Doğu ile Batı toplumları yaşamı ve yaşamı duraklarını
algılayış açısından ayrılır. Kökende doğumla başlayan yaşam süreci, doğal
ortamın dayattığı koşullara göre biçimlenir. Geçmişten günümüze bu sürecin kimi
kesitleri toplumlarda değişik algılamalara neden olur.
İnsan
yaşamının konumu açısında toplumumuzda üç evrenin izleri ve özellikleri
bulunur:, Göçebe yaşam dönemi, Geleneksel Aile Dönemi, Çekirdek aile dönemi.
Genel anlamda
göçebe yaşam döneminde şu özellikler saptanır : Göçebenin yaşamında çocuk
ile yaşlının konumu birdir. Her ikisi de taşınması, özenle korunması gereken
kesimlerdir. Göç koşulları ise ağırdır. Bir yerden başka bir yere göçülürken
gerekli birkaç eşya taşınabilir. Bir anne ancak bir çocuğunu gözetebilecek
durumdadır. Bu bakımdan, ikinci bir çocuğun bile göç koşullarında taşınması
olanaksızdır. Göçebelerde çocuk göç süresince obaya ayakbağı olmayacak ölçüden
yürümeye başlamadan ikinci bir çocuk sahibi olma göze alınmaz. Bir anne yaklaşık
dört yılda bir çocuk sahibi olabilir. Böylesine zor koşullarda büyüyüyebilen
bir çocuğun yitimi, anne için de oba için de dört yılın yitimidir.
Yaşlının konumu
da çocuğun konumunu andırır. Yeterince hızılı yürüyemeyen bakıma gereksinim
duyan yaşlı göçün hareket olanağını yavaşlatır. Oba, çocuk ve yaşlı arasında
seçime zorlanır. Yaşlı toplumun geçmişi, cocuk geleceğidir. Toplumun seçimi
doğal olarak gelecekten yani çocuktan yana olur. Bu yüzden göçebe toplumlarda
göçü yavaşlatan yaşlının göçün ardında bırakılması olağan yaşantı kesitidir.
Canlılarda
olağan yaşam süreci, yeni tür örneklerin yaşama katılışı ile sürer. Canlı
soyunu ancak bu yöntemle yaşatabilir. Tüm canlılarda olduğu gibi insan soyu
yeni kuşak aracılığı yaşam sürecinde ayakta kalır. Birey oba için vardır,
obanın varlığı tehdit altına girdiğinde bireyin yaşamı önemini yitirir.
Yaşlılık
bireyin üretimden düşmesi toplum gücü ile yaşamını sürdürme evresidir.
Özellikle göçebe toplumlarda yaşlılık evresi toplumu zorlayan bir süreçtir.
Türkçede ‘dizden düşme’ deyimi ile karşılanan yürüyememe, evresi, kişinin
topluma yük olduğu bir dönemdir. «İnsan yükü ağırdır» atasözü bu durumu
yansıtır. Göçebe yaşam koşullarında kişi, göç koşullarına ayak uydurabildiği
sürece kervanda yer alabilir. Bu nedenle yerleşiklere ürpertici gelen yaşlıyı
ölüme bırakma göçebe koşullarının zorunlu bir gereğidir.
Dünyanın pek
çok yerinde, tüm göçebe toplumlarda izlenen bu kural Türklerde de vardır.
Değişik dönemlerden öykü ve anı kırıntılarında Türklerde yaşlıyı ölüme bırakma geleneğinin
izleri ile karşılaşılır.
İbn Fazlan’da
daha somut bir tümce geçer : Fadlan’a göre, Oğuzlardan biri hastalanınca,
o kimsenin cariyeleri ve köleleri kendisine hizmet ederler. Ev halkı, dışında
kimse ona yaklaşamaz. Çadır evlerinden uzakta, ona bir çadır kurarlar. Ölünceye
ya da iyi oluncaya değin onu çadırda bırakırlar. O kimse yoksul ya da köle ise
onu alana atıp giderler.[1]
Fadlan, yalnız
bey, varsıl hastalar için çadır kurup bakıldığını, yoksul ve kölelerin
bırakılıp gidildiğini açıkça vurgular.
Son yıllarda
yapılan araştırma ve derlemelerde, Türklerde yaşlıların ölüme bırakıldığı iyice
belirgindir. Sözgelimi Türkmenler anlatısı Göroğlu Destanı’nda ilgi çekici bir
olay yer alır.
Tayının
kaçmasına neden olduğu için, Köroğlu dedesine öfkelenir. İçinden onu öldürmek
geçer. O anda eskilerden duyduğıu bir töre aklına gelir. Bu töreye göre eski
çağda bir kişi yaşlanınca, evdekiler onu dağa bırakıp gelirler. Köroğlu bunu
ilk duyduğunda yaşlıların neden dağa bırakıldıklarına şaşırdığını düşünür. O an
bu gerekliğine inanır. Dedesini öldüürmeyi kurar. «Şimdi ben bunu sırtıma alıp,
dağa bırakmak için zahmet etmeyeyim., boğup öldüreyim».diye içinden geçirir.
Gidip dedesinin yakasına yapışır. Onu öldürmeye kalkar. Dedesinin tayını nasıl
geri bulacağını anlatması üzerine bu düşüncesinden vazgeçer. [2]
Türkmenistan’da
anlatılan bu öykü yanında, Anadolu’dan derlenen halk anlatılarında da yaşlıyı
ölüme bırakma geleneğinin izleri ile karşılaşılır. Ahmet Caferoğlu Kayseri
İncesu’ya bağlı Kızılören köyünden derlediği masalda böyle bir olay anlatılır.
Masalda bir
zamanlar bir padişah herkesin kendi öz babasını kesmesini buyurur. Her kim bu
buyrumu yerine getirmezse onun başı kesilecektir. Bu buyruma uyan herkes
babasını öldürür. Sonra başka bir padişah gelir o da altmış yaşında bir manda,
kırk yaşında bir kurt bulunmasını buyurur.
Bu buyrumu
kimse yerine getiremez. Bir kişi kıyımdan saklayarak kurtardığı babasının
yanına gider. Padişahın buyruğunu söylerler. Biz bunu bulamıyoruz der.’ Adam‚ Bundan
kolay ne var? Altmış yaşında manda diye bizim gibi yaşlılarara, yirmi yaşında
kurt diye, senin gibi delikanlılara derler.’ Der. Bu kişi gidip padişaha bunu
söyler. Padişah ‚Sen bunu önce niye söylemedin? Sen bunu kimden duydun?’diye
sorar O kişi ‚yirmi yıldan beri babamı yer altında saklıyordum. O bana söyledi.
Ben bu akılı babamdan aldım’ der. Adam padişahtan bin lira ödül alır.”[3]
Başka bir
öyküde böyle bir olay, Timur’un Sivas’ı fethi döneminde geçer.
Eskiden, elden
ayaktan işten düşen yaşlıları götürür, bir çukura koyuverirler. Yaşlılar orada
ölür. Zamanın birinde bir oğlu babasını yüklenir çukura götürür. Yolda giderken
yorulur, dinlenmek için oradaki konağa otururlar. O zaman babası oğluna: ‚Demek
herkes burada dinleniyor. Ben de babamı götürürken burada dinlenmiştim’ der. Bunun
üzerine oğlu: “Yarın ben de böyle yaşlanınca evlatlarım beni de buraya
getirecekler” diye düşünür. Babasını yüklenip geri getirir. Bu olaydan sonra
yaşlıları oraya götürmez olurlar. İşte o zamanlar yaşlıların götürüldüğü o yere
günümüzde “Gocalar çukuru” derler.[4]
Yukarıdaki
öykülerde yaşlılar çukuruna bırakılan kişiler erkek olmalarına karşın, halk
anlatılarında yaşlı kadınlarıların da bu çukurlara götürüldüğüne örnekler
bulunur. Günümüzde canlı tanıklar eski kuşaklardan işittikleri söylentileri
anlatırlar.
Buna göre
eskiden yaşlıyı yüklenip Kocalarçukuruna götürüp koyarlar. Kış günü olursa bir
iki gün gibi kısa bir sürede yaşlı ölür kalır. Bir gün, bir kız babasını
sırtına alır Kocalar çokuruna doğru yola çıkar. Erikli Konak’a konarlar. Yaşlı
orada: Aaah, ben de rahmetli anamı götürüken burada koduydum da ağlaştıydık
der. Kızı da :“Yaa, demek ananı sen de mi götürdüydün? Diye sorar. “Yıkılsın
böyle töre der. Dönüp gelirler Ondan sonra bu gelenekten vazgeçerler, mezara
gömmeyi gelenek edinirler.[5]
Anlatılarda
yaşlının kocalar çukurunu bırakılma ortam ve koşulları belirtilir. Buna göre en
önemli zorunluk yaşlının güçten düşmesidir. Yaşı çok kez doksan yüze dayanır.
Yürüyemez, kendi gereksinimi kendi sağlayamaz duruma gelir. Toplumda bir işlevi
kalmamıştır. Bundan sonra doğal yazgı yerine getirilir. Yaşlı oğul ya da kızı
tarafından ölümü beklemeye götürülür. Yaşlının aynı şeyin kendisin de başına
ileride geleceği biçimindeki uyarısı üzerine oğlu ya da kızı babasını ölüme
terk etmekten vaz geçer. Bunun sonucu yaşlıların öldürülmesi geleneği terk
edilir.[6]
Anlatılarda
geleneğin bırakılma nedenleri belirtilerek ders çıkarılır. Geleneğin
bırakılmasına en önemli neden, bir gün aynı olayı götüren kişinin de yaşayacağı
korkusudur. Öykülerin çoğunda bu ders vurgulanır. İkinci önemli neden ise
yaşlının yaşam deneyimi ve bilgi birikiminden yararlanma gereksinimidir.
“Yaşlılar fiziksel olarak bitmimiş olabilirler, ama onların bilgilerinden
yararlanmak gerekir“ biçiminde bir düşünce dile getirlir.
Anadolu’da
yaşlıyı ölüme bırakma geleneği yakın zamana değin Yörükler arasında sürmüştür.
Göçebe yaşamı son yıllara dek sürdüren Yörükler, bunun gerekleri yerine
getirmek zorunda kalmışlardır.
Çünkü bozkırın
kendine özgü yasaları vardır. Yaban hayvanı ve bitkilerle geçinen toplumun
üyesi bir anne, bir yerden başka bir yere göçülürken birkaç eşyasının yanı sıra
ancak tek bir çocuk taşıyabilir. Çocuğu göç sırasında kabileye ayakbağı
olmayacak ölçüde hızlı yürümeye başlamadan ikincibir çocuk sahib, olmayı göze
alamaz. Uygulamada yaban hayvaanı ve bitkilerle geçinen göçebe bir toplumda
doğumların arası –süt üretimi nedeniyle adetten kesilme, cinsel ilişkiden
kaçınma, çocuk öldürme, çocuk düşürme gibi yollarla- dört yılı bulur.[7]İnsan soyunu sürdürebilmek için gerektiğinde yaşlıyı
ölüme bırakır, çocuğunu yaşatır. Bu
özellikle göçebe yaşam koşullarının yarattığı bir dayatmadır. Göçebe yaşam
döneminde yaşlı ve çocuk aileden çok obanın sorumluğu altndadır. Oba gelecekle
geçmiş arasındaki ikilemde geleceğini seçer.
Bunun tam
karşıtı, yerleşik insanların göç etmek ve küçük çocukları taşımak gibi sorunları
olmadığı için onlar da besleyebilecekleri kadar çocuk yapıp bakabilirler. Çiftçi
toplumlarda doğumların arası iki yıl kadardır ; avcı/ yiyeccek toplumlardakinin
yarısı kadar. Yiyecek üretenlerdeki yüksek doğum oranı, dönüm başına
doyurabilecekleri insan sayısının yüksekliğiyle birleştiği zaman, onların avcı/
yiyecek toplayıcılara göre daha yüksek nüfus yoğunluğuna ulaşmalarına olanak
sağlar. Bu toplumların yerleşik dönemidir.
Oba gelecekle
geçmiş arasındaki ikilemde geleceğini seçer. Anadolu insanı için de sözkonusu
kural geçerli olmuş, yaşlıyı ölüme bırakma geleneği uzun süre egemenliğini
sürdürmüştür.
Toplum yapımızdaki ikinci evre geleneksel aile dönemidir.
Türkiye’de altmışlı yıllara dek süren bu ailenin
başat özelliklerinden biri kalabalık aile bireylerinden oluşmasıdır. Otoriter
özellikler gösteren bu aile biçiminde aile büyüğünün, ana babanın egemenliği
sınırsızdır Dıştan bakışta bir kaleyi andırır. Orta yaşlı bir adam bile
babasının yanında sigara içemez, içki içemez, ayak ayak üstüne atamaz. Genelde
büyük baba ailenin mutlak egemenidir.
Dıştan kale gibi sağlam gözükmesine karşın, bu tür
aileler, içte birbiri ile didişen kan bağı ile örülü bireylerden oluşur. Göçebe yaşam koşullarına
bağlı zorunluklardan doğan birtakım töreler bırakılmıştır. Bunların başında
yaşlıyı ölüme bırakma geleneği gelir. Bu tür bir töre utanca dönüşmüştür.
Ailede yaşlıya sevgi ve saygı ilkesi benimsenmiştir. Ne var ki, yaşlı gücünü
yitirdiği an saygı, sevgi dışa karşı göstemelik olarak uygulanan bir
kurala dönüşür. Yaşlı itilip kakılan, başkalarının eline bakan güçsüz birey
durumuna düşer. Buna bilinçaltından taşınan yaşlının geçmişte yaptığı olumsuz
davranışlar eklenince, kin daha derinleşir.
Böylece dıuştan kale görünümündeki ailede içte göçebe
dönemin yaşlıyı ölüme bırakma geleneğinin izleri değişik biçimlerde. sürer.
Bunun özgün örneklerinden biri «Rahat döşeği» geleneğidir.
Bu geleneğin canlı bir örneği 1
Kasım 2009’da İstanbul’da yaşanmıştır. Türkiye, televizyondan yansıyan bir
haberle sarsıldı. İstanbul Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesinde kan kanseri tedavisi
gören 22 yaşındaki Meryem Topçu’nun solunum aygıtının fişini, ailesi çekerek
ölümüne neden olmuştur. Bu işlemi yapanlar Meryem Topçu’nu en yakınlarıdır.
Basın olayın üzerine gidince aile böyle bir şey yapılmadığını söyler olayın
kaza ile olduğunu ileri sürer ama Anadolu’daki “rahat döşeği” geleneğini
bilenler için bunun yadırganacak bir yanı yoktu[8].
Olay Anadolu’da yaygın olarak süren “Rahat döşeği” geleneğine dayanır. Bu
geleneğe göre ölümcül ağır hastalar, görkemli bir yün yatakta son yolculuğa
hazırlanır. Yatak temiz ve bakımlıdır. Hastaya saygı içinde son görevler yerine
getirilir. Özellikle son bir kez su verme önemli bir görev sayılır. Hastanın
baygınlık gibi bir, bitkinlik anında, başından yastık çekilir, kolayca ölümü
sağlanır.
Bu gelenek Anadolu’da hemen her
yörede egemen olan bir yaşam gerçeğidir. Anadolu halkı, beyinin ölüme karşı
direnmesini “can çekiştrme” olarak değerlendirir. Can çekiştirme hastaya bir
işkencedir. Tanrı sevdiği kullarının canını kolayca alır. Bu nedenle rahar
döşeğinde hastanın ölümünü hızlandırma olağan ve yerinde bir davranıştır.
Kentlileşme ile birlikte
toplumumuzda Çağdaş, çekirdek aile
dönemi başlamıştır. Bu tür toplumlarda genelde, bireyin yaşlılık dönemi ailenin
değil, devletin, kurumların sorunudur. Yaşlı ve çocuk gibi daha çok bakıma
gereksinim duyan kesim, toplumun güvenceli kanatları altındadır. Yaşlıevleri,
çocuk bakım yurtları, gereksinim duyanların barınacağı saygın kurumlarıdır.
Buralarda yaşamaktan kimsenin irkilmemesi gerekir.
Ne var ki, toplumumuzda bu kez de, geleneksel aile döneminin kuralları
egemenliğini sürdürür. Yaşlıevinde yaşama, “sahipsizlik, kimsesizlik” olarak
algılanıp utanca dönüşür. Batı toplumunda yaygın olan bu tür
kurumlara geleneksel halk kesiminde sıcak bakılmaz. Özellikle çoluğu çocuğu
olan bireylerin ana-babasını böyle yerlere yerleştirmesi ayıp sayılır. Bu tür
yerler bir atılmışlık, yalnız bırakılmışlık duygusu ile ruhları sızlatır.
Bir başka
önemli tabu ise «evinde ölme» özlemidir. Geleneksel kesim insanı kendi evinde ölmek
gibi bir saplantı içindedir. Yaşlının, özellikle ana-baba ölüsünün kendi
evinden çıkmaması, çocuklar için büyük ayıp, utanç sayılır. Ana-baba ölüsünün
başka bir evden kalkması özellikle erkek evlatlar için utanç konusu olur.
Oğulların yüzüne sürülmüş kara leke olarak yıllar yılı söylenip durur.
Ölünün evden
çıkması geleneği, öylesine yerleşmiştir ki, geniş bir halk kesimi, günümüzde
bile, yakınlarını son günlerinde hastaneden alıp evde bakarlar.
“Kendi evinde
ölme” geleneği, kırsal kesimde tabuya benzer bir biçimselliğe dönüşür. Kendi
evi herhangi bir nedenle oturulmaz durumda olup da başka eve göçmüş olanlar
bile, kendi evlerine taşınmayı yeğlerler. Kimi durumlarda aile ölünün kendi
evinden çıkması düşüncesi ile apartopar öz evine taşınır. Yaşlılar kaygılı
yaşlılık günlerinde başka yakınlarının evinde gecelememeye özen gösterir. Bir
ana-babanın gelin giden kızının evinde ölmesi bile, dedikodulara neden olur.
Alevi köylerinde –ki pek çoğunda yakınlara değin cami yoktu- cenaze ölü evinin
önünde yunup son yolculuğuna uğurlanır. Ev yapılırken bu durum düşünülür ve
kapı önünde belli bir alan bırakılmasına özen gösterilir.
Garip gibi
gözüken bu uzam tabusu, kökende eski töreden bir kaçışın, bir utançın
yansımasıdır. Geçmişte yaşanan bu uygulamanın geçerliğini yitirdiği vurgulanmak
istenir. –artık Toplumda yaşlıya bakılmadığı, hatta, yaşlının ölümü için gözüne
bakıldığı genel inancı yatar böyle bir eleştiride.
[3]Ahmet Caferoğlu, Orta
Anadolu Ağızlarından Derlemeler, İstanbul Üniversitesi yayınları, 1948, s.
67.
[4]Hasan Özdemir, Yaşlıların öldürülmesiyle ilgili Türkçe
halk anlatıları, IV. Milletlerarası Türk
Halk Kültürü Kongresi Bildirileri, Kültür bakanlığı yayınları, Ankara 1992,
s. 294.
[5]Hasan Özdemir, y.a.g.y., s. 294-295.
[6]Hasan Özdemir, y. a.g.y., 295.
[8] Bu
haber 2 kasım 2009 tarihli gazetelere yansımıştır. Bunlardan biri Vatan gazetesinin 5. sayfasında yer
almıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder