ALEVİLİKTE
POTLAÇ GELENEĞİNİN İZLERİ
Fuat
Bozkurt
Türk geçmişinde örneği çok eskilere inen,
toplumsal yağma geleneği vardır. Sözkonusu yağma geleneği en güzel biçimde Dede
Korkut’ta anlatılır:
“Kazan
üç yılda bir İç-Oğuz, Dış-Oğuz beylerini toplardı. Üçok, Bozok yığınak olsa
Kazan evini yağmalatırdı. Kazan Beyin adeti bu idi ki, kaçan evini yağmalatsa,
helalinin elini alır, evinden dışarı çıkardı. Bundan sonra evinde nesi var,
nesi yok yağma ederlerdi.
Yine
Kazan evini yağmalatır oldu, ama Dış-Oğuz Beyleri gelmediler, birlikte
bulunmadılar, yalnızca İç-Oğuz beyleri yağmaladı.
Dış-Oğuz
beylerinden Aruz, Emen ve geri kalan beyler bunu işittiler:
Bak,
bak! Şimdiye değin Kazan’ın evi yağmalandığında hep birlikte olurduk, şimdi
suçumuz nedir ki yağmada birlikte bulunmadık, dediler.
Dede Korkut’ta yağma kurumu tüm ayrıntıları ile bu
öyküde anlatılır. İktisatçı Sencer Divitçioğlu, Oğuz yağmasını “bir
ödülleme”olarak değerlendirir. Yağmanın ilkeleri şöyle belirler:
1.
Yağma, beylerce yapılır.
2.
Belli zaman aralığı ile yinelenir (belki üç yılda).
3.
Yağmalattıran, yağmadan sonra, mal-mülkünden geriye
hiçbir şey kalmayacağını bilir (helalını alıp dışarı çıkar).
4.
Yağmada herşey yok edilir (giysi ve mal).
5.
Bu bakımdan yağma savaşla aynı sonucu doğurur,
tahripkardır.
6.
Beyler için yağmaya çağrılmama, en büyük hakaret
sayılır (Kazan ’ın
Dayısı Aruz).
7.
Yağmaya çağrılmayınca düşmanlık başlar.
İbn Fazlan gezi günlüğünde benzer bir olaya değinir. Oğuzlarda ölüm
törenini şöyle anlatır:
“Oğuzlardan biri hastalanınca, o kimsenin cariyelerive köleleri
kendisine hizmet ederler. Ev halkından, başka hiçbir kimse ona yaklaşamaz.
Çadır evlerinden uzakta onun için bir çadır kuraralar. Ölünceye veya iyi
oluncaya kadar onu çadırda bırakırlar. Eğer ,
bu kimse fakir veya köle olursa onu saharaya atıp giderler.
Aralarından biri ölürse, onun için ev gibi büyük bir çukur kazarlar
Bundan sonra cesedini alıp hırkasını (elbisesini) giydirir, kuşağını ve yayını
kuşandırırlar, eline içinde nebiz olan ağaçtan bir badeh verip, önüne bir nebiz
bulunan ağaçtan bir kap koyarlar. Sonra bütün şahsi eşyalarını getirip onunla
birlikte bu oda gibi çukura koyarlar. Daha sonar ölüyü çukurda oturtup üzerini
tavanla örterler. Mezarın üzerinde çamurdan bir kubbe gibi bir tümsek yaparlar.
Bundan sonra ölünün hayvanlarının yanına varıp miktarına gore, birden yüze veya
ikiyüze kadarını kurban olarak öldürürler. Onların etlerini yerler. Başlarını,
ayaklarını ve derilerini ve kuyruklarını bir tarafa ayırıp, bunları kesilmiş
ağaçlar üzerinekabrinin başına asarlar. Bunlar “Ölünün cennete giderken
bineceği hayvanlardır.” Derler. Eğer
ölen kimse, sağlığında insane öldürmüş kahraman biriyse, öldürdüğü insanların
sayıları kadar, ağaçtan suret yontup bunları kabrinin üzerine dikerler. “Bunlar
onun hizmetçileridir. Cennette ona hizmet edecekler.” derler.
Bazan hayvanları kuban etmeyi bir-iki gün geciktirirler. Bunun üzerine
aralarındaki büyüklerden bir ihtiyar
(şaman) onları, kurbanları çabuk öldürmeye teşvik eder. Ölüyü rüyamda
gördüm. Bana_ Görüyorsun arkadaşlarım beni geçtiler. Onları takip etmekten
ayaklarımın altı yara oldu. Onlara yetişemiyorum. İşte tek başıma kaldım’
dedi.der. Bunun üzerine ölünün hayvanlarına varıp bir miktarını öldürürler ve
kabrinin yanına asarlar. Bir veya iki gün geçtikten sonar ihtiyar tekrara
onlara gelir. ‘Falanı (ölüyü) rüyamda gördüm. Bana: Aileme ve arkadaşlarıma
haber ver. Beni geçenlere yetiştim. Yorgunluğum
geçti, der’[3]
.
Eski Uygur Türkçesinde “yagmak” eylemi yananlamda “kurban sunmak
anlamına geliyor.
Bilindiği gibi Oguz’un 24 boyundan birinin adı da “Yagma”. Bu anlam
bizi kimi başka düşünceye götürüyor.
Oğuz Türkçesinde “yağma”, ülüş (potlaç) /yaklaşık olarak toplumsal
bölüşüm/ anlamına geldiği gibi “çapul” anlamına da geldiği anlaşılır. İlkinde
yağma el-gün arasında yapılır. Savaş amaçlı değildir. Amaç, evde bereketin
olduğunu ortaya koymak, bu bolluğu yağmacılarla üleşmektir. Göçebe devlet
yaşamında bir tür eli açıklık, cömertlik, han sofrasının herkese açık olması
gibi gözükür. Uygur Türkçasindeki “kurban etme” anlamı ile örtüşür.
Ne ki olay,
savaş niteliğine de dönüşebilir.
Çapul ise bunun tam karşıtıdır.
Savaşın sonucu ortaya çıkan bir durumdur.
Yerleşik toplumda bu, gelenek bir
yanıyle “ağalık” geleneğine dönüşür. Ağanın sofrası herkese açık olmalıdır.
Ağalık vermekle, eşkıyalık kırmakladır. Ağanın elinin açık olması gerekir.
Anadolu ağalık düzeninde ülüş geleneğinin izleri sezilir.
Olayın bu boyutu,
görkemli gözükür. Ama yağma geleneği, hemen ardından savaşçı talan geleneğini
getirir. Göçebe toplum yapısı, taşınır malvarlığı gücüne dayanır. Bu ise, canlı
maldır. Davar ya da mal sürürsü. Kuşaktan kuşağa geçecek kalıcı servet değil, savaşçı
gücüne dayanan yağmaya dayanır. Bu olgu Türk toplumunda toplumsal sınıfın çok
esnek olmasında başlıca etkenlerden. Malvarlığı, bedensel güç ve, savaş
yeteneği ile değiştiriyor. Bu yüzden toplumsal sınıf kalıcı değil.
Ziya Gökalp kirvelik geleneğini de
potlaç’ın bir türü olarak niteler. Cemil Cahit Güzelbey bir yazısında[4] potlaç geleneğinin izlerinin yakın zamana dek Gaziantep
çevresinde sürdüğüne değinir. Yazar, Gaziantep köylerinde 1950 yılına değin
aşiret törelerinin bir çoğu korunduğundan yola çıkar. Buna göre, Salur Kazan’ın
potlaç törenine benzeyen şölenlerin basit bir devamı çehiz törenlerinde
yaşanır. Belirlenen günde erkek tarafı çehiz yüklecekleri katır ve beygirlerle
–daha sonra kamyonlarla- kız evine yollar. Çehiz taşıyıcılar kapıda karşılanıp
içeri alınırlar. Mevsimine göre çay, kahve, çeşitli şerbetler, dondurma
sunulur. Birza dinlenildikten sonra, çehiz getirilen hayvanlara yüklenmeye
başlanır. Bu sırada kimi çehiz taşıyıcılar, çeyiz içinde elle taşınır ne
bulurlarsa aşırırlar. Ancak bu iş potlaçta olduğu gibi açıktan değil, biraz
gizlice yapılır. Ev sahibi bir malın aşırıldığını görse bile isteyip geri
almaya kalkmaz. Bu töre bilindiği için, ortada elle taşınır parça
bırakılmamasına özen gösterir yalnızca. Ama çehiz taşıyıcılar bir yolunu bulup
mutlak birşerler yürütürler.
Potlaç geleneğinin izleri Alevilikte de yaşar. Kış
aylarında dedeler köylere görüm yapmaya çıkarlar. Toplumun beğenisine göre kimi
dedeler büyük köylerde cem birlerler. Cemin sonunda halk gönlünden ne koparsa
hakullah verir, dedenin hizmetini ödemek ister. Buraya dek yaşanan emeğin
karşılanmasıdır. Ama iş bununla bitmez. Bir dizi küçük dedeler, asıl hizmet
yapan dedenin cemine tünemeye başlar. Töreye göre kazanç ortaktır. Asıl dedenin
kazancını, hiç iş yapmamış bu dedelerle paylaşması gerekir. Post dedesi denen
büyük dedenin eli sıkılık göstermesi, öbür dedelerle kazancını paylaşmaması
büyük ayıp sayılır. Dedenin eli açıklık olması toplum gözünde yücelmesidir. Bu
nedenle, büyük dedeler ne kazandılarsa, büyük bölümünü dağıtırlar. Öyle ki, bir
kış boyu cem yürüten, bir dizi sıkıntıya katlanan dedenin evine eli boş döndüğü
olur.
Yakın zamana dek kimi Alevi köylerinde ev
büyüğünün ölümünün ardından, ev sahibinin birkaç mal-davarını paylaşıldığına
örnekler var. Son örnek 1940’lı yıllarda Sivas’ın Zara ilçesinde Koçgiri
Alevileri arasında yaşanır. Koçgiri beyi Alişan bey ölüyor. Ölü gömülüp
konuklar yocu edildikten sonra aileye sışarıdan gelin gelen Sırma Hatun,
kaynanasına ahırdaki camuzun bulunmadığını söylüyor. Kaynanası „Uyy kör
olasılar kazma takırtısı yapmışlar“ der. Koçgiri oymağına dışarıdan gelin gelen
Sırma Hatun anlamaz.. „Ne demek kazma takırtısı?“ diye sorar. Kaynana, ölünün
ardından mal davarın talan edilmesi biçiminde eskiden kalma bir töre olduğunu
söyler. Sırma Hatun „Böyle töre mi olur? Yere batsın böyle töre!“ diye kargış
verir.[5]
Günümüzde, Aleviler arasında „Kazma takırtısı“
deyimi ölüm sonrasında ev sahibinin konuklara sunduğu yemek sofrası anlamında
kullanılır. İslam giysilerine bürürnene eski Oğuz geleneğinin, anlamı ve
kapsamı darlmış biçimi olduğu açıkça belli oluyor. Özgün biçimi ise görüldüğü
gibi göçebe yaşam biçimini uzun süre sürdüren Koçgiri Alevileri arasında
yaşamış. Prof. Dr İrene Melikoff, 1976 yılında Koçgiri Alevilerinden Hasan
Arıklıgil’in ölüm töreninde Eski Türk ölüm geleneğine tanık olduğunu anlatıyor.
60’lı yıllara dek süren bu gelenek de sanırız ülüş
geleneğinin ardılıdır.
[1] Orhan Şaik
Gökyay: Dede Korkut Hikayelei,
Dergah y., İstanbul 1995, s. 165.
[2] Sencer
Divitçioğlu: Kök Türkler, Ada y. İstanbul
1987, s. 237.
[3]
İbni Fazlan Seyehatnamesi (Haz.
Ramazan Şeşen), Bedir y., İstanbul 1975, s. 36-37.
[4]
Cemil
Cahit Güzelbey: Potlaç Töreninin Gaziantep’teki İzleri, Türk Folkloru Araştırmaları Dergisi, sayı 264, İstanbul, Temmuz
1971, s. 6017.
[5]
Bu
olayı 2006 yılı Aralık ayında beni ziyarete gelen Ablam Kıymet Yılmaz’dan
dinledim. Daha önceki yıllarda Almanya’da başka kişilerden de böyle bir
geleneğin bulunduğunu duymuş, ama yeterince belge olmadığı için yazmaya cesaret
edememiştim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder