Yayında Olan Eserlerim

16 Eylül 2017 Cumartesi

ALEVİLİKTE POTLAÇ GELENEĞİNİN İZLERİ

V 

ALEVİLİKTE POTLAÇ GELENEĞİNİN İZLERİ
Fuat Bozkurt

Türk geçmişinde örneği çok eskilere inen, toplumsal yağma geleneği vardır. Sözkonusu yağma geleneği en güzel biçimde Dede Korkut’ta anlatılır:

“Kazan üç yılda bir İç-Oğuz, Dış-Oğuz beylerini toplardı. Üçok, Bozok yığınak olsa Kazan evini yağmalatırdı. Kazan Beyin adeti bu idi ki, kaçan evini yağmalatsa, helalinin elini alır, evinden dışarı çıkardı. Bundan sonra evinde nesi var, nesi yok yağma ederlerdi.
Yine Kazan evini yağmalatır oldu, ama Dış-Oğuz Beyleri gelmediler, birlikte bulunmadılar, yalnızca İç-Oğuz beyleri yağmaladı.
Dış-Oğuz beylerinden Aruz, Emen ve geri kalan beyler bunu işittiler:
Bak, bak! Şimdiye değin Kazan’ın evi yağmalandığında hep birlikte olurduk, şimdi suçumuz nedir ki yağmada birlikte bulunmadık, dediler.
Ağız birliği edip bütün Dış-Oğuz beyleri Kazan Bey’I selamlamağa gelmediler, kin bağladılar.[1]

Dede Korkut’ta yağma kurumu tüm ayrıntıları ile bu öyküde anlatılır. İktisatçı Sencer Divitçioğlu, Oğuz yağmasını “bir ödülleme”olarak değerlendirir. Yağmanın ilkeleri şöyle belirler:
1.      Yağma, beylerce yapılır.
2.      Belli zaman aralığı ile yinelenir (belki üç yılda).
3.      Yağmalattıran, yağmadan sonra, mal-mülkünden geriye hiçbir şey kalmayacağını bilir (helalını alıp dışarı çıkar).
4.      Yağmada herşey yok edilir (giysi ve mal).
5.      Bu bakımdan yağma savaşla aynı sonucu doğurur, tahripkardır.
6.      Beyler için yağmaya çağrılmama, en büyük hakaret sayılır (Kazan’ın Dayısı Aruz).
7.      Yağmaya çağrılmayınca düşmanlık başlar.
8.      Düşmanlık sonucu açılan savaş, yine yağma ile biter.[2]

İbn Fazlan gezi günlüğünde benzer bir olaya değinir. Oğuzlarda ölüm törenini şöyle anlatır:

“Oğuzlardan biri hastalanınca, o kimsenin cariyelerive köleleri kendisine hizmet ederler. Ev halkından, başka hiçbir kimse ona yaklaşamaz. Çadır evlerinden uzakta onun için bir çadır kuraralar. Ölünceye veya iyi oluncaya kadar onu çadırda bırakırlar. Eğer, bu kimse fakir veya köle olursa onu saharaya atıp giderler.
Aralarından biri ölürse, onun için ev gibi büyük bir çukur kazarlar Bundan sonra cesedini alıp hırkasını (elbisesini) giydirir, kuşağını ve yayını kuşandırırlar, eline içinde nebiz olan ağaçtan bir badeh verip, önüne bir nebiz bulunan ağaçtan bir kap koyarlar. Sonra bütün şahsi eşyalarını getirip onunla birlikte bu oda gibi çukura koyarlar. Daha sonar ölüyü çukurda oturtup üzerini tavanla örterler. Mezarın üzerinde çamurdan bir kubbe gibi bir tümsek yaparlar. Bundan sonra ölünün hayvanlarının yanına varıp miktarına gore, birden yüze veya ikiyüze kadarını kurban olarak öldürürler. Onların etlerini yerler. Başlarını, ayaklarını ve derilerini ve kuyruklarını bir tarafa ayırıp, bunları kesilmiş ağaçlar üzerinekabrinin başına asarlar. Bunlar “Ölünün cennete giderken bineceği hayvanlardır.” Derler. Eğer ölen kimse, sağlığında insane öldürmüş kahraman biriyse, öldürdüğü insanların sayıları kadar, ağaçtan suret yontup bunları kabrinin üzerine dikerler. “Bunlar onun hizmetçileridir. Cennette ona hizmet edecekler.” derler.
Bazan hayvanları kuban etmeyi bir-iki gün geciktirirler. Bunun üzerine aralarındaki büyüklerden bir ihtiyar  (şaman) onları, kurbanları çabuk öldürmeye teşvik eder. Ölüyü rüyamda gördüm. Bana_ Görüyorsun arkadaşlarım beni geçtiler. Onları takip etmekten ayaklarımın altı yara oldu. Onlara yetişemiyorum. İşte tek başıma kaldım’ dedi.der. Bunun üzerine ölünün hayvanlarına varıp bir miktarını öldürürler ve kabrinin yanına asarlar. Bir veya iki gün geçtikten sonar ihtiyar tekrara onlara gelir. ‘Falanı (ölüyü) rüyamda gördüm. Bana: Aileme ve arkadaşlarıma haber ver. Beni geçenlere yetiştim. Yorgunluğum geçti, der’[3]
.
Eski Uygur Türkçesinde “yagmak” eylemi yananlamda “kurban sunmak anlamına geliyor.
Bilindiği gibi Oguz’un 24 boyundan birinin adı da “Yagma”. Bu anlam bizi kimi başka düşünceye götürüyor.
Oğuz Türkçesinde “yağma”, ülüş (potlaç) /yaklaşık olarak toplumsal bölüşüm/ anlamına geldiği gibi “çapul” anlamına da geldiği anlaşılır. İlkinde yağma el-gün arasında yapılır. Savaş amaçlı değildir. Amaç, evde bereketin olduğunu ortaya koymak, bu bolluğu yağmacılarla üleşmektir. Göçebe devlet yaşamında bir tür eli açıklık, cömertlik, han sofrasının herkese açık olması gibi gözükür. Uygur Türkçasindeki “kurban etme” anlamı ile örtüşür.
 Ne ki olay, savaş niteliğine de dönüşebilir.
Çapul ise bunun tam karşıtıdır. Savaşın sonucu ortaya çıkan bir durumdur.
Yerleşik toplumda bu, gelenek bir yanıyle “ağalık” geleneğine dönüşür. Ağanın sofrası herkese açık olmalıdır. Ağalık vermekle, eşkıyalık kırmakladır. Ağanın elinin açık olması gerekir. Anadolu ağalık düzeninde ülüş geleneğinin izleri sezilir.
Olayın bu boyutu, görkemli gözükür. Ama yağma geleneği, hemen ardından savaşçı talan geleneğini getirir. Göçebe toplum yapısı, taşınır malvarlığı gücüne dayanır. Bu ise, canlı maldır. Davar ya da mal sürürsü. Kuşaktan kuşağa geçecek kalıcı servet değil, savaşçı gücüne dayanan yağmaya dayanır. Bu olgu Türk toplumunda toplumsal sınıfın çok esnek olmasında başlıca etkenlerden. Malvarlığı, bedensel güç ve, savaş yeteneği ile değiştiriyor. Bu yüzden toplumsal sınıf kalıcı değil.
Ziya Gökalp kirvelik geleneğini de potlaç’ın bir türü olarak niteler. Cemil Cahit Güzelbey bir yazısında[4] potlaç geleneğinin izlerinin yakın zamana dek Gaziantep çevresinde sürdüğüne değinir. Yazar, Gaziantep köylerinde 1950 yılına değin aşiret törelerinin bir çoğu korunduğundan yola çıkar. Buna göre, Salur Kazan’ın potlaç törenine benzeyen şölenlerin basit bir devamı çehiz törenlerinde yaşanır. Belirlenen günde erkek tarafı çehiz yüklecekleri katır ve beygirlerle –daha sonra kamyonlarla- kız evine yollar. Çehiz taşıyıcılar kapıda karşılanıp içeri alınırlar. Mevsimine göre çay, kahve, çeşitli şerbetler, dondurma sunulur. Birza dinlenildikten sonra, çehiz getirilen hayvanlara yüklenmeye başlanır. Bu sırada kimi çehiz taşıyıcılar, çeyiz içinde elle taşınır ne bulurlarsa aşırırlar. Ancak bu iş potlaçta olduğu gibi açıktan değil, biraz gizlice yapılır. Ev sahibi bir malın aşırıldığını görse bile isteyip geri almaya kalkmaz. Bu töre bilindiği için, ortada elle taşınır parça bırakılmamasına özen gösterir yalnızca. Ama çehiz taşıyıcılar bir yolunu bulup mutlak birşerler yürütürler.
Potlaç geleneğinin izleri Alevilikte de yaşar. Kış aylarında dedeler köylere görüm yapmaya çıkarlar. Toplumun beğenisine göre kimi dedeler büyük köylerde cem birlerler. Cemin sonunda halk gönlünden ne koparsa hakullah verir, dedenin hizmetini ödemek ister. Buraya dek yaşanan emeğin karşılanmasıdır. Ama iş bununla bitmez. Bir dizi küçük dedeler, asıl hizmet yapan dedenin cemine tünemeye başlar. Töreye göre kazanç ortaktır. Asıl dedenin kazancını, hiç iş yapmamış bu dedelerle paylaşması gerekir. Post dedesi denen büyük dedenin eli sıkılık göstermesi, öbür dedelerle kazancını paylaşmaması büyük ayıp sayılır. Dedenin eli açıklık olması toplum gözünde yücelmesidir. Bu nedenle, büyük dedeler ne kazandılarsa, büyük bölümünü dağıtırlar. Öyle ki, bir kış boyu cem yürüten, bir dizi sıkıntıya katlanan dedenin evine eli boş döndüğü olur.
Yakın zamana dek kimi Alevi köylerinde ev büyüğünün ölümünün ardından, ev sahibinin birkaç mal-davarını paylaşıldığına örnekler var. Son örnek 1940’lı yıllarda Sivas’ın Zara ilçesinde Koçgiri Alevileri arasında yaşanır. Koçgiri beyi Alişan bey ölüyor. Ölü gömülüp konuklar yocu edildikten sonra aileye sışarıdan gelin gelen Sırma Hatun, kaynanasına ahırdaki camuzun bulunmadığını söylüyor. Kaynanası „Uyy kör olasılar kazma takırtısı yapmışlar“ der. Koçgiri oymağına dışarıdan gelin gelen Sırma Hatun anlamaz.. „Ne demek kazma takırtısı?“ diye sorar. Kaynana, ölünün ardından mal davarın talan edilmesi biçiminde eskiden kalma bir töre olduğunu söyler. Sırma Hatun „Böyle töre mi olur? Yere batsın böyle töre!“ diye kargış verir.[5]
Günümüzde, Aleviler arasında „Kazma takırtısı“ deyimi ölüm sonrasında ev sahibinin konuklara sunduğu yemek sofrası anlamında kullanılır. İslam giysilerine bürürnene eski Oğuz geleneğinin, anlamı ve kapsamı darlmış biçimi olduğu açıkça belli oluyor. Özgün biçimi ise görüldüğü gibi göçebe yaşam biçimini uzun süre sürdüren Koçgiri Alevileri arasında yaşamış. Prof. Dr İrene Melikoff, 1976 yılında Koçgiri Alevilerinden Hasan Arıklıgil’in ölüm töreninde Eski Türk ölüm geleneğine tanık olduğunu anlatıyor.
60’lı yıllara dek süren bu gelenek de sanırız ülüş geleneğinin ardılıdır.


[1] Orhan Şaik Gökyay: Dede Korkut Hikayelei, Dergah y., İstanbul 1995, s. 165.
[2] Sencer Divitçioğlu: Kök Türkler, Ada y. İstanbul 1987, s. 237.
[3] İbni Fazlan Seyehatnamesi (Haz. Ramazan Şeşen), Bedir y., İstanbul 1975, s. 36-37.
[4] Cemil Cahit Güzelbey: Potlaç Töreninin Gaziantep’teki İzleri, Türk Folkloru Araştırmaları Dergisi, sayı 264, İstanbul, Temmuz 1971, s. 6017.
[5] Bu olayı 2006 yılı Aralık ayında beni ziyarete gelen Ablam Kıymet Yılmaz’dan dinledim. Daha önceki yıllarda Almanya’da başka kişilerden de böyle bir geleneğin bulunduğunu duymuş, ama yeterince belge olmadığı için yazmaya cesaret edememiştim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder