Yayında Olan Eserlerim

4 Eylül 2017 Pazartesi

Değişimin Kıyısında Küba

Zaman En Büyük Yargıç
Küba’da Diktatör Batista’nın devrilmesi ve Fidel Castro’nun gelişi dünya kamuoyunda başlangıçta pek ciddiye alınmaz. Söz gelimi Mısır lideri Nasır, tüfekleri, kurşunlukları ve çalı gibi sakallarıyla Fidel Castro ile adamları Havana’ya girdiklerinde onları gerçek devrimcilerden çok, bir avuç Erol Flynn haydudu gibi görür. Başlangıçta Amerikalılar kuvvetle Castro eylemini destekler. Ne var ki bu balayı kısa sürer. Castro, Amerikan reçetesini benimsemeyip köklü devrimlere yönelince, kısa süren balayı bitimsiz düşmanlığa dönüşür. Castro ve arkadaşları, Batista’dan mafyanın at koşturduğu, yabancı sermayenin yerli işbirlikçi ile halkı sömürdüğü 6.5 milyonluk yoksul, yıkıntı yarısömürge bir ülke devralmıştır. Halkın ezici çoğunluğu okuma yazma bilmez. Yalnız varsıl ailelerden gelen bir avuç azınlık çocuğu eğitim görmüş, meslek sahibidir. 150 bin kadın fuhuş sektörünün kölesi konumundadır (bu sayı üç milyon kadın ve bunun ergen yaşta olanları için çok yüksek bir orandır).  Elektrik, su, petrol ve ulaşım hizmetleri Amerikalıların elindedir. Kıyılar, kumsalar mafyanın at koşturduğu, uyuşturucu sektörünün birbiri ile savaştığı kumarhanelerle doludur.
Yıllarca sürdürülen kalkışma ve direnişin ardından bu yıkıntıdan bağımsız bir ülke, yeni bir ulus yaratılacaktır.
Castro, köklü devrimlere başlar. Petrol ve elektrik fiyatları yarıya indirilir. Günlük çalışma süresi sekiz saatle sınırlanır. Yabancı sermayeyi tasfiye ve toprak ağalığı tasfiye edilmeye başlanır, köylüye toprak dağıtılır. Kıyılara çöreklenmiş mafya yuvası konumundaki kumarhane ve otellerle el konu. Okuma yazama seferberliği başlatılır. Böylece Amerika ile ilişliler kopar. Yerli mutlu azınlık ülkeden tüymeye çalışır. Böyle bir ortamda Amerika da boş durmaz. Ne kadar eğitimli, varsıl Kübalı varsa tümüne kucak açar. Küba’dan hemen karşılarda yer alan (günümüzde uçakla kırk beş dakika, yaklaşık Antalya Kıbrıs kadar uzaklıktaki) Florida kıyılarına yoğun bir kaçış yaşanır. Mafya babaları, Havana kıyılarında yaşayan varsıllar, doktor mühendis gibi okumuşlar Amerika’ya akın ederler. Öyle ki, Havana’da kıyı boyunda şirin villalarla dolu semt hayalete dönüşür. Devrim askerleri girdiğinde tüm evler bom boştur. Tek tük kapıları açanlara kim olduklarını sorduklarında bu evlerin hizmetçileri olduklarını söylerler. Evin sahipleri Amerika’ya kaçmıştır ve onlar hala bu evleri korurlar. Devrim bu evleri, oturanları borçlandırarak otuz yılda ödeme koşulu ile onlara verir. Fuhuşa bulaşmış kadınlara iş sağlanır (bu uğraş iki yıl kadar bir zaman alacaktır). Kumarhaneler kapatılır. Okuma yazama seferberliği başlatılır.






Domuzlar Körfezi
Küba adasının güney kıyısında yer alır. Havana’dan buraya uzanan dar yolun çevresini şakar kamışı tarlaları ve yeşil alanlar kuşatır. Tarihe Amerikan saldırısı olarak geçecek ünlü Domuzlar Körfezi bu yolun sonunda yer alır. 17-19 Nisan 1961 de yaşanan Amerikan çıkarma denemsi bu körfezde gerçekleşir.
Fidel Castro’nun Domuzlar Körfezi sırasında karargah olarak kullandığı Avutralya Şeker kamışı fabrikası günümüzde gezginlerin ziyaret ettikleri uğrak yeri olmuştur.Santa Clara’ya doğru şeker kamışı tarlaları arasında uzanan yolda ilerlerken biz de bu tarihsel uzama uğruyoruz. Geçmişin savaş karagahı, günümüzde gezginlerin bol bol mojito içtikleri dingin bir dinlenme yeri konumunda.
Oysa 1961 yılının o 16 Nisan gecesi başlayan süreç, Fidel Castro için bir ölüm kalım anının yaşandığı bir uzamdır.Amerika’nın Honduras’ta eğittiği bir bölümü Amerika’ya kaçan Kübalılardan oluşan 1600 (kimilerine göre 3000) paralı askerin başlattığı çıkarma, bir karabasan gibi Küba üzerine çöker. Nikaragua üzerinden ilerleyen ticaret gemileri ile yapılan çıkarmayı devriye gzen birkaç Kübalı gözcünün radyo sinyali ile bildirmesi ile öğrenen Castro, süratle olay yerine hareket eder.
Olayın nedeni nedir ve niçin bu saldırı sapılmıştır, böyle bir saldırının başarı şansı var mıdır?
Üzerinden elli yılı akın süre geçtikten sonra bu ve bunun gibi soruların yanıtı duru biçimde ortadadır.
Küba devrimi ile başlayan kumarhanelerin kapatılması, kamulaştırma ile United Fruit Company, ITT, Shell gibi Amerika bağlantılı şirketlerin ve bunlarla ortak çalışan yerli işbirlikçilerle mafyanın yem borularını tıkamıştır. Düzenden rahatsız olan bir dizi insan vardır. Bunlarla işbirliği içinde olan CİA, iki yıl öncesinden hazırlıklara başlamış, düzen karşıtı Kübalı askerleri eğitmeye başlamıştır. Başlangıcı, Nikson ve Eisenhover dönemine dayana bu dosya Kennedy’nin önüne getirilmiş, o da uygulamaya koymuştur.
Başarı şansı ise Küba içindeki düzenden rahatsız kimselerin de desteği ile olacaktır. Onlar, Castro’dan memnun olmayan büütn Küba halkının kendilerini destekleyip ayaklanacağını sanırlar. Devrimin üzerinden henüz iki, iki buçuk yıl geçmiştir, kimi dağlık bölgelerde Batista yanlısı az sayıdaki askerin direnişi onlara bütün Küba halkının direnişi gibi gelir. Beyaz Saray hesabına göre bu güçlerin çıkışı ile tüm  Küba halkı ayaklanacak, Castro’yu devirecektir.
Başkan Kennedy’yi Domuzlar Körfezi fiyaskosuna böylesine ham hayal sürükler. (Birinci Dünya Savaşı sırasında Cemal Paşa’nın Suveyş kanalını aşıp Mısır’ı kurtarma hayalini anımsatan bir hayal!)
Bu hesaplarla yola çıkan 8 Douglas uçağı Nikaragudan havalanır. Uçaklara Küba uçağı görüntüsü verilmiştir. Unlar Havana v Santiago havaalanlarını bombalayacak, Küba havagücünü etkisiz duruma solacaktır.
Amerikan uçakları körfez üzerinde uçarken Castro olayı öğrenip bölgeye hareket eder. Avustralya şeker kamışı fabrikasına karagahını kurup direnişe geçince zamanla yarış başlar. Adanın uzak köşelerindeki birlikler derme çatma araçlarla körfeze kaydırılacak, saldırganlar geri püskürtülecektir.
Ne var ki, Küba halkı Amerikalılara karşı tüm gücü ile Castro’yu destekler. Adanın en uzak kıyılarında yer alan birlikle 66 saat içinde körfeze ulaşır ve saldırganlar geri püskürtülür. Dünya devi Amerika, yanı başındaki küçücük bir ada devletine yenilmiştir.Ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalmıştır.
Bu olay Castro’nun sola kaymasının ve “Küba sosyalist olacak ilkesini” benimsemesinin başlangıcı olur. Sovyetler Birliğine yaklaşma başlar. Amerika –bizim Tayyip’in BOP eşbaşkanlığı düşlerinde olduğu gibi- Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuştur. Çünkü başlangıçta Castro eylemi, Küba tarihinin acı yazgısının devamından başka bir şey değildir. Ve bu direniş bir tümce ile özetlenebilir: Zalime karşı mazlumun direnişi!

Kolomb’un Yumurtası
Bir büyük ada ve bir dizi orta küçük adalar bütününden oluşan ülkenin yazgısı, sömürü ve yağma üzerine kurulu bir kördüğümü anımsatır. Adanın tarihi İtalyan denizci Kolomb’un adayı İspanya kıralı adına fethi ile başlar. 1500 lü yıllarlın deniz ulaşım olanakları ile bu kara parçalarına ulaşma uzun, meşakkatli bir deniz yolculuğu gerektirmiş, bunalan denizcileri birkaç kez isyana zorlamıştır. Birkaç kez denene isyan dalgaları arasında Kolomb, denizcileri karaya ulaşacaklarına inandırmayı başarır. Bu yolculukta denizcileri oyalamak için yapılan bir oyun yazın tarihine geçmiştir. Olay şöyle gelişir:
Kolomb elinde bir yumurta ile kürsüye çıkar. Yumurtayı masa üzerinde dik durdurma yarışı başlatır. Hemen herkes dener, kimse bu işi beceremez. Yumurtanın kaynatılması istenir. Yumurta kaynatılıp getirilir. Yeniden sınanır, yine kimse başaramaz. Bunun üzerine Kolomb’dan bunu başarması istenir. Kolomb, yumurtayı güm diye dikine vurup masaya oturtur. Bunun üzerine tayfalar bağrışırlar:
“Bunu biz de yapardık ya!”
Kolomb’un yanıtı çok yalındır:
“Yapaydınız efendim!”
Bir iki ayaklanma girişimini böylece atlatan Kolomb, son girişimde tayfalarca tutsak alınıp mahzene kapatılmak üzereyken tepedeki gözcünün umut sesi işitilir.
“Kara gözüktü!”
Okyanusun sonsuzunda kara gözükmüş, tayfalar ayak basacak alan bulma umuduna kavuşmuşlardır. Zaman 1492 gününü gösterir. Alan Haiti kıyılarıdır.
Daha gelişmiş insanlığın, az gelişmiş insanlığı alt edip yok edeceği yazgı süreci başlamıştır. Küba’nın tarihi bu yanlışta doğruyu -Kolomb bu adaları Hint adları sanmış ve Batı Hint Adaları adını vermiştir- ya da doğruda yanlışı bulmakla başlar.

Tüfek, Mikrop, Çelik
Beyaz adam, adada barışçıl yaşam süren 100-150 bin yerli ile yüz yüze gelir. Ada bundan sonra adım adım beyaz adamın egemenliğine girecek ve adanın asıl sahipleri eriyip gidecektir.
 Kolomb adayı “İnsanoğlunun gördüğü en güzel yer” diye tanımlar. Adanın bir ucundan öbür ucuna –bu uzaklık 1260 kmdir- ağaçların gölgesinde gidilebildiğini söyler. Böylesine yeşil ağaçlarla donanmış ada, doğa içinde mutlu yaşayan insanlar ülkesidir. Bir bölümü deniz kıyılarında midye, yengeç gibi deniz ürünleri ile beslenir, bir bölümü avcılık, balıkçılıkla geçinir. Bu kesim, toprak kazanda yemek pişirme uygarlık düzeyine erişmiştir. Üç bölüme ayrılan Küba yerlileri genelde ilkel uygarlık düzeyindedir. Puro içerler, adanın verimli yemişleri ile beslenip ağaç gölgelerinde dinlenir, basit kulübelerde doğal bir yaşam süreler.
Ne var ki, beyaz adamın ayak basması ile adada yeni bir dönem başlar. Yerliler uygarlığın en tehlikeli üç silahı ile tanışacaktır. Bunlar tüfek, mikrop ve çeliktir.
İspanyol Diadologes, 1510 yılında boylu boyunca adayı gezer. Batılılar yerleşim merkezlerleri seçmeye başlarlar.Ulaşımı kolay kıyılara kentler kurarlar. Ada yerlilerini maden –o dönemlerde adada alın madeni yatakları vardır-, orman, tarım işçiliğinde çalışmaya zorlarlar. Yerliler hastalık, alışmadıkları ağır koşullardaki işçilik yüzünden erimeye başlar. Küba insanının kimliğine sinen “barışçı direniş” tohumu bu dönemde atılır. Söylencesel kahramanlar bu direnişin öncüleri olur. Guama, İspanyollara karşı bir ayaklanmaya öncülük eder. Ormanlık alana çekilen 30 bin kişi kanının son damlasına değin direnir. Ayaklanma bu 30 bin kişinin kıyımı ile bastırılır.
Bu direnişin verildiği Matanzas şimdilerde kutsal direniş uzamı olarak anılıyor. (Zaten “matanzas” sözü “katliamlar” anlamına geliyor). 124 metre uzunluğundaki bir köprü, iki yakayı birleştiren bir vadide yer alıyor. Bu vadiye bakan bir konaklama istasyonundan vadiyi seyrediyor, çevreyi görüntülüyoruz. Bahçede küçük kavun büyüklüğünde meyveleri olan bir ağaç dikkatimizi çekiyor. Gezi kılavuzumuz Fidel’e soruyoruz ve “ekmek ağacı” olduğunu öğreniyoruz. “Yenir mi bunun ürünü?” dediğimizde “evet, pişirilip yenir” yanıtını alıyoruz.  Kocaman gövdeli dev ağacın bu meyvesinin pişirildiğinde ekmek gibi doyurucu bir besin olduğunu duyup şaşırıyoruz. Küba böylesine verimli bitkiler yatağı.

Rahat İnsanlar
Konaklama istasyonunda konuklar kamışlarla ananas suyu içiyorlar, vadiyi, çevreyi görüntülüyorlar. Açık havada küçük bir masadaki görüntü dikkatimi çekiyor. Masada dolu bir rum şişesi duruyor. Masanın başında yorgun biçimde koyu derili genç bir adam başı önde oturuyor. Adamın iyisinden zom olduğu apaçık belli oluyor. Eşi olması gereken bir bayan, adama ayıkması için kahve getiriyor.
Bu tablo genel Küba insanın görüntüsünü yansıtıyor. Küba’da yokluk içinde gülen, yoklukta mutlu yaşayan insan görüntüleri ile karşılaştım. Eski Doğu Blok ülkelerinde görülen soğuk yüzlü, mutsuz insan yüzleri ile Küba’da karşılaşılmıyor. Kentler, sokaklar ter temiz. Sokaklarda en küçük kir, pislikle karşılaşılmıyor. İnsanlar barışçı, dingin. Kavga, itiş kakış yok. Kamu taşıma araçları eski. Taksiler ellili, altmışlı yıllardan kalma, müzelik Amerikan arabaları. Yenilerde gelmeye başlayan Amerikan gezginler bol bol bu arabaların görüntüsünü alıyorlar. Ama Kübalı halkın bu yokluğu umursadığı, geride kalmışlıktan yüksündüğü yok. Gezi kılavuzumuz Fidel, bu durumu “sosyalizm güler yüzlü insanlar yaratıyor” diye açıklıyor. Gerçekten güler yüzlü insanlarla karşılaşıyoruz Küba’da.
Bu, Küba’nın doğasından mı kaynaklanıyor, yoksa Fidel’in savı ile sosyalizmden mi kaynaklanıyor? Benim izlenimime göre ikinci olasılık ağırlık kazanıyor. Çünkü Küba, doğası gereği rahat insanlar ülkesi. Bu toprakların sahibi yerliler eriyip gitmişler, ama ruhlarını burada bırakmışlar. Avrupa’nın başta İspanya olmak üzere çeşitli ülkelerinde gelen göçmenler onların rahatlığını üstlenmişler. İspanyollar nefis bir sanat tohumu atmış. Sokaklarda gördüğümüz heykellerin tümünde bir güzellik, bir incelik var. Sömürü amaçlı olsa bile iyi bir ulaşım ağı kurmuşlar. Şeker kamışı taşımacılığı için tren yolları yapmışlar. Tek katlı taş duvarlı yapılarda incelik ve güzelliği görüyoruz.Resim sanatı da öyle. Müzelerde, kent pazarlarında güzel tablolarla karşılaşıyoruz. Genelde halkın ruhuna sinmiş sanat zevki. Çok renkli geleneksel giysilerden, çağdaş giysilere tümünde bir güzellik var. Fidel Castro’nun devraldığı Küba böyle bir yapıya sahip, mücadele bu ortamda sürüyor.
Yeme, içme ve sevme zevklerini de hiç yitirmemişler. Sıcak ikilimin kanı kaynatan temel içgüdüsü cinsellik, bol içilen alkolle kışkırtılıp özgürce yaşanıyor. Kılavuzumuz Fidel Havana kıyı boyunda şimdilerde ışıklandırma nedeniyle gençlerin bu özgürlüklerini yaşayamadıklarını söyledikten sonra “o kıyılarda neler yaşanırdı neler” diye vurguluyor. Kendisinin Küba’nın en uslu erkeklerinden olduğunu söyledikten sonra “bu resmi üçüncü evliliğim, yaşadıklarımı ise saymıyorum. En uslu erkeğin böyle olduğu bir ülkede gerisini siz düşünün” diye gülüyor. Yakında kıyı boyunu aydınlatan ışıkların bozulacağını ve gençlerin eski özgürlüklerine kavuşacaklarını ekliyor.
Küba halkının ruhuna sinmiş bu özgürlük duygusu. Burada, Fidel’in babasının büyükelçilik günlerinde büyükelçi, erkek personeli ile bulunduğu içkili bir ortamda sormuş:
“Başkonsolos, evli misin?
“Evet büyükelçim evliyim.”
“Sevgilin de var mı”
“Var efendim, iki tane.”
“2. Kosolos ya siz?”
“Evliyim ve çok güzel bir metresim, bir de başka sevgilim var.”
Sonuçta tüm erkek personel tümü evli olduklarını ama sevgilileri de olduğunu söylemiş. Bunun üzerine büyükelçi şu soruyu sormuş:
“Peki sevgililerinizin arkadaşı sevgilisi var mı?”
“Yok efendim öyle şey olur mu?”
Elçi bu kez gülerek şu soruyu yöneltmiş:
“Küba nüfusunun yarısı kadın yarısı erkek, peki sizin sevgiliniz oluyor da onların nasıl olmuyor?”
Küba insanının rahatlığın Fidel şöyle örnekliyor. Kübalı bir Pazar güü domuzunu kesip kızartmaya başlar. Domuz kızarırken o, birasını içer. Biralar içkiler tükenirken, o domuzu yağlar, çeviri, yağlar. Bu iş saatlerce sürer. O böyle bir yaşamdan mutluluk duyar. Bir defasında iki amcam birkaç kasa bira kır evinde böyle bir buluşmada iki kişi akşama değin bütün biraları bitirdiler.

Coğrafya Kaderdir
Küba’nın öyküsü, mazlumun zalime karşı katı direniş geleneğin öyküsü. Önce İspanyollar gelip yerlileri ezmişler. Korsanlar yerleşikleri soymuşlar. İspanya gitmiş Amerika gelmiş. O kukla bir cumhuriyet kurup sömürü düzenini sürdürmüş. O da yetmemiş, Batista diktatörü gelip ülkeyi inim inim inletmiş.
Bu olayı Nazım Hikmet Havana Röportajı adlı şiirinde şöyle anlatır:

“Batista kulluğundaydı Şehmeran’ın
Şekerkamışı milyonerlerinin Yankisinin de yerlisinin de ve tütün kahve milyonerlerinin Yankisinin de yerlisinin de ve tanklı uçaklı elli binlik bir ordunun ve de yiğitleri hadım ettikten ve de gözlerini oyduktan sonradöve döve öldüren kışlaların ve önlerinde sırt üstü cesetler çürüyen karakol kapılarının ve her gece karakol duvarlarının yırtıp dışarı fırlayarak sıcak karanlıklarda kanlı kuşlar gibi çırpınan çığlıkların ve Frankist papazların ve kumarhanelerin ve de eroin toptancılarının ve gangsterlerin Yankisinin de yerlisinin de ve orospuların yalnız bir Havana’da on beş bin karaya vurmuş bir köpek balığı gibi çürüyenin ve baygın ağır çiçek kokularıyla karışık leş kokusunun generali Batista tümü altı nilyon nüfusun dört milyonu aç ve yüz bini verem ve Yankelere son on yılda bir milyar dolardan çok kar getiren Küba’da Birleşik Amerika Devletleri elçisinin Birleşik Amerika Devletleri kara hava ve deniz kuvvetlerinin  Birleşik Amerika Devletleri dolarının yıllardır kulluğundaydı.”
                                      Nazım Hikmet, Havana Röportajı
Tüm bu yağmalara, sömürülere karşı mazlumun direnişi sürmüş. Şimdi o yiğit kahramanlardikilen heykellerde yaşıyorlar. Meydanlarda, köşe başlarında karşılaştığımız hemen tümü at üzerindeki bu heykellerin görünümleri bir anlam taşıyor.
At, denize bakıyorsa bu kahraman sürgünde ölmüştür, karaya bakıyorsa ve atın ayakları yere basıyorsa, ülkesinde eceli ile ölmüştür, yok atın ön ayakları havaya kalkıksa, çatışmada ya da işkencede ölmüştür.
İşte “Coğrafya kaderdir” diyen İbni Haldun’un sözleri ile bir ada devletinin yazgısını yansıtan görüntü bu heykellerde gizli. Kimlerin yontuları yok ki?


Jose Marti
Dolaşıyorum Havana sokaklarını
Asfalt ağaçları birbirine karıştırıyorum
Otomobillerle asfaltı birbirinden ayırt etmek olmuyor
Yağmurla güneşi
Akbulutlarla masmavi yüzme havuzlarını
Kadınlarla yemişleri birbirine karıştırıyorum
Çocuk bahçeleriyle hürriyeti
Hürriyetle bu şehrin insanlarını birbirinden ayırt etmek olmuyor
Köylü anlarla cumhuriyeti bir birine karıştırıyorum
Hose Marti’nin anıtları heykelleri büstleriyle Fidel’in fotoğraflarını
Birbirine karıştırıyorum hele taş basma resimlerini
Fide’le türküleri birbirine karıştırıyorum
                                      Nazım Hikmet, Havana Röportajı’ndan
Fidel Castro’nun “ biz Jose Marti özgürlük eyleminin ardılıyız” diye saygı duyup andığı kahraman Marti, bir polis oğlu olarak 1853 yılında Havana’da doğar. Yazgısı babasının yazgısı ile düğümlenmiş gibidir. Afrikalı kara derililerin henüz köle olarak çalıştırıldığı, ama köle alım satımının yasal olarak yasaklandığı bir dönemde yaşayan polis Havana’daki haksız uygulamalara karşı çıktığı için kırsal kesime sürülüyor. Ne var ki, kırsal kesim daha büyük adaletsizliklerin yaşandığı bir alandır. Kaçak köle alım satımı sürer. Bu kez polis baba bunlara karşı çıkar.
Böyle bir ortamda Jose Marti, haksızlığa karşı bilenmiş bir bıçak gibi büyür. 17 yaşında sömürge karşıtlığı yüzünden İspanya sürgün edilir. Sürgünde yaşadığı bu zor günleri küçük bir kitapta anlatır. 1879’da çıkarılan genel afla Kübaya döner. Özgür Vatan gazetesini çıkarır. Onurlu ve kısa yaşamı 1895’te Don Rios savaşında ölümü ile noktalanır. Öldüğünde 42 yaşındadır.
Şimdi, Küba’nın birçok yerinde karşılaşacağımız Jose Marti heykellerinin tümünün yüzü karaya dönük ve atlarının ön ayağı havaya kalkıktır.
Öldürülüşünden on yıl sonra yapılan en eski yontusu -1905- eski Havana’da bir meydanın ortasında yer alır. Hemen biraz ileride Havana’nın sıfır noktası sayılan kubbeli Capitol bulunur. Capitol yapısı içinde –kapalı alanda dünyanın en büyük yontusu süsler. Yontunun bir elinde kılıç ve bir elinde elmas vardır. Bu elmas Havana’nın sıfır noktasını temsil eder.

Dünyayı Yöneten Ölüler
Edgar Morin, Kaybolmuş Paradigma’da yazının bulunuşu ve uygarlığun gelişimini ölüm olayına ve mezar kültüne bağlar. Bu açıdan mezarlık kültür toplumlarda bir yerde uygarlığın da göstergesi gibidir.
Havana mezarlığı bu açıdan görülmeye değer mezarlıklardandır. 1871’de kurulan mezarlığın Dünyanın üçüncü büyük mezarlığı olduğu söylenir. Bu tür söylentilerin ne ölçüde doğruluğu bilinmez ama gerçekten bu mezarlık mermer mezarları, yeşil alanları, heykelleri ve görüntüleri ile görkemli bir mezarlıktır.
Bol bol toplu aile mezarlıkları ile dolu mezarlarda insanlar sonsuz dinginlikleri içinde uyurlar. Küba’da değişik bir mezar geleneği bulunur. Küçük bir ana sığdırılmış aile mezarlıklarında bir dizi insanın mezarı iç içe yer alır. Bu şöyle başarılmış: Kişi öldüğünde aile mezarlığına ortaya gömülürmüş. Yaklaşık bir iki yıl sonra te çürüyünce mezar açılır, kemikler küçük bir kutuda toplanır bir kenara yerleştirilir, küçük bir mezara dönüştürülürmüş.
Böylesine bir gelenekle gömülen sıra sıra mermer aile mezarlıkları arasında ünlü mezarlarla karşılaşıyoruz. Ulusal kahraman Jose Marti’nin annesi, Küba direnişine katılan Dominikli kahraman Maksimo Gomez, –üzerinde 1927-2005- tarihleri yazılı-Bonevistalı İbrahim Ferrer, ve Rahip Pedro Perat dünya sorun ve çıkarlarını unutup uyuyorlar.
Her görkemli mezarın ayrı bir öyküsü var. Bu durum bana Tolstoy’un “Her mutlu aile birbirine benzer, ama her mutsuz ailenin ayrı bir öyküsü vardır” sözünü anımsatıyor. Söz gelimi Dilek Mezarı olarak anılan ve günümüzde insanların dileklerini sundukları Falla Bonet ailesi
 mezarlığı gibi.
Blanco Herroro Batiz, çok sevdiği Ameliya ile büyük bir aşkla evlenir. Büyük bir özlemle bir çocuklarının olmasını isterler. Kısa süre sonra Ameliya gebe kalır. Ne var ki doğum sırasında Ameliya çocuğu ile birlikte ölür. Küba geleneğine göre iki yıl sonra, mezar küçültülmek için açıldığında Ameliya’yı çocuğunu kucağında tutar biçimde bulurlar. Bu olay bir söylenceye dönüşür. O günden bu güne çocuğu olmasını isteyen kadınlar başta olmak üzere her tür dileği olanlar bu mezara gidip dilekte bulunurlar.
Bizim mezarlık gezimiz sırasında koyu tenli bir bayan sessizce dilekte bulunuyordu. Dilek ve duasını bitirip arka arka yürüyerek mezardan ayrılırken mezarın köşe taşına, elinin ucu ile üç kez vurup uzaklaştı. Bundan sonra bizim Türk arkadaşların toplu dilekleri başladı. Ne mi dilediler: “Tanrım ülkemizi şu beladan kurtar! Yerine gelir mi, bilinmez.

Eski Havana
Eski Havana semti, tarihsel Havana kalesinin arkasında ilk yerleşim bölgesinin adıdır. Günümüzde yerli esmer melezlerin yaşadığı iki katlı evlerin birbirine yaslanırcasına sıra sıra dizildiği çoğunluk yoksulların yaşadığı kent kesimini oluşturur. Alt kat pencereleri ile oluşturulan  sözde satış evlerinde derme çatma eşyalar satılır. Berber, kasap, manav, tamirhane gibi küçük özel işler bunlar. Kimi el işi işleme yazma, tahtadan yapılmış hediyelik eşya satıyor. Ama işin ilginç yanı, kimse konumundan yüksünmüyor. Yabancıları rahatsız ettikleri, bir şeyler satmak için zorladıkları yok. Tüm Küba’da gözlemlediğim olayı burada da saptıyorum. Yoksulluğun utancını değil, özürlüğün ve paylaşımın mutluluğunu yaşıyorlar. Var olanla mutlu olmayı seviyorlar.
Bizim insanımızda bu özelliği bulamazsınız. Bizim insanımızda –belki de bir imparatorluk geleneğinin ardılı olmaktan kaynaklanan- bir kabına sığmazlık vardır. Bir türlü olduğu gibi görünmeyi sevmez biizm insanımız.Yapay bir büyüklük saplantısı içindendir. Küba halkında olduğu gibi gözükmenin rahatlığı var. Ek kazanç için taksicilik yapan mühendis kendi konumunu rahatça anlatır.
Eski Havana’ya bu yoksul halkı eğitmek, toplumsallaştırmak için 1979’da bir tiyatro ile çocuk parkı yapılmış. Genç ve çocukların parkta gamsız kedersiz oynadıklarını görüyoruz.
Santa Anhel meydanı Eski Havana’nın bir tür merkezi konumunda bir alan. Burada da kimi heykel, ya da büstlerle karşılaşıyoruz.  1812-1894 tıllarında yaşayan ve Küba’nın en büyük yazarı sayılan Crillo Wilavero’nun evi ve yontusu da burada.

La Bodegmita de Medid Ubo Sundos
Hemingway’in en sık uğradığı bu salaş içkievi Eski Havana’da, Katedral Meydanına çıkan bir ara sokakta yer alır. Arnavut kaldırımı türünden taşlarla döşeli bakımsız sokağın iki yanını yoksul evler kuşatır. Ne var ki içki evi tıklım tıklım doludur. İçeri girmek ve bir mojito katlı ısmarlamak ciddi sabır ister. İçki evinin içini Amerikan gezginlerle doldurur. İçeride duvarlar özgün Hemingway görüntüleri ile süslüdür. Konukların, kimi görüntü alır, kimi film çeker, kimi mojitosunu yudumlar.
Bu hengame içinde biz de görüntüler alıyor, Hemingway’in yaşadığı havayı solumak için 'babanın dublesinden' diyerek içkilerimizi ısmarlıyor, buzlu mojitolarımızı içiyoruz.

Pedrosa Ailesi Sarayı
Eski Havana’da bulunan Pedrosa ailesi sarayı  günümüzde turistik satış evi olarak kullanılan ilginç bir yapı. Dev taş sütunlar ve yuvarlak taş kemerler üzerine oturan yapının ortasında yeşil alan bulunuyor. İki katlı konağın üst ve alt kat odaları çeşitli el işlerinin satıldığı dükkanlara dönüştürülmüş. Deri işleri, krem,, koku türünde turistlere yönelik eşyalar satılıyor. Ortadaki hayattan içeriye güneş süzülüyor.1780’de yapılan bina bizim İstanbul ve İzmir’de örneklerini gördüğümüz eski konakları anımsatıyor.

Havana Karakolu
Sömürge döneminde yapılan karakol Eski Havana’nın en soğuk binalarından biri konumunda. Karakoldan çok korunaklı bir şatoyu, ya da kaleyi andıran inanılmaz görünümde bir yapı. Asıl binayı çok yüksek taş duvar kuşatıyor. Suru andıran bu duvarların gerisinde çirkin ve soğuk dev taş bine gözüküyor. Görünümü içimi ürpertiyor. Sanki Nazım Hikmet
“karakol kapılarının ve her gece karakol duvarlarının yırtıp dışarı fırlayarak sıcak karanlıklarda kanlı kuşlar gibi çırpınan çığlıkların” dizesini duyar gibi oluyoruö.

Havana Kalesi
Tarihsel Havana kalesi kenti korsanlara karşı korumak amacıyla, kent kurulduktan kısa süre sonra,1586’da yapılmış. Küba’nın beyaz adam tarafından alınışından sonra, en büyük belalısı korsanlar olmuş. Mafya türünü andıran bu soygunculara karşı yapılan kale halkın güvenliği sağlanmak istenmiş.
Günümüze eski surlardan fazla bir şey kalmasa bile, yüksekçe bir tepede yer alan kale önemini koruyor. Çok sayıda gezginin ziyaret ettiği tepede eski yöntemlerle şeker kamışı sıkılıyor, suyu gezginlere satılıyor. Gezginler bol bol görüntü alıyorlar. Kimi şeker kamışı sıkma aygıtını, kimi Havana’yı belgelemeye çalışıyor. Küba’nın özgün içkisi yanında şeker kamışı suyu arada sırada içilen meşrubat konumunda. Yerli halkın pek içtiği bir şey değil.

Atatürk Yontusu
Anayurdunda yıkılmaya çalışılan büyük kurtarıcı Atatürk’ün –dünyanın bir çok başkentinde yer alan heykellerinde biri Havana’da bulunuyor. Heykel, tarihsel Havana kalesinin biraz ilerisinde parkı andıran yeşil bir alanda yer alıyor. Büst 1980’de yapılmış ve önceleri kentin içinde bir yerdeymiş, yılbaşı eğlencelerinde zedelenince yeniden yapılıp buraya koymuş. Bütün Türk gezgin topluluğu övünçle Atanın büstü önünde görüntü aldırıyoruz.
Biraz ileride sol yanında Hintli Şair Tagor, sağ yanında Perulu halk önderinin yontuları bulunuyor. Tümünün yüzü Havana kalesine doğru, denize bakıyor.

Bir Kentin Ruhu
“Kentlere ruh veren binalar değil, insanlardır” türünden bir özlüsöz vardır. (bu sözün doğruluğuna inanmama karşın ben kentleri kent yapan şeyin kalıcı anıtlar olduğunu da savunurum,)
Bu söz, Küba için söylenecek olsa, Che Guavera ve Hemingway adları birinci sırada yer alır. Hemingway adada uzun yıllar yaşamış, Silahlara Veda, Afrikanın Yeşil Tepeleri, gibi romanlarını yazmış, ayrıca Yaşlı Balıkçı ve Deniz romanı ile adayı tüm dünyaya tanıtmıştır. Günümüzde onun anısını saklayan üç uzam pek çok edebiyat meraklısının ziyaret merkezidir.

Floridita Bar
Üstad kökende bir içki tutkunudur. Tüm dünya kentlerinde iki tek atmadığı bar yok gibidir. (Bu arada Kurtuluş savaşı yıllarında gazeteci olarak İstanbul’da bulunduğunu ve “İşgal İstanbul’u” adlı bir kitap yazdığını unutmayalım. Yazık ki, bu tür anılara sahip çıkmayan ulusumuz bunları değerlendirmesini de bilmiyor) Bunlar içinde Küba'daki "Floridita' (küçük Florida) en hoşlarından birisidir. Usta yazarın burada, sayısını kimse­lerin tutmadığı, 'Daiquiri’leri (kırılmış buz içinde, beyaz rom ve limon suyu) üst üste devirdiği söylenir.
Günümüzde Amerikalı gezginlerden bir türlü yer bulunmayan bu barda Hemingway’ın bir koltuğa gömülmüş bronzdan bir yontusu bulunuyor. İçeri giren her konuk yontunun yanına oturup görüntü aldırıyor . Bir Mayıs akşamında biz de bu barda yer buluyoruz. Eşimle birlikte Barın özgün yemeği “Yaşlı Adam ve Deniz” menüsünü seçip babanın dublesinden ısmarlıyoruz. İçeride yer bulmak için kapından bakanlara inat edercesine “eşimle” şerefe deyip romlarımızı kaldırıyoruz. Çevrede hep İngilizce konuşuluyor. Hemen herkes Hemignway’in ruhu ile büyülenmiş gibi. Biraz sonra yaşlı adamla deniz menüsü gelecek. Üçbeş deniz ürünün karışımından oluşan menüyü yeyip Hemingway yontusu önünde görüntü aldıracağız.
Havana’da sürekli takıldığı başka bir içki evi vardır ki ora da günümüzde yazın tutkunlarının görmekten La Bodegmita de Medid Ubo Sundos adlı bu içki evine biz de eski Havana’yı gezerken takılacağız. Ama oraya uzanmadan kentin en eski otellerinden birini ziyaret edip Hemingway havasını koklayalım.

Ambos Mundos  Oteli
Hemingway’in uzun süre konakladığı Ambos Mundos  Oteli ise, Eski Havana kesiminde yer alıyor. Eski Havana diye adlandırılan kentin bu kesimi yeniden canlanmanın sevincini yaşıyor. Hafta sonları bu meydanda eski para, el işleri, kitap, resim türünden hediyelik eşya satılıyor. Küba’da ince bir resim ve heykel zevki var. Pek çok amatör ressamın tablosunda bile bir güzellik seziliyor.
Hemingway’in uzun süre konakladığıAmbos Mundos Oteli bu meydanın biraz ilerisinde yer alıyor. Otel baştan ayağa Hemingway’e ayrılmış gibi. Girişi boy boy resimleri ile süslü. Üçüncü katta konakladığı –daha doğrusu uzunca süre yaşadığı- ve romanlarını yazdığı oda müze gibi korunuyor. Çalışma masası üzerinde eski daktilosu, onun önünde sandalye duvarda resimler, küçük kitaplıkta yazdığı romanlar, sessiz bir bekleyiş içinde kendilerine yönelecek bakışları arıyorlar.  Yanda karyola ve yatak. Zaman durmuş bu anda. Duran zamanda ben geçmişi aramaya çalışıyorum. Yazarın yazı masasına oturup ve görevli bayandan görüntü almasını rica ediyorum. Sanki Hemingway olmanın gizemine varacak gibi. Binlerce yazın tutkununun bir özlemidir bu. Ben de oz özlemi yerine getiriyorum.“Her Davut’un oğlu Süleyman olamaz”ama, her yazarın yerine oturan kendini onun yerini tutmuş sanır..
Odayı gezdikten sonra, otelin o görkemli terasına çıkıp tüm Havana’ya egemen tepeden kentin güzelliğini seyrederek mojitolarımızı içiyoruz. Teras çok sayıda yabancı gezginle dolu. İngilizce yanında bol bol Almanca konuşmaları duyuyorum.
Bu otel odasında Hemigway’in dört yıl yaşamış. Bir de kendine ait bağımsız evi var Küba’da Havana’ya 40 km uzaklıkta bir kıyıda yer alıyor. Ustad, doğa ile iç içe yaşamak için bir tür küçük köy evini seçmiş. Bilindiği gibi yazar av tutkunudur. (Bu yüzden bizim gezi kılavuzumuz etyemez Fidel, Hemingway’i sevmiyordu ve bizi onun bulunduğu uzamlara bir türlü götürmek istemiyor.) Buradaki evinde tüm eşyaları ve on bire yakın kitaptan oluşan kitaplığı bulunuyor. Amerikalı ziyaretçilerin vazgeçemedikleri uğrak yerlerinden biri konumunda.
Küba’ya ruh veren ikinci kişi ise Ernesto Che Guavera. Bütün dünyada 68 Kuşağının efsanevi kahramanı. Dünyada onun adını duymayan okuryazar yok gibidir.



Tommy’nin Evi
Balet Tommy’nin evi günümüzde gezilip görülen küçük bir müze. Bu belki de sıradan bir müze olarak sergilenen evi yazmama şundan geliyor: “Elini gör eline çun, evini gör, evine çun” diye çok güzel bir atasözümüz vardır. Alınacak örneğin, yapılan işin doğru olmasını vurgular bu atasözümüz. Evindeki güzelse evini öv, örnek al, eldeki güzelse eli örnek al’ biçiminde özetlenebilir öziletisi. Şimde gelelim örneğimize:
Tommy Küba’nın ünlü baletiymiş. Küba gibi sanatsever bir ülkede böyle bir baletin Küba’dan çok şey alıp götürmüş, ama kimi şeyler de kazandırmış. İşte >>Kübadaki güzelsanat ruhu bunun bir ürünü. Onlarca egem

Ekim Füzeleri
1962’de yaşanan Ekim füze bunalımı ile doruk çıkacak, siyasal, yanlışta doğru ve ekonomik kuşatmaya dönüşecektir.
Bu olay,ölümcül bir satranç olayının restleşmesidir. Ölüm oyunu büyük güçlerin yarışıdır ve piyonlar küçük uluslardır. Bunların başında Türkiye gelir.
 Olay, Sovyetler birliğinin Küba’ya nükleer başlıklı füze yerleştirmesi ile başlar bunu fark eden Amerika bütün Küba adasını abluka altına alır. Ancak iki Sovyet şilebi adaya doğru açılır. Bu gemiler abluka hattına çarptığında iki dev kapışacaklar ve dünya yeni bir dünya savaşına tutuşacaktır. Türkiye kanlı vuruşma alanının ortasında yer alır.
Türkiye’yi ilgilendiren olay şundan gelir. Sovyet lideri Kruşçov, Türkiye’yi Küba’ya karşı pazarlık masasına sürmüş, Amerika’nın da Türkiye’deki üslerini kendi güvenliğine bir tehdit olarak görmüştür. Birkaç gün süren yoğun bunalım, Sovyetlerin geri adım atmasıyla çözülecektir. Ama Amerika bundan sonra Küba’ya ambargo uygulayacak tüm ekonomik siyasal ilişlilerini koparacak, Küba’nın en önemli ekonomik gücü konumundaki şeker kamışını almayacaktır. Küba’nın Sovyetler yanaşması bir zorunluk durumuna gelecektir, ama…
Bu konuya girmeden Küba Sovyet dostluğu üzerine anlatılan bir fıkrayı burada vermeden geçemeyeceğim. Fidel Castro’nun ilk Moskova ziyaretinde, Rus karşılayıcılar –geleneklerinde olduğu biçimde- dudak dudağa öperler. Erkek erkeğe dudaktan öpüşmeden rahatsızlık duyan Castro, bundan sonraki ziyaretlerinde purosunu ağzından çıkarmaz. Kim Castro’yu öpmeye kalksa, puronun ateşinden yaklaşamaz. Böylece Castro, Rusları incitmeden bu sıkıntılı selamlamadan kurtulmuş olur.

Kazanan Kaybediyor
Amerika-Küba ilişkilerinde kim kazandı, kim kaybetti, sonucuna varmak sorgulamak zor. Bu ambargonun verdiği tüm sıkıntı ve bunalımlara karşı, Fidel Castro, Küba’ya ulusal bir kimlik kazandırmış. Bu, yüzyılların verdiği ezilmişliğe, sömürüye karşı bir direnç duygusu.
Castro, bağımsızlık savaşını Jose Marti’ne dayandırsa da onun da öncüleri var. Daha önce de söylediğim gibi, Küba tarihi bir anlamda, mazlumun zalim karşısında pasif direnişinin tarihi. Söz gelimi geçmişlerinde bir de Küba’nın asıl yerlilerinden Hatuey’in direniş öyküsü var.
Hatuey, İspanyol sömürgenine karşı verdiği direniş savaşında yenik düşer. Yakılarak idam edilecektir. İnfaz yerine getirileceği sırada bir papaz yanına gelir ve pişmanlık duyması karşılığında bağışlanacağını ve tüm günahlarından arınıp cennete gideceğini söyler.
Hatuey sorar: “İspanyollar da cennete gelecekler mi?”  Papaz “Kuşkusuz gelecekler” diye yanıt verir. Bunun üzerine Hatuey papaza ve halka “İspanyollarla cennette bulunmaktansa, yanmayı yeğlerim” der ve yakılarak öldürülür. Zaman 2 Şubat 1512’yi gösterir.
Castro eylemi, gerçekte bu olayla, yerlinin beyaz adama karşı direnişi ile başlar. Ve Küba özgürlük hareketinin özgün bir özelliği vardır. Küba’da özgürlük savaşında pek çok Kübalı olmayan savaşçı yer alır. İlk yıllarda başlayan yabancı katılımcıların son ve efsanevi örneği Che Guavera.dır.

Che Efsanesi
Dünyada “Che” adı ile tanınan efsane adamın asıl adı “Che” olmadığının belli bir çevre dışında pek bilen olmaz. “Che” sözü Arrjantinde kullanılan “Hadi be, de hele” anlamlarına gelen bir ünlemdir. Ernesto Guavera, sık sık bu ünlemi kullandığı için Küba direnişi sırasında yoldaşlarınca bu adla anılır olmuştur.
Che, söylencesi tüm dünyaya yayılmıştır ve Küba’da yaşar ama Sant Clara’da somutlaşır. Anıt mezarında korunan kemiklerinden, Santa Clara yakınlarında çarpışarak teslim aldığı tren vagonlarına kadar somut ne varsa bu il ve çevresinde bulunur.
Elleri kesilip atıldığı için kalan kemikler ailesinin “sergileme ve turistik kullanılmayacak” koşuluna uyularak getirilip Santa Clara yakınlarındaki bu anıt mezara konulmuştur. Şimdi Che’nin mezarı öbür devrim şahidi kahramanlarla birlikte basın bir yapının duvarı içinde yer alır. Her devrici kahramanın duvara gömülü mezarı üzerinde adı ve doğum ölüm tarihleri yazılıdır. Bu duvar mezarları arsında en büyüğü Che’nin mezarıdır ve hemen girişe yakın bir yerde bulunur. Anıt mezara ücretsiz girilir. Resin çekmek ve yüksek sesle konuşmak yasaktır. Mezarların bulunduğu bu salondan görüntülerin ve belgesel anıların korunduğu ikinci salona girilir. Burada çocukluğundan ölümüne dek uzanan süreçte Che’nin çeşitli görüntüleri, mektupları, eşyaları sergilenir. Bu salonda da resim çeköek yasaktır.
Bu salonda Che’nin el yazısı iki mekubu dikkatimi çekiyor. Gezi kılavuzumuz Fidel’e soruyorum. Fidel çok kısa olan yazılardan birini tercüme ediyor. Bu tarihsiz bir emir dilekçesi. Camiliya adlı önemli bir askere yazılmış. Aynen şöyle
Salak asker,
Çalışma konusu ile ilgili sıradan bir askerle görüşmek için lütfen gelin.
Bok yiyenler.
İkinci mektup ise Küba devrimcilerinde Celia Santez’e babasının ölümü üzerine yazılmış bir başsağlığı mektubu. Bu mektup daha uzun.
Anıt mezarın dışında dev bir yontusu duruyor Che’nin çevresizde yer alan ağaçlık alanda bir tbelada Fidel Castro’nun onu öven şu sözleri yer alıyor:
“Seni buraya bir yıldız getirdi ve bu halkın bir parçası yaptı.”
Evet, bir efsaneden kalan somut nesneler bunlar. Dünyayı düzeltmek, tüm haksızlıkları yok etmek içim kendini tanrısal bir misyon içinde sayan insanın 39 yaşındaki kısa yaşamından kalanlar.
Efsaneleşme olgusunu şöyle tanımlar Cemal Süreya:
“Olayların ya da kişilerin, kitlenin ortaklaşa düşgücünde değiş­tirilip abartılması, yeni görüntüler kazanması. Bir yerde ü­topya an­lamını da taşır efsane sözcüğü. Kitlenin birtakım derin özlemleri vardır; kitle, bir olayı, bir kişiyi, o özlemler çerçevesin­de hayatın atomlarına indirir. Onu kendine özgü bir dışavurum biçimi haline getirircesine çarpıtır, düzeltir. Ama, içinde o özlemin karşılığını taşı­mayan şey efsane değeri kazana­maz. Bunun için söz konusu olayın ya da kişinin elverişli olması gere­kir.”
68 kuşağı, Che’de bu özlemlerini bulmuştur. Efsaleşme koşullarını ise şu özelliklere bağlar:
Bunun için söz konusu olayın ya da kişinin elverişli olması gere­kir. Dikkat edersek, yurdumuzda efsaneleşme koşulları bu ana öğelerin bir araya gelmesi, ya da bunlardan birinin ilginç bir biçimde başat olma­sıyla tamamlanıyor. Nelerdir bunlar? Sanırım, şunlardır: mazlumluk (ezilmişlik), haklılık, haklılığın kitlenin hak anla­yışıyla birleşmesi, bir de gözüpeklik. Efsaneleşmiş kişide, efsane­leşmiş olayda kimi zaman bu öğeler yan yana gelir. Kimi zaman sadece birinin çektiği derin çizgi, o olayı bir efsane, o kişiyi bir ef­sane kişisi haline getirir. Kısacası, efsane, halk duygusunun, or­taklaşa bilincin malıdır

Cemal Süreya çok değerli denemesinde efsaneleşmede en önemli ögenin haklılık payı yanında cesaret olduğunu vurgular.
Halk efsaneleşmiş bi­reyde kendi mutsuz gerçeğini bulmakta, ama onda ayrıca görmek iste­diği başka bir öğeyle özlemini de yansıtmaktadır sanki. Cesaret öğesidir bu. Yalnız zulüm görmüşlük yetmiyor. Gözüpek biri de olacak o birey. Böylece bir hak istemi varsayımı da ortaya çıkıyor. O kişi haklı olacak, öyleyken zulüm görecek, öyley­ken gözünü budaktan sakınmayacak ve elbet onun haklılığı ile kit­lenin hak kavramı arasında bir bağlantı kuru­labilecek
Halk geneli için saptanan bu kurallar, 68 kuşağında aydın ve yarı aydın kamuoyu için de geçerli olmuştur. Haksızlık ve sömürünün kol gezdiği, Amerika’nın bir jandarma çalımı ile gezindiği ortamda bunlara karşı direnen bir görüntü genç kuşağın ruhunu sarmıştır. Che kendisi de söylencesi içinde ölmeye hazırlanmış gibidir. Castro’ya yazdığı son mektupta şöyle seslenir:
“İnsan ya kazanır, ya da ölür. Zafer yolunda ne çok dostumuzu yitirdik. Şimdi her şey daha basitleşti. Küba devrimine beni bağlayan görevimin bittiğini sanıyorum. Dünyada başka ülkelerin bana gereksinimi var. Küba’da sorumluluklarınızdan dolayı yapamadığınız birçok şeyi, bizzat gerçekleştirebileceğimi sanıyorum”

“Ho, Ho Ho Şi min, Daha fazla Vietnam, Ernesto’ya bin selam” çarpıcı sözleri dünyanın büyük kentlerinin meydanlarında yankılanır. Ama bu bir düştür ve buna olanak var mıdır?
Kırmızı renkli eski kapalı tren vagonlar, bir greyde, vagonlarda resimler bir uçaksavar ve vagonlarda sergilenen giysiler, silahlar.
İşte ünlü Santa Clara savaşından ve Che’den kalan savaş anıları.
Şimdi genişçe bir alana gelenlere gösteriliyor. Bir açık hava müzesini andıran yerde hemen hep görülen olaylar yaşanıyor. Bol bol görüntü alınıyor. Bu tren baskını ise efsaneleştirilerek anlatılıyor. Che^nin 18 adamı ile koca tren vagonlarını teslim alması öyküleniyor. Ölümü göze almış 18 kişi ile görev gereği savan kişilerin arsındaki cesaret farkı gözetilmiyor.
Buna benzer bir olayı Falih Rıfkı Çankaya’da anlatır. Bir Arap ülkesinin büyükelçisi bir kokteylde Atatürk’e “Paşam bizim başımıza geçseniz de, bizi de şu sömürgelikten kurtarsanız der. Atatürk’ün yanıtı şu olur
“Yirmi milyon ölmeye hazır mısınız?”
Elçi yanıt verir:
“Paşam siz olduktan sonra yirmi milyona ne gerek var?”
“Yok, yok önce ölmeye hazır yirmi milyon olacak, sonra ben olacağım. Zafer ancak böyle kazanılır.”
Che, dünyayı değiştirmek üzere çeşitli ülkelere ve sonunda giderken bu kuralı sanırım unutmuştur. Küba’da yanında ölmeye hazır insanlar olduğu için bir düşün gerçekleştiğini düşünmemiştir. Bir yerde 68 kuşağına da yansımıştır bu yanılgı.

56 Yıl Sonra Gelinen Yer
Küba halkı kendi düzenini daha çok Fidelizm olarak tanımlıyor. Fidelizm, katı marksizmden çok Küba’ya özgü toplumcu devlet düzeni. Zaten Fidel Castro ve arkadaşları Batista yönetimine karşı savaşa başladıklarında Marksist bir düzen özlemi ile değil, Türk Kurtuluş savaşında olduğu gibi, ulusal Kurtuluş savaşı bilinci ile yola çıkmışlar. Castro ve Che’deki Atatürk hayranlığı da bu bilinçten kaynaklanıyor. Ama, Amerika üzerlerine geldikçe sola kayıp Küba halkına özgü bir toplumsal düzen oluşturmuşlar. Ancak en büyük yargıcın zaman olduğu evrende, Atatürk’ün büyüklük ve enginliğine eriştiklerini söylemek zor.
!959 Haziranında Mısırda Nasır’ı ziyaret eden Che Guavera’nın Nasır’a ilk sorusu “Kaç Mısırlı, ülkesinden ayrılmak zorunda kaldı?” oluyor. Bunların sayısının düşük olduğunu öğrenince “Bu demektir ki, devriminiz sırasında fazla bir şey yapılmamış… Ben, toplumsal değişikliği, bundan etkilenen insanların sayısına göre ölçerim” diyor. Çünkü devrimden sonra pek çok Kübalı –doğru ya da yanlış nedenlerle- ülkesinden ayrılmıştır.Küba Devriminin Amerika’daki yansımasını 1960’larda Amerika’ya yaptığı gezide sevgili İlhan Selçuk şöyle anlatıyor:
“Miami'nin bildiğimiz nitelikleri dışındaki bir özelliği de Kübalı mül­teciler kenti olması. Söylendiğine göre, burada üç yüz bin ka­dar Kübalı yaşıyor. İspanyolca, kentte ikinci bir dil. Maria'lar, Pedro'lar, iklim ba­kımından Havana'ya pek benzeyen Miami'de yerleşmişler. Her yanda kendilerine rastlama olanağı var. Alışveriş için girdiğimiz bir mağazada tezgah başındaki Maria'lardan biri:
-Ah Küba, ah Havana!... diyordu.
-Niçin bıraktınız?
-On dört yaşındaki oğlumuzu okul bitirmiş diye Ada'nın doğu­suna yollamaya kalktılar; oranın cahil halkını okutması için... Dayanamadık...
-Burada memnun musunuz?
-"Hayır" işaretini, kaşlarını kaldırarak verdi. Kendisi Museviymiş.
-Ah, dedi, bir sabah kalksam da, insanları ayıran tüm sınırların yok olduğunu görsem!..”
Ama bir sabah o sınırlar kapanmış, bir daha belki de yaşam boyu bir daha görmeyeceği Havana’dan kaçmıştır.  8 Ocakta başlayan Amerikan dostluğu 17 Mayıs 1959 günü kapanmıştır.
Atatürk devrimlerinin güler yüzlü, sevecen, herkesi kucaklayan tavrı karşılaştırıldığında aradaki ton farkı belli oluyor. 1920 ler Türkiye’sinde uygulana 150 likler olayını ve İstiklal Mahkemelerini eleştirenlere küçük bir karşılaştırma örneği. Ve toplumsal çalkantısı…
Amerika ile süren beş aylık balayının ardından yollar ayrılınca Castro ve arkadaşları hızla toplumsal devrimlere yöneliyorlar. Küba’nın kanayan yarası toprak ağalığı ve şeker kamışı üretim tesisleri ile işe başlıyorlar.
Toprak işletme ağaların elinde alınmış. Fabrikalar, işyerleri devletleştirilmiş. Giderek yükselen kamulaştırma sürecinde bireysel girişim tümüyle köşeye sıkışıp tükenmiş. Bu durumu, o yıllarda sanayi bakanlığı görevini üstlenen Che Guavera Mısır lideri Nasır’a şöyle anlatmış:
Hata yaptık. Belki de bunlardan ben sorumluyum. Bulduğumuz her şeyi, berber dükkanlarına kadar yüzde doksan sekizini ulusallaştırdık. Ancak neden sonra, bazı kimseleri bu uluslaştırmanın dışında bırakmamız gerektiğini keşfettik.

Bunları okurken, ölümünde çantasında bulunduğu söylenen Atatürk’ün nutkunun önemi bir kez daha anlaşılıyor.
Bu kamulaştırma süreci ile ilgili de bir Fidel fıkrası anlatılıyor Küba’da. Fıkra şöyle:
Castro ailesi, Santiago’nun zengin ailelerinden biridir. Bir gün Castro’nun annesi bakallık yakap komşusu Galiçyalıya gidip 200 pesos borç ister. Bu para o zaman için oldukça yüksek paradır. Aile zengindir, ancak anne bunu kocasından isteyemeyecek durumdadır. Ne var ki, Galiçyalı bakkal, bugün, yarın deyip ipe un serer ve 200 pesosu vermez. Aradan yıllar geçer. Bu zaman içinde Galiçyalı işi büyütmüş, bakkal dükkanının yanı sıra fabrikaları başka işyerleri sahibi olmuştur. Ama bu ara Küba devrimi gerçekleşmiş, önce fabrikaları, ardından işyerleri elinden alınmıştır. Elinde yalnız bakkal dükkanı kalmıştır. Onu da kaptırmamak için, komşusu Katrolara gider. Anne Castro’ya ricada bulunur.
“Sizinle eski komşuyuz. Fabrikalarım gitti, işyerlerim gitti. Fidel’e söyleyin de bari şu küçük bakkal dükkanım elimde kalsın.”
Fidel’in annesi gülerek yanıt verir:
“Komşu hani senden yıllar önce 200 pesoso borç istemiştim de sen vermemiştin ya, ben o parayla ben bu piçi aldıracaktım.”

Birkaç yıl Küba gezisi yapanların anlattıkları alışveriş kuyrukları, sıra beklemeler şimdilerde görülmüyor. Süpermarketi anımsatan büyük alışveriş merkezlerinde raflar oldukça dolu. Küba halkı pek bir sıkıntı çekmeden istediği şeyi alabiliyor. Ne var ki, tüm bunun yanında aylık kazanç, batı ile kıyaslanamayacak ölçüde düşük. Bir mühendis 40- 50 dolar aylık alabiliyor.
Ülkenin dışa kapalı olduğu dönemlerde kendi içinde eşitlikçi bir düzen kurulmaya çalışılmış. Zorunlu dokuz yıllık eğitim tüm ülkeye yayılmış. Okuryazarlık oranı  % 97’e çıkarılmış. Dokuz yıllık temel eğitimin ardından lise eğitimi üç, üniversite eğitimi beş, tıp altı yıl.. Üniversiteye giriş sınavlı ve çok zor. Liseyi bitirenlerin ancak % 20’si üniversiteye girebiliyor. Gençler temel eğitimin ardından daha çok teknik ve meslek eğitimine yöneliyorlar. Okullarda geçmişte yabancı dil olarak Rusça öğretilmiş. Şimdilerde İngilizceye yönelim başlamış. Ama rahat Küba insanı ne geçmişte Rusça öğrenmiş, ne de günümüzde İngilizce öğrenmeye niyetli. Arada sırada denemek için bir iki Rusça sözcük soruyorum, onu bile anlamıyorlar. Benim bilmediğim Rusçayı onlar hiç bilmiyorlar!
Devrim en büyük başarısını eğitimde ve tıpta yakalamış. Devrimin ardından, Amerikan kışkırtması ile eğitimli Kübalıların büyük bölümü doktorlar Küba’yı terk etmiş. Sınırlı olanaklar içinde eğitime ve bilime geniş akçal destek ayrılmış. Aradan geçen yarım yüzyıllık dönemde Küba tıpta dünya çapında iveme kaydetmiş. Sağlık hizmeti tüm topluma yayılmış. Her mahallede bir sağlık ocağı ve doktor var. Yaşlılara bakım ve önleyici tıp hizmetleri ücretsiz olarak aksamaksızın sürüyor.
Tıp bilimsel olarak da çok ileri evrelere ulaşmış. Organ nakli, kanser sağaltımı gibi uzmanlık alanlarında dünya çapında yol alınmış. Özellikle akciğer kanseri sağaltmada büyük başarı sağlanmış. Hatta bir kanser ilacı sunuldu bizlere. Hem ilaç, hem de önleyici aşı özelliği taşıyan bu ilacın bulunuşu akrep zehirlenmesine dayanıyor. Küba’da çok rastlanan akrep zehirlenmesine karşı bir bitkibilimci panzehir buluyor. Sonradan tıp bilginlerince geliştirilen bu panzehir günümüzde kanser tedavisinde kullanılıyor. Gezi kılavuzumuz Fidel, bu ilacın dört evreli kanser hastalarının ilk dönemlerinde kesin iyileştirici olduğunu sonraki evrelerde ise acıyı azalttığını söylüyor. Bir ara Fidel’e takılıyorum:
“Fidel, dünyada sigara yasaklanıyor. Sizin en önemli gelir kaynağınız puro üretimi ve satımı. Gelecek yıllarda puro satamazsanız ne yapacaksınız? Yerine ne koymanız gerekir?”
Fildel ilğinç bir yanıt veriyor:
“Biz önce puro satıp kanser yapıyoruz, sonra onu tedavi edip para kazanıyoruz.”
İkimiz de gülüyoruz.
Gerçekten Küba, günümüzde dünyada, başka ülkelere sağlık hizmeti satan ülkelerin başında geliyor.Şimdilerde Latin Amerika ülkelerinde 60 bin Kübalı sağlık uzmanı çalışıyor. Bunların büyük bir bölümü Venezuella’da görev yapıyor Venezuella bu hizmetin karşılığını petrolle ödüyor. 50 yıl önce doktordan mühendise tüm yetkin okuryazarı yurt dışına kaçmış, nüfusunun büyük bir bölümü okuryazar olamayan bir ülkede yaratılan gerçek mucize bu. Bu an beni ne kırklı elli yıllardan kalan arabalar, ne de uzun alışveriş kuyrukları ilgilendiriyor. Yerle bir olmuş Almanya’dan yetişkin beyinlerin yepyeni bir Almanya yaratan bilinç, yakın bir gelecekte yepyeni bir Küba yaratacak. İnancım bu doğrultuda.
Sosyalizm ya da kendilerinin söyleyişi ile Fidelizm geniş halk kesimine yaygın hizmet ağı örmüş. Yalnız Hava’da iki yüzün üzerinde yaşlılar ve düşkünler evi var. Yardıma muhtaç yaşlılar düşkünlere buralarda ücretsiz hizmet veriliyor, gereksinimleri karşılanıyor.
En zor dönemlerde yokluk içinde bile eşitlikçi bir toplum düzeni kurulmaya çalışılmış. Kişi başına belli oranda ekmek, pirinç, sıvı yağ, balık, et, yumurta, sabun verilmiş. Geçmişte gezginlerin gördükleri sıra bekleme kuyrukları bu karneli günlerin görüntüsü olmalı.
Çalışan annelerin çocuklarına ücretsiz kreş ve anaokulu olanağı sağlanmış. Ayrıca bebeklere ek süt yardımı yapılmış.
işçiden en yüksek devlet görevlisine kazanç ve yaşam düzeyi oldukça dengeli tutulmuş, gelir dağılımı olabilecek en adil biçimde ayarlanmış. Eğitimde büyük yol kat edilmiş.
Nazım Hikmet’in 1961 yazında gördüğü Küba böyle bir görüntü sergiliyor olmalı ki,  Nazım Hikmet  bu görüntüden büyülenmiş gibidir. O günleri gördüğü için mutludur. Yazdığı şiirinde arkadaşı Abidin Dino’ya şöyle seslenir:

Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin?
Çokşükür, çok şükür bu günü de gördüm, ölsem de gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstat
Yazık yazık Havana’da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin?

İnsanlık hemen her dönemde mutluluğun açarını aramış. İnsan olma sürecinde yaşanan boğuşmada dinler, öğretiler ilkeler sunmuşlar. İlkeler, dizgeler insanları arkalarından sürüklemiş. Altmışlı yılların yükselen değeri Sol düşünce, Nazım Hikmete yıllardır düşlediği cenneti yaşatır gibi.

Ne var ki, her sunumun bir emek ürünü sonucu olduğu ve bunun ilerideki yansımaları sanırım biraz görmezden gelinmiş. Sözgelimi, kamulaştırma gerekçesi ile köylülerin canlı mal beslemesi ve yetiştirmesi sınırlanmış. Buna bağlı olarak kırsal kesimdeki halk kentlere kayıp fabrika işçiliğine geçmiş. Yeterli altyapısı bulunmayan ülkede üretim şeker kamışı fabrikaları ve puro sarım tesisleri ile sınırlı kalmış. Şeker kamışı fabrikaları da altmış yıl öncesi tekniğe dayandığı ve kendini yenilemediği için yeni çağdaş gelişmenin gerisine düşmüş.
Siyasal kuşatmanın yumuşaması ile giderek rahatlayan ortamda dış dünya ile yüz yüze gelindiğinde bu çarkın dişlileri birbiri ile çakışmaya başlamış. Bir mühendisin ek kazanç için taksi sürücüğü yaptığı, iyi eğitimli bir meslek sahibi genç kızın turistik bir otelde garson olarak çalıştığını görebilirsiniz.
Arabamız UNESCO’nun Dünya mirası listesine aldığı Vinales vadisine doğru ilerlerken yeşil düzlükleri ve şeker kamışı ekili alanları izliyorum. Bir çiftçinin öküz koşulu pullukla çift sürdüğünü görüyorum. Bu anda altmış yıl öncesinde bırakılan noktaya dönülmüş gibi bir duygu uyanıyor içimde. Kamulaştırılan topraklar geri verilmeye başlanmış ve köylü öküzle sürdüğü toprağı aynı düzende sürmeyi sürdürüyor.

Dibe Vuran Ekonomi
Küba devrimle birlikte Amerika sömürüsünden kurtulmuş, ama Sovyet bağımlılığına girmiş. Bu bağımlılık sömürü olarak nitelenemez. Bağımlılık, seçeneksizlikten kaynaklanan isteksiz bir birliktelik. Belli alım satım ilişkisi ve dayanışma ilkesine dayanmış. Bu ilişkide de Küba, beklediğini bulamamış. Dönemin Küba sanayi bakanı Che Guavera’nın bu duygularını de açıkça dile getiriyor. 11 Şubat 1965’te Kahire’de ziyaret ettiği Mısır lideri Cemal Abdülnasır, Che’nin özel ve derin bir üzüntü içinde olduğunu seziyor. Che bu duygularını şöyle anlatıyor:
“Çevremizde gördüğümüz yığınla gerçek, bizi ne kadar hayal kırıklığına uğrattı. Bizim istediğimiz Stalincilik değil, ama Stalinciliğe karşı tepkiyi de kabul etmiyoruz.
Ayrıca Komünizmde bir çelişki var. Kimi zaman Sovyetler Birliği ile görüşmelerde, bulunurken, Rusların bizim hammaddelerimizi, emperyalistlerin saptadığı fiata satın almak istediklerini görüyorum. Sosyalist bir ülke böyle yapmamalıydı. Kendileriyle tartıştığımızda, rekabet sınırları içinde satmak zorunda olduklarını söylediler. Bu fiatları saptayan emperyalistlerle onlar arsındaki ayrımın ne olduğunu sordum. Benim görüşümü anladıklarını belirttikten sonra, bu hammaddelerin gelişmemiş ülkelerin zavallı insanlarının sağladığını bildiklerini, fakat başka bir alternatif olmadığını söylediler. ‘Rekabet edici bir fiyata satın almak zorundayız’ diye tekrarladılar.”
Che’nin bu sözlerine ve düşkırıklıklarına karşın, 60-90 arsındaki yıllar, Küba’nın ve Fidelizm’in altın yıllarlıdır. Che’nin Sovyetlerin yoksul ülkelerden ucuz mal eleştirmesine karşın, Sovyetler ihtiyacı olmamasına karşın destek için Küba’dan şeker aldığı söylenir. Küba bu dönemde bir yandan dış dünyada Amerika’ya kafa tutmanın gururunu yaşarken, içeride kazancı ülke içinde hakça paylaşma çabasının övüncünü yaşar. Batı aydınları arasında Küba övgüsü bu dönemde doruklardadır. Fransız düşünür Jean Paul Sartre, Guavera ile yüz yüze görüşür. (Guavere çok iyi Fransızca konuşur) Guavera’yı çağın geçek devrimcisi olarak niteler. Bu tanım, Guavera efsanesinin dünyada yayılmasına etken olur. Daha sonra insan hakları zedelendiği için Küba’yı eleştiren ağır yazılar yazsa da bu yazılar 68 kuşağınca görmezden gelinir ve önemsenmez. Küba, Afrika ve Latin Amerika’da sömürgenlere ve diktatörlere karşı direnen kimi halkları destekler. Ve her şey Sovyetlerde yeniden yapılanma söylemi ile alt üst olur. Zülfü Livaneli, yeniden yapılanma düşüncesinin 21 Ekim 1986’da Gorbaçov’un Issık gölü kıyısında kendinsin de içinde bulunduğu bir grup aydınla yaptığı toplantıda katılan aydınların görüşlerine dayandığına değinir ve. “Biz farkında olmadan perestroyka ve glasnostun fitilini ateşlemişiz” diye sözünü bitirir. Bu ateşleme üç yıl sonra tüm dünya dengelerini sarsacak boyuta ulaşacaktır.
Küba Sovyet ilişkisinin seçeneksiz dostluğu ve dayanışması Sovyetler Birliğinin 1989’da Batı karşısında peşkir atıp sol blokun yıkılması ile sarsılır. Küba ile yapılan tüm alışveriş antlaşmaları bir anda ortadan kalkar. Sekiz milyarlık Küba bütçesi iki milyara inerek dibe vurur. Balık, et, süt, yumurtadan sabuna tüm temel gereksinim maddeleri bulunmaz olur. (1990 da) kırk yıldır, köylerden kente göçen ve yaşam düzenini Sovyetler birliğine bağlayan yüzde yetmişlik bir insan kitlesi için bu bir yıkım olur. Elektrik kesintileri başlar. Başkent Havana’ya ancak günde sekiz saat elektrik verilebilir. 1992-93 tam dibe vuruş yıllarıdır. Balık, domuz eti bulunmaz. Sığır etinin adı unutulmuştur.
1993 yılında ülkede korkunç sıcak bir yaz yaşanır. Kızgın yaz sıcağında tüm yaşamı soğutma aygıtına kurgulu bir toplum için cehennem ateşinde yaşamakla eştir bu ortam. Benzin sıkıntısı başlar ve devlet kent ulaşımını kolaylaştırmak için bisiklet kullanımını özendirir. Ne var ki, 40 derece sıcağın kent üzerinde yoğunlaştığı bir ortamda bisiklet kullanmak öylesine kolay olmaz. Halk arasında tepkiler artar ve başkentin Eski Havana denen semtimde 300 kişilik bir ayaklanma görülür. Koruma birliği bu ayaklanmacıları dağıtır ama Sosyalizm ya da Fidelizm de son barutunu tüketmiştir.
Fidel Castro “Biz artık sosyalist değiliz. İçim sızlayarak kimi dönüşlere zorlandığımızı söylemek zorundayım Birtakım değişimler yapmazsak, elde ettiğimiz kazanımlarımızı yitireceğiz. Kimi sözlerim hala geçerlidir. Belli konularda devlet desteği sürecek” türünde açıklaması böyle bir zorunluluğa dayanıyor.
Bunun ardından verimsiz işyeri, şirket ve fabrikalar kapatılır. Yabancı şirketlerin girişine sınırlı olarak izin verilir. Gazoz, sigara, giysi gibi yabancı ürününler satılmaya başlanır. Ülke turizme açılarak turizm geliri ile gönenç düzeyi yükseltilmeye çalışılır. Havana’da ve ülkenin eşsiz kumsallarında şık oteller yapılır. Turizm geliri ile belli bir ivme kazanılır ama… Ülke içi kazanç ve harcama ile turist kazanç ve harcaması arasındaki büyük bir uçurum bütün dengeleri sarsar. Çünkü yıllardır Amerika kıskacında yaşayan Küba pesosu, dolar karşısında pul değerindedir. (1 dolar 125 pesos değerinde) Böyle bir ortamda Küba turizmi yabancılara bedava hizmet vermek durumundadır.
Bu zorluk nedeniyle Castro Euro değerine eşit “convertable pesos” çıkarmak zorunda kalır. Yabancılar “Turist pesosu” diye anlan bu para birimi ile alışveriş yapaı yaşayabilirler.
İçte ise, devlet, halka belli sosyal desteği yapmayı sürdürüyor. Halka, -sınırlı olsa da- belli oranda ekmek, pirinç türünden temel gıda maddeleri dağıtılıyor. Çocuklu annelere ayrıca ek gıda maddeleri ve süt yardımı yapıyor. Sağlık hizmetleri ise hiç aksamadan tüm topluma en küçük ücret almadan veriliyor.
Günümüzde yavaş yavaş özelleştirmeye gidilmeye başlanmış. 150 dalda özel girişim Önce yirmi kişilik lokantalara izin verilmiş. Giderek sandalye sayısı sınırı artırılmış, 50 sandalyeye çıkmış. Küçük işyerleri alışveriş yerleri çalışmalarını sürdürüyor.
1992’den sonra Amerika’ya giden Kübalılar da dönmeye başlamışlar. Paralı Kübalılar çeşitli işyerleri açıyorlar. Kimi ev sahipleri evlerini pansiyon olarak kiraya veriyor, kimileri taksicilik yapıyor.
Yeniden kırsal kesime dönüş, tarımsal üretim, hayvan besleme özendiriliyor. Küçük çaplı toprak özelleştirmesi ile dış dünya ile bütünleşme dönemi yaşanıyor. Otobüsle geçtiğimiz kırsal alanda seyrek olarak sığır, koyun gibi hayvanların yayıldıklarını görüyoruz. Gezi kılavuzumuz Fidel, bunların birkaç yıl önce bulunmadıklarını yeni yeni yayılmaya başladıklarını anlatıyor.
2008’de Raul’un başkan seçilmesi ile 120 dalda daha özelleştirme izni çıkıyor. Kazanç sağlamayan kamusal işyerleri –özellikle şeker kamışı fabrikaları- kapatılıyor. Raul 500 bin işçinin işine son veriyor. Buna bağlı olarak özelleştirme hız kazanıyor.Lokantalardaki koltuk sayısı yirmiden, elliye çıkarılıyor.
Ama hala ülkede yaşlı ve yorgun yatağında dinlenen Fidel Castro’nun ruhu gezinir gibi. Kardeşi Raul, yalnızca onun izin verdiği ölçülerde değişime yeşil ışık yakıyor. Eğitim dizgesinde en küçük değişiklik yapılmamış. Okullarda Marksizm okutulmaya devam ediyor. İnançlar ise gerçekte hemen hiç yasaklanmamış. Şimdi de kimsenin önemsediği yok. Kiliseler bom boş. “Fidel Castro’nun bakışları Küba’da geziniyor” deyince yine Küba’da anlatılan bir fıkrayı anlatmadan geçemeyeceğim.
Fidel Castro bir toplantı sırasında ansızın hastalanır, acile kaldırılır. Doktor içeride tedavi ile uğraşırken bütün devlet büyükleri acil odasının kapısında bekleşirler. Dakikalar uzar, saat olur. İçeriden ne doktor çıkar, ne de bir haber alınır. Derken uzun bir bekleme sonrasında üzerinde ameliyat giysisi ile yorgun ve perişan doktor dışarı çıkar. Belelyen devlet büyükleri doktorun yanına koşarlar. Doktor “bittik, tükendik” diye kendi kendine söylenir.
Çevredekiler “hiç mi umut yok, doktor, hiç mi, Fidel nasıl, ne durumda?” diye meraklı gözlerle sorduklarında doltor umutsuz gözlerle onları süzer ve yanıt verir:
“Postallarını giyiyor, toplanın hemen emir verecek”

Sonuçta şu an Küba hızlı bir değişim sürecinin içinde bulunuyor. Devrimci direnişin ve zaferin simgesi bağımsızlık ülkesi şimdi kendini dış dünyaya hazırlamanın sancılarını yaşıyor.
Benzer bir çalkantılı dönemi 1990’da Sovyetler Birliğindeki Türk devletlerini gezdiğimde o ülkelerde görmüştüm.

Havana’da Bir Mayıs İşçi Bayramını Kutlamak
Bizde Kurban Bayramının ilk gününün yağışlı geçmesi gibi, Havana’da da Bir Mayıs günü yağmur yağarmış. Bu çok sık yaşanan bir olaymış. Nitekim 2015 bir Mayısında da bu kural değişmedi ve biz yağmurlu mayıs sabahında özgürlük alanına doğru topluca yürüyüşe geçtik. Yollar, alanlar tıklım tıklım ellerinde bayralar taşıyan yerli ve yabancı insanlarla dolu. Bir insan seli, akıyor. Değişik diller, değişik bayraklar sallanıyor, başta Che olmak üzere depişik ulusların ulusal kahramanlarının resimleri gösteriliyor. Özgürlük meydanı da hınca hınç dolu tören alanında başkan Raul yanında Venezuella devlet başkanı ile oturmuş, yanlarında pek çok devletin temsizcisi ve elçilik görevlisi ile birlikte halkı selamlıyorlar. Biz de onlara karşılık veriyoruz. Kalabalık arasında oldukça çok sayıda Türk var. Kimi Türk bayrağı, kimi Atatürk görüntüsü taşıyor. Ellerinde de elle yazılmış “Tayyip defol”, “Tayyip yüce divana” yazıları tutuyorlar. Taksimde yaşayamadıkları özgürlüğü Havana Özgürlük meydanında yaşamaya çalışıyorlar.

Şimdi Küba da bir değişim sürecinin başlangıcında bulunuyor. Gerçi dünyanın çeşitli ülkelerinden halk bir Mayıs kutlamaları için Küba’ya koşuyor. Bir mayıs büyük coşku ile kutlanıyor. Okullarda hala Marksizm okutuluyor. Ama artık Amerika kıskacı gevşetmiş durumda. Sözgelimi Küba’yı teröre destek veren ülkeler listesinden çıkarmış. Olağan turist geçişi yasak olmasına karşın, çeşitli bilimsel toplantılar gerekçe gösterilerek çok sayıda Amerikalı turist Küba’ya geliyor. Küba Amerika ilişkilerinde beli bir yumuşama gözleniyor.  Önümüzdeki yıl giriş yasağının tümden kalkacağı yılda en az üç milyon Amerika’nın Küba’ya geleceği hesap ediliyor. Öyle ki, Küba’da var olan turizm tesislerinin bu hizmeti karşılayamayacağı söyleniyor.
Sonuçta bir iki yıl sonra tarihsel Küba mitosundan pek bir şey kalmayacağı anlaşılıyor. Bu demler Küba’nın son devrimci anları. Özgürlük meydanında Che Guavera’nın ışıklı silüeti yerini koruyor.

Rahat İnsanlar Görüntüsü
Böyle bir ortamda, şimdi gezginlerden sabun, kalem isteyen, çocuğuna bir bakkaldan süt almasını dileyen kişilerle karşılaşabilirsiniz Küba’da. Bu istekler kimileyin gerçek yokluğa dayanır, kimileyin ise bir kandırma, bir duygu sömürüsüdür. Tıpkı bizim ülkemizde bir geleneğe dönüşen dilencilik sanatında olduğu gibi.
Fakat Cienfligeos tiyatrosu köşesinde yer alan bir içkievi önünde yaşlıca bir kadının benden bir cola ısmarlama isteğini geri çevirmem daha sonra içimi sızlattı. Bu bayan öğretmen olduğunu söyledi, birkaç başka kadınla birlikte bizlerden sabun kalem gibi şeyler dileniyordu. Amerika kıskacındaki ülke, Doğu blokunun çöküp Sovyet desteğinden de yoksun dünya yalnızlığına itilince bu tür sıkıntılar alıp yürümüş. Çin ile ticari ilişkiye girmişler ama bundan pek memnun değiller.  “Çin her zaman alır, hiçbir zaman vermez” kanısı egemen. Çinden aldıkları malların kalitesizliğinden yakınıyorlar. Kimse kimseye karşılıksız bir şey vermiyor. Nitekim tiyatro kapısında görev yapan genç kızlara sabun, tükenmez kalem hediye ettiğimde çol mutlu oldular.
Bu tarihi tiyatro binasını gezip çıktığımızda köşedeki barda yerli yabancılar mojitolarını içiyorlardı. Kapı önünde o yaşlı öğretmen hala benden bir içki ısmarlamamı istiyordu.
Gezi kılavuzumuz daha gezinin başlangıcında bizi bu tür duygu sömürücülerine karşı bilediği için bu isteği yerine getirmedim. İçeride içkilerini için karaderili çiftle görüntü aldım


Cienfuegos Haiti’den kaçıp buraya sığınmış Galiçyalı ve Fransızlara dayanıyor. 1819’da kurulan kentin adı yerlilerin dilinde “kadınların anası” anlamına geliyor. Bu nedenle kent meydanında Fransız zafer takı yer alıyor.  Ortada ise Küba’nın birçok yerinde karşılaşacağımız Jose Marti yontusu tüm görkemi ile halkı selamlıyor. 1889’da yapılan Thomas Jerry tiyatrosu hemen bu meydanın yanında bulunuyor. Kenti, puro yapımı ve mangal kömürü üretimi gibi kaynaklarla  ile gelir kaynakları ile geçimini sağlıyor. Bu arada biz de bir puro üretimevini geziyoruz. Puro fabrikası diye adlandırılan orta ölçekli işyerinde 140 dolayında bayan işçi sabahtan akşama puro sarıyorlar. Bacaklar üzerinde dürüm yapmak gibi bir iş bu. Kendine göre inceliği, ustalığı olan bir sanat. İçten dışarı doğru kat kat sarılan el büyüklüğünde tütün yaprakları. Bir işçi günde 80-100 arası puro sarıyormuş. Kılavuzumuz Fidel, uzun uzun puro sarmanın inceliklerini anlatıyor. Bütün bu üretim Küba Tütün şirketine veriliyormuş. Kıyıları kesildiğinde kalan atıklar parfüm yapımında kullanılıyormuş.
 Sanki çok işimize yarayacak gibi.

Hani Bunun ilk Sahibi
Kenti boylu boyunca gezip El-Hamra lokantasında yemeğe oturduğumuzda Yunus Emrenin “Mal sahibi mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi” dizelerini anımsatan bir duygu yaşıyordum.
Kıyı boyu Batista ve daha önceki dönemim zenginlerinin villa ya da konakları ile süslü. Devrimden sonra bu şık yapılar çeşitli kurumlara verilmiş, şimdi ise lokanta, otel olarak kullanılıyor. Bizim yemek yiyeceğimiz El Hamra lokantasının ise hüzünlü bir öyküsü var. Eşi ile mutlu yaşamak üzere bu yaptıran zengin adamın ölümü üzerine eşi bunalıma girip İspanya’ya gitmiş. Bu görkemli yapı hizmetçiye kalmış. Batista, burayı kumarhane yapmak üzere hizmetçinin elinden almış ki, devrim olmuş. Batılı zengin gezginleri yemek yediği lüks bir lokanta şimdi. Lokantanın terasından Karaipler denizi bir çarşaf gibi önünüze seriliyor. Uzaklarda bir burunda camiyi andıran kubbeli bir yapı belli belirsiz seçiliyor. 80’li yıllarda nükleer santral kurmak üzere yapılmış bu bina. Hemen ardından Çernobil olayı yaşanınca bundan vazgeçmişler. Artık bir kıyıda unutulmuş yalnız bir yapı yalnızca.

Küba Kimliği
Castro, Küba’ya bir kimlik, bir benlik kazandırmış. Mazlumun zalime karşı direnişi ve teslim olmayışının gururu bu kimlik. Bu yüzden tüm yokluklara, sıkıntılara karşı Castro’nun hep sevildiği, bir öncü olarak ardından gidildiği inancındayım. Halkla bütünleşmiş, halkına sözünü zorla değil, benliği ile benimsetmiş bir lider. Söz gelimi Küba’da inançlar yasaklanmamış. Ama devrimin başlangıç yıllarında Katolik mezhebinin değişik kilise zincirlerinin etkinliklerinde raharsız olduğunda “kiliseye gidenler bizden değildir” içeriğinde bir söz söylemiş. Bunun üzerine kimse kiliseye gitmez olmuş. Küba’da oldukça yaygın San Fransiskan kiliselerine böylece boş kalmış.
Geçtiğimiz yıllarda ise daha değişik bir uygulamaya gidip daha çok Afrika kökenli karaderili ya da melezlerin inandıkları tüm Küba’da yüzde yirmi oranında halkın inandığı bir inancı resmi inançlar arasına katmış. Bu uygulamadan bizim gezi kılavuzumuz Fidel çok rahatsız. Oysa kendisi müthiş bir Castro hayranı zaten adını da onun adından almış. Türkiye’de Küba’nın ikinci büyükelçisi olarak bulunan babası Fidel Castro’nun yakın dava arkadaşı. Batista’ya karşı birlikte savaşmışlar. Uuzn yıllar devlet bürokrasisi içinde yer almış, dış işlerinde görev yapmış. Bizim kılavuzumuz 40 yaşını aşmış Fidel böyle bir aileden geliyor. Hoşgörülü, uygar, seven…
Tüm bunlara karşı böyle bir uygulamayı sevmediğini söylüyor. Önce bu inancın kökenini kapsamını öğrenmek istiyorum. İnanç tam bir din değil, Katolik mezhebin karaderililerin Afrika’dan getirdikleri pagan inançlarının karışımı bir mezhep. Ne tam Hıristiyanlık, ne de tam Afrika paganizmi.. Fidel’e “varsın kabul etsin, inanan inanır. Sana ne zararı var? Bak sen, toplam 400-500 Müslümanın yaşadığı Küba’ya cami yapılmasına sıcak bakıyorsun, kendi halkından bir kesiminin inanancına neden karşı duruyorsun”diye soruyorum.
Bu kez Fidel ikinci karşı çıkma nedenini söylüyor. Fidel, vejeteryanmış, yani et yemiyor ve Claude Levi Straus’un özlüsözünde olduğu gibi, “insanın başka bir canlının etini yemediği anda insan olacağı” inancını taşıyor. Oysa bu Katolik- Afrika pagan karışımı inançta çok sayıda kurban geleneği varmış. Hemen her törende kan akıtılırmış. Fidel’i bu kurban törenleri, tamtamlı ayinler rahatsız ediyor, endişelendiriyor.
Bu noktada ben Fidel Castro’nun bir kimlik arayışı içinde ulusal bir mezhebe sarılmak istediğini anlıyorum. Bizim Sünni mezhebi ile yaşadığımız kimliksizlik bunalımını andıran bir bunalımdan toplumunu kurtarmak istiyor. Atatürk de benzerini düşünmüş ama bir çözüme varamamıştı. Şimdi Castro deniyor. Küba bizden daha karmaşık bir yamalı bohça. Ortak vatan dışında yaklaşık hiçbir özgün özellik onları birleştirmiyor.
Dili İspanyolca, halkı Avrupalı göçmenlerle, Afrikalı kölelerin karışımından oluşan, asıl yerlilerden en küçük iz kalmamış 110 bin km2 genişlik ve 11 milyon nüfuslu bir ülke. Türkiye’nin onda biri büyüklüğünde yoksul Latin Amerika devleti. Beş yüz yıllık bir sömürge yaşama dayanan bir geçmiş. Sürekli beyaz adam korkusu yaşamış bir halk. İspanyol gelmiş yağmalamış, korsanlar gelip vurmuş, onlar gitmiş bu kez de Amerika çöreklenmiş. Yerli işbirlikçi ile yabancı sömürgenin el ele yönettiği kukla bir devlet. Ardından yorucu ve uzun bir savaşla kazanılan ama gittikçe yalnızlaşan bir halk. İşte elli altı yıla varan bağımsızlık dönemi ile sınırlı toplumsal bilinç. Şu anda gelinen noktada toplu görünüm bu.
Castro bu kumaştan giysi yapacak
Castro için Latin Amerika’nın direniş ruhu dense yeridir. Çünkü Castro, bütün Latin Amerika’ya, Beyaz insan sömürüsüne karşı direniş ruhunu aşılamıştır. ABD’nin Latin Amerika birliğinden attırmasına, ülkeyi terörist ülkeler listesine koymasına, onlarca suikast denemesi, işgal girişimine karşın ayakta kalması ile mazlum dünya için yaşayan bir efsanedir. Bununla ilgili de bir fıkra anlatılır Küba’da.
Castro, ölüp cennete gider. Cennette onu Aziz Pedro karşılar. “Vay yoldaş Fidel sizi burada gördüğüme çok sevindim. Zaten sizin yeriniz burasıydı” der.
Ne var ki, Castro mutsuzdur. “Yok Aziz perde yok, ben buraya geldiğim için memnun değilim. Daha yapacak çok işim vardı. Latin Amerika birliğinin sağlanması, Afrika’da halkların uyanması. Beni erken getirdiler buraya. Tanrı ile bir görüşme olanağım var mı?” diye söylenir.
Peder Pedro, buna olanak olmadığını, kendisinin de Tanrı ile görüşemediğini söyler.
Bir süre sonra Castro İsa ile karşılaşır. O da Fidel’i gördüğüne çok sevinir. Ama bu kez Fidel, Pedro’ya söylediklerini ona da söyler. “Ne yap yap bana bir randevu al” diye üsteler. İsa Tanrının çok meşgul olduğunu, una olanak bulunmadığını söylere de Fidel diretir. Bunun üzerine İsa, “Bakayım, birini razı edebilirsem onun sırasını sana alırım” der.
Bir süre sonra İsa, Fidel’e gelir. Tanrı ile görüşecek birini razı etmiş yalnız beş dakikalık bir görüşme süresi koparabilmiştir. Denilen saatte, Fidel Tanrı’nın uzamına girer. Kapıda istekçiler sabırsız kuyrukta beklemektedir. Beş dakija biter,Fidel içeriden çıkmaz. On dakika, bir belirti bulunmaz. Saatlere uzanmaya başlar. Aradan bir gün geçmiştir. Kapıdakiler İsa’ya kızarlar. Bu sorunu sen açtın başımıza. Git kapıdan bir dinle hele bunlar ne konuşuyorlar?” diye çıkışırlar.
İsa gidip kaypa kulak verir. İçeriden Tanrı’nın sesi gelir.

“Evet Yoldaş Fidel, söylediklerinde haklısın gerçekten dünyaya da cennete de yeni bir düzen vermek gerek. Ama anlayamadığım bir şey var bu düznleme işinde: Ben neden senin yardımcın olacağım!”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder