyük ilgi görür.
Dediğimiz gibi, Romantik Loti, gördüğüne değil, düşlere inanır. Tıpkı çifte anahtarlı haremde korunan Aziyade ile Eyüpteki evinde buluşması gibi, mantık aranmaz onda. O, tasasız, tutkusu, amaçsız, beklentisiz avare bir yaşamın peşindedir. Büyük fincanlarla kahve içme, nagile höpürdetme, uzun uzun düş, sürekli düş görme özlemi içindedir.  Üzüntüsüz, şikayetsiz bir ölüm varken uygarlık ne anlam taşır? Uygarlık, umutsuzluk ve üzüntü getirir yalnızca.
İşte Loti’nin dünyası budur. Ama onun Türkiye tutkusu salt romanlarında kalmaz. Balkan Savaşında Batının ikiyüzlülüğünü yüzüne vurur. Özgürlük, insan hakları savunucusu Batı’nın Türk insanına yapılan haksızlık karşısında suskunluğunu Can Çekişen Türkiye‘de anlatır. Türk kurtuluş savaşı yıllarında yine Türkiye’nin yanındadır. Sevgili Fransa’mızın Doğu’da Ölümü bu sürecin ürünüdür. Bu dönemde Atatürk’ten bir teşekkür mektubu ile bir halı alır.
Son romantik, son yıllarını bir yandan Türkiye’yi savunurken bir yandan da anılara gömülmüştür. Türk Kurtuluş Savaşının başarısını görmüş 73 yaşında mutlu ölmüştür.





[1]Jale Parla, Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölellik, İletişim y, İstanbul 1985, s. 14.
[2] Jale Parla, y.a.g.e., s. 65.
[3] Ömer Seyfettin, Gizli Mabet, Rafet Zaimler y., İstanbul, s. 7.
[4] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Zoraki Diplomat, Bilgi y., Ankara 1967, s. 280.
[5] Jale Parla, y.a.g.e., s. 73.
[6] Jale Parla, y.a.g.e., s. 73-74.
[7] Fuat Bozkurt: Türk İçki Geleneği, Kapı y., İstanbul 2006., s. 129-130.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder