Yayında Olan Eserlerim

16 Eylül 2017 Cumartesi

Türk Kökenli Hollywood Yıldızı TURHAN BEY

Türk Kökenli Hollywood Yıldızı
TURHAN BEY
ile bir söyleşi

Fuat Bozkurt


Gençliğinden beri çevresinde "beyefendi" olarak tanımlanan bir Türk, şimdilerde Viyana'nın Grinzig semtinde 80. yaş gününü geride bırakmanın mutluluğunu yaşıyor. Bu kişi, 40'lı yılların sinemaseverlerinin düşlerini süsleyen bir oyuncu. Adını dünya çapında duyurmuş, kırka yakın filmde ünlü oyuncularla başrol paylaşmış Turhan Bey'in ilgi çekici bir yaşamöyküsü var. Türk askeri ataşesi Mahmut Selahattin Bey, Baden'da bir gezi sırasında Avusturyalı bir kızla tanışıp evleniyor. Bu çiftin çocuğu olarak, 30 Mart 1922'de dünyaya geliyor Turhan Selahattin Bey. Ne ki evlilik uzun sürmüyor. Mahmut Selahattin eşinden ayrılıp Türkiye'ye dönüyor. Turhan Selahattin, annesinin yanında Viyana'da büyüyor. 16 yaşındayken bir kez babasını ve baba vatanını ziyaret ediyor. Türkiye'ye ile bağlantısı yalnız bu gezi ile sınırlı kalıyor. Daha sonra film oyuncusu olarak ünlendiğinde 'Selahattin' soyadı yerine 'Bey' adını seçiyor.
Turhan Bey'i Erzincan bakırı tabak hediye ile ziyaret ediyorum. Babavatanından gelen bu küçük anı Turhan Bey'i duygulandırıyor. Dünyanın pekçok yerinden gelmiş hediyelerle süslü duvarda bir yer açıyor. Ardından söyleşiye başlıyoruz.
"Babam Jön Türklerdenmiş. Enver Paşa ve Mustafa Kemal Paşa döneminde genç bir subaymış. Ama annem onu hep eski moda bulurdu. "Sen sözde Genç Türksün, ama kocaman sakallı bir Osmanlı paşası gibi yaşıyorsun" derdi. Bana gelince; ben gerek Avusturya'da olsun, gerek Hollywood'da olsun hep Türk sayıldım.  Hollywood'da hep Türk arkadaş çevresinde kendimi mutlu hissettim. Filmlerde Türk tiplerini, doğu tiplerini canlandırdım. Annem bendeki kötü alışkanlıkların babamdan kaynaklandığını vurgulardı. Ama hiçbir zaman Türk olamadım. Bu yetişme ortamımdan kaynaklandı. Hiç Türkçe öğrenemedim. Adresim hep Viyana oldu."

"Hangi eğitimi gördünüz? Hangi fakülteyi bitirdiniz?"
"Ne öğrenimi? Liseyi bile bitirmedim. Sevgili dayım Walter Mayer Albert Einstein'ın yakın arkadaşıydı. Viyana'da matematik profesörü olarak çalışıyordu. Einstein dayımı 1938'de Amerika'ya götürdü. Dayım Princton Üniversitesinde profesör olarak göreve başladı. Annemle ben 1939'da Zürich'e geçtik. 6-7 ay kadar Zürich'te kaldık. Derken savaş patladı ve dayım bizi Amerika'ya Princton'a çağırdı. Princton'da beni okula yazdırdı. 'Institut of Adwence Studi" okuluna başladım. Ama bölmeyi bile yapamıyordum. Öğretmenlerden özür diledim. Sayılarla başımın hoş olmadığını söyledim. Çok zeki arkadaşlarım vardı. Onların desteği ile ite kaka bir şeyler öğrendim. Bakın bir şeyi itiraf edeyim: Benim eğitime hiç ihtiyacım olmadı. Onlarla dostça ilişkilerim beni ayakta tuttu. Yaşamımda hep sevdiğim, hoşlandığım işleri yaptım. Yazgımın bana sunduğu olanakları bekledim. Yazgımı yönlendirmek için çaba harcamadım. Yaşamımda elde ettiğim herşey kendiliğinden ayağımın ucuna geldi.

"Az hırslı, çok şanslı bir insansınız demek ki. Ailenizden söz eder misiniz? Türkiye'de akrabalarınız var mı?"
"Babam Mahmut Mustafa Selahattin Çölcüzâde, Türkiye'nin Avusturya askeri atheşesi olduğu söylendi bana. Babam, İstanbul'da yaşadı 1985 yıllarında öldü. Ben tüm yaşam boyu annemle kaldım. Annemle babam Avusturya'dayken ayrıldılar. 16 yaşında bir kez Türkiye'ye gittim, daha sonra bir daha Türkiye'yi görmedim. Babamla ilişkilerim serindi. Arada bir mektuplaşıyorduk yalnızca. Tüm bunlara karşın babam bütün mal varlığını bana bıraktı.  Babamın ölümünün ardından, avukat tuttum. Türkiye'deki mirasımı satıp Avusturya'ya kaydırdım.

"Şimdilerde yakınınız var mı Türkiye'de?"
"Evet, akrabalarım var. Eskiden aile adımız Çölcüzâde imiş. Şu yakınlarda akrabalarımdan Mehmet Yemenli, ailemizin soyağacını çıkardı. Bir örneğini de bana yolladı. Soy ağacına bakacak olursak soyumuz Peygamber Muhammet'in torunlarına ulaşıyor. Köklü bir aile imiş sonuçta. Şimdilerde yeğenim Nejat Kurtoğlu. Uzun yıllar Münih'te çalıştı. Çok sayıda iç mimari ve dekor işi yaptı. Şu yakınlarda Las Vegas'a göçtüğünü öğrendim. Sonra Sadi Hanefi vardı. Türkiye'de film yıldızıydı. 40'lı yıllarda Amerika'da öğrenim gören Türkler arasındaydı. O da akrabamdı. Başka akrabalarım da var.

"Viyana'dan niçin ayrıldınız? Annenizin Musevi olması yüzünden mi Avusturya'dan kaçtınız?"
"Kesinlikle hayır! Bir kez ben Türk çocuğuydum. Annem ise evlilik nedeniyle Türk yurttaşıydı. O yıllarda Türk pasaportu Avrupa'da en en güvenli, en saygın pasaportlardandı. Kimse kılımıza dokunamazdı. Pekâlâ Avusturya'da da kalabilirdik. Yalnız annemin olağanüstü bir önsezisi vardı. "Kesinlikle savaş çıkacak, kaçalım" diye tutturdu. Oysa o günlerde Hitler, Chemberlein'la saldırmazlık antlaşması imzalamıştı. Böylece 1939'da biz Zürich'e geçtik.

"Film oyunculuğunuz nasıl başladı?"
"İngilizcemi düzeltmek ve geliştirmek için Los Angeles'te dil okuluna gidiyordum. Okulun müdürünün küçük bir tiyatrosu vardı. Tiyatroda bir iki kez küçük rolde gözüktüm. İkinci oyunu Warner Brothers şirketinin uzmanı izlemiş. Beni "Footstep in the Dark" filmindeki Hintli hizmetçi rolü için beğenmiş. 19 yaşımda bu rolü oynadım. Bu filmde Errol Flynn'la oynadım. Ardından Universal Stüdyosunun sözleşmeli elemanı oldum. Profosyonel oyunculuk yaşamım başladı. 1944'te Ali Baba ve Kırk Haramiler filmindeki "Cemil" rolü ile üst role tırmandım. Ardından MGM'in yapımını üstlendiği "Drachensaat" (Fitne) filminde Katharine Hepburn ile başrolü paylaştım. Onun eşi rolünü oynadım. Bu film benim en iyi filmlerimden biridir. Universal, bu film için beni MGM'ye kiraya vermişti. O yıllarda Hollywood'un çalışma düzeni böyleydi. Stüdyolar, sözleşmeli oyuncularını birbirine yüksek fiatla satarlardı.

"O dönemin ünlülerini yakından tanıdınız."
"Kuşkusuz. Bir kez o dönemde Hollywood şimdiki ölçülerde dağınık değildi. İkincisi oyuncular stüdyolarla sözleşmeli çalışıyorlardı. Aynı stüdyonun personeli arasında doğal bir yakınlık arkadaşlık olurdu. David Niven ve July Garland en yakın arkadaşlarımdı. Charlie Chaplin, Walt Disney, Clark Gable, James Stewart'ı yakından tanıdım, kimileri ile dostluğum oldu.

"Lana Turner ile aşk yaşamışsınız."
"Lana 24 yaşındaydı ve Amerika'nın sex sembolü sayılıyordu. Evlenmeyi düşündük. Lana bir gazeteciye "Turhan yaşamımın en büyük aşkı. Yakında evleniyoruz" diye açıklamada bulunmuştu. Ama olmadı. Birlikteliğimiz bir-bir buçuk yıl sürdü. Evlenmekten vazgeçtim. Evlilik bana göre birşey değil. Çok sayıda çok güzel kızla arkadaşlığım oldu. Ama her ilişki bir süre sonra bir alışkanlığa dönüşüyor. "Allaha ısmarladık" deyip ayrılmak gerekiyor. Ben hep böyle yaptım. Birilikte olduğum kadınlar da aynı kurala uydum. İlişkilerimde ne acı çektim, ne de kimseye acı çektirdim.

[Turhan Bey, Lana Turner ile evlilik sorununu böyle açıkladı. Turhan Bey ile yaptığım bu söyleşinin ardından Ankara'da konuştuğum, olayın canlı tanığı bir o yıllarda Hollywood’da sinema çevresinde bulunan Adil Özkaptan şöyle anlattı:
"Turhan'la Lana evlenmeye karar vermişlerdi ve nikah günü belirlenmişti. Turhan'ın evinde oturuyorduk. Lana içeri girip üzerindeki kürkü salonun ortasına atıp oturdu. 'Turhan, evlilikten sonra annen ne olacak?' diye sordu. Turhan Bey kalkıp annesinin yanına oturdu. Sağ kolu ile annesin kavradı. Sol kolunu açıp Lana'ya seslendi: 'Bak Lana, sol kolum ve kalbim sana açık. Sağımda annem; solumda ve kalbimde sen olacaksın' dedi. Lana 'yani annenle birlikte mi kalacağız' diye sordu. Turhan Bey 'Evet Lana bir sakıncası mı var?' diye karşılık verdi. Bu yanıt üzerine Lana Turner, salonun ortasına attığı kürkünü alıp çıktı. Evlilik düşü böyle kapandı.]

"Kaç yıl oyunculuk yaptınız?"
"Aralıksız dokuz, dokuz buçuk yıl. 1939-1949 yılları arasında Hollywood'da yaşadım. 1949'da Avusturya'ya döndüm. Daha sonra belli roller için ara ara Hollywood'a çağrıldım."

"Neden ayrıldınız Hollywood'dan?"
"Avusturya'da biraz malımız vardı. Fabrikalar, sinemalar, işyerleri, işletmeler. Bunlara sahip çıkmam gerekiyordu. Nazi döneminde bu işyerleri temsilcilerin elindeydi. Savaştan sonra bu malvarlığına sahip çıkmam gerekiyordu. Ayrıca oyunculuğumu etkileyen bir neden ortaya çıktı. Saçım döküldü. Filmlerde peruk kullanmam istenirdi. Ben ise bunu hiç sevmedim.

"Hangi filmlerde oynadınız?"
"Kırka yakın filmde rol aldım. Bin bir Gece Masalları (Arabian Nights)'ında Cesar Romeroy'la oynadım. Ardından Sabu ve Maria Montez'le Beyaz Vahşi (White Savage) filmini çevirdik. Sonra Kasbad Prensesi ve öbürleri geldi.

"Ünlü olmak nasıl bir duygu?"
"Biliyor musunuz, ünlü olmanın en güzel yanı şu: 'Ben bir işe yarıyorum. Bana ihtiyaç oluyor' diye bir duygu oluşuyor kişide. Ben de Hollywood'da bir işe yaradım. Bana gereksinim doğdu. Yakışıklı bir yıldız, kötü sayılmayacak bir oyuncuydum. İşyapar filmlerde oynadım. Sonra saçım döküldü. Peruk takmam gerekince yapımcılar, benim oynadığım roller için başkalarını düşünmeye başladılar. Tony Curtis Universal'in sözleşmeli oyuncusu oldu. Benim oynadığım rolleri üstlendi. Ayrıca onun bir üstün yanı daha vardı: Sarışındı. Daha başka roller de verildi kendisine. Sonra İsviçreli bir oyuncu aynı rolleri oynamaya başladı. Ben yaşlarda, çok yakışıklı bir oyuncuydu. Harika bir insandı, şu yakınlarda öldü."

"On yıl oyunculuk yaşamından sonra da filmler çevirdiniz."
"On yıl oyunculuk yaptıktan sonra Avusturya'ya döndüm. 1952'de yeni bir film için Hollywood'a çağrıldım. Bundan sonra 40 yıl Hollywood'a gitmedim. Kısa süre önce Liza Minelli ile evlenen sevgili dostum David Gest, 1989'da "Geçmişin Ünlü Yıldızları" adlı bir show düzenlemişti. Dünyanın dört bucağında yaşayan Hollywood'un eski ünlülerini bir araya getiren bir gösteri idi bu. Gösteriye beni de çağırdı. Almanya'dan Horst Bucholz geldi. İtalya ve Fransa'dan bir dizi eski ünlü oyuncu katıldı. Bu gösteri için Hollywood'un yolunu tuttum. Büyük bir törenle karşılandım. Yıllar sonra böyle anımsanacağım aklımın ucundan geçmezdi. Biz eskinin ünlüleri topluca bir masada oturup törende izleyicileri selamladık. Üç yıl bu ödül töreni yapıldı, sonra yapılmadı.

"Bu olaydan sonra yine kimi filmlerde oynadınız."
Evet, bir televizyon dizisi için istek geldi. Roy Schneider ile birlikte Stephan- Spielberg'in yapımını üstlendiği Seaquest filmini çevirdim.
"Spielberg ile çalıştınız mı?"
"Hayır, kendisi hiç bulunmadı. Filmin yapımevi onun yalnızca. Televizyon için çekilen bir diziydi bu film. Her tarakta bezi olan harika bir yaratıcı Spielberg. Televizyon, sinema, radyo ve sahne.. Çok kibar ve beyefendi olduğu söyleniyor. Seaquest gibi küçük yapımlarla kendisi uğraşmıyor. Bu dizide Roy Schneider çok başarılı bir oyun sergiledi. Sonra, şu sıralarda Avusturya televizyonunda gösterilen, Angela Lansbury'nin baş rolü oynadığı "Onun Hobisi Cinayet" dizisinin birçok bölümünde oynadım. Bir de yapımını üstlendiğim Babylon 5 adlı film var. 1994'te çektim."

"Şu anda Hollywood'da bir konu sıkıntısı mı var? Zorro, Anna Karenina, gibi defalarca çevrilen filmler yeniden çevriliyor. Öte yandan Xena, Himen gibi diziler yapılıyor. Neden kaynaklanıyor bu?"
"Hayır konu sıkıntısından kaynaklanmıyor bu. Hollywood her zaman -daha iyisini yapma savı ile eski filmleri yeniden çevirdi. Ama hiç başarılı olamadı. İyi bir sanat ürününün daha iyisi yapılamaz çünkü. Adı duyulmuş ünlü konulara el atma Hollywood'un kazanç kaygısı ile sık başvurduğu yöntemdir. Şimdilerde de bu yapılıyor. Titanik gibi adı belli bir konu ele alınıyor. Milyonlarca dolar para yatırılıyor. Tanıtım için büyük para ayrılıyor ve sonuçta % 90-95 başarı yakalanıyor. Öyle ki bu pahalı yapımlar iki-üç haftada tüm gideri geri topluyor. Bizim dönemde durum böyle değildi. Benim oynadığım, dönemin pahalı yapımları ilk haftalarda başarısızlığa uğradı. Şimdi yapımcılar böyle rizikolara girmiyorlar. Önce piyasa araştırması yapıyorlar. İzleyicinin ne istediğini belirliyorlar. Ardından senaryo yazarından bu doğrultuda öykü istiyorlar. Yapımcı seyircinin zevkini filmi yapmadan önce biliyor. Sinema seyircisi 16-30 yaşları arasında genç insanlar. Kendi zevkinizi onların zevki ile karıştırmayın. Xena gibi maço bir kadın tipini genç seyirci severek izliyor. Bu tür konular size saçma gelebilir ama, izleyici buluyor. Yapımcı kazancını düşünür, yapımcının sanat filmi yapmak gibi bir lüksü bulunmaz.

"Hollywood'da neden Türk ünlüleri üzerine film yapılmıyor? Sözgelimi Enver Paşa'nın yaşamı nefis bir film konusu. Biliyorsunuz ben senaryoyu yazdım.
"Yapımcı adı duyulmuş ünlünün yaşamını film yapar. Enver Paşa sizin için, benim için ünlü. Amerika’da kaç kişi bilir Enver Paşa'nın adını? Enver Paşa dünyada Gandi ölçüsünde ünlü değil ki... Seçilen konunun seyircinin belleğinde az çok soru işareti uyandırmış olmasının büyük etkisi var. Adı belli tarihsel kişiler ilgi çekicidir Hollywood için. Bir Cleopatra'yı, bir Jul Sezar'ı dünya biliyor. Bu gibi adı duyulmuş konular defalarca çevrildi, yine çevrilebilir. Hollywood için Türk tarihinden kim ilginç olabilir? Sözgelimi Timur ilginç olabilir. Adı duyulmuş bir kişi Timur. Nitekim benim bir arkadaşım Timur'un yaşamını çevirmek istedi. Ama yeterli parayı bir araya getiremedi. Öte yandan çok sayıda Cengiz Han filmi yapıldı. Son olarak İsveçli bir yapımcı Cengiz Han konusunu yeniden işledi. Cengiz Han'ın ruhu ile Stalin arasında bağlantı kurdu. Nazi zulmü defalarca işlendi yine işleniyor, seyirci buluyor. Çünkü Yahudi kıyımı bir anlamda tüm insanlığın dramıdır. O kıyımda herkes kendisinden bir parça buluyor. Ama Avrupa'da sıkışan öbür konulara bir bakalım. Sözgelimi Sisi filmi Avrupa'da başarı kazandı, büyük ilgi uyandırdı.  Ama bir arkadaşım onu Amerika'ya satmak istedi, alıcı bulamadı. Mayerlig Faciası'sı ise iki uyumsuz insanın dramını ele aldığı için başarılı oldu. Yoksa öykünün yaşanmış olmasından, ya da konunun duyulmuş olmasından değil. Size şunu söyleyeyim: Tümüyle tarihe bağlı olan bir film de başarılı olamaz. Sanat yaşamın kopyası değildir çünkü.
Film dünyası Amerika'da dönüyor. Fransızlar, İngilizler dört dörtlük filmler yapıyorlar. Bunların başarısı bile Amerika'da sınırlı oluyor. Hollywood Fransız filmlerinin konularını alıp yeniden işliyor bu yüzden. Amerikan seyircisi kendisini içinde bulmadığı konulara ilgi duymuyor. Sözgelimi Arnold Schwarzenneger Avusturya kökenli bir oyuncu. Avusturya konularını işlese, Avusturya filmleri yapsa, kimse tanımazdı onu. Yüzde yüz Amerikan filmleri yapıyor. Amerika'nın güçlü maço tipini canlandırıyor. Amerika'nın bir parçası artık o. Başlangıçta oyunculuk gücü iyi değildi, ama onu da geliştirdi. Böylece başarılı oldu. Tıpkı Billy Wilder gibi. Wilder da Amerika'nın bir parçasıydı.

"Billy Wilder'la tanıştınız mı?"
"Hayır tanışmadım. Yollarımız hiç kesişmedi. Ayrı dünyaların sanatçılarıyız. Billy Wilder nerede, Ali Baba ve Kırk Haramiler nerede? Ali Baba ve Kırk Haramiler çok iyi para getirdi. Billy Wilder, benim filmlerimi izlememiştir bile. Fred Zinneman'la da öyle. Benim en yakın arkadaşlarımdan biri Otto Preminger'di. Yönetmen olarak Raoul Walsh'ı pek beğenirdim. Tek gözlü yönetmen. Çok rahat çalışırdı. Onunla film yaptığım için çok mutluyum. Bugün filmlerini seyrettiğimde, sanki dün çevrilmiş gibi gelir. Bir dakikalık yineleme, bir anlık boşluk bulunmaz. Zorunlu olunca oyuncuya müdahale ederdi

"Atatürk'ün yaşamı neden ele alınmadı? Son olarak bu yakınlarda Türkiye Hollywood'da Atatürk'ün filmi yaptırmak istedi. Ermenilerin filmin yapımına engel olduğu söylendi. Bu gerçek olabilir mi? Hollywood'da güçlü bir Ermeni lobisi var mı?"
"Hollywood'da güçlü bir Ermeni lobisi yok, ama filmin çekimine güçlük çıkaracak ölçüde güçlü bir Ermeni çevresi var. Bunlar engel olabilirler. Türkler yazık ki, sinemanın gücünü değerlendiremediler.

[Bilindiği gibi, uzun süreden beri uluslararası düzeyde bir Atatürk filmi tartışması sürmektedir. Bu girişim 1950’li yıllarda başlıyor. Turhan Bey ile söyleşide adı geçen Adil Özkaptan’ın 50’li yıllarda böyle bir çaba içinde olduğu biliniyor. 2002 yılında Viyana’da Turhan Bey ile görüştükten sonra Ankara’ya gelip Adil Özkaptan’la da konuştum. Turhan Beyle aynı yaşlarda olan Adil Özkaptan film işlerini bırakmış, başka sektörlerde para kazanıyordu. Ankara’da Gama Şirketi ortaklarındandı ve inşaat, dışalım-dışsatım işleri ile uğraşıyordu. Hollywood’da uzun süre film işleriyle uğraşmış, yapımcılığa soyunmuştu. Türkiye’de Paralı Askerler adı ile gösterilen başrollerini Tony Curtis ve Charles Bronson’un oynadığı, Fikret Hakan, Salih Güney gibi Türk oyuncuların da rol aldığı filmin de ortak yapımcısı olduğunu söyledi. Başka bir dizi filmin yapımına katıldığını anlattı. Kendisine Paralı Askerler filmi çekilirken, gazetelerde filmin Türkiye karşıtı olduğu yolunda çok yazılar çıktığı anımsattım. (Gerçekte film gösterime girince en küçük bir Türkiye karşıtlığı bulunmadığı ortaya çıktı. Film Türk Kurtuluş savaşına yüzeysel eğilen Hollywood türü bir macera filmiydi.) Özkaptan’a neden basında böyle boş yere bir fırtına koparıldığını sorduğumda, Özkaptan, “film çekilirken stüdyoya girmek isteyen bir gazeteci içeri alınmamış, bunun üzerine gazeteci bu fırtınayı başlattı” diye açıkladı. (Bu bölüm geçen yazıda da vardı, ama orada yazamadığım, filmin neden çekilmediği gerçeğini açıklamak için Özkaptan’ın sözlerini buraya yeniden alıyorum.)
Özkaptan, Atatürk Filmi çekimi üzerine de şu bilgileri verdi:
"1952 yılında Cecil de Mill ve Douglas Fabriks ile Atatürk filmini çekmeye karar verdik. Bir gün Cecil bana:
'Bir hafta kadar Hollywood'da olmayacağım, bilgin olsun' dedi. Bir hafta sonra geldi. Bana:
'Ben neredeydim, biliyor musun' diye sordu.
'Yok, nereden bileyim? Sen yetişkin bir insansın. Bir hafta burada olmayacağını söyleyip gittin' dedim. Cecil:
'Ben Londra'ya gittim. Churchill ile görüştüm. Churchill'e 'Biz Atatürk filmini yapıyoruz. Sizin Çanakkale'de Mustafa Kemal karşısındaki yenilginizi olduğu gibi yansıtacağım. Siz benim dostumsunuz. Bu yüzden bana gücenir misiniz?' diye sordum. Churchill 'Hayır, gücenmem tam karşıtı çok mutlu olurum. Atatürk'ün adının geçtiği yerde ben şapka çıkarırım' dedi. Bunu üzerine ben 'Peki "Atatürk'ün adının geçtiği yerde şapka çıkarırım" tümcenizi filmin başında yazmama izin verir misiniz?' diye sordum. Churchill 'Hayır, bu tümce yetmez. Filmin başında bana 20 dakikalık bir kesit ayıracaksınız. Atatürk'ü canlı olarak ben anlatacağım' dedi.
Cecil de Mill ile Churchill arasında geçen bu konuşma bizi çok mutlu etti. Coşku ile filmin yapımına giriştik. Ben altyapı desteği sağlamak için Ankara'ya geldim. Celal Amca (Bayar)'ya çıktım. Atatürk filmi düşüncesini ve gelişmeleri anlattım. Celal Amca pek mutlu oldu ve her tür desteği vereceğini söyledi. Türkiye bize verilen sözü yerine getirmedi. Filmin çekilmesini İsmet Paşa engelledi Cecil de Mill bunun üzerine On Emir filmine yatırdı bu parayı ve temiz kazanç sağladı.”
Benim “Senaryo yazılmış mıydı?” sorum üzerine:
“Ortada bir çerçeve metin vardı” diye karşılık verdi. Bu yanıt üzerine, ben girişimin Özkaptan’ın söylediği gibi ciddi bir şey olmadığını anladım. Kendisini kırmadan, “Muhalefetteki bir adam nasıl engel olsun” türünden küçük bir karşılık verdim. Bu yanıtımı sudan gerekçelerle geçiştirdi. Ama benim için bu yanıt inandırırcı olmadı. Söyleşiyi şöyle sürdürdü:
“1962 yılında Atatürk filminin çevrilmesi yeniden gündeme geldi. Cemal Gürsel beni çağırttı ve Atatürk filmini yapmamızı istedi. Yeniden işe koyuldum. Atatürk rolü için Yul Brynner'i seçtik. Yul Brynner'i Ankara'ya getirdik. Filmin hazırlıkları sırasında Yul, Bulvar Palas'ta iki ay kaldı. O arada biri Yul'a bıçak çekti. Bu olaydan sonra Yul 'Lanet olsun böyle vahşi millete' deyip Türkiye'den ayıldı. Filmin çekimi yine gerçekleşemedi. Artık böyle bir filmin çekimi milyonlarca dolar ister. Galata köprüsünün, eski İstanbul'un yeniden canlandırılması gerekir. Bu da korkunç para tutar. Oysa o yıllarda bunlara gerek yoktu. Film çok daha ucuza yapılabilirdi.”
Özkaptan, Atatürk filminin çekilememesi nedenini birincisinde İsmet Paşa’ya, ikincisinde Yul Brynner’a bıçak çekilmesi olayına bağlıyordu. Dönemin Devlet başkanı Celal Bayar’a aşırı bir saygısı ve yakınlığı vardı. Öyle ki Celal Bayar’dan “Celal Amca” diye söz ediyordu.
İki yıl sonra okuduğum bir anı kitabı, Atatürk filmi çekilememesi gerçeğini yansız biçimde açıklıyordu.
Azize Bergin’in Babıali’de Topuk Tıkırtıları (Epsilon Yayınları, İstanbul 2004, s. 124-126) adlı anılarında 27 Mayıs Devrimi ardından Atatürk Filmi modasının çıktığını söyledikten sonra şöyle anlatıyordu:
“Güya Hollywood’da Atatürk’ün yaşamını konu alan bir film çekilecekti ve dönemin en ünlü aktörlerinden biri Atatürk’ü canlandıracaktı. Aslında ortada ne doğru dürüst bir senaryo vardı ne de ciddi bir yapımcı. Sadece Adil Özkaptan böyle bir girişimin altyapısını hazırlamaya çalışıyordu. Ara sıra gazetecilere, “Biliyor musunuz, falanca aktör Atatürk rolünü oynayacak, ama önce Türkiye’ye gelip bir araştırma yapması gerekiyor,” diye bir haber uçururdu. Biz de İstanbul’a gelecek ünlü oyuncunun peşine düşmek için hazırlık yapardık.” (…)
“Neyse günlerden bir gün, bizim “Atatürk filmi uzmanı !” Adil Özkaptan tekrar sahneye çıktı. Hilton Otelinde basın mensupları için küçük bir kokteyl düzenleyip önemli haberini açıkladı: “Yul Bruynner, Atatürk filmi için Türkiye’ye gelecekti.
Ukraynalı aktör Yul Brynner, bu toplantıdan kısa süre sonra İstanbul’a geldi. Aktörü havaalanında gazetecilerden kaçırıp otele götürdüler. Doğrusu biz de ‘Kral ve Ben’ filminin başarılı oyuncusunu karşımızda görünce büyük bir düş kırıklığına uğradık. Bu dazlak başlı adam pek sıradan biriydi. Yumuşak bakışlı, ağır hareketli bir erkekti. Ancak fotoğrafçılara poz verirken kendini toparlayıp o perdede görmeye alıştığımız sert tavırlarını takınıyordu. Yul Brynner’ın İstanbul macerası birkaç gün sürdü. Onunla Atatürk ve Hollywood gibi konuları ele almak istedik ama pek de başarılı olamadık. Yul Brynner’in Türkiye’ye gelme nedeninin aslını da öğrenemedik.”
Görüldüğü gibi sonuçta, Türk yapımcı Adil Özkaptan, ortaya doğru düzgün bir proje koyamamış, başarısızlığının nedenini başkalarının üzerine atmıştı.]

Turhan Bey sözlerini şöyle sürdürdü:
"Günümüzde dünya kamuoyunda yoğun bir Ermeni propagandası var. Korkunç acımasız bir propaganda bu. 'Musa Dağı'nda Kırk Gün' diye bir kitap çıktı. Bir Türk genç bir Ermeni kıza aşık oluyor. Ana babalar evlenmelerine izin vermiyor, gençler ölümü seçiyorlar. Böyle bir konu. Türklere korkunç acımasız eleştiriler getiriyor. Türk Ermeni çatışması sonuçta bir azınlık/ çoğunluk çatışmasıydı. Babam Ermenilerin nasıl çalışkan insanlar olduklarını, el sanatlarında ustalıklarını anlatırdı. Türklerse pek çalışmayı sevmezlermiş. Artık unutulmalı bu kötü geçmiş.
Şimdi Hollywood'da bir yapımcı Atatürk filmi yapmaya kalksa kimi rizikoları göze almak zorunda. Filmin gösteriminde sinema önünde gösteri yapılması, filmin boykot edilmesi gibi. Yapımcı kolay kolay böyle bir kınamayı göze alamaz. İşte Ermeni de engeli bu türden bir engel."

"Hollywood'da Türk gücü yok mu?"
"Yok. Türkler bu alanda güçlerini duyurmadılar. Kırklı yıllarda birkaç Türk genci Hollywood'da tutunmaya çalıştı. Turgut Demirağ, Sulhi Ertegün, Enver Muratoğlu, Nazım Kalkavan, Ali İpar ve Adil Özkaptan gelmişlerdi. Bunlardan Adil Beyle hâlâ dostluğumuz sürüyor. Hemen her ay beni telefonla arar. Enver Bey de çok şükür yaşıyor. İstanbul'da büyük bir oteli var. İşte kırklı yıllardan kalan en güzel dostlarım. Hemen hiç Türk olamadım ama hep bu çevre içinde mutlu oldum. Bu arada pek sevdiğim bir senaryo yazarı Türk arkadaşım daha vardı. Ali İpar'ın da arkadaşıydı. Adını anımsayamıyorum. Çok ünlü ve başarılı bir senaryo yazarıydı. Şimdilerde ölmüş olmalı. Benden 20 yaş büyüktü. Benimle hep Türkçe konuşmak isterdi ve ben konuşamazdım. Çok sayıda senaryo ve film öyküsü yazdı. Şimdilerde de Sırrı Bey var. Çok beyefendi bir insan. Ama Hollywood'da etkisi olduğunu sanmam.
Türkiye ve Türk tarihinin film aracılığı ile geniş yığınlara tanıtılmaması büyük kayıp. Günümüzde uluslar kendilerini film aracılığı ile tanıtıyorlar. Kültür, turizm filmle tanıtılıyor. Türkiye bunu uluslararası düzeyde başaramadı."

"Sizin hâlâ Hollywood'la ilişkiniz var ama."
"İlişkim şöyle. Beni seven bir ajans var. Film şirketleri her hafta çekecekleri filmlerin listesini iletirler çalıştıkları ajanslara. Ajans boş olan rollere uygun düşecek oyuncuları seçer. Bana uygun rol çıktığında beni arar. Kabul edersem stüdyoya görüşmeye giderim. Aynı rol için salonda bekleyen dört beş kişi daha vardır. Sırası ile içeri alıp rolü denerler. En büyük oyuncu imişim gibi son derce saygılı, ölçülü davranırlar. Ama bu henüz rolü aldığım anlamına gelmez. Sonuçta rolü en beğendikleri oyuncuya verirler. Bu süreçten sonra bankadaki hesaba oyunculuk ücreti yatar.
80 yaşındayım ve oyunculuk düşleri kurmuyorum. Son kez 73 yaşındayken bir filmde oynamıştım. Yaşlı bir oyuncu yapımcı için her zaman bir rizikodur. Avusturya'da kendim de bir film yaptım. Senaryoyu Avusturyalı ünlü yazar Alexander Lanetolenia yazdı. Güzel bir film oldu. Avusturya'da ve Amerika'da gösterildi. Arada bir televizyonda gösterilir. Bu nedenle yapımcıları çok iyi anlıyorum. Bir film yaptığınızı düşününüz. Film bitmek üzere. Son üç günlük çekim kalmış. Oyuncu hastalanmış, felç olmuş ya da ölmüş. Ne yaparsınız? Film bobinleri ile ortada kalırsınız. Sinema sanayisi düşler üzerine kurulan ve düşleri pazarlamaya dayanan bir endüstridir.,

"Hollywood'da insan ilişkileri nasıl? Son dönemlerde sanki içe dönük bir düzeni var. Oyuncuların çocukları oyuncu oluyor. Film dünyasına girmek için film çevresinde doğmak mı gerekiyor?"
"Hollywood'da kimi ilişkiler sözkonusu, bu doğru. Sözgelimi oyuncuların % 60-70'i eşcinseldir. İyi eğitimli, zeki kibar insanlar. Çok kez bunların eşcinsel olduğu aklınızdan bile geçmez. Bu pazarda kadınlar da pek etkilidir. Ben kırk yıl sonra ilk rolümü bir kadın oyuncu aracılığı ile aldım. Sinemadan kopmuştum ve 73 yaşındaydım, kimse beni tanımıyordu.  W. Filres, o rolü benim oynamam için ayak diretti. Bu tür ilişkiler kapının açılmasına yardımcı olabilir ama bu başlangıç için geçerlidir. Başarısız bir kişinin tutunması olanaksızdır Hollywood'da. Kimin oğlu kimin kızı olursa olsun sonuç değişmez. Lana Turner bir filmde sevgilisine rol sağladı. Ama adam başarısız oldu ve bir daha rol alamadı. Ya da Sylvester Stallone başarılı oldu, kardeşi silinip gitti. Bana, yeteneksiz bir oyuncunun kalıcı olduğunu gösterebilir misiniz? Yok. Yetenek zorunludur. Hollywood olağan üstü acımasız bir yerdir. Başarsız kimseyi ezip geçer. Bir oyuncu ya da yönetmen düşüşe geçti mi kurtuluşu zordur. Sözgelimi Kevin Costner, Kurtlarla Dans filmi ile büyük bir riziko üstlendi, başardı. Ardından yaptığı iki filmle düşüşe geçti ve tepe taklak yuvarlandı.
"Kurtlarla Dans uzun ve sıkıcı bir filmdi."
"Sizin için uzun ve sıkıcı, Amerikan izleyicisi için değil. Amerikan gençliği o filmde kendini buldu. Amerika tarihi içinde kendi yerini saptadı. Bu nedenle üç dört saatlik film büyük başarı kazandı. Ama ardından gelen iki film Costner'i bitirdi. Amerikan izleyicisi Kurtlarla Dans'ın hatrına birinci filmin başarısızlığını bağışladı. Ama ikinci film de başarısız olunca Costner bitti. Üstelik Postacı güzel bir filmdi. Postacı seyrek olarak hakkı yenmiş filmlerden biridir.
Brodway'den gelen sahne oycularının pek çoğu Hollywood'da başarısız oldu. Oysa bunlar iyi eğitim görmüş oyunculardı. Ama mimikleri, ses tonları sahneye göreydi. Film oyunculuğu kamera karşısında inandırıcılığa dayanır. Bakışınla, mimiklerinle, hareketlerinle kameraya duygularını yansıtmak zorundasın. Abartma, zorlama, tiyatro türü rol kesme kamerada bir işe yaramaz. Kamera karşısında yaşar gibi oynamak zorundasın. Bu nedenle sahne oyuncularının pek çoğu sinemada başarısız oldu. Avusturya'da Akademide eğitim görmüş pek çok oyuncunun yazgısı da bu oldu."

"Hollywood'un kimi yetenekli sanatçıları dışladığı, bitirdiği söyleniyor. Sözgelimi Orson Welles için böyle söylenir. Kendisini tanıdınız mı?"
"Evet yakından tanıdım. Harika bir insan, harika bir yönetmen, harika bir oyucuydu. Kendisinin yapımını üstlendiği bir filmde oyunculuk da yaptım. Savaş Sırasında Hollywood adlı bir filmdi. Savaşta her şeyin nasıl dikkatli olmasını gerektiğini anlatan bir filmdi. Orson çok yetenekli, çok iyi bir insandı."
"Ama Hollywood'a küskün ayrıldı."
"Tümüyle kendi suçu! Her yakınına borç taktı. Para kazanamayacak duruma geldi. Dostlarından aldığı paralarla yaşamaya başladı. Bu yüzden Fransa'ya kaçtı. Paris'e yerleşti, bir tür kaçak yaşadı."
"Nasıl olur? Orson Welles gibi büyük bir sanatçı para batağına nasıl saplanır?"
"Çok kolay! Hollywood para yiyen bir canavardır. İnsan çok değil üç hafta içinde milyonları eritebilir. Bir arkadaş topluluğu ile dışarı çıkmak; bir eğlence yerine gitmek milyonlara oturur. Benim için de sözkonusu oldu bu durum. Benden beklendiği gibi yaşasaydım, bir dolarım kalmazdı. Ünlü olduğum yıllarda arkadaşlarım 'Turhan sen bir yıldızsın, baş rol oyuncususun, sana yakışacak biçimde yaşamalısın. Şöyle yüzme havuzlu, bahçeli büyük bir villa al. Arkadaşlarını çağır, gösterişli bir yaşam sür' dediler. Asla böyle bir havaya girmedim. Gerçi süper kazanan bir oyuncu olmadım, ama iyi kazandım. Tutumlu yaşadım. Annemle birlikte bir apartman dairesinde oturdum. Kazandığım paranın bir bölümünü bir kıyıda tuttum. Hollywood'da para tutmak, kazanmaktan daha zor bir iştir. Bir kız arkadaşınla bir gece çıkmak, korkunç paraya oturur. Yalnızca bir gece eğlenmek bir servete mal olur. Orson, Hollywood'un en güzel kızları ile çıktı. Rita Hoyward gibi dönemin en ünlü güzel yıldızı ile evlendi. Geniş bir arkadaş çevresi oldu. Bu yaşam bir değil, birkaç servetle zor karşılanır. Bir iki filmin kazancı ile böyle bir yaşamı süremezsiniz."

"Film yapımında en zor olan şey nedir? Yapımcı bulmak mı, yoksa yönetmen bulmak mı?"
"En zor şey yazılan senaryoyu okutmaktır bir bakıma. Ne ölçüde çarpıcı senaryo yazarsanız yazın, önemli değildir. Yapımcının önüne yığınla senaryo gelir. Yapımcının bunları okumaya ne zamanı ne de sabrı vardır. Yapımcı önündeki dosyaları, konularına bakıp bir süzgeçten geçirir. Diyelim olay Avusturya'da geçiyor. Avusturya ile ilgili, atar çöpe. Çin'de geçiyor, Çin yaşamını anlatıyor, atar çöpe. Ama önündeki dosya Çin'de bir Amerika'nın macerasını anlatıyor, onu bir kıyıya kor, bu ilginç olabilir der. Ya da Türkiye'de bir Amerikalı kaçırılmış, onun serüvenini işliyor, yapımcı için ilginçtir bu. Salt bir ülkeyi ilgilendiren konular yapımcıya güven vermez. Türkiye üzerine yapılmış Hollywood filmlerini düşünelim. Sözgelimi Çiçero'yu anlatan film Türkiye'de başlıyordu, ama içinde batılı bir casus vardı. Bir de Raoul Walsh'un yönetmenliğini yaptığı bir film var. Olay Türkiye'de geçiyordu. Çok güzel bir casusluk öyküsüydü. Peter Lore ve George Raftla birlikte başrolü oynuyordum.  Bu film de başarılı oldu, ama sonuçta Türkiye'deki bir Amerikan’ın öyküsüydü. Ya da ticari bakımdan çok başarılı olan Topkapı filmine bakalım: Kahramanları kimlerdi? Bir İngiliz, bir Yunan, bir Türk, olay Türkiye'de geçiyor. Filmin olağanüstü başarısının arkasında çok ulustan kişilerin bulunması yatıyor. Yerel konular, dünya film piyasasını ilgilendirmez.

"Seksen yaşındasınız, isteyip de oynamadığınız bir rol oldu mu? Yıllar sonra geri baktığınızda yaşamınızda hiç sonradan pişman olduğunuz, 'keşke şöyle yapsaydım' dediğiniz bir kararınız var mı?"
"Genelde yok. Bana verilen her rolü oynadım. Universal'in sözleşmeli oyuncusuydum. Güzel para kazanıyordum. Benim için seçilen rolleri sormazdım bile. Hemen hep bebek yüzlü temiz oğlan rolleriydi bunlar. Yalnız askerlik dönüşü bana bir rol önerildi. Bir filmde kötü adam rolü üstlenmem isteniyordu. Bana uygun düşmez diye geri çevirdim bu öneriyi. Oysa benim geri çevirdiğim rolü oynayan oyuncu o rolü ile ödül kazandı. Benim için de bir başlangıç olabilirdi o rol. Romantik genç tipinden sıyrılıp bir karakter çizebilirdim. Tek pişmanlık duyduğum olay bu.'

"Mc Cartizm dönemini yaşadınız. O dönem üzerine neler söylersiniz?"
"Kırklı yılların sonlarına doğru başladı bu olay. Politikayla hiçbir dönemde ilgilenmediğim için beni etkilemedi. Ama çok korkunç bir dönemdi. Bir dizi güzel insan yok yere kovuşturmaya uğradı. Oysa bu sanatçılar güzel şeyler üretmek istemişlerdi yalnızca. 2. Dünya savaşında Sovyetler Birliği Amerika'nın müttefikiydi. Ortada düşman olmak için bir neden yoktu. Bu nedenle sanatçılar Sovyetler Birliği'ne sıcak bakıyorlardı. Filmlerde toplumcu bakış geniş izleyici topluyordu. Mc Cartizm'in hışmına uğrayanlar böyle bir ortamda iyi şeyler üretmek isteyen masum sanatçılar oldu. Tüm yaşamları zehir oldu. Bir İngiliz oyuncu vardı. Son derece beyefendi, kibar bir insandı. Bir gün bana 'Turhan, neden bizim kulübe gelmiyorsun?' dedi. Kulüp diye Komünist Partiden söz ediyordu. 'Aman ben, politikadan anlamam, bu gibi konularla ilgilenmiyorum' diye karşılık verdim. Kısa süre sonra Mc Carti çılgınlığı başladı. Toplumsal bir histeri yaşanıyordu. Amerikan toplumu doludizgin komünist avına çıktı. En küçük ilişki, en küçük bir yakınlık bir sanatçının yaşamını karartmaya yetiyordu. Avusturyalı nefis bir oyuncu vardı: Paul Henreid. Kim olduğunu biliyor musunuz? Kazablanka filminde İngrid Bergman'ın kocası 'Lazlo'yu oynayan oyuncu. Paul Henreid'ı bir gün bir arkadaşı bir gösteriye sürüklemiş. Bu olay Henreid'ın tüm kariyerinin bitmesine neden oldu. Paul, kara listeye alındı. Bir daha hiçbir filmde rol verilmedi. Oysa çok yakışıklı, nefis bir oyuncuydu. Bunun gibi yüzlerce örnek yaşandı. Lillian Helman, Dashiel Hammett ve öbürleri... Yargılamalar, tutuklamalar birbirini izledi. Herkes birbirini ihbara zorlanıyordu. Toplumsal filmler yapan, ya da yapmayı düşünenlerin tümü cadı kazanına sürüklendi. Oysa Amerika'nın sosyalizmden korkmasına hiç gerek yoktu. Sonuçta komünizm 20. yüzyılın en büyük iflasıdır. Her defasında iflasla sonuçlandı. Fransa'da Napolyon devrimi gibi."

"Anılarınızı yazmayı düşündünüz mü?"
"Anı yazmak bana göre değil. Ben fotoğrafçıyım, görüntü benim tutkum. Arkadaşım Roddy Mc Dowell, 5 cilt kitap yazdı. Kendisine hayran oldum. Roddy büyük bir oyuncu, ayrıca kamera kullandı. Oyunculuk sanatı üzerine beş ciltlik bu dev eseri yazdı. Ama ben böyle şey ile bir uğraşamam. Artık Grinzing'deki evimde güvercinlerimle eğlenip dinleniyorum."


"Sevgili Turhan Bey, bu söyleşi beni çok mutlu etti, çok şey öğrendim sizden. Söyleşimizin Türk okurunda da ilgi uyandıracağına inanıyorum. Teşekkür ediyorum bana zaman ayırdığınız için. Bir başka kez buluşmak dileğiyle, Allaha ısmarladık!"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder