Tiflis'ten
güneye doğru ilerledikçe bozkırlar artıyor. Gürcistan'ın yeşil tepeleri yerini
mor dağlara bırakıyor. Artık Anadolu bozkırları önümüzdedir. Ve ilk sınır
kapısına gelmişizdir. Bir dönemeçte yer alan köprü, Gürcistan'ı Azerbeycan'dan
ayıran sınır sayılır. Sınırda korucular bekler. Ancak herhangi bir denetim
olmaz. Seyrek olarak taşıt aracının gittiği bu yol ilerlerken, otobüsün içinde
bir tartışmadır başladı. Kimi yolcular, bilet ücretine karşı çıkıyorlardı.
Biletçi bağırdı: "Neden bana söylüyorsunuz? Devletin otobüsü, ederi devlet
belirliyor" Yolcu yanıt verdi: "Aynı yolda iki fiat olur mu bu ne
biçim devlet?"
Devlet Azerbeycan Devletidir. Tarihçi
Taberi "Tapınım yapılan ateşin en büyüğü burda olduğu için, bu bölgeye
Azerbeycan denilmiştir" diye açıklar. Bu halk açıklaması yerleşmiştir.
Büyük İskender'e katılan General Atrapates'in adı olduğu tümden unutulmuştur.
Sovyetler Birliğine bağlı Azerbeycan Cumhuriyeti 1920 yılında kurulmuştur.
Şimdilerde bu cumhuriyette altı milyonun aşkın insan yaşar. Sosyalist devlette
bilet ücretinde ayrım vardır. Her yanı dökülen otobüsün çatlayan ön camına
kalınca bir çıta destek verilmiştir.
En ön koltuğa oturdum. Çevreyi
izleyerek Gence'ye doğru ilerliyorum. 80 kmyi aşmayan tekerlerin dönüşü adım
adım Gence'yi bize yaklaştırıyor. Her adımda ulusal bir ruhun dalga dalga
yoğunlaştığını hissediyorum. Gence ya da Kirovâbâd! Azerbeycan'ın tarihsel
başkenti. Ama Azerbeycan Geçmişte hiçbir dönemde bütün bir devlet olmamıştır.
Azerbeycan, tarih boyunca şunun bunun egemenliğinde birleştiği olmuştur. Ama
tek başına hiçbir dönemde bir birlik sağlayamamıştır. Yine de Azerbeycan'ın
nabzı Gence'de atmıştır. Gence şimdi Genceli Nizamü'nin 850. yılını kutluyor.
Genceli Nizami ile Mevlana arasında
kimi koşutluklar vardır. İkisi de Türk ozandır. İkisi de büyük ozandır. İkisi de
öz dillerinde değil de Farsça yazmışlardır. Tüm bu olumsuz yanına karşın Gence,
Nizami'ye sahip çıkıyor, onu anıyordu.
Otobüste tanıdığım gençle boylu boyunca
kenti geziyorum. Basit bir lokantada öğle yemeği yiyorum. Tüm çabama karşın
para ödeyemiyorum. Artık "Azerbeycan'a gonah gelmişem". Tüm
Azerbeycan'ın konuğuyum. Kenti gezerken bir yontu dikkatimi çekiyor. Bükük
bıyıklı, elinde kamçı yaman bir yiğit. Kim olduğunu soruyorum. "Gatır
Memmed" kimdir bu Katır Mehmet? Varsıldan alıp yoksula veren bir eşkıya.
Bizim İnce Memed, Köroğlu gibi halk kahramanı tam sosyalist sisteme uygun biri.
Sosyalist dönemde anıtı dikilmiş. Peki Cevat Han'ın yontusu yok mu? Cevat Han'ı
tanır mı Genceliler? Cevat Han'ın yontusu yok, ama Cevat Hanı unutmamış
Genceliler. Cevat Hanın yoksul bir sokağa adı verilmiş. Sokağın başında da bir
kabartması var. Doğruca bu sokağa gidiyorum. Sokağı ve kabartmayı
görüntülüyorum. Kahramanlar dilsizdir. Cevat Han kuçesi (sokağı) ise tümden
sahipsiz ve dilsiz. 1804 yılının tarihsel direnişinden Gence'de yalnız bu anı
yaşamaktadır.
19. yüzyılda Rus orduları Güney
Kafkasya'da etkin bir yayılma dalgası başlatmıştı. Bu topraklardaki hanları
bir bir yere sermişti. Sıra Gence Hanlığına gelmişti. Gence'ye dayanmış olan
Rus saldırısı, bu kalenin önünde Gence Beyi Cevat Han'ın yiğit direnişiyle
karşılaştı. Savaş uzun ve kanlı oldu. Ruslar başarısızlıklara uğradı. İki kesim
de ağır kayıp verdi. Ancak küçük beyliğin dev çarlık ordusu karşısında başarı
şansı yoktu. Cevat Han ölümle burun buruna olmasına karşılık, yılmadan ama
fazla birşey beklemeden direniyordu. Sonunda Cevat Han, Gence'nin burçları
üzerinde oğlu Hüseyin kulu Hanla birlikte savaraşak öldü ve kale düştü.
Genceliler sokak sokak; ev ev çarpışarak kentlerini savundular. Durum Genceli
Hasan'ın şu dörtlüğünde söylediği gibi oldu:
Baydakları burç üstüne gurdu
Tıfıl uşakları hamı gırdılar
O zaman ki Cevat Hanı vurdular Sanasın gırıldı
beli Gence'nin
Bu savunma Azerbeycan tarihinde eşi
olmayan bir kahramanlık anısı olarak
kaldı. 1828'de Türkmençay antlaşması yapıldı. Buna göre Erivan, Nahcivan
hanlıkları ile, Ordubad bölgesi Rusya'ya kalıyordu. Böylece Azerbeycan doğrudan
ikiye bölünüyordu. Azerbeycan'ın yaklaşık üçte ikisi İran'da kalıyordu. Kalan
bölüm ise Rusya'ya katılıyordu. Yarım milyon dolayındaki Azeri ilk kez
Avrupalı bir ulusun eğemenliğine giriyordu. Bundan sonra aynı ulustan iki
halkın yazgısı değişik çizgiler izleyecekti.
1917 yılında Çarlık Rusya'sının çöküşü
ile öbür uluslarda başlayan ulusal uyanış Azerbeycan'ı da sarmıştı. Ancak Azeri
toprakları bağımsızlık eylemine yeterince hazır değildi. Çarlık Rusyası Kuzey
Kafkasyalı, Ermeni ve Gürcülere gösterdiği hoşgörüyü Türklere hiçbir zaman
göstermemişti. Öbür Türk bölgelerinde olduğu gibi, Azerbeycan'da da çağdaş okulların
kurulmasına izin verilmemişti. Azerbeycan'da yüksek eğitim görmüş gençlerin
sayısı iki elin parmaklarını dolduracak kadardı. Aydınlarını yetiştirmemişti.
Yarı aydınlar ise tüm iyi duygularına karşın yetersizdi.
Ermeni ve Gürcüler süretle silahlanıyorlardı.
Dağılan Rus ordusunun silah ve gereçlerini Ermeniler kapıyorlar düzenli
birlikler oluşturuyorlardı. Rusyanın çöküşü ile doğan yıkıntıda kendi
kurtuluşlarını arıyorlardı. Bu iki ulus, Rus çarlığı döneminde ulusal
bütünlüklerini korumuşlardı. Ulusal kültürlerini geliştirmişlerdi. Aydın
kadrolarını yetiştirmişlerdi. Oysa Azerbeycan için aynı konum söz konusu
değildi. Azerbeycan din bakımından Sünni- Şii olmak üzere ikiye bölünmüştü.
Başkent Bakü petrol kenti olması nedeniyle kozmopolit bir yapı gösteriyordu.
Rus, Fars ve Osmanlı kültürü birbirine karışıyordu.
28 Mayıs 1918'de kuzey Azerbeycan'da
bağımsız Milli Azerbeycan Cumhuriyet kuruldu. Geçici hükümetin başkanlığına
Mehmet Emin Resulzâde getirildi. Devlet Ulusal Ant ile tüm dünyaya açıklandı.
Gence doğumlu türkolog Prof.Dr. Ahmet Caferoğlu'nun "Tarihteki ilk Türk
cumhuriyeti" diye övündüğü devlet bu ortamda doğmuştu. Böylesine umutlu
günlerde Müsavat (eşitlik) Hükümeti, Türk ordusuna Azerbeycan'a çağırıyordu.
Osmanlı ordusu komutanı Nuri Paşa'nın
Azerbeyca'da hareket merkezi olarak Gence'yi seçmişti. Gence Azerbeycan
geçmişinde şanlı Cevat Hanın savunmasının anısını yaşatıyordu. Şimdi yeni bir
bayrak dalgalanıyordu. Bu üç renkli (yeşil, kızıl, mavi) Müsavat hükümeti
bayrağıydı. Nuri Paşa Gence'de heyecanlı insanlarca karşılandı.
Hüsamettin Tuğaç Gence'deki bu ulusal
ortamı şöyle betimler:
"Gence'nin yaşlı, fakat çok
değerli ve ve tecrübeli bir Ali Ekber'i daha vardı, soyadı Refibeyli idi.
Arkadaşlarım beni bu zatın evine götürdüler. Daha ilk görüşmemizde aramızda
sıcak ve samimi bir yakınlık uyandı. En büyük dileği ölmeden Türkleri ve Türk
ordusunu görmek olduğunu duygulu sözlerle belirtiyordu. Bu temiz dileği
gerçekleşti birkaç ay sonra Türk ordusunu Gence'de gördü, az sonra da öldü."
1991 yazında Gence'de duyarlı ulusal
ruh yaşıyordu. Ama nasıl demeli, geleneksel kahvelerde, o güzelim Gence pazarında
bir yalnızlık bir öksüzlük duyuyordum. Kocaman ağaçların altında bir çay
bahçesinde Genceliler çaylarını yudumluyorlardı. Tüm bu görüntüde bir
yorgunluk, bir bitkinlik seziyordum. Sanki Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın Şemahı
için yazdığı şu dizeler içimi sarmıştı:
Yalnızlık
nerdesin der ya
Şemahı kentindeyim.
Çöllerden kervarlar beni bırakır gider ya
Şemahı kentindeyim.
Ben ise Gence kentindeydim. Çöllerden
kervanlar değil de otobüsler beni bırakıp gitmişti. Oysa her gittiğim yerde
Azeriler "gardaş" diye bağırlarına basıyorlardı.
Bir kapı önündeki gerilimli bekleyiş
dikkatimi çekti. Neydi bu sıkıntılı gençlerin sorunu? O kapıdan içeri girdim.
Oysa o yapı Universitenin bölümlerinden biriymiş ve içerde giriş sınavı
yapılıyormuş. Başta Azerbeycan olmak üzere tüm Sovyetlerde büyük
yolsuzmlukların olduğu bir sınav. Olay şu: Sovyetler'de bizdeki gibi, toplu
universite seçme sınavı yok. Her bölüm alacağı öğrenciyi kendi seçiyor. Böyle
olunca da giriş sınavında çok yüksek düzeyde adam kayırma ve rüşvet dönüyor.
Evet, o sınavlardan biri yapılıyor. İlerde Baku'ya vardığım zaman bu sorun
üzerine ayrıntılı bilgiler alacağım.
Gence otogarında Baku'ya bir bilet
bulmaya çalışıyoruz. Ama Genceliler bırakmak istemiyor. Konuk olarak ağırlamak
istiyorlar. Bayan Özal'ı ağırladıkları "Gülistan"a götürmek
istiyorlar. Baku'da dostların beklediğini söylüyorum. Dönüşte biriki gün
kalmaya söz veriyor öylece razı ediyorum. (Yazık ki zaman bulamayacağım)
Otobüslerde tüm yerler dolu olmasına karşın Genceliler en önde bir yer
ayırıyorlar.
Günümüz
Azerbeycanını Eremeni sorunu tümüyle sarmıştır. Gence yakınlarında Ermenilerin
sabotojı sonucu bir otobüste ölenlerin anılarına anıt yapılmıştır. Otobüste
bulunan bir halk şairinin Ermenilere karşı yazdığı şiiri otobüstekiler hararetle
alkışlıyordu. Baku'da benzin kuyruğunu bozan bir Azeri'ye başka bir Azeri
bağırıyordu "Ermeni senden yahşıdır!"Azerbeycan'da bulunduğum her
gün bu Ermeni düşmanlığını görecektim. Bana da sürekli Türkiye'de bulunan
Ermenileri niçin bıraktığımızı soruyorlardı.
Bu yazılarda elden geldiğince siyaset
yapmayacağız. Ama Kimi noktalarda açıkma yapmak zorundayız. Neydi bu Ermeni
sorunu? Niçin başlamıştı:
Azerbeycan'da Ermeni olayları 75 yıl
önce de vardı. Şimdi bu acı olay yineleniyor.
Ermeni sorunu yakın geçmişte
Türkiye'nin gündemini de uğraştırmış konulardan biridir. Şevket Süreyya'nun bu
konuda yazdığı şu tümceler sanırız en olumlu satırlardır "Uluslar ve halklar arasında, tarihte kimileyin öyle evreler
yaşanır ki, en doğru olan, galiba o evreleri unutmaktır. 1914-1918 arasındaki
Ermeni tehciri, daha doğrusu, zaman zaman karşılıklı olarak Türk-Ermeni kıyımı
bu evrelerden biridir. " (...)
"Sonuçta bu konu üzerinde durmamak
ve tarihin bu safhasının her iki yanca da unutulmasının, en doğru davranış
olduğu kansındayım. Bu faciada ve Ermeniler aleyhine işleyen çarkların bence
en önde gelen sorumlu ve suçluları, Ermenilerin içinden yetişen, fakat coğrafi
ve tarihsel şartları doğru değerlendiremeyen Ermeni yarı aydınları olmuştur.
Doğu vilayetleri de dahil olduğu halde, Anadolu'nun hiçbir yerinde Ermeniler
çoğunlukta değildiler. Hiçbir sayımda Anadolu'daki Ermeni nüfusu % 6'ya
çıkaramamıştır. Hiçbir ilde salt çoğunluk gösterilememiştir."
Evet, değerli yazar Şevket Süreyya'nın
"Türk-Ermeni olaylarını unutmak en doğrusudur" kanısına biz de
katılmak isterdik. Ne yazık ki bu yara 1990 yılında bir kez daha kanatılmıştır.
Yarayı kanatanlar yine Ermeniler olmuştur. Bir yandan bağımsızlık türküleri
söylerken, öte yandan Rus gücüne dayanarak Karabağı almak istemişlerdir. Şimdi
Azerbeycan'ın her yanında korkunç bir Ermeni kini vardır. Kuşkusuz,
Ermenistan'da aynı kin daha fazladır. Nitekim, tüm gezimi bitirip
Azerbeycan'dan döndüğüm gece Otobüste Nahcivanlı bir aile ile karşılaştım.
Tiflis'e gitmek için Baku'ya gelmişler ordan Tiflis'e gidiyorlardı. Oysa
Ermesintan'dan geçen yol üç kat daha kısaydı. Şimdilerde bir Türkün Ermenistan
topraklarından sağ geçmesi olanaksızdı. Aynı durum Azerbeycan'da Ermeniler için
geçerliydi. Azeriler sürekli Türkiye'deki Ermenilerin ne kadar olduğunu soruyorlar,
bizim onları niçin "sağ" bıraktığımızı öğrenmek istiyorlardı.
Gence'de Tiflis'e gitmek üzere kahvede beklerken şöyle dedim:
"-Sizin duygularınızı çok iyi
anlıyorum. Sizin durumunuzda olsam -çok korkunç Ermeni kırımı anlatıyorlardı-
kuşkusuz ben de aynı duyguları beslerdim. Fakat size bir sorum var. Yarın
birinizin evine bir Ermeni sığınsa ne yaparsınız?" Tümü sustu. Kimse bir
yanıt veremedi. Çünkü o eski Türk geleneği sözkonusuydu "oğlunu öldürdüm
ocağına düştüm". Şimdi Ermeniler bizim devlet güvenliğimiz içindedir.
Bizim yurttaşımızdır. Bir avuç insana bir şey yapmak, bizi büyütmez; küçültür".
Azerbeycan'da da kimi eski Türk
gelenekleri yaşıyor. Sözgelimi Karabağ'da Azerilerle Ermeniler arasında ilk çatışma
çıktığı ve beş altı Azerinin Ermenilerce öldürüldüğü gün bu kanlı olaylara
engel olmak için bir yaşlı ana meydana yağlık atıyor. Bunun üzerine Azeriler
karşı saldırıyı kesip barış yapmak istiyorlar. Bu süreç içinde Ermeniler iyi
bir zaman kazanıyorlar ve hem Ermenistanla hem de Moskovayla bağlantılar
kuruyorlar. Şimdilerde bu olay anlatıldığı zaman Azeriler çok pişman oluyorlar:
"Ermeni sorunu o gün çözülecekti. Bütün Karabağı ele geçirecektik. Bir
goca arvadın yağlığı Karabag'ı oda (ateşe) attı" diyorlar.
Deveci Azerbeycan'ın kuzeyine düşer.
Bir sabah beklentisinin sıkıntıları içinde kuzeye doğru yola çıkıyordum. Önce
Üniversite sorunu ile ilgili birini bekledik. Bu tatsız bir bekleyiş. Olay şu:
Habib'in yeğeni Güzel Sanatlar Fakültesinin bir bölümünde okumak istiyor. Bir
meslektaşından giriş sınavında bu öğrencinin kayırılmasını isteyecek. Bunun
için de belli bir ücret verecek. Ama hani, iki meslektaş olarak öyle yüksek bir
ücret vermekten yana değil. Biraz ahbap işi olsun istiyor.
Tatsız bekleyişte binbir düşünceye
dalıyorum. Yanda para oyunları yapan üçkağıtçıları izliyorum. Sokak
satıcılarının sattıkları mallara bakıyorum. Ses yükselticisinden yükselen
müziğe kulak veriyorum. Karşıda sıra sıra apatmanlarda gözüm takılıyor.
Bunlar, petrol işçilerinin evleriymiş. Bu sırada Habib yanıma yaklaştı: beni
bir kıyıya çekti "Pulun var mı? Almah istediğin bi şey varsa alasan!"
teşekkür ettim üzerimdeki parayı gösterdim. Gerçekte bu sinirli bekleyişte
belleğim kaçışlar yapmak istiyor. Ne tatsız bir olay? Azerbeycanda da bizde
olduğu gibi merkezi sınav yapılmalı. Bu haksızlık, bu rüşvet ortadan kalkmalı.
Salt parası olanlar değil, parası olmayanlarda da okuyabilmeli" diye
düşüncelerimi açıyorum Habib'e. Habib şu yakınlarda bu sorunla ilgili bir yazı
yazmış, sistemi eleştirmiştir. Habib'in yazısı ilk yazıdır. Çünkü, bu tür
sistemlerde düzeni eleştirmek, vatan hainliğine kadan uzana bir bir suçtur.
Şevket Süreyya Aydemir de böyle bilim
kurumları düşlemişti. Şöyle yazıyordu: "Nuh'a civarında Göynük isimli küçük
bir köy vardı. Bu köyde eskiden adı duyulmuş bir medrese varmış. Zamanında uzak
yerlerden öğrenci toplayabilirmiş. Fakat gene zamanla medrese çökmüştü. Zaman
zaman bu köye giderdim. Köye hakim bir kayanın üstüne otururdum. Hayalimde
kendi kızıl elmamı canlandırırdım." Aydemir'in düşü sürüp gider böyle.
Kimya laboratuvarları, fizik dersaneleri düşler.
Yıl 1991. Tüm düşlenenler vardır,
Azerbeycan'da. Ama yine tümü çarpıktır. Sabah sıcağının huzursuzluğu, uçuşan
sineklerin rahatsızlığı yananda ben bu çarpıklıkların nasıl düzeleceğini
düşünüyorum. Sonunda beklenen profesör geliyor. Habib o profesörle Kuba'ya
doğru yola çıkıyor. Biz ise Derbent'e çıkan yola düşüyoruz. Şu yakınlarda
Kuba'da bir Güzel Sanatlar Fakültesi açılmıştır. Şevket Süreyya'nın düşü
gerçekleşmiştir, ama benim kâbusum başlamıştır.
Deveci yakınlarında Faik Beyin
köyündeyiz. Köyün girişinde bir çocuk eşyaları satan yer dikkatimi çekiyor. Üç
tekerlekli çocuk bisikletleri. Sosyalizmde çocuğun dünyası. Son derece ilkel
şeyler. Ederlerini soruyorum, orda kazananlar için oldukça yüksek. Faik Bey bu
köyden çıkmış, köydeki arkadaşları içinde tek okumuş. Arkadaşı Asım Bey ise
bir kahve işletiyor. Pırıl pırıl bir kahve. Ne Baku'daki Görüş kahvesi, ne de
öbürlerine benziyor. Gizemini öğrenmek istiyorum: Artık bu tür işyerleri
özelleştirilmeye başlamış. Asım Bey de bu işyeri evsinmiş. Kendi malıymış gibi
görüyor. Bu yüzden gözü gibi bakıyor. İşte çocukluğumdaki sosyalizm düşleri
işte gerçek. Baku'da Görüş kahvesinde kiminin kulpu, kiminin tabağı olmayan
kırk çeşit çay bardağı gelir önünüze. Ama işyerini öz malı sayan bir yerde her
kırılan bardağın ardına düşülür ve düzen sağlanır.
Yol boyu üzüm bağlarını aşarak
geçiyoruz. Bunlar sosyalızmin onur anıtları. Kolhozlar, ya da soyozlar
aracılığı ile yönetiliyor. Uzadıkça uzayan üzüm bağları. Bir dağ yamacında,
bir pınar başında dinlenme yerindeyiz. En güzelinden etler kızartılıyor, çamlar
altına sofra kuruluyor. Masa donatılmaya başlanıyor. Ve masadaki bir yeşillik
dikkatimi çekiyor: Reyhan. Azerbeycan'ın o güzelim türküsü "Dağlar kızı
Reyhan" türküsünü -Azeriler "mahnı" diyorlar- anımsıyorum. Yine
masadakilerin her biri için uzun söylevler çekilerek onuruna kadeh
tokuşturulacak, yine birlikteliğimize dualar edilecek. Yine sevgi sözleri
yinelenecek. Bu Azerbeycan'da bir gelenektir. İçtenlikli ya da içtenliksiz,
birbirine bol bol sevgi sözleri söylüyorlar. Dağ yamacında Baku'nun o boğucu
sıcağından uzağız. Serin bir külek de esiyor. Ben nerdeyim, nasılım, kimler
arasındayim? Bu sevgi sözleri, bu kardeşlik, bu yakınlık nerden geliyor? 1947
Sivas doğumlu Fuat Bozkurt, nasıl oluyor da hiç tanımadığı, yaşamında ilk kez
gördüğü insanlarla böylesine dost olabiliyor?
Bir şimşek hızıyla bu düşünceler
içimden geçerken birden yıllar öncesini anımsıyorum. 1976 yazında Afganistan'ın
başkenti Kabil'deyim. Bir Kazak satıcının halı satışevindeyim. Çaylar
söylenmiş, sigaralar içiliyor. İçeriye bir İngiliz gezgin giriyor. söyleşimize
katılıyor. Bizim Türkiye'den geldiğimizi öğreniyor. Kazak satıcı ile ne
zamandan beri tanıştığımızı soruyor. O gün tanıştığımı öğreniyor. Şu içerikte
sözler söylüyor: "İster Yugoslavya'da, ister Türkiye'de, ister Afganistan'da
olsun, Türk insanının yüz anlatımı değişmiyor. Şu insanın -Kazak satıcıyı
gösteriyor- yüzündeki temiz duyguları her yerde görüyorum." Oysa Batılı
insanın birbirinden ayrılması kolaydır. Sözgelimi, Anadolu Türkü'nün
Azebeycan'dan ayrılmasını düşünelim, rahat bir beş yüz yıl vardır. En yakın
kan bağımız beş yüz yıla uzanır. Yine de birlikte duyacağız. Yine aynı
türküleri söyleyeceğiz, yine masamızda reyhan bulunacak, yine aynı kardeşilik
duygularını taşıyacağız. Peki nerden geliyordu bu birliktelik? Fransız
araştırmacı Jean Paul Roux şöyle diyor:
"Sibirya'da orman avcısı bir
Yakutla, Bozkırda hayvan yetiştiricisi bir Kazak, Sinkianglı bir çiftçi ile,
İstanbullu bir kentli arasında ortak ne olabilir? Çağdaş Altaylardaki bir
Şaman, komunist şair Nazım Hikmet, ya da "Yol" filmini yapmış olan
sinemacı arasında bir soy ilişkisi bulunduğu nasıl düşünülebilir? Ama kimi
gelenekler varlığını sürdürüyor. Ben kendim, Afganistan'daki Türk köylülerinde,
Anadolu'daki göçebe ve yerleşiklerde, anlaşılmaz duruma gelmiş olmakla
birlikte, çok kez pek az değişmiş olarak, kut töreler buldum". Roux'un bu
içerikteki övgüleri sürüp gider. Kimileyin bu övgülerin gerçek olmaları için
dua ettiğim olur. Ama şimdi reyhan masasında bu düşleri yapıyorum.
"Kollarımız birbirine sürünüyor hafifçe. Duvarlar açılıyor. İnsanlar
birbirleriyle senelerdir dargınmışlar da birden bire aynı hisleri duyarak
"yeter artık" diyerek barışmışlar gibi öpüşüyorlar" Sait Faik Böyle diyor Alemdağ'da. Ve ben 1991
yazında aynı duyguları duyuyorum. Masada Rus votkası, reyhan, kızarmış şişler
Azeri dostlarla birlikteliği kutluyoruz. Bu birliktelik dünya yalnızlığında
bir kardeş arama özlemindendir. Çağların verdiği aymazlıktan uyanmışızdır da
geçmişteki tüm yanlışları silip atmak, birlikte olmak istemekteyizdir. Nitekim
bu özlemi Azeri ozan "Aman Ayrılıx" şiirinde anlatmıştır.
Bağımsızlığa doğru adım atılan günlerde
Azerbeycan'da Türkiye bir ağabey vatan
gözüyle görülmektedir. Büyük özveriler beklenmektedir. Hatta tam anlamıyla
"davulun sesi uzaktan hoş gelir" atasözünü anımsatan söylentiler
anlatılmaktadır. "Türkiye'de oğrılık yokmuş. Türkiye'de kişi arabasının
kapısın bağlamadan bırakır gidermiş. Türkiye'nin çok pul varmış". Bol bol
bu "mışlı" söylentileri dinledim. En sonunda bu dağ lokantasında içkinin
de verdiği rahatlıkla kimi gerçekleri açıklamak zorunda kaldım. "Bakın
gardaşlar, dostça bir araya geldik. Dilerim bundan sonraki dönemlerde hep
dostça ilişkilerimiz sürer. Türkiye ve Türkler sizin gözünüzde büyüttüğünüz
gibi değil. Orda da hırsızlık var. Orda da insanlar insanları kandırır. Orda
kimse arabasını kapamadan gitmez. Ve bir noktayı daha çok belirteyim. Size
göre bizim yaşam düzeyimiz daha yüksek doğru. Sizin birtakım beklentiler
içinde olduğunuzu anlıyorum. Ancak unutmayın: İlerde Türkiye'nin Azerbeycan'a
yardımı sınırlı olacaktır.
Bu noktada Türk kamuoyuna da küçük bir
açıklama yapmak isterim. Türkiye Kıbrıs'a bir "Anavatan" lık
yapmıştır. Ne var ki, bu analık işlevi Türkiye'ye çok pahalıya oturmuştur.
Önümüzdeki dönemde Sovyetlerde bağımsızlığına kavuşacak Türk cumhuriyetleri
ile sağlıklı ilişkiler kuşkusuz Türkiye'ye de o ülkelere de çok şeyler getirir.
Ne var ki, bu ilişkilerde en küçük sarsıntı hayal kırıklıklarına neden olur.
Acılar doğurur. İster özel firmalar bağlamında olsun, ister devlet düzeyinde
olsun, bu ilişkilerde çok tutarlı olmak gerekir. Hele hele bir
"ağabeylik" işlevi Türkiye'yi zor çıkmazlara sürükler. Bu bakımdan
heyecanla başlayan ilişkileri sağlık kafa ile sürdürmek gerekir. Ve yine
unutmayalım ki, yüzyılların ve klmetrelerin getirdiği uzaklıkla bu halklarla
aramızda önemli kültürel ayrımlar doğmuştur. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim
ki, kimi konularda kendi ülkemizde yaşayan Türk olmayan halklarla aramızda
daha yakın bağlar vardır. Evet yine Kaşgarlı Mahmut'un verdiği atasözünde olduğu
gibi acele yapılan işin pişmanlığı yarınadır. Yarınlarda pişmanlıklar duymamak
dileğiyle...
Kuzeye çıkan yol üzerinde yer alan bir
ilçeye Komunist dönemde "Nasoslu" (pompalı) denirken, şimdi
"Tagıyef" adı verilmiş. Kimdir bu Takıoğlu? Hacı Zeynel Abidin
Takıoğlu Azerbeycan'ın petrol babası. "Petrol Savaşı" adlı kitabında
Losley, "dünyada petrolün ilk sahipleri Tatarlardır" der. Batının
Tatar adı ile bildikleri Türkleri petrolün ilk sahibi olarak gösterir. Şimdi
petrolün nerde olduğunu ve ilk sahiplerinden birinin kim olduğunu görüyoruz.
O, Zeynel Abidin Takiyef ki, başta Neriman Nerimanof olmak üzere birçok Azeri
aydınını öz parası ile okutmuştur. Şimdi Baku Kuba yolu üzerinde yılın her
dönemde buz gibi çağlayan bir su akar. Bu suyu Baku'ya getirtmiştir. Ama
yaşamının son yıllarını yokluk içinde geçirmiştir. Kız kardeşi ise iki gözü kör
olarak bakımsız, perişan durumda ölmüştür. Şimdi eski kahramanların değerleri
bilinmekte ve o adlar yeniden verilmektedir. Nitekim Baku'nun en görkemli
yerinde yer alan Kirov'un heykeli sökülüp atılmıştır. Kimdir bu Kirov? Gence'ye
adını veren Çarın generalidir. Gence'yi Türklerden aldığı için Baku'ya onun
heykeli dikilmiştir. Gerçek kahraman Cevat Han ise yalnız anılarda yaşamıştır.
Gence de eski adını almıştır. Gence yine Cevat Han'ın Gence'sidir. Orda ulusal
ruh her zaman atacaktır. Baku'nun kozmopolit havası Gence'yi hiçbir dönemde
sarmamıştır, sarmayacaktır.
Kuba yolunda uzaktan Mesketi Türkleri
için yapılan köyü görüyorum. Bu ve bunun gibi köyler, Azerbeycan'ın yarım ekmeğinden
kesilerek yapılmıştır. Çünkü dünya petrolünde söz sahibi bir ülke öylesine
kalkınmış varsıl bir ülke değildir. Nitekim Abbas Abdullah Bey bana diyecektir
ki, "Mesketi Türkleri, pasaportunda "Türk" adını taşıyan
Sovyetlerdeki tek halktır. Resmi sayıları 350.- 000. Gerçekte yarım milyon
dolayındalar. Şimdi 4600 yere dağılmış durumdalar. Gürcistan'daki Mesketi
ilçesi yöresindeki 86 yerleşim yerleri tümden boş. Neden Türkiye,
Bulgaristan'daki Türkler için bunca çaba gösterdi de bunlar için tüyünü bile
kıpırdatmadı? Oysa bunların Gürcistanda yaşadıkları yerler bomboş durmaktadır.
Oralara yerleştirilebilirlerdi?" Abbas Abdullah Bey tümden haklıdır. Ben
yanit bulamayacağım ama iki yanıt belleğimde düğümlenip kalacak: 1.
Bulgaristan'daki Türkler olayını gerçekte Türkler değil, Komunist sistemi yıpratmak
isteyen Batı gündeme getirdi. 2. Bulgaristan'da ırkçı bir yönetime karşı
Türklerin hakkı savunulabilirdi. Ama Özbek Türklerinin baskı yaptığı bir başka
Türk soyuna Türkiye nasıl sahip çıkabilirdi? Sovyet yönetimi "Siz
Özbekleri de Türk saymıyor musunuz? O da sizden Mesketiler de sizden? Öyleyse
biz ne yapalım?" Ama sessiz kalan Türkiye karşısında tek gerçek destek
Azerbeycan'dan geliyor ve Mesketi Türkleri yerleştiriliyordu. Taşkent'te,
Semerkant'ta, Alma Ata'da Mesketi Türklerine rastlayacağım. Yurdundan edilmiş
insanların dramlarını ağızlarından dinleyeceğim. Her defasında tüylerim diken
diken olacak. Her defasında dolu dolu söveceğim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder