Yayında Olan Eserlerim

16 Eylül 2017 Cumartesi

Bir Silivri Güncesi

Bir Silivri Güncesi


“Davulun sesi uzaktan hoş gelir” atasözü bir ortamı yakından tanımanın önemini vurgular.  Her gün televizyonlarda görülen Silivri ceza ve tutukevi ortamını tanımak da ancak gözlemlemekle mümkün. Sürekli ziyaretçiler bu ortamı kanıksamış durumdalar. İlk kez böyle bir ortamı yaşayan bizim gibi acemiler için ilginç bir yaşantı kesiti. Burada anlatılanlar Ağabeyim namı diğer Müthiş Türk Ali Rıza Bozkurt ile birlikte 1 Mart 2014 günü Silivri’de yaşadığımız olayların özetidir.
Saatin 11.55’e dayandığı, kapıların dış dünyaya kapanmaya hazırlandığı, görevlilerin gerilimli zaman dilimini geride bırakıp kendilerine dinlenme kaçamağı bulma, zamanda anı yakalama mutluluğunu yaşama sürecinde Silivri tutuk-cezaevi kapısında oluyoruz.
Silivri, adı kendinden büyük bir yerleşim merkezi. Elimizde kalan minicik Avrupa toprağında İstanbul sonrası ilk durak.
Nizamiyede bir asker bekliyor. Gösterişli bir astsubay geliş nedenimizi soruyor. Kimliğimi uzatırken kendimi tanıtıyorum ve Başbuğ Paşa ile Doğu Perinçek’i ziyarete geldiğimizi söylüyorum. Sıcak bir ilgi ile ve yemeğe çıkmak üzere olan savcıyı telefonla arayıp bir profesör beyin İlker Başbuğ Paşayı ziyarete geldiğini bildiriyor. 50-60 m. İlerideki kabul binasının girişinde orta yaşlı bir beyefendi bir savcı bizi bekliyor. Görüşme isteği dilekçelerini ve kimliğimizi veriyoruz. Savcı Mete Bey, sıcak bir ilgi ile görüşme izin belgesini onaylıyor. 1992 İstanbul Hukuk’un Hukuk olduğu yıllarda bitirmiş, hukukun herkes için gerekli olduğu inancında bir beyefendi. Bir-iki dakikalık tanışma söyleşisi ardından ayrılıyor ve üç ayrı koğuştaki dostlarımıza ulaşacağımız yöne gidecek araç beklerken, sıcak bir görüşme yapma düşleri içindeyiz. El sıkışıp, kucaklaşacağız, çay-kahve söyleyip söyleşiye dalacağız düşüncesiyle Sevgi Erenerol 8, Doğu Perinçek 1 No.lu koğuşta ziyaret edeceğiz. Araç geliyor, ilk ziyaret Başbuğ Paşa’ya 5 No.lu koğuşa. Uzunca bir otobüs yolculuğu ardından 5 No.lu koğuşun kabul ofisinde elimizde izin dilekçesi, kimlikler bekliyoruz. Yolda ağabeyim Ali Rıza Bozkurt beni uyarıyor: “Fuat, biz fazla konuşmayalım, Başbuğ Paşa konuşsun” diyor. Kuşkusuz öyle olacak, biz dinleyeceğiz. Böyle bir uyarı, birlikte dinleyeceğimiz beklentisinden. Gireceğiz, el sıkışacağız belki de kucaklaşacağız, çay-kahve söyleyip buğusu tüten çay sıcaklığı ile sohbeti koyulaştıracağız beklentisinden geliyor.
Kabul girişinde kimlikler ve ardından baştan ayağa sıkı bir denetim bizi bekliyor. Kemer, saat, telefon, iğneden ipliğe en küçük bir nesne bırakmaksızın boşaltıyoruz. Ali Rıza Bey yanında iki-üç kitap getirmiş. Biri imzalatılmak üzere getirdiği Başbuğ Paşa’nın Suçlamalara Karşı Gerçekler kitabı. Öbür ikisi kendi yazdığı, Cumhur’un Anayasası. Yalnızca Başbuğ Paşa’nın kitabını götürmesine izin veriliyor. Paşaya verilecek ikinci kitabı kendileri verecekler. Yandaki anahtarlı küçük dolaba özel eşyaları kapayıp, göz ölçümü ile döner çelik kapılar aralanacak.
Tüm bu işlemlerin ardından saatin 12.30’u gösterdiği anlarda Ali Rıza Bozkurt gidiyor bekleme salonu alanında bir başıma kalıyorum. Çünkü, görüşme iznini yalnız ağabeyim adına doldurmuşuz ve benim görüşmeye katılamaya iznim yok. Külüstür görünümlü birkaç ziyaretçi sıkıntı içinde bekleşiyorlar. Eski günlerin gazeteci merakı ile kimin ziyaretçisi olduğunu soruyorum. Çünkü benim gözümde burası özürlük kahramanı yurtseverlerin tursak kampı. Kadın, eşi ve oğlunu görmeye geldiğini söylüyor. Hangi davadan diye soruyorum ve ilk şoku yaşıyorum. On bin liralık borcu ödeyememeden! Allah Allah, burası siyasi tutuklular için değil miydi?
Yine arada bir gelip geçen bir yetkiliye soruyorum: “Burada sıradan suçlular da mı var?”, “Evet hocam ya ne sandınız?” Hele girişten beri karşılaştığımız, dağınık görünümlü ziyaretçilerin nedenini anlıyorum.
Giriş ofislerinde sessizlik egemen. Çalışan personel alçak sesle konuşuyor, ziyaretçilerle zorunlu haller dışında konuşmuyorlar. Oturuyor, geziniyor, gelen otobüsten koşup evrak dolduran ziyaretçileri izliyorum. Yeniden kalkıp saate bakıyorum. Saat 13, bekleme sürüyor. Serince havada kapı önünde sigara içerek bekleyen ziyaretçilerin sabırsızlığını yaşıyorum. Sigarayı bırakmasam ben de onlar arasında olacak ve şu uzayan zaman diliminde yarım paket sigara dumanını ciğerlerime doldurmuş olacağım. Saat 13.15 Ali Rıza Bey gelmek üzeredir, biraz ilerideki askerin beklediği kapıdan gelenlere bakıyorum. Yok. İçeride gidip gelen sivil görevli bana takılıyor: ”Sohbet koyulaştı, sohbet.” Aynen düşündüğün gibi. Saate bakıyorum 13.30. Eh şimdi gelir. Ben beklemedeyim. Görevliler kendi aralarında bir odada ayaküstü çay içip çıkıyorlar. Öğle yemeği yemedim. Bir çay istemeye utanıyorum, hem başka ziyaretçilere karşı ayıp olacak. Sivil görevli yanımdan geçerken “Sohbet koyulaştı” diye takılıyor ki bu kez ben “Sohbet değil, kitap yazılıyor” diye yanıt veriyorum.
Zamanın giderek uzadığı, bekleme sabrının tükendiği o anlarda yönetim görevlisi, yaşı 30-35 arasındaki personeli gösteriyor: ”Bunların tümü açık öğretime devam ediyor. Öğrenimlerini bitirip bir an önce buradan kurtulmak istiyorlar. Burada çalışmanın ne kadar sıkıcı olduğunu düşünemezsiniz. Sonuçta, tutuklular şurada, biz burada bekliyoruz. Ne farkımız var?”. Saat 14.15. Gelip giden ziyaretçiler, koca yerleşke içinde dönen servis otobüsleri, arada bir gelen tepeye yakın yerde yatay dar ışıklıklı tutuklu arabaları. 1980’de Narlıdere’de gözaltında iken bu arabalara  “karakutu” adını vermiştik. Sabırsız bekleme içinde geziniyorum. Paşa ile görüşen Ali Rıza Beyden hala iz yok. Yönetici: “Vallahi böyle ziyaret görmedim. İsterseniz siz öbür ziyaret edeceğiniz kişileri görmeye gidin. Çünkü saat 14.30’a yaklaşıyor. Ve ben çıkmaya hazırlanırken beyaz duvara açılan kızıl demir kapı aralanıyor. Ali Rıza Bozkurt gözüküyor. Demir çekmecelerden özel eşyalarını, telefonunu alıyor. Yüzünde bir yorgunluk, gözünde bir hüzün seziyorum. “Neler konuştunuz?” Bu kadar uzun konuşmayı elinin tersi ile: “Sonra anlatırım. Yürü. Ben seni girişteki kantinde bekleyeyim. Sen görüşmelerini yap gel” diye yanıt veriyor. Yollarımız ayrılıyor, servis aracı ile 8 No.lu koğuşta oluyorum. Kimlik saptama, göz izi işlemleri sonrasında koğuş alanına açılan kızıl demir kapının aralanması. Koğuş binası girişi. Tepeden tırnağa elektronik denetim. Göz izi gizaçarı ile dönen çelik dönemeç ve insanı yutarcasına uzanan uzun beyaz geçenek, dilsiz ve sessiz. Gençten iki kişi bir aralık önünde duruyorlar. Kimi göreceğimi soruyorlar, ve yo gösteriyorlar: “Buyurun şu taraftan”. Ben bir salonda buluşma beklerken kalın cam pencereli bölmeler önünde asılı telefonlarla karşılaşıyorum. Kadınlar, çocuklardan oluşan ziyaretçiler cam bölmelerin ardından görecekleri yakınlarını bekliyorlar. Derken, siyah düz saçlar, koyu giysiler içinde Sevgi Erenerol gözüküyor. Gülen yüzü ile telefonu kaldırıyor, üç-beş dakikaya ulaşacak konuşma sürecinde yedi yılın boşluğunu ve açlığını sığdırmak istiyoruz.
Sevgi Erenol, yedi yıldır, koca Silivri tutukevi yerleşkesinin tek kadın tutuklusu. Ve yedi yıldır yalnız, yedi yıldır suçsuz, delirmeden direniyor. Laik cumhuriyetin kurulmasında Atatürk’e omuz veren Türk Ordodoks kilisesi başkanı Eftim Efendi’nin torunu. Laik cumhuriyetin kurulmasına desteği nedeniyle, tutuklu. Dedesi Eftim Efendi, 1884’te Yozgat’ın Akdağmadeni ilçesinde doğmuş Türk Ortodoks aileden. 1918’de Keskin Metropoliti seçilmiş. Kurtuluş Savaşı boyunca ve sonrasında Atatürk’ün yanında yer almış, devrimleri desteklemiş. Ardından yazılan bir yazının başlığı “Türk dostu değil, Türk oğlu Türk Papa Eftim’in ardından” başlığını taşıyor.
Evet, şimdi de ben Türk oğlu Türk dedenin Türk torunu ile kalın camın ardından konuşuyorum. Eşkıyanın yanına arkadaş verildiği, laik cumhuriyeti yıkma planları içinde Pensilvanya fatihlerinin saltanat sürdüğü ortamda, Sevgi Erenol, Türk olmanın, yurtsever olmanın cezasını çekiyor. Tıpkı 2. Dünya savaşı yıllarında Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in Alman profesöre söylediği gibi: “Ee, sayın profesör, siz Türk olmayı kolay mı sandınız!”. Yedi yıldır, tek başına çile örüyor. Bunca yurtsever tutuklu arasında adı pek duyulmayan gerçek bir bayan delikanlı. Ben onu değil, o beni teselli ediyor:
“Üzülmeyin Fuat Bey, her devrimin bir bedeli olur. Atatürk bu devrimleri karşılıksız verdi. Şimdi laikliğin bedelini ödüyoruz” diyor.  Ydi tıldır birbirini kuşatan duvarlar arkasında, birbiri ardına kapanan demir kapı ve beton surlara karşın inadına inançlı yaşamını sürdürüyor. Sevgi Hanımın telefonunu kaparken bir halk türküsünün dizelerini anımsıyorum.
“Hicran haddesinden geçip tel eyler
El sanır ki, bir cümbüştür bu sevda!”
Sevgi Hanımın ve öbür yurtseverlerin yedi yılını düşünüyorum. Bu ne ile ödenir?
Bu kısa görüşmenin ardından Perinçek’in bulunduğu 1. Koğuşa geçiyorum. İdare binasında koşuşma başlıyor. Kimlik belgesi, görüş izni belgesi sunulacak, belgeler bilgisayara işlenecek kimlik bilgileri. Göz gizaçarı alınıyor. İlk koğuş avlusuna giriyorum. Perinçek ile camın arkasından birbirimizi kucaklar gibi kollarımızı açarak selamlaşıyoruz. Yarım saate varan söyleşide bütün dünyayı kucaklar gibiyiz. Yayın dünyasından siyasete uzanan konulara kesik kesik ele alıyoruz. “Fuat bu iş bitti, bu dönem sona eriyor.” Prıl pırıl yüzünden gülücük eksik olmuyor. Antalya’daki dostları soruyor. Fikret Otyam, Şair Ahmet Turan Kul ve öbür partililer söyleşinin uzak konukları oluyorlar. Son dönemlerde Türkçeye merak sardığını bu konuda amatörce yazılarını anlatıyor. Kangallı olduğumu öğrenince Çamşıhı Türkülerini derlememi salık veriyor. Vambery’nin Etimoljik sözlüğünü çevirmeye söz veriyorum. Yakında dışarıda buluşup birer kadeh rakı içmek dileği ile ayrılıyorum. Ayrılırken bana “rakıyı soğuk tut” diye takılıyor.
Saatin 17.30’a uzandığı sıralarda yorgun ve bitkin kendimi kantine attığımda Ali Rıza Beyi, elinde satın aldığı birkaç hediyelik eşya ile hüzünle beklerken buluyorum. Dönüş yolu başlıyor.
Silivri’ye doğru ilerlerken siyah Volvo arabanın ön koltuğunda oturan ağabeyden bir suç işlemiş gibi itiraf kırıntıları dökülmeye başlıyor. İki saati aşan konuşmanın tinsel yoğunluğu altında… yola boylu, boyunca uzanan düzlükte yükselen binaları… Ve sonra bir itiraf daha geliyor. “Fuat, biliyor musun, ben ağladım.” Şaşkınlıkla gözlerimi açıyorum. “Gerçekten mi?” Ve sürücüye: “Bizi lokantaya çek!” emri veriyor. Sürücüden yanıt:” Buralarda lüks lokanta bulunmaz Ali Rıza Bey.” Yanıt: “Lüks olması önemli değil salaş bir lokanta da olabilir, bu ortamda eve gitmek istemiyorum. Evde pilav varmış, boş ver.” Bana dönüyor: “Fuat, bir-iki kadeh rakı içebilir miyiz?” Ben sevgili Doğu’dan ayrılırken verdiğim sözü anımsıyorum: “Rakıyı buzdolabına koy.”
Silivri’de kıyıda yer alan Yelken lokantasında karşı karşıya oturduğumda ve masaya soğuk rakı, kalkan balığı, yeşillik geldiğinde sanki Doğu’nun dileğini yerine getirmiş gibiyim. Güneş, deniz üzerinde batışa geçmiştir. Denize bakan bir masada oturuyoruz. İçeride seyrek müşteriler. Bir masa arkada, siyasi söyleşi, önümüzde deniz. Geçmişle gelecek arasıda bir zaman diliminde, anı yaşayıp geçmişi yakalamaya çalışıyoruz. Ve Ali Rıza Bey’den yeni bir salvo: “Fuat ben Başbuğ Paşa’nın karşısında ağladım.”
Rakıdan bir yudum daha alıyorum. Rakının verdiği tatlı duygu ile özgüven kazanıp cevap veriyorum:
“Ben buna çok sevindim. Bugüne değin birçok acı anlar yaşadık, ben senin ağladığını görmedim. Seni robot gibi kalpsiz bir işadamı sanıyordum. İlk kez ağladığını söylüyorsun. Sen şu an benim için robotluktan çıktın, yürek sahibi bir insan oldun. Adam oldun ağabey. Gerçek bir adam oldun.”
Evet, yıllardır bir türlü aynı görüşleri örtüşmeyen iki insan, şimdi ulusal cephede aynı duyguları paylaşıyoruz. Onun Paşa karşısında duygulanıp ağlamasından mutluluk duyuyorum. Nitekim ben ayrıldıktan sonra gece bene şu mektubu yazmış. Olduğu gibi alıyorum.
Sevgili hocam
Sen ayrılınca uyku tutmadı. Anılarımı kağıda döktüm.
Görüşme salonuna girdiğimde öğle yemek saatiydi. Saat 12:30 civarındaydı. Salon uzunlamasına dikdörtgen seklindeydi. Uzun kenarlarından birinde  3 tane 80-100 cm büyüklüğünde cam ve yanlarındaki kısa bölmelere takılı bir telefin göze çarpıyordu.  Camların arkasında bir kişinin oturabileceği bir hücre ve bir telefon görünüyordu. Camların  önünde de kol koymak cin 30-40 cm genişliğinde birer çıkıntı vardı ve her camlar iki kenarında yandaki konuşmacı ile görüntü kesmek için bir metre civarında birer kısa duvarla ayrılmışlardı. Her bölmenin için bir plastik sandalye konmuştu.
Beni görüşme yapacağımız salona görevli bir polis getirdi. Girerken yemek saati olduğunu ama paşaya haber verileceğini, beklememi söyledi. İlk şaşkınlığımı burada yaşadım. Döşeli bir salonda oturacağımızı, çay kahve içerek sohbet edeceğimizi hayal etmiştim. Halbuki ne görüyordum. Bir ülkede genelkurmay başkanlığı yapmış birisi hakkında ne hüküm verilirse verilsin yine de Gazi Osman Paşa’nın Plevne’de Ruslara esir düştüğü zaman gördüğü muameleye benzer bir muamele görür diye bekliyordum.
Sandalyelerden birine oturdum ama yönümü camdan yana değil de daha geniş ve aydınlık olan salondan yana cevirdim. Bir saat civarında bekleyebileceğimi tahmin ederek oturdum. Bir iki dakika sonra görevli geldi. “pasa geliyor” dedi. Ben sandalyemi cama çevirirken o da kapıdan giriyordu.
Son derecede zinde ve rahat görünüyordu. Üzerinde kazağı vardı. Son derecede yakışıklıydı. Sanki emekli olmuş biri değil de genç bir subay gibiydi. Camdan baş hareketleriyle selamlaştık. Ben adimi filan söyledim ama o kendi tarafındaki telefonu aldı. Ben de yanımda duvarda asili olan telefonu aldım. Sesimiz cok uzaktan ve zor duyuluyordu.
Telefonun çalışmadığını işaret ettim. Bir kaç dakika paşanın tarafındaki görevli tamir için uğraştı. Camlı bölmeyi değiştirmek istedik. Diğerlerine geçtiğimizde yine telefon çalışmadı.  Geri donduk ve telefonsuz bağırarak konuşmayı denedik ama o da olmadı. Sonra telefonun kablosuyla oynarken aniden ses geldi. Arada bir kesilse de konuşmaya başladık.
Pasa tekrar “hoş geldiniz. Adinizi duyunca sizi bir yerden tanıdığıma dair çağrışım yaptı. Sizi görünce de bir yerden tanıyor gibi oldum” deyince ben “Esasen is adamıydım. Hatta bana ‘müthiş Türk’ diye bir de kuyruk takmışlardı” dedim. “hah şimdi oldu” dedi. Harvard serüvenimi ve kendisine getirdiğim kendi yazdığım kitabı söyledim. Kendisine verilmek üzere görevlilerin kitabı benden aldıklarını söyledim. ‘’ Mutlaka getirirler dedi’’
Kendi yazdığı “suçlamalara karşı gerçekler” isimli kitabi imzalaması için getirdiğimi ve onu da kendisine imzalatıp bana geri vermeleri için görevlilere verdiğimi söyledim. Kendi kitabımın konusunu özetlemeye çalıştım.  Kitabımda özellikle meclisin anayasa yapamayacağını, bunun mutlaka halkla menfaat çatışması olmayan üyelerden kurulu-bir daha politik seçimlere katılma hakkından feragat eden üyelerden kurulu- bir Kurucu meclisin yapabileceğini anlatmaya başlamıştım.
O sırada paşaya imzalaması için getirdiğim kitabi dışarıda elimden alan görevli paşanın hücresine girdi imzalaması için kalemle birlikte paşanın önüne koydu. Paşa imza için kitabi açtı ve “kitabin konusu…” dediği anda ben “kitabi okudum ve tek cümle ile özetledim.’’ Dedim. ‘’ Atatürk ilkelerini, onun simgeleştiği Türk silahlı kuvvetlerini yok ederek ortadan kaldır…’’ dediğim anda nefesim boğazıma düğümlendi ve cümleyi tamamlayamadım.
Karşımdaki paşayı hücreye konmuş Atatürk gibi görmeye başladım. Karşımdaki İlker paşa gitmiş onun yerine Atatürk’ün kendisi oturmuştu. Gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Hüngür hüngür ağlamamak için kendimi sıkmaya ve sık sık nefes almaya başladım. Artık konuşamıyordum. Halimden de utanıyordum. Hiç beklemediğim ve hayatımda hiç olmamış bir olaydı.
Bu sahneyi başkalarında ve özellikle aile facialarına ilişkin filmlerde dahi görmekten hiç hoşlanmazdım. Hatta bir televizyon filmi ise çoğu kez televizyonu kapattığım veya kanal değiştirdiğim çok olurdu.
Paşa bunu fark etmiş olmalı ki benim konuşmamı beklemeden başka konularda konuşmaya başladı. Konuşacak durumda olmadığımı fark etmişti. Beni avutmak için olsa gerek konuşmaya başlamıştı. Karşımda konuşan İlker paşa değil Atatürk’tü.
Bir an Atatürk Bize neler bırakmıştı ve biz ne yapmıştık. Gelecek nesillere neyi devrediyoruz diye düşündüğümü hatırlıyorum.  Paşanın ne konuştuğunu anlamıyordum. Belki dinlemiyordum. Bu kaos anı yıllar kadar uzun gelen bir On on beş dakika sürdü. Kendimi suçlu görüyordum. Atatürk’ten Af dilemek istiyordum. Acizdim. Elimden bir şey gelmiyordu. Konuşamıyordum dahi.
İlker paşa aklımdan geçenleri okumuş gibiydi. Ayıldığımda ilk hatırladığım sözü: ‘’bunda hepimizin suçu var. Askerin, sivilin, akademisyenin, medyanın herkesin’’ oturup düşünmemiz ve analiz etmemiz gerek’’ dediğini duydum. Biraz yatışmıştım. Gözlüğümün altına parmağımı sokarak ona göstermemeye çalışarak göz yaşlarımı silmeye çalıştım. Bu uğraşım da epeyce sürdü. Konuşabiliyordum. Arada bir yine kriz geliyor ve sesim kesiliyordu. Bu kriz oradan çıkana kadar ara ara devam etti. Dinmedi.
Çıktıktan sonra kapıdakilere otobüs var mı diye sordum. Salonda oturup beklememi söylediler. Oturmayı denedim ama olmadı. Oradan geçen genç bir görevliye gideceğim yer uzak mı diye sordum. Eliyle yolu gösterdi. ‘’Yolun sonunda. Yaya gidersen on beş dakika sürer’’ dedi. Kendimi düşünmeden dışarı attım. Soğuk hava biraz iyi gelmişti. Gören kimse olmadığından emin olunca çocuğunu kaybetmiş de ormanda arayan bir baba gibi ağlayarak yoluma devam ettim. Kafamın içi bomboştu. O zaman ne düşündüğümü dahi hatırlamıyorum. Bir müddet sonra bir binaya gelmiştim

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder