Yayında Olan Eserlerim

16 Eylül 2017 Cumartesi

Anadolu’da Yaşlılık ve Ölüm Süreci

Doğu ile Batı toplumları yaşamı ve yaşamı duraklarını algılayış açısından ayrılır. Kökende doğumla başlayan yaşam süreci, doğal ortamın dayattığı koşullara göre biçimlenir. Geçmişten günümüze bu sürecin kimi kesitleri toplumlarda değişik algılamalara neden olur.
İnsan yaşamının konumu açısında toplumumuzda üç evrenin izleri ve özellikleri bulunur:, Göçebe yaşam dönemi, Geleneksel Aile Dönemi, Çekirdek aile dönemi.
Genel anlamda göçebe yaşam döneminde şu özellikler saptanır : Göçebenin yaşamında çocuk ile yaşlının konumu birdir. Her ikisi de taşınması, özenle korunması gereken kesimlerdir. Göç koşulları ise ağırdır. Bir yerden başka bir yere göçülürken gerekli birkaç eşya taşınabilir. Bir anne ancak bir çocuğunu gözetebilecek durumdadır. Bu bakımdan, ikinci bir çocuğun bile göç koşullarında taşınması olanaksızdır. Göçebelerde çocuk göç süresince obaya ayakbağı olmayacak ölçüden yürümeye başlamadan ikinci bir çocuk sahibi olma göze alınmaz. Bir anne yaklaşık dört yılda bir çocuk sahibi olabilir. Böylesine zor koşullarda büyüyüyebilen bir çocuğun yitimi, anne için de oba için de dört yılın yitimidir.
Yaşlının konumu da çocuğun konumunu andırır. Yeterince hızılı yürüyemeyen bakıma gereksinim duyan yaşlı göçün hareket olanağını yavaşlatır. Oba, çocuk ve yaşlı arasında seçime zorlanır. Yaşlı toplumun geçmişi, cocuk geleceğidir. Toplumun seçimi doğal olarak gelecekten yani çocuktan yana olur. Bu yüzden göçebe toplumlarda göçü yavaşlatan yaşlının göçün ardında bırakılması olağan yaşantı kesitidir.
Canlılarda olağan yaşam süreci, yeni tür örneklerin yaşama katılışı ile sürer. Canlı soyunu ancak bu yöntemle yaşatabilir. Tüm canlılarda olduğu gibi insan soyu yeni kuşak aracılığı yaşam sürecinde ayakta kalır. Birey oba için vardır, obanın varlığı tehdit altına girdiğinde bireyin yaşamı önemini yitirir.
Yaşlılık bireyin üretimden düşmesi toplum gücü ile yaşamını sürdürme evresidir. Özellikle göçebe toplumlarda yaşlılık evresi toplumu zorlayan bir süreçtir. Türkçede ‘dizden düşme’ deyimi ile karşılanan yürüyememe, evresi, kişinin topluma yük olduğu bir dönemdir. «İnsan yükü ağırdır» atasözü bu durumu yansıtır. Göçebe yaşam koşullarında kişi, göç koşullarına ayak uydurabildiği sürece kervanda yer alabilir. Bu nedenle yerleşiklere ürpertici gelen yaşlıyı ölüme bırakma göçebe koşullarının zorunlu bir gereğidir.
Dünyanın pek çok yerinde, tüm göçebe toplumlarda izlenen bu kural Türklerde de vardır. Değişik dönemlerden öykü ve anı kırıntılarında Türklerde yaşlıyı ölüme bırakma geleneğinin izleri ile karşılaşılır.
İbn Fazlan’da daha somut bir tümce geçer : Fadlan’a göre, Oğuzlardan biri hastalanınca, o kimsenin cariyeleri ve köleleri kendisine hizmet ederler. Ev halkı, dışında kimse ona yaklaşamaz. Çadır evlerinden uzakta, ona bir çadır kurarlar. Ölünceye ya da iyi oluncaya değin onu çadırda bırakırlar. O kimse yoksul ya da köle ise onu alana atıp giderler.[1]
Fadlan, yalnız bey, varsıl hastalar için çadır kurup bakıldığını, yoksul ve kölelerin bırakılıp gidildiğini açıkça vurgular.
Son yıllarda yapılan araştırma ve derlemelerde, Türklerde yaşlıların ölüme bırakıldığı iyice belirgindir. Sözgelimi Türkmenler anlatısı Göroğlu Destanı’nda ilgi çekici bir olay yer alır.
Tayının kaçmasına neden olduğu için, Köroğlu dedesine öfkelenir. İçinden onu öldürmek geçer. O anda eskilerden duyduğıu bir töre aklına gelir. Bu töreye göre eski çağda bir kişi yaşlanınca, evdekiler onu dağa bırakıp gelirler. Köroğlu bunu ilk duyduğunda yaşlıların neden dağa bırakıldıklarına şaşırdığını düşünür. O an bu gerekliğine inanır. Dedesini öldüürmeyi kurar. «Şimdi ben bunu sırtıma alıp, dağa bırakmak için zahmet etmeyeyim., boğup öldüreyim».diye içinden geçirir. Gidip dedesinin yakasına yapışır. Onu öldürmeye kalkar. Dedesinin tayını nasıl geri bulacağını anlatması üzerine bu düşüncesinden vazgeçer. [2]
Türkmenistan’da anlatılan bu öykü yanında, Anadolu’dan derlenen halk anlatılarında da yaşlıyı ölüme bırakma geleneğinin izleri ile karşılaşılır. Ahmet Caferoğlu Kayseri İncesu’ya bağlı Kızılören köyünden derlediği masalda böyle bir olay anlatılır.
Masalda bir zamanlar bir padişah herkesin kendi öz babasını kesmesini buyurur. Her kim bu buyrumu yerine getirmezse onun başı kesilecektir. Bu buyruma uyan herkes babasını öldürür. Sonra başka bir padişah gelir o da altmış yaşında bir manda, kırk yaşında bir kurt bulunmasını buyurur.
Bu buyrumu kimse yerine getiremez. Bir kişi kıyımdan saklayarak kurtardığı babasının yanına gider. Padişahın buyruğunu söylerler. Biz bunu bulamıyoruz der.’ Adam‚ Bundan kolay ne var? Altmış yaşında manda diye bizim gibi yaşlılarara, yirmi yaşında kurt diye, senin gibi delikanlılara derler.’ Der. Bu kişi gidip padişaha bunu söyler. Padişah ‚Sen bunu önce niye söylemedin? Sen bunu kimden duydun?’diye sorar O kişi ‚yirmi yıldan beri babamı yer altında saklıyordum. O bana söyledi. Ben bu akılı babamdan aldım’ der. Adam padişahtan bin lira ödül alır.”[3]
Başka bir öyküde böyle bir olay, Timur’un Sivas’ı fethi döneminde geçer.
Eskiden, elden ayaktan işten düşen yaşlıları götürür, bir çukura koyuverirler. Yaşlılar orada ölür. Zamanın birinde bir oğlu babasını yüklenir çukura götürür. Yolda giderken yorulur, dinlenmek için oradaki konağa otururlar. O zaman babası oğluna: ‚Demek herkes burada dinleniyor. Ben de babamı götürürken burada dinlenmiştim’ der. Bunun üzerine oğlu: “Yarın ben de böyle yaşlanınca evlatlarım beni de buraya getirecekler” diye düşünür. Babasını yüklenip geri getirir. Bu olaydan sonra yaşlıları oraya götürmez olurlar. İşte o zamanlar yaşlıların götürüldüğü o yere günümüzde “Gocalar çukuru” derler.[4]
Yukarıdaki öykülerde yaşlılar çukuruna bırakılan kişiler erkek olmalarına karşın, halk anlatılarında yaşlı kadınlarıların da bu çukurlara götürüldüğüne örnekler bulunur. Günümüzde canlı tanıklar eski kuşaklardan işittikleri söylentileri anlatırlar.
Buna göre eskiden yaşlıyı yüklenip Kocalarçukuruna götürüp koyarlar. Kış günü olursa bir iki gün gibi kısa bir sürede yaşlı ölür kalır. Bir gün, bir kız babasını sırtına alır Kocalar çokuruna doğru yola çıkar. Erikli Konak’a konarlar. Yaşlı orada: Aaah, ben de rahmetli anamı götürüken burada koduydum da ağlaştıydık der. Kızı da :“Yaa, demek ananı sen de mi götürdüydün? Diye sorar. “Yıkılsın böyle töre der. Dönüp gelirler Ondan sonra bu gelenekten vazgeçerler, mezara gömmeyi gelenek edinirler.[5]
Anlatılarda yaşlının kocalar çukurunu bırakılma ortam ve koşulları belirtilir. Buna göre en önemli zorunluk yaşlının güçten düşmesidir. Yaşı çok kez doksan yüze dayanır. Yürüyemez, kendi gereksinimi kendi sağlayamaz duruma gelir. Toplumda bir işlevi kalmamıştır. Bundan sonra doğal yazgı yerine getirilir. Yaşlı oğul ya da kızı tarafından ölümü beklemeye götürülür. Yaşlının aynı şeyin kendisin de başına ileride geleceği biçimindeki uyarısı üzerine oğlu ya da kızı babasını ölüme terk etmekten vaz geçer. Bunun sonucu yaşlıların öldürülmesi geleneği terk edilir.[6]
Anlatılarda geleneğin bırakılma nedenleri belirtilerek ders çıkarılır. Geleneğin bırakılmasına en önemli neden, bir gün aynı olayı götüren kişinin de yaşayacağı korkusudur. Öykülerin çoğunda bu ders vurgulanır. İkinci önemli neden ise yaşlının yaşam deneyimi ve bilgi birikiminden yararlanma gereksinimidir. “Yaşlılar fiziksel olarak bitmimiş olabilirler, ama onların bilgilerinden yararlanmak gerekir“ biçiminde bir düşünce dile getirlir.
Anadolu’da yaşlıyı ölüme bırakma geleneği yakın zamana değin Yörükler arasında sürmüştür. Göçebe yaşamı son yıllara dek sürdüren Yörükler, bunun gerekleri yerine getirmek zorunda kalmışlardır.
Antalya’nın, Akseki’ye bağlı Güzelsu Köyü’nde, Kocalar Çukuru diye bir yer bulunur. Bu çukurla ilgili söylenceye göre, kişi yaşlanıp elden ayaktan düşünce bu çukura bırakılır. Yörükler arasında “Yörük ölüsü olsun” biçiminde bir deyim vardır. Bu deyim, bir işin hemen bitirilmesi gerektiği, sorunun ivedi çözülmesi gerektiği anlatılmak istendiğinde kullanılır. Günümüzde de kullanılan bu deyimi Yörükler gülerek söylerler ve geçmişte atalarının ağır hasta yaşlıları alelacele gömdüklerini anlatırlar. Yörük destanlarında da benzer örnekler geçer.
Çünkü bozkırın kendine özgü yasaları vardır. Yaban hayvanı ve bitkilerle geçinen toplumun üyesi bir anne, bir yerden başka bir yere göçülürken birkaç eşyasının yanı sıra ancak tek bir çocuk taşıyabilir. Çocuğu göç sırasında kabileye ayakbağı olmayacak ölçüde hızlı yürümeye başlamadan ikincibir çocuk sahib, olmayı göze alamaz. Uygulamada yaban hayvaanı ve bitkilerle geçinen göçebe bir toplumda doğumların arası –süt üretimi nedeniyle adetten kesilme, cinsel ilişkiden kaçınma, çocuk öldürme, çocuk düşürme gibi yollarla- dört yılı bulur.[7]İnsan soyunu sürdürebilmek için gerektiğinde yaşlıyı ölüme bırakır, çocuğunu yaşatır. Bu özellikle göçebe yaşam koşullarının yarattığı bir dayatmadır. Göçebe yaşam döneminde yaşlı ve çocuk aileden çok obanın sorumluğu altndadır. Oba gelecekle geçmiş arasındaki ikilemde geleceğini seçer.
Bunun tam karşıtı, yerleşik insanların göç etmek ve küçük çocukları taşımak gibi sorunları olmadığı için onlar da besleyebilecekleri kadar çocuk yapıp bakabilirler. Çiftçi toplumlarda doğumların arası iki yıl kadardır ; avcı/ yiyeccek toplumlardakinin yarısı kadar. Yiyecek üretenlerdeki yüksek doğum oranı, dönüm başına doyurabilecekleri insan sayısının yüksekliğiyle birleştiği zaman, onların avcı/ yiyecek toplayıcılara göre daha yüksek nüfus yoğunluğuna ulaşmalarına olanak sağlar. Bu toplumların yerleşik dönemidir.

Oba gelecekle geçmiş arasındaki ikilemde geleceğini seçer. Anadolu insanı için de sözkonusu kural geçerli olmuş, yaşlıyı ölüme bırakma geleneği uzun süre egemenliğini sürdürmüştür.
Toplum yapımızdaki ikinci evre geleneksel aile dönemidir.
Türkiye’de altmışlı yıllara dek süren bu ailenin başat özelliklerinden biri kalabalık aile bireylerinden oluşmasıdır. Otoriter özellikler gösteren bu aile biçiminde aile büyüğünün, ana babanın egemenliği sınırsızdır Dıştan bakışta bir kaleyi andırır. Orta yaşlı bir adam bile babasının yanında sigara içemez, içki içemez, ayak ayak üstüne atamaz. Genelde büyük baba ailenin mutlak egemenidir.
Dıştan kale gibi sağlam gözükmesine karşın, bu tür aileler, içte birbiri ile didişen kan bağı ile örülü bireylerden oluşur. Göçebe yaşam koşullarına bağlı zorunluklardan doğan birtakım töreler bırakılmıştır. Bunların başında yaşlıyı ölüme bırakma geleneği gelir. Bu tür bir töre utanca dönüşmüştür. Ailede yaşlıya sevgi ve saygı ilkesi benimsenmiştir. Ne var ki, yaşlı gücünü yitirdiği an saygı, sevgi dışa karşı göstemelik olarak uygulanan bir kurala dönüşür. Yaşlı itilip kakılan, başkalarının eline bakan güçsüz birey durumuna düşer. Buna bilinçaltından taşınan yaşlının geçmişte yaptığı olumsuz davranışlar eklenince, kin daha derinleşir. Böylece dıuştan kale görünümündeki ailede içte göçebe dönemin yaşlıyı ölüme bırakma geleneğinin izleri değişik biçimlerde. sürer. Bunun özgün örneklerinden biri «Rahat döşeği» geleneğidir.
Bu geleneğin canlı bir örneği 1 Kasım 2009’da İstanbul’da yaşanmıştır. Türkiye, televizyondan yansıyan bir haberle sarsıldı. İstanbul Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesinde kan kanseri tedavisi gören 22 yaşındaki Meryem Topçu’nun solunum aygıtının fişini, ailesi çekerek ölümüne neden olmuştur. Bu işlemi yapanlar Meryem Topçu’nu en yakınlarıdır. Basın olayın üzerine gidince aile böyle bir şey yapılmadığını söyler olayın kaza ile olduğunu ileri sürer ama Anadolu’daki “rahat döşeği” geleneğini bilenler için bunun yadırganacak bir yanı yoktu[8]. Olay Anadolu’da yaygın olarak süren “Rahat döşeği” geleneğine dayanır. Bu geleneğe göre ölümcül ağır hastalar, görkemli bir yün yatakta son yolculuğa hazırlanır. Yatak temiz ve bakımlıdır. Hastaya saygı içinde son görevler yerine getirilir. Özellikle son bir kez su verme önemli bir görev sayılır. Hastanın baygınlık gibi bir, bitkinlik anında, başından yastık çekilir, kolayca ölümü sağlanır.
Bu gelenek Anadolu’da hemen her yörede egemen olan bir yaşam gerçeğidir. Anadolu halkı, beyinin ölüme karşı direnmesini “can çekiştrme” olarak değerlendirir. Can çekiştirme hastaya bir işkencedir. Tanrı sevdiği kullarının canını kolayca alır. Bu nedenle rahar döşeğinde hastanın ölümünü hızlandırma olağan ve yerinde bir davranıştır.
Kentlileşme ile birlikte toplumumuzda Çağdaş, çekirdek aile dönemi başlamıştır. Bu tür toplumlarda genelde, bireyin yaşlılık dönemi ailenin değil, devletin, kurumların sorunudur. Yaşlı ve çocuk gibi daha çok bakıma gereksinim duyan kesim, toplumun güvenceli kanatları altındadır. Yaşlıevleri, çocuk bakım yurtları, gereksinim duyanların barınacağı saygın kurumlarıdır. Buralarda yaşamaktan kimsenin irkilmemesi gerekir.
Ne var ki, toplumumuzda bu kez de, geleneksel aile döneminin kuralları egemenliğini sürdürür. Yaşlıevinde yaşama, “sahipsizlik, kimsesizlik” olarak algılanıp utanca dönüşür. Batı toplumunda yaygın olan bu tür kurumlara geleneksel halk kesiminde sıcak bakılmaz. Özellikle çoluğu çocuğu olan bireylerin ana-babasını böyle yerlere yerleştirmesi ayıp sayılır. Bu tür yerler bir atılmışlık, yalnız bırakılmışlık duygusu ile ruhları sızlatır.
Bir başka önemli tabu ise «evinde ölme» özlemidir. Geleneksel kesim insanı kendi evinde ölmek gibi bir saplantı içindedir. Yaşlının, özellikle ana-baba ölüsünün kendi evinden çıkmaması, çocuklar için büyük ayıp, utanç sayılır. Ana-baba ölüsünün başka bir evden kalkması özellikle erkek evlatlar için utanç konusu olur. Oğulların yüzüne sürülmüş kara leke olarak yıllar yılı söylenip durur.
Ölünün evden çıkması geleneği, öylesine yerleşmiştir ki, geniş bir halk kesimi, günümüzde bile, yakınlarını son günlerinde hastaneden alıp evde bakarlar.
“Kendi evinde ölme” geleneği, kırsal kesimde tabuya benzer bir biçimselliğe dönüşür. Kendi evi herhangi bir nedenle oturulmaz durumda olup da başka eve göçmüş olanlar bile, kendi evlerine taşınmayı yeğlerler. Kimi durumlarda aile ölünün kendi evinden çıkması düşüncesi ile apartopar öz evine taşınır. Yaşlılar kaygılı yaşlılık günlerinde başka yakınlarının evinde gecelememeye özen gösterir. Bir ana-babanın gelin giden kızının evinde ölmesi bile, dedikodulara neden olur. Alevi köylerinde –ki pek çoğunda yakınlara değin cami yoktu- cenaze ölü evinin önünde yunup son yolculuğuna uğurlanır. Ev yapılırken bu durum düşünülür ve kapı önünde belli bir alan bırakılmasına özen gösterilir.
Garip gibi gözüken bu uzam tabusu, kökende eski töreden bir kaçışın, bir utançın yansımasıdır. Geçmişte yaşanan bu uygulamanın geçerliğini yitirdiği vurgulanmak istenir. –artık Toplumda yaşlıya bakılmadığı, hatta, yaşlının ölümü için gözüne bakıldığı genel inancı yatar böyle bir eleştiride.




[1] İbn Fazlan Seyehatnamesi (Haz. Ramazan Şeşen), Bedir y., İstanbul 1975, s. 36-37.
[2]Göroğlu Türkmen Halk Destanı, (Aktaran Annagulı Nurmemmet), Bilig y., c. I., Ankara 1996, s. 27.
[3]Ahmet Caferoğlu, Orta Anadolu Ağızlarından Derlemeler, İstanbul Üniversitesi yayınları, 1948, s. 67.
[4]Hasan Özdemir, Yaşlıların öldürülmesiyle ilgili Türkçe halk anlatıları, IV. Milletlerarası Türk Halk Kültürü Kongresi Bildirileri, Kültür bakanlığı yayınları, Ankara 1992, s. 294.
[5]Hasan Özdemir, y.a.g.y., s. 294-295.
[6]Hasan Özdemir, y. a.g.y., 295.
[7] Jared Diamond, Tüfek, Mikrop, Çelik, Tübitak y. Ankara 2006, s. 98-99.
[8] Bu haber 2 kasım 2009 tarihli gazetelere yansımıştır. Bunlardan biri Vatan gazetesinin 5. sayfasında yer almıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder