Yayında Olan Eserlerim

4 Eylül 2017 Pazartesi

Adım Adım Türk Elleri 2: HAZAR'DAN ISSIK GÖLE TÜRK HALKLARI

Tiflis'ten güneye doğru ilerledikçe bozkırlar artıyor. Gürcistan'ın yeşil tepeleri yerini mor dağlara bırakıyor. Artık Anadolu bozkırları önümüzdedir. Ve ilk sınır kapısına gelmişizdir. Bir dönemeçte yer alan köprü, Gürcistan'ı Azerbeycan'dan ayıran sınır sayılır. Sınırda korucular bekler. Ancak herhangi bir denetim olmaz. Seyrek olarak taşıt aracı­nın gittiği bu yol ilerlerken, otobüsün içinde bir tartışmadır başladı. Kimi yolcular, bilet ücretine karşı çıkıyorlardı. Biletçi bağırdı: "Neden bana söylüyorsunuz? Devletin otobüsü, ederi devlet belirliyor" Yolcu yanıt verdi: "Aynı yolda iki fiat olur mu bu ne biçim devlet?"
         Devlet Azerbeycan Devletidir. Tarihçi Taberi "Tapınım yapılan ateşin en büyüğü burda olduğu için, bu bölgeye Azerbeycan denilmiştir" diye açıklar. Bu halk açıklaması yerleşmiştir. Büyük İskender'e katılan General Atrapates'in adı olduğu tümden unutulmuştur. Sovyetler Birliğine bağlı Azerbeycan Cumhuriyeti 1920 yılında kurulmuştur. Şimdilerde bu cumhuriyette altı milyonun aşkın insan yaşar. Sosyalist devlette bilet ücretinde ayrım vardır. Her yanı dö­külen otobüsün çatlayan ön camına kalınca bir çıta destek ve­rilmiştir.
         En ön koltuğa oturdum. Çevreyi izleyerek Gence'ye doğru ilerliyorum. 80 kmyi aşmayan tekerlerin dönüşü adım adım Gence'yi bize yaklaştırıyor. Her adımda ulusal bir ruhun dalga dalga yoğunlaştığını hissediyorum. Gence ya da Kirovâbâd! Azerbeycan'ın tarihsel başkenti. Ama Azerbeycan Geçmişte hiçbir dönemde bütün bir devlet olma­mıştır. Azerbeycan, tarih boyunca şunun bunun egemenliğinde birleştiği olmuştur. Ama tek başına hiçbir dönemde bir birlik sağlayamamıştır. Yine de Azerbeycan'ın nabzı Gence'de at­mıştır. Gence şimdi Genceli Nizamü'nin 850. yılını kutluyor.
         Genceli Nizami ile Mevlana arasında kimi koşutluklar vardır. İkisi de Türk ozandır. İkisi de büyük ozandır. İkisi de öz dillerinde değil de Farsça yazmışlardır. Tüm bu olumsuz yanına karşın Gence, Nizami'ye sahip çıkıyor, onu anıyordu.
         Otobüste tanıdığım gençle boylu boyunca kenti geziyorum. Basit bir lokantada öğle yemeği yiyorum. Tüm çabama karşın para ödeyemiyorum. Artık "Azerbeycan'a gonah gelmişem". Tüm Azerbeycan'ın konuğuyum. Kenti gezerken bir yontu dik­katimi çekiyor. Bükük bıyıklı, elinde kamçı yaman bir yiğit. Kim olduğunu soruyorum. "Gatır Memmed" kimdir bu Katır Mehmet? Varsıldan alıp yoksula veren bir eşkıya. Bizim İnce Memed, Köroğlu gibi halk kahramanı tam sosyalist sisteme uygun biri. Sosyalist dönemde anıtı dikilmiş. Peki Cevat Han'ın yontusu yok mu? Cevat Han'ı tanır mı Genceliler? Cevat Han'ın yontusu yok, ama Cevat Hanı unutmamış Genceliler. Cevat Hanın yoksul bir sokağa adı verilmiş. Sokağın başında da bir kabartması var. Doğruca bu sokağa gi­diyorum. Sokağı ve kabartmayı görüntülüyorum. Kahramanlar dilsizdir. Cevat Han kuçesi (sokağı) ise tümden sahipsiz ve dilsiz. 1804 yılının tarihsel direnişinden Gence'de yalnız bu anı yaşamaktadır.
         19. yüzyılda Rus orduları Güney Kafkasya'da etkin bir ya­yılma dalgası başlatmıştı. Bu topraklardaki hanları bir bir yere sermişti. Sıra Gence Hanlığına gelmişti. Gence'ye da­yanmış olan Rus saldırısı, bu kalenin önünde Gence Beyi Cevat Han'ın yiğit direnişiyle karşılaştı. Savaş uzun ve kanlı oldu. Ruslar başarısızlıklara uğradı. İki kesim de ağır kayıp verdi. Ancak küçük beyliğin dev çarlık ordusu karşısında başarı şansı yoktu. Cevat Han ölümle burun buruna olmasına karşı­lık, yılmadan ama fazla birşey beklemeden direniyordu. Sonunda Cevat Han, Gence'nin burçları üzerinde oğlu Hüseyin kulu Hanla birlikte savaraşak öldü ve kale düştü. Genceliler sokak sokak; ev ev çarpışarak kentlerini savundular. Durum Genceli Hasan'ın şu dörtlüğünde söylediği gibi oldu:

                            Baydakları burç üstüne gurdu
                             Tıfıl uşakları hamı gırdılar
                             O zaman ki Cevat Hanı vurdular                              Sanasın gırıldı beli Gence'nin

         Bu savunma Azerbeycan tarihinde eşi olmayan  bir kahra­manlık anısı olarak kaldı. 1828'de Türkmençay antlaşması yapıldı. Buna göre Erivan, Nahcivan hanlıkları ile, Ordubad bölgesi Rusya'ya kalıyordu. Böylece Azerbeycan doğrudan ikiye bölünüyordu. Azerbeycan'ın yaklaşık üçte ikisi İran'da kalıyordu. Kalan bölüm ise Rusya'ya katılıyordu. Yarım mil­yon dolayındaki Azeri ilk kez Avrupalı bir ulusun eğemenli­ğine giriyordu. Bundan sonra aynı ulustan iki halkın yazgısı değişik çizgiler izleyecekti.    
         1917 yılında Çarlık Rusya'sının çöküşü ile öbür uluslarda başlayan ulusal uyanış Azerbeycan'ı da sarmıştı. Ancak Azeri toprakları bağımsızlık eylemine yeterince hazır değildi. Çarlık Rusyası Kuzey Kafkasyalı, Ermeni ve Gürcülere gös­terdiği hoşgörüyü Türklere hiçbir zaman göstermemişti. Öbür Türk bölgelerinde olduğu gibi, Azerbeycan'da da çağdaş okul­ların kurulmasına izin verilmemişti. Azerbeycan'da yüksek eğitim görmüş gençlerin sayısı iki elin parmaklarını doldura­cak kadardı. Aydınlarını yetiştirmemişti. Yarı aydınlar ise tüm iyi duygularına karşın yetersizdi.   
         Ermeni ve Gürcüler süretle silahlanıyorlardı. Dağılan Rus ordusunun silah ve gereçlerini Ermeniler kapıyorlar düzenli birlikler oluşturuyorlardı. Rusyanın çöküşü ile doğan yıkın­tıda kendi kurtuluşlarını arıyorlardı. Bu iki ulus, Rus çarlığı döneminde ulusal bütünlüklerini korumuşlardı. Ulusal kültür­lerini geliştirmişlerdi. Aydın kadrolarını yetiştirmişlerdi. Oysa Azerbeycan için aynı konum söz konusu değildi. Azerbeycan din bakımından Sünni- Şii olmak üzere ikiye bö­lünmüştü. Başkent Bakü petrol kenti olması nedeniyle kozmo­polit bir yapı gösteriyordu. Rus, Fars ve Osmanlı kültürü bir­birine karışıyordu.
         28 Mayıs 1918'de kuzey Azerbeycan'da bağımsız Milli Azerbeycan Cumhuriyet kuruldu. Geçici hükümetin başkanlı­ğına Mehmet Emin Resulzâde getirildi. Devlet Ulusal Ant ile tüm dünyaya açıklandı. Gence doğumlu türkolog Prof.Dr. Ahmet Caferoğlu'nun "Tarihteki ilk Türk cumhuriyeti" diye övündüğü devlet bu ortamda doğmuştu. Böylesine umutlu gün­lerde Müsavat (eşitlik) Hükümeti, Türk ordusuna Azerbeycan'a çağırıyordu.
         Osmanlı ordusu komutanı Nuri Paşa'nın Azerbeyca'da ha­reket merkezi olarak Gence'yi seçmişti. Gence Azerbeycan geçmişinde şanlı Cevat Hanın savunmasının anısını yaşatı­yordu. Şimdi yeni bir bayrak dalgalanıyordu. Bu üç renkli (yeşil, kızıl, mavi) Müsavat hükümeti bayrağıydı. Nuri Paşa Gence'de heyecanlı insanlarca karşılandı.
         Hüsamettin Tuğaç Gence'deki bu ulusal ortamı şöyle betim­ler:
         "Gence'nin yaşlı, fakat çok değerli ve ve tecrübeli bir Ali Ekber'i daha vardı, soyadı Refibeyli idi. Arkadaşlarım beni bu zatın evine götürdüler. Daha ilk görüşmemizde aramızda sıcak ve samimi bir yakınlık uyandı. En büyük dileği ölmeden Türkleri ve Türk ordusunu görmek olduğunu duygulu sözlerle belirtiyordu. Bu temiz dileği gerçekleşti birkaç ay sonra Türk ordusunu Gence'de gördü, az sonra da öldü."
         1991 yazında Gence'de duyarlı ulusal ruh yaşıyordu. Ama nasıl demeli, geleneksel kahvelerde, o güzelim Gence paza­rında bir yalnızlık bir öksüzlük duyuyordum. Kocaman ağaç­ların altında bir çay bahçesinde Genceliler çaylarını yudum­luyorlardı. Tüm bu görüntüde bir yorgunluk, bir bitkinlik sezi­yordum. Sanki Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın Şemahı için yazdığı şu dizeler içimi sarmıştı:

         Yalnızlık nerdesin der ya
         Şemahı kentindeyim.
         Çöllerden kervarlar beni bırakır gider ya
         Şemahı kentindeyim.

         Ben ise Gence kentindeydim. Çöllerden kervanlar değil de otobüsler beni bırakıp gitmişti. Oysa her gittiğim yerde Azeriler "gardaş" diye bağırlarına basıyorlardı.
         Bir kapı önündeki gerilimli bekleyiş dikkatimi çekti. Neydi bu sıkıntılı gençlerin sorunu? O kapıdan içeri girdim. Oysa o yapı Universitenin bölümlerinden biriymiş ve içerde giriş sınavı yapılıyormuş. Başta Azerbeycan olmak üzere tüm Sovyetlerde büyük yolsuzmlukların olduğu bir sınav. Olay şu: Sovyetler'de bizdeki gibi, toplu universite seçme sınavı yok. Her bölüm alacağı öğrenciyi kendi seçiyor. Böyle olunca da gi­riş sınavında çok yüksek düzeyde adam kayırma ve rüşvet dö­nüyor. Evet, o sınavlardan biri yapılıyor. İlerde Baku'ya var­dığım zaman bu sorun üzerine ayrıntılı bilgiler alacağım.       
         Gence otogarında Baku'ya bir bilet bulmaya çalışıyoruz. Ama Genceliler bırakmak istemiyor. Konuk olarak ağırlamak istiyorlar. Bayan Özal'ı ağırladıkları "Gülistan"a götürmek istiyorlar. Baku'da dostların beklediğini söylüyorum. Dönüşte biriki gün kalmaya söz veriyor öylece razı ediyorum. (Yazık ki zaman bulamayacağım) Otobüslerde tüm yerler dolu olma­sına karşın Genceliler en önde bir yer ayırıyorlar.
         Günümüz Azerbeycanını Eremeni sorunu tümüyle sarmıştır. Gence yakınlarında Ermenilerin sabotojı sonucu bir otobüste ölenlerin anılarına anıt yapılmıştır. Otobüste bulunan bir halk şairinin Ermenilere karşı yazdığı şiiri otobüstekiler ha­raretle alkışlıyordu. Baku'da benzin kuyruğunu bozan bir Azeri'ye başka bir Azeri bağırıyordu "Ermeni senden yahşı­dır!"Azerbeycan'da bulunduğum her gün bu Ermeni düşmanlı­ğını görecektim. Bana da sürekli Türkiye'de bulunan Ermenileri niçin bıraktığımızı soruyorlardı.
         Bu yazılarda elden geldiğince siyaset yapmayacağız. Ama Kimi noktalarda açıkma yapmak zorundayız. Neydi bu Ermeni sorunu? Niçin başlamıştı:
         Azerbeycan'da Ermeni olayları 75 yıl önce de vardı. Şimdi bu acı olay yineleniyor.
         Ermeni sorunu yakın geçmişte Türkiye'nin gündemini de uğ­raştırmış konulardan biridir. Şevket Süreyya'nun bu konuda yazdığı şu tümceler sanırız en olumlu satırlardır   "Uluslar ve halklar arasında, tarihte kimileyin öyle ev­reler yaşanır ki, en doğru olan, galiba o evreleri unutmaktır. 1914-1918 arasındaki Ermeni tehciri, daha doğrusu, zaman zaman karşılıklı olarak Türk-Ermeni kıyımı bu evrelerden bi­ridir. " (...)
         "Sonuçta bu konu üzerinde durmamak ve tarihin bu safha­sının her iki yanca da unutulmasının, en doğru davranış olduğu kansındayım. Bu faciada ve Ermeniler aleyhine işleyen çark­ların bence en önde gelen sorumlu ve suçluları, Ermenilerin içinden yetişen, fakat coğrafi ve tarihsel şartları doğru değer­lendiremeyen Ermeni yarı aydınları olmuştur. Doğu vilayet­leri de dahil olduğu halde, Anadolu'nun hiçbir yerinde Ermeniler çoğunlukta değildiler. Hiçbir sayımda Anadolu'daki Ermeni nüfusu % 6'ya çıkaramamıştır. Hiçbir ilde salt çoğunluk gösterilememiştir."
         Evet, değerli yazar Şevket Süreyya'nın "Türk-Ermeni olaylarını unutmak en doğrusudur" kanısına biz de katılmak isterdik. Ne yazık ki bu yara 1990 yılında bir kez daha kana­tılmıştır. Yarayı kanatanlar yine Ermeniler olmuştur. Bir yandan bağımsızlık türküleri söylerken, öte yandan Rus gücü­ne dayanarak Karabağı almak istemişlerdir. Şimdi Azerbeycan'ın her yanında korkunç bir Ermeni kini vardır. Kuşkusuz, Ermenistan'da aynı kin daha fazladır. Nitekim, tüm gezimi bitirip Azerbeycan'dan döndüğüm gece Otobüste Nahcivanlı bir aile ile karşılaştım. Tiflis'e gitmek için Baku'ya gelmişler ordan Tiflis'e gidiyorlardı. Oysa Ermesintan'dan geçen yol üç kat daha kısaydı. Şimdilerde bir Türkün Ermenistan topraklarından sağ geçmesi olanaksızdı. Aynı durum Azerbeycan'da Ermeniler için geçerliydi. Azeriler sürekli Türkiye'deki Ermenilerin ne kadar olduğunu soruyor­lar, bizim onları niçin "sağ" bıraktığımızı öğrenmek istiyor­lardı. Gence'de Tiflis'e gitmek üzere kahvede beklerken şöyle dedim:
         "-Sizin duygularınızı çok iyi anlıyorum. Sizin durumu­nuzda olsam -çok korkunç Ermeni kırımı anlatıyorlardı- kuş­kusuz ben de aynı duyguları beslerdim. Fakat size bir sorum var. Yarın birinizin evine bir Ermeni sığınsa ne yaparsınız?" Tümü sustu. Kimse bir yanıt veremedi. Çünkü o eski Türk gele­neği sözkonusuydu "oğlunu öldürdüm ocağına düştüm". Şimdi Ermeniler bizim devlet güvenliğimiz içindedir. Bizim yurtta­şımızdır. Bir avuç insana bir şey yapmak, bizi büyütmez; kü­çültür".    
         Azerbeycan'da da kimi eski Türk gelenekleri yaşıyor. Sözgelimi Karabağ'da Azerilerle Ermeniler arasında ilk ça­tışma çıktığı ve beş altı Azerinin Ermenilerce öldürüldüğü gün bu kanlı olaylara engel olmak için bir yaşlı ana meydana yağ­lık atıyor. Bunun üzerine Azeriler karşı saldırıyı kesip barış yapmak istiyorlar. Bu süreç içinde Ermeniler iyi bir zaman kazanıyorlar ve hem Ermenistanla hem de Moskovayla bağ­lantılar kuruyorlar. Şimdilerde bu olay anlatıldığı zaman Azeriler çok pişman oluyorlar: "Ermeni sorunu o gün çözülecek­ti. Bütün Karabağı ele geçirecektik. Bir goca arvadın yağlığı Karabag'ı oda (ateşe) attı" diyorlar.
         Deveci Azerbeycan'ın kuzeyine düşer. Bir sabah beklenti­sinin sıkıntıları içinde kuzeye doğru yola çıkıyordum. Önce Üniversite sorunu ile ilgili birini bekledik. Bu tatsız bir bek­leyiş. Olay şu: Habib'in yeğeni Güzel Sanatlar Fakültesinin bir bölümünde okumak istiyor. Bir meslektaşından giriş sına­vında bu öğrencinin kayırılmasını isteyecek. Bunun için de belli bir ücret verecek. Ama hani, iki meslektaş olarak öyle yüksek bir ücret vermekten yana değil. Biraz ahbap işi olsun istiyor.
         Tatsız bekleyişte binbir düşünceye dalıyorum. Yanda para oyunları yapan üçkağıtçıları izliyorum. Sokak satıcılarının sattıkları mallara bakıyorum. Ses yükselticisinden yükselen müziğe kulak veriyorum. Karşıda sıra sıra apatmanlarda gö­züm takılıyor. Bunlar, petrol işçilerinin evleriymiş. Bu sırada Habib yanıma yaklaştı: beni bir kıyıya çekti "Pulun var mı? Almah istediğin bi şey varsa alasan!" teşekkür ettim üzerim­deki parayı gösterdim. Gerçekte bu sinirli bekleyişte belleğim kaçışlar yapmak istiyor. Ne tatsız bir olay? Azerbeycanda da bizde olduğu gibi merkezi sınav yapılmalı. Bu haksızlık, bu rüşvet ortadan kalkmalı. Salt parası olanlar değil, parası olmayanlarda da okuyabilmeli" diye düşüncelerimi açıyorum Habib'e. Habib şu yakınlarda bu sorunla ilgili bir yazı yaz­mış, sistemi eleştirmiştir. Habib'in yazısı ilk yazıdır. Çünkü, bu tür sistemlerde düzeni eleştirmek, vatan hainliğine kadan uzana bir bir suçtur.
         Şevket Süreyya Aydemir de böyle bilim kurumları düşle­mişti. Şöyle yazıyordu: "Nuh'a civarında Göynük isimli kü­çük bir köy vardı. Bu köyde eskiden adı duyulmuş bir medrese varmış. Zamanında uzak yerlerden öğrenci toplayabilirmiş. Fakat gene zamanla medrese çökmüştü. Zaman zaman bu köye giderdim. Köye hakim bir kayanın üstüne otururdum. Hayalimde kendi kızıl elmamı canlandırırdım." Aydemir'in düşü sürüp gider böyle. Kimya laboratuvarları, fizik dersane­leri düşler.
         Yıl 1991. Tüm düşlenenler vardır, Azerbeycan'da. Ama yine tümü çarpıktır. Sabah sıcağının huzursuzluğu, uçuşan sinekle­rin rahatsızlığı yananda ben bu çarpıklıkların nasıl düzelece­ğini düşünüyorum. Sonunda beklenen profesör geliyor. Habib o profesörle Kuba'ya doğru yola çıkıyor. Biz ise Derbent'e çıkan yola düşüyoruz. Şu yakınlarda Kuba'da bir Güzel Sanatlar Fakültesi açılmıştır. Şevket Süreyya'nın düşü gerçekleşmiştir, ama benim kâbusum başlamıştır.
         Deveci yakınlarında Faik Beyin köyündeyiz. Köyün giri­şinde bir çocuk eşyaları satan yer dikkatimi çekiyor. Üç teker­lekli çocuk bisikletleri. Sosyalizmde çocuğun dünyası. Son de­rece ilkel şeyler. Ederlerini soruyorum, orda kazananlar için oldukça yüksek. Faik Bey bu köyden çıkmış, köydeki arkadaş­ları içinde tek okumuş. Arkadaşı Asım Bey ise bir kahve işle­tiyor. Pırıl pırıl bir kahve. Ne Baku'daki Görüş kahvesi, ne de öbürlerine benziyor. Gizemini öğrenmek istiyorum: Artık bu tür işyerleri özelleştirilmeye başlamış. Asım Bey de bu işyeri evsinmiş. Kendi malıymış gibi görüyor. Bu yüzden gözü gibi bakıyor. İşte çocukluğumdaki sosyalizm düşleri işte gerçek. Baku'da Görüş kahvesinde kiminin kulpu, kiminin tabağı ol­mayan kırk çeşit çay bardağı gelir önünüze. Ama işyerini öz malı sayan bir yerde her kırılan bardağın ardına düşülür ve düzen sağlanır.
         Yol boyu üzüm bağlarını aşarak geçiyoruz. Bunlar sosya­lızmin onur anıtları. Kolhozlar, ya da soyozlar aracılığı ile yönetiliyor. Uzadıkça uzayan üzüm bağları. Bir dağ yama­cında, bir pınar başında dinlenme yerindeyiz. En güzelinden etler kızartılıyor, çamlar altına sofra kuruluyor. Masa dona­tılmaya başlanıyor. Ve masadaki bir yeşillik dikkatimi çe­kiyor: Reyhan. Azerbeycan'ın o güzelim türküsü "Dağlar kızı Reyhan" türküsünü -Azeriler "mahnı" diyorlar- anımsıyorum. Yine masadakilerin her biri için uzun söylevler çekilerek onu­runa kadeh tokuşturulacak, yine birlikteliğimize dualar edi­lecek. Yine sevgi sözleri yinelenecek. Bu Azerbeycan'da bir ge­lenektir. İçtenlikli ya da içtenliksiz, birbirine bol bol sevgi sözleri söylüyorlar. Dağ yamacında Baku'nun o boğucu sıca­ğından uzağız. Serin bir külek de esiyor. Ben nerdeyim, nası­lım, kimler arasındayim? Bu sevgi sözleri, bu kardeşlik, bu yakınlık nerden geliyor? 1947 Sivas doğumlu Fuat Bozkurt, nasıl oluyor da hiç tanımadığı, yaşamında ilk kez gördüğü in­sanlarla böylesine dost olabiliyor?
         Bir şimşek hızıyla bu düşünceler içimden geçerken birden yıllar öncesini anımsıyorum. 1976 yazında Afganistan'ın baş­kenti Kabil'deyim. Bir Kazak satıcının halı satışevindeyim. Çaylar söylenmiş, sigaralar içiliyor. İçeriye bir İngiliz gezgin giriyor. söyleşimize katılıyor. Bizim Türkiye'den geldiğimizi öğreniyor. Kazak satıcı ile ne zamandan beri tanıştığımızı so­ruyor. O gün tanıştığımı öğreniyor. Şu içerikte sözler söylüyor: "İster Yugoslavya'da, ister Türkiye'de, ister Afganistan'da olsun, Türk insanının yüz anlatımı değişmiyor. Şu insanın -Kazak satıcıyı gösteriyor- yüzündeki temiz duyguları her yerde görüyorum." Oysa Batılı insanın birbirinden ayrılması kolaydır. Sözgelimi, Anadolu Türkü'nün Azebeycan'dan ay­rılmasını düşünelim, rahat bir beş yüz yıl vardır. En yakın kan bağımız beş yüz yıla uzanır. Yine de birlikte duyacağız. Yine aynı türküleri söyleyeceğiz, yine masamızda reyhan bu­lunacak, yine aynı kardeşilik duygularını taşıyacağız. Peki nerden geliyordu bu birliktelik? Fransız araştırmacı Jean Paul Roux şöyle diyor:
         "Sibirya'da orman avcısı bir Yakutla, Bozkırda hayvan yetiştiricisi bir Kazak, Sinkianglı bir çiftçi ile, İstanbullu bir kentli arasında ortak ne olabilir? Çağdaş Altaylardaki bir Şaman, komunist şair Nazım Hikmet, ya da "Yol" filmini yapmış olan sinemacı arasında bir soy ilişkisi bulunduğu nasıl düşünülebilir? Ama kimi gelenekler varlığını sürdürüyor. Ben kendim, Afganistan'daki Türk köylülerinde, Anadolu'daki göçebe ve yerleşiklerde, anlaşılmaz duruma gelmiş olmakla birlikte, çok kez pek az değişmiş olarak, kut töreler buldum". Roux'un bu içerikteki övgüleri sürüp gider. Kimileyin bu övgü­lerin gerçek olmaları için dua ettiğim olur. Ama şimdi reyhan masasında bu düşleri yapıyorum. "Kollarımız birbirine sürü­nüyor hafifçe. Duvarlar açılıyor. İnsanlar birbirleriyle sene­lerdir dargınmışlar da birden bire aynı hisleri duyarak "yeter artık" diyerek barışmışlar gibi öpüşüyorlar"  Sait Faik Böyle diyor Alemdağ'da. Ve ben 1991 yazında aynı duyguları duyu­yorum. Masada Rus votkası, reyhan, kızarmış şişler Azeri dostlarla birlikteliği kutluyoruz. Bu birliktelik dünya yal­nızlığında bir kardeş arama özlemindendir. Çağların verdiği aymazlıktan uyanmışızdır da geçmişteki tüm yanlışları silip atmak, birlikte olmak istemekteyizdir. Nitekim bu özlemi Azeri ozan "Aman Ayrılıx" şiirinde anlatmıştır.      
         Bağımsızlığa doğru adım atılan günlerde Azerbeycan'da  Türkiye bir ağabey vatan gözüyle görülmektedir. Büyük özve­riler beklenmektedir. Hatta tam anlamıyla "davulun sesi uzaktan hoş gelir" atasözünü anımsatan söylentiler anlatıl­maktadır. "Türkiye'de oğrılık yokmuş. Türkiye'de kişi araba­sının kapısın bağlamadan bırakır gidermiş. Türkiye'nin çok pul varmış". Bol bol bu "mışlı" söylentileri dinledim. En so­nunda bu dağ lokantasında içkinin de verdiği rahatlıkla kimi gerçekleri açıklamak zorunda kaldım. "Bakın gardaşlar, dostça bir araya geldik. Dilerim bundan sonraki dönemlerde hep dostça ilişkilerimiz sürer. Türkiye ve Türkler sizin gözü­nüzde büyüttüğünüz gibi değil. Orda da hırsızlık var. Orda da insanlar insanları kandırır. Orda kimse arabasını kapama­dan gitmez. Ve bir noktayı daha çok belirteyim. Size göre bi­zim yaşam düzeyimiz daha yüksek doğru. Sizin birtakım bek­lentiler içinde olduğunuzu anlıyorum. Ancak unutmayın: İlerde Türkiye'nin Azerbeycan'a yardımı sınırlı olacaktır.       
         Bu noktada Türk kamuoyuna da küçük bir açıklama yap­mak isterim. Türkiye Kıbrıs'a bir "Anavatan" lık yapmıştır. Ne var ki, bu analık işlevi Türkiye'ye çok pahalıya oturmuş­tur. Önümüzdeki dönemde Sovyetlerde bağımsızlığına kavu­şacak Türk cumhuriyetleri ile sağlıklı ilişkiler kuşkusuz Türkiye'ye de o ülkelere de çok şeyler getirir. Ne var ki, bu ilişkilerde en küçük sarsıntı hayal kırıklıklarına neden olur. Acılar doğurur. İster özel firmalar bağlamında olsun, ister devlet düzeyinde olsun, bu ilişkilerde çok tutarlı olmak gere­kir. Hele hele bir "ağabeylik" işlevi Türkiye'yi zor çıkmaz­lara sürükler. Bu bakımdan heyecanla başlayan ilişkileri sağlık kafa ile sürdürmek gerekir. Ve yine unutmayalım ki, yüzyılların ve klmetrelerin getirdiği uzaklıkla bu halklarla aramızda önemli kültürel ayrımlar doğmuştur. Şunu rahatlık­la söyleyebilirim ki, kimi konularda kendi ülkemizde yaşa­yan Türk olmayan halklarla aramızda daha yakın bağlar vardır. Evet yine Kaşgarlı Mahmut'un verdiği atasözünde ol­duğu gibi acele yapılan işin pişmanlığı yarınadır. Yarınlarda pişmanlıklar duymamak dileğiyle...
         Kuzeye çıkan yol üzerinde yer alan bir ilçeye Komunist dö­nemde "Nasoslu" (pompalı) denirken, şimdi "Tagıyef" adı ve­rilmiş. Kimdir bu Takıoğlu? Hacı Zeynel Abidin Takıoğlu Azerbeycan'ın petrol babası. "Petrol Savaşı" adlı kitabında Losley, "dünyada petrolün ilk sahipleri Tatarlardır" der. Batının Tatar adı ile bildikleri Türkleri petrolün ilk sahibi olarak gösterir. Şimdi petrolün nerde olduğunu ve ilk sahiple­rinden birinin kim olduğunu görüyoruz. O, Zeynel Abidin Takiyef ki, başta Neriman Nerimanof olmak üzere birçok Azeri aydınını öz parası ile okutmuştur. Şimdi Baku Kuba yolu üzerinde yılın her dönemde buz gibi çağlayan bir su akar. Bu suyu Baku'ya getirtmiştir. Ama yaşamının son yıllarını yokluk içinde geçirmiştir. Kız kardeşi ise iki gözü kör olarak bakımsız, perişan durumda ölmüştür. Şimdi eski kahramanla­rın değerleri bilinmekte ve o adlar yeniden verilmektedir. Nitekim Baku'nun en görkemli yerinde yer alan Kirov'un heykeli sökülüp atılmıştır. Kimdir bu Kirov? Gence'ye adını veren Çarın generalidir. Gence'yi Türklerden aldığı için Baku'ya onun heykeli dikilmiştir. Gerçek kahraman Cevat Han ise yalnız anılarda yaşamıştır. Gence de eski adını al­mıştır. Gence yine Cevat Han'ın Gence'sidir. Orda ulusal ruh her zaman atacaktır. Baku'nun kozmopolit havası Gence'yi hiçbir dönemde sarmamıştır, sarmayacaktır.

         Kuba yolunda uzaktan Mesketi Türkleri için yapılan köyü görüyorum. Bu ve bunun gibi köyler, Azerbeycan'ın yarım ek­meğinden kesilerek yapılmıştır. Çünkü dünya petrolünde söz sahibi bir ülke öylesine kalkınmış varsıl bir ülke değildir. Nitekim Abbas Abdullah Bey bana diyecektir ki, "Mesketi Türkleri, pasaportunda "Türk" adını taşıyan Sovyetlerdeki tek halktır. Resmi sayıları 350.- 000. Gerçekte yarım milyon dolayındalar. Şimdi 4600 yere dağılmış durumdalar. Gürcistan'daki Mesketi ilçesi yöresindeki 86 yerleşim yerleri tümden boş. Neden Türkiye, Bulgaristan'daki Türkler için bunca çaba gösterdi de bunlar için tüyünü bile kıpırdatmadı? Oysa bunların Gürcistanda yaşadıkları yerler bomboş dur­maktadır. Oralara yerleştirilebilirlerdi?" Abbas Abdullah Bey tümden haklıdır. Ben yanit bulamayacağım ama iki ya­nıt belleğimde düğümlenip kalacak: 1. Bulgaristan'daki Türkler olayını gerçekte Türkler değil, Komunist sistemi yıp­ratmak isteyen Batı gündeme getirdi. 2. Bulgaristan'da ırkçı bir yönetime karşı Türklerin hakkı savunulabilirdi. Ama Özbek Türklerinin baskı yaptığı bir başka Türk soyuna Türkiye nasıl sahip çıkabilirdi? Sovyet yönetimi "Siz Özbekleri de Türk saymıyor musunuz? O da sizden Mesketiler de sizden? Öyleyse biz ne yapalım?" Ama sessiz kalan Türkiye karşısında tek gerçek destek Azerbeycan'dan geliyor ve Mesketi Türkleri yerleştiriliyordu. Taşkent'te, Semerkant'ta, Alma Ata'da Mesketi Türklerine rastlayaca­ğım. Yurdundan edilmiş insanların dramlarını ağızlarından dinleyeceğim. Her defasında tüylerim diken diken olacak. Her defasında dolu dolu söveceğim...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder