Bir
Silivri Güncesi
“Davulun sesi uzaktan hoş gelir” atasözü
bir ortamı yakından tanımanın önemini vurgular.
Her gün televizyonlarda görülen Silivri ceza ve tutukevi ortamını
tanımak da ancak gözlemlemekle mümkün. Sürekli ziyaretçiler bu ortamı
kanıksamış durumdalar. İlk kez böyle bir ortamı yaşayan bizim gibi acemiler
için ilginç bir yaşantı kesiti. Burada anlatılanlar Ağabeyim namı diğer Müthiş
Türk Ali Rıza Bozkurt ile birlikte 1 Mart 2014 günü Silivri’de yaşadığımız
olayların özetidir.
Saatin 11.55’e dayandığı,
kapıların dış dünyaya kapanmaya hazırlandığı, görevlilerin gerilimli zaman
dilimini geride bırakıp kendilerine dinlenme kaçamağı bulma, zamanda anı
yakalama mutluluğunu yaşama sürecinde Silivri tutuk-cezaevi kapısında oluyoruz.
Silivri, adı kendinden büyük bir
yerleşim merkezi. Elimizde kalan minicik Avrupa toprağında İstanbul sonrası ilk
durak.
Nizamiyede bir asker bekliyor.
Gösterişli bir astsubay geliş nedenimizi soruyor. Kimliğimi uzatırken kendimi
tanıtıyorum ve Başbuğ Paşa ile Doğu Perinçek’i ziyarete geldiğimizi söylüyorum.
Sıcak bir ilgi ile ve yemeğe çıkmak üzere olan savcıyı telefonla arayıp bir
profesör beyin İlker Başbuğ Paşayı ziyarete geldiğini bildiriyor. 50-60 m.
İlerideki kabul binasının girişinde orta yaşlı bir beyefendi bir savcı bizi
bekliyor. Görüşme isteği dilekçelerini ve kimliğimizi veriyoruz. Savcı Mete
Bey, sıcak bir ilgi ile görüşme izin belgesini onaylıyor. 1992 İstanbul
Hukuk’un Hukuk olduğu yıllarda bitirmiş, hukukun herkes için gerekli olduğu
inancında bir beyefendi. Bir-iki dakikalık tanışma söyleşisi ardından ayrılıyor
ve üç ayrı koğuştaki dostlarımıza ulaşacağımız yöne gidecek araç beklerken,
sıcak bir görüşme yapma düşleri içindeyiz. El sıkışıp, kucaklaşacağız,
çay-kahve söyleyip söyleşiye dalacağız düşüncesiyle Sevgi Erenerol 8, Doğu
Perinçek 1 No.lu koğuşta ziyaret edeceğiz. Araç geliyor, ilk ziyaret Başbuğ
Paşa’ya 5 No.lu koğuşa. Uzunca bir otobüs yolculuğu ardından 5 No.lu koğuşun
kabul ofisinde elimizde izin dilekçesi, kimlikler bekliyoruz. Yolda ağabeyim
Ali Rıza Bozkurt beni uyarıyor: “Fuat, biz fazla konuşmayalım, Başbuğ Paşa
konuşsun” diyor. Kuşkusuz öyle olacak, biz dinleyeceğiz. Böyle bir uyarı,
birlikte dinleyeceğimiz beklentisinden. Gireceğiz, el sıkışacağız belki de
kucaklaşacağız, çay-kahve söyleyip buğusu tüten çay sıcaklığı ile sohbeti
koyulaştıracağız beklentisinden geliyor.
Kabul girişinde kimlikler ve ardından
baştan ayağa sıkı bir denetim bizi bekliyor. Kemer, saat, telefon, iğneden
ipliğe en küçük bir nesne bırakmaksızın boşaltıyoruz. Ali Rıza Bey yanında
iki-üç kitap getirmiş. Biri imzalatılmak üzere getirdiği Başbuğ Paşa’nın Suçlamalara Karşı Gerçekler kitabı. Öbür
ikisi kendi yazdığı, Cumhur’un Anayasası.
Yalnızca Başbuğ Paşa’nın kitabını götürmesine izin veriliyor. Paşaya verilecek
ikinci kitabı kendileri verecekler. Yandaki anahtarlı küçük dolaba özel
eşyaları kapayıp, göz ölçümü ile döner çelik kapılar aralanacak.
Tüm bu işlemlerin ardından saatin
12.30’u gösterdiği anlarda Ali Rıza Bozkurt gidiyor bekleme salonu alanında bir
başıma kalıyorum. Çünkü, görüşme iznini yalnız ağabeyim adına doldurmuşuz ve
benim görüşmeye katılamaya iznim yok. Külüstür görünümlü birkaç ziyaretçi
sıkıntı içinde bekleşiyorlar. Eski günlerin gazeteci merakı ile kimin
ziyaretçisi olduğunu soruyorum. Çünkü benim gözümde burası özürlük kahramanı
yurtseverlerin tursak kampı. Kadın, eşi ve oğlunu görmeye geldiğini söylüyor.
Hangi davadan diye soruyorum ve ilk şoku yaşıyorum. On bin liralık borcu
ödeyememeden! Allah Allah, burası siyasi tutuklular için değil miydi?
Yine arada bir gelip geçen bir yetkiliye
soruyorum: “Burada sıradan suçlular da mı var?”, “Evet hocam ya ne sandınız?”
Hele girişten beri karşılaştığımız, dağınık görünümlü ziyaretçilerin nedenini
anlıyorum.
Giriş ofislerinde sessizlik egemen.
Çalışan personel alçak sesle konuşuyor, ziyaretçilerle zorunlu haller dışında
konuşmuyorlar. Oturuyor, geziniyor, gelen otobüsten koşup evrak dolduran
ziyaretçileri izliyorum. Yeniden kalkıp saate bakıyorum. Saat 13, bekleme
sürüyor. Serince havada kapı önünde sigara içerek bekleyen ziyaretçilerin
sabırsızlığını yaşıyorum. Sigarayı bırakmasam ben de onlar arasında olacak ve
şu uzayan zaman diliminde yarım paket sigara dumanını ciğerlerime doldurmuş
olacağım. Saat 13.15 Ali Rıza Bey gelmek üzeredir, biraz ilerideki askerin
beklediği kapıdan gelenlere bakıyorum. Yok. İçeride gidip gelen sivil görevli
bana takılıyor: ”Sohbet koyulaştı, sohbet.” Aynen düşündüğün gibi. Saate
bakıyorum 13.30. Eh şimdi gelir. Ben beklemedeyim. Görevliler kendi aralarında
bir odada ayaküstü çay içip çıkıyorlar. Öğle yemeği yemedim. Bir çay istemeye
utanıyorum, hem başka ziyaretçilere karşı ayıp olacak. Sivil görevli yanımdan
geçerken “Sohbet koyulaştı” diye takılıyor ki bu kez ben “Sohbet değil, kitap
yazılıyor” diye yanıt veriyorum.
Zamanın giderek uzadığı, bekleme
sabrının tükendiği o anlarda yönetim görevlisi, yaşı 30-35 arasındaki personeli
gösteriyor: ”Bunların tümü açık öğretime devam ediyor. Öğrenimlerini bitirip
bir an önce buradan kurtulmak istiyorlar. Burada çalışmanın ne kadar sıkıcı
olduğunu düşünemezsiniz. Sonuçta, tutuklular şurada, biz burada bekliyoruz. Ne
farkımız var?”. Saat 14.15. Gelip giden ziyaretçiler, koca yerleşke içinde
dönen servis otobüsleri, arada bir gelen tepeye yakın yerde yatay dar ışıklıklı
tutuklu arabaları. 1980’de Narlıdere’de gözaltında iken bu arabalara “karakutu” adını vermiştik. Sabırsız bekleme
içinde geziniyorum. Paşa ile görüşen Ali Rıza Beyden hala iz yok. Yönetici:
“Vallahi böyle ziyaret görmedim. İsterseniz siz öbür ziyaret edeceğiniz
kişileri görmeye gidin. Çünkü saat 14.30’a yaklaşıyor. Ve ben çıkmaya
hazırlanırken beyaz duvara açılan kızıl demir kapı aralanıyor. Ali Rıza Bozkurt
gözüküyor. Demir çekmecelerden özel eşyalarını, telefonunu alıyor. Yüzünde bir
yorgunluk, gözünde bir hüzün seziyorum. “Neler konuştunuz?” Bu kadar uzun
konuşmayı elinin tersi ile: “Sonra anlatırım. Yürü. Ben seni girişteki kantinde
bekleyeyim. Sen görüşmelerini yap gel” diye yanıt veriyor. Yollarımız
ayrılıyor, servis aracı ile 8 No.lu koğuşta oluyorum. Kimlik saptama, göz izi
işlemleri sonrasında koğuş alanına açılan kızıl demir kapının aralanması. Koğuş
binası girişi. Tepeden tırnağa elektronik denetim. Göz izi gizaçarı ile dönen
çelik dönemeç ve insanı yutarcasına uzanan uzun beyaz geçenek, dilsiz ve
sessiz. Gençten iki kişi bir aralık önünde duruyorlar. Kimi göreceğimi
soruyorlar, ve yo gösteriyorlar: “Buyurun şu taraftan”. Ben bir salonda buluşma
beklerken kalın cam pencereli bölmeler önünde asılı telefonlarla
karşılaşıyorum. Kadınlar, çocuklardan oluşan ziyaretçiler cam bölmelerin
ardından görecekleri yakınlarını bekliyorlar. Derken, siyah düz saçlar, koyu
giysiler içinde Sevgi Erenerol gözüküyor. Gülen yüzü ile telefonu kaldırıyor,
üç-beş dakikaya ulaşacak konuşma sürecinde yedi yılın boşluğunu ve açlığını
sığdırmak istiyoruz.
Sevgi Erenol, yedi yıldır, koca Silivri
tutukevi yerleşkesinin tek kadın tutuklusu. Ve yedi yıldır yalnız, yedi yıldır
suçsuz, delirmeden direniyor. Laik cumhuriyetin kurulmasında Atatürk’e omuz
veren Türk Ordodoks kilisesi başkanı Eftim Efendi’nin torunu. Laik cumhuriyetin
kurulmasına desteği nedeniyle, tutuklu. Dedesi Eftim Efendi, 1884’te Yozgat’ın
Akdağmadeni ilçesinde doğmuş Türk Ortodoks aileden. 1918’de Keskin Metropoliti
seçilmiş. Kurtuluş Savaşı boyunca ve sonrasında Atatürk’ün yanında yer almış,
devrimleri desteklemiş. Ardından yazılan bir yazının başlığı “Türk dostu değil, Türk oğlu Türk Papa
Eftim’in ardından” başlığını taşıyor.
Evet, şimdi de ben Türk oğlu Türk
dedenin Türk torunu ile kalın camın ardından konuşuyorum. Eşkıyanın yanına
arkadaş verildiği, laik cumhuriyeti yıkma planları içinde Pensilvanya
fatihlerinin saltanat sürdüğü ortamda, Sevgi Erenol, Türk olmanın, yurtsever
olmanın cezasını çekiyor. Tıpkı 2. Dünya savaşı yıllarında Milli Eğitim Bakanı
Hasan Ali Yücel’in Alman profesöre söylediği gibi: “Ee, sayın profesör, siz
Türk olmayı kolay mı sandınız!”. Yedi yıldır, tek başına çile örüyor. Bunca
yurtsever tutuklu arasında adı pek duyulmayan gerçek bir bayan delikanlı. Ben
onu değil, o beni teselli ediyor:
“Üzülmeyin Fuat Bey, her devrimin bir
bedeli olur. Atatürk bu devrimleri karşılıksız verdi. Şimdi laikliğin bedelini
ödüyoruz” diyor. Ydi tıldır birbirini
kuşatan duvarlar arkasında, birbiri ardına kapanan demir kapı ve beton surlara
karşın inadına inançlı yaşamını sürdürüyor. Sevgi Hanımın telefonunu kaparken
bir halk türküsünün dizelerini anımsıyorum.
“Hicran haddesinden geçip tel eyler
El sanır ki, bir cümbüştür bu sevda!”
Sevgi Hanımın ve öbür yurtseverlerin
yedi yılını düşünüyorum. Bu ne ile ödenir?
Bu kısa görüşmenin ardından Perinçek’in
bulunduğu 1. Koğuşa geçiyorum. İdare binasında koşuşma başlıyor. Kimlik
belgesi, görüş izni belgesi sunulacak, belgeler bilgisayara işlenecek kimlik
bilgileri. Göz gizaçarı alınıyor. İlk koğuş avlusuna giriyorum. Perinçek ile camın
arkasından birbirimizi kucaklar gibi kollarımızı açarak selamlaşıyoruz. Yarım
saate varan söyleşide bütün dünyayı kucaklar gibiyiz. Yayın dünyasından
siyasete uzanan konulara kesik kesik ele alıyoruz. “Fuat bu iş bitti, bu dönem
sona eriyor.” Prıl pırıl yüzünden gülücük eksik olmuyor. Antalya’daki dostları
soruyor. Fikret Otyam, Şair Ahmet Turan Kul ve öbür partililer söyleşinin uzak
konukları oluyorlar. Son dönemlerde Türkçeye merak sardığını bu konuda amatörce
yazılarını anlatıyor. Kangallı olduğumu öğrenince Çamşıhı Türkülerini derlememi
salık veriyor. Vambery’nin Etimoljik sözlüğünü çevirmeye söz veriyorum. Yakında
dışarıda buluşup birer kadeh rakı içmek dileği ile ayrılıyorum. Ayrılırken bana
“rakıyı soğuk tut” diye takılıyor.
Saatin 17.30’a uzandığı sıralarda yorgun
ve bitkin kendimi kantine attığımda Ali Rıza Beyi, elinde satın aldığı birkaç
hediyelik eşya ile hüzünle beklerken buluyorum. Dönüş yolu başlıyor.
Silivri’ye doğru ilerlerken siyah Volvo
arabanın ön koltuğunda oturan ağabeyden bir suç işlemiş gibi itiraf kırıntıları
dökülmeye başlıyor. İki saati aşan konuşmanın tinsel yoğunluğu altında… yola
boylu, boyunca uzanan düzlükte yükselen binaları… Ve sonra bir itiraf daha
geliyor. “Fuat, biliyor musun, ben ağladım.” Şaşkınlıkla gözlerimi açıyorum.
“Gerçekten mi?” Ve sürücüye: “Bizi lokantaya çek!” emri veriyor. Sürücüden
yanıt:” Buralarda lüks lokanta bulunmaz Ali Rıza Bey.” Yanıt: “Lüks olması
önemli değil salaş bir lokanta da olabilir, bu ortamda eve gitmek istemiyorum.
Evde pilav varmış, boş ver.” Bana dönüyor: “Fuat, bir-iki kadeh rakı içebilir
miyiz?” Ben sevgili Doğu’dan ayrılırken verdiğim sözü anımsıyorum: “Rakıyı
buzdolabına koy.”
Silivri’de kıyıda yer alan Yelken
lokantasında karşı karşıya oturduğumda ve masaya soğuk rakı, kalkan balığı,
yeşillik geldiğinde sanki Doğu’nun dileğini yerine getirmiş gibiyim. Güneş,
deniz üzerinde batışa geçmiştir. Denize bakan bir masada oturuyoruz. İçeride
seyrek müşteriler. Bir masa arkada, siyasi söyleşi, önümüzde deniz. Geçmişle
gelecek arasıda bir zaman diliminde, anı yaşayıp geçmişi yakalamaya
çalışıyoruz. Ve Ali Rıza Bey’den yeni bir salvo: “Fuat ben Başbuğ Paşa’nın
karşısında ağladım.”
Rakıdan bir yudum daha alıyorum. Rakının
verdiği tatlı duygu ile özgüven kazanıp cevap veriyorum:
“Ben buna çok sevindim. Bugüne değin
birçok acı anlar yaşadık, ben senin ağladığını görmedim. Seni robot gibi
kalpsiz bir işadamı sanıyordum. İlk kez ağladığını söylüyorsun. Sen şu an benim
için robotluktan çıktın, yürek sahibi bir insan oldun. Adam oldun ağabey.
Gerçek bir adam oldun.”
Evet, yıllardır bir türlü aynı görüşleri
örtüşmeyen iki insan, şimdi ulusal cephede aynı duyguları paylaşıyoruz. Onun
Paşa karşısında duygulanıp ağlamasından mutluluk duyuyorum. Nitekim ben
ayrıldıktan sonra gece bene şu mektubu yazmış. Olduğu gibi alıyorum.
Sevgili hocam
Sen ayrılınca uyku tutmadı. Anılarımı kağıda döktüm.
Görüşme
salonuna girdiğimde öğle yemek saatiydi. Saat 12:30 civarındaydı. Salon
uzunlamasına dikdörtgen seklindeydi. Uzun kenarlarından birinde 3 tane
80-100 cm büyüklüğünde cam ve yanlarındaki kısa bölmelere takılı bir telefin
göze çarpıyordu. Camların arkasında bir kişinin oturabileceği bir hücre
ve bir telefon görünüyordu. Camların önünde de kol koymak cin 30-40 cm
genişliğinde birer çıkıntı vardı ve her camlar iki kenarında yandaki konuşmacı
ile görüntü kesmek için bir metre civarında birer kısa duvarla ayrılmışlardı.
Her bölmenin için bir plastik sandalye konmuştu.
Beni
görüşme yapacağımız salona görevli bir polis getirdi. Girerken yemek saati
olduğunu ama paşaya haber verileceğini, beklememi söyledi. İlk şaşkınlığımı burada
yaşadım. Döşeli bir salonda oturacağımızı, çay kahve içerek sohbet edeceğimizi
hayal etmiştim. Halbuki ne görüyordum. Bir ülkede genelkurmay başkanlığı yapmış
birisi hakkında ne hüküm verilirse verilsin yine de Gazi Osman Paşa’nın Plevne’de
Ruslara esir düştüğü zaman gördüğü muameleye benzer bir muamele görür diye
bekliyordum.
Sandalyelerden
birine oturdum ama yönümü camdan yana değil de daha geniş ve aydınlık olan
salondan yana cevirdim. Bir saat civarında bekleyebileceğimi tahmin ederek oturdum.
Bir iki dakika sonra görevli geldi. “pasa geliyor” dedi. Ben sandalyemi cama
çevirirken o da kapıdan giriyordu.
Son
derecede zinde ve rahat görünüyordu. Üzerinde kazağı vardı. Son derecede
yakışıklıydı. Sanki emekli olmuş biri değil de genç bir subay gibiydi. Camdan
baş hareketleriyle selamlaştık. Ben adimi filan söyledim ama o kendi
tarafındaki telefonu aldı. Ben de yanımda duvarda asili olan telefonu aldım.
Sesimiz cok uzaktan ve zor duyuluyordu.
Telefonun
çalışmadığını işaret ettim. Bir kaç dakika paşanın tarafındaki görevli tamir
için uğraştı. Camlı bölmeyi değiştirmek istedik. Diğerlerine geçtiğimizde yine
telefon çalışmadı. Geri donduk ve telefonsuz bağırarak konuşmayı denedik
ama o da olmadı. Sonra telefonun kablosuyla oynarken aniden ses geldi. Arada
bir kesilse de konuşmaya başladık.
Pasa
tekrar “hoş geldiniz. Adinizi duyunca sizi bir yerden tanıdığıma dair çağrışım
yaptı. Sizi görünce de bir yerden tanıyor gibi oldum” deyince ben “Esasen is
adamıydım. Hatta bana ‘müthiş Türk’ diye bir de kuyruk takmışlardı” dedim. “hah
şimdi oldu” dedi. Harvard serüvenimi ve kendisine getirdiğim kendi yazdığım
kitabı söyledim. Kendisine verilmek üzere görevlilerin kitabı benden
aldıklarını söyledim. ‘’ Mutlaka getirirler dedi’’
Kendi
yazdığı “suçlamalara karşı gerçekler” isimli kitabi imzalaması için getirdiğimi
ve onu da kendisine imzalatıp bana geri vermeleri için görevlilere verdiğimi
söyledim. Kendi kitabımın konusunu özetlemeye çalıştım. Kitabımda özellikle
meclisin anayasa yapamayacağını, bunun mutlaka halkla menfaat çatışması olmayan
üyelerden kurulu-bir daha politik seçimlere katılma hakkından feragat eden üyelerden
kurulu- bir Kurucu meclisin yapabileceğini anlatmaya başlamıştım.
O
sırada paşaya imzalaması için getirdiğim kitabi dışarıda elimden alan görevli
paşanın hücresine girdi imzalaması için kalemle birlikte paşanın önüne koydu.
Paşa imza için kitabi açtı ve “kitabin konusu…” dediği anda ben “kitabi okudum
ve tek cümle ile özetledim.’’ Dedim. ‘’ Atatürk ilkelerini, onun simgeleştiği
Türk silahlı kuvvetlerini yok ederek ortadan kaldır…’’ dediğim anda nefesim
boğazıma düğümlendi ve cümleyi tamamlayamadım.
Karşımdaki
paşayı hücreye konmuş Atatürk gibi görmeye başladım. Karşımdaki İlker paşa
gitmiş onun yerine Atatürk’ün kendisi oturmuştu. Gözlerimden yaşlar süzülmeye
başladı. Hüngür hüngür ağlamamak için kendimi sıkmaya ve sık sık nefes almaya
başladım. Artık konuşamıyordum. Halimden de utanıyordum. Hiç beklemediğim ve
hayatımda hiç olmamış bir olaydı.
Bu
sahneyi başkalarında ve özellikle aile facialarına ilişkin filmlerde dahi
görmekten hiç hoşlanmazdım. Hatta bir televizyon filmi ise çoğu kez televizyonu
kapattığım veya kanal değiştirdiğim çok olurdu.
Paşa
bunu fark etmiş olmalı ki benim konuşmamı beklemeden başka konularda konuşmaya
başladı. Konuşacak durumda olmadığımı fark etmişti. Beni avutmak için olsa
gerek konuşmaya başlamıştı. Karşımda konuşan İlker paşa değil Atatürk’tü.
Bir
an Atatürk Bize neler bırakmıştı ve biz ne yapmıştık. Gelecek nesillere neyi
devrediyoruz diye düşündüğümü hatırlıyorum. Paşanın ne konuştuğunu
anlamıyordum. Belki dinlemiyordum. Bu kaos anı yıllar kadar uzun gelen bir On
on beş dakika sürdü. Kendimi suçlu görüyordum. Atatürk’ten Af dilemek
istiyordum. Acizdim. Elimden bir şey gelmiyordu. Konuşamıyordum dahi.
İlker
paşa aklımdan geçenleri okumuş gibiydi. Ayıldığımda ilk hatırladığım sözü:
‘’bunda hepimizin suçu var. Askerin, sivilin, akademisyenin, medyanın
herkesin’’ oturup düşünmemiz ve analiz etmemiz gerek’’ dediğini duydum. Biraz
yatışmıştım. Gözlüğümün altına parmağımı sokarak ona göstermemeye çalışarak göz
yaşlarımı silmeye çalıştım. Bu uğraşım da epeyce sürdü. Konuşabiliyordum. Arada
bir yine kriz geliyor ve sesim kesiliyordu. Bu kriz oradan çıkana kadar ara ara
devam etti. Dinmedi.
Çıktıktan
sonra kapıdakilere otobüs var mı diye sordum. Salonda oturup beklememi
söylediler. Oturmayı denedim ama olmadı. Oradan geçen genç bir görevliye
gideceğim yer uzak mı diye sordum. Eliyle yolu gösterdi. ‘’Yolun sonunda. Yaya
gidersen on beş dakika sürer’’ dedi. Kendimi düşünmeden dışarı attım. Soğuk
hava biraz iyi gelmişti. Gören kimse olmadığından emin olunca çocuğunu
kaybetmiş de ormanda arayan bir baba gibi ağlayarak yoluma devam ettim. Kafamın
içi bomboştu. O zaman ne düşündüğümü dahi hatırlamıyorum. Bir müddet sonra bir
binaya gelmiştim
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder