ALEVİLİK
Son dönemde Alevi aydınları sürekli bir
soru ile yüz yüze gelir oldu. Bu soru bir suçlamayı da birlikte getiriyor:
Alevilik ayrı bir din mi? Ayrı bir dinse, çağlardır İslam olduğuna inanan
milyonlarca insan şimdi ne yapacak?
Dinle bilimin ayrıldığı bıçak sırtında,
zor bir yol ayrımına gelmişti birkaç kişi. Geçmişte Kızılbaş kitlenin uğradığı
zulmü anlatan söyleşiler kitle ruhunu okşuyor, büyük beğeni buluyordu. İşin
ince ayrımlarına girildiğinde durum değişiyordu. İnancın bilimsel çözümlemesi,
bizi İslam giysileri altında İslam öncesi birikimlere götürüyordu. Anadolu
Aleviliği gerçekte yalnız Anadolu'ya özgü bir inanç kurumu olarak gelişmişti.
Öbür İslam ülkelerinden görülen Ali yandaşlığından kesin biçimde ayrılıyordu.
Bu nasıl ortaya çıkmıştır?
Anadolu Aleviliğini ortaya çıkaran üç
temel etken vardır:
1. Siyasal Nedenler
2. Kültürel Nedenler
3. Ekonomik Nedenler
1. Anadolu Aleviliğini oluşturan
nedenlerin başında siyasal nedenler gelir. Türkler, ilk 640 yılında Arap İslam
orduları ile Horasan'da karşılaşırlar. İslamlık ilke olarak savaşla yayılmayı
benimsemiştir. Bu evrede ise İslamlığı yaymaya çalışan Emevi iktidarı vardır.
Emeviler İslam iktidarları arasında en şöven Arap milliyetçileridir. Arap
olmayan tüm ulusları bağışlanmış köle (Mevali) sayarlar. Bu yüzden Arap
orduları ile Türklerin savaşları uzun ve yorucu olur. Bağımsızlıklarına çok
düşkün Türk boyları Horasan önlerinde üç yüz yıl gibi uzun bir süre Arap ordularını
durdururlar. Emevilerin İç Asya'ya girmelerine engel olurlar. İşte Türklerin
Ali ve Ali'nin soyuna yakınlık duymalarında Emevilerle savaşları neden olur.
Çünkü Emeviler, aynı zamanda Ali'ye karşı savaşmışlardır. Ali'nin halifeliğini
tanımamışlardır. Ali öldürüldükten sonra Ali'nin oğulları (Aynı zamanda Muhammet'in
sevgi torunlarıdır bunlar) Hasan ile Hüseyin'i öldürmüşlerdir. Hele Hüseyin'i
72 kişilik ailesi ile birlikte susuz bırakarak öldürmüşlerdir.
Böylece İslam’ın düşmanları ile
(Aleviler, Emevileri Peygamber soyuna yaptıkları haksızlıklar nedeni ile İslam
düşmanı görürler) kendi düşmanları birleşmiştir. Türklere karşı en acımasız
savaşları veren Emeviler aynı zamanda Peygamber soyuna karşı da en acımasız
savaşı vermişlerdir. Peygamber soyunun hakkı olan imamlığı zor ve hile ile
almışlardır.
Bu düşünceler doğrultusunda çiçeklenen
düşünceler giderek gelişir. Emevi soyunun İslam devletinin başından düşmesi
ile Abbasi ailesi gelir. Abbasi soyu Peygamberin Amcası oğullarıdır. Abbasi
yönetimi döneminde Türkler İslam devletinde önemil katmanlara yükselirler.
Abbasiler Arap şovenizmi yapmazlar. Türklere ayrıcalıklı askerler olarak önemli
yer verirler. Böylece 940 yılında Türkler İslamlığı benimserler. Türklerin
İslamı seçmeleri için gerekli siyasal süreç tamamlanmıştır.
Satuk
Buğra Han
Siyasal bakımdan Alevilik, Arap şovenizmine
karşı bir direnişten başka bir şey değildir. Unutulmamalı ki, Ali'nin halifelik
kavgası, Kerbela kıyımı, Ali yandaşlarına baskı ile Alevilerin İslamlığı
seçmeleri arasında üç yüz yıldan çok bir zaman dilimi vardır. Bir toplumun katılmadığı
bir kavgadan kendini sorumlu tutması olanaksızdır. Bilindiği gibi Anadolu
Aleviliğinin büyük atası Hoca Ahmet Yesevi sayılır. Ahmet Yesevi'nin
söylencelerle örülü yaşamı dikkat çekicidir.
Ahmet Yesevi’nin İşlevi
Batı Türklerini
İslam’a çağıran en önemli kişi, Ahmet Yesevi'dir. Adı ile anılan gizemci okulun
kurucusu olan Yesevi, ll.yüzyılın ikinci yarısında Batı Türkistan'ın Sayram
ilçesinde doğar. İbrahim adlı bir şeyhin oğludur. Babasının ölümü üzerine yedi
yaşında iken Yesi kentine gelir. Yesi'nin Türk tarihinde önemli bir yeri
vardır. Türk söylencelerinde Oğuz Han'ın başkenti olarak geçer. Ahmet,
öğrenimine burada başlar. Sonra Buhara'da ünlü gizemci Şeyh Yusuf Hemedani' nin
öğrencisi olur. Güçlü bir biçimde onun etkisinde kalır. Onunla birlikte birçok
yer gezer. Hemedani' nin üçüncü halifesi olarak 1160'ta Buhara'da şeyhinin
postuna oturur. Ama bir süre sonra Şeyhinin eski bir sözüne uyarak Yesi'ye döner.
ll67 yılında Yesi'de ölür. Efsanevi yaşamının 130 yılı bulduğu söylenir. Ahmet
Yesevi'nin soyunun Hz. Ali'ye ve dolayısı ile Muhammet'e bağlanışı da ilginçtir.
Söylencesel bu soykütüğü ile düşünsel değil, bir de soy bağlantısı kurulmuş
olur. Muhammet'in yaşamında olağanüstülükler bulunmaz, ama onun peşinden
koşanlar birçok olağanüstülükler yaratırlar.
Böylece Ahmet
Yesevi öğretisinin de doğrudan İslamlık olduğu vurgulanmak istenir.
Söylencesel soyağacına göre, Türkistanı'ın Sayram kentinde Hazreti Ali
soyundan Şeyh İbrahim adlı bir şeyh vardır. Şeyh ölünce, kızı Gevher Şehnaz ile,
yedi yaşındaki oğlu Ahmet kalır. Ahmet, küçük yaştan beri yaşı ile uyuşmayan
olağanüstü durumlar gösterir. Hızır ona kılavuzluk eder. Yedi yaşında yetim
kalınca manevi bir baba yanında eğitim görür. Bu Şeyh Baba Arslan'dır.
Kendisi ashabın ileri gelenlerindendir. Muhammed'in manevi göstergesi ile
Sayram' a gelip Ahmed'i irşad eylemiştir. Yine söylenceler göre iki ya da yedi
yüzyıl yaşar.
Onun Ahmet
Yesevi'yi aydınlatma ile görevlendirilmesi manevi bir göstergeye dayanır.
Muhammet'in savaşlarından birinde, ashab aç kalıp onun katına gelir. Biraz
yiyecek dilerler. Muhammed'in duası üzerine Cebrail cennetten bir tabak
hurma getirir. Ne ki, o hurmalardan biri yere düşer. Cebrail, "Bu sizin
ümmetinizden Ahmet Yesevi adlı birinin kısmetidir" der. Muhammet
ashabtan birini bu hurmayı Ahmet Yesevö'ye ulaştırmakla görevlendirmek ister.
Bu görevi kimse almaz. Muhammet, hurmayı Arslan Baba'nın ağzına atar. Ahmet
Yesevi'yi nasıl bulacağını anlatır. Onun eğitimi ile uğraşmasını buyurur.
Bunun üzerine Arslan Baba Sayram'a (ya da Yesi'ye) gelir. Üzerine aldığı
görevi yerine getirir ve ertesi yıl ölür. Huriler ipek donundan kefen biçer.
Yetmiş bin melek ağlaya ağlaya cennete yolcu eder.
Yesevi'nin
bundan sonraki yaşamı da olağanüstülüklerle dolu. Bu dingin, sessiz küçük çoçuğun
ünü gün geçtikçe Türkistan'a yayılıyor. Günlerden bir gün, hükümdar o bölgedeki,
Karaçuk dağında avlanamadığı için dağı kaldırmak istiyor. Bütün evliyaları
dağı yerinden kaldırmakla görevlendiriyor. Ancak evliyaların gücü dağı
kaldırmaya yetmiyor. Küçük Ahmet'i çağırmadıklarını anımsıyorlar. Ahmet'i çağırıyorlar.
Ahmet bu evliyalar toplantısına bir ekmek ile geliyor. Ekmeği o toplulukta
bulunanlara bölüyor. Evliya ve padişahın adamlarından 99.000 kişi bulunuyor.
Ekmek tümüne yetiyor. Bu kerâmet üzerine Ahmet'in büyüklüğüne inanıyorlar.
Ve Ahmet'in duası üzerine gökten bir yağmur boşanıyor. Karaçuk dağı ortadan
kalkıyor. Yerinde Karaçuk ilçesi doğuyor.
Hikmetlere
Yesevi'nin yedi yaşından sonraki yaşamından kesitler serpiştirilmiştir. Yine
bu gizemli dörtlüklerinde Budist rahiplerin çocuklukta başlayan eğitim
evreleri sayılır. Bu dörtlükler Budist ilahilerde olduğu gibidir. Ahmet'in yaşam
serüveni yedi yaşında, Arslan Baba'nın eğitimine girmesi ile başlar. Arslan
Baba gizemli bir buyrukla çocuğun eğitimini üstlenir. Bu belki Muhammet'in
emanetidir. Aydınlanma simgesidir. Hurmanın Ahmet Yesevi'ye dört yüz yıl sonra
ulaşmasının gizemidir. Arslan Baba, bu gizemi perdeler, saklar. "Bir sır görüp perde ile büküp
örtmüştür." hikmetlerde bundan sonraki dönemde Ahmet Yesevi, garip
gibi yaşar. Yoksullara hizmet eder. Günlük yaşamın tutkularından kaçar. Zor
konularda kan yutarak eğitim görür. On ikisinde gizem perdesi aralanır. On
dördünde toprak gibi alçakgönüllü olur. On sekizinde sevi dolusunu (aşk
badesini) kanıncaya dek içer, kanatlanıp uçar. Yirmi ikisinde Tanrı katına
ulaşır. Yirmi üç, yirmi beşinde Haktan ırak düşer. Bu yıllar Yesevi'nin
yaşamının suçluluk yıllarıdır. Bundan pişmanlık duyar, nefret eder. Ölüsünün
taşlanmasını, sürüklenip çukura atılmasını ister. Deyişlerde şu suçluluk
dizeleri vardır:
Ben yirmi dörde girdim, Hak'tan ırak,
Cenazemin ardından taşlar atın!
Ayağımdan tutup sürün, çukura itin!
Arslan Baba'nın
ölümünden sonra, mürşidin ruhu, Ahmet Yesevi'ye gurbet acısı çekmesini ister. "Babam ruhu saldı beni bu gurbete"
diye dizeye yansır. Peygamberin Muna yokuşunda Medinelilerden sığınma hakkı
isteyip vatanına göçtüğü gibi Ahmet Yesevi'de dağları aşıp gurbetçi olmuştur.
Ahmet Yesevi'i Buhara'ya göçmüştür. Buhara'yı o dönemde Hakani Türk soyunun
batı kolu yönetir. İslamlığın önemli kültür merkezlerindendir. Hakani
yazını ve uygarlığı ise, altın çağını yaşar. Büyük sanat ürünleri, yazın
ürünleri yaratılır. Buhara görkemli camileri, yapı örnekleri ile Doğu
geçmişinde özlenen yerlerden biridir. Aynı zamanda Sünni İslam öğretisinin merkezidir.
O sırada Merv'de
İslam bilgini Yusuf Hemedani yaşamaktadır. Merv Selçukluların başkentidir.
Yesevi Türkçe bilmeyen Hemedani'nin öğreti okuluna bağlanır. Yusuf Hemedani,
peygamberlerin yaşamını tek kurtuluş yolu olarak tanımıştır. Yoksulluk içinde
yaşar, günlük yemeğini bile yoksullara dağıtır. Hakanların çevresinden kaçar.
Kendisine tümüyle dinsel bilimlere vermiştir. Selman-ı Farisi'nin kılıcını ve
sarığını saklar. Doğum yeri olan Hemedan'ı çok özleminesine karşın, dönmez.
Orta Asya halkına İslamı öğreterek yaşamını sürdürür. Ahmet Yesevi, Yusuf
Hemedani'nin üçüncü halifesi olarak, Buhara'da onun postuna oturacaktır. Bu
olay, yaklaşık 1140'ta olmalıdır. Yesevi'nin ölümü ise 1166'tadır. Böylece
Yesevi yaşamının uzun bir bölümünü Buhara'da geçirmiş olmalıdır. "Doğduğum yer o mübarek Türkistan"
dediği, iline vatanına ve mürşidinin ak
türbesine özlem içindedir. Arslan Baba'nın gizemli buyruğu ile en sonunda
Ahmet Yesevi Türkistan'a dönecektir. Gizemli deyişlerde bu olay şöyle anlatılır:
Arzularım, ben kardeşlik ilini
Ulu Babamın kutsal ak türbesini
Türkistan'a
döndüğü zaman Ahmet Yesevi çoktan ermiş, manevi kılıçla, nefsini kurban etmiş,
"fena-fillah" katını aşmış, yaşlı bir "eren" dir.
Kudret ile Hak'tan bize buyruk oldu,
Dipsiz deniz içine yalnız düştüm, dostlar
O denize kadir rabbim buyurdu
Allah'a hamd olsun, sağ esen geçtim, dostlar
Yaşım ilerleri, ömrüm tükendi, göğe uçtum
Bağrım taştı, aklım şaştı, yere düştüm
Şeytani nefis tutkuyla çok vuruştum
Sabır ve rıza makamlarını aştım, dostlar.
Dokuzumda toz gibi savruldum, tükenmedim,
On yaşımda sağ yanıma dolanmadım,
On birimde kendi nefsimi zabtettim
Fark ve rıza makamlarını geçtim dostlar.
On ikimde bütün ruhlar söz söyledi,
Huriler karşı gelip bana selam verdi,
Sır şerbetini saki olup bana sundu
Onu alıp edep ile içtim dostlar
On üçümde dalgıç olup, deryaya daldım
Marifetin cevherini sırdan derdim
Mumunu görüp pervane gibi kendimi vurdum
Kendimden geçip, aklım gitti, şaştım, dostlar.
On dördümde toprak gibi, hakirlik çektim
Hu Hu deyip gözyaşımla geceleri kattım
Bin
altınlık kıymetini bire sattım,
Ondan sonra kanat çırpıp uçtum dostlar.
On beşimde dergahına dönüp geldim,
Günah ile yaptığım her işi alıp geldim,
Tövbe edip Hakka boyun sunup geldim,
Tövbe edip günahlardan kaçtım dostlar
Cebrail vahiy getirdi hak resula
Ayet indi zikret diye cüz ve küle
Hızır Baba'm beni saldı işte bu yola
Ondan sonra derya olup taştım, dostlar
Şeriatın bostanında dolaşıp durdum
Tarikatın gülzarında gezinip durdum
Tarikatın pazarında uçup durdum
Marifetin döşeğini açtım dostlar
Elest şarabını pir-i mugan dosyasına verdi
İçiverdim miktarımca koyuverdi
Kul Hace Ahmet içim dışım yanıverdi
Taliplere inci cevher saçtım dostlar
Nefsini kılıçla
parçalaması olayı, belki Yesevi söylencelerinde geçen, bir evreyi vurgulamak
içindir. Söylenceye göre, Yesevi, oğluna Peygamberin ölen oğlu İbrahim'in adını
verir. Muhammet'in yaşamını örnek aldığı için, evlat acısını bile tatmak ister.
Yesi yakınlarındaki Oğuzların Savran kenti halkı Yesevi'nin bu dileğini duyar.
Yesevi'nin oğlunun başını kılıçla kesip önüne getirirler. Yesevi bu zulmü de
iyilikle karşılar. Yaratılış gününde, insanlar "bela" diye Tanrının
varlığını inkar etmişlerdir. Oysa Ahmet Yesevi'nin ruhu, yaratılış nedeni
olarak, acıya razı olur, boyun eğer.
Çin'de yaşayan
Salarlar arasında bir söylence anlatılır. Salarlar Oğuzların 24 boyundan
Salurlardan gelirler. Söylenceye göre, Salur uruğu Akman ve Karaman diye kardeş
iki boydan oluşur. Karamanlar ile Akmanlar Ahmet Yesevi'nin oğlunu öldürürler.
Ahmet Yesevi onlara kargış verir. Bunun üzerine Salurlar Türkmenistan'da
yaşayamaz olurlar. Topraklarını bırakıp Çin'e göçerler.
Ahmet Yesevi böylece,
çocukluğundan başlayarak Hz. Muhammed' in sünnetlerine bağlı kalır. Peygamberin
öldüğü 63 yaşına gelince, Mustafa'nın yasını tutmak için ölmek ister, diri iken
mezara girer. Yer altınının karanlıklarında Mustafa'nın ümmetini karşılar.
Tüm yaşamını bu çile evinde geçirir. Yaşamı boyunca bir çok keramet ve mucizat
gösterir. Ölümlünden sonra da kerametleri sürer. Nitekim Timur Han'ın Yesevi
türbesini yaptırması da şeyhin ölümünden sonra gösterdiği bir kerametine
dayanır.
Timur Buhara'ya
giderken Türkistan'a uğrar. Ahmet Yesevi Timur' un düşüne girer. Ahmet Yesevi,
düşünde Timur'a "Ey yiğit ivedi
Buhara'ya git. Ordaki hanın ölümü senin elinden. Senin başından çok şey geçse
gerektir. Tüm Buhara halkı da seni bekliyor." der. Ertesi gün Timur
düşten uyandığında Türkistan beyini çağırtır. Ahmet Yesevi'nin mezarına görkemli
bir türbe kondurmasını buyurur.
Yesevi, gizemci
görüşlerini uygun bir zamanda ve ortamda yaymaya başlar. O çağda Asya İslam
çevrelerinin her yanında tarikatler yükselir. Doğu Türkistan ve Yedi-Su çevresi
güçlü biçimde İslamlaşma sürecine girmiştir. Ahmet Yesevi bu elverişli ortamda
Türkistan göçebe insanı arasında büyük saygınlık kazanır. Çevresinde
toplananlar İslamlığa yeni girmiş köylü ya da göçebe Türkmenlerdir. Bu nedenle
onlara anlayabilecekleri bir dil ile seslenmesi gerekir. Türk halk
yazınından aldığı nazım biçimleri; hece ölçüsü ve duru dil ile gizemci
şiirler yazar. Halk bunları gelişigüzel şiirden ayırmak için Hikmet diye
adlandırır. Bu şiirlerden bir bölümü günümüze değin gelir. Ancak Hikmetlerin
Yesevi'nin olup olmadığı kesin bilinmez. Bunlar Asya'da Nakşıbendi tarikatının
kuruluşundan, hatta 15. yüzyılda Osmanlı ülkesine yayılmasından sonra yazıya
geçirilmişlerdir. Bu nedenle Ahmet Yesevi'yi tümüyle Nakşıbendi görüşüne uygun
bir biçimde tanıtırlar. Nakşibendilik Türkleri kolayca çevresine alabilmek
için Yesevilikle kimi bağlar kurma gereksinimini duymuştur. Oysa Ahmet Yesevi
konusunda Babai, Haydari ve Alevilerin söylenceleri daha doğru ve tarihsel
gerçeklere yakındır.
Yesevi
yayılmasını genellikle göçebe ve köylü bozkır Türklerine yöneltmiştir. Argu,
Harezm, Fergane yöresi, Yesevi ilkelerinin yayılma alanı olmuştur. Bu bölgede,
11-12. yüzyıllarda Türklerle İranlı halklar yaşar. Türkler, Mazdeizm, Mogoç,
Mani gibi dinlere inanırlar. Yesevilik bu alanda, yayılma ilkelerini çevre
koşullarına uyarlar. Sözgelimi Hikmetler-de "Pir Mugan" deyimi geçer.
Bu deyim açıkça, Batı Türkistan'daki Mogoç inancının kalıntısıdır. Yesevilikte
yer altında çile doldurma geleneği vardır. Bu töre, nefsine egemen olma gibi
bir yaşam anlayışından kaynaklanır. Bu benzeri etkiler, Türklere Budizm'den
geçmiştir.
Yesevi'nin yaşadığı
dönemde, Balasagun'a Budist Karahitaylar egemendir. Budizm yeniden
canlanmıştır. Hikmetlerdeki kimi terimler, Budist Türk metinlerinde de geçer.
Sözgelimi "eren" terimi bunlardandır.
Yesevi
dervişlerinde baş yülüme geleneği vardır. Bu da kökende Budist rahiplerin baş
yülüme inancına dayanır. Yine Hikmetlerdeki kimi simgeler, benzetmeler,
süslerde, açıkça Budist yazınının etkisi görülür. Yesevi'nin yaşam evrelerini
sıralayan Hikmetler, Budist ilahileri anımsatır. Uygur ilahilerin
"sakınçlıg yiti kılıç" diye bir kavram geçer. Günümüz Türkçesine
"tartışmanın, düşünmenin keskin kılıcı" diye çevirebileceğimiz bu
kavram, Hikmetlerde "Batın Tığı" deyimi ile anlatılır.
Tüm
araştırmacılar Yeseviliğin Türk törelerinden doğduğu konusunda birleşirler.
Fuat Köprülü'ye göre Yesevilikteki "biçki" zikri, şaman törenlerindeki
davulun yankısıdır.
Yesevlikte,
Kurban kanını gömme inancı vardır. Bu ise Kagnılı Türklerindeki Tanrı kurbanı
törenlerine dayanır.
Yesevi
törenlerinde dinsel oyun vardır. Alevilikteki Semah, Mevlevilik-teki Sema oyunlarının
dedesi diyebileceğimiz bu oyun da çok eskilere dayanır. Gerçi raks ile birçok
eski dinde karşılaşılır. Nitekim Türk olmayan gizemcilerde de raks bulunur.
Ancak Tabgaç ve Göktürk dönemi şaman törenlerinde belirgin biçimde ivedi
dönüşlere dayanan bu oyun saptanır. 6-9. yüzyıl arasında dinsel törenlerin
en özgün özelliklerinden biri bu oyunlardır. Böylece semahların ilk izleri
belirgin biçimde ortadır. Budist dönemde döne döne oynanan bu dinsel
dönüşler, "göksel oyun" (tengirdem oyun) adı ile sürer.
Kendinden geçip
dünyayı unutma, kadeh çizimi ile anlatılır. Bu inanç gizemcilikte olduğu gibi
sürer. Türkler arasında özellikle "ant içme" törenini karşılar. 922
yılında İslamı seçen Bulgar Türkleri hanı Almuş, halifeyi anarak, İskit, Hun
ve Türk töresi üzerine "sucu" baş şarabı kadehi ile ant içer. İbni
Fadlan, içki ile yapılan böyle bir ant törenine karşı çıkar. Bunun üzerine
Bulgarlar bal şarabının henüz olgunlaşmadığını söylerler. Hızır ise Ahmet
Yesevi'ye kadeh sunar. Kadeh içinde yeşim taşından yapılmış, ölümsüzlük iksiri
vardır. Türkçe adı ile bu "tirilik suyu", bengisu'dur. Bu inanç ile
büyük olasılıkla Taoizme dayanır.
Hikmetlerde
dünyayı unutma dolusu sunan kişilerden biri de Pir Mugan'dır. Pir Mugan,
kimileyin İslam Peygamberi, kimileyin, Hızır, kimileyin Satuk Buğra Handır.
Yesevi, Yusuf
Has Hacib'de olduğu gibi her şeyden önce İslamdır. Bu bağlamda Tanrı ile insan
arasındaki buluşmayı sağlayan bir eren-ozandır. Çevresini, bozkırlarda at
koşturan, savaşan, destan dinleyen coşkun ruhlu, yiğit yarı göçebe Türklerle
kuşatmıştır. Bu ortamda Hikmetler bu insanların ruhuna seslenecektir. Bu
dörtlükleri söyleyen "eren-ozan" şanlı bir manevi gazi olarak
belirecektir. Soyut düşünceler, kavramlar
yalın bir Türkçe ile anlatılacaktır. Eren-Ozanın böylece gizeme
bürünen sesi, bozkır Türkleri ile birlikte Orta Asya kültürünün yankısı
olarak İslami huşu içinde, Tanrıya yakarış, peygambere bağlılık okur. Türk halk
ruhunun bu islamlık anlayışı, Yunus Emre ile birlikte Alevi deyişlerini
muştular.
Yesevilik göçebe
Türkler çevresinde, eski Türk boy, gelenek ve töreleri ile paganizminin
kalıntıları ile karışmıştır. Kadın ile erkeklerin bir arada bulunması göçebe
Türk yaşamının bir gereğidir. Yesevi meclislerinde kadın ve erkekler bir
arada bulunur. Yesevi tarikatında zikir biçimi ise tümüyle Türk paganizminden
alınır. Kısa sürede Türkmen boylarının
yaşam ve düşünce biçimlerine uyar. Baba, ata ya da dede adı verilen Yesevi
dervişleri islam inançlarını yüzeysel ve yalın bir biçimde yorumlayıp yandaşlarına
sunarlar. Tüm bu konumu içinde Yeseviliği Sünni bir tarikat saymak olası
değildir. Kentlerde Yesevilik daha çok Sünnilik yönünde gelişir ve
Nakşıbendiliği doğurur. Köylü ve göçebeler arasında ise yukarda anlattığımız
biçimde yayılır. Yesevilik bozkırlarda hiç bir biçimde Vahdet-i Vucut
düşününün derin ve karmaşık düşünceleriyle bağdaşmaz. Göçebe Türkmen
çevrelerine uyar. Bir halk gizemciliği durumuna gelir.
Yesevi
dervişlerinin Anadolu'ya ilk gelişleri 13. yüzyıldadır. Yoğun biçimde Cengiz
ordularının önünden kaçıp Anadolu'ya sığınırlar. Ahmet Yesevi ile ilgili tüm
töre ve sözlü gelenekleri de birlikte getirirler. Onun ve halifelerinin
gizemci düşüncelerini yine aynı yalınlıkla öğretirler. Bu sözlü gelenekler
aracılığı ile "kuş donuna girmek, taşları ve kayaları harekete
getirmek, ejderha öldürmek" gibi daha sonraki dönemlerde Anadolu' da
kaleme alınan söylencelerde ortaya çıkacak ögeler yayılır. Anadolu'da gezen bu
babalar, atalar, dedeler eski Kam-ozanlara büyük benzerlik gösterirler. Eski
söylencelerin koruyuculuğunu yaparlar. Aynı zamanda büyücü, ozan, doktor ve
din adamı işlevindedirler. l3.Yüzyıldan sonra Anadolu'da Alevi tarikatlerinin
doğuşuna neden olurlar.
Yesevi,
gizemciliğin kurallarını kolayca yaymak amacıyle deyişlerini halk dili ve hece
ölçeği ile söyler. Karahanlı devlet dilini halka indirmek gibi büyük bir
görevi yerine getirir. Yabancı ögeleri Türkçe içinde eritir, halk diline
uydurur. İslamlığın Orta Asya'da yerleşip yayılmasında büyük görev üstlenir.
Deyişler gerektiğinde sazla söylenir. Yesevi dinsel törenlerinde dinsel
oyunlar oynanır. Deyişler öğreticidir. "Hikmet" ya da
"Münacaat" adı verilen deyişlerinin tümünde gizemci görüşleri işler.
Hikmetleri halk arasında ağızdan ağıza yayılır. Adı Yusuf Has Hacip, Edip
Ahmet gibi çağdaş ustaları geride bırakır. Dil ve düşün öğretisi kendi öldükten
sonra öğrencilerince sürdürülür. Bakırganlı Hakim Ata Süleyman en önemli
öğrencisidir. Yesevi'den 20 yıl sonra ölür.
Hikmet, özlü,
gizemli söz demektir. Evrendeki nesnelerin, özünü ve özelliklerini anlatan
bilgi anlamındadır. Ahmet Yesevi'nin gizemci düşüncesini, güzel ahlaka
dayanan inanışlarını hece ölçeği ile ve halk diliyle söylediği derviş
deyişlerdir. Aruz ölçeğiyle yazılmış hikmetler de vardır. Ancak bunların sayısı
çok değildir.
Halk arasında
pek sevilen ve Yesevi'ye mal edilen deyişlerin gerçekten onun olup olmadığı
bilinmez. Yesevi'nin deyişleri ağızdan ağıza yayılırken gerçekliğini ve
özgünlüğünü yitirir. Yesevi'nin olduğu sanılan en eski deyişler XV. yüzyılda
yazıya geçirilir. Yazmalardaki deyişler yazıcı yanlışları ile doludur.
Yesevi'nin deyişlerinde en çok Kul Hace Ahmet olmak üzere 13 takma ad
kullanılır. Kazan'da pek çok kez basılan ve onun şiirlerini kapsayan Divan'ı
için bu durumu göz önüne almak gerekir. Böylece onun gerçek deyişleri ve dili
konusunda bir yargıda bulunmak olanaksızdır.
Alevi, Adı, Ali'yi Sevmek ve onun
yolunda olmak anlamındadır. Bu anlamdaki sözcük deyim olarak Anadolu'da kendini
İslam’a bağlayan bir inanç kolunun adı olmuştur. Ali, İslam’ın Peygamberi Muhammet'in
Amcası oğlu ve damadıdır. Muhammet'in en sevdiği kızı Fatima ile evlenmiştir.
Peygamberin soyu (tek oğlu çocuk yaşta öldüğü için) Ali ile Fatma üzerinden
yürümüştür
Alevilik ilke olarak Şiilikle aynı
gözükür. Şiilik ise, Ali'nin yandaşı olmak, Ali'yi tutmak anlamındadır. Şiilerle
Aleviler ilke olarak, Peygamber Muhammet'ten sonra Ali'nin yanında yer
almışlardır. Öbür ilk üç halifenin İslamı bozduğuna inanırlar.
Ancak bu iki inanç kolu arasında derin
ayrılıklar vardır. Şiilik İran'da yayılmış ve resmi mezhep olmuştur. Bu
mezheple Alevilik arasında Ali'yi sevmek ve Muhammet'ten sonra geldiğine
inanılan 12 imamları sevmek bakımından ortak noktalar vardır. Kimi başka küçük
benzerlikler de bulunur. Sözgelimi, tüm İslam inancında olanları kapsayap domuz
eti yeme yasağı vardır. Şiilikte ve Alevilikte buna ek olarak, tavşan yeme
bulunur. Bu yasak Yahudilikten Şiiliğe geçmiş, oradan Aleviliğe de girmiştir.
Gerçekte Şiilik ile Alevilik benzer gibi
gözükmelerine karşın, ayrı kaynaklardan beslenirler. Şiilik Arap şovenizmine
karşı bir Fars direnişidir. Eski İran kültüründen kaynaklanan bu inanç İslam’da
Şiilik biçiminde bir mezhepte kendini bulur. Alevilik ise Arap şovenizmine
karşı Anadolu kültürünün direnişidir. Bu kültür büyük ölçüde Orta Asya
kökenlidir. Ancak, oluşumunu Anadolu'da sağlamıştır ve tüm Anadolu halklarının
malıdır. Tüm bu konumu ile Alevilik evrenseldir. Şoven ulusçuluğa kesinlikle
karşıdır.
2. İslam kültürü doğrudan Arap kültürüne
bağlıdır. İslam bilginlerince sürekli evrensel kültür olduğu savunulmasına
karşın, kökende everensel de değildir. Peygamber Muhammet, Arap boylarını bir
araya toplamış, bir Arap ulusu yaratmıştır. Önasya kültür ve tarih birikimini,
Arap ulusçuluğu ile birleştirmiştir. İslam kuralları olarak konulan ilkeler,
Mekkelilerin ve özellikle Muhammet'in bağlı bulunduğu Kureyşi ailesinin
yararına kurallardır. Sözgelimi Kabe'nin kutsal sayılması ve ve burayı ziyaret,
çok eski bir Arap geleneğidir. Putatapar döneminin tapınağıdır Kabe. Ama
Muhammet bu geleneği kendi inancı içinde eritmiştir.
İslamlık özellikle Yahudilik ve Hıristiyanlıktan
önemli, ölçüde etkilenmiştir, Sözgelimi oruç, Yahudilikte de vardır. Muhammet
Yahudi ve Hıristiyan Peygamberleri Tanrı'nın peygamberi sayar. Musa'yı da
İsa'yı da, Tanrı insanları doğru yola gitsinler diye yollamıştır. Ancak
insanlar onların buyruklarını yerine getirmedikleri için Muhammet'i
yollamıştır.
Tüm bu konumu ile İslam inancı Önasya
din ve uygarlıklarının bir bileşimidir. Ayrıca Muhammet, çöl Arabını belli bir
düzende tutabilmek için günlük tapınım getirmiştir. Bu en önemli biçimde
Namaz adı verilen günlük beş vakit tapınımda kendini gösterir. İslam’ın temel
ilkesi olarak ortaya çıkan beş ilke şunlardır:
1.
Kelime-i şahadet
2.
Namaz kılmak
3.
Oruç tutmak
4.
Zekat vermek
5.
Hacce gitmek.
Bu ilkelerin tümü, cemaat toplumundan
ulusa geçiş için gerekli kurallardır. Arap toplumu uyulması gerekli önemli
kurallardır. Nitekim, bu kurallardan yola çıkan Arap toplumu Ortaçağda görkemli
bir Arap uygarlığı yaratmıştır.
Ne var ki, bu ilke ve kurallar Türkler
için kimi güçlükler getirmiştir. Daha önceki dinleri ile önemli çatışlara
neden olmuştur. Bu ilkeler daha çok yerleşik toplum düzeni için uygulanabilir.
Oysa Türkler Müslümanlığı seçtiklerinde henüz yerleşik yaşama geçmemişlerdir.
Tek tanrılı dine de ulaşamamışlardır. Şamanlık denen eski dinleri yüzlerce
yıllık doğaya tapınım dinidir. Arap toplumu için nasıl İslamlık gerekliyse,
bozkırların yalnız atlısı Türk için de Şamanlık öylesine gereklidir. Sözgelimi,
bozkır insanı için kadın erkek ayrımı yapılmaz. Kadınlarla erkeklerin bir arada
bulunması bir zorunluktur. Oysa , İslam kimi katı kurallar geliştirmiştir. Bir
erkeğin dört kadınla evlenmesine de izin verir.
Böylesine bir ortamda İslam’ın
yorumlanması gerekir. 12. Yüzyılda yaşadığı söylenen bir Türk ermişi çıkar. Bu
şimdiki Kazakistan topraklarında Yesi kentinde doğmuş Ahmet Yesevi'dir. Ahmet
Yesevi İslamı Türkler için yorumlar. Arapçadan ve İslam’dan bir şey anlamayan
Türk halkına yalın Türkçe şiirleri ile Muhammet öğretisini sunar. Ancak bu
sunduğu öğretilerin çoğunluğu Eski Türk inançlarıdır. O inançlar şimdi İslam
giysi giyinmiştir İşte, Aleviliğin doğuşu 12. yüzyılda Türkistan'da yaşamış Ahmet
Yesevi'ye iner. Daha sonra Anadolu'da kurumlaşacak bu inacın ikinci büyük adı
ise Hacı Bektaş Veli'dir. Alevi halkın inancına göre Ahmet Yesevi Peygamber
Muhammet soyundandır. Türk halkına İslamı öğretsin diye kutsal bir buyruk ile
Muhammet onu görevlendirmiştir. Gerçekten de Ahmet Yesevi bu görevi yerine
getirir. Ancak bu Eski Türk yaşamını da İslamla birleştiren bir bileşimdir. Bu
nokta halk mantığı işler. İslam'ın Emevilerce bozulduğu inancından yola çıkan
bu mantık gerçek İslam'ın Ahmet Yesevi öğretisinde gizli olduğuna bağlanır.
Ahmet Yesevi öğretisine göre, tapınımda
kadın erkek ayrımı yapılamaz. Eski Türk inançlarından kaynaklanan Cem
törenleri böylece ortaya çıkar. Cem, Aleviliğin en önemli kurumudur. Tüm
Alevilerin bir araya geldikleri bu kurum, bir tapınım olduğunca, okul, yargı organıdır.
Kökeni İslamlık öncesine dayanan bu dinsel tören, günümüzde Aleviler arasında
tüm canlığı ile yaşamaktadır. Ancak, semboller değişmiştir. Törenin en önemli
makamı Pir postudur. Eski Şamanın oturduğu bu katman, İslamlıktan sonra Ali
soyuna ayrılmıştır. Bir post üzerinde oturacak kişi, yalnız Peygamber soyu
olabilir. Peygamber soyu ise Ali üzerinden yürümüştür. Ali, en güzel, en kutsal
motiferle süslenir. Ali yiğit, Ali adil, Ali güzeldir. Eski Türk kahramanlarının
tüm özellikleri Ali'ye işlenir. O Ali ki, onun egemenliğini Emeviler
tanımamıştır!
Ali soyunun en yönettiği bu cem törenine
kadın erkek çocuk tüm topluluk katılır. Burda, deyişler okunur, semahlar
edilir, dualar yapılır, yenilir içilir. Günümüzde Anadolu'nun hemen birçok
bölgesinde kimi değişikliklerle bu dinsel tören Alevi halk arasında yerine
getirilir. Bağlamalar çalanır, kimi bölgelerde yaşlıların sınırlı biçimde içki
içilmesine de izin verilir. Ağıtlar okunur. Ali ve soyuna yapılan kötülükler
anlatılıp ağlanır.
Büyük çocuk herkesin bulunduğu bu dinsel
tören aynı zamanda kuşaktan kuşağa bir okuldur. Çünkü, Alevi dinsel törenlerini
tüm toplumun bilmesi gerekir. Bu törenler on iki sayısı üzerine kurulmuştur.
Bu yüzden bu törende on iki aşamalıdır. Dinsel törenin akışında görevli on iki
kişi vardır. Her aşamayı bir kişi üstlenir ve yürütür. Dede denen pir ise, tüm
dinsel törenin akışını yürütür.
Alevi törenlerinin en eski biçimi
günümüzde Batı Anadolu'da yaşayan Tahtacılar arasında yaşamaktadır. Tahtacı
dinsel törenlerinde tapınım yalnızca şiirsel olarak yapılmaz, ayrıca
canlandırılır. Ancak Anadolu Aleviliğinde on iki hizmet şiirsel olarak yerine
getirilir. Bu on iki hizmetin de Ali ile onun soyu olan on iki kişiden kaldığına
inanılır.
Alevi inancını Sünnilikten ve Şiilikten
ayıran en önemli kurum, cem adı verilen bu dinsel törendir. Cem yalnız
Alevilere özgüdür. Yetişkin bir Alevinin bu törene katılabilmesi için bir başka
Alevi ile inanç kardeşi olması gerekir. Yolkardeşliği kurumu Alevilikteki en
önemli dayanışma kurumudur. Buna göre, her yetişkin Alevi erkeğinin bir
yolkardeşi olması gerekir. Yolkardeşi ile dünya ve ahiret kardeştir.
Yolkardeşinin eşi öbür yolkardeşinin bacısıdır. Yolkardeşlerinden biri
öldüğünde, öbürü onun eşini kardeş bilip koruyacaktır. Çocuklarına öz çocukları
gibi bakacaktır.
Alevi inacına göre Yolkardeşliği Ali ile
Muhammet'ten kalmıştır. Onlar, yolkardeşi olmuşlardır. Ancak gerçekte bu inanç
da Orta Asya'dan kaynaklanır. Türkçenin en eski sözlüğü olan Divan-ü Lügat it
Türk'te Sogutça "biste"
sözü geçer. Bu esnaf kardeşliğini karşılar. Bir esnaf iflas ettiğinde, esnaf
kardeşi ona yardım edecektir. Daha sonraları bu esnaf kardeşliği Anadolu'da
Ahiler arasında yaşar. Ahilik Eski Anadolu'da esnaf örgütlenmesidir. Ahilikten
bu Rum üzerine akın yapan savaşçı gazilere geçer. Savaşçı gaziler, kendileri
savaşta öldüklerinde çocuklarına ve eşlerine bakacak bir kardeş örgütü
kurarlar. Aynı örgüt Alevilikte yolkardeşliği biçiminde yaşar.
Cem töreni aynı zamanda bir yargı
kurumudur. Toplum kurallarını bozan kişiler cemde yargılanır. Cemde kişinin tüm
bir yıllık yaşamından sorumludur. Orda tüm suçlarını bağışlatması gerekir.
Ağlattığı varsa güldürecektir, boşalttığı varsa dolduracaktır. Tüm toplumun ve
Ali'nin vekili dedenin önünde, suçlarını bir bir sayıp dökecektir.
Kimi suçlar, Alevilik toplumdan atılmayı
da getirir. Bağışlanamaz. Adam öldürmek, eşinden ayrılmak, zina bağışlanmayan
suçlardır. Bir Alevinin eline diline beline sahip olması gerekir. Buna göre,
Alevi eli ile, cinsel yaşamı ile ve dili ile kimseye zarar vermeyecektir. Bu
üç yasağı bozan kişi suçlu sayılır. Ancak kimileri bağışlanabilir, kimileri
bağışlanmaz. Bağışlanmayan suçları yapan kimse tüm toplumdan atılmıştır. Onun
köy yaşamı için çok önemli olan, malı mala katılmaz. Kimse selam vermez. Ancak
çok zorunlu durumlarda ona yardım edilir.
Alevilik gerçek İslam’ın bu dinsel
anlayış ve törende gizli olduğuna inanır. Bu bakımdan İslam’ın (namaz, oruç,
hac, zekat) biçimindeki dört ilkesini değişik biçimde yorumlar. Bir Alevi
için cem töreni halka namazıdır. Ali ile Muhammet'ten kalmıştır. Günlük beş kez
namaza gerek bulunmaz. Otuz günlük oruç da Kur'an'da kesin değildir. En
doğrusu, on iki günlük oruçtur. Bu oruç, Peygamberin torunu Hüseyin'in öldürüldüğü
günlerde tutulur. Zekat yerine ise doğrudan dede aracılığı ile yoksullara
yardım edilir. Hac ise insanın içindedir. Kuru taşa tapınım, anlamsızıdır. Bu
bakımdan bir Alevi şiiri şöyledir:
Hararet nardadır sacda değildir,
Hakikat baştadır taçta değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs'te, Kabe'de, Hac'da değildir.
Alevi kendinde arar tüm gizemi. Bu eski
Budist Manihaist inançlarla birleşmiş gizemci anlayış, Alevi ozanlarının
şiirlerinde işlenir. Bu bakımdan biçimciliğe karşıdır Alevilik. Kişinin bir
yandan namaz kılıp öbür yandan iki yüzlülük yapmasını bağışlamaz. Kökü eski
Türk inançlarından kaynaklanan Alevi İnançları, 13. yüzyılda Anadolu'da bir
düzen kavgası ile bütünleşir ve bir Anadolu dini olarak kurumlaşır.
3. Her dinsel çatışmanın arkasında bir
çıkar gizlidir. Alevilik için de bu kural geçerlidir. 1240 yılında Baba İlyas
ayaklanması Anadolu'da Aleviliği derleyen en önemli çıkıştır. Bu ayaklanma kökende
Anadolu'ya ilk gelen ve kentlere yerleşen Türklerle sonradan gelip göçebe yaşamını
sürdüren Türkler arasındaki ekonomik savaştan kaynaklanır. O dönemde
Anadolu'da Anadolu Selçuklu Devleti vardır. Devleti Oğuz Türkleri kurmasına
karşın, yerleşik devlet olması ile birlikte devlet, kendini kuran göçebelerden
uzaklaşır. Kentlerde tutunur. O dönemlerde Anadolu'nun nüfusu 7-8 milyondur.
Orta Asya'dan Anadolu'ya Türkmen göçü sürer. Yeni gelen göçmenler kırlarda
sürüleri ile yaşarlar. İslamlığı hem yeterince bilmezler, hem de İslam’ın
ilkelerini uygulamaları olanaksızdır. Bu aşamada ilk gelip kentlere köylere
yerleşen Türklerle, sonradan gelen göçebeler arasında çıkar çatışmaları
başlar. Göçebelerin sürüleri yerleşiklerin ekili topraklarını batırır. Birçok
kez, göçebelerle yerleşikler arasında çatışma çıkar. Devletin kolluk güçleri bunların
arasına girer. Ama devlet de yerleşik düzenden yanadır.Sonunda 1240 yılında
tüm Anadolu' yu kapsayan büyük halk ayaklanması olur. Bu ayaklanmanın başı
Amasya'da yaşayan bir Şaman dedesi olan Şeyh Baba İlyas'tır. Anadolu
Aleviliği'nin en büyük piri sayılan Hacı Bektaş, onun beş büyük komutanından
biridir. Ancak bu ayaklanma Selçuklu güçlerince güçlükle bastırılmıştır.
Ayaklanmaya katılanların tütü kılıçtan geçirilmiştir. Hacı Bektaş bu
ayaklanmadan sağ kurtulur. Uzun süre gizlenir. Sonra şimdiki Hacı Bektaş
ilçesi olan Sulacakaraöyük'te ortaya çıkar. O dönemde Moğol yayılması gerçekleşmiş,
Anadolu yerle bir olmuştur.
Hacı Bektaş Moğol yayılmasının acısını
halkın üzerinden silmek ister. Eski savaşçı deneyimlerinden yararlanır, ama
artık bir barış ve dostluk adamıdır. Halka basit yaşam kurallarını öğretir. Tuz
nasıl çıkarılır, kerpiç nasıl dökülür, harman nasıl kurulur gibi gerekli yaşam
bilgileridir bunlar. Ayrıca eski Türk geleneklerini de İslami bilgi gibi sunar.
Kendisinin Ahmet Yesevi'nin torunu olduğuna inanılır. Alevi inancında onun bir
ayaklanmanın komutanı olduğu bilinmez. Zaten kendisi de unutturmak istemiştir
bu yanını. Kurulu düzenle çatışmak yerine, kurulu düzeni düzeltmeyi
yeğlemiştir. Ve 13. yüzyıl sonlarında Hacı Bektaş ölür. Hacı Bektaş öldüğünde
Osmanlı Devleti henüz kurulmamıştır.
Osmanlı Devletinin kurucuları da büyük
olasılıkla Müslüman değillerdir. Şamanlığa inanırlar. Bütün söylenceler bu
kanıyı doğrular. Nitekim Osman Beyin adı Yunan kaynaklarında Ataman, atman biçiminde
geçer. Ayrıca bütün kardeşlerinin adı Türkçedir. Osmanlı devleti Anadolu'da
kurulmuş ek küçük Türk beyliğidir. Bu Beylik Alevilere yaslanarak büyür ve
gelişir. Ancak, Osmanlı devleti İstanbul'u aldıktan sonra Alevilerden
uzaklaşır. Yeniden yerleşik düzenden yana olan yönetim topluma egemen olur.
Devlet düzeni olarak Bizans'ın kurumlarını benimser.
Sünni öğreti medreselerde öğretilmeye
başlanır. Göçebe Türkmenin yaşamı giderek güçleşir. Devlet yeniden Türkmen
inancını sapık bir inanç olarak görmeye başlar. İmparatorluğun bütün yükü
yeniden Anadolu Türkmeninin üstüne biner. Böyle bir ortamda devletin atlı
askerleri olan sipahiler dirlikleri kısıtlandığında Alevileri kışkırtırar.
Alevilerle birlikte ayaklanacaklarını söylerler. Gerçekten Ayaklanma başlar.
Ancak, Osmanlı devleti hep sipahilerle anlaşır, onların isteklerini yerine getirir
ve Alevi kıyımı yapar. Osmanlı devleti içinde tüm Alevi ayaklanmalarının arkasında
yeni bir toplum düzeni arayışı yatar.16. Yüzyılda Osmanlı Devleti Alevilerin bir
bölümünü susturmayı başarır. Bunlar Bektaşilerdir. Hacı Bektaş Tekkesine bağlı
olan Bektaşiler, uzun süre devletle çatışmaya girişmezler. Devletle uzlaşmaya
girmeyen kesim ise Kızılbaş Alevilerdir. Kızılbaşlar bir türlü teslim olmazlar.
Sürekli ayaklanmaları ile Doğu Anadolu'da devleti güç duruma sokarlar. Ancak
1826'da Yeniçeri ocağının kanlı biçimde kapatılması ile Bektaşilik de
Osmanlıdan uzaklaşır. Alevilik içinde Bektaşilerle Kızılbaşlar arasında
yakınlaşma doğar. Osmanlı Devletinin batış yıllarnıda aydınlar arasında yeni
arayışlar başlar. Özellikle yönetimdeki İttihat ve Terakki Partisi, Türk
kültürüne yönelir. Böylece Osmanlı aydını ilk kez Aleviliği daha yakından
tanır. Ziya Gökalp kitaplarında Eski Türk inançları ile Alevilik arasındaki
koşutluklar üzerinde durur.
Atatürk Kurtuluş savaşına başlarken Hacı
Bektaşa gider. Bektaşi dedesinden destek sözü alır. Anadolu'nun çeşitli
yerlerinden Aleviler Atatürk'e yardım ederler. Kurtuluş savaşı başarı ile
bitince, Atatürk laik devlet yönetimini benimser. Sünni devlet ideolojisinden
uzaklaşır.Devletin bu yapısı 1946'ya dek sürer. Çok partili dönemde oy kaygısı
ile sürekli geriye dönüşler başlar. Alevilik ile sürekli devletten uzaklaşır.
Böylece Alevilik Sünni Müslümanlıktan
dünya görüşü, tapınımı ile kesin çizgileri ile ayrılır. Alevilik tarih boyunca
devlet dini olmamıştır. Bu bakımdan devlet dini olmayı sevmez. Tapınımını
gizli yapar. Kadını dinsel törenin dışına itmez. Tapınımda bağlama bulunur.
Tapınım dili Türkçedir. Sözlü öğretiyi ön planda tutar. Şiir en önemli öğreti
aracıdır. Eski Önasya dinlerinin birçok ögesini yapısında korur. Hoşgörülüdür.
Kimseyi inancından dolayı suçlamaz. Çağdaş anlamda laik bir toplum düzenini
savunur. Aleviliğin Atatürk ve cumhuriyet devrimlerine sıkı bağlılığı burdan
gelir. Atatürk laik devlet düzeni ile hoşgörülü bir yaşam getirmek istemiştir.
1950'lere dek kırsal kesimde yerleşmiş
olan Aleviler bu tarihten sonra kentlere göçerler. 60'larda yavaş yavaş
kentlerin gecekondularını mahallelerini doldururlar. Bilinçli biçimde eğitime
yönelirler. 70'li yıllarda eğitilmiş bir kuşak doğar. Önemli katmanlarda
Aleviler söz sahibi olmaya başlar. Giderek güçlenip bir mal birikimi yaparlar.
1950'den sonra devletin giderek laik devlet çizgisinden uzaklaşması ile
Alevilikle devlet arasındaki sıcaklık bozulur. Bunu Ekonomik çıkar çatışması
izler. 1970-1990 arasında Aleviler sürekli sol partileri desteklerler. Ancak
Sovyetler Birliğinin çökmesi ve Türkiye'de şeriatçı güçlerin iktidara
yönelmesi ile sol ilkeler yerini yeniden dinsel sözlere bırakırlar. Alevilik
kendisini laik çizgiye oturtur ve Sünni devlet ideolojisi ile çatışmanın içinde
bulur. 1995 yazındaki konum budur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder