Yayında Olan Eserlerim

16 Eylül 2017 Cumartesi

Alevilik Nedir?

ALEVİLİK


Son dönemde Alevi aydınları sürekli bir soru ile yüz yüze gelir oldu. Bu soru bir suçlamayı da birlikte getiriyor: Alevilik ayrı bir din mi? Ayrı bir dinse, çağlardır İslam olduğuna inanan milyonlarca insan şimdi ne yapacak?
Dinle bilimin ayrıldığı bıçak sırtında, zor bir yol ayrımına gelmişti birkaç kişi. Geçmişte Kızılbaş kitlenin uğradığı zulmü anlatan söyleşiler kitle ruhunu okşuyor, büyük beğeni buluyordu. İşin ince ayrımlarına girildiğinde durum değişiyordu. İnancın bilimsel çözümlemesi, bizi İslam giysileri altında İslam öncesi birikimlere götürüyordu. Anadolu Aleviliği gerçekte yalnız Anadolu'ya özgü bir inanç kurumu olarak gelişmişti. Öbür İslam ülkelerin­den görülen Ali yandaşlığından kesin biçimde ayrılıyordu. Bu nasıl ortaya çıkmıştır?
Anadolu Aleviliğini ortaya çıkaran üç temel etken vardır:

1. Siyasal Nedenler
2. Kültürel Nedenler
3. Ekonomik Nedenler

1. Anadolu Aleviliğini oluşturan nedenlerin başında siyasal nedenler gelir. Türkler, ilk 640 yılında Arap İslam orduları ile Horasan'da karşılaşırlar. İslamlık ilke olarak savaşla yayılmayı benimsemiştir. Bu evrede ise İslamlığı yaymaya çalı­şan Emevi iktidarı vardır. Emeviler İslam iktidarları arasında en şöven Arap milli­yetçileridir. Arap olmayan tüm ulusları bağışlanmış köle (Mevali) sayarlar. Bu yüzden Arap orduları ile Türklerin savaşları uzun ve yorucu olur. Bağımsızlıklarına çok düşkün Türk boyları Horasan önlerinde üç yüz yıl gibi uzun bir süre Arap or­dularını durdururlar. Emevilerin İç Asya'ya girmelerine engel olurlar. İşte Türklerin Ali ve Ali'nin so­yuna yakınlık duymalarında Emevilerle savaşları neden olur. Çünkü Emeviler, aynı zamanda Ali'ye karşı savaşmışlardır. Ali'nin halife­liğini ta­nımamışlardır. Ali öldürüldükten sonra Ali'nin oğulları (Aynı zamanda Muhammet'in sevgi torunlarıdır bunlar) Hasan ile Hüseyin'i öldürmüşlerdir. Hele Hüseyin'i 72 kişilik ailesi ile birlikte susuz bı­rakarak öldürmüşlerdir.
Böylece İslam’ın düşmanları ile (Aleviler, Emevileri Peygamber soyuna yaptıkları haksızlıklar nedeni ile İslam düşmanı görürler) kendi düşmanları birleşmiş­tir. Türklere karşı en acımasız savaşları veren Emeviler aynı zamanda Peygamber soyuna karşı da en acımasız savaşı vermişlerdir. Peygamber soyunun hakkı olan imamlığı zor ve hile ile almışlardır.
Bu düşünceler doğrultusunda çiçeklenen düşünceler giderek geli­şir. Emevi so­yunun İslam devletinin başından düşmesi ile Abbasi ailesi gelir. Abbasi soyu Peygamberin Amcası oğullarıdır. Abbasi yönetimi döneminde Türkler İslam devle­tinde önemil katmanlara yük­selirler. Abbasiler Arap şovenizmi yapmazlar. Türklere ayrıcalıklı askerler olarak önemli yer verirler. Böylece 940 yılında Türkler İslamlığı benimserler. Türklerin İslamı seçmeleri için gerekli siyasal süreç tamamlanmıştır.

Satuk Buğra Han
Siyasal bakımdan Alevilik, Arap şovenizmine karşı bir direnişten başka bir şey değildir. Unutulmamalı ki, Ali'nin halifelik kavgası, Kerbela kıyımı, Ali yandaşlarına baskı ile Alevilerin İslamlığı seçmeleri arasında üç yüz yıldan çok bir zaman dilimi vardır. Bir toplumun katılmadığı bir kavgadan kendini sorumlu tutması olanaksızdır. Bilindiği gibi Anadolu Aleviliğinin büyük atası Hoca Ahmet Yesevi sayılır. Ahmet Yesevi'nin söylencelerle örülü yaşamı dikkat çekicidir.

Ahmet Yesevi’nin İşlevi
Batı Türklerini İslam’a çağıran en önemli kişi, Ahmet Yesevi'dir. Adı ile anılan gizemci okulun kurucusu olan Yesevi, ll.yüzyılın ikinci yarı­sında Batı Türkistan'ın Sayram ilçe­sinde doğar. İbrahim adlı bir şeyhin oğludur. Babasının ölümü üzerine yedi yaşında iken Yesi ken­tine gelir. Yesi'nin Türk tarihinde önemli bir yeri vardır. Türk söylen­celerinde Oğuz Han'ın başkenti olarak geçer. Ahmet, öğrenimine burada başlar. Sonra Buhara'da ünlü gizemci Şeyh Yusuf Hemedani' nin öğrencisi olur. Güçlü bir bi­çimde onun etkisinde kalır. Onunla birlikte bir­çok yer ge­zer. Hemedani' nin üçüncü halifesi olarak 1160'ta Buhara'da şeyhinin postuna otu­rur. Ama bir süre sonra Şeyhinin eski bir sözüne uyarak Yesi'ye dö­ner. ll67 yılında Yesi'de ölür. Efsanevi yaşamının 130 yılı bulduğu söyle­nir. Ahmet Yesevi'nin soyunun Hz. Ali'ye ve do­layısı ile Muhammet'e bağlanışı da il­ginçtir. Söylencesel bu soykütüğü ile dü­şünsel değil, bir de soy bağlantısı kurulmuş olur. Muhammet'in yaşa­mında olağanüstülükler bulunmaz, ama onun peşinden koşanlar birçok olağanüstülükler yara­tır­lar.
Böylece Ahmet Yesevi öğretisinin de doğrudan İslamlık olduğu vurgu­lanmak istenir. Söylencesel soyağacına göre, Türkistanı'ın Sayram kentin­de Hazreti Ali soyundan Şeyh İbrahim adlı bir şeyh vardır. Şeyh ölünce, kızı Gevher Şehnaz ile, yedi yaşındaki oğlu Ahmet kalır. Ahmet, küçük yaştan beri yaşı ile uyuşmayan olağanüstü durumlar gösterir. Hızır ona kılavuzluk eder. Yedi yaşında yetim kalınca mane­vi bir baba yanında eği­tim gö­rür. Bu Şeyh Baba Arslan'dır. Kendisi ashabın ileri gelenlerinden­dir. Muhammed'in manevi gö­stergesi ile Sayram' a gelip Ahmed'i irşad eylemiştir. Yine söylenceler göre iki ya da yedi yüzyıl yaşar.
Onun Ahmet Yesevi'yi aydınlatma ile görevlendirilmesi manevi bir göstergeye dayanır. Muhammet'in savaşlarından birinde, ashab aç kalıp onun katına gelir. Biraz yiyecek di­ler­ler. Muhammed'in duası üzerine Cebrail cennetten bir ta­bak hurma getirir. Ne ki, o hur­ma­lardan biri yere düşer. Cebrail, "Bu sizin ümmetiniz­den Ahmet Yesevi adlı birinin kısmeti­dir" der. Muhammet ashabtan birini bu hurmayı Ahmet Yesevö'ye ulaş­tırmakla görevlen­dirmek ister. Bu göre­vi kimse almaz. Muhammet, hur­mayı Arslan Baba'nın ağzına atar. Ahmet Yesevi'yi nasıl bulacağını anlatır. Onun eğitimi ile uğ­raşmasını buyurur. Bunun üze­rine Arslan Baba Sayram'a (ya da Yesi'ye) gelir. Üzerine aldığı görevi yerine getirir ve er­tesi yıl ölür. Huriler ipek donundan kefen biçer. Yetmiş bin melek ağlaya ağlaya cennete yolcu eder.
Yesevi'nin bundan sonraki yaşamı da olağanüstülüklerle dolu. Bu dingin, sessiz küçük çoçu­ğun ünü gün geçtikçe Türkistan'a yayılıyor. Günlerden bir gün, hükümdar o böl­ge­deki, Karaçuk dağında avlana­ma­dığı için dağı kaldırmak is­tiyor. Bütün evliyaları dağı yerinden kal­dır­makla görev­len­diriyor. Ancak evliyaların gücü dağı kaldırmaya yet­miyor. Küçük Ahmet'i çağırmadıklarını anımsıyorlar. Ahmet'i çağı­rıyor­lar. Ahmet bu evliyalar toplan­tısına bir ekmek ile geli­yor. Ekmeği o toplulukta bulu­nanlara bölüyor. Evliya ve padi­şa­hın adamla­rından 99.000 kişi bulunu­yor. Ekmek tü­müne ye­ti­yor. Bu kerâmet üzerine Ahmet'in büyüklü­ğüne inanıyorlar. Ve Ahmet'in duası üzerine gökten bir yağmur boşanıyor. Karaçuk dağı orta­dan kalkıyor. Yerinde Karaçuk ilçesi doğuyor.
Hikmetlere Yesevi'nin yedi yaşından sonraki yaşamından kesitler ser­piştirilmiştir. Yine bu gizemli dörtlüklerinde Budist rahiplerin ço­cuklukta başlayan eğitim evreleri sayı­lır. Bu dörtlükler Budist ilahilerde olduğu gibidir. Ahmet'in ya­şam serüveni yedi yaşında, Arslan Baba'nın eğitimine gir­mesi ile başlar. Arslan Baba gizemli bir buyrukla çocuğun eği­timini üst­lenir. Bu belki Muhammet'in emanetidir. Aydınlanma sim­gesidir. Hurmanın Ahmet Yesevi'ye dört yüz yıl sonra ulaş­masının gi­zemidir. Arslan Baba, bu gizemi perde­ler, saklar. "Bir sır görüp perde ile büküp örtmüştür." hikmet­lerde bundan sonraki dönemde Ahmet Yesevi, garip gibi ya­şar. Yoksullara hizmet eder. Günlük yaşamın tut­ku­larından kaçar. Zor konu­larda kan yutarak eğitim görür. On ikisinde gizem perdesi ara­lanır. On dördünde toprak gibi al­çakgönüllü olur. On seki­zinde sevi do­lusunu (aşk badesini) kanıncaya dek içer, kanat­lanıp uçar. Yirmi ikisinde Tanrı katına ulaşır. Yirmi üç, yirmi beşinde Haktan ırak düşer. Bu yıllar Yesevi'nin yaşamının suçluluk yıllarıdır. Bundan pişmanlık duyar, nefret eder. Ölüsünün taşlanmasını, sürükle­nip çukura atılma­sını ister. Deyişlerde şu suçluluk dizeleri vardır:

Ben yirmi dörde girdim, Hak'tan ırak,
Cenazemin ardından taşlar atın!
Ayağımdan tutup sürün, çukura itin!

Arslan Baba'nın ölümünden sonra, mürşidin ruhu, Ahmet Yesevi'ye gurbet acısı çekmesini ister. "Babam ruhu saldı beni bu gurbete" diye di­zeye yansır. Peygamberin Muna yokuşunda Medinelilerden sığınma hakkı isteyip vatanına göçtüğü gibi Ahmet Yesevi'de dağları aşıp gur­betçi ol­muş­tur. Ahmet Yesevi'i Buhara'ya göçmüştür. Buhara'yı o dö­nemde Hakani Türk soyunun batı kolu yönetir. İslamlığın önemli kül­tür mer­kez­lerin­dendir. Hakani yazını ve uy­garlığı ise, altın çağını yaşar. Büyük sanat ürünleri, yazın ürünleri yaratılır. Buhara gör­kemli camileri, yapı örnekleri ile Doğu geçmişinde özlenen yerlerden biridir. Aynı zamanda Sünni İslam öğretisinin mer­kezidir.
O sırada Merv'de İslam bilgini Yusuf Hemedani yaşamak­tadır. Merv Selçukluların baş­kentidir. Yesevi Türkçe bilme­yen Hemedani'nin öğreti okuluna bağlanır. Yusuf Hemedani, peygamber­lerin yaşamını tek kurtu­luş yolu olarak tanımıştır. Yoksulluk içinde yaşar, günlük yemeğini bile yok­sullara dağı­tır. Hakanların çevresinden kaçar. Kendisine tü­müyle dinsel bilimlere vermiştir. Selman-ı Farisi'nin kılıcını ve sarığını saklar. Doğum yeri olan Hemedan'ı çok özlemine­sine karşın, dönmez. Orta Asya halkına İslamı öğreterek yaşamını sürdü­rür. Ahmet Yesevi, Yusuf Hemedani'nin üçüncü halifesi ola­rak, Buhara'da onun postuna otu­ra­caktır. Bu olay, yaklaşık 1140'ta olmalıdır. Yesevi'nin ölümü ise 1166'tadır. Böylece Yesevi yaşamının uzun bir bölümünü Buhara'da geçirmiş olma­lıdır. "Doğduğum yer o mübarek Türkistan" dediği, iline vata­nına ve mürşidinin ak türbesine özlem içindedir. Arslan Baba'nın gizemli buyruğu ile en so­nunda Ahmet Yesevi Türkistan'a dönecektir. Gizemli deyişlerde bu olay şöyle an­latılır:

Arzularım, ben kardeşlik ilini
Ulu Babamın kutsal ak türbesini

Türkistan'a döndüğü zaman Ahmet Yesevi çoktan ermiş, manevi kı­lıçla, nefsini kurban et­miş, "fena-fillah" katını aş­mış, yaşlı bir "eren" dir.

Kudret ile Hak'tan bize buyruk oldu,
Dipsiz deniz içine yalnız düştüm, dostlar
O denize kadir rabbim buyurdu
Allah'a hamd olsun, sağ esen geçtim, dostlar

Yaşım ilerleri, ömrüm tükendi, göğe uçtum
Bağrım taştı, aklım şaştı, yere düştüm
Şeytani nefis tutkuyla çok vuruştum
Sabır ve rıza makamlarını aştım, dostlar.

Dokuzumda toz gibi savruldum, tükenmedim,
On yaşımda sağ yanıma dolanmadım,
On birimde kendi nefsimi zabtettim
Fark ve rıza makamlarını geçtim dostlar.

On ikimde bütün ruhlar söz söyledi,
Huriler karşı gelip bana selam verdi,
Sır şerbetini saki olup bana sundu
Onu alıp edep ile içtim dostlar

On üçümde dalgıç olup, deryaya daldım
Marifetin cevherini sırdan derdim
Mumunu görüp pervane gibi kendimi vurdum
Kendimden geçip, aklım gitti, şaştım, dostlar.

On dördümde toprak gibi, hakirlik çektim
Hu Hu deyip gözyaşımla geceleri kattım
Bin altınlık kıymetini bire sattım,
Ondan sonra kanat çırpıp uçtum dostlar.

On beşimde dergahına dönüp geldim,
Günah ile yaptığım her işi alıp geldim,
Tövbe edip Hakka boyun sunup geldim,
Tövbe edip günahlardan kaçtım dostlar

Cebrail vahiy getirdi hak resula
Ayet indi zikret diye cüz ve küle
Hızır Baba'm beni saldı işte bu yola
Ondan sonra derya olup taştım, dostlar

Şeriatın bostanında dolaşıp durdum
Tarikatın gülzarında gezinip durdum
Tarikatın pazarında uçup durdum
Marifetin döşeğini açtım dostlar

Elest şarabını pir-i mugan dosyasına verdi
İçiverdim miktarımca koyuverdi
Kul Hace Ahmet içim dışım yanıverdi
Taliplere inci cevher saçtım dostlar

Nefsini kılıçla parçalaması olayı, belki Yesevi söylence­lerinde geçen, bir evreyi vurgu­lamak içindir. Söylenceye göre, Yesevi, oğluna Peygamberin ölen oğlu İbrahim'in adını verir. Muhammet'in yaşamını örnek aldığı için, evlat acısını bile tatmak ister. Yesi yakınların­daki Oğuzların Savran kenti halkı Yesevi'nin bu dileğini duyar. Yesevi'nin oğlunun başını kı­lıçla kesip önüne getirirler. Yesevi bu zulmü de iyilikle karşı­lar. Yaratılış gününde, in­sanlar "bela" diye Tanrının varlığını inkar etmişlerdir. Oysa Ahmet Yesevi'nin ruhu, ya­ratılış ne­deni olarak, acıya razı olur, boyun eğer.
Çin'de yaşayan Salarlar arasında bir söylence anlatılır. Salarlar Oğuzların 24 boyundan Salurlardan gelirler. Söylenceye göre, Salur uruğu Akman ve Karaman diye kardeş iki boydan oluşur. Karamanlar ile Akmanlar Ahmet Yesevi'nin oğlunu öldürürler. Ahmet Yesevi onla­ra kargış verir. Bunun üzerine Salurlar Türkmenistan'da yaşayamaz olurlar. Topraklarını bırakıp Çin'e göçerler.
Ahmet Yesevi böylece, çocukluğundan başlayarak Hz. Muhammed' in sünnetlerine bağlı kalır. Peygamberin öldüğü 63 yaşına gelince, Mustafa'nın yasını tutmak için ölmek ister, diri iken mezara gi­rer. Yer al­tınının karanlıklarında Mustafa'nın ümmetini karşılar. Tüm ya­şa­mını bu çile evinde geçi­rir. Yaşamı boyunca bir çok keramet ve muci­zat göste­rir. Ölümlünden sonra da kerametleri sürer. Nitekim Timur Han'ın Yesevi türbesini yaptırması da şeyhin ölü­münden sonra göster­diği bir kerametine dayanır.
Timur Buhara'ya giderken Türkistan'a uğrar. Ahmet Yesevi Timur' un düşüne girer. Ahmet Yesevi, düşünde Timur'a "Ey yiğit ivedi Buhara'ya git. Ordaki hanın ölümü senin elinden. Senin başından çok şey geçse ge­rektir. Tüm Buhara halkı da seni bekliyor." der. Ertesi gün Timur düşten uyandığında Türkistan beyini çağırtır. Ahmet Yesevi'nin me­zarına gör­kem­li bir türbe kondurmasını buyurur.
Yesevi, gizemci görüşlerini uygun bir zamanda ve or­tamda yaymaya başlar. O çağda Asya İslam çevrelerinin her yanında tarikatler yükselir. Doğu Türkistan ve Yedi-Su çevresi güçlü biçimde İslamlaşma sürecine girmiştir. Ahmet Yesevi bu elverişli ortamda Türkistan göçebe insanı ara­sında büyük say­gınlık kazanır. Çevresinde toplananlar İslamlığa yeni girmiş köylü ya da göçebe Türkmenlerdir. Bu nedenle on­lara anla­ya­bi­le­cekleri bir dil ile seslenmesi gere­kir. Türk halk yazının­dan aldığı na­zım biçimleri; hece ölçüsü ve duru dil ile gizemci şiirler yazar. Halk bunları gelişigüzel şiirden ayırmak için Hikmet diye adlandırır. Bu şiir­lerden bir bölümü günümüze değin gelir. Ancak Hikmetlerin Yesevi'nin olup ol­madığı ke­sin bilinmez. Bunlar Asya'da Nakşıbendi ta­rikatının kurulu­şun­dan, hatta 15. yüzyılda Osmanlı ülkesine yayılmasın­dan sonra yazıya ge­çirilmişlerdir. Bu nedenle Ahmet Yesevi'yi tümüyle Nakşıbendi görüşüne uygun bir bi­çimde tanıtırlar. Nakşibendilik Türkleri kolayca çevresine alabilmek için Yesevilikle kimi bağlar kurma gereksinimini duymuştur. Oysa Ahmet Yesevi konusunda Babai, Haydari ve Alevilerin söylenceleri daha doğru ve tarihsel gerçeklere ya­kındır.
Yesevi yayılmasını genellikle göçebe ve köylü bozkır Türklerine yö­neltmiştir. Argu, Harezm, Fergane yöresi, Yesevi ilkelerinin yayılma alanı olmuştur. Bu bölgede, 11-12. yüz­yıl­larda Türklerle İranlı halklar yaşar. Türkler, Mazdeizm, Mogoç, Mani gibi dinlere inanır­lar. Yesevilik bu alanda, ya­yılma ilkelerini çevre koşullarına uyarlar. Sözgelimi Hikmetler-de "Pir Mugan" deyimi geçer. Bu deyim açıkça, Batı Türkistan'daki Mogoç inancı­nın kalıntısıdır. Yesevilikte yer altında çile doldurma geleneği vardır. Bu töre, nefsine ege­men olma gibi bir yaşam anlayışından kay­nak­lanır. Bu benzeri etkiler, Türklere Budizm'den geç­miştir.
Yesevi'nin ya­şadığı dönemde, Balasagun'a Budist Karahitaylar ege­men­dir. Budizm yeniden canlanmıştır. Hikmetlerdeki kimi terim­ler, Budist Türk metinlerinde de ge­çer. Sözgelimi "eren" te­rimi bunlardan­dır.
Yesevi dervişlerinde baş yülüme geleneği vardır. Bu da kö­kende Budist rahiplerin baş yü­lüme inancına dayanır. Yine Hikmetlerdeki kimi simge­ler, benzetmeler, süslerde, açıkça Budist yazınının etkisi görü­lür. Yesevi'nin yaşam evrelerini sıralayan Hikmetler, Budist ilahileri anımsatır. Uygur ila­hilerin "sakınçlıg yiti kılıç" diye bir kavram geçer. Günümüz Türkçesine "tartışmanın, düşünmenin keskin kılıcı" diye çevi­rebileceğimiz bu kavram, Hikmetlerde "Batın Tığı" deyimi ile anlatılır.
Tüm araştırmacılar Yeseviliğin Türk törelerinden doğduğu konu­sunda birleşirler. Fuat Köprülü'ye göre Yesevilikteki "biçki" zikri, şa­man tören­lerindeki davulun yankısıdır.
Yesevlikte, Kurban kanını gömme inancı vardır. Bu ise Kagnılı Türklerindeki Tanrı kur­banı törenlerine dayanır.
Yesevi törenlerinde dinsel oyun vardır. Alevilikteki Semah, Mevlevilik-teki Sema oyun­larının dedesi diye­bile­ce­ğimiz bu oyun da çok eskilere dayanır. Gerçi raks ile bir­çok eski dinde karşılaşılır. Nitekim Türk olma­yan gizemcil­erde de raks bulunur. Ancak Tabgaç ve Göktürk dö­nemi şaman tören­lerinde belirgin biçimde ivedi dönüşle­re dayanan bu oyun sap­ta­nır. 6-9. yüzyıl arasında dinsel törenlerin en özgün özel­lik­le­rinden biri bu oyunlardır. Böylece semahların ilk izleri be­lirgin biçimde ortadır. Budist dönemde döne döne oynanan bu din­sel dönüşler, "göksel oyun" (tengirdem oyun) adı ile sü­rer.
Kendinden geçip dünyayı unutma, kadeh çizimi ile anla­tı­lır. Bu inanç gizemcilikte olduğu gibi sürer. Türkler arasında özellikle "ant içme" tö­renini karşılar. 922 yılında İslamı se­çen Bulgar Türkleri hanı Almuş, hali­feyi anarak, İskit, Hun ve Türk töresi üzerine "sucu" baş şa­rabı kadehi ile ant içer. İbni Fadlan, içki ile yapılan böyle bir ant töre­nine karşı çıkar. Bunun üzerine Bulgarlar bal şarabının henüz olgun­laşmadığını söylerler. Hızır ise Ahmet Yesevi'ye kadeh sunar. Kadeh içinde yeşim taşından ya­pılmış, ölümsüzlük iksiri vardır. Türkçe adı ile bu "tirilik suyu", bengisu'­dur. Bu inanç ile büyük olasılıkla Taoizme dayanır.
Hikmetlerde dünyayı unutma dolusu sunan kişilerden biri de Pir Mugan'dır. Pir Mugan, kimileyin İslam Peygamberi, ki­mileyin, Hızır, kimileyin Satuk Buğra Handır.
Yesevi, Yusuf Has Hacib'de olduğu gibi her şeyden önce İslamdır. Bu bağlamda Tanrı ile insan arasındaki buluşmayı sağlayan bir eren-ozandır. Çevresini, bozkırlarda at koşturan, savaşan, destan dinleyen coşkun ruhlu, yiğit yarı göçebe Türklerle kuşatmıştır. Bu ortamda Hikmetler bu insanla­rın ruhuna seslenecektir. Bu dörtlükleri söyleyen "eren-ozan" şanlı bir manevi gazi olarak belirecektir. Soyut düşünceler, kavramlar  yalın bir Türkçe ile anlatıla­caktır. Eren-Ozanın böylece gi­zeme bürünen sesi, boz­kır Türkleri ile birlikte Orta Asya kültü­rünün yankısı olarak İslami huşu içinde, Tanrıya yakarış, peygambere bağlılık okur. Türk halk ruhunun bu is­lamlık anlayışı, Yunus Emre ile birlikte Alevi deyişlerini muştular.
Yesevilik göçebe Türkler çevresinde, eski Türk boy, gelenek ve töre­leri ile paganizminin kalıntıları ile karışmıştır. Kadın ile erkeklerin bir arada bulunması göçebe Türk yaşamı­nın bir gereğidir. Yesevi meclisle­rinde ka­dın ve erkek­ler bir arada bulunur. Yesevi tarikatında zikir bi­çimi ise tü­müyle Türk paganizminden alınır. Kısa sürede Türkmen  boylarının ya­şam ve düşünce biçimlerine uyar. Baba, ata ya da dede adı verilen Yesevi dervişleri is­lam inanç­larını yü­zeysel ve yalın bir biçimde yorumlayıp yan­daşlarına sunar­lar. Tüm bu konumu içinde Yeseviliği Sünni bir tarikat saymak olası değildir. Kentlerde Yesevilik daha çok Sünnilik yönünde gelişir ve Nakşıbendiliği doğurur. Köylü ve göçebe­ler arasında ise yu­karda an­lattı­ğımız biçimde yayılır. Yesevilik bozkır­larda hiç bir bi­çimde Vahdet-i Vucut düşününün derin ve karmaşık düşünceleriyle bağdaşmaz. Göçebe Türkmen çevrelerine uyar. Bir halk gizemci­liği durumuna gelir.
Yesevi dervişlerinin Anadolu'ya ilk gelişleri 13. yüzyıl­dadır. Yoğun biçimde Cengiz ordu­larının önünden kaçıp Anadolu'ya sığınırlar. Ahmet Yesevi ile ilgili tüm töre ve sözlü gele­nekleri de birlikte getirir­ler. Onun ve halifele­rinin gizemci düşüncelerini yine aynı yalın­lıkla öğ­retirler. Bu sözlü gelenekler aracılığı ile "kuş donuna girmek, taşları ve kaya­ları ha­re­kete getirmek, ejderha öldürmek" gibi daha sonraki dö­nemlerde Anadolu' da kaleme alınan söylencelerde ortaya çıkacak öge­ler yayılır. Anadolu'da gezen bu ba­balar, atalar, dedeler eski Kam-ozanlara büyük benzerlik gösterirler. Eski söylencelerin koruyu­culuğunu yaparlar. Aynı zamanda büyücü, ozan, doktor ve din adamı işlevindedirler. l3.Yüzyıldan sonra Anadolu'da Alevi tari­katlerinin do­ğuşuna neden olurlar.
Yesevi, gizemciliğin kurallarını kolayca yaymak amacıyle deyişle­rini halk dili ve hece ölçeği ile söyler. Karahanlı devlet dilini halka in­dir­mek gibi büyük bir görevi yerine getirir. Yabancı ögeleri Türkçe içinde eritir, halk diline uydurur. İslamlığın Orta Asya'da yerleşip ya­yılmasında bü­yük görev üstlenir. Deyişler gerektiğinde sazla söylenir. Yesevi dinsel törenle­rinde dinsel oyunlar oynanır. Deyişler öğreticidir. "Hikmet" ya da "Münacaat" adı veri­len deyişlerinin tümünde gizemci görüşleri işler. Hikmetleri halk ara­sında ağızdan ağıza yayılır. Adı Yusuf Has Hacip, Edip Ahmet gibi çağdaş ustaları geride bırakır. Dil ve düşün öğretisi kendi öl­dükten sonra öğrencilerince sürdürülür. Bakırganlı Hakim Ata Süleyman en önemli öğrencisidir. Yesevi'den 20 yıl sonra ölür.
Hikmet, özlü, gizemli söz demektir. Evrendeki nesnelerin, özünü ve özelliklerini anlatan bilgi anlamındadır. Ahmet Yesevi'nin gizemci dü­şün­cesini, güzel ahlaka dayanan inanışlarını hece ölçeği ile ve halk di­liyle söylediği derviş deyişlerdir. Aruz ölçeğiyle yazılmış hikmetler de vardır. Ancak bunların sayısı çok değildir.
Halk arasında pek sevilen ve Yesevi'ye mal edilen deyişle­rin ger­çek­ten onun olup olmadığı bilinmez. Yesevi'nin deyiş­leri ağızdan ağıza ya­yılırken gerçekliğini ve özgünlüğünü yi­tirir. Yesevi'nin olduğu sanı­lan en eski deyişler XV. yüzyılda yazıya geçirilir. Yazmalardaki deyiş­ler yazıcı yanlış­ları ile doludur. Yesevi'nin deyişlerinde en çok Kul Hace Ahmet ol­mak üzere 13 takma ad kullanılır. Kazan'da pek çok kez bası­lan ve onun şiir­lerini kapsayan Divan'ı için bu durumu göz önüne al­mak gerekir. Böylece onun gerçek deyişleri ve dili konu­sunda bir yargıda bulunmak olanaksızdır.

Alevi, Adı, Ali'yi Sevmek ve onun yolunda olmak anlamındadır. Bu anlamdaki sözcük deyim olarak Anadolu'da kendini İslam’a bağla­yan bir inanç kolunun adı olmuştur. Ali, İslam’ın Peygamberi Muhammet'in Amcası oğlu ve damadıdır. Muhammet'in en sevdiği kızı Fatima ile evlen­miştir. Peygamberin soyu (tek oğlu çocuk yaşta öldüğü için) Ali ile Fatma üzerinden yürümüştür
Alevilik ilke olarak Şiilikle aynı gözükür. Şiilik ise, Ali'nin yan­daşı olmak, Ali'yi tutmak anlamındadır. Şiilerle Aleviler ilke olarak, Peygamber Muhammet'ten sonra Ali'nin yanında yer almışlardır. Öbür ilk üç halifenin İslamı bozduğuna ina­nırlar.
Ancak bu iki inanç kolu arasında derin ayrılıklar vardır. Şiilik İran'da yayılmış ve resmi mezhep olmuştur. Bu mezheple Alevilik arasında Ali'yi sevmek ve Muhammet'ten sonra geldiğine inanılan 12 imamları sevmek bakımından ortak noktalar vardır. Kimi başka kü­çük benzerlikler de bulunur. Sözgelimi, tüm İslam inancında olanları kapsayap domuz eti yeme yasağı vardır. Şiilikte ve Alevilikte buna ek olarak, tavşan yeme bulunur. Bu yasak Yahudilikten Şiiliğe geçmiş, ora­dan Aleviliğe de girmiştir.
Gerçekte Şiilik ile Alevilik benzer gibi gözükmelerine karşın, ayrı kaynaklardan beslenirler. Şiilik Arap şovenizmine karşı bir Fars di­renişidir. Eski İran kültürün­den kaynaklanan bu inanç İslam’da Şiilik biçiminde bir mezhepte kendini bulur. Alevilik ise Arap şovenizmine karşı Anadolu kültürünün direnişidir. Bu kültür bü­yük ölçüde Orta Asya kökenlidir. Ancak, oluşumunu Anadolu'da sağlamıştır ve tüm Anadolu halklarının malıdır. Tüm bu konumu ile Alevilik evrensel­dir. Şoven ulusçuluğa kesinlikle karşıdır.

2. İslam kültürü doğrudan Arap kültürüne bağlıdır. İslam bilgin­lerince sürekli evrensel kültür olduğu savunulmasına karşın, kökende everensel de değildir. Peygamber Muhammet, Arap boylarını bir araya toplamış, bir Arap ulusu yaratmış­tır. Önasya kültür ve tarih birikimini, Arap ulusçuluğu ile birleştirmiştir. İslam ku­ralları olarak konulan ilkeler, Mekkelilerin ve özellikle Muhammet'in bağlı bulun­duğu Kureyşi ailesinin yararına kurallardır. Sözgelimi Kabe'nin kutsal sayılması ve ve burayı ziyaret, çok eski bir Arap geleneğidir. Putatapar döneminin tapınağıdır Kabe. Ama Muhammet bu geleneği kendi inancı içinde eritmiştir.
İslamlık özellikle Yahudilik ve Hıristiyanlıktan önemli, ölçüde etki­lenmiştir, Sözgelimi oruç, Yahudilikte de vardır. Muhammet Yahudi ve Hıristiyan Peygamberleri Tanrı'nın peygamberi sayar. Musa'yı da İsa'yı da, Tanrı insanları doğru yola gitsinler diye yolla­mıştır. Ancak insanlar onların buyruklarını yerine ge­tirmedikleri için Muhammet'i yollamıştır.
Tüm bu konumu ile İslam inancı Önasya din ve uygarlıklarının bir bileşimidir. Ayrıca Muhammet, çöl Arabını belli bir düzende tutabil­mek için günlük tapınım ge­tirmiştir. Bu en önemli biçimde Namaz adı verilen günlük beş vakit tapınımda ken­dini gösterir. İslam’ın temel ilkesi olarak ortaya çıkan beş ilke şunlardır:
1. Kelime-i şahadet
2. Namaz kılmak
3. Oruç tutmak
4. Zekat vermek
5. Hacce gitmek.
Bu ilkelerin tümü, cemaat toplumundan ulusa geçiş için gerekli ku­rallardır. Arap toplumu uyulması gerekli önemli kurallardır. Nitekim, bu kurallardan yola çıkan Arap toplumu Ortaçağda görkemli bir Arap uygarlığı yaratmıştır.
Ne var ki, bu ilke ve kurallar Türkler için kimi güçlükler getirmiş­tir. Daha önceki dinleri ile önemli çatışlara neden olmuştur. Bu ilke­ler daha çok yerleşik toplum dü­zeni için uygulanabilir. Oysa Türkler Müslümanlığı seçtiklerinde henüz yerleşik ya­şama geçmemişlerdir. Tek tanrılı dine de ulaşamamışlardır. Şamanlık denen eski dinleri yüzlerce yıllık doğaya tapınım dinidir. Arap toplumu için nasıl İslamlık ge­rekliyse, bozkırların yalnız atlısı Türk için de Şamanlık öylesine gereklidir. Sözgelimi, bozkır insanı için kadın erkek ayrımı yapılmaz. Kadınlarla erkeklerin bir arada bulunması bir zorunluktur. Oysa , İslam kimi katı kurallar geliştirmiştir. Bir erkeğin dört kadın­la evlenmesine de izin verir.
Böylesine bir ortamda İslam’ın yorumlanması gerekir. 12. Yüzyılda yaşadığı söylenen bir Türk ermişi çıkar. Bu şimdiki Kazakistan top­raklarında Yesi kentinde doğmuş Ahmet Yesevi'dir. Ahmet Yesevi İslamı Türkler için yorumlar. Arapçadan ve İslam’dan bir şey anla­mayan Türk halkına yalın Türkçe şiirleri ile Muhammet öğ­retisini su­nar. Ancak bu sunduğu öğretilerin çoğunluğu Eski Türk inançlarıdır. O inançlar şimdi İslam giysi giyinmiştir İşte, Aleviliğin doğuşu 12. yüzyılda Türkistan'da yaşamış Ahmet Yesevi'ye iner. Daha sonra Anadolu'da kurumlaşacak bu inacın ikinci büyük adı ise Hacı Bektaş Veli'dir. Alevi halkın inancına göre Ahmet Yesevi Peygamber Muhammet soyundandır. Türk halkına İslamı öğretsin diye kutsal bir buyruk ile Muhammet onu görevlendirmiştir. Gerçekten de Ahmet Yesevi bu görevi yerine getirir. Ancak bu Eski Türk yaşamını da İslamla birleştiren bir bileşimdir. Bu nokta halk mantığı işler. İslam'ın Emevilerce bozulduğu inancın­dan yola çıkan bu mantık gerçek İslam'ın Ahmet Yesevi öğretisinde gizli olduğuna bağlanır.
Ahmet Yesevi öğretisine göre, tapınımda kadın erkek ayrımı yapı­lamaz. Eski Türk inançlarından kaynaklanan Cem törenleri böylece ortaya çıkar. Cem, Aleviliğin en önemli kurumudur. Tüm Alevilerin bir araya geldikleri bu kurum, bir tapınım olduğunca, okul, yargı or­ganıdır. Kökeni İslamlık öncesine dayanan bu dinsel tören, günü­müzde Aleviler arasında tüm canlığı ile yaşamaktadır. Ancak, sem­boller değişmiştir. Törenin en önemli makamı Pir postudur. Eski Şamanın oturduğu bu katman, İslamlıktan sonra Ali soyuna ayrılmış­tır. Bir post üzerinde oturacak kişi, yalnız Peygamber soyu olabilir. Peygamber soyu ise Ali üzerinden yürümüştür. Ali, en güzel, en kut­sal motiferle süslenir. Ali yiğit, Ali adil, Ali gü­zeldir. Eski Türk kahramanlarının tüm özellikleri Ali'ye işlenir. O Ali ki, onun ege­menliğini Emeviler tanımamıştır!
Ali soyunun en yönettiği bu cem törenine kadın erkek çocuk tüm topluluk katılır. Burda, deyişler okunur, semahlar edilir, dualar ya­pılır, yenilir içilir. Günümüzde Anadolu'nun hemen birçok bölge­sinde kimi değişikliklerle bu dinsel tören Alevi halk arasında yerine getirilir. Bağlamalar çalanır, kimi bölgelerde yaşlıların sınırlı bi­çimde içki içilmesine de izin verilir. Ağıtlar okunur. Ali ve soyuna yapılan kötü­lükler anlatılıp ağlanır.
Büyük çocuk herkesin bulunduğu bu dinsel tören aynı zamanda kuşaktan kuşağa bir okuldur. Çünkü, Alevi dinsel törenlerini tüm toplumun bilmesi gerekir. Bu tö­renler on iki sayısı üzerine kurul­muş­tur. Bu yüzden bu törende on iki aşamalıdır. Dinsel törenin akı­şında görevli on iki kişi vardır. Her aşamayı bir kişi üstlenir ve yürü­tür. Dede denen pir ise, tüm dinsel törenin akışını yürütür.
Alevi törenlerinin en eski biçimi günümüzde Batı Anadolu'da ya­şayan Tahtacılar arasında yaşamaktadır. Tahtacı dinsel törenlerinde tapınım yalnızca şiirsel olarak yapılmaz, ayrıca canlandırılır. Ancak Anadolu Aleviliğinde on iki hizmet şiirsel ola­rak yerine getirilir. Bu on iki hizmetin de Ali ile onun soyu olan on iki kişiden kal­dığına inanılır.
Alevi inancını Sünnilikten ve Şiilikten ayıran en önemli kurum, cem adı verilen bu dinsel törendir. Cem yalnız Alevilere özgüdür. Yetişkin bir Alevinin bu törene katılabilmesi için bir başka Alevi ile inanç kardeşi olması gerekir. Yolkardeşliği ku­rumu Alevilikteki en önemli dayanışma kurumudur. Buna göre, her yetişkin Alevi erkeği­nin bir yolkardeşi olması gerekir. Yolkardeşi ile dünya ve ahiret kardeştir. Yolkardeşinin eşi öbür yolkardeşinin bacısıdır. Yolkardeşlerinden biri öldüğünde, öbürü onun eşini kardeş bilip koruyacaktır. Çocuklarına öz çocukları gibi bakacak­tır.
Alevi inacına göre Yolkardeşliği Ali ile Muhammet'ten kalmıştır. Onlar, yolkar­deşi olmuşlardır. Ancak gerçekte bu inanç da Orta Asya'dan kaynaklanır. Türkçenin en eski sözlüğü olan Divan-ü Lügat it Türk'te Sogutça "biste" sözü ge­çer. Bu esnaf kardeşliğini karşılar. Bir esnaf iflas ettiğinde, esnaf kardeşi ona yardım edecektir. Daha sonraları bu esnaf kardeşliği Anadolu'da Ahiler arasında yaşar. Ahilik Eski Anadolu'da esnaf örgütlenmesidir. Ahilikten bu Rum üzerine akın yapan savaşçı gazilere geçer. Savaşçı gaziler, kendileri savaşta öldüklerinde çocuklarına ve eşlerine bakacak bir kardeş örgü­tü kurarlar. Aynı örgüt Alevilikte yolkardeşliği biçiminde yaşar.
Cem töreni aynı zamanda bir yargı kurumudur. Toplum kurallarını bozan kişiler cemde yargılanır. Cemde kişinin tüm bir yıllık yaşa­mından sorumludur. Orda tüm suçlarını bağışlatması gerekir. Ağlattığı varsa güldürecektir, boşalttığı varsa doldu­racaktır. Tüm toplumun ve Ali'nin vekili dedenin önünde, suçlarını bir bir sayıp dökecektir.
Kimi suçlar, Alevilik toplumdan atılmayı da getirir. Bağışlanamaz. Adam öldür­mek, eşinden ayrılmak, zina bağışlanmayan suçlardır. Bir Alevinin eline diline be­line sahip olması gerekir. Buna göre, Alevi eli ile, cinsel yaşamı ile ve dili ile kim­seye zarar vermeyecektir. Bu üç yasağı bozan kişi suçlu sayılır. Ancak kimileri ba­ğışlanabilir, kimileri bağışlanmaz. Bağışlanmayan suçları yapan kimse tüm top­lum­dan atılmıştır. Onun köy yaşamı için çok önemli olan, malı mala katılmaz. Kimse selam vermez. Ancak çok zorunlu durumlarda ona yardım edilir.
Alevilik gerçek İslam’ın bu dinsel anlayış ve törende gizli olduğu­na inanır. Bu bakımdan İslam’ın (namaz, oruç, hac, zekat) biçimin­deki dört ilkesini değişik bi­çimde yorumlar. Bir Alevi için cem töreni halka namazıdır. Ali ile Muhammet'ten kalmıştır. Günlük beş kez na­maza gerek bulunmaz. Otuz günlük oruç da Kur'an'da kesin değildir. En doğrusu, on iki günlük oruçtur. Bu oruç, Peygamberin torunu Hüseyin'in öldürüldüğü günlerde tutulur. Zekat yerine ise doğrudan dede aracılığı ile yoksullara yardım edilir. Hac ise insanın içindedir. Kuru taşa tapınım, anlamsı­zıdır. Bu bakımdan bir Alevi şiiri şöyledir:

Hararet nardadır sacda değildir,
Hakikat baştadır taçta değildir
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs'te, Kabe'de, Hac'da değildir.

Alevi kendinde arar tüm gizemi. Bu eski Budist Manihaist inanç­larla birleşmiş gizemci anlayış, Alevi ozanlarının şiirlerinde işlenir. Bu bakımdan biçimciliğe kar­şıdır Alevilik. Kişinin bir yandan namaz kılıp öbür yandan iki yüzlülük yapmasını bağışlamaz. Kökü eski Türk inançlarından kaynaklanan Alevi İnançları, 13. yüzyılda Anadolu'da bir düzen kavgası ile bütünleşir ve bir Anadolu dini ola­rak kurumla­şır.

3. Her dinsel çatışmanın arkasında bir çıkar gizlidir. Alevilik için de bu kural ge­çerlidir. 1240 yılında Baba İlyas ayaklanması Anadolu'da Aleviliği derleyen en önemli çıkıştır. Bu ayaklanma kö­kende Anadolu'ya ilk gelen ve kentlere yerleşen Türklerle sonradan gelip göçebe yaşamını sürdüren Türkler arasındaki ekonomik savaş­tan kaynaklanır. O dönemde Anadolu'da Anadolu Selçuklu Devleti var­dır. Devleti Oğuz Türkleri kurmasına karşın, yerleşik devlet ol­ması ile birlikte devlet, kendini kuran göçebelerden uzaklaşır. Kentlerde tutunur. O dönemlerde Anadolu'nun nüfusu 7-8 milyon­dur. Orta Asya'dan Anadolu'ya Türkmen göçü sü­rer. Yeni gelen göçmenler kırlarda sürüleri ile yaşarlar. İslamlığı hem yeterince bil­mezler, hem de İslam’ın ilkelerini uygulamaları olanaksızdır. Bu aşa­mada ilk gelip kentlere köylere yerleşen Türklerle, sonradan gelen göçebeler arasın­da çıkar çatış­maları başlar. Göçebelerin sürüleri yerleşiklerin ekili topraklarını batırır. Birçok kez, göçebelerle yerle­şikler arasında ça­tışma çıkar. Devletin kolluk güçleri bunların arasına girer. Ama dev­let de yerleşik düzenden yanadır.Sonunda 1240 yı­lında tüm Anadolu' yu kapsayan büyük halk ayaklanması olur. Bu ayaklanmanın başı Amasya'da yaşayan bir Şaman dedesi olan Şeyh Baba İlyas'tır. Anadolu Aleviliği'nin en büyük piri sayılan Hacı Bektaş, onun beş bü­yük komutanından bi­ridir. Ancak bu ayaklanma Selçuklu güçlerince güçlükle bastırılmıştır. Ayaklanmaya katılanların tütü kılıçtan geçi­rilmiştir. Hacı Bektaş bu ayaklanmadan sağ kurtulur. Uzun süre giz­lenir. Sonra şimdiki Hacı Bektaş ilçesi olan Sulacakaraöyük'te ortaya çıkar. O dönemde Moğol yayılması gerçek­leşmiş, Anadolu yerle bir olmuştur.
Hacı Bektaş Moğol yayılmasının acısını halkın üzerinden silmek is­ter. Eski sa­vaşçı deneyimlerinden yararlanır, ama artık bir barış ve dostluk adamıdır. Halka basit yaşam kurallarını öğretir. Tuz nasıl çı­karılır, kerpiç nasıl dökülür, harman nasıl kurulur gibi gerekli ya­şam bilgileridir bunlar. Ayrıca eski Türk geleneklerini de İslami bilgi gibi sunar. Kendisinin Ahmet Yesevi'nin torunu olduğuna inanılır. Alevi inancında onun bir ayaklanmanın komutanı olduğu bilinmez. Zaten kendisi de unutturmak istemiştir bu yanını. Kurulu düzenle ça­tışmak yerine, kurulu düzeni dü­zeltmeyi yeğlemiştir. Ve 13. yüzyıl sonların­da Hacı Bektaş ölür. Hacı Bektaş öldü­ğünde Osmanlı Devleti henüz kurulmamıştır.
Osmanlı Devletinin kurucuları da büyük olasılıkla Müslüman değil­lerdir. Şamanlığa inanırlar. Bütün söylenceler bu kanıyı doğrular. Nitekim Osman Beyin adı Yunan kaynaklarında Ataman, atman biçi­minde geçer. Ayrıca bütün kardeşleri­nin adı Türkçedir. Osmanlı devleti Anadolu'da kurulmuş ek küçük Türk beyliğidir. Bu Beylik Alevilere yaslanarak büyür ve gelişir. Ancak, Osmanlı devleti İstanbul'u aldık­tan sonra Alevilerden uzaklaşır. Yeniden yerleşik dü­zenden yana olan yönetim topluma egemen olur. Devlet düzeni olarak Bizans'ın kurumlarını benimser.
Sünni öğreti medreselerde öğretilmeye başlanır. Göçebe Türkmenin yaşamı gide­rek güçleşir. Devlet yeniden Türkmen inancını sapık bir inanç olarak görmeye baş­lar. İmparatorluğun bütün yükü yeniden Anadolu Türkmeninin üstüne biner. Böyle bir ortamda devletin atlı askerleri olan sipahiler dirlikleri kısıtlandığında Alevileri kışkırtırar. Alevilerle birlikte ayaklanacaklarını söylerler. Gerçekten Ayaklanma başlar. Ancak, Osmanlı devleti hep sipahilerle anlaşır, onların istek­lerini yerine ge­tirir ve Alevi kıyımı yapar. Osmanlı devleti içinde tüm Alevi ayaklanmalarının arka­sında yeni bir toplum düzeni arayışı ya­tar.16. Yüzyılda Osmanlı Devleti Alevilerin bir bölümünü susturmayı başarır. Bunlar Bektaşilerdir. Hacı Bektaş Tekkesine bağlı olan Bektaşiler, uzun süre devletle çatışmaya girişmezler. Devletle uzlaşmaya girmeyen kesim ise Kızılbaş Alevilerdir. Kızılbaşlar bir türlü teslim olmazlar. Sürekli ayaklanmaları ile Doğu Anadolu'da devleti güç duruma sokarlar. Ancak 1826'da Yeniçeri ocağının kanlı biçimde kapatılması ile Bektaşilik de Osmanlıdan uzaklaşır. Alevilik içinde Bektaşilerle Kızılbaşlar arasında yakınlaşma doğar. Osmanlı Devletinin batış yıllarnıda aydınlar arasında yeni arayışlar başlar. Özellikle yönetimdeki İttihat ve Terakki Partisi, Türk kültürüne yönelir. Böylece Osmanlı aydını ilk kez Aleviliği daha yakından tanır. Ziya Gökalp kitaplarında Eski Türk inançları ile Alevilik arasındaki koşutluklar üzerinde durur.
Atatürk Kurtuluş savaşına başlarken Hacı Bektaşa gider. Bektaşi dedesinden destek sözü alır. Anadolu'nun çeşitli yerlerinden Aleviler Atatürk'e yardım ederler. Kurtuluş savaşı başarı ile bitince, Atatürk laik devlet yönetimini benimser. Sünni devlet ideolojisinden uzaklaşır.Devletin bu yapısı 1946'ya dek sürer. Çok partili dönemde oy kaygısı ile sürekli geriye dönüşler başlar. Alevilik ile sürekli devletten uzaklaşır.
Böylece Alevilik Sünni Müslümanlıktan dünya görüşü, tapınımı ile kesin çizgi­leri ile ayrılır. Alevilik tarih boyunca devlet dini olmamış­tır. Bu bakımdan devlet dini olmayı sevmez. Tapınımını gizli yapar. Kadını dinsel törenin dışına itmez. Tapınımda bağlama bulunur. Tapınım dili Türkçedir. Sözlü öğretiyi ön planda tutar. Şiir en önemli öğreti aracıdır. Eski Önasya dinlerinin birçok ögesini yapısında ko­rur. Hoşgörülüdür. Kimseyi inancından dolayı suçlamaz. Çağdaş anlamda laik bir toplum düzenini savunur. Aleviliğin Atatürk ve cum­huriyet devrimlerine sıkı bağlı­lığı burdan gelir. Atatürk laik devlet düzeni ile hoşgörülü bir yaşam getirmek iste­miştir.
1950'lere dek kırsal kesimde yerleşmiş olan Aleviler bu tarihten sonra kentlere göçerler. 60'larda yavaş yavaş kentlerin gecekondula­rını mahallelerini doldururlar. Bilinçli biçimde eğitime yönelirler. 70'li yıllarda eğitilmiş bir kuşak doğar. Önemli katmanlarda Aleviler söz sahibi olmaya başlar. Giderek güçlenip bir mal birikimi yaparlar. 1950'den sonra devletin giderek laik devlet çizgisinden uzaklaşması ile Alevilikle devlet arasındaki sıcaklık bozulur. Bunu Ekonomik çı­kar çatışması izler. 1970-1990 arasında Aleviler sürekli sol partileri desteklerler. Ancak Sovyetler Birliğinin çökmesi ve Türkiye'de şe­riatçı güçlerin iktidara yönelmesi ile sol ilkeler yerini yeniden dinsel sözlere bırakırlar. Alevilik kendisini laik çizgiye oturtur ve Sünni devlet ideolojisi ile çatışmanın içinde bulur. 1995 yazındaki konum budur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder