Zaman En Büyük Yargıç
Küba’da Diktatör
Batista’nın devrilmesi ve Fidel Castro’nun gelişi dünya kamuoyunda başlangıçta
pek ciddiye alınmaz. Söz gelimi Mısır lideri Nasır, tüfekleri, kurşunlukları ve
çalı gibi sakallarıyla Fidel Castro ile adamları Havana’ya girdiklerinde onları
gerçek devrimcilerden çok, bir avuç Erol Flynn haydudu gibi görür. Başlangıçta
Amerikalılar kuvvetle Castro eylemini destekler. Ne var ki bu balayı kısa
sürer. Castro, Amerikan reçetesini benimsemeyip köklü devrimlere yönelince,
kısa süren balayı bitimsiz düşmanlığa dönüşür. Castro ve arkadaşları,
Batista’dan mafyanın at koşturduğu, yabancı sermayenin yerli işbirlikçi ile
halkı sömürdüğü 6.5 milyonluk yoksul, yıkıntı yarısömürge bir ülke devralmıştır.
Halkın ezici çoğunluğu okuma yazma bilmez. Yalnız varsıl ailelerden gelen bir
avuç azınlık çocuğu eğitim görmüş, meslek sahibidir. 150 bin kadın fuhuş
sektörünün kölesi konumundadır (bu sayı üç milyon kadın ve bunun ergen yaşta
olanları için çok yüksek bir orandır). Elektrik, su, petrol ve ulaşım hizmetleri Amerikalıların
elindedir. Kıyılar, kumsalar mafyanın at koşturduğu, uyuşturucu sektörünün
birbiri ile savaştığı kumarhanelerle doludur.
Yıllarca
sürdürülen kalkışma ve direnişin ardından bu yıkıntıdan bağımsız bir ülke, yeni
bir ulus yaratılacaktır.
Castro, köklü
devrimlere başlar. Petrol ve elektrik fiyatları yarıya indirilir. Günlük çalışma
süresi sekiz saatle sınırlanır. Yabancı sermayeyi tasfiye ve toprak ağalığı
tasfiye edilmeye başlanır, köylüye toprak dağıtılır. Kıyılara çöreklenmiş mafya
yuvası konumundaki kumarhane ve otellerle el konu. Okuma yazama seferberliği
başlatılır. Böylece Amerika ile ilişliler kopar. Yerli mutlu azınlık ülkeden
tüymeye çalışır. Böyle bir ortamda Amerika da boş durmaz. Ne kadar eğitimli,
varsıl Kübalı varsa tümüne kucak açar. Küba’dan hemen karşılarda yer alan
(günümüzde uçakla kırk beş dakika, yaklaşık Antalya Kıbrıs kadar uzaklıktaki)
Florida kıyılarına yoğun bir kaçış yaşanır. Mafya babaları, Havana kıyılarında
yaşayan varsıllar, doktor mühendis gibi okumuşlar Amerika’ya akın ederler. Öyle
ki, Havana’da kıyı boyunda şirin villalarla dolu semt hayalete dönüşür. Devrim
askerleri girdiğinde tüm evler bom boştur. Tek tük kapıları açanlara kim
olduklarını sorduklarında bu evlerin hizmetçileri olduklarını söylerler. Evin
sahipleri Amerika’ya kaçmıştır ve onlar hala bu evleri korurlar. Devrim bu
evleri, oturanları borçlandırarak otuz yılda ödeme koşulu ile onlara verir.
Fuhuşa bulaşmış kadınlara iş sağlanır (bu uğraş iki yıl kadar bir zaman
alacaktır). Kumarhaneler kapatılır. Okuma yazama seferberliği başlatılır.
Domuzlar Körfezi
Küba adasının
güney kıyısında yer alır. Havana’dan buraya uzanan dar yolun çevresini şakar
kamışı tarlaları ve yeşil alanlar kuşatır. Tarihe Amerikan saldırısı olarak
geçecek ünlü Domuzlar Körfezi bu yolun sonunda yer alır. 17-19 Nisan 1961 de
yaşanan Amerikan çıkarma denemsi bu körfezde gerçekleşir.
Fidel Castro’nun
Domuzlar Körfezi sırasında karargah olarak kullandığı Avutralya Şeker kamışı
fabrikası günümüzde gezginlerin ziyaret ettikleri uğrak yeri olmuştur.Santa
Clara’ya doğru şeker kamışı tarlaları arasında uzanan yolda ilerlerken biz de
bu tarihsel uzama uğruyoruz. Geçmişin savaş karagahı, günümüzde gezginlerin bol
bol mojito içtikleri dingin bir dinlenme yeri konumunda.
Oysa 1961 yılının
o 16 Nisan gecesi başlayan süreç, Fidel Castro için bir ölüm kalım anının
yaşandığı bir uzamdır.Amerika’nın Honduras’ta eğittiği bir bölümü Amerika’ya
kaçan Kübalılardan oluşan 1600 (kimilerine göre 3000) paralı askerin başlattığı
çıkarma, bir karabasan gibi Küba üzerine çöker. Nikaragua üzerinden ilerleyen
ticaret gemileri ile yapılan çıkarmayı devriye gzen birkaç Kübalı gözcünün
radyo sinyali ile bildirmesi ile öğrenen Castro, süratle olay yerine hareket
eder.
Olayın nedeni
nedir ve niçin bu saldırı sapılmıştır, böyle bir saldırının başarı şansı var
mıdır?
Üzerinden elli
yılı akın süre geçtikten sonra bu ve bunun gibi soruların yanıtı duru biçimde
ortadadır.
Küba devrimi ile
başlayan kumarhanelerin kapatılması, kamulaştırma ile United Fruit Company,
ITT, Shell gibi Amerika bağlantılı şirketlerin ve bunlarla ortak çalışan yerli
işbirlikçilerle mafyanın yem borularını tıkamıştır. Düzenden rahatsız olan bir
dizi insan vardır. Bunlarla işbirliği içinde olan CİA, iki yıl öncesinden
hazırlıklara başlamış, düzen karşıtı Kübalı askerleri eğitmeye başlamıştır.
Başlangıcı, Nikson ve Eisenhover dönemine dayana bu dosya Kennedy’nin önüne
getirilmiş, o da uygulamaya koymuştur.
Başarı şansı ise
Küba içindeki düzenden rahatsız kimselerin de desteği ile olacaktır. Onlar,
Castro’dan memnun olmayan büütn Küba halkının kendilerini destekleyip
ayaklanacağını sanırlar. Devrimin üzerinden henüz iki, iki buçuk yıl geçmiştir,
kimi dağlık bölgelerde Batista yanlısı az sayıdaki askerin direnişi onlara
bütün Küba halkının direnişi gibi gelir. Beyaz Saray hesabına göre bu güçlerin
çıkışı ile tüm Küba halkı ayaklanacak,
Castro’yu devirecektir.
Başkan Kennedy’yi
Domuzlar Körfezi fiyaskosuna böylesine ham hayal sürükler. (Birinci Dünya
Savaşı sırasında Cemal Paşa’nın Suveyş kanalını aşıp Mısır’ı kurtarma hayalini
anımsatan bir hayal!)
Bu hesaplarla yola
çıkan 8 Douglas uçağı Nikaragudan havalanır. Uçaklara Küba uçağı görüntüsü
verilmiştir. Unlar Havana v Santiago havaalanlarını bombalayacak, Küba
havagücünü etkisiz duruma solacaktır.
Amerikan uçakları
körfez üzerinde uçarken Castro olayı öğrenip bölgeye hareket eder. Avustralya
şeker kamışı fabrikasına karagahını kurup direnişe geçince zamanla yarış başlar.
Adanın uzak köşelerindeki birlikler derme çatma araçlarla körfeze kaydırılacak,
saldırganlar geri püskürtülecektir.
Ne var ki, Küba
halkı Amerikalılara karşı tüm gücü ile Castro’yu destekler. Adanın en uzak
kıyılarında yer alan birlikle 66 saat içinde körfeze ulaşır ve saldırganlar
geri püskürtülür. Dünya devi Amerika, yanı başındaki küçücük bir ada devletine
yenilmiştir.Ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalmıştır.
Bu olay Castro’nun
sola kaymasının ve “Küba sosyalist olacak ilkesini” benimsemesinin başlangıcı
olur. Sovyetler Birliğine yaklaşma başlar. Amerika –bizim Tayyip’in BOP
eşbaşkanlığı düşlerinde olduğu gibi- Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan
olmuştur. Çünkü başlangıçta Castro eylemi, Küba tarihinin acı yazgısının devamından
başka bir şey değildir. Ve bu direniş bir tümce ile özetlenebilir: Zalime karşı
mazlumun direnişi!
Kolomb’un Yumurtası
Bir büyük ada ve
bir dizi orta küçük adalar bütününden oluşan ülkenin yazgısı, sömürü ve yağma
üzerine kurulu bir kördüğümü anımsatır. Adanın tarihi İtalyan denizci Kolomb’un
adayı İspanya kıralı adına fethi ile başlar. 1500 lü yıllarlın deniz ulaşım
olanakları ile bu kara parçalarına ulaşma uzun, meşakkatli bir deniz yolculuğu
gerektirmiş, bunalan denizcileri birkaç kez isyana zorlamıştır. Birkaç kez
denene isyan dalgaları arasında Kolomb, denizcileri karaya ulaşacaklarına
inandırmayı başarır. Bu yolculukta denizcileri oyalamak için yapılan bir oyun
yazın tarihine geçmiştir. Olay şöyle gelişir:
Kolomb elinde bir
yumurta ile kürsüye çıkar. Yumurtayı masa üzerinde dik durdurma yarışı
başlatır. Hemen herkes dener, kimse bu işi beceremez. Yumurtanın kaynatılması
istenir. Yumurta kaynatılıp getirilir. Yeniden sınanır, yine kimse başaramaz.
Bunun üzerine Kolomb’dan bunu başarması istenir. Kolomb, yumurtayı güm diye
dikine vurup masaya oturtur. Bunun üzerine tayfalar bağrışırlar:
“Bunu biz de
yapardık ya!”
Kolomb’un yanıtı
çok yalındır:
“Yapaydınız
efendim!”
Bir iki ayaklanma
girişimini böylece atlatan Kolomb, son girişimde tayfalarca tutsak alınıp
mahzene kapatılmak üzereyken tepedeki gözcünün umut sesi işitilir.
“Kara gözüktü!”
Okyanusun
sonsuzunda kara gözükmüş, tayfalar ayak basacak alan bulma umuduna
kavuşmuşlardır. Zaman 1492 gününü gösterir. Alan Haiti kıyılarıdır.
Daha gelişmiş
insanlığın, az gelişmiş insanlığı alt edip yok edeceği yazgı süreci
başlamıştır. Küba’nın tarihi bu yanlışta doğruyu -Kolomb bu adaları Hint adları
sanmış ve Batı Hint Adaları adını vermiştir- ya da doğruda yanlışı bulmakla
başlar.
Tüfek, Mikrop, Çelik
Beyaz adam, adada
barışçıl yaşam süren 100-150 bin yerli ile yüz yüze gelir. Ada bundan sonra
adım adım beyaz adamın egemenliğine girecek ve adanın asıl sahipleri eriyip
gidecektir.
Kolomb adayı “İnsanoğlunun gördüğü en güzel
yer” diye tanımlar. Adanın bir ucundan öbür ucuna –bu uzaklık 1260 kmdir-
ağaçların gölgesinde gidilebildiğini söyler. Böylesine yeşil ağaçlarla donanmış
ada, doğa içinde mutlu yaşayan insanlar ülkesidir. Bir bölümü deniz kıyılarında
midye, yengeç gibi deniz ürünleri ile beslenir, bir bölümü avcılık,
balıkçılıkla geçinir. Bu kesim, toprak kazanda yemek pişirme uygarlık düzeyine
erişmiştir. Üç bölüme ayrılan Küba yerlileri genelde ilkel uygarlık
düzeyindedir. Puro içerler, adanın verimli yemişleri ile beslenip ağaç
gölgelerinde dinlenir, basit kulübelerde doğal bir yaşam süreler.
Ne var ki, beyaz
adamın ayak basması ile adada yeni bir dönem başlar. Yerliler uygarlığın en
tehlikeli üç silahı ile tanışacaktır. Bunlar tüfek, mikrop ve çeliktir.
İspanyol
Diadologes, 1510 yılında boylu boyunca adayı gezer. Batılılar yerleşim
merkezlerleri seçmeye başlarlar.Ulaşımı kolay kıyılara kentler kurarlar. Ada
yerlilerini maden –o dönemlerde adada alın madeni yatakları vardır-, orman, tarım
işçiliğinde çalışmaya zorlarlar. Yerliler hastalık, alışmadıkları ağır
koşullardaki işçilik yüzünden erimeye başlar. Küba insanının kimliğine sinen “barışçı
direniş” tohumu bu dönemde atılır. Söylencesel kahramanlar bu direnişin
öncüleri olur. Guama, İspanyollara karşı bir ayaklanmaya öncülük eder. Ormanlık
alana çekilen 30 bin kişi kanının son damlasına değin direnir. Ayaklanma bu 30
bin kişinin kıyımı ile bastırılır.
Bu direnişin
verildiği Matanzas şimdilerde kutsal direniş uzamı olarak anılıyor. (Zaten “matanzas”
sözü “katliamlar” anlamına geliyor). 124 metre uzunluğundaki bir köprü, iki
yakayı birleştiren bir vadide yer alıyor. Bu vadiye bakan bir konaklama
istasyonundan vadiyi seyrediyor, çevreyi görüntülüyoruz. Bahçede küçük kavun
büyüklüğünde meyveleri olan bir ağaç dikkatimizi çekiyor. Gezi kılavuzumuz
Fidel’e soruyoruz ve “ekmek ağacı” olduğunu öğreniyoruz. “Yenir mi bunun
ürünü?” dediğimizde “evet, pişirilip yenir” yanıtını alıyoruz. Kocaman gövdeli dev ağacın bu meyvesinin
pişirildiğinde ekmek gibi doyurucu bir besin olduğunu duyup şaşırıyoruz. Küba
böylesine verimli bitkiler yatağı.
Rahat İnsanlar
Konaklama
istasyonunda konuklar kamışlarla ananas suyu içiyorlar, vadiyi, çevreyi
görüntülüyorlar. Açık havada küçük bir masadaki görüntü dikkatimi çekiyor.
Masada dolu bir rum şişesi duruyor. Masanın başında yorgun biçimde koyu derili
genç bir adam başı önde oturuyor. Adamın iyisinden zom olduğu apaçık belli oluyor.
Eşi olması gereken bir bayan, adama ayıkması için kahve getiriyor.
Bu tablo genel Küba
insanın görüntüsünü yansıtıyor. Küba’da yokluk içinde gülen, yoklukta mutlu
yaşayan insan görüntüleri ile karşılaştım. Eski Doğu Blok ülkelerinde görülen
soğuk yüzlü, mutsuz insan yüzleri ile Küba’da karşılaşılmıyor. Kentler,
sokaklar ter temiz. Sokaklarda en küçük kir, pislikle karşılaşılmıyor. İnsanlar
barışçı, dingin. Kavga, itiş kakış yok. Kamu taşıma araçları eski. Taksiler
ellili, altmışlı yıllardan kalma, müzelik Amerikan arabaları. Yenilerde gelmeye
başlayan Amerikan gezginler bol bol bu arabaların görüntüsünü alıyorlar. Ama
Kübalı halkın bu yokluğu umursadığı, geride kalmışlıktan yüksündüğü yok. Gezi
kılavuzumuz Fidel, bu durumu “sosyalizm güler yüzlü insanlar yaratıyor” diye
açıklıyor. Gerçekten güler yüzlü insanlarla karşılaşıyoruz Küba’da.
Bu, Küba’nın
doğasından mı kaynaklanıyor, yoksa Fidel’in savı ile sosyalizmden mi
kaynaklanıyor? Benim izlenimime göre ikinci olasılık ağırlık kazanıyor. Çünkü
Küba, doğası gereği rahat insanlar ülkesi. Bu toprakların sahibi yerliler
eriyip gitmişler, ama ruhlarını burada bırakmışlar. Avrupa’nın başta İspanya
olmak üzere çeşitli ülkelerinde gelen göçmenler onların rahatlığını
üstlenmişler. İspanyollar nefis bir sanat tohumu atmış. Sokaklarda gördüğümüz
heykellerin tümünde bir güzellik, bir incelik var. Sömürü amaçlı olsa bile iyi
bir ulaşım ağı kurmuşlar. Şeker kamışı taşımacılığı için tren yolları
yapmışlar. Tek katlı taş duvarlı yapılarda incelik ve güzelliği görüyoruz.Resim
sanatı da öyle. Müzelerde, kent pazarlarında güzel tablolarla karşılaşıyoruz.
Genelde halkın ruhuna sinmiş sanat zevki. Çok renkli geleneksel giysilerden,
çağdaş giysilere tümünde bir güzellik var. Fidel Castro’nun devraldığı Küba
böyle bir yapıya sahip, mücadele bu ortamda sürüyor.
Yeme, içme ve
sevme zevklerini de hiç yitirmemişler. Sıcak ikilimin kanı kaynatan temel
içgüdüsü cinsellik, bol içilen alkolle kışkırtılıp özgürce yaşanıyor.
Kılavuzumuz Fidel Havana kıyı boyunda şimdilerde ışıklandırma nedeniyle
gençlerin bu özgürlüklerini yaşayamadıklarını söyledikten sonra “o kıyılarda neler
yaşanırdı neler” diye vurguluyor. Kendisinin Küba’nın en uslu erkeklerinden
olduğunu söyledikten sonra “bu resmi üçüncü evliliğim, yaşadıklarımı ise
saymıyorum. En uslu erkeğin böyle olduğu bir ülkede gerisini siz düşünün” diye
gülüyor. Yakında kıyı boyunu aydınlatan ışıkların bozulacağını ve gençlerin
eski özgürlüklerine kavuşacaklarını ekliyor.
Küba halkının
ruhuna sinmiş bu özgürlük duygusu. Burada, Fidel’in babasının büyükelçilik
günlerinde büyükelçi, erkek personeli ile bulunduğu içkili bir ortamda sormuş:
“Başkonsolos, evli
misin?
“Evet büyükelçim
evliyim.”
“Sevgilin de var
mı”
“Var efendim, iki
tane.”
“2. Kosolos ya
siz?”
“Evliyim ve çok
güzel bir metresim, bir de başka sevgilim var.”
Sonuçta tüm erkek
personel tümü evli olduklarını ama sevgilileri de olduğunu söylemiş. Bunun
üzerine büyükelçi şu soruyu sormuş:
“Peki
sevgililerinizin arkadaşı sevgilisi var mı?”
“Yok efendim öyle
şey olur mu?”
Elçi bu kez
gülerek şu soruyu yöneltmiş:
“Küba nüfusunun
yarısı kadın yarısı erkek, peki sizin sevgiliniz oluyor da onların nasıl
olmuyor?”
Küba insanının
rahatlığın Fidel şöyle örnekliyor. Kübalı bir Pazar güü domuzunu kesip
kızartmaya başlar. Domuz kızarırken o, birasını içer. Biralar içkiler
tükenirken, o domuzu yağlar, çeviri, yağlar. Bu iş saatlerce sürer. O böyle bir
yaşamdan mutluluk duyar. Bir defasında iki amcam birkaç kasa bira kır evinde
böyle bir buluşmada iki kişi akşama değin bütün biraları bitirdiler.
Coğrafya Kaderdir
Küba’nın öyküsü,
mazlumun zalime karşı katı direniş geleneğin öyküsü. Önce İspanyollar gelip
yerlileri ezmişler. Korsanlar yerleşikleri soymuşlar. İspanya gitmiş Amerika
gelmiş. O kukla bir cumhuriyet kurup sömürü düzenini sürdürmüş. O da yetmemiş,
Batista diktatörü gelip ülkeyi inim inim inletmiş.
Bu olayı Nazım
Hikmet Havana Röportajı adlı şiirinde şöyle anlatır:
“Batista
kulluğundaydı Şehmeran’ın
Şekerkamışı
milyonerlerinin Yankisinin de yerlisinin de ve tütün kahve milyonerlerinin
Yankisinin de yerlisinin de ve tanklı uçaklı elli binlik bir ordunun ve de
yiğitleri hadım ettikten ve de gözlerini oyduktan sonradöve döve öldüren
kışlaların ve önlerinde sırt üstü cesetler çürüyen karakol kapılarının ve her
gece karakol duvarlarının yırtıp dışarı fırlayarak sıcak karanlıklarda kanlı
kuşlar gibi çırpınan çığlıkların ve Frankist papazların ve kumarhanelerin ve de
eroin toptancılarının ve gangsterlerin Yankisinin de yerlisinin de ve
orospuların yalnız bir Havana’da on beş bin karaya vurmuş bir köpek balığı gibi
çürüyenin ve baygın ağır çiçek kokularıyla karışık leş kokusunun generali
Batista tümü altı nilyon nüfusun dört milyonu aç ve yüz bini verem ve Yankelere
son on yılda bir milyar dolardan çok kar getiren Küba’da Birleşik Amerika
Devletleri elçisinin Birleşik Amerika Devletleri kara hava ve deniz
kuvvetlerinin Birleşik Amerika
Devletleri dolarının yıllardır kulluğundaydı.”
Nazım
Hikmet, Havana Röportajı
Tüm bu yağmalara,
sömürülere karşı mazlumun direnişi sürmüş. Şimdi o yiğit kahramanlardikilen
heykellerde yaşıyorlar. Meydanlarda, köşe başlarında karşılaştığımız hemen tümü
at üzerindeki bu heykellerin görünümleri bir anlam taşıyor.
At, denize
bakıyorsa bu kahraman sürgünde ölmüştür, karaya bakıyorsa ve atın ayakları yere
basıyorsa, ülkesinde eceli ile ölmüştür, yok atın ön ayakları havaya kalkıksa,
çatışmada ya da işkencede ölmüştür.
İşte “Coğrafya
kaderdir” diyen İbni Haldun’un sözleri ile bir ada devletinin yazgısını
yansıtan görüntü bu heykellerde gizli. Kimlerin yontuları yok ki?
Jose Marti
Dolaşıyorum
Havana sokaklarını
Asfalt ağaçları
birbirine karıştırıyorum
Otomobillerle
asfaltı birbirinden ayırt etmek olmuyor
Yağmurla
güneşi
Akbulutlarla
masmavi yüzme havuzlarını
Kadınlarla
yemişleri birbirine karıştırıyorum
Çocuk
bahçeleriyle hürriyeti
Hürriyetle
bu şehrin insanlarını birbirinden ayırt etmek olmuyor
Köylü
anlarla cumhuriyeti bir birine karıştırıyorum
Hose
Marti’nin anıtları heykelleri büstleriyle Fidel’in fotoğraflarını
Birbirine
karıştırıyorum hele taş basma resimlerini
Fide’le türküleri birbirine karıştırıyorum
Nazım Hikmet, Havana Röportajı’ndan
Fidel Castro’nun “
biz Jose Marti özgürlük eyleminin ardılıyız” diye saygı duyup andığı kahraman Marti,
bir polis oğlu olarak 1853 yılında Havana’da doğar. Yazgısı babasının yazgısı
ile düğümlenmiş gibidir. Afrikalı kara derililerin henüz köle olarak çalıştırıldığı,
ama köle alım satımının yasal olarak yasaklandığı bir dönemde yaşayan polis
Havana’daki haksız uygulamalara karşı çıktığı için kırsal kesime sürülüyor. Ne
var ki, kırsal kesim daha büyük adaletsizliklerin yaşandığı bir alandır. Kaçak
köle alım satımı sürer. Bu kez polis baba bunlara karşı çıkar.
Böyle bir ortamda Jose
Marti, haksızlığa karşı bilenmiş bir bıçak gibi büyür. 17 yaşında sömürge
karşıtlığı yüzünden İspanya sürgün edilir. Sürgünde yaşadığı bu zor günleri
küçük bir kitapta anlatır. 1879’da çıkarılan genel afla Kübaya döner. Özgür
Vatan gazetesini çıkarır. Onurlu ve kısa yaşamı 1895’te Don Rios savaşında
ölümü ile noktalanır. Öldüğünde 42 yaşındadır.
Şimdi, Küba’nın
birçok yerinde karşılaşacağımız Jose Marti heykellerinin tümünün yüzü karaya
dönük ve atlarının ön ayağı havaya kalkıktır.
Öldürülüşünden on
yıl sonra yapılan en eski yontusu -1905- eski Havana’da bir meydanın ortasında
yer alır. Hemen biraz ileride Havana’nın sıfır noktası sayılan kubbeli Capitol
bulunur. Capitol yapısı içinde –kapalı alanda dünyanın en büyük yontusu süsler.
Yontunun bir elinde kılıç ve bir elinde elmas vardır. Bu elmas Havana’nın sıfır
noktasını temsil eder.
Dünyayı Yöneten Ölüler
Edgar Morin,
Kaybolmuş Paradigma’da yazının bulunuşu ve uygarlığun gelişimini ölüm olayına
ve mezar kültüne bağlar. Bu açıdan mezarlık kültür toplumlarda bir yerde
uygarlığın da göstergesi gibidir.
Havana mezarlığı
bu açıdan görülmeye değer mezarlıklardandır. 1871’de kurulan mezarlığın
Dünyanın üçüncü büyük mezarlığı olduğu söylenir. Bu tür söylentilerin ne ölçüde
doğruluğu bilinmez ama gerçekten bu mezarlık mermer mezarları, yeşil alanları,
heykelleri ve görüntüleri ile görkemli bir mezarlıktır.
Bol bol toplu aile
mezarlıkları ile dolu mezarlarda insanlar sonsuz dinginlikleri içinde uyurlar.
Küba’da değişik bir mezar geleneği bulunur. Küçük bir ana sığdırılmış aile
mezarlıklarında bir dizi insanın mezarı iç içe yer alır. Bu şöyle başarılmış:
Kişi öldüğünde aile mezarlığına ortaya gömülürmüş. Yaklaşık bir iki yıl sonra te
çürüyünce mezar açılır, kemikler küçük bir kutuda toplanır bir kenara
yerleştirilir, küçük bir mezara dönüştürülürmüş.
Böylesine bir
gelenekle gömülen sıra sıra mermer aile mezarlıkları arasında ünlü mezarlarla
karşılaşıyoruz. Ulusal kahraman Jose Marti’nin annesi, Küba direnişine katılan
Dominikli kahraman Maksimo Gomez, –üzerinde 1927-2005- tarihleri yazılı-Bonevistalı
İbrahim Ferrer, ve Rahip Pedro Perat dünya sorun ve çıkarlarını unutup
uyuyorlar.
Her görkemli
mezarın ayrı bir öyküsü var. Bu durum bana Tolstoy’un “Her mutlu aile birbirine
benzer, ama her mutsuz ailenin ayrı bir öyküsü vardır” sözünü anımsatıyor. Söz
gelimi Dilek Mezarı olarak anılan ve günümüzde insanların dileklerini
sundukları Falla Bonet ailesi
mezarlığı gibi.
mezarlığı gibi.
Blanco Herroro
Batiz, çok sevdiği Ameliya ile büyük bir aşkla evlenir. Büyük bir özlemle bir
çocuklarının olmasını isterler. Kısa süre sonra Ameliya gebe kalır. Ne var ki
doğum sırasında Ameliya çocuğu ile birlikte ölür. Küba geleneğine göre iki yıl
sonra, mezar küçültülmek için açıldığında Ameliya’yı çocuğunu kucağında tutar
biçimde bulurlar. Bu olay bir söylenceye dönüşür. O günden bu güne çocuğu
olmasını isteyen kadınlar başta olmak üzere her tür dileği olanlar bu mezara
gidip dilekte bulunurlar.
Bizim mezarlık
gezimiz sırasında koyu tenli bir bayan sessizce dilekte bulunuyordu. Dilek ve
duasını bitirip arka arka yürüyerek mezardan ayrılırken mezarın köşe taşına,
elinin ucu ile üç kez vurup uzaklaştı. Bundan sonra bizim Türk arkadaşların
toplu dilekleri başladı. Ne mi dilediler: “Tanrım ülkemizi şu beladan kurtar!
Yerine gelir mi, bilinmez.
Eski Havana
Eski Havana semti,
tarihsel Havana kalesinin arkasında ilk yerleşim bölgesinin adıdır. Günümüzde
yerli esmer melezlerin yaşadığı iki katlı evlerin birbirine yaslanırcasına sıra
sıra dizildiği çoğunluk yoksulların yaşadığı kent kesimini oluşturur. Alt kat
pencereleri ile oluşturulan sözde satış
evlerinde derme çatma eşyalar satılır. Berber, kasap, manav, tamirhane gibi küçük
özel işler bunlar. Kimi el işi
işleme yazma, tahtadan yapılmış hediyelik eşya satıyor. Ama işin ilginç yanı,
kimse konumundan yüksünmüyor. Yabancıları rahatsız ettikleri, bir şeyler satmak
için zorladıkları yok. Tüm Küba’da gözlemlediğim olayı burada da saptıyorum.
Yoksulluğun utancını değil, özürlüğün ve paylaşımın mutluluğunu yaşıyorlar. Var
olanla mutlu olmayı seviyorlar.
Bizim insanımızda
bu özelliği bulamazsınız. Bizim insanımızda –belki de bir imparatorluk
geleneğinin ardılı olmaktan kaynaklanan- bir kabına sığmazlık vardır. Bir türlü
olduğu gibi görünmeyi sevmez biizm insanımız.Yapay bir büyüklük saplantısı
içindendir. Küba halkında olduğu gibi gözükmenin rahatlığı var. Ek kazanç için
taksicilik yapan mühendis kendi konumunu rahatça anlatır.
Eski Havana’ya bu
yoksul halkı eğitmek, toplumsallaştırmak için 1979’da bir tiyatro ile çocuk
parkı yapılmış. Genç ve çocukların parkta gamsız kedersiz oynadıklarını
görüyoruz.
Santa Anhel
meydanı Eski Havana’nın bir tür merkezi konumunda bir alan. Burada da kimi
heykel, ya da büstlerle karşılaşıyoruz.
1812-1894 tıllarında yaşayan ve Küba’nın en büyük yazarı sayılan Crillo
Wilavero’nun evi ve yontusu da burada.
La Bodegmita de Medid Ubo Sundos
Hemingway’in en
sık uğradığı bu salaş içkievi Eski Havana’da, Katedral Meydanına çıkan bir ara
sokakta yer alır. Arnavut kaldırımı türünden taşlarla döşeli bakımsız sokağın
iki yanını yoksul evler kuşatır. Ne var ki içki evi tıklım tıklım doludur. İçeri
girmek ve bir mojito katlı ısmarlamak ciddi sabır ister. İçki evinin içini
Amerikan gezginlerle doldurur. İçeride duvarlar özgün Hemingway görüntüleri ile
süslüdür. Konukların, kimi görüntü alır, kimi film çeker, kimi mojitosunu
yudumlar.
Bu hengame içinde
biz de görüntüler alıyor, Hemingway’in yaşadığı havayı solumak için 'babanın
dublesinden' diyerek içkilerimizi ısmarlıyor, buzlu mojitolarımızı içiyoruz.
Pedrosa Ailesi Sarayı
Eski Havana’da
bulunan Pedrosa ailesi sarayı günümüzde
turistik satış evi olarak kullanılan ilginç bir yapı. Dev taş sütunlar ve
yuvarlak taş kemerler üzerine oturan yapının ortasında yeşil alan bulunuyor.
İki katlı konağın üst ve alt kat odaları çeşitli el işlerinin satıldığı
dükkanlara dönüştürülmüş. Deri işleri, krem,, koku türünde turistlere yönelik
eşyalar satılıyor. Ortadaki hayattan içeriye güneş süzülüyor.1780’de yapılan
bina bizim İstanbul ve İzmir’de örneklerini gördüğümüz eski konakları
anımsatıyor.
Havana Karakolu
Sömürge döneminde
yapılan karakol Eski Havana’nın en soğuk binalarından biri konumunda.
Karakoldan çok korunaklı bir şatoyu, ya da kaleyi andıran inanılmaz görünümde
bir yapı. Asıl binayı çok yüksek taş duvar kuşatıyor. Suru andıran bu
duvarların gerisinde çirkin ve soğuk dev taş bine gözüküyor. Görünümü içimi
ürpertiyor. Sanki Nazım Hikmet
“karakol
kapılarının ve her gece karakol duvarlarının yırtıp dışarı fırlayarak sıcak
karanlıklarda kanlı kuşlar gibi çırpınan çığlıkların” dizesini duyar gibi
oluyoruö.
Havana Kalesi
Tarihsel Havana
kalesi kenti korsanlara karşı korumak amacıyla, kent kurulduktan kısa süre
sonra,1586’da yapılmış. Küba’nın beyaz adam tarafından alınışından sonra, en
büyük belalısı korsanlar olmuş. Mafya türünü andıran bu soygunculara karşı
yapılan kale halkın güvenliği sağlanmak istenmiş.
Günümüze eski
surlardan fazla bir şey kalmasa bile, yüksekçe bir tepede yer alan kale önemini
koruyor. Çok sayıda gezginin ziyaret ettiği tepede eski yöntemlerle şeker
kamışı sıkılıyor, suyu gezginlere satılıyor. Gezginler bol bol görüntü
alıyorlar. Kimi şeker kamışı sıkma aygıtını, kimi Havana’yı belgelemeye
çalışıyor. Küba’nın özgün içkisi yanında şeker kamışı suyu arada sırada içilen
meşrubat konumunda. Yerli halkın pek içtiği bir şey değil.
Atatürk Yontusu
Anayurdunda
yıkılmaya çalışılan büyük kurtarıcı Atatürk’ün –dünyanın bir çok başkentinde
yer alan heykellerinde biri Havana’da bulunuyor. Heykel, tarihsel Havana
kalesinin biraz ilerisinde parkı andıran yeşil bir alanda yer alıyor. Büst
1980’de yapılmış ve önceleri kentin içinde bir yerdeymiş, yılbaşı
eğlencelerinde zedelenince yeniden yapılıp buraya koymuş. Bütün Türk gezgin
topluluğu övünçle Atanın büstü önünde görüntü aldırıyoruz.
Biraz ileride sol
yanında Hintli Şair Tagor, sağ yanında Perulu halk önderinin yontuları
bulunuyor. Tümünün yüzü Havana kalesine doğru, denize bakıyor.
Bir Kentin Ruhu
“Kentlere ruh
veren binalar değil, insanlardır” türünden bir özlüsöz vardır. (bu sözün
doğruluğuna inanmama karşın ben kentleri kent yapan şeyin kalıcı anıtlar
olduğunu da savunurum,)
Bu söz, Küba için
söylenecek olsa, Che Guavera ve Hemingway adları birinci sırada yer alır.
Hemingway adada uzun yıllar yaşamış, Silahlara Veda, Afrikanın Yeşil Tepeleri,
gibi romanlarını yazmış, ayrıca Yaşlı Balıkçı ve Deniz romanı ile adayı tüm
dünyaya tanıtmıştır. Günümüzde onun anısını saklayan üç uzam pek çok edebiyat
meraklısının ziyaret merkezidir.
Floridita Bar
Üstad kökende bir
içki tutkunudur. Tüm dünya kentlerinde iki tek atmadığı bar yok gibidir. (Bu
arada Kurtuluş savaşı yıllarında gazeteci olarak İstanbul’da bulunduğunu ve
“İşgal İstanbul’u” adlı bir kitap yazdığını unutmayalım. Yazık ki, bu tür anılara
sahip çıkmayan ulusumuz bunları değerlendirmesini de bilmiyor) Bunlar içinde
Küba'daki "Floridita' (küçük Florida) en hoşlarından birisidir. Usta
yazarın burada, sayısını kimselerin tutmadığı, 'Daiquiri’leri (kırılmış buz
içinde, beyaz rom ve limon suyu) üst üste devirdiği söylenir.
Günümüzde
Amerikalı gezginlerden bir türlü yer bulunmayan bu barda Hemingway’ın bir
koltuğa gömülmüş bronzdan bir yontusu bulunuyor. İçeri giren her konuk yontunun yanına oturup görüntü
aldırıyor . Bir Mayıs akşamında biz de bu barda yer buluyoruz. Eşimle birlikte
Barın özgün yemeği “Yaşlı Adam ve Deniz” menüsünü seçip babanın dublesinden
ısmarlıyoruz. İçeride yer bulmak için kapından bakanlara inat edercesine
“eşimle” şerefe deyip romlarımızı kaldırıyoruz. Çevrede hep İngilizce
konuşuluyor. Hemen herkes Hemignway’in ruhu ile büyülenmiş gibi. Biraz sonra yaşlı
adamla deniz menüsü gelecek. Üçbeş deniz ürünün karışımından oluşan menüyü
yeyip Hemingway yontusu önünde görüntü aldıracağız.
Havana’da sürekli
takıldığı başka bir içki evi vardır ki ora da günümüzde yazın tutkunlarının
görmekten La Bodegmita de Medid Ubo Sundos adlı bu içki evine biz de eski
Havana’yı gezerken takılacağız. Ama oraya uzanmadan kentin en eski otellerinden
birini ziyaret edip Hemingway havasını koklayalım.
Ambos Mundos Oteli
Hemingway’in uzun
süre konakladığı Ambos Mundos Oteli ise,
Eski Havana kesiminde yer alıyor. Eski Havana diye adlandırılan kentin bu
kesimi yeniden canlanmanın sevincini yaşıyor. Hafta sonları bu meydanda eski
para, el işleri, kitap, resim türünden hediyelik eşya satılıyor. Küba’da ince
bir resim ve heykel zevki var. Pek çok amatör ressamın tablosunda bile bir
güzellik seziliyor.
Hemingway’in uzun
süre konakladığıAmbos Mundos Oteli bu meydanın biraz ilerisinde yer alıyor.
Otel baştan ayağa Hemingway’e ayrılmış gibi. Girişi boy boy resimleri ile
süslü. Üçüncü katta konakladığı –daha doğrusu uzunca süre yaşadığı- ve
romanlarını yazdığı oda müze gibi korunuyor. Çalışma masası üzerinde eski
daktilosu, onun önünde sandalye duvarda resimler, küçük kitaplıkta yazdığı
romanlar, sessiz bir bekleyiş içinde kendilerine yönelecek bakışları
arıyorlar. Yanda karyola ve yatak. Zaman
durmuş bu anda. Duran zamanda ben geçmişi aramaya çalışıyorum. Yazarın yazı
masasına oturup ve görevli bayandan görüntü almasını rica ediyorum. Sanki
Hemingway olmanın gizemine varacak gibi. Binlerce yazın tutkununun bir
özlemidir bu. Ben de oz özlemi yerine getiriyorum.“Her Davut’un oğlu Süleyman
olamaz”ama, her yazarın yerine oturan kendini onun yerini tutmuş sanır..
Odayı gezdikten
sonra, otelin o görkemli terasına çıkıp tüm Havana’ya egemen tepeden kentin
güzelliğini seyrederek mojitolarımızı içiyoruz. Teras çok sayıda yabancı
gezginle dolu. İngilizce yanında bol bol Almanca konuşmaları duyuyorum.
Bu otel odasında Hemigway’in
dört yıl yaşamış. Bir de kendine ait bağımsız evi var Küba’da Havana’ya 40 km
uzaklıkta bir kıyıda yer alıyor. Ustad, doğa ile iç içe yaşamak için bir tür
küçük köy evini seçmiş. Bilindiği gibi yazar av tutkunudur. (Bu yüzden bizim
gezi kılavuzumuz etyemez Fidel, Hemingway’i sevmiyordu ve bizi onun bulunduğu
uzamlara bir türlü götürmek istemiyor.) Buradaki evinde tüm eşyaları ve on bire
yakın kitaptan oluşan kitaplığı bulunuyor. Amerikalı ziyaretçilerin
vazgeçemedikleri uğrak yerlerinden biri konumunda.
Küba’ya ruh veren
ikinci kişi ise Ernesto Che Guavera. Bütün dünyada 68 Kuşağının efsanevi
kahramanı. Dünyada onun adını duymayan okuryazar yok gibidir.
Tommy’nin Evi
Balet Tommy’nin
evi günümüzde gezilip görülen küçük bir müze. Bu belki de sıradan bir müze
olarak sergilenen evi yazmama şundan geliyor: “Elini gör eline çun, evini gör,
evine çun” diye çok güzel bir atasözümüz vardır. Alınacak örneğin, yapılan işin
doğru olmasını vurgular bu atasözümüz. Evindeki güzelse evini öv, örnek al,
eldeki güzelse eli örnek al’ biçiminde özetlenebilir öziletisi. Şimde gelelim
örneğimize:
Tommy Küba’nın
ünlü baletiymiş. Küba gibi sanatsever bir ülkede böyle bir baletin Küba’dan çok
şey alıp götürmüş, ama kimi şeyler de kazandırmış. İşte >>Kübadaki
güzelsanat ruhu bunun bir ürünü. Onlarca egem
Ekim Füzeleri
1962’de yaşanan Ekim
füze bunalımı ile doruk çıkacak, siyasal, yanlışta doğru ve ekonomik kuşatmaya
dönüşecektir.
Bu olay,ölümcül
bir satranç olayının restleşmesidir. Ölüm oyunu büyük güçlerin yarışıdır ve
piyonlar küçük uluslardır. Bunların başında Türkiye gelir.
Olay, Sovyetler birliğinin Küba’ya nükleer
başlıklı füze yerleştirmesi ile başlar bunu fark eden Amerika bütün Küba adasını
abluka altına alır. Ancak iki Sovyet şilebi adaya doğru açılır. Bu gemiler
abluka hattına çarptığında iki dev kapışacaklar ve dünya yeni bir dünya
savaşına tutuşacaktır. Türkiye kanlı vuruşma alanının ortasında yer alır.
Türkiye’yi
ilgilendiren olay şundan gelir. Sovyet lideri Kruşçov, Türkiye’yi Küba’ya karşı
pazarlık masasına sürmüş, Amerika’nın da Türkiye’deki üslerini kendi
güvenliğine bir tehdit olarak görmüştür. Birkaç gün süren yoğun bunalım,
Sovyetlerin geri adım atmasıyla çözülecektir. Ama Amerika bundan sonra Küba’ya
ambargo uygulayacak tüm ekonomik siyasal ilişlilerini koparacak, Küba’nın en
önemli ekonomik gücü konumundaki şeker kamışını almayacaktır. Küba’nın
Sovyetler yanaşması bir zorunluk durumuna gelecektir, ama…
Bu konuya girmeden
Küba Sovyet dostluğu üzerine anlatılan bir fıkrayı burada vermeden
geçemeyeceğim. Fidel Castro’nun ilk Moskova ziyaretinde, Rus karşılayıcılar
–geleneklerinde olduğu biçimde- dudak dudağa öperler. Erkek erkeğe dudaktan
öpüşmeden rahatsızlık duyan Castro, bundan sonraki ziyaretlerinde purosunu
ağzından çıkarmaz. Kim Castro’yu öpmeye kalksa, puronun ateşinden yaklaşamaz.
Böylece Castro, Rusları incitmeden bu sıkıntılı selamlamadan kurtulmuş olur.
Kazanan Kaybediyor
Amerika-Küba
ilişkilerinde kim kazandı, kim kaybetti, sonucuna varmak sorgulamak zor. Bu
ambargonun verdiği tüm sıkıntı ve bunalımlara karşı, Fidel Castro, Küba’ya
ulusal bir kimlik kazandırmış. Bu, yüzyılların verdiği ezilmişliğe, sömürüye
karşı bir direnç duygusu.
Castro,
bağımsızlık savaşını Jose Marti’ne dayandırsa da onun da öncüleri var. Daha
önce de söylediğim gibi, Küba tarihi bir anlamda, mazlumun zalim karşısında
pasif direnişinin tarihi. Söz gelimi geçmişlerinde bir de Küba’nın asıl
yerlilerinden Hatuey’in direniş öyküsü var.
Hatuey, İspanyol sömürgenine karşı
verdiği direniş savaşında yenik düşer. Yakılarak idam edilecektir. İnfaz yerine
getirileceği sırada bir papaz yanına gelir ve pişmanlık duyması karşılığında
bağışlanacağını ve tüm günahlarından arınıp cennete gideceğini söyler.
Hatuey sorar:
“İspanyollar da cennete gelecekler mi?”
Papaz “Kuşkusuz gelecekler” diye yanıt verir. Bunun üzerine Hatuey
papaza ve halka “İspanyollarla cennette bulunmaktansa, yanmayı yeğlerim” der ve
yakılarak öldürülür. Zaman 2 Şubat 1512’yi gösterir.
Castro eylemi,
gerçekte bu olayla, yerlinin beyaz adama karşı direnişi ile başlar. Ve Küba
özgürlük hareketinin özgün bir özelliği vardır. Küba’da özgürlük savaşında pek
çok Kübalı olmayan savaşçı yer alır. İlk yıllarda başlayan yabancı
katılımcıların son ve efsanevi örneği Che Guavera.dır.
Che Efsanesi
Dünyada “Che” adı
ile tanınan efsane adamın asıl adı “Che” olmadığının belli bir çevre dışında
pek bilen olmaz. “Che” sözü Arrjantinde kullanılan “Hadi be, de hele”
anlamlarına gelen bir ünlemdir. Ernesto Guavera, sık sık bu ünlemi kullandığı
için Küba direnişi sırasında yoldaşlarınca bu adla anılır olmuştur.
Che, söylencesi
tüm dünyaya yayılmıştır ve Küba’da yaşar ama Sant Clara’da somutlaşır. Anıt
mezarında korunan kemiklerinden, Santa Clara yakınlarında çarpışarak teslim
aldığı tren vagonlarına kadar somut ne varsa bu il ve çevresinde bulunur.
Elleri kesilip
atıldığı için kalan kemikler ailesinin “sergileme ve turistik kullanılmayacak”
koşuluna uyularak getirilip Santa Clara yakınlarındaki bu anıt mezara
konulmuştur. Şimdi Che’nin mezarı öbür devrim şahidi kahramanlarla birlikte
basın bir yapının duvarı içinde yer alır. Her devrici kahramanın duvara gömülü
mezarı üzerinde adı ve doğum ölüm tarihleri yazılıdır. Bu duvar mezarları
arsında en büyüğü Che’nin mezarıdır ve hemen girişe yakın bir yerde bulunur.
Anıt mezara ücretsiz girilir. Resin çekmek ve yüksek sesle konuşmak yasaktır.
Mezarların bulunduğu bu salondan görüntülerin ve belgesel anıların korunduğu
ikinci salona girilir. Burada çocukluğundan ölümüne dek uzanan süreçte Che’nin
çeşitli görüntüleri, mektupları, eşyaları sergilenir. Bu salonda da resim
çeköek yasaktır.
Bu salonda Che’nin
el yazısı iki mekubu dikkatimi çekiyor. Gezi kılavuzumuz Fidel’e soruyorum.
Fidel çok kısa olan yazılardan birini tercüme ediyor. Bu tarihsiz bir emir
dilekçesi. Camiliya adlı önemli bir askere yazılmış. Aynen şöyle
Salak asker,
Çalışma konusu
ile ilgili sıradan bir askerle görüşmek için lütfen gelin.
Bok yiyenler.
İkinci mektup ise
Küba devrimcilerinde Celia Santez’e babasının ölümü üzerine yazılmış bir
başsağlığı mektubu. Bu mektup daha uzun.
Anıt mezarın
dışında dev bir yontusu duruyor Che’nin çevresizde yer alan ağaçlık alanda bir
tbelada Fidel Castro’nun onu öven şu sözleri yer alıyor:
“Seni buraya bir
yıldız getirdi ve bu halkın bir parçası yaptı.”
Evet, bir
efsaneden kalan somut nesneler bunlar. Dünyayı düzeltmek, tüm haksızlıkları yok
etmek içim kendini tanrısal bir misyon içinde sayan insanın 39 yaşındaki kısa
yaşamından kalanlar.
Efsaneleşme
olgusunu şöyle tanımlar Cemal Süreya:
“Olayların ya da
kişilerin, kitlenin ortaklaşa düşgücünde değiştirilip abartılması, yeni
görüntüler kazanması. Bir yerde ütopya anlamını da taşır efsane sözcüğü.
Kitlenin birtakım derin özlemleri vardır; kitle, bir olayı, bir kişiyi, o
özlemler çerçevesinde hayatın atomlarına indirir. Onu kendine özgü bir
dışavurum biçimi haline getirircesine çarpıtır, düzeltir. Ama, içinde o özlemin
karşılığını taşımayan şey efsane değeri kazanamaz. Bunun için söz konusu
olayın ya da kişinin elverişli olması gerekir.”
68 kuşağı, Che’de
bu özlemlerini bulmuştur. Efsaleşme koşullarını ise şu özelliklere bağlar:
Bunun için söz
konusu olayın ya da kişinin elverişli olması gerekir. Dikkat edersek,
yurdumuzda efsaneleşme koşulları bu ana öğelerin bir araya gelmesi, ya da
bunlardan birinin ilginç bir biçimde başat olmasıyla tamamlanıyor. Nelerdir
bunlar? Sanırım, şunlardır: mazlumluk (ezilmişlik), haklılık, haklılığın
kitlenin hak anlayışıyla birleşmesi, bir de gözüpeklik. Efsaneleşmiş kişide,
efsaneleşmiş olayda kimi zaman bu öğeler yan yana gelir. Kimi zaman sadece
birinin çektiği derin çizgi, o olayı bir efsane, o kişiyi bir efsane kişisi
haline getirir. Kısacası, efsane, halk duygusunun, ortaklaşa bilincin malıdır
Cemal Süreya çok
değerli denemesinde efsaneleşmede en önemli ögenin haklılık payı yanında
cesaret olduğunu vurgular.
Halk
efsaneleşmiş bireyde kendi mutsuz gerçeğini bulmakta, ama onda ayrıca görmek
istediği başka bir öğeyle özlemini de yansıtmaktadır sanki. Cesaret öğesidir
bu. Yalnız zulüm görmüşlük yetmiyor. Gözüpek biri de olacak o birey. Böylece
bir hak istemi varsayımı da ortaya çıkıyor. O kişi haklı olacak, öyleyken zulüm
görecek, öyleyken gözünü budaktan sakınmayacak ve elbet onun haklılığı ile kitlenin
hak kavramı arasında bir bağlantı kurulabilecek
Halk geneli için
saptanan bu kurallar, 68 kuşağında aydın ve yarı aydın kamuoyu için de geçerli
olmuştur. Haksızlık ve sömürünün kol gezdiği, Amerika’nın bir jandarma çalımı
ile gezindiği ortamda bunlara karşı direnen bir görüntü genç kuşağın ruhunu
sarmıştır. Che kendisi de söylencesi içinde ölmeye hazırlanmış gibidir.
Castro’ya yazdığı son mektupta şöyle seslenir:
“İnsan ya
kazanır, ya da ölür. Zafer yolunda ne çok dostumuzu yitirdik. Şimdi her şey
daha basitleşti. Küba devrimine beni bağlayan görevimin bittiğini sanıyorum.
Dünyada başka ülkelerin bana gereksinimi var. Küba’da sorumluluklarınızdan dolayı
yapamadığınız birçok şeyi, bizzat gerçekleştirebileceğimi sanıyorum”
“Ho, Ho Ho Şi min,
Daha fazla Vietnam, Ernesto’ya bin selam” çarpıcı sözleri dünyanın büyük
kentlerinin meydanlarında yankılanır. Ama bu bir düştür ve buna olanak var
mıdır?
Kırmızı renkli
eski kapalı tren vagonlar, bir greyde, vagonlarda resimler bir uçaksavar ve
vagonlarda sergilenen giysiler, silahlar.
İşte ünlü Santa
Clara savaşından ve Che’den kalan savaş anıları.
Şimdi genişçe bir
alana gelenlere gösteriliyor. Bir açık hava müzesini andıran yerde hemen hep
görülen olaylar yaşanıyor. Bol bol görüntü alınıyor. Bu tren baskını ise
efsaneleştirilerek anlatılıyor. Che^nin 18 adamı ile koca tren vagonlarını
teslim alması öyküleniyor. Ölümü göze almış 18 kişi ile görev gereği savan
kişilerin arsındaki cesaret farkı gözetilmiyor.
Buna benzer bir
olayı Falih Rıfkı Çankaya’da anlatır. Bir Arap ülkesinin büyükelçisi bir
kokteylde Atatürk’e “Paşam bizim başımıza geçseniz de, bizi de şu sömürgelikten
kurtarsanız der. Atatürk’ün yanıtı şu olur
“Yirmi milyon
ölmeye hazır mısınız?”
Elçi yanıt verir:
“Paşam siz
olduktan sonra yirmi milyona ne gerek var?”
“Yok, yok önce ölmeye
hazır yirmi milyon olacak, sonra ben olacağım. Zafer ancak böyle kazanılır.”
Che, dünyayı
değiştirmek üzere çeşitli ülkelere ve sonunda giderken bu kuralı sanırım
unutmuştur. Küba’da yanında ölmeye hazır insanlar olduğu için bir düşün
gerçekleştiğini düşünmemiştir. Bir yerde 68 kuşağına da yansımıştır bu yanılgı.
56 Yıl Sonra Gelinen Yer
Küba halkı kendi
düzenini daha çok Fidelizm olarak tanımlıyor. Fidelizm, katı marksizmden çok
Küba’ya özgü toplumcu devlet düzeni. Zaten Fidel Castro ve arkadaşları Batista
yönetimine karşı savaşa başladıklarında Marksist bir düzen özlemi ile değil,
Türk Kurtuluş savaşında olduğu gibi, ulusal Kurtuluş savaşı bilinci ile yola
çıkmışlar. Castro ve Che’deki Atatürk hayranlığı da bu bilinçten kaynaklanıyor.
Ama, Amerika üzerlerine geldikçe sola kayıp Küba halkına özgü bir toplumsal
düzen oluşturmuşlar. Ancak en büyük yargıcın zaman olduğu evrende, Atatürk’ün
büyüklük ve enginliğine eriştiklerini söylemek zor.
!959 Haziranında
Mısırda Nasır’ı ziyaret eden Che Guavera’nın Nasır’a ilk sorusu “Kaç Mısırlı,
ülkesinden ayrılmak zorunda kaldı?” oluyor. Bunların sayısının düşük olduğunu
öğrenince “Bu demektir ki, devriminiz sırasında fazla bir şey yapılmamış… Ben,
toplumsal değişikliği, bundan etkilenen insanların sayısına göre ölçerim”
diyor. Çünkü devrimden sonra pek çok Kübalı –doğru ya da yanlış nedenlerle-
ülkesinden ayrılmıştır.Küba Devriminin Amerika’daki yansımasını 1960’larda
Amerika’ya yaptığı gezide sevgili İlhan Selçuk şöyle anlatıyor:
“Miami'nin bildiğimiz
nitelikleri dışındaki bir özelliği de Kübalı mülteciler kenti olması.
Söylendiğine göre, burada üç yüz bin kadar Kübalı yaşıyor. İspanyolca, kentte
ikinci bir dil. Maria'lar, Pedro'lar, iklim bakımından Havana'ya pek benzeyen
Miami'de yerleşmişler. Her yanda kendilerine rastlama olanağı var. Alışveriş
için girdiğimiz bir mağazada tezgah başındaki Maria'lardan biri:
-Ah Küba, ah
Havana!... diyordu.
-Niçin bıraktınız?
-On dört yaşındaki
oğlumuzu okul bitirmiş diye Ada'nın doğusuna yollamaya kalktılar; oranın cahil
halkını okutması için... Dayanamadık...
-Burada memnun
musunuz?
-"Hayır"
işaretini, kaşlarını kaldırarak verdi. Kendisi Museviymiş.
-Ah, dedi, bir
sabah kalksam da, insanları ayıran tüm sınırların yok olduğunu görsem!..”
Ama bir sabah o
sınırlar kapanmış, bir daha belki de yaşam boyu bir daha görmeyeceği Havana’dan
kaçmıştır. 8 Ocakta başlayan Amerikan
dostluğu 17 Mayıs 1959 günü kapanmıştır.
Atatürk
devrimlerinin güler yüzlü, sevecen, herkesi kucaklayan tavrı
karşılaştırıldığında aradaki ton farkı belli oluyor. 1920 ler Türkiye’sinde
uygulana 150 likler olayını ve İstiklal Mahkemelerini eleştirenlere küçük bir
karşılaştırma örneği. Ve toplumsal çalkantısı…
Amerika ile süren
beş aylık balayının ardından yollar ayrılınca Castro ve arkadaşları hızla
toplumsal devrimlere yöneliyorlar. Küba’nın kanayan yarası toprak ağalığı ve
şeker kamışı üretim tesisleri ile işe başlıyorlar.
Toprak işletme
ağaların elinde alınmış. Fabrikalar, işyerleri devletleştirilmiş. Giderek
yükselen kamulaştırma sürecinde bireysel girişim tümüyle köşeye sıkışıp
tükenmiş. Bu durumu, o yıllarda sanayi bakanlığı görevini üstlenen Che Guavera
Mısır lideri Nasır’a şöyle anlatmış:
Hata yaptık.
Belki de bunlardan ben sorumluyum. Bulduğumuz her şeyi, berber dükkanlarına
kadar yüzde doksan sekizini ulusallaştırdık. Ancak neden sonra, bazı kimseleri
bu uluslaştırmanın dışında bırakmamız gerektiğini keşfettik.
Bunları okurken,
ölümünde çantasında bulunduğu söylenen Atatürk’ün nutkunun önemi bir kez daha
anlaşılıyor.
Bu kamulaştırma süreci
ile ilgili de bir Fidel fıkrası anlatılıyor Küba’da. Fıkra şöyle:
Castro ailesi,
Santiago’nun zengin ailelerinden biridir. Bir gün Castro’nun annesi bakallık
yakap komşusu Galiçyalıya gidip 200 pesos borç ister. Bu para o zaman için
oldukça yüksek paradır. Aile zengindir, ancak anne bunu kocasından
isteyemeyecek durumdadır. Ne var ki, Galiçyalı bakkal, bugün, yarın deyip ipe
un serer ve 200 pesosu vermez. Aradan yıllar geçer. Bu zaman içinde Galiçyalı
işi büyütmüş, bakkal dükkanının yanı sıra fabrikaları başka işyerleri sahibi olmuştur.
Ama bu ara Küba devrimi gerçekleşmiş, önce fabrikaları, ardından işyerleri
elinden alınmıştır. Elinde yalnız bakkal dükkanı kalmıştır. Onu da kaptırmamak
için, komşusu Katrolara gider. Anne Castro’ya ricada bulunur.
“Sizinle eski
komşuyuz. Fabrikalarım gitti, işyerlerim gitti. Fidel’e söyleyin de bari şu
küçük bakkal dükkanım elimde kalsın.”
Fidel’in annesi
gülerek yanıt verir:
“Komşu hani
senden yıllar önce 200 pesoso borç istemiştim de sen vermemiştin ya, ben o parayla
ben bu piçi aldıracaktım.”
Birkaç yıl Küba
gezisi yapanların anlattıkları alışveriş kuyrukları, sıra beklemeler şimdilerde
görülmüyor. Süpermarketi anımsatan büyük alışveriş merkezlerinde raflar oldukça
dolu. Küba halkı pek bir sıkıntı çekmeden istediği şeyi alabiliyor. Ne var ki,
tüm bunun yanında aylık kazanç, batı ile kıyaslanamayacak ölçüde düşük. Bir
mühendis 40- 50 dolar aylık alabiliyor.
Ülkenin dışa
kapalı olduğu dönemlerde kendi içinde eşitlikçi bir düzen kurulmaya çalışılmış.
Zorunlu dokuz yıllık eğitim tüm ülkeye yayılmış. Okuryazarlık oranı % 97’e çıkarılmış. Dokuz yıllık temel
eğitimin ardından lise eğitimi üç, üniversite eğitimi beş, tıp altı yıl..
Üniversiteye giriş sınavlı ve çok zor. Liseyi bitirenlerin ancak % 20’si
üniversiteye girebiliyor. Gençler temel eğitimin ardından daha çok teknik ve
meslek eğitimine yöneliyorlar. Okullarda geçmişte yabancı dil olarak Rusça
öğretilmiş. Şimdilerde İngilizceye yönelim başlamış. Ama rahat Küba insanı ne
geçmişte Rusça öğrenmiş, ne de günümüzde İngilizce öğrenmeye niyetli. Arada
sırada denemek için bir iki Rusça sözcük soruyorum, onu bile anlamıyorlar.
Benim bilmediğim Rusçayı onlar hiç bilmiyorlar!
Devrim en büyük
başarısını eğitimde ve tıpta yakalamış. Devrimin ardından, Amerikan kışkırtması
ile eğitimli Kübalıların büyük bölümü doktorlar Küba’yı terk etmiş. Sınırlı
olanaklar içinde eğitime ve bilime geniş akçal destek ayrılmış. Aradan geçen
yarım yüzyıllık dönemde Küba tıpta dünya çapında iveme kaydetmiş. Sağlık
hizmeti tüm topluma yayılmış. Her mahallede bir sağlık ocağı ve doktor var.
Yaşlılara bakım ve önleyici tıp hizmetleri ücretsiz olarak aksamaksızın
sürüyor.
Tıp bilimsel
olarak da çok ileri evrelere ulaşmış. Organ nakli, kanser sağaltımı gibi uzmanlık
alanlarında dünya çapında yol alınmış. Özellikle akciğer kanseri sağaltmada
büyük başarı sağlanmış. Hatta bir kanser ilacı sunuldu bizlere. Hem ilaç, hem
de önleyici aşı özelliği taşıyan bu ilacın bulunuşu akrep zehirlenmesine
dayanıyor. Küba’da çok rastlanan akrep zehirlenmesine karşı bir bitkibilimci
panzehir buluyor. Sonradan tıp bilginlerince geliştirilen bu panzehir günümüzde
kanser tedavisinde kullanılıyor. Gezi kılavuzumuz Fidel, bu ilacın dört evreli
kanser hastalarının ilk dönemlerinde kesin iyileştirici olduğunu sonraki
evrelerde ise acıyı azalttığını söylüyor. Bir ara Fidel’e takılıyorum:
“Fidel, dünyada
sigara yasaklanıyor. Sizin en önemli gelir kaynağınız puro üretimi ve satımı.
Gelecek yıllarda puro satamazsanız ne yapacaksınız? Yerine ne koymanız
gerekir?”
Fildel ilğinç bir
yanıt veriyor:
“Biz önce puro
satıp kanser yapıyoruz, sonra onu tedavi edip para kazanıyoruz.”
İkimiz de
gülüyoruz.
Gerçekten Küba,
günümüzde dünyada, başka ülkelere sağlık hizmeti satan ülkelerin başında
geliyor.Şimdilerde Latin Amerika ülkelerinde 60 bin Kübalı sağlık uzmanı
çalışıyor. Bunların büyük bir bölümü Venezuella’da görev yapıyor Venezuella bu
hizmetin karşılığını petrolle ödüyor. 50 yıl önce doktordan mühendise tüm
yetkin okuryazarı yurt dışına kaçmış, nüfusunun büyük bir bölümü okuryazar
olamayan bir ülkede yaratılan gerçek mucize bu. Bu an beni ne kırklı elli
yıllardan kalan arabalar, ne de uzun alışveriş kuyrukları ilgilendiriyor. Yerle
bir olmuş Almanya’dan yetişkin beyinlerin yepyeni bir Almanya yaratan bilinç,
yakın bir gelecekte yepyeni bir Küba yaratacak. İnancım bu doğrultuda.
Sosyalizm ya da
kendilerinin söyleyişi ile Fidelizm geniş halk kesimine yaygın hizmet ağı
örmüş. Yalnız Hava’da iki yüzün üzerinde yaşlılar ve düşkünler evi var. Yardıma
muhtaç yaşlılar düşkünlere buralarda ücretsiz hizmet veriliyor, gereksinimleri
karşılanıyor.
En zor dönemlerde
yokluk içinde bile eşitlikçi bir toplum düzeni kurulmaya çalışılmış. Kişi
başına belli oranda ekmek, pirinç, sıvı yağ, balık, et, yumurta, sabun
verilmiş. Geçmişte gezginlerin gördükleri sıra bekleme kuyrukları bu karneli
günlerin görüntüsü olmalı.
Çalışan annelerin
çocuklarına ücretsiz kreş ve anaokulu olanağı sağlanmış. Ayrıca bebeklere ek
süt yardımı yapılmış.
işçiden en yüksek
devlet görevlisine kazanç ve yaşam düzeyi oldukça dengeli tutulmuş, gelir
dağılımı olabilecek en adil biçimde ayarlanmış. Eğitimde büyük yol kat edilmiş.
Nazım Hikmet’in
1961 yazında gördüğü Küba böyle bir görüntü sergiliyor olmalı ki, Nazım Hikmet bu görüntüden büyülenmiş gibidir. O günleri
gördüğü için mutludur. Yazdığı şiirinde arkadaşı Abidin Dino’ya şöyle seslenir:
Sen mutluluğun
resmini yapabilir misin Abidin?
1961 yazı
ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin?
Çokşükür, çok
şükür bu günü de gördüm, ölsem de gam yemem gayrının resmini yapabilir misin
üstat
Yazık yazık
Havana’da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin?
İnsanlık hemen her
dönemde mutluluğun açarını aramış. İnsan olma sürecinde yaşanan boğuşmada
dinler, öğretiler ilkeler sunmuşlar. İlkeler, dizgeler insanları arkalarından
sürüklemiş. Altmışlı yılların yükselen değeri Sol düşünce, Nazım Hikmete
yıllardır düşlediği cenneti yaşatır gibi.
Ne var ki, her
sunumun bir emek ürünü sonucu olduğu ve bunun ilerideki yansımaları sanırım
biraz görmezden gelinmiş. Sözgelimi, kamulaştırma gerekçesi ile köylülerin
canlı mal beslemesi ve yetiştirmesi sınırlanmış. Buna bağlı olarak kırsal
kesimdeki halk kentlere kayıp fabrika işçiliğine geçmiş. Yeterli altyapısı
bulunmayan ülkede üretim şeker kamışı fabrikaları ve puro sarım tesisleri ile
sınırlı kalmış. Şeker kamışı fabrikaları da altmış yıl öncesi tekniğe dayandığı
ve kendini yenilemediği için yeni çağdaş gelişmenin gerisine düşmüş.
Siyasal kuşatmanın
yumuşaması ile giderek rahatlayan ortamda dış dünya ile yüz yüze gelindiğinde
bu çarkın dişlileri birbiri ile çakışmaya başlamış. Bir mühendisin ek kazanç
için taksi sürücüğü yaptığı, iyi eğitimli bir meslek sahibi genç kızın turistik
bir otelde garson olarak çalıştığını görebilirsiniz.
Arabamız UNESCO’nun
Dünya mirası listesine aldığı Vinales vadisine doğru ilerlerken yeşil
düzlükleri ve şeker kamışı ekili alanları izliyorum. Bir çiftçinin öküz koşulu
pullukla çift sürdüğünü görüyorum. Bu anda altmış yıl öncesinde bırakılan
noktaya dönülmüş gibi bir duygu uyanıyor içimde. Kamulaştırılan topraklar geri
verilmeye başlanmış ve köylü öküzle sürdüğü toprağı aynı düzende sürmeyi
sürdürüyor.
Dibe Vuran Ekonomi
Küba devrimle
birlikte Amerika sömürüsünden kurtulmuş, ama Sovyet bağımlılığına girmiş. Bu bağımlılık
sömürü olarak nitelenemez. Bağımlılık, seçeneksizlikten kaynaklanan isteksiz
bir birliktelik. Belli alım satım ilişkisi ve dayanışma ilkesine dayanmış. Bu
ilişkide de Küba, beklediğini bulamamış. Dönemin Küba sanayi bakanı Che
Guavera’nın bu duygularını de açıkça dile getiriyor. 11 Şubat 1965’te Kahire’de
ziyaret ettiği Mısır lideri Cemal Abdülnasır, Che’nin özel ve derin bir üzüntü
içinde olduğunu seziyor. Che bu duygularını şöyle anlatıyor:
“Çevremizde
gördüğümüz yığınla gerçek, bizi ne kadar hayal kırıklığına uğrattı. Bizim
istediğimiz Stalincilik değil, ama Stalinciliğe karşı tepkiyi de kabul
etmiyoruz.
Ayrıca
Komünizmde bir çelişki var. Kimi zaman Sovyetler Birliği ile görüşmelerde,
bulunurken, Rusların bizim hammaddelerimizi, emperyalistlerin saptadığı fiata
satın almak istediklerini görüyorum. Sosyalist bir ülke böyle yapmamalıydı.
Kendileriyle tartıştığımızda, rekabet sınırları içinde satmak zorunda
olduklarını söylediler. Bu fiatları saptayan emperyalistlerle onlar arsındaki
ayrımın ne olduğunu sordum. Benim görüşümü anladıklarını belirttikten sonra, bu
hammaddelerin gelişmemiş ülkelerin zavallı insanlarının sağladığını
bildiklerini, fakat başka bir alternatif olmadığını söylediler. ‘Rekabet edici
bir fiyata satın almak zorundayız’ diye tekrarladılar.”
Che’nin bu
sözlerine ve düşkırıklıklarına karşın, 60-90 arsındaki yıllar, Küba’nın ve
Fidelizm’in altın yıllarlıdır. Che’nin Sovyetlerin yoksul ülkelerden ucuz mal
eleştirmesine karşın, Sovyetler ihtiyacı olmamasına karşın destek için Küba’dan
şeker aldığı söylenir. Küba bu dönemde bir yandan dış dünyada Amerika’ya kafa
tutmanın gururunu yaşarken, içeride kazancı ülke içinde hakça paylaşma
çabasının övüncünü yaşar. Batı aydınları arasında Küba övgüsü bu dönemde
doruklardadır. Fransız düşünür Jean Paul Sartre, Guavera ile yüz yüze görüşür.
(Guavere çok iyi Fransızca konuşur) Guavera’yı çağın geçek devrimcisi olarak
niteler. Bu tanım, Guavera efsanesinin dünyada yayılmasına etken olur. Daha
sonra insan hakları zedelendiği için Küba’yı eleştiren ağır yazılar yazsa da bu
yazılar 68 kuşağınca görmezden gelinir ve önemsenmez. Küba, Afrika ve Latin
Amerika’da sömürgenlere ve diktatörlere karşı direnen kimi halkları destekler.
Ve her şey Sovyetlerde yeniden yapılanma söylemi ile alt üst olur. Zülfü
Livaneli, yeniden yapılanma düşüncesinin 21 Ekim 1986’da Gorbaçov’un Issık gölü
kıyısında kendinsin de içinde bulunduğu bir grup aydınla yaptığı toplantıda
katılan aydınların görüşlerine dayandığına değinir ve. “Biz farkında olmadan
perestroyka ve glasnostun fitilini ateşlemişiz” diye sözünü bitirir. Bu
ateşleme üç yıl sonra tüm dünya dengelerini sarsacak boyuta ulaşacaktır.
Küba Sovyet
ilişkisinin seçeneksiz dostluğu ve dayanışması Sovyetler Birliğinin 1989’da
Batı karşısında peşkir atıp sol blokun yıkılması ile sarsılır. Küba ile yapılan
tüm alışveriş antlaşmaları bir anda ortadan kalkar. Sekiz milyarlık Küba
bütçesi iki milyara inerek dibe vurur. Balık, et, süt, yumurtadan sabuna tüm
temel gereksinim maddeleri bulunmaz olur. (1990 da) kırk yıldır, köylerden kente
göçen ve yaşam düzenini Sovyetler birliğine bağlayan yüzde yetmişlik bir insan
kitlesi için bu bir yıkım olur. Elektrik kesintileri başlar. Başkent Havana’ya
ancak günde sekiz saat elektrik verilebilir. 1992-93 tam dibe vuruş yıllarıdır.
Balık, domuz eti bulunmaz. Sığır etinin adı unutulmuştur.
1993 yılında
ülkede korkunç sıcak bir yaz yaşanır. Kızgın yaz sıcağında tüm yaşamı soğutma
aygıtına kurgulu bir toplum için cehennem ateşinde yaşamakla eştir bu ortam.
Benzin sıkıntısı başlar ve devlet kent ulaşımını kolaylaştırmak için bisiklet
kullanımını özendirir. Ne var ki, 40 derece sıcağın kent üzerinde yoğunlaştığı
bir ortamda bisiklet kullanmak öylesine kolay olmaz. Halk arasında tepkiler
artar ve başkentin Eski Havana denen semtimde 300 kişilik bir ayaklanma
görülür. Koruma birliği bu ayaklanmacıları dağıtır ama Sosyalizm ya da Fidelizm
de son barutunu tüketmiştir.
Fidel Castro “Biz
artık sosyalist değiliz. İçim sızlayarak kimi dönüşlere zorlandığımızı söylemek
zorundayım Birtakım değişimler yapmazsak, elde ettiğimiz kazanımlarımızı
yitireceğiz. Kimi sözlerim hala geçerlidir. Belli konularda devlet desteği
sürecek” türünde açıklaması böyle bir zorunluluğa dayanıyor.
Bunun ardından
verimsiz işyeri, şirket ve fabrikalar kapatılır. Yabancı şirketlerin girişine
sınırlı olarak izin verilir. Gazoz, sigara, giysi gibi yabancı ürününler
satılmaya başlanır. Ülke turizme açılarak turizm geliri ile gönenç düzeyi
yükseltilmeye çalışılır. Havana’da ve ülkenin eşsiz kumsallarında şık oteller yapılır.
Turizm geliri ile belli bir ivme kazanılır ama… Ülke içi kazanç ve harcama ile
turist kazanç ve harcaması arasındaki büyük bir uçurum bütün dengeleri sarsar.
Çünkü yıllardır Amerika kıskacında yaşayan Küba pesosu, dolar karşısında pul
değerindedir. (1 dolar 125 pesos değerinde) Böyle bir ortamda Küba turizmi
yabancılara bedava hizmet vermek durumundadır.
Bu zorluk
nedeniyle Castro Euro değerine eşit “convertable pesos” çıkarmak zorunda kalır.
Yabancılar “Turist pesosu” diye anlan bu para birimi ile alışveriş yapaı
yaşayabilirler.
İçte ise, devlet,
halka belli sosyal desteği yapmayı sürdürüyor. Halka, -sınırlı olsa da- belli
oranda ekmek, pirinç türünden temel gıda maddeleri dağıtılıyor. Çocuklu
annelere ayrıca ek gıda maddeleri ve süt yardımı yapıyor. Sağlık hizmetleri ise
hiç aksamadan tüm topluma en küçük ücret almadan veriliyor.
Günümüzde yavaş
yavaş özelleştirmeye gidilmeye başlanmış. 150 dalda özel girişim Önce yirmi
kişilik lokantalara izin verilmiş. Giderek sandalye sayısı sınırı artırılmış,
50 sandalyeye çıkmış. Küçük işyerleri alışveriş yerleri çalışmalarını
sürdürüyor.
1992’den sonra
Amerika’ya giden Kübalılar da dönmeye başlamışlar. Paralı Kübalılar çeşitli
işyerleri açıyorlar. Kimi ev sahipleri evlerini pansiyon olarak kiraya veriyor,
kimileri taksicilik yapıyor.
Yeniden kırsal
kesime dönüş, tarımsal üretim, hayvan besleme özendiriliyor. Küçük çaplı toprak
özelleştirmesi ile dış dünya ile bütünleşme dönemi yaşanıyor. Otobüsle
geçtiğimiz kırsal alanda seyrek olarak sığır, koyun gibi hayvanların
yayıldıklarını görüyoruz. Gezi kılavuzumuz Fidel, bunların birkaç yıl önce
bulunmadıklarını yeni yeni yayılmaya başladıklarını anlatıyor.
2008’de Raul’un
başkan seçilmesi ile 120 dalda daha özelleştirme izni çıkıyor. Kazanç
sağlamayan kamusal işyerleri –özellikle şeker kamışı fabrikaları- kapatılıyor.
Raul 500 bin işçinin işine son veriyor. Buna bağlı olarak özelleştirme hız
kazanıyor.Lokantalardaki koltuk sayısı yirmiden, elliye çıkarılıyor.
Ama hala ülkede
yaşlı ve yorgun yatağında dinlenen Fidel Castro’nun ruhu gezinir gibi. Kardeşi
Raul, yalnızca onun izin verdiği ölçülerde değişime yeşil ışık yakıyor. Eğitim
dizgesinde en küçük değişiklik yapılmamış. Okullarda Marksizm okutulmaya devam
ediyor. İnançlar ise gerçekte hemen hiç yasaklanmamış. Şimdi de kimsenin
önemsediği yok. Kiliseler bom boş. “Fidel Castro’nun bakışları Küba’da
geziniyor” deyince yine Küba’da anlatılan bir fıkrayı anlatmadan geçemeyeceğim.
Fidel Castro bir
toplantı sırasında ansızın hastalanır, acile kaldırılır. Doktor içeride tedavi
ile uğraşırken bütün devlet büyükleri acil odasının kapısında bekleşirler.
Dakikalar uzar, saat olur. İçeriden ne doktor çıkar, ne de bir haber alınır.
Derken uzun bir bekleme sonrasında üzerinde ameliyat giysisi ile yorgun ve
perişan doktor dışarı çıkar. Belelyen devlet büyükleri doktorun yanına
koşarlar. Doktor “bittik, tükendik” diye kendi kendine söylenir.
Çevredekiler
“hiç mi umut yok, doktor, hiç mi, Fidel nasıl, ne durumda?” diye meraklı
gözlerle sorduklarında doltor umutsuz gözlerle onları süzer ve yanıt verir:
“Postallarını
giyiyor, toplanın hemen emir verecek”
Sonuçta şu an Küba
hızlı bir değişim sürecinin içinde bulunuyor. Devrimci direnişin ve zaferin
simgesi bağımsızlık ülkesi şimdi kendini dış dünyaya hazırlamanın sancılarını
yaşıyor.
Benzer bir
çalkantılı dönemi 1990’da Sovyetler Birliğindeki Türk devletlerini gezdiğimde o
ülkelerde görmüştüm.
Havana’da Bir Mayıs İşçi Bayramını Kutlamak
Bizde Kurban
Bayramının ilk gününün yağışlı geçmesi gibi, Havana’da da Bir Mayıs günü yağmur
yağarmış. Bu çok sık yaşanan bir olaymış. Nitekim 2015 bir Mayısında da bu
kural değişmedi ve biz yağmurlu mayıs sabahında özgürlük alanına doğru topluca
yürüyüşe geçtik. Yollar, alanlar tıklım tıklım ellerinde bayralar taşıyan yerli
ve yabancı insanlarla dolu. Bir insan seli, akıyor. Değişik diller, değişik
bayraklar sallanıyor, başta Che olmak üzere depişik ulusların ulusal
kahramanlarının resimleri gösteriliyor. Özgürlük meydanı da hınca hınç dolu tören
alanında başkan Raul yanında Venezuella devlet başkanı ile oturmuş, yanlarında
pek çok devletin temsizcisi ve elçilik görevlisi ile birlikte halkı
selamlıyorlar. Biz de onlara karşılık veriyoruz. Kalabalık arasında oldukça çok
sayıda Türk var. Kimi Türk bayrağı, kimi Atatürk görüntüsü taşıyor. Ellerinde
de elle yazılmış “Tayyip defol”, “Tayyip yüce divana” yazıları tutuyorlar.
Taksimde yaşayamadıkları özgürlüğü Havana Özgürlük meydanında yaşamaya
çalışıyorlar.
Şimdi Küba da bir
değişim sürecinin başlangıcında bulunuyor. Gerçi dünyanın çeşitli ülkelerinden
halk bir Mayıs kutlamaları için Küba’ya koşuyor. Bir mayıs büyük coşku ile
kutlanıyor. Okullarda hala Marksizm okutuluyor. Ama artık Amerika kıskacı
gevşetmiş durumda. Sözgelimi Küba’yı teröre destek veren ülkeler listesinden
çıkarmış. Olağan turist geçişi yasak olmasına karşın, çeşitli bilimsel
toplantılar gerekçe gösterilerek çok sayıda Amerikalı turist Küba’ya geliyor.
Küba Amerika ilişkilerinde beli bir yumuşama gözleniyor. Önümüzdeki yıl giriş yasağının tümden
kalkacağı yılda en az üç milyon Amerika’nın Küba’ya geleceği hesap ediliyor.
Öyle ki, Küba’da var olan turizm tesislerinin bu hizmeti karşılayamayacağı
söyleniyor.
Sonuçta bir iki
yıl sonra tarihsel Küba mitosundan pek bir şey kalmayacağı anlaşılıyor. Bu
demler Küba’nın son devrimci anları. Özgürlük meydanında Che Guavera’nın ışıklı
silüeti yerini koruyor.
Rahat İnsanlar Görüntüsü
Böyle bir ortamda,
şimdi gezginlerden sabun, kalem isteyen, çocuğuna bir bakkaldan süt almasını
dileyen kişilerle karşılaşabilirsiniz Küba’da. Bu istekler kimileyin gerçek
yokluğa dayanır, kimileyin ise bir kandırma, bir duygu sömürüsüdür. Tıpkı bizim
ülkemizde bir geleneğe dönüşen dilencilik sanatında olduğu gibi.
Fakat Cienfligeos
tiyatrosu köşesinde yer alan bir içkievi önünde yaşlıca bir kadının benden bir
cola ısmarlama isteğini geri çevirmem daha sonra içimi sızlattı. Bu bayan
öğretmen olduğunu söyledi, birkaç başka kadınla birlikte bizlerden sabun kalem
gibi şeyler dileniyordu. Amerika kıskacındaki ülke, Doğu blokunun çöküp Sovyet
desteğinden de yoksun dünya yalnızlığına itilince bu tür sıkıntılar alıp
yürümüş. Çin ile ticari ilişkiye girmişler ama bundan pek memnun değiller. “Çin her zaman alır, hiçbir zaman vermez”
kanısı egemen. Çinden aldıkları malların kalitesizliğinden yakınıyorlar. Kimse
kimseye karşılıksız bir şey vermiyor. Nitekim tiyatro kapısında görev yapan
genç kızlara sabun, tükenmez kalem hediye ettiğimde çol mutlu oldular.
Bu tarihi tiyatro
binasını gezip çıktığımızda köşedeki barda yerli yabancılar mojitolarını
içiyorlardı. Kapı önünde o yaşlı öğretmen hala benden bir içki ısmarlamamı
istiyordu.
Gezi kılavuzumuz
daha gezinin başlangıcında bizi bu tür duygu sömürücülerine karşı bilediği için
bu isteği yerine getirmedim. İçeride içkilerini için karaderili çiftle görüntü
aldım
Cienfuegos Haiti’den kaçıp buraya
sığınmış Galiçyalı ve Fransızlara dayanıyor. 1819’da kurulan kentin adı
yerlilerin dilinde “kadınların anası” anlamına geliyor. Bu nedenle kent
meydanında Fransız zafer takı yer alıyor. Ortada ise Küba’nın birçok yerinde
karşılaşacağımız Jose Marti yontusu tüm görkemi ile halkı selamlıyor. 1889’da
yapılan Thomas Jerry tiyatrosu hemen bu meydanın yanında bulunuyor. Kenti, puro
yapımı ve mangal kömürü üretimi gibi kaynaklarla ile gelir kaynakları ile geçimini sağlıyor.
Bu arada biz de bir puro üretimevini geziyoruz. Puro fabrikası diye
adlandırılan orta ölçekli işyerinde 140 dolayında bayan işçi sabahtan akşama
puro sarıyorlar. Bacaklar üzerinde dürüm yapmak gibi bir iş bu. Kendine göre
inceliği, ustalığı olan bir sanat. İçten dışarı doğru kat kat sarılan el
büyüklüğünde tütün yaprakları. Bir işçi günde 80-100 arası puro sarıyormuş.
Kılavuzumuz Fidel, uzun uzun puro sarmanın inceliklerini anlatıyor. Bütün bu
üretim Küba Tütün şirketine veriliyormuş. Kıyıları kesildiğinde kalan atıklar
parfüm yapımında kullanılıyormuş.
Sanki çok işimize yarayacak gibi.
Hani Bunun ilk Sahibi
Kenti
boylu boyunca gezip El-Hamra lokantasında yemeğe oturduğumuzda Yunus Emrenin
“Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi” dizelerini anımsatan bir duygu
yaşıyordum.
Kıyı
boyu Batista ve daha önceki dönemim zenginlerinin villa ya da konakları ile
süslü. Devrimden sonra bu şık yapılar çeşitli kurumlara verilmiş, şimdi ise
lokanta, otel olarak kullanılıyor. Bizim yemek yiyeceğimiz El Hamra
lokantasının ise hüzünlü bir öyküsü var. Eşi ile mutlu yaşamak üzere bu
yaptıran zengin adamın ölümü üzerine eşi bunalıma girip İspanya’ya gitmiş. Bu
görkemli yapı hizmetçiye kalmış. Batista, burayı kumarhane yapmak üzere
hizmetçinin elinden almış ki, devrim olmuş. Batılı zengin gezginleri yemek
yediği lüks bir lokanta şimdi. Lokantanın terasından Karaipler denizi bir
çarşaf gibi önünüze seriliyor. Uzaklarda bir burunda camiyi andıran kubbeli bir
yapı belli belirsiz seçiliyor. 80’li yıllarda nükleer santral kurmak üzere
yapılmış bu bina. Hemen ardından Çernobil olayı yaşanınca bundan vazgeçmişler.
Artık bir kıyıda unutulmuş yalnız bir yapı yalnızca.
Küba Kimliği
Castro, Küba’ya
bir kimlik, bir benlik kazandırmış. Mazlumun zalime karşı direnişi ve teslim
olmayışının gururu bu kimlik. Bu yüzden tüm yokluklara, sıkıntılara karşı Castro’nun
hep sevildiği, bir öncü olarak ardından gidildiği inancındayım. Halkla bütünleşmiş,
halkına sözünü zorla değil, benliği ile benimsetmiş bir lider. Söz gelimi
Küba’da inançlar yasaklanmamış. Ama devrimin başlangıç yıllarında Katolik
mezhebinin değişik kilise zincirlerinin etkinliklerinde raharsız olduğunda
“kiliseye gidenler bizden değildir” içeriğinde bir söz söylemiş. Bunun üzerine
kimse kiliseye gitmez olmuş. Küba’da oldukça yaygın San Fransiskan kiliselerine
böylece boş kalmış.
Geçtiğimiz
yıllarda ise daha değişik bir uygulamaya gidip daha çok Afrika kökenli karaderili
ya da melezlerin inandıkları tüm Küba’da yüzde yirmi oranında halkın inandığı
bir inancı resmi inançlar arasına katmış. Bu uygulamadan bizim gezi kılavuzumuz
Fidel çok rahatsız. Oysa kendisi müthiş bir Castro hayranı zaten adını da onun
adından almış. Türkiye’de Küba’nın ikinci büyükelçisi olarak bulunan babası
Fidel Castro’nun yakın dava arkadaşı. Batista’ya karşı birlikte savaşmışlar.
Uuzn yıllar devlet bürokrasisi içinde yer almış, dış işlerinde görev yapmış.
Bizim kılavuzumuz 40 yaşını aşmış Fidel böyle bir aileden geliyor. Hoşgörülü,
uygar, seven…
Tüm bunlara karşı
böyle bir uygulamayı sevmediğini söylüyor. Önce bu inancın kökenini kapsamını
öğrenmek istiyorum. İnanç tam bir din değil, Katolik mezhebin karaderililerin
Afrika’dan getirdikleri pagan inançlarının karışımı bir mezhep. Ne tam
Hıristiyanlık, ne de tam Afrika paganizmi.. Fidel’e “varsın kabul etsin, inanan
inanır. Sana ne zararı var? Bak sen, toplam 400-500 Müslümanın yaşadığı Küba’ya
cami yapılmasına sıcak bakıyorsun, kendi halkından bir kesiminin inanancına
neden karşı duruyorsun”diye soruyorum.
Bu kez Fidel
ikinci karşı çıkma nedenini söylüyor. Fidel, vejeteryanmış, yani et yemiyor ve
Claude Levi Straus’un özlüsözünde olduğu gibi, “insanın başka bir canlının etini
yemediği anda insan olacağı” inancını taşıyor. Oysa bu Katolik- Afrika pagan
karışımı inançta çok sayıda kurban geleneği varmış. Hemen her törende kan
akıtılırmış. Fidel’i bu kurban törenleri, tamtamlı ayinler rahatsız ediyor,
endişelendiriyor.
Bu noktada ben
Fidel Castro’nun bir kimlik arayışı içinde ulusal bir mezhebe sarılmak
istediğini anlıyorum. Bizim Sünni mezhebi ile yaşadığımız kimliksizlik
bunalımını andıran bir bunalımdan toplumunu kurtarmak istiyor. Atatürk de
benzerini düşünmüş ama bir çözüme varamamıştı. Şimdi Castro deniyor. Küba
bizden daha karmaşık bir yamalı bohça. Ortak vatan dışında yaklaşık hiçbir
özgün özellik onları birleştirmiyor.
Dili İspanyolca,
halkı Avrupalı göçmenlerle, Afrikalı kölelerin karışımından oluşan, asıl
yerlilerden en küçük iz kalmamış 110 bin km2 genişlik ve 11 milyon nüfuslu bir
ülke. Türkiye’nin onda biri büyüklüğünde yoksul Latin Amerika devleti. Beş yüz
yıllık bir sömürge yaşama dayanan bir geçmiş. Sürekli beyaz adam korkusu
yaşamış bir halk. İspanyol gelmiş yağmalamış, korsanlar gelip vurmuş, onlar
gitmiş bu kez de Amerika çöreklenmiş. Yerli işbirlikçi ile yabancı sömürgenin
el ele yönettiği kukla bir devlet. Ardından yorucu ve uzun bir savaşla
kazanılan ama gittikçe yalnızlaşan bir halk. İşte elli altı yıla varan
bağımsızlık dönemi ile sınırlı toplumsal bilinç. Şu anda gelinen noktada toplu
görünüm bu.
Castro bu kumaştan
giysi yapacak
Castro için Latin
Amerika’nın direniş ruhu dense yeridir. Çünkü Castro, bütün Latin Amerika’ya,
Beyaz insan sömürüsüne karşı direniş ruhunu aşılamıştır. ABD’nin Latin Amerika
birliğinden attırmasına, ülkeyi terörist ülkeler listesine koymasına, onlarca
suikast denemesi, işgal girişimine karşın ayakta kalması ile mazlum dünya için
yaşayan bir efsanedir. Bununla ilgili de bir fıkra anlatılır Küba’da.
Castro, ölüp
cennete gider. Cennette onu Aziz Pedro karşılar. “Vay yoldaş Fidel sizi burada
gördüğüme çok sevindim. Zaten sizin yeriniz burasıydı” der.
Ne var ki,
Castro mutsuzdur. “Yok Aziz perde yok, ben buraya geldiğim için memnun değilim.
Daha yapacak çok işim vardı. Latin Amerika birliğinin sağlanması, Afrika’da
halkların uyanması. Beni erken getirdiler buraya. Tanrı ile bir görüşme
olanağım var mı?” diye söylenir.
Peder Pedro,
buna olanak olmadığını, kendisinin de Tanrı ile görüşemediğini söyler.
Bir süre sonra
Castro İsa ile karşılaşır. O da Fidel’i gördüğüne çok sevinir. Ama bu kez
Fidel, Pedro’ya söylediklerini ona da söyler. “Ne yap yap bana bir randevu al”
diye üsteler. İsa Tanrının çok meşgul olduğunu, una olanak bulunmadığını
söylere de Fidel diretir. Bunun üzerine İsa, “Bakayım, birini razı edebilirsem
onun sırasını sana alırım” der.
Bir süre sonra
İsa, Fidel’e gelir. Tanrı ile görüşecek birini razı etmiş yalnız beş dakikalık
bir görüşme süresi koparabilmiştir. Denilen saatte, Fidel Tanrı’nın uzamına
girer. Kapıda istekçiler sabırsız kuyrukta beklemektedir. Beş dakija
biter,Fidel içeriden çıkmaz. On dakika, bir belirti bulunmaz. Saatlere uzanmaya
başlar. Aradan bir gün geçmiştir. Kapıdakiler İsa’ya kızarlar. Bu sorunu sen
açtın başımıza. Git kapıdan bir dinle hele bunlar ne konuşuyorlar?” diye
çıkışırlar.
İsa gidip kaypa
kulak verir. İçeriden Tanrı’nın sesi gelir.
“Evet Yoldaş
Fidel, söylediklerinde haklısın gerçekten dünyaya da cennete de yeni bir düzen
vermek gerek. Ama anlayamadığım bir şey var bu düznleme işinde: Ben neden senin
yardımcın olacağım!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder