Pierre Loti’nin Dünyası)
Prof. Dr. Fuat Bozkurt
Pierre
Loti, Batı romantiklerinin Doğu’ya bakışlarında son halkayı oluşturur. 19.
yüzyıl romantiklerini coşkulu bir Doğu
tutkusu sarar. Romantikleri Doğu’ya yönelten, Doğu yazınının tümüyle romantik
olmasıdır. Batılı romantik yazarlar bu ortak payandayı yakalarlar. Bundan
sonra, 18. yüzyıl Doğubilim (Oryantalizm) araştırmalarının ürünlerini
yorumlamaya değerlendirmeye girişirler.
Bu
yazarların gözünde Doğu nesnel gerçekliği olan bir yer değildir. Doğu, dış
dünyanın gerçekliğinden uzak düşler sığınağı gizemli bir ülkedir. Değişmez bir
Doğu vardır. Burası uçurumlar ülkesidir. En korkunç suçlarla, en arı suçsuzluk;
en bağışlamaz tabularla, en çılgın duygusallık ve yasak zevkler, efendilikle
kölelik, kişiliklerde yoğun çelişkiler (çokkişiliklilik) iç içe yaşar.[1] Binbir gece öykülerinin çizdiği
düşsel dünyadır. Kökü Ortaçağ gezgin ya da savaş tutsaklarının anlattıkları
abartılı Doğu gözlemlerine dayanır.
Batının
bu bakış açısını Nazım Hikmet, Piyer Loti şiirinde pek güzel betimler:
"Esrar!
Tevekkül!
Kısmet, han, kervan
şadırvan!
Gümüş tepsilerde raks eden sultan!
Mihrace, padişah, bin bir yaşında bir
şah,
minarelerden sallanıyor sedef
nalınlar, burunları kınalı kadınlar
ayaklaruyle gergef dokuyor.
Rüzgarlarda yeşil sakallı imamlar
ezan okuyor!"
İşte frenk şairinin gördüğü şark!
İşte,
dakikada 1.000.000 basılan
kitapların
şarkı!
Lakin
ne dün
ne bugün
ne yarın böyle
bir şark
yoktu,
olmayacak!
Şark
üstünde
çıplak
esirlerin
aç
geberdiği toprak!
Böyle bir aynada
biçimlenen Doğu miti, her romantiğin gönlünde Doğu yolculuğu özlemi yaratır.
Doğu miti,
yazarlarda kişilik arayışının da kapısıdır. Kendini tanıma, bütün dinleri içeren
evrensel bir dine kavuşma, değişkenliğe karşı değişmezlik, yeni bir hümanizma
yaratma çabası… Bunlar Doğu mitinin düşsel ve dinsel eksenini oluşturur.
Batılı yazarlar,
yaratıcılıklarına esin perileri konacağı inancı içinde Doğu gezilerine
çıkarlar. Bunlar içinde Goethe gibi Doğu gizemine kapılarak ‘Doğu-Batı Divanı”
türünden kitap yazanlar da var, Lord Byron gibi Yunan bağımsızlık savaşa
katılanlar da.
Batıda, Doğu
gezisinden dönenlere ilk sorulan soru «ya kadınlar?» olur.
Doğu yolculuğu
anılarının ilginç olabilmesi için şu türden saçma öyküler anlatmak bir
dayatmaya dönüşür:
Boş bir arka
sokakta bir yaşlı, size kendisini izlemenizi işaret eder. Gizli bir
geçitten sizi Şark türü görkemli lüks
bir daireye götürür. Burada, altın ve mücevherlerle bezenmişbir sultan sizi
davetkar vaatlerle karşılar. O anda evin beyi ansızın gelir. Bunu, sizin
gerilimli bir kaçışınız izler. Bir süre sonra, Boğazın sularında bir çuval
içinde belli belirsiz kıpırdanışlarla bir insana benzeyen nesne görürsünüz.
Serüven bu acı görüntü ile biter.[2]
Böyle bir Doğu
gezisinden dönen Gautier, klişeleşmiş bu tür yanıtların gezi günlüklerinin en
saçma bölümleri olduğunu söyler.
Kökende,
bilinçaltında Orta Çağ’ın haçlı ruhu ile beslenmiş bir köktencilik de yatar. O
dönemde, İngiltere ve Fransa’da Hristiyan fanatikliği ile biçimlenmiş Türk
kavramı egemendir. Müslüman demek şeytanın oğlu demektir; Hristiyanlarca
sahtekar sayılan Muhammet yandaşı demektir.
Osmanlı
imparatorluğunun Avrupa ile ilişkiye girmesi ile bu bakış açısı nitelik
değiştirir. 15. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlı
İmparatorluğu, Avrupa’nın en güçlü devleti konumuna gelir. Batının bakış
açısında belli bir yumuşama olur.
Doğu’ya gezi
yapan romantikler, düşle gerçeğin örtüşmediğini çok çabuk görürler. Bir anlamda
düşkırıklığı yaşarlar. Çünkü Batı’nın gözündeki Doğu, Ömer Seyfettin’in Gizli
Mabet öyküsündeki gibi görüntüdür. Bu görünümü ile Doğu, Batı yazınına esin
kaynağı olacaktır. Orient Ekspresinde Cinayet tütünden romanlarda işlenecektir.
Geleneksel bir Türk evine konuk olan Fransız
gezgin, gece girdiği sandık odasını Türklerin gizli tapınım odası sanır.
Günlüğüne gördüklerini yazar. Gizli bir aile mabedi diye adlandırdığı bölümde
şunlar geçer:
İstanbul’un en
meçhul yerine geldim. Meğerse Jak Kazanova, Piyer Loti filan konaklarla
yalıların selamlık dairelerinde birer kahve içmekle Şark’ı gördüklerini
sanıyorlarmış. Asıl Şark görülmeyen tabakalarda… Ben işte hiçbir Avrupalının
göremediği şeyi gördüm. Burası ihtiyar, dul bir kadının evi. Gayet dindar bir
kadın. Evin içi, sofra takımı adet, tarzlar hasılı her şey hiç bozulmamış…
Tamamıyle alaturka. Gece beni en üst katta bir odaya yatırdılar. Sabahleyin
gayet ereken uyandım. Yataktan kalktım. Garip bir tecessüs içmi yiyordu.
Ayaklarımın uçlarına basarak dışarı çıktım. Karşıda bir oda vardı. Kapısı
açıktı. Yavaşça attim. Bir de ne göreyim? Gizli bir mabet!..
“Beyaz perdeler
inik. Aralarından soluk bir aydınlık giriyor. Duvarlarda birçok büyük levhalar
asılı. Köşelerde ağır, ceviz ağaçlardan yapılmış, demir çemberli mezarlar
duruyor. Şüphesiz bu mezarlarda sevgili ölülerin mumyaları var. Bir tanesini
açmağa çalıştım. Mümkün değil, kilitli. Sonra yerde irili ufaklı birçok kaplar
duruyor. Bazıları bakırdan, bazıları porselenden. İçlerinde kıymetlileri var.
Mesela kapının hizasında, birinci mezarın önündeki gayet kıymetli, etrafı
altınla yaldızlanmış bir kap. Köşedeki yeşil vazo… Kim bilir nasıl bir
topraktan yapılmış., mabedin içinde manasını anlayamadığım bir nispet dahilinde
ipten birtakım dılılarla zaviyeler gerilmiş. Bu mukaddes zaviyelerin üzerinde
şüphesiz ölülere ait olan birtakım relique’ler asılı. Kaplarda mukaddes sular
duruyor. Bazısında taşacak derecede çok. Mekke’nin Medine’nin, kimbilir, hangi
meçhul, hangi mukaddes köşelerinden gelen bu esrarlı bu mukaddes sulardan
tattım. Biraz kekremsi… Kapıların dibinde hafif, ama gayet hafif bir toprak
tortusu var. Her kaptan içtim. Hepsinin tadı var. Kalbim çarpmağa başladı.
Memnu bir mabede girmiş bir küfürbaz, bir hain, bir kafir heyecanıyle dışarı
çıktım. Sanki bu mezarlar birdenbire çılacak, içlerinden yüzlerce sene evvel
ölmüş ihtiyar Türkler kavuklarıyle, yatağanlarıyle kalkıp üzerime yürüyecekler
sandım. Sanki duvarlardaki levhalar sallandı. Mukaddes kaplların içi
çalkalandı. Sanki o an bir deniz olacak, oralarda beni boğacaktı. Bu mukaddes
suların hiddetini, sükutunu, ulviyetini şimdi içimde duyuyor gibi oluyorum.”[3]
Türk ev sahibi, Fransız gezginin sandık odasına
girdiğini söyler. Fransız gezgin demir çemberli sandıklar, mezar, duvardan
duvara gerili çamaşır iplerini gizemli örgüler, relique sandığı, kullanılmayan
eski giysiler, mukaddes sular, gece yağan yağmurda damlayan suları toplayan
kaplardır. Ama ev sahibi bir türlü Fransıza gerçekleri anlatamaz.
Batılı romantik
gezginlerden bir Piere Loti İsafahan’a Doğru kitabına aynı düşlerle yola çıkar:
“Kim benimle birlikte İsfahan’da gül
mevsimini görmek isterse benim yanımda menzilden menzile yavaş yavaş yürümeye
razı olsun.” diye başlar. “İsfahan’ın güllleri, İsfahan’ın güllleri, İsfahan’ın
güllleri!” savları ile yola çıkan yazar, Türk romancı diplomat Yakup Kadri
Karaosmanoğlu’nu şöyle düşkırıklığına uğratır:
“İsfahan yolunda gülüstan rüyası görmek
hayli büyük bir muhayyele işi olsa gerektir. Fakat, Loti gibi bir büyücü şair
için ondan kolay ne vardı? İster çöllerde, ister denizlerde olsun, ister
balıkçı kulubesinde, ister hakan sarayında bulunsun, bir kere gözlerini
kapayıp, bakışlarını kendi içine doğru çevirdi mi görmek dilediği manzara her
ne ise hemen önüne gelirdi.”[4]
Batılının gerçek anlamda Türk tipi ile yüzleşmesi
Kırım Savaşı’na dayanır.
Osmanlı Devleti 1853’te Rusya’ya savaş açar. Ruslar Sinop limanına bir baskın
yaparlar. Tüm Osmanlı donanması yok edilir ve 4000 asker ölür. Olağan
koşullarda bu bir savaş olayıdır. Rusya için utku, Osmanlı için yenilgidir. Ama
İngiliz basını olayı “Kırım Kıyımı” olarak sunar. Kinsley Martin İngiliz
basınının olayı yansıtışını şöyle anlatır:
Rusya
bir haine yakışır şeytanilikte akıllıdır, gene de cesaretle ve donanmayla
yenilebilir; Türkler çaresiz bir genç kız gibi olmasına karşın saldırgana
cesaretle karşı koymaktadır.İngiltere’nin korkusuz bir şövalye rolünde, bu
romansı tamamlaması çağrışımı çok çekicidir. Onur ve kişisel çıkarın sesleri
birbirine karışmıştır; Sinop zulmünün intikamı alınacak. Doğuda ticaret ve
itibarımız korunacaktır… Çar nasıl olsa öfkemiz karşısında atıp tutmayı bırakıp
kaçacaktır. Namus bize yürü demekte, ŞEREF önümüzde beklemektedir.[5]
Bu
özet, Türk mitinin yıkıldığını gösterir. Batılı için artık Türk kendisinden
farksızdır. Giderek kendisine benzeyen zayıf bir kardeş halktır. Ona yardım
gerekir.
Kırım
Savaşından sonra Türk mitini konu etmek, romantiklerin değil, realistlerin uğraşı
olur. Daha önceleri sunulan korkunç Türk tipinin yerini „zavallı, acınacak“
insan tipi alır.[6]
Pierre
Loti bu dönüm noktasından sonra eski Doğu geleneğini sürdüren Batılı romantik
yazardır. Onun Selanik’e gelişi bir raslantıdır.
Osmanlı
tarihinde “Selanik Vakası”, ”Kız Vakası”
olarak geçen bir olaya dayanır. Olay,
1876 yılında Selanik’te bir Bulgar kızın kaçırılması ile başlar. Müslümanlığı
seçen bu Bulgar kızını bir Bulgar genci kaçırtıp Amerikan konsolosluğuna
kapatır. Genç Bulgar uyrukludur ama Amerikan konsolosudur. Selanik Müslüman
halkı büyük gösteriler düzenler. Halkı yatıştırmak için camiye giden Fransız ve
Alman konsoloslar öldürülür. Bunun üzerine Hıristiyan Batı –Rusya’da bunlar
arasındadır- Selanik limanına savaş gemileri gönderirler. İstanbul’daki
elçilikler Osmanlı Devletini protosto ederler. Suçluların cezalandırılmasını
isterler. Osmanlı devleti de Selanik’e savaş gemileri ve asker yollar. Selanik
valisi ve sadrazam değiştirilir. Sonuçta suçlu sayılan altı kişi idam edilir.
Pierre
Loti, Fransız donanması içinde Selanik’e gelen denici subaylardandır. Gerçek
adı Julien Viaud Loti’dir. Denizcilik mesleği gereği birçok denizaşırı ülkeyi
gezmiş onlar üzerine kitaplar, romanlar yazmıştır. Bunlar arasında en
beğenileni İzlanda Balıkçısı adlı romanıdır. Türkiye açısından ise en ünlü
eseri Aziyade adlı romanıdır.
Pierre
Loti, tam bir Doğu sevdalısıdır. Yazgı onu bir Doguya yöneltir. Orta sınıftan
Fransız bir ailede, 1850’de yaşama gözlerini açar. Türlü sıkıntılar içinde bir
çocukluk dönemi yaşar. Babası haksız bir suçlamayla yargılanır. İki yıl süren
bu yargılama sonrasında aile ağır bir tazmaniak ödemek zorunda kalır. Sınırlı
olanaklarla yaşayan ailenin yaşamı bu ceza ile alt üst olur. Kısa süre sonra
baba bu sıkıntılı yaşama dayanamaz ve ölür.
Onun
ruhunda derin izler bırakacak olaylar bir binini izler. İlk gençlik yıllarında
Avrupa endüstri devriminin sancılarını yaşar. Makineleşme insanları aşırı maddeci
yaşama sürükler. Jullian böyle bir toplumla uyuşamaz. O artık kendi toplumunda
bir yabancıdır. Bu düzene, bu topluma karşı ruhunda bir isyan gelişir. Uzak
diyarlara, sonsuza açılmaya bir özlem duyar. Bu nedenle denizcilik mesleğini
seçer. Uzak alanlara açılma aracı olacak mesleğin seçimi gelişigüzel değildir.
Şimdi dünya avuçlarının içindedir Julien’in.
19.
yüzyıl edebiyatçıların gezi çağıdır. Bir çok yazar Doğuya yolculuk yapar. Ama
bunların yolculuğu ile Julien’in yolculukları arasında önemli bir ayrım
bulunur: Tüm gezginler gittikleri yerlere kendilerini birlikte götürürler.
Ülkeleri, sevdikleri dostları bu yolculuklarda kendilerine eşlik eder.
Julien
böyle değil. O yola, ölüme gider gibi çırılçıplak çıkar. Denizle, geniş
alanlarla, kendi yalnızlığıyla buluştuğunda, yabancı ile baş başa kaldığında
giyinir. Bu nedenle hep gittiği ülkenin yurttaşı olur. Orada yaşamın lezzet,
acı, düşünü benimser. Amaçsız başladığı yolculuklar çok kez bir ülkü ile biter.
Doğuyu
özelikle İslam ülkelerini tanıdıktan sonra Batı yaşam biçiminden kaçış daha
derinleşir. İslam ülkelerindeki çelişkisiz, tekdüze ve hoşgörülü yaşam aradığı,
özlediği dünyadır. Uzun ve rahvetli saatlerde kendini düşlere verecektir.
Sanatının eksenini bu kaçış ve yalnızlık köşesine sığınış oluşturur. Bilmediği
uzamlarda, tanımadığı insanlar arasında hem yalnız hem onlarla birlikte olmanın
mutluluğunu yaşar.
Onun
romantik Doğu tutkusu Aziyade romanı ile başlar. Bu kitap yazarın da ilk
ürünüdür. Türkiye ve Doğu insanının anlattığı bu gençlik ürününde Loti,
kimliğini belirleyecek değişimlerle işe koyulur. Batılı yazar özgün kimliğini,
giysisi ile birlikte değiştirir. Yeni kimlik arayışı yazarın adı ile başlar.
Fransız denizci Julien Viaud, Pierre Loti adı ile bir İngiliz subay olarak
karşımıza çıkar.
Aziyade
romanı 16 Mayıs 1875 tarihli bir günce yaprağı ile başlar. Yazar güncesini
Fransız değil de İngiliz subay olarak kaleme almayı yeğler.
Loti, Selanik’te
Türk mahallesinde gezerken bir evin kafesini indiren genç bir kadın görür. Bu,
kızıl saçlı, yeşil gözlü sarışın, Çerkez güzeli Aziyade’dir. İki geçn insan
şaşırmış birbirlerine bakarlar. Tutkulu aşk böylece başlar. Ancak 18 yaşındaki
Aziyade İstanbul eşrafından birinin eşidir İstanbul’da yaşar. Yılın iki ayını Selanik’te geçirir.
Çifte kilitlerle haremde kapalı tutulur. Kafes ardından yeşil gözlerin
kıvılcımı ile tutuşan aşk, umutsuz bir tutsaklık içindedir. Ama Loti’nin
hayalci dünyası, çifte kilitle kapanan harem duvarlarını yıkacak ölçüde güçlüdür.Loti
bir Türk kahvesine çadır altına oturur. Buarda bir dost edinir. Bu dost, bir
dizi dil bilen Samuel adlı bir Osmanlı Yahudisidir. Samuel’in de aracılığı ile
Aziyade’yi Manastır yolunda piknik yaparken ikinci kez görür. Aziyade burada
kocası Abidin Edendi’nin üç eşi ile birliktedir ve kendisi dördüncü eştir.
Loti’nin
aşkı Aziyade’nin ardından İstanbul’a gelmesi ile sürer. Loti, İstanbul’un en
dingin ve dinine bağlı Eyüp semtinde bir ev kiralar. Fes ve kaftan giyer.
Türkçe öğrenir. Yeni bir kimlikle yaşama başlar. Artık o, bir İngiliz subay da
değil, Arif Efendi adlı bir Türk’tür. (Zaten Loti, her gittiği ülkede onlardan
biri olur, sürekli kimlik değiştirir.)
İnançlı Müslüman olan komşuları onun kimliğini bilirler ama önemsemezler.
Kendisi için de din ayrımı önemsiz bir ayrıntıdır. Selanik’te tanıdığı Samuel
Efendi onun için İstanbul’a gelmiştir ama Arif Efendi burada yeni dostlar
edinir. İzzettin Ali, Derviş Hasan Efendi
ve evinde emirlerini yerine getiren Yusuf adlı küçük bir çocuk bunlar
arasındadır. Plumkett adlı hayali kızkardeşine mektuplarla İstanbul’u, Türk
insanını yansıtması bu kimlik değişiminin ardından gelir. Bu aşamada biz yılgın
Batılı’nın bunalımlarına tanık oluruz. Sözgelimi kızkardeşi Plumkett,
Brightberry’den ona şöyle seslenir:
Sen ne
kadar mutsuz, acı içinde, bağlı, çaresiz olursan seni o kadar çok seviyorum. Ah
sevgili kardeşim, sevgilim, hayata yeniden gelmeyi istese! Eğer Allah istese!
Kalbimin çektiği acıyı görse, dualarımın sıcaklığını hissetsen!
Ama
korku, dine dönüş sıkıntısı Hırıstiyanlık hayatının solgun korkuları… Dine
dönüş, ne iğrenç bir söz!..
Günümüzde
endüstri bunalımının sığınma vahaları Hindistan, Nepal gibi İç Asya ülkeleri
oluyor. Ferrasini Satan Bilge türünde kitaplar geniş okur buluyor. Var olmayan
düşsel Doğu’da insanlar bireysel mutluğu arıyor. Pierre Loti için bu ülke
Türkiye’dir, özellikler İstanbul’dur. Olay örgüsü zayıf olan Aziyade romanı bir
gezi, gözlem kitabını anımsatır. Ama o İstanbul’um mavi sularında Aziyade ile
sık sık kürek çekerek aşk yaşayacaktır. Loti bir yolculuğu gerekçe göstererek
Ankara’ya dek uzanan Anadolu’yu da tanıtmayı savsaklamaz. Roman betı okuruna
Doğu’yu tanıtma amacı ile Doğunun bütün ekzotik görüntülerini sunar. Sultan
Abdülhamit’in gizli koruması altında İstanbul’un tekin olmayan Galata meyhanelerine
rahatça girip çıkar. Bize dönemin meyhanelerini anlatır. Bunlar arasında Madam
Bela’nın meyhanesi de vardır ki bu meyhaneyi populer tarihçi Reşat Ekrem Koçu
“haşarat yatağı balozların en berbatı” olarak tanımlar. İstanbul’da ayak
takımının, belalı kesimin, edep ve haya kaygısı olmadan hatta rezilana cümbüş
ve muhabbetlerle içip eğlendiği ara sokakların küçük, izbemsi pis
meyhanelerinden” diye söz eder. Patronu bela, müşterisi bela, semti bela,
kendisi bela oğlu bela bir yerdir. Kanlı kabadayı Bıçakçı Petri’nin sürekli
uğrağıdır. Madam bela bir batakhane yosmasıdır. Müşterilerinin çoğu gelgeç
gemici tayfasıdır. Meyhanenin bir de avanaklara fora kapısı vardır.[7] Loti, meyhanenin ön kapısından yerli
giysilerle ile girip avanaklar kapısından Avrupalı giysisi ile çıktığı olur.
Loti’nin
Türkiya’den ayrılışı Aziyade’ye olan aşkı kesintiye uğrar. Bir yıl Türkiye’ye
döndüğünde Aziyade’nin veremden öldüğünü öğrenir. Büyük Kasımpaşa mezarlığında
Aziyadenin mezar taşına sarılır. Bundan sonra Loti için yaşamın anlamı kalmaz.
Bir gazete haberinden Arif Ussam Efendi adı ile Türkiye hizmetine girmiş
İngiliz deniz subayının ölüm haberini öğreniriz.
Sonuçta
Loti bir romantiktir. Gerçeğin değil düşlerin peşindedir. İstanbul’da bulunduğu
yıllarda bir Türk hariciyecinin üç kızından mektuplar alır. Üç genç kız harem
yaşamının sıkıntılarını, görücü yöntemi ile evliliğin bunalımlarını anlatırlar
mektuplarında. Loti bu mektuplardan pek etkilenir ve Fransa dönüşünde 1906’da
bu mektupları Mutsuz Kadınlar (Les Desenchantees) kitabında işler. Kitap
220.000 basılır ve dönemin çok satan kitapları arasında yer alır. Sonradan bu
mektupların gerçeğe dayanmadığı, böyle bir haremin bulunmadığı anlaşılır, ama
kitap büyük ilgi görür.
Dediğimiz
gibi, Romantik Loti, gördüğüne değil, düşlere inanır. Tıpkı çifte anahtarlı
haremde korunan Aziyade ile Eyüpteki evinde buluşması gibi, mantık aranmaz
onda. O, tasasız, tutkusu, amaçsız, beklentisiz avare bir yaşamın peşindedir.
Büyük fincanlarla kahve içme, nagile höpürdetme, uzun uzun düş, sürekli düş
görme özlemi içindedir. Üzüntüsüz,
şikayetsiz bir ölüm varken uygarlık ne anlam taşır? Uygarlık, umutsuzluk ve
üzüntü getirir yalnızca.
İşte
Loti’nin dünyası budur. Ama onun Türkiye tutkusu salt romanlarında kalmaz.
Balkan Savaşında Batının ikiyüzlülüğünü yüzüne vurur. Özgürlük, insan hakları
savunucusu Batı’nın Türk insanına yapılan haksızlık karşısında suskunluğunu Can
Çekişen Türkiye‘de anlatır. Türk kurtuluş savaşı yıllarında yine Türkiye’nin
yanındadır. Sevgili Fransa’mızın Doğu’da Ölümü bu sürecin ürünüdür. Bu dönemde
Atatürk’ten bir teşekkür mektubu ile bir halı alır.
Son
romantik, son yıllarını bir yandan Türkiye’yi savunurken bir yandan da anılara
gömülmüştür. Türk Kurtuluş Savaşının başarısını görmüş 73 yaşında mutlu
ölmüştür.
[1]Jale
Parla, Efendilik, Şarkiyatçılık,
Kölellik, İletişim y, İstanbul 1985, s. 14.
[2] Jale Parla, y.a.g.e., s. 65.
[3] Ömer Seyfettin, Gizli
Mabet, Rafet Zaimler y., İstanbul, s. 7.
[4] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Zoraki Diplomat, Bilgi y., Ankara 1967, s. 280.
[5] Jale Parla, y.a.g.e., s. 73.
[6] Jale Parla, y.a.g.e., s. 73-74.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder