Türk
Kökenli Hollywood Yıldızı
TURHAN
BEY
ile bir
söyleşi
Fuat
Bozkurt
Gençliğinden beri çevresinde "beyefendi"
olarak tanımlanan bir Türk, şimdilerde Viyana'nın Grinzig semtinde 80. yaş
gününü geride bırakmanın mutluluğunu yaşıyor. Bu kişi, 40'lı yılların
sinemaseverlerinin düşlerini süsleyen bir oyuncu. Adını dünya çapında duyurmuş,
kırka yakın filmde ünlü oyuncularla başrol paylaşmış Turhan Bey'in ilgi çekici
bir yaşamöyküsü var. Türk askeri ataşesi Mahmut Selahattin Bey, Baden'da bir
gezi sırasında Avusturyalı bir kızla tanışıp evleniyor. Bu çiftin çocuğu
olarak, 30 Mart 1922'de dünyaya geliyor Turhan Selahattin Bey. Ne ki evlilik
uzun sürmüyor. Mahmut Selahattin eşinden ayrılıp Türkiye'ye dönüyor. Turhan
Selahattin, annesinin yanında Viyana'da büyüyor. 16 yaşındayken bir kez
babasını ve baba vatanını ziyaret ediyor. Türkiye'ye ile bağlantısı yalnız bu
gezi ile sınırlı kalıyor. Daha sonra film oyuncusu olarak ünlendiğinde
'Selahattin' soyadı yerine 'Bey' adını seçiyor.
Turhan Bey'i Erzincan bakırı tabak hediye ile
ziyaret ediyorum. Babavatanından gelen bu küçük anı Turhan Bey'i
duygulandırıyor. Dünyanın pekçok yerinden gelmiş hediyelerle süslü duvarda bir
yer açıyor. Ardından söyleşiye başlıyoruz.
"Babam Jön Türklerdenmiş. Enver Paşa ve
Mustafa Kemal Paşa döneminde genç bir subaymış. Ama annem onu hep eski moda
bulurdu. "Sen sözde Genç Türksün, ama kocaman sakallı bir Osmanlı paşası
gibi yaşıyorsun" derdi. Bana gelince; ben gerek Avusturya'da olsun, gerek
Hollywood'da olsun hep Türk sayıldım.
Hollywood'da hep Türk arkadaş çevresinde kendimi mutlu hissettim.
Filmlerde Türk tiplerini, doğu tiplerini canlandırdım. Annem bendeki kötü
alışkanlıkların babamdan kaynaklandığını vurgulardı. Ama hiçbir zaman Türk
olamadım. Bu yetişme ortamımdan kaynaklandı. Hiç Türkçe öğrenemedim. Adresim
hep Viyana oldu."
"Hangi
eğitimi gördünüz? Hangi fakülteyi bitirdiniz?"
"Ne öğrenimi? Liseyi bile bitirmedim. Sevgili
dayım Walter Mayer Albert Einstein'ın yakın arkadaşıydı. Viyana'da matematik
profesörü olarak çalışıyordu. Einstein dayımı 1938'de Amerika'ya götürdü. Dayım
Princton Üniversitesinde profesör olarak göreve başladı. Annemle ben 1939'da
Zürich'e geçtik. 6-7 ay kadar Zürich'te kaldık. Derken savaş patladı ve dayım
bizi Amerika'ya Princton'a çağırdı. Princton'da beni okula yazdırdı. 'Institut
of Adwence Studi" okuluna başladım. Ama bölmeyi bile yapamıyordum.
Öğretmenlerden özür diledim. Sayılarla başımın hoş olmadığını söyledim. Çok
zeki arkadaşlarım vardı. Onların desteği ile ite kaka bir şeyler öğrendim.
Bakın bir şeyi itiraf edeyim: Benim eğitime hiç ihtiyacım olmadı. Onlarla
dostça ilişkilerim beni ayakta tuttu. Yaşamımda hep sevdiğim, hoşlandığım
işleri yaptım. Yazgımın bana sunduğu olanakları bekledim. Yazgımı yönlendirmek
için çaba harcamadım. Yaşamımda elde ettiğim herşey kendiliğinden ayağımın
ucuna geldi.
"Az
hırslı, çok şanslı bir insansınız demek ki. Ailenizden söz eder misiniz?
Türkiye'de akrabalarınız var mı?"
"Babam Mahmut Mustafa Selahattin Çölcüzâde,
Türkiye'nin Avusturya askeri atheşesi olduğu söylendi bana. Babam, İstanbul'da
yaşadı 1985 yıllarında öldü. Ben tüm yaşam boyu annemle kaldım. Annemle babam
Avusturya'dayken ayrıldılar. 16 yaşında bir kez Türkiye'ye gittim, daha sonra
bir daha Türkiye'yi görmedim. Babamla ilişkilerim serindi. Arada bir mektuplaşıyorduk
yalnızca. Tüm bunlara karşın babam bütün mal varlığını bana bıraktı. Babamın ölümünün ardından, avukat tuttum.
Türkiye'deki mirasımı satıp Avusturya'ya kaydırdım.
"Şimdilerde
yakınınız var mı Türkiye'de?"
"Evet, akrabalarım var. Eskiden aile adımız
Çölcüzâde imiş. Şu yakınlarda akrabalarımdan Mehmet Yemenli, ailemizin
soyağacını çıkardı. Bir örneğini de bana yolladı. Soy ağacına bakacak olursak
soyumuz Peygamber Muhammet'in torunlarına ulaşıyor. Köklü bir aile imiş
sonuçta. Şimdilerde yeğenim Nejat Kurtoğlu. Uzun yıllar Münih'te çalıştı. Çok
sayıda iç mimari ve dekor işi yaptı. Şu yakınlarda Las Vegas'a göçtüğünü
öğrendim. Sonra Sadi Hanefi vardı. Türkiye'de film yıldızıydı. 40'lı yıllarda
Amerika'da öğrenim gören Türkler arasındaydı. O da akrabamdı. Başka akrabalarım
da var.
"Viyana'dan
niçin ayrıldınız? Annenizin Musevi olması yüzünden mi Avusturya'dan
kaçtınız?"
"Kesinlikle hayır! Bir kez ben Türk
çocuğuydum. Annem ise evlilik nedeniyle Türk yurttaşıydı. O yıllarda Türk
pasaportu Avrupa'da en en güvenli, en saygın pasaportlardandı. Kimse kılımıza
dokunamazdı. Pekâlâ Avusturya'da da kalabilirdik. Yalnız annemin olağanüstü bir
önsezisi vardı. "Kesinlikle savaş çıkacak, kaçalım" diye tutturdu.
Oysa o günlerde Hitler, Chemberlein'la saldırmazlık antlaşması imzalamıştı.
Böylece 1939'da biz Zürich'e geçtik.
"Film
oyunculuğunuz nasıl başladı?"
"İngilizcemi düzeltmek ve geliştirmek için
Los Angeles'te dil okuluna gidiyordum. Okulun müdürünün küçük bir tiyatrosu
vardı. Tiyatroda bir iki kez küçük rolde gözüktüm. İkinci oyunu Warner Brothers
şirketinin uzmanı izlemiş. Beni "Footstep in the Dark" filmindeki
Hintli hizmetçi rolü için beğenmiş. 19 yaşımda bu rolü oynadım. Bu filmde Errol
Flynn'la oynadım. Ardından Universal Stüdyosunun sözleşmeli elemanı oldum.
Profosyonel oyunculuk yaşamım başladı. 1944'te Ali Baba ve Kırk Haramiler
filmindeki "Cemil" rolü ile üst role tırmandım. Ardından MGM'in
yapımını üstlendiği "Drachensaat" (Fitne) filminde Katharine Hepburn
ile başrolü paylaştım. Onun eşi rolünü oynadım. Bu film benim en iyi
filmlerimden biridir. Universal, bu film için beni MGM'ye kiraya vermişti. O
yıllarda Hollywood'un çalışma düzeni böyleydi. Stüdyolar, sözleşmeli
oyuncularını birbirine yüksek fiatla satarlardı.
"O
dönemin ünlülerini yakından tanıdınız."
"Kuşkusuz. Bir kez o dönemde Hollywood
şimdiki ölçülerde dağınık değildi. İkincisi oyuncular stüdyolarla sözleşmeli
çalışıyorlardı. Aynı stüdyonun personeli arasında doğal bir yakınlık arkadaşlık
olurdu. David Niven ve July Garland en yakın arkadaşlarımdı. Charlie Chaplin,
Walt Disney, Clark Gable, James Stewart'ı yakından tanıdım, kimileri ile
dostluğum oldu.
"Lana
Turner ile aşk yaşamışsınız."
"Lana 24 yaşındaydı ve Amerika'nın sex
sembolü sayılıyordu. Evlenmeyi düşündük. Lana bir gazeteciye "Turhan
yaşamımın en büyük aşkı. Yakında evleniyoruz" diye açıklamada bulunmuştu.
Ama olmadı. Birlikteliğimiz bir-bir buçuk yıl sürdü. Evlenmekten vazgeçtim.
Evlilik bana göre birşey değil. Çok sayıda çok güzel kızla arkadaşlığım oldu.
Ama her ilişki bir süre sonra bir alışkanlığa dönüşüyor. "Allaha
ısmarladık" deyip ayrılmak gerekiyor. Ben hep böyle yaptım. Birilikte
olduğum kadınlar da aynı kurala uydum. İlişkilerimde ne acı çektim, ne de
kimseye acı çektirdim.
[Turhan Bey, Lana Turner ile evlilik sorununu böyle
açıkladı. Turhan Bey ile yaptığım bu söyleşinin ardından Ankara'da konuştuğum,
olayın canlı tanığı bir o yıllarda Hollywood’da sinema çevresinde bulunan Adil
Özkaptan şöyle anlattı:
"Turhan'la Lana evlenmeye karar vermişlerdi
ve nikah günü belirlenmişti. Turhan'ın evinde oturuyorduk. Lana içeri girip
üzerindeki kürkü salonun ortasına atıp oturdu. 'Turhan, evlilikten sonra annen
ne olacak?' diye sordu. Turhan Bey kalkıp annesinin yanına oturdu. Sağ kolu ile
annesin kavradı. Sol kolunu açıp Lana'ya seslendi: 'Bak Lana, sol kolum ve
kalbim sana açık. Sağımda annem; solumda ve kalbimde sen olacaksın' dedi. Lana
'yani annenle birlikte mi kalacağız' diye sordu. Turhan Bey 'Evet Lana bir
sakıncası mı var?' diye karşılık verdi. Bu yanıt üzerine Lana Turner, salonun
ortasına attığı kürkünü alıp çıktı. Evlilik düşü böyle kapandı.]
"Kaç
yıl oyunculuk yaptınız?"
"Aralıksız dokuz, dokuz buçuk yıl. 1939-1949
yılları arasında Hollywood'da yaşadım. 1949'da Avusturya'ya döndüm. Daha sonra
belli roller için ara ara Hollywood'a çağrıldım."
"Neden
ayrıldınız Hollywood'dan?"
"Avusturya'da biraz malımız vardı.
Fabrikalar, sinemalar, işyerleri, işletmeler. Bunlara sahip çıkmam gerekiyordu.
Nazi döneminde bu işyerleri temsilcilerin elindeydi. Savaştan sonra bu
malvarlığına sahip çıkmam gerekiyordu. Ayrıca oyunculuğumu etkileyen bir neden
ortaya çıktı. Saçım döküldü. Filmlerde peruk kullanmam istenirdi. Ben ise bunu
hiç sevmedim.
"Hangi
filmlerde oynadınız?"
"Kırka yakın filmde rol aldım. Bin bir Gece
Masalları (Arabian Nights)'ında Cesar Romeroy'la oynadım. Ardından Sabu ve
Maria Montez'le Beyaz Vahşi (White Savage) filmini çevirdik. Sonra Kasbad
Prensesi ve öbürleri geldi.
"Ünlü
olmak nasıl bir duygu?"
"Biliyor musunuz, ünlü olmanın en güzel yanı
şu: 'Ben bir işe yarıyorum. Bana ihtiyaç oluyor' diye bir duygu oluşuyor
kişide. Ben de Hollywood'da bir işe yaradım. Bana gereksinim doğdu. Yakışıklı
bir yıldız, kötü sayılmayacak bir oyuncuydum. İşyapar filmlerde oynadım. Sonra
saçım döküldü. Peruk takmam gerekince yapımcılar, benim oynadığım roller için
başkalarını düşünmeye başladılar. Tony Curtis Universal'in sözleşmeli oyuncusu
oldu. Benim oynadığım rolleri üstlendi. Ayrıca onun bir üstün yanı daha vardı:
Sarışındı. Daha başka roller de verildi kendisine. Sonra İsviçreli bir oyuncu
aynı rolleri oynamaya başladı. Ben yaşlarda, çok yakışıklı bir oyuncuydu.
Harika bir insandı, şu yakınlarda öldü."
"On
yıl oyunculuk yaşamından sonra da filmler çevirdiniz."
"On yıl oyunculuk yaptıktan sonra
Avusturya'ya döndüm. 1952'de yeni bir film için Hollywood'a çağrıldım. Bundan
sonra 40 yıl Hollywood'a gitmedim. Kısa süre önce Liza Minelli ile evlenen sevgili dostum David Gest, 1989'da "Geçmişin Ünlü Yıldızları" adlı bir
show düzenlemişti. Dünyanın dört bucağında yaşayan Hollywood'un eski ünlülerini
bir araya getiren bir gösteri idi bu. Gösteriye beni de çağırdı. Almanya'dan
Horst Bucholz geldi. İtalya ve Fransa'dan bir dizi eski ünlü oyuncu katıldı. Bu
gösteri için Hollywood'un yolunu tuttum. Büyük bir törenle karşılandım. Yıllar
sonra böyle anımsanacağım aklımın ucundan geçmezdi. Biz eskinin ünlüleri
topluca bir masada oturup törende izleyicileri selamladık. Üç yıl bu ödül
töreni yapıldı, sonra yapılmadı.
"Bu
olaydan sonra yine kimi filmlerde oynadınız."
Evet, bir televizyon dizisi için istek geldi. Roy
Schneider ile birlikte Stephan- Spielberg'in yapımını üstlendiği Seaquest
filmini çevirdim.
"Spielberg
ile çalıştınız mı?"
"Hayır, kendisi hiç bulunmadı. Filmin
yapımevi onun yalnızca. Televizyon için çekilen bir diziydi bu film. Her
tarakta bezi olan harika bir yaratıcı Spielberg. Televizyon, sinema, radyo ve
sahne.. Çok kibar ve beyefendi olduğu söyleniyor. Seaquest gibi küçük
yapımlarla kendisi uğraşmıyor. Bu dizide Roy Schneider çok başarılı bir oyun
sergiledi. Sonra, şu sıralarda Avusturya televizyonunda gösterilen, Angela
Lansbury'nin baş rolü oynadığı "Onun
Hobisi Cinayet" dizisinin birçok bölümünde oynadım. Bir de yapımını
üstlendiğim Babylon 5 adlı film var.
1994'te çektim."
"Şu
anda Hollywood'da bir konu sıkıntısı mı var? Zorro, Anna Karenina, gibi defalarca çevrilen filmler yeniden
çevriliyor. Öte yandan Xena, Himen
gibi diziler yapılıyor. Neden kaynaklanıyor bu?"
"Hayır konu sıkıntısından kaynaklanmıyor bu.
Hollywood her zaman -daha iyisini yapma savı ile eski filmleri yeniden çevirdi.
Ama hiç başarılı olamadı. İyi bir sanat ürününün daha iyisi yapılamaz çünkü.
Adı duyulmuş ünlü konulara el atma Hollywood'un kazanç kaygısı ile sık
başvurduğu yöntemdir. Şimdilerde de bu yapılıyor. Titanik gibi adı belli bir
konu ele alınıyor. Milyonlarca dolar para yatırılıyor. Tanıtım için büyük para
ayrılıyor ve sonuçta % 90-95 başarı yakalanıyor. Öyle ki bu pahalı yapımlar
iki-üç haftada tüm gideri geri topluyor. Bizim dönemde durum böyle değildi.
Benim oynadığım, dönemin pahalı yapımları ilk haftalarda başarısızlığa uğradı. Şimdi
yapımcılar böyle rizikolara girmiyorlar. Önce piyasa araştırması yapıyorlar.
İzleyicinin ne istediğini belirliyorlar. Ardından senaryo yazarından bu
doğrultuda öykü istiyorlar. Yapımcı seyircinin zevkini filmi yapmadan önce biliyor.
Sinema seyircisi 16-30 yaşları arasında genç insanlar. Kendi zevkinizi onların
zevki ile karıştırmayın. Xena gibi
maço bir kadın tipini genç seyirci severek izliyor. Bu tür konular size saçma
gelebilir ama, izleyici buluyor. Yapımcı kazancını düşünür, yapımcının sanat
filmi yapmak gibi bir lüksü bulunmaz.
"Hollywood'da
neden Türk ünlüleri üzerine film yapılmıyor? Sözgelimi Enver Paşa'nın yaşamı
nefis bir film konusu. Biliyorsunuz ben senaryoyu yazdım.
"Yapımcı adı duyulmuş ünlünün yaşamını film
yapar. Enver Paşa sizin için, benim
için ünlü. Amerika’da kaç kişi bilir Enver Paşa'nın adını? Enver Paşa dünyada Gandi ölçüsünde ünlü değil ki... Seçilen
konunun seyircinin belleğinde az çok soru işareti uyandırmış olmasının büyük
etkisi var. Adı belli tarihsel kişiler ilgi çekicidir Hollywood için. Bir
Cleopatra'yı, bir Jul Sezar'ı dünya biliyor. Bu gibi adı duyulmuş konular
defalarca çevrildi, yine çevrilebilir. Hollywood için Türk tarihinden kim
ilginç olabilir? Sözgelimi Timur ilginç olabilir. Adı duyulmuş bir kişi Timur.
Nitekim benim bir arkadaşım Timur'un yaşamını çevirmek istedi. Ama yeterli
parayı bir araya getiremedi. Öte yandan çok sayıda Cengiz Han filmi yapıldı.
Son olarak İsveçli bir yapımcı Cengiz Han konusunu yeniden işledi. Cengiz
Han'ın ruhu ile Stalin arasında bağlantı kurdu. Nazi zulmü defalarca işlendi
yine işleniyor, seyirci buluyor. Çünkü Yahudi kıyımı bir anlamda tüm insanlığın
dramıdır. O kıyımda herkes kendisinden bir parça buluyor. Ama Avrupa'da sıkışan
öbür konulara bir bakalım. Sözgelimi Sisi
filmi Avrupa'da başarı kazandı, büyük ilgi uyandırdı. Ama bir arkadaşım onu Amerika'ya satmak
istedi, alıcı bulamadı. Mayerlig Faciası'sı
ise iki uyumsuz insanın dramını ele aldığı için başarılı oldu. Yoksa öykünün
yaşanmış olmasından, ya da konunun duyulmuş olmasından değil. Size şunu
söyleyeyim: Tümüyle tarihe bağlı olan bir film de başarılı olamaz. Sanat
yaşamın kopyası değildir çünkü.
Film dünyası Amerika'da dönüyor. Fransızlar,
İngilizler dört dörtlük filmler yapıyorlar. Bunların başarısı bile Amerika'da
sınırlı oluyor. Hollywood Fransız filmlerinin konularını alıp yeniden işliyor
bu yüzden. Amerikan seyircisi kendisini içinde bulmadığı konulara ilgi
duymuyor. Sözgelimi Arnold
Schwarzenneger Avusturya kökenli bir oyuncu. Avusturya konularını işlese,
Avusturya filmleri yapsa, kimse tanımazdı onu. Yüzde yüz Amerikan filmleri
yapıyor. Amerika'nın güçlü maço tipini canlandırıyor. Amerika'nın bir parçası
artık o. Başlangıçta oyunculuk gücü iyi değildi, ama onu da geliştirdi. Böylece
başarılı oldu. Tıpkı Billy Wilder
gibi. Wilder da Amerika'nın bir parçasıydı.
"Billy
Wilder'la tanıştınız mı?"
"Hayır tanışmadım. Yollarımız hiç kesişmedi.
Ayrı dünyaların sanatçılarıyız. Billy Wilder nerede, Ali Baba ve Kırk Haramiler
nerede? Ali Baba ve Kırk Haramiler çok iyi para getirdi. Billy Wilder, benim
filmlerimi izlememiştir bile. Fred Zinneman'la da öyle. Benim en yakın
arkadaşlarımdan biri Otto Preminger'di.
Yönetmen olarak Raoul Walsh'ı pek beğenirdim.
Tek gözlü yönetmen. Çok rahat çalışırdı. Onunla film yaptığım için çok
mutluyum. Bugün filmlerini seyrettiğimde, sanki dün çevrilmiş gibi gelir. Bir
dakikalık yineleme, bir anlık boşluk bulunmaz. Zorunlu olunca oyuncuya müdahale
ederdi
"Atatürk'ün
yaşamı neden ele alınmadı? Son olarak bu yakınlarda Türkiye Hollywood'da
Atatürk'ün filmi yaptırmak istedi. Ermenilerin filmin yapımına engel olduğu
söylendi. Bu gerçek olabilir mi? Hollywood'da güçlü bir Ermeni lobisi var
mı?"
"Hollywood'da güçlü bir Ermeni lobisi yok,
ama filmin çekimine güçlük çıkaracak ölçüde güçlü bir Ermeni çevresi var.
Bunlar engel olabilirler. Türkler yazık ki, sinemanın gücünü
değerlendiremediler.
[Bilindiği gibi, uzun süreden beri uluslararası
düzeyde bir Atatürk filmi tartışması sürmektedir. Bu girişim 1950’li yıllarda
başlıyor. Turhan Bey ile söyleşide adı geçen Adil Özkaptan’ın 50’li yıllarda
böyle bir çaba içinde olduğu biliniyor. 2002 yılında Viyana’da Turhan Bey ile
görüştükten sonra Ankara’ya gelip Adil Özkaptan’la da konuştum. Turhan Beyle
aynı yaşlarda olan Adil Özkaptan film işlerini bırakmış, başka sektörlerde para
kazanıyordu. Ankara’da Gama Şirketi ortaklarındandı ve inşaat, dışalım-dışsatım
işleri ile uğraşıyordu. Hollywood’da uzun süre film işleriyle uğraşmış,
yapımcılığa soyunmuştu. Türkiye’de Paralı
Askerler adı ile gösterilen başrollerini Tony Curtis ve Charles Bronson’un
oynadığı, Fikret Hakan, Salih Güney gibi Türk oyuncuların da rol aldığı filmin
de ortak yapımcısı olduğunu söyledi. Başka bir dizi filmin yapımına katıldığını
anlattı. Kendisine Paralı Askerler filmi çekilirken, gazetelerde filmin Türkiye
karşıtı olduğu yolunda çok yazılar çıktığı anımsattım. (Gerçekte film gösterime
girince en küçük bir Türkiye karşıtlığı bulunmadığı ortaya çıktı. Film Türk
Kurtuluş savaşına yüzeysel eğilen Hollywood türü bir macera filmiydi.)
Özkaptan’a neden basında böyle boş yere bir fırtına koparıldığını sorduğumda,
Özkaptan, “film çekilirken stüdyoya girmek isteyen bir gazeteci içeri
alınmamış, bunun üzerine gazeteci bu fırtınayı başlattı” diye açıkladı. (Bu
bölüm geçen yazıda da vardı, ama orada yazamadığım, filmin neden çekilmediği
gerçeğini açıklamak için Özkaptan’ın sözlerini buraya yeniden alıyorum.)
Özkaptan, Atatürk Filmi çekimi üzerine de şu
bilgileri verdi:
"1952 yılında Cecil de Mill ve Douglas
Fabriks ile Atatürk filmini çekmeye karar verdik. Bir gün Cecil bana:
'Bir hafta kadar Hollywood'da olmayacağım, bilgin
olsun' dedi. Bir hafta sonra geldi. Bana:
'Ben neredeydim, biliyor musun' diye sordu.
'Yok, nereden bileyim? Sen yetişkin bir insansın.
Bir hafta burada olmayacağını söyleyip gittin' dedim. Cecil:
'Ben Londra'ya gittim. Churchill ile görüştüm.
Churchill'e 'Biz Atatürk filmini yapıyoruz. Sizin Çanakkale'de Mustafa Kemal
karşısındaki yenilginizi olduğu gibi yansıtacağım. Siz benim dostumsunuz. Bu
yüzden bana gücenir misiniz?' diye sordum. Churchill 'Hayır, gücenmem tam
karşıtı çok mutlu olurum. Atatürk'ün adının geçtiği yerde ben şapka çıkarırım'
dedi. Bunu üzerine ben 'Peki "Atatürk'ün adının geçtiği yerde şapka
çıkarırım" tümcenizi filmin başında yazmama izin verir misiniz?' diye
sordum. Churchill 'Hayır, bu tümce yetmez. Filmin başında bana 20 dakikalık bir
kesit ayıracaksınız. Atatürk'ü canlı olarak ben anlatacağım' dedi.
Cecil de Mill ile Churchill arasında geçen bu
konuşma bizi çok mutlu etti. Coşku ile filmin yapımına giriştik. Ben altyapı
desteği sağlamak için Ankara'ya geldim. Celal Amca (Bayar)'ya çıktım. Atatürk
filmi düşüncesini ve gelişmeleri anlattım. Celal Amca pek mutlu oldu ve her tür
desteği vereceğini söyledi. Türkiye bize verilen sözü yerine getirmedi. Filmin
çekilmesini İsmet Paşa engelledi Cecil de Mill bunun üzerine On Emir filmine
yatırdı bu parayı ve temiz kazanç sağladı.”
Benim “Senaryo yazılmış mıydı?” sorum üzerine:
“Ortada bir çerçeve metin vardı” diye karşılık
verdi. Bu yanıt üzerine, ben girişimin Özkaptan’ın söylediği gibi ciddi bir şey
olmadığını anladım. Kendisini kırmadan, “Muhalefetteki bir adam nasıl engel
olsun” türünden küçük bir karşılık verdim. Bu yanıtımı sudan gerekçelerle
geçiştirdi. Ama benim için bu yanıt inandırırcı olmadı. Söyleşiyi şöyle
sürdürdü:
“1962 yılında Atatürk filminin çevrilmesi yeniden
gündeme geldi. Cemal Gürsel beni çağırttı ve Atatürk filmini yapmamızı istedi.
Yeniden işe koyuldum. Atatürk rolü için Yul Brynner'i seçtik. Yul Brynner'i
Ankara'ya getirdik. Filmin hazırlıkları sırasında Yul, Bulvar Palas'ta iki ay
kaldı. O arada biri Yul'a bıçak çekti. Bu olaydan sonra Yul 'Lanet olsun böyle
vahşi millete' deyip Türkiye'den ayıldı. Filmin çekimi yine gerçekleşemedi.
Artık böyle bir filmin çekimi milyonlarca dolar ister. Galata köprüsünün, eski
İstanbul'un yeniden canlandırılması gerekir. Bu da korkunç para tutar. Oysa o
yıllarda bunlara gerek yoktu. Film çok daha ucuza yapılabilirdi.”
Özkaptan, Atatürk filminin çekilememesi nedenini
birincisinde İsmet Paşa’ya, ikincisinde Yul Brynner’a bıçak çekilmesi olayına
bağlıyordu. Dönemin Devlet başkanı Celal Bayar’a aşırı bir saygısı ve yakınlığı
vardı. Öyle ki Celal Bayar’dan “Celal Amca” diye söz ediyordu.
İki yıl sonra okuduğum bir anı kitabı, Atatürk
filmi çekilememesi gerçeğini yansız biçimde açıklıyordu.
Azize Bergin’in Babıali’de Topuk Tıkırtıları (Epsilon Yayınları, İstanbul 2004, s.
124-126) adlı anılarında 27 Mayıs Devrimi ardından Atatürk Filmi modasının
çıktığını söyledikten sonra şöyle anlatıyordu:
“Güya Hollywood’da Atatürk’ün yaşamını konu alan
bir film çekilecekti ve dönemin en ünlü aktörlerinden biri Atatürk’ü
canlandıracaktı. Aslında ortada ne doğru dürüst bir senaryo vardı ne de ciddi
bir yapımcı. Sadece Adil Özkaptan böyle bir girişimin altyapısını hazırlamaya
çalışıyordu. Ara sıra gazetecilere, “Biliyor musunuz, falanca aktör Atatürk
rolünü oynayacak, ama önce Türkiye’ye gelip bir araştırma yapması gerekiyor,”
diye bir haber uçururdu. Biz de İstanbul’a gelecek ünlü oyuncunun peşine düşmek
için hazırlık yapardık.” (…)
“Neyse günlerden bir gün, bizim “Atatürk filmi
uzmanı !” Adil Özkaptan tekrar sahneye çıktı. Hilton Otelinde basın mensupları
için küçük bir kokteyl düzenleyip önemli haberini açıkladı: “Yul Bruynner,
Atatürk filmi için Türkiye’ye gelecekti.
Ukraynalı aktör Yul Brynner, bu toplantıdan kısa
süre sonra İstanbul’a geldi. Aktörü havaalanında gazetecilerden kaçırıp otele
götürdüler. Doğrusu biz de ‘Kral ve Ben’ filminin başarılı oyuncusunu
karşımızda görünce büyük bir düş kırıklığına uğradık. Bu dazlak başlı adam pek
sıradan biriydi. Yumuşak bakışlı, ağır hareketli bir erkekti. Ancak
fotoğrafçılara poz verirken kendini toparlayıp o perdede görmeye alıştığımız
sert tavırlarını takınıyordu. Yul Brynner’ın İstanbul macerası birkaç gün
sürdü. Onunla Atatürk ve Hollywood gibi konuları ele almak istedik ama pek de
başarılı olamadık. Yul Brynner’in Türkiye’ye gelme nedeninin aslını da
öğrenemedik.”
Görüldüğü gibi sonuçta, Türk yapımcı Adil Özkaptan,
ortaya doğru düzgün bir proje koyamamış, başarısızlığının nedenini başkalarının
üzerine atmıştı.]
Turhan Bey sözlerini şöyle sürdürdü:
"Günümüzde dünya kamuoyunda yoğun bir Ermeni
propagandası var. Korkunç acımasız bir propaganda bu. 'Musa Dağı'nda Kırk Gün' diye bir kitap çıktı. Bir Türk genç bir
Ermeni kıza aşık oluyor. Ana babalar evlenmelerine izin vermiyor, gençler ölümü
seçiyorlar. Böyle bir konu. Türklere korkunç acımasız eleştiriler getiriyor.
Türk Ermeni çatışması sonuçta bir azınlık/ çoğunluk çatışmasıydı. Babam
Ermenilerin nasıl çalışkan insanlar olduklarını, el sanatlarında ustalıklarını
anlatırdı. Türklerse pek çalışmayı sevmezlermiş. Artık unutulmalı bu kötü
geçmiş.
Şimdi Hollywood'da bir yapımcı Atatürk filmi
yapmaya kalksa kimi rizikoları göze almak zorunda. Filmin gösteriminde sinema
önünde gösteri yapılması, filmin boykot edilmesi gibi. Yapımcı kolay kolay
böyle bir kınamayı göze alamaz. İşte Ermeni de engeli bu türden bir
engel."
"Hollywood'da
Türk gücü yok mu?"
"Yok. Türkler bu alanda güçlerini
duyurmadılar. Kırklı yıllarda birkaç Türk genci Hollywood'da tutunmaya çalıştı.
Turgut Demirağ, Sulhi Ertegün, Enver
Muratoğlu, Nazım Kalkavan, Ali İpar ve Adil Özkaptan gelmişlerdi. Bunlardan
Adil Beyle hâlâ dostluğumuz sürüyor. Hemen her ay beni telefonla arar. Enver
Bey de çok şükür yaşıyor. İstanbul'da büyük bir oteli var. İşte kırklı
yıllardan kalan en güzel dostlarım. Hemen hiç Türk olamadım ama hep bu çevre
içinde mutlu oldum. Bu arada pek sevdiğim bir senaryo yazarı Türk arkadaşım daha
vardı. Ali İpar'ın da arkadaşıydı. Adını anımsayamıyorum. Çok ünlü ve başarılı
bir senaryo yazarıydı. Şimdilerde ölmüş olmalı. Benden 20 yaş büyüktü. Benimle
hep Türkçe konuşmak isterdi ve ben konuşamazdım. Çok sayıda senaryo ve film
öyküsü yazdı. Şimdilerde de Sırrı Bey var. Çok beyefendi bir insan. Ama
Hollywood'da etkisi olduğunu sanmam.
Türkiye ve Türk tarihinin film aracılığı ile geniş
yığınlara tanıtılmaması büyük kayıp. Günümüzde uluslar kendilerini film
aracılığı ile tanıtıyorlar. Kültür, turizm filmle tanıtılıyor. Türkiye bunu
uluslararası düzeyde başaramadı."
"Sizin
hâlâ Hollywood'la ilişkiniz var ama."
"İlişkim şöyle. Beni seven bir ajans var.
Film şirketleri her hafta çekecekleri filmlerin listesini iletirler
çalıştıkları ajanslara. Ajans boş olan rollere uygun düşecek oyuncuları seçer.
Bana uygun rol çıktığında beni arar. Kabul edersem stüdyoya görüşmeye giderim.
Aynı rol için salonda bekleyen dört beş kişi daha vardır. Sırası ile içeri alıp
rolü denerler. En büyük oyuncu imişim gibi son derce saygılı, ölçülü
davranırlar. Ama bu henüz rolü aldığım anlamına gelmez. Sonuçta rolü en
beğendikleri oyuncuya verirler. Bu süreçten sonra bankadaki hesaba oyunculuk
ücreti yatar.
80 yaşındayım ve oyunculuk düşleri kurmuyorum. Son
kez 73 yaşındayken bir filmde oynamıştım. Yaşlı bir oyuncu yapımcı için her
zaman bir rizikodur. Avusturya'da kendim de bir film yaptım. Senaryoyu
Avusturyalı ünlü yazar Alexander Lanetolenia yazdı. Güzel bir film oldu.
Avusturya'da ve Amerika'da gösterildi. Arada bir televizyonda gösterilir. Bu
nedenle yapımcıları çok iyi anlıyorum. Bir film yaptığınızı düşününüz. Film
bitmek üzere. Son üç günlük çekim kalmış. Oyuncu hastalanmış, felç olmuş ya da
ölmüş. Ne yaparsınız? Film bobinleri ile ortada kalırsınız. Sinema sanayisi
düşler üzerine kurulan ve düşleri pazarlamaya dayanan bir endüstridir.,
"Hollywood'da
insan ilişkileri nasıl? Son dönemlerde sanki içe dönük bir düzeni var.
Oyuncuların çocukları oyuncu oluyor. Film dünyasına girmek için film çevresinde
doğmak mı gerekiyor?"
"Hollywood'da
kimi ilişkiler sözkonusu, bu doğru. Sözgelimi oyuncuların % 60-70'i
eşcinseldir. İyi eğitimli, zeki kibar insanlar. Çok kez bunların eşcinsel
olduğu aklınızdan bile geçmez. Bu pazarda kadınlar da pek etkilidir. Ben kırk
yıl sonra ilk rolümü bir kadın oyuncu aracılığı ile aldım. Sinemadan kopmuştum
ve 73 yaşındaydım, kimse beni tanımıyordu.
W. Filres, o rolü benim oynamam için ayak diretti. Bu tür ilişkiler
kapının açılmasına yardımcı olabilir ama bu başlangıç için geçerlidir.
Başarısız bir kişinin tutunması olanaksızdır Hollywood'da. Kimin oğlu kimin
kızı olursa olsun sonuç değişmez. Lana Turner bir filmde sevgilisine rol
sağladı. Ama adam başarısız oldu ve bir daha rol alamadı. Ya da Sylvester
Stallone başarılı oldu, kardeşi silinip gitti. Bana, yeteneksiz bir oyuncunun
kalıcı olduğunu gösterebilir misiniz? Yok. Yetenek zorunludur. Hollywood olağan
üstü acımasız bir yerdir. Başarsız kimseyi ezip geçer. Bir oyuncu ya da
yönetmen düşüşe geçti mi kurtuluşu zordur. Sözgelimi Kevin Costner, Kurtlarla Dans
filmi ile büyük bir riziko üstlendi, başardı. Ardından yaptığı iki filmle
düşüşe geçti ve tepe taklak yuvarlandı.
"Kurtlarla
Dans uzun ve sıkıcı bir filmdi."
"Sizin için uzun ve sıkıcı, Amerikan
izleyicisi için değil. Amerikan gençliği o filmde kendini buldu. Amerika tarihi
içinde kendi yerini saptadı. Bu nedenle üç dört saatlik film büyük başarı
kazandı. Ama ardından gelen iki film Costner'i bitirdi. Amerikan izleyicisi Kurtlarla Dans'ın hatrına birinci
filmin başarısızlığını bağışladı. Ama ikinci film de başarısız olunca Costner
bitti. Üstelik Postacı güzel bir
filmdi. Postacı seyrek olarak hakkı yenmiş filmlerden biridir.
Brodway'den gelen sahne oycularının pek çoğu
Hollywood'da başarısız oldu. Oysa bunlar iyi eğitim görmüş oyunculardı. Ama
mimikleri, ses tonları sahneye göreydi. Film oyunculuğu kamera karşısında
inandırıcılığa dayanır. Bakışınla, mimiklerinle, hareketlerinle kameraya
duygularını yansıtmak zorundasın. Abartma, zorlama, tiyatro türü rol kesme
kamerada bir işe yaramaz. Kamera karşısında yaşar gibi oynamak zorundasın. Bu
nedenle sahne oyuncularının pek çoğu sinemada başarısız oldu. Avusturya'da
Akademide eğitim görmüş pek çok oyuncunun yazgısı da bu oldu."
"Hollywood'un
kimi yetenekli sanatçıları dışladığı, bitirdiği söyleniyor. Sözgelimi Orson
Welles için böyle söylenir. Kendisini tanıdınız mı?"
"Evet yakından tanıdım. Harika bir insan,
harika bir yönetmen, harika bir oyucuydu. Kendisinin yapımını üstlendiği bir
filmde oyunculuk da yaptım. Savaş
Sırasında Hollywood adlı bir filmdi. Savaşta her şeyin nasıl dikkatli
olmasını gerektiğini anlatan bir filmdi. Orson çok yetenekli, çok iyi bir
insandı."
"Ama
Hollywood'a küskün ayrıldı."
"Tümüyle kendi suçu! Her yakınına borç taktı.
Para kazanamayacak duruma geldi. Dostlarından aldığı paralarla yaşamaya
başladı. Bu yüzden Fransa'ya kaçtı. Paris'e yerleşti, bir tür kaçak
yaşadı."
"Nasıl
olur? Orson Welles gibi büyük bir sanatçı para batağına nasıl saplanır?"
"Çok kolay! Hollywood para yiyen bir
canavardır. İnsan çok değil üç hafta içinde milyonları eritebilir. Bir arkadaş
topluluğu ile dışarı çıkmak; bir eğlence yerine gitmek milyonlara oturur. Benim
için de sözkonusu oldu bu durum. Benden beklendiği gibi yaşasaydım, bir dolarım
kalmazdı. Ünlü olduğum yıllarda arkadaşlarım 'Turhan sen bir yıldızsın, baş rol
oyuncususun, sana yakışacak biçimde yaşamalısın. Şöyle yüzme havuzlu, bahçeli
büyük bir villa al. Arkadaşlarını çağır, gösterişli bir yaşam sür' dediler.
Asla böyle bir havaya girmedim. Gerçi süper kazanan bir oyuncu olmadım, ama iyi
kazandım. Tutumlu yaşadım. Annemle birlikte bir apartman dairesinde oturdum.
Kazandığım paranın bir bölümünü bir kıyıda tuttum. Hollywood'da para tutmak,
kazanmaktan daha zor bir iştir. Bir kız arkadaşınla bir gece çıkmak, korkunç
paraya oturur. Yalnızca bir gece eğlenmek bir servete mal olur. Orson,
Hollywood'un en güzel kızları ile çıktı. Rita Hoyward gibi dönemin en ünlü
güzel yıldızı ile evlendi. Geniş bir arkadaş çevresi oldu. Bu yaşam bir değil,
birkaç servetle zor karşılanır. Bir iki filmin kazancı ile böyle bir yaşamı
süremezsiniz."
"Film
yapımında en zor olan şey nedir? Yapımcı bulmak mı, yoksa yönetmen bulmak
mı?"
"En zor şey yazılan senaryoyu okutmaktır bir
bakıma. Ne ölçüde çarpıcı senaryo yazarsanız yazın, önemli değildir. Yapımcının
önüne yığınla senaryo gelir. Yapımcının bunları okumaya ne zamanı ne de sabrı
vardır. Yapımcı önündeki dosyaları, konularına bakıp bir süzgeçten geçirir.
Diyelim olay Avusturya'da geçiyor. Avusturya ile ilgili, atar çöpe. Çin'de
geçiyor, Çin yaşamını anlatıyor, atar çöpe. Ama önündeki dosya Çin'de bir
Amerika'nın macerasını anlatıyor, onu bir kıyıya kor, bu ilginç olabilir der.
Ya da Türkiye'de bir Amerikalı kaçırılmış, onun serüvenini işliyor, yapımcı
için ilginçtir bu. Salt bir ülkeyi ilgilendiren konular yapımcıya güven vermez.
Türkiye üzerine yapılmış Hollywood filmlerini düşünelim. Sözgelimi Çiçero'yu
anlatan film Türkiye'de başlıyordu, ama içinde batılı bir casus vardı. Bir de
Raoul Walsh'un yönetmenliğini yaptığı bir film var. Olay Türkiye'de geçiyordu.
Çok güzel bir casusluk öyküsüydü. Peter Lore ve George Raftla birlikte başrolü
oynuyordum. Bu film de başarılı oldu,
ama sonuçta Türkiye'deki bir Amerikan’ın öyküsüydü. Ya da ticari bakımdan çok
başarılı olan Topkapı filmine
bakalım: Kahramanları kimlerdi? Bir İngiliz, bir Yunan, bir Türk, olay
Türkiye'de geçiyor. Filmin olağanüstü başarısının arkasında çok ulustan
kişilerin bulunması yatıyor. Yerel konular, dünya film piyasasını
ilgilendirmez.
"Seksen
yaşındasınız, isteyip de oynamadığınız bir rol oldu mu? Yıllar sonra geri baktığınızda
yaşamınızda hiç sonradan pişman olduğunuz, 'keşke şöyle yapsaydım' dediğiniz
bir kararınız var mı?"
"Genelde yok. Bana verilen her rolü oynadım.
Universal'in sözleşmeli oyuncusuydum. Güzel para kazanıyordum. Benim için
seçilen rolleri sormazdım bile. Hemen hep bebek yüzlü temiz oğlan rolleriydi
bunlar. Yalnız askerlik dönüşü bana bir rol önerildi. Bir filmde kötü adam rolü
üstlenmem isteniyordu. Bana uygun düşmez diye geri çevirdim bu öneriyi. Oysa
benim geri çevirdiğim rolü oynayan oyuncu o rolü ile ödül kazandı. Benim için
de bir başlangıç olabilirdi o rol. Romantik genç tipinden sıyrılıp bir karakter
çizebilirdim. Tek pişmanlık duyduğum olay bu.'
"Mc
Cartizm dönemini yaşadınız. O dönem üzerine neler söylersiniz?"
"Kırklı yılların sonlarına doğru başladı bu
olay. Politikayla hiçbir dönemde ilgilenmediğim için beni etkilemedi. Ama çok
korkunç bir dönemdi. Bir dizi güzel insan yok yere kovuşturmaya uğradı. Oysa bu
sanatçılar güzel şeyler üretmek istemişlerdi yalnızca. 2. Dünya savaşında
Sovyetler Birliği Amerika'nın müttefikiydi. Ortada düşman olmak için bir neden
yoktu. Bu nedenle sanatçılar Sovyetler Birliği'ne sıcak bakıyorlardı. Filmlerde
toplumcu bakış geniş izleyici topluyordu. Mc Cartizm'in hışmına uğrayanlar
böyle bir ortamda iyi şeyler üretmek isteyen masum sanatçılar oldu. Tüm
yaşamları zehir oldu. Bir İngiliz oyuncu vardı. Son derece beyefendi, kibar bir
insandı. Bir gün bana 'Turhan, neden bizim kulübe gelmiyorsun?' dedi. Kulüp
diye Komünist Partiden söz ediyordu. 'Aman ben, politikadan anlamam, bu gibi
konularla ilgilenmiyorum' diye karşılık verdim. Kısa süre sonra Mc Carti
çılgınlığı başladı. Toplumsal bir histeri yaşanıyordu. Amerikan toplumu
doludizgin komünist avına çıktı. En küçük ilişki, en küçük bir yakınlık bir
sanatçının yaşamını karartmaya yetiyordu. Avusturyalı nefis bir oyuncu vardı:
Paul Henreid. Kim olduğunu biliyor musunuz? Kazablanka filminde İngrid
Bergman'ın kocası 'Lazlo'yu oynayan oyuncu. Paul Henreid'ı bir gün bir arkadaşı bir gösteriye sürüklemiş. Bu
olay Henreid'ın tüm kariyerinin bitmesine neden oldu. Paul, kara listeye
alındı. Bir daha hiçbir filmde rol verilmedi. Oysa çok yakışıklı, nefis bir
oyuncuydu. Bunun gibi yüzlerce örnek yaşandı. Lillian Helman, Dashiel
Hammett ve öbürleri... Yargılamalar, tutuklamalar birbirini izledi. Herkes
birbirini ihbara zorlanıyordu. Toplumsal filmler yapan, ya da yapmayı düşünenlerin
tümü cadı kazanına sürüklendi. Oysa Amerika'nın sosyalizmden korkmasına hiç
gerek yoktu. Sonuçta komünizm 20. yüzyılın en büyük iflasıdır. Her defasında
iflasla sonuçlandı. Fransa'da Napolyon devrimi gibi."
"Anılarınızı
yazmayı düşündünüz mü?"
"Anı yazmak bana göre değil. Ben
fotoğrafçıyım, görüntü benim tutkum. Arkadaşım Roddy Mc Dowell, 5 cilt kitap yazdı. Kendisine hayran oldum. Roddy
büyük bir oyuncu, ayrıca kamera kullandı. Oyunculuk sanatı üzerine beş ciltlik
bu dev eseri yazdı. Ama ben böyle şey ile bir uğraşamam. Artık Grinzing'deki
evimde güvercinlerimle eğlenip dinleniyorum."
"Sevgili
Turhan Bey, bu söyleşi beni çok mutlu etti, çok şey öğrendim sizden.
Söyleşimizin Türk okurunda da ilgi uyandıracağına inanıyorum. Teşekkür ediyorum
bana zaman ayırdığınız için. Bir başka kez buluşmak dileğiyle, Allaha
ısmarladık!"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder