Yayında Olan Eserlerim

16 Eylül 2017 Cumartesi

Yalıncak Ocağı



İnanç, bilginin bittiği yerde başlayan kişioğlunun umutlu düşüdür. Bu düşler renklidir, semboller canlıdır. İnançlar konusunda çalışan araştırmacılar, bilimsellikten elini kesmeden yol almaya çalışırlar.
     Türkleşen Anadolu'nun geçmişinde inancın kurumlaşmış biçimlerinden biri de ocaklardır. İslam görünümünde uyarlanmış doğaya ve atalara tapınımın sürdüğü kurumlardır bunlar. Bu yeni toprakların pek çok yerine yayılmış ocakların toplumsal işlevi açısından incelenmesi önem taşır.
     Yalıncak Ocağı, söylencesel geçmişi ve işlevi ile Anadolu'nun yaygın ocaklardan biridir. Sivas'ın 86 km doğusunda Hafik'e bağlı bir köy. Sivas'tan çıkıp Karayün, Celali- Aydoğdu, Belikaya köylerini aştıktan sonra geliyor. Türbe, köyün sağına düşen bir düzlükte yer alıyor.
     Yalıncak bakımsız bir anıt mezar konumunda. İki kez iç içe taş duvarlarla çevrilmiş. Dıştan çeviren dörtgeni andıran duvar iyisinden çökmüş. Büyük olasılıkla bir yapı kalıntısı. İçteki duvar sekizgen bir alanı çeviriyor. Bu alanda iki mezar yer alıyor. İki mezardan biri Yalıncak Baba'nın sayılıyor. 25-30 m. uzakta ikinci bir mezar var. O ise Seyit İsmail Dede'nin. Ağuçanlı Seyit İsmail Dede'nin mezarı üstünde 1300 tarihi kazılı. Söylendiğine göre, mezar 70-80 yıl önce yapılmış. Ermeni ustaların elinden çıkmış. Mezarın bir yüzünü, bir at motifi, bir çam ve dört kadeh süslüyor. İkinci yüzünde iki keçi çizimi yer alıyor. Mezarın başına yeşil başlık sarılmış.
     Hemen yanında ise Aziz Dede yatıyor. Aziz Dede, İsmail Dede'nin oğlu. Mezarın üstünde 1933 tarihi bulunuyor. Aziz Bey'in Dersim ayaklanmasına katıldığı söyleniyor. Bu durumda mezarın üzerindeki 1933 yılı ölüm yılını yansıtmıyor. İkisinin de mezarı motifli.
     Sekizgen duvarla çevrili iki önemli mezarın biraz uzağında asıl mezarlık uzanıyor. Bu mezarlık ile Yalıncak Ocağı'nı bir yol ayırıyor. Hemen karşıda Yalıncak Ocağı bulunuyor. Yalıncak Ocağı'nın soyu bu geleneksel köy evinde yaşıyor. Bir dizi çocuk ve genç adam bozkır sessizliğinde tekdüze günlerini geçiriyorlar. 1964 doğumlu Mahmut Yalıncakoğlu ocağın son dedesi sayılıyor. 1993'te babasının ölümü üzerine posta oturmuş. Geleneğe göre bu genç adambaba ocağını tüttürmek uğruna kendini feda etmiş. Baba Hüseyin Fevzi Bey 1939-1993 yılları arasında yaşamış. Ocağın en özgün kişisi 92 yaşındaki "ebe". Mahmut Yalıncakoğlu'nun baba annesi. Yıllar yüzünde derin çizgiler oluşturmuş. Beli eğilmiş, boyu gittikçe küçülmüş. Başında beyaz üstüne kırmızı nakışlı fes, üzerinde uzun, üstte yelek. Belini sımsıkı bağlamış. Bir çağa uzanan yaşam koşusunun son günlerini yaşadığının bilincinde. Pırıl pırıl Türkçe konuşuyor. Belleğinden ve bilincinden en küçük birşey ytirmemiş.          Ama yine de yaşam güzel. Özellikle yaşam yaşadıkça tat kazanıyor. Tıpkı yıllanmış şarap gibi. Gençlerdeki yaşamlarını umursamaz tavrı yaşlılarda görmek olanaksız. Yaşlandıkça yıllara karşı direnç artıyor gibi.
     İsmail Dede 1800'lerde Dersim'den gelmiş. Aşağıdaki Yalıncak köyüne yerleşmiş. O yıllarda yalnız Yalıncak ocağı var. Sonra Yalıncak ocağı ile Ağuçan ocağı arasında kız alışverisi ile bir kan bağı kurulacak. İki soyağacı birlikte yürüyecek.
     19. yüzyıl, belki de daha önce Hafik toprakları bomboş. Yine bir halk devinimi başlıyor. Dersimde'ki kimi aşiretler Sivas yöresine doğru kayıyorlar. Boylar, oymaklar bu çevrede kendilerine yerleşim alanı arıyorlar. Bir oymak şimdiki adı Yalıncak olan aşağıdaki obaya yerleşiyor. 19. yüzyıldan günümüze değin uzanacak insan soyunun geçmişi başlıyor.
     Yalıncak hem tekke hem köy. Tekke köyün üstündeki bir düzlükte yer alıyor. Köy ise o düzlüğün altındaki yamaca kurulmuş. Daha aşağıda bir vadi uzanıyor. Anadolu'nun yorgun toprakları. Köyde kışları 20 ocak tütüyor. Yazın ise 30-35 eve ulaşıyor. Yaz ile kış oturanlarının sayısı gün geçtiçk değişken uçlara tırmanıyor. Tüm Anadolu'nun yazgısı, şimdi Yalıncağı da kucaklamış durumda. Şöyle 150-200 metre uzaktan köyü seyrediyorum. Kapı önlerinde basma yığınları. Basma tezeğin ayak altında kalıp çiğnenme ile oluşmuş bir türü. Söğüt ve kavak ağaçları tüm yeşilliği oluşturuyor. Küçük bostanları bozkır güneşi aydınlatıyor. Bir temmuz öğle sonrasının güneş aydınlığını yaşıyoruz. Yorgun dağlarda ekili topraklar parmakla sayılacak ölçüde az. Köy evlerinin kimileri çatılı artık. Ama yıkık ev sayısı yapılı, kullanılan evlerden çok. Kapı önlerinde tek tük İstanbul, Ankara ve Almanya plakalı arabalar hazin bir görüntü veriyor. Bu toprağa bağlı insanlar, yaz aylarında geçmişlerini arıyorlar. Yol boyu tüm köylerde bu üzüntülü görüntüleri izleyeceğim. Hele Süleymaniye köyü içimi ürpertecek. Köyde tümü üç ev kalmış. Yağmurun etkisiyle kerpiç duvarlar eriyip gitmiş. Yalnız taş dış duvarların döküntüleri ayakta durmaya çalışıyor. Bol bol "peğ" denen ev yerleri. Eskiden böyle yıkıntılar tuvalet yerine kullanılırdı. Şimdi tuvalet yapılmış. Elektrik de var. Televizyon her evi süslüyor. Radyo çoktan unutulmuş. Söğüt ağaçlarının diplerindeki o eski yoğun söyleşiler ise tümden silinip gitmiş. Kıranta pos bıyıklı köylüler, kasketli yaşlılar, bir elinde baston, başında fotr şapkalı ağa görüntüleri yalnız filmlerde kalmış. Gözlerim bu topraklara sahip çıkacak ağaları arıyor şimdi. Yol sormak için Süleymaniye köyü önünde duruyoruz. Bir Murat arabanın yanında bir kağnı duruyor. Tekerleğin öyküsünü izliyoruz. Evrimini yapamamış, pelit üzerine demir çember geçirilmiş kağnı tekeri ile, evrimini tamamlamış, otomobil tekeri. Birinde demir dışta öbüründe içte. İki bin yıllık taşıma aracı ile son model motorlu araç yan yana garip bir görüntü sunuyor. Birkaç yıl önce Japon bilimadamları Anadolu'dan bir kağnıyı müzeye koymak üzere satınalıp götürmüşlerdi. Çocukluğumda ise Sivas'ta kağnı yapan dülger sayısı, araba onarımcısından kat kat fazlaydı.
     Hollandalı Türkolog Prof.Dr. Frederich de Jong ve eşi ile bu Temmuz gününde ocağın konuğuyuz. Bu değişik gezginler, ziyaretçi değil, konuktur. Sözcüklerdeki anlam ayrımı burda gizli. Ziyaretçi ocağın kutsallığına inanıp gelmiş inançlı kişi, oysa konuk gezip görmeye gelmiş. Biz de gezip göreceğiz. Ve sonra bu gözlemlerimizi bir iki dergide yansıtacağız. Prof. Dr. de Jong, alanla ilgili az basılan İngilizce bir dergide yazacak. Ben ise aynı konuyu Türkçe bir dergide anlatacağım. İkimiz de birbirimizin ne yazdığını bilmeden aynı olayı anlatacağız. Ve sonuçta hiç birbirine benzemeyen iki yazı çıkacak. Tıpkı Ressam Ludwig Richter'in gençliğinde üç arkadaşı ile belli bir görüntüyü görüntüleme işlemine girişmesi gibi. Dört arkadaş, doğadan kılpayı ayrılmamaya söz verecek. Aynı görüntüyü tüm gördüklerine tam bağlı kalarak yansıtacaklar. Sonuçta dört ressamın kişilikleri kadar birbirinden apayrı dört resim ortaya çıkacak.
     Zaman öğleden sonra, ikindi. Bozkırda yalnız sinek ve böcek sesleri. Kimileyin uzaktan bir ses yankılanıp susuyor. Prof. Dr. de Jong ile eşi İnci -gerçek adı İngeborg'dur- evin önündeki kavakların gölgesine oturmuşlar. Saygın mezarları görüntülemişiz. Şimdi işin söyleşi kesimindeyiz. Soğuk yayık ayranlarımızı yudumlayacağız. İşi bitirmiş olmanın mutluluğu içinde sorular soracağız. Yalıncak ocağının bireylerini tanıyacağız. Kalabalık aile bireyleri arasında dikkat çeken biri var: Sevim Yalıncakoğlu, bu yıl liseyi bitirmiş ve üniversite seçme sınavlarına girmiş. Mahmut'un kardeşi oluyor.
     Ocakta özgün bir belge, soykütüğü yok. Her ocakta bulunan soykütüğü, gittikçe dağılan ocağın bir bölümünün elinde kalmış. Efsanevi soykütüğü ise 13. yüzyıla uzanıyor. Tekkenin son dedesi Mahmut Yalıncakoğlu 13. göbekten Yalıncak ocağının torunu oluyor. Yalıncak Sultan'ın söylencesel konumu ise şöyle:
     Yalıncak Sultan'ın gerçek adı Seyit Muhammet Nuri'dir. Hacı Bektaş Veli'nin beşinci halifesi olur. Post sahibi ulu bir kişidir. Hacı Bektaş'ın çerağcılığını üstlenmiştir. 13. yüzyılda Moğol yayılmasının ardından Anadolu'da düzen alt üst olmuştur. Avrupa'yı Çin'e bağlayan İpek Yolu şu yalnız ve yorgun mezarların yanından geçen dar, köy yoludur. Yolun bu bölümü sürekli kesilir. Eşkıyaların saldırısına uğrar. Kervancılar yol güvenliğini sağlaması için Anadolu Selçuklu Sultanından yardım isterler. Sultan yol güvenliğini sağlaması amacıyla Rükneddin'i görevlendirir. Rükneddin askerleri ile bölgeyi eşkıyalardan arındırmak ister. Ne ki, bir iki çatışmanın ardından tuzağa düşer, öldürülür. Bu kez halk Hacı Bektaş'tan yardım ister. Hacı Bektaş Yalıncak'ı görevlendirir. Yalıncak Sultan kırk yiğidi ile bu topraklara gelir. Kendisine halktan 300 gönüllü katılır. Eşkıyaya karşı amansız bir savaşıma girişir. Bir çatışma sırasında pabucu biraz ilerdeki gözede kalır. Kendisi de çarpışmada ölür. Yalıncak'ın kızı Gönül Hanım, Hubuyar ile evlenir. Soy, oğul Seyit Muhammet Nuri ile sürer. Günümüzde biraz ilerdeki gözeye "Pabuçluk" adı verilmesi böyle bir söylenceye dayanır. Şimdilerde gözeden koç vurlması gibi "güm, güm" sesi gelir.
     Mahmut Yalıncakoğlu'nun tuttuğu notlara göre soykütüğü şöyle:

Yalıncak
Seyid Muhammet Nuri            Gönül Hanım (Hubuyar ocağı)
Ahmet Nuri
Yalıncak Mehmet Nuri
Mustafa Nuri
Muhammet Nuri
Hacı Ahmet Nuri
Mehmet Emin Dede
Şeyh Ahmet Nuri
Kara Mahmut
Yalıncak Halil Ağa
Kanber Dede
Yusuf
Pirebi Sultan (Hacı Bektaş'ın 5 halifesi, Çerağcı)
Seyit Ali Ağa
İbrahim
İsmail
Mahmut Efendi
Hamza Efendi
Mehmet Dede
Hüseyin Fevzi (1939-1993) + Eşi Ağuçanlı Karadonlu Canbaba
Mahmut Yalıncakoğlu (1964 doğumlu)

     Yalıncak ocağını geziyoruz. Evin ocağı önünde Prof.Dr. de Jong bir görüntümü alıyor. Tezekle işleyen ocağın, giderek işlevi azalmış. Artık ocakgaz da girmiş Yalıncak ocağına. Bu geleneksel ocak, yufka pişirmek, büyük yemekler yapmak için kullanılır olmuş. Bir süre sonra tüm işlevini yitireceğe benzer.
     Ocağın asıl oturma odasına giriyorum. Baş köşede "Taht-ı Muhammet" adı verilen bir yüksek oturma yeri bulunuyor. Duvarlarda resimler asılı. Bir iki yaşlı Bektaşi babası, Atatürk, onun yanında Hz. Ali'nin resmi. Halılar, resimli duvar halıları. Duvar halılarının tümü yakın dönemlerden. Almancıların getirdikleri bağışlar. Musa, İsa ile süslü makina halıları.
     Örneğini gördüğümüz gibi, her ocak bir umut ışığı olarak doğmuştur Anadolu insanının yüreğinde. Doğaya, yazgıya, devlete karşı inanç gülleridir. Toplumun düşleri, umutları yankılanmıştır buralarda.
     Yirmibirinci yüzyılın eşiğinde de ocaklar ülkemizde işlevini sürdürmeye çalışıyorlar. Çağa uyum gösterme çabasına ve bilim-tekniğe ters düşmeme kaygısına karşın, ne kadar sürdürebilecekler bu koşuyu, belli değil.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder