Türklük
uğraşı diye adlandırdığım bilim dalı bilim çevrelerinde Türkoloji terimi ile
karşılanır. Türk dili, tarihi, kültürü, arkeoloji, folkloru ve edebiyatı ile
uğraşan bilim dalı anlamına gelir. Bunu, geniş anlamda, Türk kültürünü
inceleyen ve tanıtan bilim dalı olarak tanımlayabiliriz. Bu anlamda
tanımladığımız türkolojinin başlangıç tarihini kesin olarak söylemek zordur.
Ancak ilk Türkolog olarak Kaşgarlı Mahmut'u saymak gerekir.
Türkolojinin
yazgısı Türklüğün yazgısına bağlanmıştır. Türk devletleri güçlendiği sürece
yabancılar arasında Türkolojiye ilgi artmıştır. Ancak Osmanlı imparatorluğu
Türk kimliği ile çıkmadığı için, Batıda türkoloji incelemeleri
İslambilim", "Doğubilim" gibi geniş yelpazeli bilim dalları
içinde yapılmıştır. Osmanlı Devletinin kendi içinde ise durum daha da içler
acısıdır. Çünkü Osmanlıda Türk, "kaba görgüsüz ve yeteneksiz bir varlık"
demektir. Gerçi İsmail Habib Sevük "Türklük başka türkçülük başka. Bütün
imparatorluk döneminde türklük var, türkçülük yoktu. İslam skolastiği ve İslam
kültürü yaşatan medrese yalnızca ümmet düşüncesiyle hareket etti."(1) der
ama İmparatorluk döneminde ne Türklük ne de -Sevük'ün türkoloji anlamında
kullandığı- Türkçülük olmuştur. Osmanlıda milletin adı "Osmanlı"dır,
dili de yaklaşık % 75'i yabancı sözcüklerden oluşan "Osmanlıca"dır.
Dilin salt sözvarlığı değil, dil kuralları da yabancı ögelerle doldurulmuştur,
bozulmuştur. Osmanlı'da Türklüğe ve Türkolojiye dönüş, 1908 devrimi ile
başlayacak, Balkan bozgunundan sonra kuramsal bir çizgiye oturacaktır.
Doğubilim
deyince akla, Arap, Fars, Türk gibi doğu toplumları ile ilgilenen bilimdalı
akla gelir. Bu bilim dalı çok geniş; uğraşan ise, özellikle Batı'da azdır.
Çünkü bu ülkeler eski dönem Avrupalısı için ulaşamayacak uzak alanlardır. Viyana'dan
İstanbul'a hastalıklar, serüvenler arasında aylarca sürecek bir yolculukla
varılır. Öte yandan ulusların dillerine ve kültürlerine ilgi, o ulusun konumuna
bağlıdır. Dilin yaygın olması yanında, bilim ve yazın dili olarak işlevi
önemlidir. Ayrıca ulusun zenginliği, dünya siyasasında etkinliği bunu
destekleyen ögelerdir. Hele bir dil ilk ve orta eğitim kurumlarında öğretildi
mi, postu yırtmış demektir. O dilin eğitimini görmüş kişilerin şansı iş bulma
şansı artar. Buna göre de dile ve bilim dalına ilgi artar. Geçmişte Doğu
dilleri bu şanstan da yoksun. Pek az sayıda diplomat, maceracı, gezgin
Doğubilimin ilk araştırmacıları ya da gereç derleyicileri olacaklardır.
Günümüzde
koşullar Türkoloji açısından oldukça değişmiştir. Her şeyden önce Cumhuriyetin
kurulması, Atatürk devrimleri ile birlikte Türk kimliği ortaya çıkmıştır.
Türkoloji yavaş da olsa Doğubilimden uzaklaşmaya başlamıştır. Kimi üniversitelerde
kültür akrabalığına dayanan Doğubilim yerine, kök akrabalığına dayanan Altay
dilleri içinde incelenmeye başlanmıştır. Çeyrek yüzyıl önce başlayan işçi göçü
ile birlikte Avrupa'ya çok sayıda Türk yerleşmiştir. Bu arada Türkçe okullarda
eğitim dili olma şansı kazanmıştır. Böylece çağdaş Türkolojinin gidişi değişmeye
başlamıştır. Günümüzde Batılı'ları türkoloji eğitimine yönelten üç önemli etken
vardır:
1) Şu anda Avrupa'da
yaşayan Türkler,
2) Türklerle olan
tarihsel, kültürel yakınlıklar,
3) Günümüzde bağımsızlığa
kavuşan Türk cumhuriyetleri
Çağdaş
Türkiye Türklerine başlayan ilgi türkoloji eğitiminin akışını etkileyen en
önemli olaylardan biri olmuştur. Batı Avrupa'da komşusu, müşterisi olan insanın
diline kültürüne duyulan ilgi ile birlikte, Almanya, Hollanda, Fransa ve
Belçika gibi ülkelerde türkolojinin fildişi kulesi zorlanmaya başlamıştır.
Çünkü geçmişte orkide dal diye tanımlayabileceğimiz türkoloji eğitimi, için
böyle bir çevre ve ortam söz konusu değildir. Klasik doğubilim bölümlerinde bir iki kişilik kadronun yalnızlık
içinde İstanbul, Kahire, Tahran düşleri
vardır. Eski belgeler, anılar, kitaplar üzerine yıllar yılı yapılacak
çalışmalar vardır. Ve bu çalışmalar binbir zorlukla yayınlanacak, sayısı
50-60'ı geçmeyen meslektaşları arasında değerlendirilecektir.
Oysa
2000 lere uzanan yıllarda Avrupa'da her türden dört milyon Türk yaşamaktadır.
Batı Avrupalılarla evlilikler, arkadaşlıklar, olmaktadır. Türkiye gezileri bu
tür ilginin başlangıcıdır. Üç saat sonra kişi Türkiye'de olmaktadır. Marmarisi,
Erzurumludan önce Alman görmektedir. Türkiye'yi gezmek isteyen her gezgin,
gelmeden birkaç sözcük Türkçe öğrenmek istemektedir.
Yugoslavya,
Romanya gibi ülkelerde ise, Osmanlı'nın kalıntısı Türkler yaşamaktadır.
Makedonya'da Türkçe, Türk azınlığın resmi dilidir. Kebaptan, baklavaya kadar
uzanan bir yemek kültürü ortaktır. Dillerinde birçok Türkçe sözcük vardır.
Osmanlı Anadolu'dan esirgediği tarihsel anıtları bu topraklara yaptırmıştır.
Böylece geçmişle günümüz arasında köprü kurmak isteyen bu ülkelerde türkoloji
yaşayan canlı anıları içerir. Kendi geçmişlerinde Türklerle olan ilgi nedeniyle
türkoloji önem kazanmıştır.
Türkçenin
bağlı bulunduğu Ural Altay dil kolundan ulusların ilgisi üçüncü başlıkta ele
alacağımız Türkoloji araştırmalarına neden olmuştur. Macaristan, Finlandiya,
Kore'de ilgi uyandıran türkoloji çalışmalarını bu başlıkta inceleyebiliriz.
Ama
şimdi türkolojiye ilgiyi artıran yeni bir neden doğmuştur. Kafkasya'da Orta
Asya'ya bağımsızlığını kazanan Türk devletleri nedeniyle çok boyutlu bir
türkoloji evresi başlayacaktır. Demem şu ki, artık türkoloji tek başına bir
bilm dalı olarak ele alınıp incelenecektir. Doğubilimden uzaklaşmaya
başlamıştı. Artık Altay içinde incelenmesi de giderek azalacaktır. Türkoloji
başlı başına bir bilim dalı, başlı başına bir dil ailesi olarak ele alınacaktır.
Çünkü türkolojinin kendi uğraş alanı, iş olanakları bunu gerektirmektedir.
Ev Sahipleri ve Konukları
Ama
biraz geçmişi dönmemiz gerekiyor. Bir başka pencereden bakıldığında, Türkoloji
bölümleri, bir yerde yurt dışında Türk okur yazarının sığınma evidir.
Türkiye'den dışarı çıktıktan sonra Türkiyeli aydının yapacağı iş sınırlıdır.
Hangi meslekten olursa olsun, her aydın soluğu türkoloji bölümünde alır. Bu bakımdan
eski dönemlerden beri türkoloji bölümleri, entellerinin iş kapısı durumundadır.
Gazeteciler, siyasiler, modacılar, tiyatrocular, sinemacılar, ses sanatçıları
onun havalı konuklarıdır. Türkolojinin Türkiye'deki renksiz konumu yurt dışında
değişir. Türkiye'de türkoloji genellikle yüksek katmanların burun kıvırdığı
önemsiz bir halk bölümü gibi işlev sürdürür. Şiire, öyküye meraklı, biraz
yazarlık düşleyen halk çocukları türkolojiye ilgi duyarlar. Çoğu öykücü, yazar
olmak niyetiyle bölüme girer, ama kısa sürede hayal kırıklığına uğrar. Çünkü
türkolojide o tür şeyler öğretilmez. Türkiye'de kentsoylu ailelerin eğilimi
Batı dillerine ya da teknik alanlaradır. Ancak, bu katmanlardan gelen kişiler
yabancı bir ülkede yaşamak zorunda kaldıklarında durum değişir. Üst
katmanlardan bir İngilizce uzmanı İngilizce bölümünde iş bulamaz. Bulsa da Batılı
bilim adamı ile yarışması olanaksızdır. Mimardan, ressama kadar hemen hep aynı
olumsuz koşullar sürer. Böylesine bir ortamda, yurt dışına çıkan üst düzeyden
Türk aydınının sığınma kalesi, çokluk yine türkoloji bölümü olur. Bu yazımızda
Türkolojiden onun siyasal ekonomik konumundan, uğraş edinmiş kişilerden ve
isteyerek istemeyerek konuk olmuş kişilerinden söz edeceğiz. Amacımız kimseyi
kötülemek ya da yüceltmek değildir. Gerçekte yazıda kişiler değil olaylar
anlatılacak. Kişiler onun yalnızca oyuncularıdır.
1950
ilkyazında İstanbul Moda'da bir evin balkonunda oturan küçük bir topluk akşam
serinliğinde kendi arasında konuşuyordu. Topluluk akşam çayını içmiştir.
Sigara dumanları arasında içlerinden biri isteksiz biçimde söze girdi:
-Ben
bir iş buldum. Bir arkadaşım evlere su dağıtan kamyonunda bana da iş verdi.
Şimdi evlere su dağıtacağım-dedi.
Bu,
yazar ve çevirmen Adnan Cemgil'dir. Balkona doğru yaklaştığımızda öbür kişileri
de seçeriz: DTCF'den atılmış Prof. Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav, Gazeteci
Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel, ressam Abidin Dino, Güzin Dino. Türkolojinin
çağrısız konukları ile yüz yüzeyizdir. Siyasal nedenlerle işlerine son verilen
bu aydın, yazar ve sanatçılar kısa süre sonra yurt dışında soluğu alacaklar ve
değişik türkoloji bölümlerinin konukları olacaklardır. Konukların o andaki
konumlarını ev sahibi Sabiha Sertel şöyle betimler:
"Behice
Boran'la kocası Nevzat bir tercüme bürosu açmışlardı. Tüccarların ticaret
mektuplarını İngilizceye çeviriyorlardı. Niyazi Berkes, Dil ve Tarih Coğrafya
Fakültesindeki görevinden atıldıktan sonra, kardeşinin yardımıyla küçük
makinalı bir matbaa kurmuştu. Polis bu matbaanın çalışmasına dahi imkan vermedi.
Pertev Boratav, ikide bir Ankara'dan İstanbul'a geliyor, işsizlik azabıyla kıvranıyordu.
Abidin Dino, seramik bir çömlek üzerine yaptığı bir desen yüzünden mahkemeye
verilmişti."(2)
Ama
türkolojinin bir de -halk söyleyişi ile- havalı konukları vardır. Bunlar eski
bakanlar, gözden düşmüş; 'küçük dağları ben yarattım' diyen politikacılardır.
Sözgelimi Prof. Tahsin Banguoğlu, Prof. Fuad Köprülü bu türdendir. Belli bir
süre, devletin en üst katlarında yer almışlardır. Banguoğlu, 1948-1950 arasında
Millî Eğitim Bakanı olarak Hasan Saka ve Şemsettin Günaltay kabinelerinde görev
almıştır. 1955-1959 yılları arasında Londra'da Türkçe okutmanıdır. Prof. Dr.
Fuat Köprülü, uluslararası bilimadamıdır. 1950'den başlayarak altı yıl süreyle
Dışişleri Bakanlığını yürütmüştür. 1957 seçimlerinde başarısızlığa uğraması
üzerine o da soluğu yurt dışında almıştır. 1958-59 yıllarında Harward'da
görürüz. İki eski politikacının da ortak özellikleri başarısız birer bakan
oluşlarıdır. Tahsin Banguoğlu, köy enstitülerini kapamak, okullarda dinbilgisi
dersini zorunlu duruma getirmek gibi çağdışı uygulamalar ile eğitim tarihimize
girecektir. Köprülü ise altı yıl boyunca Türk dış politikasını Batı
emperyalizminin denetimine verecek, geri dönülmesi olanaksız bir siyasal yola
sokacaktır. Nitekim 4 Ekim 1953'te Türk Fransız görüşmeleri sonucunda
yayınlanan bildiride, Türk Hükümeti Kuzey Afrika, Tunus, Cezayir ve Fas'taki
milliyetçilik hareketlerini bastırmayı amaçlayan Fransız politikasını
desteklediğini bildirecektir.(3)
Gerçi
oğul Dr. Orhan Köprülü babasının başarılı bir dış politika izlediğini yazar ve
şöyle der: "1950 seçimleri sonunda D.P. nin iktidara geçmesi üzerine,
Hariciye vekili olan Profesör Fuad Köprülü, 1955'teki kısa bir fasıla hariç
olmak üzere, bu vazifesini 1956 mayısına kadar sürdürmüş ve Türkiye'nin 1952
şubatında NATO'ya girişinde kanaatimizce en mühim rolü oynamıştı. Kendi
ifadesine göre, Türkiye bütün tarihi boyunca ilk defa olarak ve müsavi
şartlarla milletlerarası bir teminata kavuşmuş bulunuyordu."(4) Ama yazık
ki tarih profesörü Köprülü, dışişleri bakanlığı sırasında tarihe ters düşmüştür.
Bu konuda Şevket Süreyya Aydemir şöyle yazar: "Fuat Köprülü bir hariciyeci
değildi. Hatta gerçek bir politikacı ve Devlet adamı da değildi. Tarihçilik
alanındaki ünlü çalışmaları bir yana bırakılırsa, biraz hafif, biraz mütelevvin
(dönek, çabuk görüş değiştiren)
mizaçlı ve hiç bir konunun üstünde ciddiyetle durmayan, derinliğine inmeyen,
fevri karakterli bir insan olarak tanınıyordu. D.P.’nin dört kurucusundan biri
olunca Demokrat Parti kabinesinde, ona verilmemesi gereken vazifeler kabul
etti. Fevzi Lutfi Karaosmanoğlu da dahil olduğu halde birçok arkadaşlarını
Menderes, Fuat Köprülü'nün eli ve kararı ile partiden tasfiye ettirdi. Ama ona
bu işler yaptırıldıktan sonra da bir gün tasfiye sırası kendine geldi. Fuat
Köprülü D.P. den ömrünün sonuna kadar bir kırgınlık ve haysiyet yarası teşkil
edecek bir muamele ile tasfiye olundu"(5)
DP.nin
kuruluş günleri üzerine Metin Toker şöyle yazar: "Kurucular arasında
birbirlerinden hiç ayrılmayanlar Menderes ile Köprülü'ydü. Menderes şimdi
Endenozya büyükelçiliğine kiralanmış bulunan, -bu kitabın dizildiği sırada
artık bir bankanın malıdır ve büyükelçilik orada yoktur- fakat o günlerde kooperatif
tipi mütevazi bir ev olan evinden, yani Kavaklıdere'den çıkar, yeni meclisin
önüne yürür, oradaki evinden Köprülü'yü alırdı ve beraberce Sümer Sokağa
gelirlerdi. Menderes atletik yapılıydı. Köprülü, bastonu ve ağzından hiç eksik
etmediği sigarası, yakalarına sigarasının külleri düşmüş eski, spor ceketi,
ütüsüz gri pantolonuyla Şarlo'yu hatırlatırdı."(6)
D.P’nin
ileri gelenlerinden Samet Ağaoğlu "Aşina Yüzler" adlı portreler kitabında
Köprülü'yü Picasso'nun modeli olarak tanımlar ve şöyle der: "Gururlu idi,
anasının kökü, bir büyük Osmanlı vezirine dayanıyordu çünkü! Bu kök, isterse
bazılarının iddia ettiği yolda, uydurma olsun, bir gerçek var ortada. Aslî bir
otorite ile evine, o vezirin tarih kitaplarına geçmiş, müzelerde asılı
resimlerini daha ilk bakışta hatırlatıyordu. Sonra tarih bilgisinin bir
kolunda tanınmışlığı memleket sınırlarını aşmış, dünyanın bellibaşlı
üniversitelerinin şeref doktoru olmuş, kitapları ile Doğu ve Batının isim
yapmış bilginleri arasına girmişti." (7)
Nitekim
oğul Dr. Orhan Köprülü'yü de siyasetin ve türkolojinin içinde görürüz.
Demokrat Partinin İstanbul il başkanı Dr. Orhan Köprülü, Demokrat Partiden
ayrılıp Hürriyet Partisine girer. Baba Prof.Köprülü de Ankara'da aynı işi
yapmıştır. Seçimde başarısızlığa uğrarlar. Baba- oğul Amerika'nın yolunu
tutarlar. Dr. Orhan Köprülü şöyle yazar "1956'da Demokrat Parti'nin iç
politikadaki tutumunu tasvip etmediği için Dışişleri bakanlığından istifa eden
F. Köprülü, 1957 seçimlerinden sonra fiilen siyasetten çekilmiştir. Harvard
Üniversitesi'nin dâveti üzerine 1958-1959 ders yılını Cambridge'de geçiren
Köprülü, orada hem yabancı neşriyatı yakından takip imkanının bularak, uzun
yıllar eksik kalan çalışmalarını tamamlamış, hem de Columbia ve Harvard'da
bazı konferanslar vermişti."(8) Dr. Orhan Köprülü ise yıllar sonra İndina
üniversitesi Osmanlı tarihi öğretim üyeliğinden emekli olacaktır.
Şimdiye
değin hep konuklardan söz ettik. Peki, türkolojinin ev sahipleri kimlerdir?
Özellikleri nelerdir? Yazımız boyunca konuklarla ev sahipleri iç içe
anlatılacaktır. Gerçekte bunları birbirinden ayırmak da olanaksızdır. Bir
bakıma her yabancı türkolog da konuktur. Batı'da Türkler üzerine çalışma
yapacak kişileri türkolojiye özendirecek bir neden vardır. Kimi savaş tutsakları,
diplomatlar, serüvenciler, askeri uzmanlar bu alanda at oynatacaklardır. Ve
abartmalı bir söyleyişle "en akıllı türkoloğun kafasında bir tahta eksik
olacaktır!
Yurt
dışındaki Türkoloji bölümleri ile ilk tanışıklığım 22 yıl öncesine dayanıyor.
(Zaman nasıl da çabuk geçiyor yahu!) 1970 Eylülünde, daha sonra başıma gelecek
bin bir beladan habersiz, büyük umutlar ve düşlerle- doktora yapmak üzere ilk
kez yurt dışına çıktım. Doktorayı türkolojinin bir tür merkezi sayılan
Almanya'da yapacaktım. O günlerde yurt dışındaki birtakım Türkoloji bölümünü
yakından tanıma olanağı buldum. İkinci kez ise 1983 yılının 20 Haziranında bir
gece uçağı ile sessizce ülkemizden uzaklaşmak zorunda kaldım. Böylece türkoloji
bölümleri ile bir kez daha yüz yüze geldim. Özellikle ikinci gelişimde
Türkoloji bölümlerini yakından tanıma olanağını buldum. Burda anlatılacaklar
uzun bir zaman dilimine dayanan anılar, gözlemlerle karışık tarihsel
bilgilerdir. Anıların arasına serpiştirilmiş birikimlerdir. Hani Salâh Birsel
ustâdın 1001 gece denemeleri türünden yazılardır. Anların içinde tarih
anlatılır. Zaman zaman tartışmalara girilir.
Sömürgeciliğin Keşif Kolu
Geçtiğimiz
yıllarda Edward Said'in Oriyantalizm adlı bir kitabında Doğubilim
araştırmalarının sömürgeciliğe keşif kolu olarak hizmet ettiğini vurgular.
Oryantalizm sözcüğünü ilk kez Nischte'nin kullandığını söyler. Şu tümceler
Said'indir:
"Doğubilim,
doğuyu konu edinen kurumların tümüdür. Verilen bildirilerdir. Takınılan
tavırlar, yapılan benzetmelerdir. Bir tür öğreti, yönetim biçimi ya da hükümet
şeklidir. Kısaca bu tür oriyantalizm, Batının üstünlük sürme taktiğidir. Doğu
üzerinde otorite kurma çabasıdır."(9)
Bu
savda gerçek payı vardır. Kuşkusuz Batı'nın bir kazancı, bir çıkarı olması
gerekir. Bu yazı boyunca yer yer söz konusu kitaba değineceğiz.
Türkoloji
doğubilim içinde yer alırken çok şey yitirmiştir. Bir kez asıl bağlı olduğu
dil kökünden uzaklaşmıştır. Eski kültüründen kopmuştur. Ulusal bilinçten
soyutlanmıştır. Doğunun tüm yanlışı eksiği bir kambur gibi -adı Osmanlı bile
olsa- Türkün sırtına yüklenmiştir. Bir yandan tüm doğuyu sömürüp geri bıraktı
gerekçesi ile Arap'ın düşmanlığını kazanmıştır. Öte yandan, İslam bayraktarlığı
ile çağlarca bütün Avrupa'ya korkulu düşler yarattığı için Avrupa'nın
sevmediği bir ulus olmuştur. Sonuçta ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranabilmiştir.
Edward Said şöyle der: 7. Yüzyıldan 1571 İnebahtı savaşına değin İslam, ister
Arap, İster Osmanlı, ister Kuzey-Afrikalı ve isterse İspanyol şeklinde görünsün
Hırıstiyan Avrupa'ya karşı sürekli bir tehlike unsuru olmuştur(10). Edward
Said'i okurken insan Nesimi'nin şu dizelerini söylemekten kendini alamıyor:
"Zahidin parmağın kessen dönüp Hak'tan
kaçar
Gör ha şu miskin aşığı ser-pâ soyarlar
ağlamaz"
Dizenin
öncesi şöyle: Nesimi inançları yüzünden müftü idamına ferman verir. Öylesine
lanetli bulur ki kanın sıçradığı yerin de kesilmesini buyurur. Ama Nesimi'nin
derisi yüzülürken kanından müftünün parmağına bir damla sıçrar. Verdiği fetvaya
göre müftünün parmağının kesilmesi gerekir. Bu anda müftü, verdiği buyruğa
karşı çıkar. Nesimi yukardaki dizesini söyler.
Arap
yazar, Doğubilim altında işlenen konuları batının doğuya üstünlüğü olduğu
söyler. Doğrudur. Arap dünyasına yapılan haksızlıkları anlatır. Doğrudur. Ama
türkoloji açısından bu durum daha acıdır. Ne va ki, kimse çıkıp da bu durumu
eleştirme gereğini duymaz.
1
Almanya
Geleneksel
türkolojinin anayurdu Almanya sayılır. Alman bilimadamlarının Doğu'ya ve
özellikle Osmanlı yönetimindeki ülkelere ilgisi 16. yüzyıla dek uzanrı.
Basılmış ilk Türkçe dilbilgisi kitabını 1612 yılında Alman Mesiger'in latince
olarak yazmıştır. Bu dönemdeki çalışmaların temelinde daha çok bilimsel ilgi
yatar. Sonraları politik ve ekonomik çıkarlar ön plana geçer. Amaç ne olursa
olsun, Alman türkologları türkolojinin konularını köklü biçimde ele alırlar.
Bilinmeyen birçok tarihsel gerçekler, tanınmayan kültürler onların sayesinde
ortaya çıkar.
19.
Yüzyılda Türkiye'ye gelen kimi Alman diplomat ve askeri uzmanların anıları
Alman kamuoyunda, Türkiye'ye ve Doğu'ya ilgiyi artırmıştır. Gerçekte bu dönemde
Alman sömürgecilik düşlerinin Doğu üzerinde yoğunlaştığı evredir. Çünkü
Almanya, birliğini 1817'de tamamlamıştı. Güçlü bir Avrupa devleti olarak
sömürgeci Avrupa devletleri arasında yerini geç almıştı. 1870-71 savaşında
Fransayı bozguna uğrattı. Abdülhamit döneminden başlayarak Osmanlı
imparatorluğunun koruyucusu gözükmeye başladı. Ama 1911-12'de İtalyanlar
Trablus'a saldırdıklarında, İtalya'ya en küçük ses çıkarmadı. Ama Almanya'nın
Osmanlı imparatorluğuna ilgisi giderek artıyordu. Bu topraklarda birtakım çıkar
düşleri kuruyordu. Sözgelimi, Bağdat hattı üzerinden Irak'a, Kuveyt'e ve
sonuçta Hindistan yoluna uzanmayı hesaplıyordu. Oysa İngiltere 1854'te
Hindistan egemenliğini tamamlamıştı. 1907'de İran, Rusya ile İngiltere arasında
ikiye bölünmüştü. İki etkinlik alanı oluşmuştu. Aynı yıl İngiltere ile Rusya,
Hindistan sınırları üzerinde de anlaşmışlardı. Afganistan, İngiliz etkinlik
alanı sayılacaktı. Himalyalarda yansız bölge bulunacak, İngilizler ile Ruslar
bu sınıra karışmayacaklardı. Bütün bu tarihsel konumda Almanya yine yanlış ata
oynamıştı. Bir türlü başaramayacağı sömürgecilik oyunları arasında 1. Dünya
savaşına girecekti. Osmanlı imparatorluğunu da kendi yanında savaşa
sürükleyecekti.
Böyle
bir ortamda türkoloji de boş durmuyordu. 1845 te Leipzig'de Alman Doğuülkeleri (Deutsche
Morgenlandische Geselschaft) Kurumu oluşturuldu. Kurumun süresiz bilimsel
yayınorganı değerli yazıları ile doğu ülkelerine yöneliyordu. Eski Önasya
uygarlıkları, dil, edebiyat, tarih incelemeleri ağırlık kazınıyordu. 1887'de
Berlin, 1908'de Hamburg'da Doğubilim seminerleri açılıyordu. Dünyanın en eski
yasalarından biri olan, İstem ve sunu (arz ve talep) türkoloji alanında ortaya
çkıyordu. Zaten türkolojinin kurucusu da Alman kökenli biriydi. Türkoloji
incelemeleri ilk Almanya'da düzenli biçimde başlamıştı.
Wilhelm Radloff
(1837 Berlin-1918,
Petersburg)
Berlin üniversitesini
bitirdi. Burada İbrani, Arap, Türk, Mançu ve Çin dilleri ile ilgilendi. 1858'de
Jena Üniversitesine sunduğu "Asya Halklarında Dinin Etkisi"adlı tez
ile felsefe doktoru oldu. Bu arada Rusça öğrenmeye başlamıştı. 22 yaşında
Rusların hizmetine girdi. Batı Sibirya Türkleri arasında dil, halkbilim ve etnoğrafya
gereçleri topladı. Orhun anıtlarının bulunması üzerine bunlar üzerine inceleme
kuruluna başkanlık yaptı. Orhun anıtları atlasının yayınlanmasını sağladı. Türk
halkları arasına sayısız bilimsel araştıdrma gezileri düzenledi. Eski Uygur
metinleri üzerinde çalıştı. 1838-1930 yılına arasında 138 kitabı yayınlandı.
Sibirya'dan (4 cilt olarak Türkçeye çevrildi)
Türk Diyalekleri Sözlüğü (Dört büyük cilt) Türk Halk Yazını örnekleri
(10 cilt) en önemli eserleri arasından kimileridir. Bütün bu çalışmaları ile
Radloff, türkolojinin kurucusu sayılır.
1.
Dünya savaşı öncesinde G. Jacob, Türkçe ve Türk halk yazını üzerine yoğun
incelemelere yöneliyordu. "Türk Kitaplığı"dizisi 1914'te 18 kitaba
ulaşacaktı. 1.Dünya savaşı sonrasında Almanya'da büyük bir türkolog kuşağının
doğmasına neden olacak siyasal ve bilimsel ortam hazırlanmıştı. Savaştan sonra
Dünyanın en ünlü türkologları Almanlar arasından çıktı. Ama bu türkologlar (ya
da doğubilimciler), beklediklerini bulamayacaklar, çoğu üniversitelerin tavan
aralarına sıkışacak, üç dört kişilik sınıflarda öğretilerini sürdüreceklerdi.
Evdeki hesap çarşıya uymamış, Osmanlı imparatorluğu parçalanmış, Türkiye uygar
batıyı örnek almış, Arap ülkeleri İngiliz, Fransız sömürgeleri olmuştu. Alman
türkologları Türkiye'den yollanan öğrencilere türkoloji öğretiyorlar, daha çok
Göktürkçe ve Uygurca üzerine yoğunlaşıyorlar, Osmanlıca yanında Arap ve
Farsça'ya el atıyorlardı. Kimileyin bir doğubilimcinin, Arapça'dan Sanskritçeye,
Eski Türkçeden, Eski Farsçaya uzanan birbirine uzak alanlara el attığı
oluyordu. Gerçekte bu da istem ve sunu yasasının bir parçasıydı. Türkiye'de
türkolojinin yıldızları olarak sivrilecek, Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu,
Saadet Çağatay, Sadettin Buluç, Tahsin Banguoğlu gibi birçok bilimadamı bu
doğubilimcilerin yanında yetişecekti. 1970 te ben de bu kervana katılmak üzere
Almanya'nın yolunu tutmuştum.
Türkolojide Ağırbaşlılık:
Göttingen
Göttingen
Üniversitesi Doğubilim bölümü ünlü bölümlerinden biri sayılır. Gerçekte bu
Göttingen Üniversitesi için de geçerlidir. Pek çok alanda dünyaca ünlü
bilginler yetiştirmiştir. Köklü bir bilim geleneği vardır. Türkiye açısında da
önem taşır Göttingen Üniversitesi. Özdemir Nutku, Semih Tezcan gibi birçok
değerli bilim adamı bu üniversitede öğrenim görmüştür. Sevgi Soysal'ın -o
zamanlar soyadı Sevgi Nutku'dur- öykülerine esin kaynağı olmuştur.
1972
yılının karlı günlerinden birinde genç bir doktora öğrencisi olarak mide
sancıları içinde kendimi Göttingen'de buldum. Bölüm başkanı Prof.Dr.
Doerfer'dir. Ama doğru söylemek gerekirse, bu üniversiteyi bilinçli seçmedim.
Würzburg üniversitesinde başladığım doktora öğrenciliğini -isteksiz olarak-
buraya aldırmak zorunda kaldım. Würzburg'da dersler tümüyle Arapça ve Farsça
ağırlıklıydı. Bu nedenle türkoloji üvey evlat konumundaydı. Bir yanda Arap
ülkeleri mirasyedi oğullar gibi petrol zengini olarak palazlanmaktaydı. Öte
yandan Rıza Pehlevi'nin İran'ı Batı'da heybetini göstermek için bu tür
bölümlere oluk oluk para akıtıyordu. Alman öğrenciler daha çok Arapça ve Farsça
bölümlerine yöneliyorlardı. Türkoloji sığınç durumundaydı. Osmanlı
imparatorluğunun mirası çoktan paylaşılmıştı.
Şimdi
bu geleneğin en önemli kurumlardan birinde doktoraya başlayacağım. Yalnız
çıkmazdayım. Benim ilgim sürekli yazın dünyasına, Göttingen türkoloji
kürsüsünün yazınla ilgisi yok. İkincisi ise Türk Milli Eğitim Bakanlığı adına
burslu okuyorum. Burs sınavını "dilbilim" dalında doktora yapmak
üzere kazandım. Oysa burada çağdaş dil kuramları yerine, her ders döneminde
değişik bir Altay dili öğretiliyor. Bunlar, Evenki, Nanay gibi çoğu birkaç bin
kişinin konuştuğu diller. Yaşamımda hiçbir zaman konuşamayacağım, ya da çeviri
yapamayacağım diller. Bunun yanında Latince, Rusça, Arapça, Farsça öğrenmem
gerekiyor. Bunlardan yalnız Rusça çağdaş Rusça öbür diller ölü diller.
Sözgelimi, Arapça Muhammet döneminin, Farsça ise Darius döneminin.
Eski
ve Orta Farsçayı Prof.Dr. Walter Hinz'den öğreniyorum. Walter Hinz'in Farsça ve
Doğubilim tarihinde özgün bir yeri var. Güçlü bir bilim adamı. 1937 yılında
çıkan ve gerçek adı "15. Yüzyılda Ulusal Devlet olarak İran'ın
yükselişi"olan kitabı "Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd" adı ile
1948'de Türkçede yayınlanmış. Hinz, Rıza Pehlevi'nin yakın dostu. O tarihlerde
İran demek Rıza Pehlevi demek. İran'ın 2500. kuruluş yılına çağrılan seçkin
konuklardan biri. Olağanüstü güzel ders anlatıyor. Çivi yazısı ile yazılmış,
eski İran metinlerini özgün fotoğraflardan okuyoruz. Hemen her bölüm "Adam
hişayet hışayetya""Ben sultanlar sultanı" sözleri ile başlıyor.
Ardından sürüyor, Lidya, Frigya, Kilikya, Kapadokya, Urartu, Fenike, Medya,
Hirkanya, Sogdiya, Baktariya ve öbür ülkeler tümü benimdir. Ön Asya'yı tümüyle
eğemenliğine alan Darius'un sözleri bunlar. İsa'dan önceki binli yıllar. Her
tümcede egemenlik, her tümcede büyüklük. Bu arada toplumsal yapılara giriyoruz.
Eski İran sarayında aile içi evlilik egemen. Baba kızı ile, ana oğlu ile
evleniyor. Savaşlar, çarpışmalar tümü metinlerin konusu. Bu metinlerin işlenişi
aynı heyecanlı akış içinde sürüyor. Prof Hinz kimileyin dersi bir an
durduruyor ve soruyor: "Yapabilir mi Darius bunları" ve yanıtını yine
kendi veriyor. "Yapar. Bu Darius'tur. Ben ancak diyebilirim ki (evinin
bulunduğu sokağın adını söylüyor) otuz metre sokağa açılan ve dipten yirmi
metre derinlikte bulunan ev benimdir. Ama bütün bu topraklar gerçekten
Darius'a bakar."
Walter
Hinz deyince Alman diplomasisi ve doğubilimin konumu gelir aklımıza. Hinz,
ikinci dünya savaşı sırasında (1942-45) yıllarında İstanbul Alman
konsolosluğunda görev yapmış. Bu yıllarda isteyerek ya da istemeyerek siyasal
olaylara karışmış, başına biz dizi sorun açmış.
1973
yazında ilk doğu gezisine çıkıyorum. Alman Bilim Araştırma kurumunun
desteklediği geziyi Göttingen Türkoloji bölümü düzenliyor. Prof. Doerfer'in
İran'a yaptı ikinci gezi. Daha önce de o toprakları arşınlamışlar. Halaç dili
ortaya konmuş. Halaççanın bilim dünyasında özgün yeri sergilenmiş. Bu arada
Horasanca ortaya çıkmış. Azerice ile Türkmence arasındaki bu Türk dili üzerine
doktora çalışması yapıyorum. Bu geziyi daha sonra Türk Dili dergisinde
"Horasan Günlüğü"adı ile anlatacağım ve bu benim ilk yazım olacak.
Hamburg'da Siyasetçi Bir
Öğretim Üyesi: Ecevit
Kuzeye
çıkan yol, en sonunda bizi Almanya'nın en kuzeydeki illerinden birine dek
götürecek. Dünyanın en büyük limanlarından birindeyiz. Hamburg gerçekte başlı
başına bir eyalettir. Bir sabah, ders öncesinde, kantinde süzme kahveyi
yudumlarken İzmir gözlerimin önüne geldi. Uzaklarda, Ege kıyılarında bu kenti
anımsadım. "Ege nere, Atlas okyanusu nere?" diye içimden geçti. YÖK
yasasına uygun biçimde görevime son verilen Ege üniversitesi Edebiyat Fakültesi
türkoloji bölümü sekreterine bir kart yazdım. Hamburg'da her şeyin güzeldi. Her
yer temizdi. Ama burda içilen çay ya da kahve İzmir'de içilen o kötü çayın
tadını vermiyordu.' Gerçekte şu güne değin süren Avrupa sürgünlüğümde hep o
eksiği duydum. Art arda Avrupa'nın bütün ülkelerine çağrıldım. Konferanslar,
seminerler birbirini izledi. Her şey güzeldi ama bir eksik vardır ki o eksiği
hiç bir zaman bütünleyemedim. Bu yurt özlemiydi ya da YÖK yenilgisinin verdiği
hazin yaranın acısıydı...
Hamburg
Üniversitesi türkoloji bölümünde ilk dersimde büyük bir şaşkınlık yaşadım.
Ben, 70'li yıllarda olduğu gibi karşımda üç-dört öğrenci beklerken, 25-30
öğrencinin sınıfı doldurduğunu gördüm. Dersim Anadolu Alevi kültürüydü. Derse
üniversitede Aleviliğe ilgi duyan bir dizi öğrenci katılmıştı. 1970'lerden
1984'lere köprülerin altından çok su geçmiş, Türkoloji bölümlerinde öğrenci sayısı
arttıkça artmıştı. Bunların bir bölümü ikinci kuşaktan gençlerdi. Kendi
kültürlerine ilgi duyan gençler türkolojiyi ana ya da yan bölüm olarak seçiyorlardı.
Nitekim öbür dersim Almanca Türkçe karşılaştırmalı dilbilgisi dersine de ilgi
aynı düzeyde olmamakla birlikte kalabalık
katılım olmuştu. 1984 yılında Alevilik konusu Türkiye'de tabu
durumundaydı. O günlerde Cumhuriyet gazetesinde çıkan küçük bir haberde dersin
adı "Anadolu Alevi Kültürü" değil de; "Türk Halk Kültürü"
biçiminde verilmişti. (Şimdi kimi çevreler Alevilik olayını devletin
körüklediğini ileri sürüyorlar. Oysa 7-8 yıl önce Türkiye'de Alevilikten söz
açmak kolay bir iş değildi. Günümüzde bu durum biraz yumuşamıştır. Ancak
devletin Aleviliği körüklemesi değil, Türk-İslam sentezi içinde kösteklemesi
söz konusudur. Nitekim Alevi kamuoyunun karşı olmasına karşın, Diyanet'te yer
almak için, Ankara'ya giden bir grup Alevi, sıcak çay sohbeti sonrasında eli
boş dönmüştür.)
Hamburg
Üniversitesi türkoloji bölümünde göreve başladığım yıl Bülent Ecevit de aynı
bölümde ders veriyordu. Bölümün çağrısı ile ve ancak ikinci kez 1984 yılında
Almanya'ya çıkma iznini alabilmişti. Daha önce bir kez daha çağrılmış, Kenan
Evren'in" dünyanın en yumuşak askeri yönetimi"izin vermemişti.
Ecevit 12 Eylül sonrasında tutuklanmıştı. Atatürk'ün kurduğu kapatılan büyük
bir partinin genel başkanıydı. Böyle bir ortamda ilk dersi çok görkemli geçti.
Dersini İngilizce veriyordu. Ancak büyük salonu daha çok İngilizce bilmeyen
Türk işçiler doldurmuştu. Türkiye'de demokrasi tümden askıya alınmıştı. Ecevit
ne söyleyecekti? Gazeteciler, aydınlar, türkoloji öğrencileri Ecevit'in satır
aralıklarında söyleceği gizemli sözleri merak ediyorlardı. Ama hiç kimse
beklediğini bulamıyordu. Ecevit yalnızca bir kez, o da dil sorunu ve yasak
sözcükler nedeniyle 12 Eylül'ü eleştirmişti. O günün siyasal ortamında her
sözcüğünü seçerek konuşuyordu. İlk bir iki ders olağanüstü kalabalık izleyici
topladı. Ama kamuoyunun ve gazetecilerin beklentileri boşa çıkmıştı. Üniversite
hocası Ecevit, politikacı Ecevit'i unutturmuştu. Gazetelerde "Ecevit'in
dersi aşırı solcuların baskınına uğradı. Taner Akçam ve arkadaşları dersi
bastı" gibi haber çıktı. Ama gerçekte Taner Akçam o yıl Hamburg
Üniversitesi Türkoloji bölümünde öğrenime başlamıştı. Bölümün resmi öğrencisiydi.
Düzenli olarak benim derslerimi de izliyordu. Ecevit'in konuşmasını bir köşede
sesizce izlemişti. Öyle ki bu haberi yazan gazeteci Taner Akçam'ı tanımıyordu.
Nitekim olayın ertesi günü Taner Akçam gazetecinin yanına gitmiş,
"Merhaba tanışalım, ben Taner Akçam. Daha önce birbirimizin yüzünü gördük
mü" diye sormuştu. Bu da gazetecilerin haber yaratma zorunluğunun bir
cilvesiydi.
Bu
yazıyı hazırlarken yeniden Taner Akçam'la bağlantı kurdum. Kendisine türkoloji
bölümü üzerine ne düşündüklerini sordum. Akçam'ın yazdığı mektuptaki şu
satırlar ilginçtir:
"Türkiye tarih ve
toplumuna ilişkin bilgi almak üzere Türkoloji bölümüne başlamıştım. Fakat
Türkoloji bölümünü çok zayıf bulduğum için devam etmedim. Dersler fazla sığdı,
derinlik yoktu. Beklediklerimi bulamadım. Bu anlaşılır birşeydi de. İslamı hiç
duymamış bir öğrenciye, islamın 5 şartını anlatmak belki önemlidir ama benim
buradan öğreneceğim şey yoktur."
"Ecevit'e bir soru
sordum. Fakat anlaşılamadı ve cevapsız kaldı. Bu önemli bir soruydu. Türkiye
tarihinde, Mithat Paşa ile Abdülhamit; ittihatçılarla Abdülhamit arasında büyük
fark olduğunu anlatan, Mithat Paşayı ve İT'yi demokrat vb. gösteren bir
düşünce eğemendir. Ben bunu doğru bulmam. Ecevit'e aralarında büyük farklar
var dediği tüm akımların (Abdülhamit de dahil) aynı hedefe sahip olup
olmadıklarını sormuştum. Bilirsin, en büyük Batılılaşma hamleleri Abdülhamit
döneminde yapılmıştır. Kanaatim, toplumsal kurtuluş modeli olarak, üste
görünen tüm farklara rağmen Türk yönetici elitlerinde güçlü bir zihniyet
sürekliliği olduğudur... Daha sonra gazete haberleri üzerine, Ecevit'te de bana
karşı bir tutumun oluştuğunu duyduğunda, sorumu yazılı iletmiştim."
"Türkoloji hakkındaki
kanaatime gelince, çok zayıf bir bölüm. Sebebi öksüz çocuk olmasıdır. Bir tek
profesörlük kadrosu dışında başka kadroya yer yok. Biliyorsun,ayrı sınıflar
bile yok. 4. sınıf öğrencisi de ilk
başlayan da aynı dersleri izler, aynı sınıfı doldururlar... Bu bizim Anadolu'da
öğretmensiz, okulsuz köylerde, tüm öğrencilerin bir yere doldurulduğu sistemi
andırır. Bu nedenle zayıf bir eğitim var. Ayrıca verilen dersler de çok zayıf.
Örneğin, doğru dürüst Osmanlı-Türk tarihi verilmez ve bu tarihi öğrenmeden
Türkolog olma imkanı vardır. Öğrenci oldukça kendi başına bırakılmıştır. Ama
bunlar dediğim gibi bölüme yeterli önemin verilmemesinden kaynaklanmaktadır.
Ben de bu nedenlerle aradığımı bulamadığım için bölümü bıraktım."
Taner
Akçam türkoloji konusundaki görüşlerinde çok haklıdır.
Röntgen Işınları ile
Giessen
20
Haziran 1983 sabahı biraz karışık duygular içinde Frankfurt havaalanına
iniyorum. Kazasız belasız Çiğili hava alanını geride bırakmanın mutluluğu
içindeyim. Ancak tam anlamıyla yaşamımda bir macera başlıyor. Nereye gideceği
belli olmayan, ne kadar süreceği bilinmeyen bir koşudur bu kaçış. Gerçi
Türkiye'den ayrılmadan Giessen Üniversitesinden bir çağrı almıştım. Daha yola
çıkmadan Üniversitedeki odam düzenlenmişti. Ne ki, alınan çağırı pek parlak
bir çağırı değildi. Bir yıllık, küçük bir projede çalışacaktım. Geriye dönüş
ise tümden olanaksızdı. Türkiye'de ne var ne yoksa tümü darma dağın olmuştu.
Sonuçta tam anlamıyla gemiler yakılmıştı ve geri dönüş yolları kapanmıştı.
Avrupa'da tutunmaktan başka çıkar yol kalmamıştı.
Giessen
Üniversitesi'ne Türkoloji Bölümü Kuzey Afrika Dilleri ile birliktedir.
Almanya'nın geleneksel Türkoloji bölümlerinden biridir. Uygurca, Orta Asya
tarihlerinin öğretilmesine ağırlık verilir. Öğrenci sayısı üç- beş kişidir.
Proje biçiminde Eski Türkçenin sözlüğü adlı bir çalışma sürer. Bu sözlük bölüm
bölüm yayınlanmaktadır. Ne ki, Türkoloji bölümü 80'li yıllarda başlayan Türkçe
ve çağdaş Türk kültürü yükünü kaldıramaz olur. Bir anlamda çağın gerisinde
kalır. O zaman da işe "Yabancı Dil olarak Almanca" bölümü türkolojiye
el atar. Bu bölümde çağdaş Türkçe ve Türk kültürü ile ilgili dersler verilmeye
başlar. Almanca öğretmenlerinin ya da öğretmen adaylarının izlediği dersler
geniş ilgi uyandırır. Bu olay Türkoloji bölümü ile Germanistik bölümünün
arasını açar. Giessen Üniversitesine gelişim de bu Germanistik bölümün çağrısı
üzerinedir. İlk iş olarak bölümde görevli Alman profesörle (Prof.Dr. Helga
Schwenk) karşılaştırmalı Türkçe Almanca Atasözleri semineri veriyorum.
Atasözlerinden kültüre geçiş, kültürlerde atasözlerinin önemi ve yeri gibi yepyeni
inceleme alanları ortaya çıkıyor.
Prof.Dr.
Schwenk'in bu dönemde bir özlemi vardı. Türkçenin didaktiğini kurmak ve Türkçe
öğretmeni yetiştirmek istiyordu. Çünkü Alman yasalarına göre türkoloji bölümünü
bitirenler öğretmen olamıyorlardı. Bu düşüncelerle eyalet bakanlığında birçok
kişinin kapısını aşındırıp projeler sunduk. Ancak Prof.Dr. Schwenk yıllar sonra
bu isteğini gerçekleştirebildi. Bu yıl Milliyet gazetesinde okuduğum bir
haberde, Helga Schwenk'in söz konusu öğretmen eğitimini başlattığını okudum ve
bunca yıl uğraşıp dileğine ulaşmasına büyük saygı duydum. Türkoloji bölüm
başkanı Prof.Dr. Klaus Röhrborn, Prof. Dr. Doerfer'in emekli olması üzerine,
Göttingen Üniversitesi Türkoloji bölümne geçti. Frankfurt'a 60 km uzaklıkta bulunan bu
şehirde Türkoloji bölümünün kalıp kalmayacağı şimdi belli değil. Çünkü
Frankfurt'ta da türkoloji bölümü vardır ve şu günlerde yeni bir öğretim üyesi
atanacaktır.
Karaormanlar ve Freiburg
Freiburg,
Almanya'nın en varsıl eyaletlerinden birinin kentidir. Kenti, Eski yapılar
süsler. Almanya'nın ünlü Kara Ormanlarının içinde yer alır. 2. Dünya savaşında
pek yıkıma uğramadığı için tarihsel anıtlarını korur. Almanya'dan çok İsviçre
kentlerini andırır. Zaten İsviçre sınırında yer alır. 1984 yılı güzünde ilk
kez Freiburg'a gidiyordum. Kent sabahın oldukça erken saatlerinde bile
İngilizce konuşan gezginlerle dolu idi.
Freiburg'da,
Türkoloji Doğubilim bölümü içinde ele alınır. Şimdilerde bölüm başkanı Werner
Ende'dir. Prof. Dr. Ende'nin uzmanlık alanı daha çok Osmanlı tarihi ve
Osmanlıca'dır. Hamburg'dan başlayan ve bütün Almanya'yı kuzeyden güneye
bağlayan tren yolu ile uzun bir gece yolculuğu sonunda gelmiştim. Prof. Ende
ile ortak konumuz çıktı: Yakın Türk tarihi ve Abdülhamit dönemiydi bu konu.
Konu Prof. Ende'nin alanıdır. Bol bol Abdülhamit üzerine konuştuk.
Abdülhamit'in hasta bir kişiliği olduğunu söylüyor, ama imparatorluğu ayakta
tutabilmek için bir dizi cambazlık yaptığını savunuyordu. Benim gibi karamsar
bakmıyordu. Tam Orhan Koloğlu gibi bakıyordu Abdülhamit'e: "Ne kızıl
sultan, ne de ulu hakan, şark kurnazlıkları içinde kendine özgü hasta bir
adam"diye yargısını bildirdi.
Almanyada
türkoloji bakımından öbür önemli kurumlar Frankfurt, Mainz, Münih ve son olarak
Bamberg Türkoloji Üniversiteleri içinde yer alıyor. Berlin Üniversitesi içinde
Türkoloji bölümü yıllar sonra yeniden açıldı. Eski Doğu Berlin'deki Humbold
Üniversitesi içinde zaten küçük bir türkoloji ve Altiyistik bölümü vardı. Bu
bölüm şimdilerde de sesizce işlevini sürdürüyor olmalı. Bunlar dışında Almanya'da
birçok üniversitede şu ya da bu bölümün içinde Türkçe öğretiliyor, ya da
Türkiye ile ilgili dersler veriliyor. Yakın gelecekte dış Türk devletleri ile
ilgili bölümlerin ağırlık kazanması bekleniyor.
2
İTALYA
İtalya,
Osmanlı devletinin batıda ilk ilişki kurduğu devletlerdendir. Osmanlı 14.
yyüzyılın ikinci yarısında Venedik ve Cenova devletler ile ticari, siyasi
ilişkilere girmiştir. O dönemlerde İtalya siyasal bütünlükten yoksundur.
Ardından Napoli ve Floransa ile ilişkiler gelmiştir. 1533'te Floransa'nın
istanbul temsilcisi "Türkçe konuşma kılavuzu"adlı bir kitap
yazmıştır. Bu kitap kendi türünde ilk örnek sayılır. El yazması olan kitabı
1938 yılında ünlü İtaylan türkoloğu Alessio Bombaci yayınlamıştır. Bunu 1611
yılında Ferrugato'nun yazdığı "Türkçe dilbilgisi"izlemiştir. Ama bu
da el yazması olarak kalmıştır.
Günümüzde
Roma, Napoli ve Venedik üniversitelerinde türkoloji bölümleri vardır. Napoli
türkoloji bölümünün eski bir geçmişe dayanır. 1723 yılında kurulan bölüm
1937'ye yeni düzen verilmiştir. 1892-1935 yıllarında ünlü doğubilimci L.
Bonelli, 1936 yılından sonra (1914 doğumlu) Alessio Bombaci bölüm başkanlığını
yürütmüştür. Kendisi de aynı bölümü bitirmiştir. İtalyan arşivlerindeki Türkçe
belgeler ve Evliya Çelebi'nin Habeşistan gezileri üzerine çalışmıştır. 1956
yılında ise Türk derli toplu bir Türk Edebiyatı tarihi yayınlamıştır. 1978'de
ölümü ile Aldo Galatto bölüm başkanlığına getirilmiştir.
Roma
İslam incelemeleri enstitüsü 1627 yılında kurulmuştur. Uzun bölüm başkanlığını Anna Masala yürütmüştür.
Anna Masala, İtalya kamuouyunda bir dizi bilimsel çalışması ile değil de, Ağca
davasındaki tercüman olarak bulunuşu ile tanınmıştır. Anna Masala 1934 yılında Roma'da bir gazetecinin kızı olarak doğdu.
İlkokulu İspanya'da bitirdi. Roma Üniversitesi Türk dili ve edebiyatı bölümünü
bitirdi. Özellikle Mevlana ve Türk halk yazını konuları üzerinde çalıştı. Yunus Emre, Mehter, Oğuz
Kağan Destanı, gibi çalışmaları yayınlandı. Ayrıca Saidi Nursi üzerinde
araştırmalar yaptı.
Gondollar Kentinde
Türkoloji
Venedik
Üniversitesi Türkoloji bölümü 1970 yılında kurulur. Bölümün ilginç bir yazgısı
ve gelişimi vardır. Bölüm başkanlığına Prof. Asım Tanış atanır. Asım Tanış
İtalya'da eğitim görmüştür. Liseyi bitirdiği yıl bir gazetede gördüğü ilan
aracılığı ile İtalyan Kültür merkezinin öğretim bursunu kazanmıştır. Kendisi
ile birlikte iki kişi daha bu sınavı başarmıştır. Bunlardan biri Bedrettin
Cömert öbürü ise bir kız öğrencidir. Yıllar sonra Bedrettin Cömert'le Asım
Tanış başladıkları öğrenimi bitireceklerdir. Kız arkadaş ise bitiremeyip
Avrupa'nın insan seli içinde yitip gidecektir. Ne ki, Türk aydınının yazgısı
bununla bitmez. Sınav, İtalya'da eğitim, Türkiye'ye dönüş. Bu dönüşte ancak
Bedrettin Cömert Hacettepe Üniversitesine girebilir. Bu üretken bilim adamının
yaşamı, 1978 yazında Türk Dil Kurultayına giderken üzerine çevrilen kör
kurşunlarla noktalanacaktır. Asım Tanış ise tüm çabalarına karşın Dil ve Tarih
Coğrafya Fakültesi İtalyan Dili ve Edebiyatı bölümüne giremez ve soluğu yeniden
İtalya'da alır. Bu çağrısız konukluk iyi de olur ve Venedik Üniversitesinde
açılacak bir türkoloji bölümünün başına gelir. Şimdi gondollar kentinde sessiz
bir bölümün yöneticisidir. İtalyanca Türkçe sözlükler, dilbilgisi dil öğretme
kitapları yazar.
1983
güzünde Venedik türkolji bölümünde öğretim üyesiyim. 13. yüzyılda, bu direkler
üzerine kurulu kentten ünlü gezgin Marco Polo'nun kentindeyim. Marco Polo
gezdiği yerlerde gördüklerini olduğu gibi yazmıştır. Ben de gördüklerimi olduğu
gibi yazacağım. Gözlemlerine önem vermiştir, ben de önem vereceğim. Marco
Asya'yı gezmiş, ben Avrupa'yı gezeceğim. Ama Marco Polo Çin imparatoru
Kubilay'ın gözüne girmiş, İç Asya'yı, Çin'i dolaşmıştır. Ben böylesi güçlü bir
dayanak bulamayacağım!
Venedik
türkolojisinde o dönemde zaman altı öğrenci vardır. Bunların bir bölümü
Türkiye'den gelmiştir. Türkiye'de İtalyanca bölümünü yarıda bırakıp
gelmişlerdir. Osmanlıca, Türk Dili Tarihi, Azerice gibi dersler veriyorum. Tam
bu günlerde iki yeni öğrenci daha katılıyor. Bunlar ise İtalya'ya tıp öğrenimi
için gelmiş hali vakti yerinde aile çocuklarıdır. İtalya, tıp fakültesine
girişin en kolay olduğu ülkelerden biridir. Hemen hiç zorlanmadan tıp
fakültesine girilir. Ne ki, tıp öğrenimini bitirmek çok zordur. Nitekim bizim
gençler de Tıp öğrenimine başlamışlar ama bir türlü bitirememişlerdir. Bu
durumda Türkiye'ye tümden boş dönmektense bir Türkoloji diploması ile dönmeyi
yeğlemişler ve Türkoloji bölümüne başlamışlardır.
Venedik'te
ders yaparken denizin sesini duyarsınız. Denizin ortasında yer alan eski
yapıların birinde yer alır bölüm. Ne ki bölümü bulmak öylesine kolay değildir.
Tüm sokaklar birbirine benzer. Zaten sokak diye bir şey de bulunmaz. Tümü üç
kişinin yan yana geçemeyeceği ölçüde dardır. İnişli çıkışlı köprüler, daracık
yollar yaz kış tüm dünyanın gezgincileri ile dolar. Öğle üzeri bu daracık
yollarda yürümek iyice zorlaşır. Hele biraz işiniz aceleyse yandınız demektir.
Bir iki kez gezginleri zorlayıp geçseniz bile fazla zorlayamazsınız ve tıkanıp
kalırsınız. Hem yollarda öylesine rahat da yürünmez. Bu kent halkı temizdir,
modayı izler ama kötü bir alışkanlığı vardır. Hemen herkes köpek besler. Bu
yüzden sokaklar köpek pisliği ile doludur. Gözünüzü önünüzde ayırdığınız an
ayaklarınız kötü bir görüntüye bulanır.
Venedik'in
Türkiye açısından en ilginç yeri Venedik arşividir. Bilindiği gibi Osmanlı'nın
Avurapa'da ilk belâlı karşıtları Venedik ve Cenevizliler olmuştur. Buna bağlı
olarak da diplomatik ilişkiler bu devletlerle başlamıştır. Venedik stanbul
elçiliği her hafta ülkesine Osmanlıda olup biteni rapor etmiştir. Osmanlıca ve
İtalyanca olarak tutulan bu tutanaklar günümüzde Venedik arşivi olarak
korunmaktadır. Türkiye ile ilgili sayısız tarihsel gerçekler bu arşivlerde
yatmaktadır. Ülkemizden kimi tarihçiler zaman zaman bu belgelere el atmak
gereğini duymuşlardır.
Venedik
aynı zamanda kristalleri ile de ünlüdür. İki büyük kumarevi (biri yazlık/biri
kışlıktır) tüm dünya zenginlerini kendisine çekecek cazibededir.
Venedik
ve İtalya'dan aklımda kalan bir de Milano yolculuğu var. O yolculuğun tren
biletini yazı masamızın üzerindedir. 31 Ekim 1983 günü gidip dönmüşüm.
Bir
evrak onayı için Milano konsolosluğuna gidiyorum. Her yerde olduğu gibi burda
da konsolosluk sıkı güvenlik içinde. Konsolosluğun bir dışarıya açılan bir
orasında bekliyoruz. Tüm bulunanlar bir kaç TIR sürücüsü, bir genç ve ben. TIR sürücüleri Milano-İstanbul
arasında mal götürüp getiren kişiler. Biraz sonra bu gencin de kim olduğunu
öğreneceğim. Temiz yüzlü pırıl pırıl bu genç yanındaki ufacık o İtalyan kızla
evlenmek için gelmiş. Kız bir iki adım atınca topal olduğunu da gördüm. O anda
içimin sızladığını anımsarım. Yine eğitim amacıyla Avrupa'ya gelip öğrenim
yapamayan gençlerden biri. Her ne hikmetse bula bula bu kızı bulmuş. Belki de
İtalya'da kalışını daha uzatmak için. Öyle ya askerlik var, Türkiye'de
bekleyenler var...
Venedik'te
bir pansiyonda kalıyorum. Yaklaşık 10.km uzakta bir yerde. İki saatte bir
otobüs geçiyor. Pek çok ülkede otobusler gecikir, İtalya'da ise erken geçiyor.
Zamanından beş dakika önce otobüs durağında olmazsanız, ikinci otobüsü
beklemeniz gerekir. Bir iki kez böyle otobüs kaçırdıktan sonra ben de zamanından
önce durakta olmayı öğrendim. Ama asıl konutum Giessen'de. Venedik Giessen
arası gidip geliyorum. Venedik- Frankfurt tren bağlantısı çok güzel. Toplam
14-15 saat içinde üç ülke geçiyorum. Tren Avusturya'nın güneyinde ormanlık,
dağlık vadiler arasında ilerliyor. Tüm güzelliği ile Tiroller başlıyor. Kuzey
Tirol geçildikten sonra güney Tiroller başlıyor. Avusturya bu dünya güzeli
toprakları 1. Dünya savaşında makyevelist şampiyon İtalya'ya kaptırmıştır. Ama
buranın acısı bir türlü içinden çıkmamıştır. 2.Dünya savaşında ise ikisi de
Almanya yanında savaştığı için birbirine toprak alış verişi olmamıştır. Şimdi
bu topraklardan trenle doludizgin geçip giderken kış günlerinde karlarla kaplı
çam ağaçlarının olağanüstü görüntüsünü hayran hayran izleyeceksiniz.
Uzaklardan küçük çığ parçalarının yuvarlanışını seyre dalıp yaşadığınız anı
unutacaksınız. Ve bir an bu toprakları elinden çıkaran Avusturya için üzülüp
ele geçiren İtalya adına mutuluk duyacaksınız.
Nitekim
bu gidiş gelişlerde Güney Tirollerde oturanlarla birlikte yolculuk ettiğim
olacak. Hemen tümü nefis Almanca konuşur. Bir genç daha açık görüşlüdür.
Sorularımı yanıtlamadan kaçınmaz. İtalya'ya bağlı olmak bize fazla birşey
yitirtmedi. Tüm kültürel haklarımız var. Öğrenimimizi Almanca'da yapabiliyoruz.
Ama tek rahatsız olduğumuz olay İtalyan parasının sürekli değer yitirmesi ve
kötü değişimi. Bunun dışında bizi rahatsız eden bir şey yok. Tüm haklarımız
yüzyılların içinde verilmiş.
Evet,
gerçekten İtalya parasının kötü değişimi rahatsız etmeyecek gibi de değil. Şu
anda bakıyorum. Milano-Venedik treni bileti için 22.200 Lire ödemişim.
Frankfurt-Roma
expresi doğrudan Venedik'e uğramaz. Verona istasyonunda aktarma yapmak gerekir.
Bu arada Verona yakınlarından geçerken Shakespeare'nin ünlü Rome-Juliette
oyununun geçtiği sarayı uzaktan göreceksiniz. Bütünlüğü içinde İtalya sevgi
ülkesi. O günlerde Feliçita (mutluluk) şarkısı dillerden düşmez. Venedik Sen
Lucia istasyanuna indiğinizde ilk duyacağınız sözcük feliçita olacaktır. O
günlerde bir başka moda daha vardır. Bu da genç ve güzel bayanların başına
giydikleri kara fötr erkek şapkasıdır. Ne ki böylesi modaları izleyemekten çok
uzaklardayım. Nitekim ilk gördüğüm günlerde bu güzel İtalyan kızlarının evde
babalarından kalan eski şapkayı başlarına geçirdiklerini sanıyorum. Çünkü
Frankfurt'ta böyle bir moda henüz yayılmamıştır.
3
Fransa
Fransada
türkoloji incelemeleri 16. yüzyılda başlamıştı. Postel, adlı biri doğu gezileri
yapmış, dönüşte konferanslarla ilgileri Doğuya çekmişti. Türkler ve Türkçe
üzerine bilimsel olmasa bile ilk incelemeleri yapmıştı. 1560'ta yazdığı
"Türk Devleti"adlı kitabında Müslümanların ahlak ve törelerini
anlatmıştı.
Ancak
Fransa'da akademik çalışmalırı başlatan Paul Pelliot, Türkeçiye Çince
çalışmaları yanında yer veriyor. Ondan sonraki gelişimi ise Türk Fransız
ilişkiliren bağlı olarak zaman zaman yükseliyor, zaman zaman duraklıyor. 1983
Güzünde Paris'e doğru yola çıkarken, elimin altında Edward Said'in kitabı bulunuyor.
Trende yol boyu satırların altını çizerek okuyacağım. Geçmişin olaylarına
geleceğin düşlerine dalacağım.
Paris'te Türkiye'yi
Yaşamak
Ve
derken Paris beni bekliyor. Paris'te bulunan başka bir sürgün profesörü ziyaret
edeceğim. Bu sürgün ise 1948 sürügünüdür. Prof. Pertev Naili Boratav. Boratav
hocayı ekim sonlarında ziyaret ediyoruz. Frankfurt Paris arası 450 kmlik bir
uzaklıktır. Kişi Avrupa'daki bu uzaklıkları Türkiye ile karşılaştırınca bir garip
oluyor. Hani, Ankara İstanbul kadar bir yol iki büyük ülkenin iki önemli
kentini birbirine bağlıyor. Trenle birkaç saatte bu yol alınır. Yine bir gece
yarısı eskpresi beni yaşlı bir hocaya götürür.
Paris,
Türkoloji bölümü önem bakımından dünyanın sayılı Türkololoji bölümleri arasında
başta gelir. Pariste türkoloji 1795 yılında doğubilim okulu içinde açılır.
Venedik ve Cenovalılardan sonra Batıda ilk Osmanlı ilişkisi Fransızlarla olur.
Fransa'da doğubilimin gelişimi siyasal amaçlıdır. Edward Said bu konuda şöyle
der: Kısacası doğubilim, İngiltere ve Fransa'nın Doğuya karşı özel bir
ortaklığıdır.(11) Ondokuzuncu yüzyılın ilk on yılı içinde, Paris Sanskritçe
üzerine yürütülen çalışmanın tek merkezi olmuştur. Napolyon, İngilizlerin
Hindistan'da oynadıkları rolü bildiği için, Doğu araştırmalarına değer
vermişti. Uzakdoğuyu ilgilendiren bütün bu çıkar ilişkileri, Fransa'nın Orta
Doğu, İslam ve Arap ülkelerindeki çıkarlarını doğrudan doğruya etkilemiştir(12).
Doğubilim,
güçlü bir üniversite geleneğidir. Gezginler, tüccarlar, devlet adamları,
askerler, egzotik maceraların ve öykülerin okuyucuları, doğa tarihi uzmanları
hıristiyan hacılar, bu sofranın çağırısız konuklarıdır. Üniversite hocaları bu
alanın beyleridir Biz çağrısız
konuklardan değil de önce çağrılı bir konuktan söz açalım. Bu Baron de
Tott'tur. 1757 yılında İstanbul'a gelmiştir. 1767'de Fransız hükümetince Kırım
konusunda bilgiler vermekle görevlendirilmiştir. Ardından Osmanlı devletince,
İstanbul ve Çanakkale boğaz istihkamlarının onarılması işine verilmiştir.
Baron'un görevi kimileyin Fransa kimileyin Türkiye adına sürmüştür. Sonuçta
yazdığı kitapla ünlenmiştir. Bu kitabı ile Türkler üzerine Avrupa'da olumsuz
görüşlerin yayılmasına neden olmuştur. Peki ne demiş Baron?
"Türkler
körükörüne özgüvenli. Son derece cahil. Kendi durumlarını kesinlikle
anlamıyorlar, anlamayacaklar. Rus savaşına büyük bir fanatizmle girdiler.
Ordularında disiplin ve bilgi diye bir şey yoktu. Askerler ve yöneticiler
yağmacıydı, hırsızdı. Ne bunu ne de yenilginin nedenini anladılar. Yenilgi
karşısında fanatizme sığındılar. Oysa en büyük düşmanları kendileriydi.
Değişen modern teknik ve bilime kayıtsız kalmışlardı. Sonuçta yenilince apışıp
kaldılar."
Kitabın
özü bunlar. Bunlara bakarak doğubilimin amacını eleştirebilir miyiz? Ama
yazarın abartılı sözleri de var. Sözgelimi, yazar Türkleri cahil, sersem,
ahlâksız, şeref ve haysiyet duygularından yoksun gösteriyor. Bu kavramların
Türkçede karşılıklarının bulunmadığını bildiriyor. Nitekim, Fransanın Türkiye
konsolonsu Baron'un kitabını eleştiren kitap yazıp yanıtlıyor. Fransa Rusya'ya
karşı Osmanlıyı destekliyor, ama dönemin Fransız düşünürleri Rusya'ya yakılık
duyuyor. Voltaire ve Didero Rus hayranları. Montesquieu eleştirici, Rousseau
tümden düşman.
19.
yüzyılda Avurapa romantiklerinin Doğuda heyecanlı arayışları başlar. Fransız
gezginleri egzotik, ancak gerçekten göz alacak gerçeklerin peşindedir. Bir dizi
edebiyatçı ve gezgin için Doğu sempati sahnesidir. Aşırıkları ve kişisel
tabloları ile harikalar dünyasıdır. Byron, Goethe, Hugo, Musset, Flaubert ve
Baudelaire dek belli başlı yazarlarda Doğu tutkusu başlamıştır. Bu arayış
Doğubilimden ayrı tutulur. Sözkonusu yapıtlara bilimdışı yazınsal kurmacalar
olarak bakılır.
Bu
alanın çağrısız konuklarından biri de Pierre Loti'dir. 1867de deniz akademisini
bitiren Loti, otuz yıl deniz subayı olarak uzak denizlerde, uzak ülkelerde
dolaşır. Türkiye, Japonya, Tahiti, İran, Senegal... ve başkaları. İçtenlikli
bir Türk dostu olarak ün salmıştır. Türkiye üzerine on beş dolayında kitap
yazmıştır.
Benzer
görüşü Nâzım Hikmet marksist açıdan söylemiştir:
"Esrar!
Tevekkül!
Kısmet!
Kafes, han, kervan,
Şadırvan gümüş tepsilerde
rakseden sultan
Mihrace, padişah
Minarelerden sallanıyor
sedef nalınlar
burunları kınalı kadınlar
ayaklarıyla gergef
dokuyor,
rüzgarda yeşil sakallı
imamlar ezan okuyor,"
İşte frenk şairinin
gönlündeki şark!
lâkin
ne bugün,
ne yarınböyle bir şark
yoktu
olmayacak (...)
Nâzım
Hikmet
Loti,
gerçekten bir doğu tutkunudur. Haliç'ten İstanbul'un görünüşüne bayılır. Sarayburnu,
Eyüp Sultan'daki kahvalerde oturur. Beykoz'da ezan sesini dinler. 1876 da
Selanik'te Müslüman mahallesinde Hatice adlı bir kıza tutulur. Bunun ardından
"Aziyade"adlı romanını yazar.
Hatice'ye
ilk kez kentin üst kesimindeki Türk mahallesinde dolaştığı bir akşam görmüştür.
Bir harem kafesinin kalın parmaklıkları ardında, yeşil iki göz ve kızıl
saçlar. Hatice İstanbul'a gelmiş bir Çerkez kızıdır. Satıcının biri onu yaşlı
bir Türk'e satmıştır. Bu Türk oğluna vermek üzere yetiştirmiştir. Oğul da baba
da ölmüştür. İstanbul'da tanıyan biri Hatice'yi almıştır. Selanik'te üç
karısının bulunduğu eve getirmiştir. Hatice on altı yaşındadır. Durgun bakışlı,
iri gözleri, gür kaşları, küçük ağzı ve çenesi, minnacık burunu ile çok
güzeldir. Bu genç kadınla hiç Türkçe bilmeksizin gönül bağı kurmayı başarır.
Kendine büyük ün sağlayacak Aziyade adlı romanında bu aşkı anlatır.
Pierre
Loti, Türk kurtuluş savaşını destekleyen yazılar da yazmasına karşın, Nâzım'ın
ağır eleştirilerinden kurtulamamıştır.
Fransız zabiti sen
o üzüm gözlü Azadeyi
bir orospudan
daha çabuk unuttun
Kalbimize diktiğin
Azadenin taşını
bir tahta hedef gibi topa
tuttun
Bilmeyenler
bilsin
sen bir şarlatandan başka
bir şey değilsin!
Şarlatan!...
Çünkü Fransız kumaşlarını
yüzde beş yüzde ihtikarla şarka satan
Pierre Loti, ne domuz bir
burjuvaymışsın meğer!
Şiir
sürüyor. Tam Edward Said'e göre bir şiir. Said, koca kitabı lafa boğacak
yerde, daha yalın anlatamaz mıydı? Bakın bizim koca ozan nasıl dile getirmiş!
Doğu'nun
toz pembe düşlerine kendini kaptıran batılı yazarlardan biri de Alexander
Dumas'tır. Azerbeycan'ı gezisinin ardından "Kafkas Seferi" adlı
kitabını yazmıştır. (13)
Ankara'nın
güzü güzel olur. Paris'in de güzü nefis olur. Sabahın sert bozkır havası bir
süre sonra yumuşar ve yerini güneşli ılık bir ortama bırakır. Koca Seine
ırmağı üzerinde ışıklarını saçar. Norte Dame, San Mischel ayaktadır. Paris kaç
bin yıllık uykusundan bir kez daha uyanmıştır. Aceleci metrolar insanları
gidecekleri yere ulaştıracaktır. Boyunlarında fotoğraf makinası asılı gezginler
bu yalnız kentte mutluluklarını görüntüleyeceklerdir. Paris uyanmıştır hayır
hayır Paris uyumamıştır. Paris uyumadığı bir geceden uyanık kalkmıştır. Paris
sebze pazarı görülecek yerdir. Bu pazarı ilk kez bir filimde görmüştüm. Sokak
Kızı İrma'da pazarın çok renkliliğine bayılmıştım. Şimdi ise gözler önündedir.
Yine bu pazar çevresinde kasaplar vardır. Kimi kasap dükkanlarının kapısında at
başı bulunur. Böylece buralarda at eti satıldığı belirtilir.
İşte
bu gezi sırasında bir fırsat bulup tüm sen Mişeli, Notre Dame'ı Eifel kulesini
gezeceğiz Ve de Şanzalize'de sinemaların tıklım tıklım müşteri bulduğunu görüp
şaşacağız Sinemaların önlerine büyük boy afişler asılmıştır. O günlernde Paris
sinemalarında iki filim oynar. Jean Paul Belmando'nun Toplum Dışılar ve Yves
Montand'ın Garson. Bu görkemli yollarda art arda akan taksiler. Bitip tükenmez
trafik yorgunluğu. Bir park yeri bulmak için uğraşan gençler ve her araba park
edilişte muklak tamponlar birbirine vuracaktır. Bu da Fransa geleneği! ve de sinemaların
önünde elleri üstünde yürüdükten sonra bu hünerine karşılık halktan para
toplayan gencin mutluluğuna katılacaktır. Paris bambaşka bir kent. Tıpkı ünlü
yazar Ernst Hemingway'in dediği gibi gençliğinizde bir kez Paris'te yaşadınız
mı tüm yaşamınız boyu orayı düşleyeceksiniz. Ve Paris'in bir şenlik olduğunu
siz de kabul edeceksiniz. Paris böylesine büyülemiştir bizi. Ancak bu gezide
bir cahaletimi anlamakta gecikmiyorum. 1983 yılında kızların tıpkı erkekler
gibi fötr şapkası giymesi modadır ve Paris'in tüm güzel kızları böyle
giyinmiştir. İşte o anda Venedik istasyonunda içinden geçen düşüncelere
gülüyorum. Ne ki, bu noktada suçlu da sayılmam. Venedik ve Paris modayı en
yakından izleyen ve de yaratan iki kenttir. Öğrencilik ve delikanlılık yıllarımı
Almanya'da geçirmişimdir. Benim için Almanya, Avrupa'nın merkezidir. Oradan
üstün bir ülke tanıyamam.
Paris'in
bu güzelliklerinden kopup şimdi İvry'ye doğru yol alacağız. Neden ki, 77
yaşındaki Prof. Pertav Naili Boratav bizi metro istasyonunda beklemektedir.
Hocalar hocası Boratav bekletilmeye gelmez. Konukla ev sahibi birbirini hiç
görmemişlerdir, ama konuk Boratav hocayı resimlerinden iyi tanır. Nitekim
metro istasyonunun kalabalığı içinde hemen onu seçecektir.
Bir
duvarda Abidin Dino'nun resimleri, bir duvarda küçük bir kilim, Türkiye'den
getirilmiş küçük el işleri... Kırk yılın Anadolu özlemi sinmiş İvry'deki evin
duvarlarına. Tam Abidin Dino'nun "Kırk
yıldır Paris'teyim, ama ben hep Türkiye'yi yaşadım" sözüne uygun bir
ortam. İşte Sorbone Üniversitesinden emekli hocanın yaşamı.
1938
Yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne doçent
olarak atanıyor. 1946 yılında profesör oluyor. Öğretim üyeliği 1948 yılına
değin sürüyor. 48'de Türk Halk edebiyatı kürsüsü kapatılıyor. Boratav'ın
görevine son veriliyor. korkunç bir sürgünlük başlıyor.
1946
Haziranında Milli Eğitim Bakanlığına Reşat Şemsettin Sirer gelir. Hasan Ali
Yücel döneminde yapılan bir çok olumlu işi baltalama çalışmalarına başlar. Dil
ve Tarih Coğrafya Fakültesinde çalışan Folklor profesörü Pertev Naili Boratav,
Sosyoloji Doçenti Niyazi Berkes ve Doçent Behice Boran'ın fakülteden
atılmaları için bir cihat başlar.
Yargı
önünde aklanmışlardır. Ancak ilerici öğretim üyelerinin yazgısız değişmez.
DTCF'den bu profesörlerin kürsüleri kaldırılacaktır. 21 kişinin işine son
verilecektir. Yıllar sonra bir başka sürgün Prof.İlhan Başgöz şöyle diyecektir:
"DTCF'nin önünden her geçişimde
yüzümü karşı yöne çeviriyorum, elimle gözümü kapıyorum. Bakamıyorum..."
Paris'te
kırk yıl Türkiye'yi yaşayan Abidin Dino da türkolojinin çağrısız
konuklarındandır. Sabiha Sertel şöyle yazar: "Zekeriya ile beraber ressam
Abidin Dino'yu ziyarete gitmiştik. Dino'nun evi Caddebostan'da, deniz
kenarında, büyük bir bahçenin içinde, zarif bir köşktü. (...) Az sonra Nazım
bizi evin alt katındaki bir odaya götürdü. Burda Dino'nun, Nazım'ın yazdığı
"Milli Kurtuluş"destanına yaptığı resimler yerde yatıyordu. Nazım
bana resimleri gösterdi:
-Bak göreceksin, Dino bir
gün milletlerarası bir ressam olacak, dedi"(14)
Gerçekten
Abidin Dino, uluslararası ressam olmuştur. Eşi Güzün Dino, Paris sürgünlüğünde
"Türk Romanının Doğuşu"adlı kitabı ile türkolojinin konukları arasına
girmiştir. Nazım Hikmet'in üçüncü eşi Münevver ise Warşova üniversitesi
Doğubilim bölümüne kapağı atacaktır. Böylece türkoloji, sahipsiz Türk aydınına
ev sahipliği görevini sürdürecektir.
Kırkların
cadı kazanı gerçekten acı; acı olduğunca düşündürücüdür. Şimdi kişi o günlerin
anılarına el attığı zaman, ülkede demokrasi savaşı veren bir avuç insanın
yazgısını düşünmektedir. Niyazi Berkes bir kitabında Türkiye'nin bu konumunu
Pakistan ile karşılaştırır ve kardeşi Enver Berkes'e yazdığı mektupta şöyle
der:
"Düşün bir kere,
Enver, eğer günün birinde bu Menderes devri gibi başlangıçlarla gidilir de bu
din allamelerinin kafasındaki kişiler meydanı alırlarsa Türkiye'de de böyle
şeyler olacak. Takkeli din politikacıları türeyecek. Şerait devleti lafları
başlayacak. Atatürkçülük, laiklik gibi laflar ağıza alnmayacak. Şeriatın
dediklerine ayakırı laflar edenler gâvur, kızıl, komunist olacak. Zaten bu gibi
kişilere "solcu profesör" denmiyor mu? Bizler iki yıl gazetelerde
"solcu profesörler" diye sergilenmedik mi? Bir gün gelecek bütün
aydınlar aynı damgayı yiyecekler. Çünkü biliyorum ki nasıl Pakistan'da
anlattığım hallerin toplumda kökleri varsa, bizde de tohumları vardır. Ve bir
gün gelecek bu tohumlar yeşerecek; Pakistan'da olduğu gibi aydınlar saçmalar
ya da susarsa bu yeşermeler boy verecek. Artık tahmin et ortalığı kapsayacak
hezeyanları."(15)
Moda'da
Sertellerin evinin balkonunda Türkolojinin çağrısız konuklarını selamlıyor
gibiyizdir. Tümü daha sonra uluslararası üne kavuşacak bu insanlar Avrupa'da
türkolojinin kapısını çalacaklardır. Pertev Nailî Boratav önce Amerika'ya
gider. 1952 yılında ise Fransa'ya geçer.
Yıllarca
Türkiye'ye giremeyecektir. Derlemeleri eşine yakınlarına yaptıracaktır. Ancak
1960 yılından sonra 27 Mayıs'ın özgürlük ortamı içinde 1963 yılında Türkiye'ye
adımını atabilecektir. Bu süre içinde derlemeleri eşi yürütecektir. İngilizce
Almanca Fransızcada Türk kültürü ile ilgili kitaplar yazacaktır. Türk folklor
ve kültürünü dünyaya tanıtma çabaları, uluslararası ün bir birini izleyecektir.
Tüm bunlar Hocanın 1975 Haziranında İstanbul'da toplanan Kültür Bakanlığı Milli
Folklor Araştırma Dairesince düzenlenen yedi günlük Uluslarası Türk Folklor
Kongresine önce çağrılıp ardından da eski asistanı şimdi Amerika'da profesör
İlhan Başgöz ile birlikte kapı dışarı edilmesine yetmeyecektir. Ve kişi bu
olayları düşünürken bir kez daha "Türk olmak kolay değil" diyecektir.
Ve bir kez daha "Türk bilimadamı olmak hiç kolay değil" diye içinden
geçirecektir.
Kimi
oğullar beşik uleması olur, düzenden payını alır, kimi oğular da babanın
yazgısını paylaşır. Prof. Korkut Boratav'ı ikinci türe katmak gerekir. 1982
güzünde oğul Korkut Boratav da Siyasal Bilgiler Fakültesinden kapı dışarı
edilir. 83 güzünde o da Paris'tetir. Zambia'da iki yıllık bir iş bulmuştur.
Kara Afrika yolcusudur. Korkut Boratav'la kapıda karşılaşıyoruz. İki üniversite
sürgünü yüz yüzeyiz. Korkut Boratav "Frankfurter Rundschau gazetesinde
çıkar yazıyı siz mi gönderdiniz" diyor. Evet diye karşılık veriyorum. Bir
ay kadar önce Almanya'nın ciddi gazetelerinden birinde Türkiye'deki üniversite
olayları ile ilgili uzun bir yazı çıkmıştı. "Tıkanan Üniversite"
başlığını taşıyordu. Yazıda Korkut Boratav'ın da adı geçiyordu. Yazının bir
fotokopisini yapıp Boratav Hocaya yollamıştım. Korkut Bey bundan sözediyordu.
Hacı Bektaş Veli
Strasburg'da
Fransada
güçlü türkoloji bölümlerinden bir öteki Strasburg Üniversitesindedir. Başkanı o
yıllarda Prof.Dr. İren Melikoff'tur. Hamburg üniversitesinde ders verdiğim
günlerde Strasburg Üniversitesinden bir çağrı aldım. O sıralarda Strasburg
Üniversitesi Türkoloji bölüm başkanı dünyadaki en iyi Alevilik uzmanıdır.
Hatâyi üzerine çalışmaktadır. Emekliliği yakındır. Emekli olmadan önce Hacı
Bektaş üzerine bir sempozyum düzenlemiştir. Şimdi kırmızı VW arabamızla
Strasburg yolundayız.
Alevilik
konusunda kitaplarım çıktıktan sonra Prof.Melikoff' la birlikte birçok
konferansa katıldım. Bu konferaslarda ve özel görüşmelerimde yakından tanıma
olanağı buldum. Son görüşmeyi bu yazı dizisi için 13 Eylül 1992 günü
İsviçre'de Thun gölü kılıylarında yaptım. Aynı gün Basel'da Alevilik üzerine
bir konferansa katılmıştık.
Prof.İrene
Melikof, Azeri bir baba ile Rus bir anadan geliyor. 1917 yılında Ekim
Devriminin olduğu gün Petersburg'da doğmuş. Petrol zengini baba Melikoff,
Çarlık Rusyasında işlerin karıştığını anladığı günlerde Azerbeycan'daki petrol
kuyularını bir ingiliz şirketine satıp Baku'dan ayrılmış. Petersburg'a yerleşmiş.
İhtilal olduktan sonra Fransa'ya kaçmış. İren Melikoff Fransa'da büyümüş. Ama
ata kültürüne bağlılık onu, Türkoloji dünyasına çekmiş. Paris'te Prof. Dr. Jean
Deny'nin yanında Türkoloji eğitimine başlamış. Deny'nin yanında
"Danişmend-name" üzerine doktorasını bitirmek üzereyken, hocasının
ölümü üzerine Claude Cahen'in yanında doktorasını tamamlamış. İlk iki hocası
da Türkoloji dünyasının yıldızlarıdır. Ayrıca Dr. Adnan Adıvar'dan Türkçe
öğrenmiş. /Prof. Melikof'un anasının Rus olduğunu söylemiştik, anadili Rusça ya
da Fransızcadır. Baba dili Türkçeyi Türkoloji eğitimi ile öğrenecektir./
Burada
bir an durmalıyız ve Dr.Adnan Adıvar'dan söz etmeliyiz. Çünkü Dr.Adıvar da
Türkolojinin çağırısız konuklarındandır. Kurtuluş savaşı bittikten sonra eşi
Halide Edip ile Atatürkle araları açılmıştır. Türkiye'yi terk etmek durumunda
kalmıştır. Atatürk'ün ölümüne değin İngiltere ve Fransa'da bir tür sürgün
yaşamı sürmüştür. Fransa’daki sürgünlüğü sırasında Türkçe okutmanlığı ile
yaşamını kazanmıştır. Prof. Melikoff'un Adıvarlar üzerine canlı anıları vardır.
Halide Edip'le pek yıldızları barışmamıştır, ama Adnan Adıvar'ı sever. Adnan
Adıvar'dan "eşine korkunç bir hayranlığı vardı. Bize ilk okuttuğu kitap
Halide Edip'in Yol Palas Cinayeti romanıydı. Sürekli "Ne güzel Tütrtkçe,
ne güzel Türkçe diye eşine hayranlığını belirtiyordu. Ben ise hayretmler içinde
kalıyordum. Çünkü, Yol Palas Cinayeti'nden en küçük zevk almıyordum. İçimden
'bunun neresi güzel?' diye soruyordum."diye söz etmektedir. Prof.
Melikoff, Halide Edip'in buyurgan kişiliği olduğunu söyler. Gerçekte Halide
Edip'in bu kişiliğini en güzel Haldun Taner betimlemiştir. Haldun Taner
"Ölürse Ten Ölür, Canlar Ölesi Değil"adlı kitabında Halide Edip'e
ayırdığı bölümde Atatürk'le çatışmalarını da Halide Edip'in bu buyurgan
kişiliğine bağlar. Gerçi, Zekeriye Sertel, Hatırladıklarım'da bu çatışmanın
nedenini biraz başka türlü gösterir. Kurtuluş savaşı sırasında Hint
Müslümanlarının yolladıkları parayla İş Bankasının kurulmasına karşı çıktıkları
için Atatürk ile çatıştıklarını ima eder. Bence Haldun Taner'in gözlemleri daha
inandırıcıdır. Nitekim Haldun Taner, Sait Faik'in Mark Twain derneğine
üyeliğini de Halide Edip'in böyle buyurgan bir biçimde önerdiğini söyler. Sözü
fazla uzatmadan yine türkolojiye ve Prof. Melikoff'un yaşam öyküsüne dönelim.
Prof. Melikoff'un ilk evliliği Adnan Adıvar'ın yerini alan okutman Faruk
Sayan'ladır. Faruk Sayan o sıralarda Paris'te Hukuk doktorası ile uğraşırken
türkoloji bölümünde okutmanlıkla yaşamını kazanmaktadır. Sayan, Halide Edip'in
ilk eşi matematikçi Salih Zeki'nin oğludur. Prof. Melikoff yıllar sonra başka
bir Salih Zeki ile tanışacaktır. Bu şair ve yazar Salih Zeki Aktay'dır.
Melikoff, Aktay'ın Hallac-ı Munsur adlı oyununu Fransızcaya çevirecektir.
Hallac-ı Mansur, Melikoff'un söylediğine göre Fransız radyosunda radyo oyunu
olarak oynanmış ve büyük ilgi uyandırmıştır. Prof. Melikof Hallac-ı Mansur
oyunun hâlâ etkisindedir. Onu çok başarılı bir oyun sayar. Biz bu hayranlığı
biraz da Prof. Melikoff'un Aleviliğe olan ilgisine bağlayalım ve yolumuza devam
edelim. Çünkü Prof. Melikoff, Danişmendname ile başladığı bilim yolculuğuna
Eba Müslümnâme ile devam edecektir. 1962 yılında basılan bu çalışmasının
ardından Aleviliğe karşı özel bir ilgi uyanacaktır. Türkiye'ye gelip Anadolu
Aleviliğini araştırmaya koyulacaktır. Aralıklarla Alevilik üzerine Batıda en
ciddi yazıları yazacaktır. Ve yurt dışındaki her türkoloji bölümü bir tür Türk
tekkesidir. Türkoloji bölümünün bulunduğu kente yolu düşen az çok okumuş her
Türk'ün uğrak yeridir. Bir de alan çalışması yapan türkologların ayrı bir
yazgısı vardır. Alan çalışması yaptıkları bölgelerde pek çok kimseden yardım
görürler. Bunlarla şöyle ya da böyle bağlantıları sürer. Hele kapağı yurt
dışına atmak isteyen pek çok kimse bunların yakasını bırakmaz. Böylece her
türkoloğu bir tür derviş saymak yerinde olur. Prof. Melikoff da böylesi
dervişlerdendir. Pek çok Türkü konuk etmiştir. Yılmaz Güney'den, Davut
Sulari'ye Feyuzullah Çınar'dan Server Tanilli'ye bir çok ünlü ünsüz Türk bu
konuklar arasında sayılabilir. Bunlara son bir iki yılda Sovyetlerin dağılması
ile eklenen dış Türkleri katmak gerekir.
Thun
gölü kıyısında bir Türkün evinde ses alıcısının makarası dönmekte ve konuşma
sürmektedir. Melikoff beni biraz de kendi gençliğine benzetir. Sürekli notlar
alan, sorular soran, sürekli çalışan bir insan. Son dönemlerde dağılan
Sovyetler birliğinden sayısız Türk Prof.Melikoff'un kapısını çalmaktadır.
Bunlardan Litvanyalı Karaim Galina Hanımın öyküsü ilginçtir. Karaimler hakkında
çeşitli yazılarımızda bilgi verdik. Burda, yalnızca Musevi Türkler olduklarını
ve tükenme sürecine girdiklerini belirterek öykümüze gelelim. Galina Hanım
Avrupa parlementosunda Karaim bağımsızlığını savunmak için Strasburg'a uğrar.
Kuşkusuz ön görüşmeyi de Prof. Melikoff ile yapar. Melikoff Litvanya'da
bağımsızlığı istenen Karayların sayısını sorar. Galina Hanım
"280"der. Melikoff 280 bin mi? diye duyduğu sayıyı düzeltmek ister.
"Yok, yok bağımsızlığı istenen Karay sayısı yalnızca 280 kişidir!"
Prof.
Melikoff, emekli olmadan önce tüm yaşamını verdiği Hacı Bektaş ve Bektaşilik
üzerine bir sempozyum düzenlemek istemiş. Bunu 1986 yazında başarmış.
29
Haziran- 2 Temmuz 1986 günleri arasında yapılan Bektaşi Tekkesi adlı sempozyuma
dünyanın dört bucağından ünlü bilimadamları katılmıştı. İlk gün Almanya'daki
Alevilerden küçük bir grup sembolik bir cem yaptı. (Aleviler büyük bir cem
yapmayı korkudan göze alamamışlardı!) Semahlar dönüldü. Dualar edildi. Bütün eksiklerine
karşın sıcak bir ortam yaşandı. Kalan günlerde ise gerçekten yüsek düzeyde
bilimsel bildiriler sunuldu. Bu sempozyumda Prof.Dr. İlhan Başgöz'ü tanıma olanağı
buldum. İlhan Başgözle kimi ortak yanlarımız vardı. İkimiz de Sivaslıydık.
1986'da 100. kuruluş yılını kutlayan Sivas lisesini bitirmiştik. İkimiz de
Üniversiteden atılmıştık. O tarihlerde Başgöz hoca İndina Universitesinde
profesörlük yapıyordu. 1924 doğumlu Hoca, emekliliğini bekliyordu. Bin bir
sıkıntı ile dolu bilimsel üniversite yaşamı noktalanıyordu. Canayakın konuşkan
bir insandı. Sempozyumdan sonra Malatya'ya atalarımın köyüne araştırma gezisi
yapacağımı söyledim. O da katılmak istedi. Gerçekten bir süre sonra Sivas'ta
buluştuk. Malatya'nın eski adı Mezirme olan Ballıkaya köyüne birlikte gittik.
Dört gün kaldığımız bu köyden önemli gereçler derledik.
Sempozyumda
tanıdığım önemli tiplerden biri de son Bektaşi Babalarından biri Baba Tayyar
Gayşi oldu. Tayyar Gayşi (eski) Yugoslavyadaki Sersem Ali Baba Tekkesi
halifesiydi. O yıl 71 yaşındaydı. Oldukça rahat Türkçe konuşuyordu. Bu
Bektaşiliğin dilinin Türkçe olmasından kaynaklanıyordu. Kendi söylediğine göre
10. baba oluyordu. Amerika'daki Recep Baba ile mektuplaşıyordu.
(Arnavutluk'tan kaçan Bektaşiler Amerika'da bir iki yerde tekke kurmuşlardı.)
Amerikadaki Kâzım Baba, 1981 yılında hakka yürümüştü. Tayyar Gayşi'ye taziye
mektubu gelmişti. Kâzım Baba birtakım emanetler bırakmıştı. Baba'nın Kosova'da
200 talibi bulunuyordu. Ayini cem törenlerini halifelik erkanı üzerine yürüyordu.
Bektaşilikte dört erkan vardı. Bunlar, musahip, derviş, halifelik, mücerretlik
erkanlarıydı. Recep Baba mücerretti. Babalıkta erkan bulunmuyordu. Muhiplik,
özlemle, istekle tarikata katılmaktı. Kişi kendine bir rehber buluyordu. Rehber
kişiye kefil oluyordu. Kurban kesiliyor, Bektaşiliğe katılıyordu.
Yugoslavya'da Bektaşilik, Musahiplik, Ayini cem böyle yürüyordu. Tayyar
Gayşi'nin ayrıca İzmir ve İstanbul'da 10 muhibi vardı. Kendisinden başka
Yakınova'da Kazim Ali Baba bulunuyordu. Kendisinden sonra bu işlevi o
sürdürecekti. Balkanlarda eriyen Bektaşiliğin son babalarından Tayyar Gayşi
bunları anlatmıştı. 1992 yılında Arnavutlukta kimi özgürlükler tanınmasından
sonra, Balkanlarda Bektaşilik nasıl gelişir bilinmez?
4
Macaristan
Budapeşte'te Bahara
Hazırlanıyor
1989
yılbaşı öncesinde Macaristan kapısındayız. Tatabanya. Avusturya'yı gerilerde
bırakıp adım adım, Macaristan içlerine ilerliyoruz. Gümrükteki asker
pasaportumuza bakıp "efendi merhaba" diyor. Bu Macaristan'da ilk
dostça selamlama. 160 yıllık Türk eğemenliğinden Macaristan'da yalnızca tatlı
anılar kalmış. Süreç içinde acılar unutulmuş. Macaristan da tıpkı Türk ulusunda
olduğu gibi dünya yalnızlığında bir ulustur. Avrupa'nın ortalarında yer
almasına karşın dört bir yanı İndogermenlerle çevrilidir. Kendisi ise Ural
Altay halklarındandır. Belli bir dönemde Hırıstiyan dinine inanması nedeniyle
İndogermenlerle birlik olmuştur. Ama sonuçta ne İsa'ya ne Musa'ya
yaranabilmiştir. Ve 20. yüzyıl başlarında Rus yumruğu başına inince tümden
acılara boğulmuş, ulusal arayışlara yönelmiştir. Şimdilerde o, Türkiye'den de
yalnız. Ve öyle bir yalnızlık ki tümden sessiz bir bekleyiş içinde. Acı
çekmeyenin yüreği bütün der bir halk türküsü. Macaristan'da büyük acılar çekmiş
bir ülke. Avusturya Macaristan İmparatorluğu, ardından Macaristan, ardından
Sosyalist dönem. Her birleşme bir sıkıntı, her ayrılık bir sıkıntı getiriyor.
Halkların yazgısı böyle.
Macarlarla
Türk dilli halkların ilişkisinin başlangıcı 5. yüzyıla dayanıyor. Macarlarla
Türk halklarından sayılan Hunların ilgisi İsanın ilk yıllarından başlıyor.
9-13. yüzyıllarda bu topraklara göçen Uzlar karpat yöresine yerleşiyorlar.
Peçenekler, Kumanlar, Türk macar ilişkisini güçlendiriyorlar.
Sosyalizm
şimdi ayrı bir sıkıntı yaşıyor. 27 Aralık 1989 gününde Budapeşte'ye doğru
ilerlerken, Batı Alman Kızılhaç konvoyu önümüzde yol alıyor. Kan gövdeyi
götürdüğü Romanya'ya sağlık yardımı taşıyor. Temeşvar'da altmış bin kişinin
öldürüldüğü söyleniyor. Dün Viyana'da gazeteler Çauşevsku'nun vuruluduğunu
bildiriyordu. Eşi Elena "biz bağışlanma dilemiyoruz"demiş.
Budapeşte
yabancı gezginlerle dolu. Macaristan gecikmeli özgürlüğünü arıyor. İnsanların
yüzü pek gülmüyor. Herkes döviz almak istiyor. Mc Donald'larda kuyruk birkaç
yüz metreye ulaşıyor. Amerikanın en avam doyumevi burda lüks sayılıyor. Oysa öz
yemekleri çok daha nefis ve ucuz, ama insanlar her yerde böyle. Bulunmayan
özlem içinde.
Budapeşte
eski özelliklerini korumuş. Yer yer, bizim Beyoğlu, İstiklal caddesini
anımsatıyor. Hava güneşli ve serin. Türkoloji bölümünü buluyoruz. Giriş
kapısında Krösi Cs¢ma yazısını okuyorum. Bu ad bana yabancı değil. Macar
türkolojisinin kurucusu ya da kurucularından biri. Şimdi Doğubilim bölümünün
kapısında adı yazılmış bu kişi 1819 yılında Macarların ilk oturdukları
toprakları ziyaret etmek amacıyla Macaristan'dan ayrılıyor. Filibe'ye geliyor.
Ancak bu sırada İstanbul'da veba salgını başgösteriyor. Bir Yunan vapuru ile
Mısır'a geçiyor. Suriye üzerinden Bağdat'a ulaşıyor. Burda İngiliz elçilik
yetkilerinden yardım görüyor. İran'a giden bir kervanla yola düşüyor. 1821
yılında Tahran'a gözüküyor. Orda Ermeni tüccar kılığına giriyor ve Meşhed'e
doğru yola devam ediyor. 6 Ocak 1822'de Kabil'e erişiyor. Ordan Hindistan'a
doğru yola düşüyor. 1823 te Tibet'teki lama manastırlarının sağlığa elverişsiz
izbelerinde çalışmaya başlıyor. Tibetçe öğrenerek dilbilgisi ve sözlüğü
hazırlıyor. Ama Körösi'nin asıl amacı Macarların eski yurdunu bulmak. Bu
Tibetçe işine de İngilizlerden yardım koparmak için biraz da isteksiz bulaşmış.
Üzerine aldığı işi bitirdikten sonra verileri Bengal'deki Asya kurumuna teslim
edip yine yola koyuluyor. "Yugarların ülkesine"! Nedir bu Yugarlar,
Krösi'yi çeken ne? Olayın gizemi bir ad benzerliğinde ya da ad kalıtında
yatıyor. Macarlar kendilerine Ungar diyorlar. Ungar adı ile Türkçe Uygur adları
arasındaki benzerlik ortada. İç Asya'nın yeterince bilinmediği dönemde, orda
Yugar diye bir halkın yaşadığı söyleniyor. Macar bilgin, kardeş ya da soydaş
sandığı bu halkın peşinde düşüyor. Kalküta'dan Yugarlar ülkesine dek sürecek
çileli yolculuğu bu ince yapılı yorgun gezginin vucudu kaldırmıyor ve 1842 yılı
nisanında Darciling'de sıtmadan ölüyor. Krösi, geçen yüzyılda İç Asya'da
yaşamını yitiren bilim adamların özgün örneklerinden biri. Ama onun aşamadığı
bu çölleri bir zahmet ve sıkıntı ile Vambery geçecektir.
Macarlar
kökenlerini araştırmaya çıkarken Türklerle karşılaşıyorlar. Ama bu uğraş boşa
çıkmıyor. Şimdi Macaristan'da iki merkezde Türkoloji öğretiminin saygın bir
yeri var. Budapeşte ile birlikte Szeget'te Türkoloji bölümleri işlevini
sürdürüyor. Altay dilleri tarihi, ses düzeni, adbilimi, dilbilgisi sevilen araştırma
konuları. Slav dillerindeki Türkçe gereçler büyük bir ilgi ile ortaya konuyor.
Macar dilciler, kendi dillerindeki eski Türk gereçlerini araştıyorlar.
Onlardaki ses değişimlerini Macarcaya etkisini sergiliyorlar. Öte yandan eski
Macar dilinin sözvarlığını yoğuruyorlar. Türkçe ile bağlantılar üzerinde
duruyorlar. Eski Macarca ile birlikte çağdaş Macarcayı sözvarlığı, ses, yapı ve
sözdizimi açısından inceliyorlar. Bu bakımdan büyük Macar bilgini Nemeth'in
çalışmaları önemle anılmalıdır.
Biz
Asya içlerinde sözü fazla uzatmadan yeniden Budapeşte'ye dönelim. Türkoloji
bölümü tarihi bir yapının 3. katında yer alıyor. Taş basamaklarla çıkılan
yapıda Arapça ve Farsça bölümleri ile birlikte. Bölümü 1870 yılında Vambery
kurmuş. Macarların türkolojide saygın bir yerleri var. Nemeth, Fekete, Ligeti
gibi büyük türkologlar yetiştirmişler. Hele Nemeth'in bence, ayrı bir özelliği
var. Nemeth, 1915'te bir Almanca olarak bir Türkçe dilbilgisi yayınlıyor. Bu
küçük dilbilgisinde o zamanki eski yazının yanı sıra Türkçe sözleri latin
yazısı ile de yazıyor. Bu dilbilgisini yanında taşıyan genç teğmen Agop Efendi,
Suriye Cephesinde Atatürk'le karşılaşıyor. Atatürk, Nemeth'in Türkçe sözleri
latince çevriyazısını pek beğeniyor. Daha sonra gerçekleştireceği yazı
devriminin ilk kıvılcımları böylece kafasında çakıyor. Agop Efendi, cumhuriyet
döneminde Dil Kurumunda uzmaklık yapacak ve Dilâçar olarak ünlenecektir.
Budapeşte
türkoloji bölümüne arada bir Türk okutman gidiyor. En sık giden okutman ise
şimdiki Türk Dil Kurumu başkanı Prof.Dr. Hasan Eren. Hasan Eren Vidin
doğumludur. Öğrenimini Budapeşte'de yapmış, gençlik yıllarını bu topraklarda
geçirmiştir. 1976 yılında Budapeşte'de açılan okutmanlık kadrosu için başvuran
gençler kendileri ile birlikte sınava giren Prof.Dr. Hasan Eren'i görünce
şaşırmışlardır. "Hocam siz burda ne arıyorsunuz?" demekten
kendilerini alamamışlardır. Prof. Dr. Eren her zamanki mizahi biçemi ile
"Ee bura er meydanı, bileğine güvenen gelir" diye karşılık
vermiştir". Prof.Eren'den sonra Budapeşte'ye okutman gidecek Dr.Turgut
Günay ise, acı biçimde, Ankara'da bir otel odasında kendi yaşamına son verecektir.
Şimdilerde
Macaristan'da Budapeşte'den başka Szeget kentinde türkoloji ile ilgili çalışma
yapılıyor. Burda daha çok Altayistik içinde Türkçe ele alınıyor. Eski Türk
anıtları, özellikle Bulgar yazıtları ile Uygur belgeleri sevilerek inceleniyor.
Eski Uygur belgelerinin araştırılırmasına ta Vambery başlamış. Bu ünlü kişi Turfan
metinleri, Seyfi Sarayı'nın Gülistan'ı el atmış.
Macarlar
1956 yumruğunun korkusu altında. Sütten ağzı yanan ayranı üfleyip içiyor. El
işleri, yiyecek, içecek ucuz. Kitap ve dergiler de öylesine. Seks dergileri de
görüyorum gazete satıcılarında. Bir mezeciye giriyoruz. Nefis mezeler yiyoruz.
Tümü 2 DM. Yine satıcı kızın yüzü gülmüyor.
Estengon
kalesi, su başı durak. Türkçede Estergon dediğimiz kente Macarlar Estergom
diyorlar. Tuna kıyısında Macaristan'ın en kuzey ucunda Çekoslavakya sınırda yer
alıyor. Tuna durgun ve dingin akıyor. Küçük bir liman var. Karşıdan ilkel bir
feribot, bu kıyıya doğru yaklaşıyor. Çekoslovakya'dan gelen işçileri getiriyor.
Sosyalist geleneğe göre karşılıklı geçiş, ve bu ülkeler arasında işgücü geçişi
kolay. Yalnız, bizim karşıya geçmemiz olanaksız. Burası sınır kapısı değil.
Estergon tarih kenti. Birkaç değişik özgün müzesi var. Hazine, Hırıstiyan ve
savaş müzeleri. Yalnızca savaş müzesinde Osmanlı izleri var. Kılıç, kargı gibi
Osmanlılardan kalan silahlar sergileniyor. Ve bol bol da at nalları saklanmış.
Hırıstiyan müzesinin çarpıcı tabloları etkiliyor kişiyi. Bütün Macaristanda
kozmetik eşya ucuz. Sosyalist geleneğe göre, nerde alırsan al fiat değişmiyor.
Budapeşte
gerçekte iki şehirden oluşuyor. Tuna bu iki şehiri birbirinden ayırıyor.
Tuna'nın bir yanı Buda, karış yanı Peşte'yi oluşturuyor. Bu iki kendi 8 köprü
birbirine bağlıyor. 2. Dünya savaşında bu sekiz köprü ile birlikte kentin
dörtte üçü yıkılmış. Sonra aynı biçimde yeniden yapılmış. Kentin iki istasyonu
var: Doğu ve Batı istasyonları.
Macaristan
yoksulluğu içinde sanatsever bir ülke. Çok kez sanat sevgisi varlık ve yoklukla
ilgili değil. Bu bir kültür sorunu, gelenek sorunu. Sözgelimi, Budapeşte'nin
ortalarında bir yerde buz kayağı alanı var. Kahramanlar meydanının yanında yer
alıyor. Yapay buz. Güzel giyimli gençler doldurmuş alanı.
Buda
sırtlarında bir tepe üzerinde Hilton'dan Peşte'yi izleyeceğiz. Hilton,
tarihsel Buda Balık Pazarı'nın ortasında bulunan eski bir yapı. 16. yüzyılda
bir manastır olarak yapılmış. Yanında bir kule var. O manastırın bir bölümü.
Aynı alanda nefis bir kilise var. Macar el işlemeleri satılıyor. Ak yazmalara
işlenmiş el ve göz nuru. Bul karayı al parayı oynatan üç kağıtçılara
raslıyoruz. Macaristan'da bu tür oyunlar yasak. Ama ayak üstü batılı gezginlere
kıyıda köşede bu oyunlar kuruluyor. Batılı gezginler kazanmak için değil
utulmak için oynuyorlar. O güzelim çok çok renkli, binbir ilmik, bin bir
düğümle süslü bayan giysileri.
Budapeşte
Parlementosu 19. yüzyılda İngiliz destek akçası ile yapılmış. Bu yüzden İngiliz
parlementosuna pek benziyor. 365 kulesi var. 2. Dünya savaşında yerle bir
olmuş, ama yeniden yapılmış. İnsanlar yer küreyi yıkıp yapmakla meşgul.
Macaristan'nın
toplam sayısı 10 milyon. Bunun 2 milyonu Budapeşte'de yaşıyor. Bizim
İstanbul'un konumundan beter. Hava kirliliği tüm etkisini sürdürüyor. Hilton'un
yer aldığı tepe üzerinden aşağıları, Peşte'yi izliyoruz. Tarihsel yapılar,
kirlilik bulutlarının altından başlarını uzatmış soluk almak ister gibi dikiliyorlar.
Budapeşte'yi
tarih süslüyor. Türk izi ile de karşılaşacağız. Türkler 160 yıl buralara eğemen
olmuşlar. Süleyman'a kalmayan dünya Türklere de kalmamış ve Sultan Süleyman,
şimdiki Macaristanın Szeget kentinde ölmüş. Bizim tarihimizde Sigetvar adı ile
geçen kale. Macaristan'ın şimdiki Romanya topraklarında olan Transilvanya'nın
çok küçük bir bölümü Türk eğemenliği dışında kalmış. Bu eğemenlik günlerinden
yalnız pembe anılar kalmış. Türk hamamı, Türk sokağı ve Gül Baba. Gül Baba ile
tanışmamız biraz garip oluyor. Buda'da bir öğle yemeği için, lokanta arıyoruz.
Geleneksel izlenimini veren bir lokantaya giriyoruz. Ama böylesi basıt bir
lokantayı eşimin gözü tutmuyor. Ben diretiyorum ve orda bir yemek yemek
istiyorum. Ancak yer bulmak da olanaksız. Bir gün ya da birkaç saat önceden yer
ayırtmak gerekiyor. Böylece istemeyerek lokantadan çıkıyoruz. Ama sonra turist
kılavuzunda bizim bu beğenmediğimiz lokantanın Budapeşte'nin en ünlü
lokantalarından biri olduğunu öğreniyoruz. Kendi durumumuza gülüp ertesi gün
için yer ayırtıyoruz. Lokantanın özgün yemeği "Gül Baba kebabı"
adını taşıyor.
Gül Baba
Gül
Baba tekkesi Buda'da bir tepe üzerinde yer alıyor. Török (Türk) caddesi ile bu
tekkeye çıkılıyor. Geniş bir bahçe içinde. Aşağılarda sur gibi yerler bu
bahçeyi çevreliyor. Büyük olasılıkla bunlar tekkenin çeşilti işlevlerini
yerine getiren bölümleri. Tekkenin duvarında 1548-1553 tarihleri yazılı. Gül
Baba Osmanlı döneminde yayılmış Bektaşi örgütünün dört dedebabalık kurumundan
biri.
Gül
Baba, ünlü savaşçı Bektaşi dervişi. Yaşamı çeşitli söylencelerle örülmüş.
Evliya Çelebi'ye göre, Merzifon doğumludur. Fatih ve Kanuni dönemlerinde birçok
savaşa katılmıştır. Elinde büyük bir kılıçla savaşırmış. Başında sürekli bir
gül taşıdığı için "Gül Baba"adı verilmiş. Budin'in alınışı sırasında
şehit düşmüş (1541) ve oraya gömülmüş. Kanuni ölüm töreninde bulunmuş ve bir
söylentiye göre cenazesini taşımış. Budapeşte'deki bu türbe 1543-1548 yılları
arasında yapılmış. 60 dervişi barındıran tekkenin zengin vakıfı varmış. Türk
egemenliği döneminde Müslümanların ziyaret yeri olmuş.
Macaristan
Türk eğemenliğinden çıktıktan sonra ziyaretler kesilmiş. 1690'da türbe kiliseye
dönüştürülmüş. Ancak 19. yüzyıl başlarında yeniden ziyaret yeri olmuş.
Sultan
Abdülaziz, 1867 haziranında Fransa'ya gösterişli bir geziye çıkar. Fransa'da
III. Napolyon imparatordur. Sultan bu gezi dönüşü tekkeyi ziyaret eder.
Basiretçi Ali olayı şöyle anlatır:
"Peşte'de ünlü asma
köprü üzerinden geçerek Budin'de bazı Osmanlı yapıtlarını, orada yatan Gül Baba
türbesini ziyaret ettim. Adı geçen türbe Nemçeli bir türbedar yönetiminde olup
gayet bir kube altında gömülüdür. Bu kişi dokuz yüz kırk sekiz yılında
Macaristan savaşında şehit olmuş ermiş sanılan büyük bir zat olup bugün gömülü
bulunduğu yere Macarlar Gül Baba mahallesi dedikleri gibi Macarların hastaları
iyiliğe kavuşması için adı geçen Gül Baba'nın ruhundan yardım dilerler imiş.
Sultan Abdülaziz merhum, Avurapa gezisi dönüşünde Peşte'ye geldiklerinde adı
geçen kutsal türbeyi ziyaret edecekleri düşünülerek sayın Viyena elçiliği
eliyle en güzel biçimde onarılmıştır."
Ulubey'deki
Veliyüddin Baba ailesinde bulunan fermana göre, Gül Baba'nın gerçek adı Seyid
Cafer'dir. Savaşçı gâzilerden Veliyüddin Gâzi'nin üç oğlundan biridir. Veli
Gâzi, 1538 Preveze savaşında şehit düşmüştür. Bu savaşta büyük kahramanlık ve
kerâmetler göstermiştir. Elinde uzun gürz ile düşman kadırgalarına vuruşlar
yapmıştır. Uzun demir gürz ağırlığı ve büyüklüğü nedeniyle herkesin
kullanamadığı bir silahtır. Veli Gâzi bu büyük silah ile her vuruşta bir düşman
kadırgasını batırmıştır. Düşmanı perişan ederek büyük yararlıklar göstermiştir.
Gül
Baba, Veli Gâzini'nin büyük oğludur ve hicri 904 (1499) doğumludur.
Oğullarından Seyid Hüseyin ise Sünbül Baba takma adı ile ünlenmiştir. İkisi de
savaşçı gâzidir. Her iki oğul üçüncü Budin kuşatmasına (1541) katılmıştır. Gül
Baba burda şehit olmuştur. Hüseyin Sünbül Gâzi, Romanya'nın Ulubey ilçesinde
şehit olmuştur. Romanya'ya gömülmüştür.*
Macaristan
Türk egemenliğinden çıktıktan sonra ziyaretler kesilmiş. 1690'da türbe kiliseye
dönüştürülmüş. 1718'de Pasarofça antlaşması ile tekke bir tür özerklik
kazanmış. 19. yüzyıl başlarında yeniden ziyaret yeri olmuş. Sultan Abdülaziz,
Avrupa gezisi dönüşü tekkeyi ziyaret etmiş. Türk hükümeti bundan sonra tekke
ile yakından ilgilenmiş. 1885'te tekkeyi onartmış. Dedebaba Osmanlı devletince
atanmış. Bir tür vakıf olarak 1937 yılına değin tekke işlevini sürdürmüş. Gül
Baba'nın şu andaki sandukası üzerindeki örtüyü de 1937 yılında Türk hükümeti
yollamış. Peşte İslam toplantılarının ve Türk Macar kardeşlik toplantılarının
düzenlendiği bir yer olarak kullanılmış.
2. Dünya savaşı sonrasında ise tüm kiliselerle birlikte o da kapatılmış.
Şimdilerde yalnız müze olarak kullanılıyor. Yasal olarak tekkeyi yeniden
uyandırmak olanaklı. Tekkenin yasal konumu ve işleyişi üzerine birçok türkolog
yazı yazmış.
Macarların
iç Asya'ya ve Türklere karşı ilgileri hiç eksilmemiştir. Doğunun gizemli ve
büyüleyici güzelliği Vambery'yi de çekmiştir. Viyana'da tanıştığı ünlü
Doğubilimci Hammer'in özendirmesi ile türkolojiye yönelmiştir. 1857 yılının
ılık bir Mayısında İstanbul'a doğru yol alan vapurun güvertesinde görüyoruz. Vapur Tuna'yı katederek Karadeniz'i ulaşacak,
ordan İstanbul'a gelecektir. Vambery'nin gemide en çok ilgisini güneş batarken namazını
kılan Türk yolcular olur. O dönemde de İstanbul taşı toprağı altın olarak ün
salmıştır. Meteliksiz gezgin, 27 yaşında "Reşit Efendi" takma adını
almıştır. İç Asya yolculuğuna hazırlanıyordur. Ama bu noktada bir iki
gözlemine değinelim. Vambery'e göre Türkiye'de doğuştan aristokrasi bulunmaz.
Aşağı tabakadan bir kişi yetenekleriyle toplumsal basamaklarda yükselebilir.
Bir mürşir ya da sadrazam olabilir. Bu İstanbul gezisi sırasında Vambery, üst
katmanlardan Türklerle tanışacak, Mithat Paşa'ya Fransızca derseleri
verecektir. Vambery, Mithat Paşa'yı zeki, hayalperest ve enerjik olarak tanımlar.
5
Romanya
Bükreş
Macaristan'a
gelmişken, bir dokunuşta Romanya'daki türkoloji bölümüne de değinelim. 1716
yılında Dimitri Kantemir "Osmanlı İmparatorluğu Tarihi"adlı kitabı
ile Romanya'da türkoloji çalışmalarını başlatmış sayılır. Zaten Türkler orta
çağda ve Osmanlı imparatorluğu döneminde bu bölgede etkinlikler yaratmıştır.
Latin kökenli olan Romenler Osmanlı egemenliğinde özerk bir yönetim ile, slavlaşmaktan
kurtulmuşlardır. Ulusal kimliklerini korumuşlardır. Bu gerçeğin bilinmesi,
Romen aydınları arasında Türklere karşı bir saygı uyandırmıştır. Bir Romen
türkoloğu "Romen tarihi türkolojisiz düşünülemez"diyerek Türklerin
önemini vurgulamıştır. Böylece Romanya'da türkolojinin başlangıcı iki nedene
dayanıyor: Romanya'da yaşayan Türk azınlık, geçmişte Türk - Romen ilişkileri.
Yas
türkoloji bölümünün kuruluşu 1940 yılına uzanır. 1957'de ise Bükreş'te
türkoloji bölümü açılır. Ama Bu bölümler açılmadan da Romanya'da türkoloji
çalışmaları yapılıyordur. Araştırmacıların büyük bölümü türk kökenlidir.
Kimimizin aklına "Romanya'da Türkler ne arıyor"diye bir soru
gelebilir. Türkler bu topraklara eski dönemlerde gelmişler. Günümüzde Sovyetler
Birliği içinde yer alan Moldavya'da bağımsızlık eylemine girişen Gagavuzlar,
Romenlerle iç içe çağlardır yaşayan Türkler. Romanya'daki Gagavuzlarla ilgili
bir anıya değinmek istiyorum: Emekli Büyükelçi Zeki Kuneralp, "Sadece
Diplomat" adlı anılarında 1943 yılı Romanya'sını da anlatır. O yıllarda
Hamdullah Suphi Tanrıöver Türkiye'nin Romanya büyükelçisidir. Kuneralp
"Tarıöver'in bir özelliği daha vardı, Gagauzlara çok düşkündü ve bundan
dolayı Kançılarya erkânı kendisine "Gagauz metropoliti"adını
takmıştı" der. Kuneralp anılarında Gagavuzcadan birkaç örnek sözcük de
veriyor. (16)
Romanya'da
salt Gagavuz Türkleri yaşamıyor. Dobruca' da yaşayan Tatarlar var.(17) 1936
lara değin Romanya'nın Mecidiye ilçesinde ve Köstence'de Türkçe dergi ve
gazeteler çıkmış. Bu bölgeden yavaş yavaş göçler başlamış. Türkçe yayınlar
durmuş. 80'li yıllarda bu kez de Bükreş'te Kriterion" yayınevi Türkçe
Tatarca kitaplar çıkarmaya başlamış.
Mehmet Ali Ekrem "Türk Medeniyeti", Enver Mahmut
"Bozcayiğit" (Dobruca Tatar Masalları) kitaplarını yayınlamış. Dr.
Acıemin Baubek "Türkçe-Romence Konuşma Kılavuzu" hazırlamış.
Nasrettin Hoca Fıkraları, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Halide Edip Adıvar,
Aziz Nesin, Necati Cumalı ve kimi çağdaş yazarlar Türkçenin Romencedeki konukları.
Bükreş
Türkoloji bölümünde değişik Türk dilleri verilmeye başlamış. Daha çok Romenceye
sözcük alışverişini konu edinen arıştırmalar yapılmaya başlanmış. Burda bir
noktaya değineyim: Yurt dışındaki türküloji bölümleri genellikle hep dilbilim
ağırlıklıdır. Bunun iki nedeni vardır: Öncelikle türkologlar dil araştırmaları
ile işe başlarlar ve orda yoğunlaşıp kalırlar. İkincisi ise, Türk yazını Batılı
geniş okura ulaşamamıştır. Bu bakımdan en ünlü yazarlarımızın yapıtları bile
yurt dışında sınırlı okuyucu bulur. Doğal olarak türkologlar daha çok
dilbilimsel incelemelere ağırlık verirler. Bu bağlamda Romen türkologlardan
Vladimir Drimba Kumanlırın dili üzerine ilginç araştırmalar yapmıştır.
"Codeks Cumanicizs"u baskıya hazırlamıştır. Kumanlırın dili üzerine
yaptığı 1973 yılında yayınlanan bu sözdizimi, yapıbilgisi araştırmarı saygıyla
karşılanmıştır. Drimba ayrıca Çin'de yaşayan Salarların dili üzerine de
çalışmıştır.
Hollanda'da
bir ara çıkardığımız Türkü dergisi aracılığı ile Bükreş Üniversitesinden bir
meslektaşla bağlantımız oldu. Prof. Dr. İon Arion, dergimize yaşam öyküsünü
yazdı. Çok çalışkan bir meslektaş olan Arion'un Avrupa'da çıkan küçük çaplı
birçok dergide yazısı ile karşılaştım. Ayrıca kendisi "Renkler"adlı
iki sayı çıkabilen bir dergi yayınladı. Bir mektup yazıp yaşamı ve Türkoloji
üzerine kimi sorular yönelttim. Prof. Arion uzun bir mektupla yanıt verdi.
Her
yaşam bir roman, her kişinin dünyası ayrı. Prof. İon Arion'da türkolojiye
çocukluğunda Türkler üzerinde duyduğu bilgilerle başlıyor. Daha sonraki
yıllarda Bükreş Üniversitesi Türkoloji bölümüne girişine böyle bir özendirme
neden olmuş. 1956 yılında Bükreş Üniversitesini iki yılda bir 10-12 türkoloji
öğrencisi alınmaya başlamış. İon Arion'un öğrencilik yıllarında 8-10 kişi ile
dersler yapılıyor. Bunlar sonra değişik mesleklere yönelecek Türkçe
meraklılarıdır. Aralarından pek azı başladığı zor koşuyu sürdürecektir. Airon
zor koşuyu zor koşullarda sürdürüyor. Küçük kapsamlı dergiler çıkarıyor,
yazıyor, haberleşiyor. Şimdilerde Bükreş'te yayınlanan aylık Karadeniz
dergisinde yazılarını sürdürüyor. Şiirler, çocuk oyunları yazıyor. Karadeniz
dergisi Romence, Türkçe ve Tatarca üzerine yazılara yer veriyor.
Kıbatek
Onuncu
yılını kutlayan, Kıbatek örgütü pek tanınmıyor. Genel anlamda Türk dil ve
kültürünü araştıran bir kurum Kıbatek. Adı bir kısaltmaya dayanıyor. Kıbrıs,
Balkanlar ve Avrasya Türk kültürünü aşaştırma örgütü adının kısaltması. On yıl
önce Kıbrıs Türk Cumhuriyeti eğitim bakan yardımcısı İsmail Bozkurt kurmuş.
Aralıksız her yıl bir ülkede gerçekleştirdiği etkinliklerle günümüze gelmiş. Bu
yılki etkinliğini, Romanya'nın başkenti Bükreş’te gerçekleştirdi.26-30 nisan
günlerine sığan toplantı yoğun izlencesi ve titiz bilimsel bildirileri ile
kültür tarihimizde iz bırakan etkinliklerden biri oldu.
Azerbeycandan,
Macaristan'a, Kırım'dan Kıbrıs'a, Türkiye'den Belçika'ya pek çok bilimadamı,
şair ve yazarın katıldığı konukları, Romanya Türk Tatar Müslümanları, tarihsel
Türk konukseverliği ile kucakladı. Bu yılkı toplantının evsahipliğini, Romanya
Tatarları üstlenmişti. Kıyasettin Uteü, Kıbatekin Romanya temsilcisi olarak,
sorumluydu. Romanya parlementosundaki Türk milletvekili Necat Sali ve Tatar
örgütlerinin desteği ile konuklar ile soydaşlar arasında canlı bağlantılar
kuruldu.
Üç gün
süren bilimsel konuşmaları, Tatar Türkleri yoğun ilgiyle izledi. En az otuz
bildiri sunuldu. Daha sonra Köstence'de yapılan şiir akşamında ise Türk soylu
halkların şiirlerinden örnekler sunuldu.
Sempozyum
bilidirileri ayrı bir değerlendirme konusu. Yakından yayınlanacak bu
birdirileri ben bir yana bırakacağım. 'Yediğin içtiğin senin olsun, ne
gördüğünü bize anlat' atasözüne uyarak, Romanya izlenimlerimi yazacağım.
Romanya ve
Romanya Türkleri ülkemizde pek bilinmez. Osmanlı Devletinden koptuktan sonra,
Romanya ile Türkler arasında keskin ilişkiler yaşanmamış. Genellikle pek
bilinmez Romanya. Oysa çok yönden ilgi çekici bir ülke. Her şeyden önce
geçmişin eski döneminden beri Türklerin uğrak yeri olmasıyla, belli bir Türk
azınlığın hemen her dönemde Romanya topraklarında yaşamasıyla, Türkiye'ye hem
yakın, hem uzak bir ülke. İstanbul-Bükreş arasının bir saatlik bir uçak yolu
uzaklığında olması, birden şaşırdı beni. Yıllardır, gidemediğim, ülke benim
bilincimde Çin kadar uzaktı. Oysa zaman zaman bizim balıkçıların kıyı sularına
girip yakalandıkları bir ülke.
Komunist
dönemde Türk azınlığa en çok hoşgörü gösteren ülkelerden biri. Şimdilere ise bu
daha fazla.
26 Nisan
2004
Bükreş'teyiz.
Saat 10.10. Güneşli, ılık bir hava. hava alanı önünde sigara tütürüyorum.
Bükreş havaalanında yoğun hava trafiği yok. Toplantıya katılacak arkadaşlar bir
bir gümrüğü geçip dışarı çıkıyorlar. Tatar dostlar bizi bekliyorlar. Otobüsa
binip şehri bolu boyunca geçip Capitol otele geliyoruz. Çantalar otele
yerleşiyor ve yneiden bir yolculuk başlıyor. Romanya Türk tatar Birliği evine geçiyoruz.
Koca bir bir salon içinde, gıri boyalı eski bir yapı. Ev sahipleri, bahçede
toplanmışlar, konukları bekliyorlar. Roman'ya da 35-40 bin arasında Tatar var.
Bu dernek Tatar derneği. Bahçede oturanlar arasında tanıdık bir ad var. Bu Dış
İşleri bakanı Abdullah Gül'ün kardeşi.İş bağlantısı için Bükreş'e gelmiş.
Biraz sonra
iç salona geçip Tatar bayanların yaptığı yemeklerle donanmış, açık sofradan
yemekler seçeceğiz. Tatar böreği ve öbür soğuk yemekler, salatalar. Yemek
sonrasında içeridekiler kendilerini tanıtacak. Birinci günün karşılama
izlencesi böylece sona eriyor.
27 Nisan
Yorgun
günün mutlu akşamında yazıyorum. Dolu dolu bildiriler sunuldu. İkinci sırada
benim bildirimin yer alıyordu. "Türk Edebiyatında Evrensellik". Kısa
bir zaman dilimde özetliyorum. Ardından Konuşan Kurtuluş Kayalı'nın bildirisi,
bemim bildiri ile kimileyin örtüşen, kimileyin çatışan bir içerikte. Genelge
ikimizin bildiri bir bütünlük sunuyor. Üçüncü bidiri Cengiz Ertem'in bildirsi
"Modernizm Çevresinde Türk Romanı " başlıklı. İlgi çekici bir
değerlendirme. Zaliha Güneş: Peyami Safa'nın Attila Romanındaki gerçek kişileri
değerlendiriyor.
28 Nisan
16.30'da
Çauseşku'nun sarayında, yazmayı ve yaşamayı sürdürüyorum. Türk, milletvekili Necat Sali'nin desteği ile sarayın kapıları bize açıldı.
Çausesku'nun saray olarak düşünüp yaptırdığı dev oylumdaki yapı günümüzde
Romanya parlemento'su. Dünya'da Pentagondan sonra ikinci sırada en büyük devlet
evi. Bize izin verilen, zemin ve birinci katın tümünü gezdik. Tüm yapı üçü
altta olmak üzere 13 kattan oluşuyor.
Öğle
yemeğini, bu dev sarayda, Çauseskunun kabul odasında yedik. Yine Tatar
dostların ev yemekleri. Kabul salonunda Çauşeskunun giriş kapısı bilinçli
olarak küçük yapılmış. Kısa boylu küçük cüsseli olduğu için, televizyon
çekimlerinde, öbür kapılarda olduğu gibi dev kapıda küçücük görünmek istememiş.
Şu an, sarayın bilardo salonunda notlar alıyorum. Hemen yandaki salonda
bildiriler sunuluyor. Bükreş'in büyük bir bölümü sil baştan, yeniden yapılmış.
Çauşenku, kentin % 30'unun yıkılmasını buyurmuş. Kentin bu bölümü tümden
boşaltılıp yerle bir edilmiş. 1984-85 yıllarında yıkımına başlanıp Çauşesku'dan
sonra bitirilen, yeni Bükreş'in öyküsü bu.
19 yy'da
yaygın Rokoko ve yeni sitil ile yapılan kent, kılı kılına düşünülmüş bir
simetri içeriyor. Aynı simetrik düzenini sarayda da göreceğiz. Sarayın 1.
katındaki balkondan şehri izlerken, konuklardan bir "sanırım Çauşesku'da
simeri hastalığı vardı" diye bu durumu vurguladı. Karşımızda Paris'in
Şanzelizesini andıran 4.5 kmlik dev bulvar, yeni yapılan bölümü ikiye ayırıyor.
"Komunizmin başarı Bulvarı" adı düşünülmüş. Günümüzde "Birlik
Bulvarı" adını taşıyor. Bulunduğumuz saray, 19 m . yüksekliğinde bir tepe
üzerine kondurulmuş. Kentin yenilenmesinde 29 kilise yıkılmış. Yalnız bir
kilise 300 m .
kaydırılarak kurtarılmış.
Sarayın
dört yanını bakanlık yapıları, devlet kurumları çeviriyor. Tümü açık krem rengi
ile pırıl pırıl. Hemen arkadaki bir dev yapı gösteriyor, Bükreş Bilimler
akademisinde görevli bir arkada:
"İşte
bu yapı, Romen bilimler akademisi. Benim odam şu karşıda yer alıyor."
Akılalmaz,
yeni kent dokusu, zamana ve uzama meydan oku gibi, görkemle önümüzde duruyor.
İnsanın ölüme ve sonsuza bir direncinin anıtı sanki. Sarayı gezdiren kılavuz,
tüm yapı düzenini uzay yolcularına yön gösterecek anıtlara benzetiyor.
Gerçekten Mısır sfenkleri gibi bir görüntü sunuyor saray.
1984-
85'lerde yapımına başladılar diyorlar ya, pek sanmam. Türkiye'ye dönüşte, Nazım
Hikmet'in şiirlerini karıştırdı. Ve bir şiirinde şöyle diyor Nazım:
Bükreş'te yeni evler gördüm.
Ebem kuşakları
Ve şafakta suydu evler.
Braşov'da çıktılar karşıma
dağlarla beraber.
Ve Karadeniz'de
mamaya'dan Mangalya'ya kadar
Fıskıyelerin sevinci evler
Rahatlığı ütülü, temiz çamaşırların.
Mimarlar sağolun.
Sözüm 57'den sonrakilere.
Sanırım,
yalnız sarayın yapımı 1984'e dayanıyor. Kentin yeni bölümü ise çok daha
eskilere dayanıyor.
Henüz
yapımı sürüyor sarayın. Onu uzaktan kuşatan bakanlık yapılarının 4500 odası
bulunduğu söyleniyor. Saray milimetrik çizim içindeki dev bir meydanın
ortasında ye alıyor. Kmlerce uzayan yollar sarayı kente bağlıyor.
Sarayın
bilimler akademisine bakan kapısındaki merdiven başında bol bol toplu
fotoğraflar çektirerek içeri giriyoruz. Dev mermer sütunlar üstünde ayakta
duran ve insana ürperti veren yapının avlusunda toplanıyoruz. Önce zemin katı
turlayacağız. Saray, yer yer eski bir kiliseyi andırıyor. Bu görüntüsü
nedeniyle, Kosta Gavras'ın son filmlerinden birine ev sahipşiği yapmış. Yahudi
kıyımına, katolik kilisesinin işbirliği yaptığını vurgulayan "Modigan' filmini Gavras, Vatikan'da
çekmek istemiş. Vatikan izin vermeyince burada çekmiş. Çevrim sırasında
duvarlara çok güzel, dinsel tablolar çizilmiş. Tablolar yerli yerinde. Kiminde
Meryem Ana ağlıyor, kiminde İsa'yı kucağında taşıyor. Arka fonda başka renkli
kişiler. Din bilince çizilen görüntü. Benzet benzetebildiğince...
Akademi'ye
bakan kapıdan girince hemen solda, yuvarlak bir salon yer alıyor. Ortada en az
100 kişinin bulunabileceği bir yuvarlak masa duruyor. Çevresine sandalyeler
dizilmiş. İnsan Hakları salonu burası. Eşitliği vurgulamak için bilinçli
biçimde, yuvarlak salon ve yuvarlak masa seçilmiş. Masanın boş olan orta
bölümündeki yer cumhurbaşkanına ayrılmış. İnsan hakları salonu şimdilerde, NATO
toplantılarında kullanılıyor.
30 salonlu,
49 asansörlü sarayda klima kullanılmamış. Çauşesku, kılima aracılığı ile
zehirlenirim korkusu ile, böyle bir düzeneğe izin vermemiş. Abdülhamit'in
elektirik vehimi gibi bir duygu olmalı. Sanki ölüme engel varmış gibi. Nitekim,
1989 yılının son günlerinde, bir gün halk ayaklanacak, yaşadığı eski kral
sarayını kuşatacak, bunca emek verdiği yapıda bir gün bile yaşama olağı
bulmadan kendisini devirecektir.
O günleri
sıcağı sıcağına yaşamıştım. Eşim ve oğlumla, araba ile yeni yılı dinlencesi
nedeniyle Budapeşte'ye doğru yoldaydık. Önümüz sıra Alman Kızılhaç konvoyu
ilerliyordu ve Alman radyosundan sürekli haberleri dinliyorduk.
Eşi ile
birlikte, helikopterle Bükreş'ten kaçarken, 100 km kuzey batıda
indirilmişlerdi. Kurşuna dizilmeden önce eşi Elena yiğitçe yanıt vermişti:
"Bağışlanma
dilemiyoruz!"
Bu olayı, Necat Sali'ye anımsatıyorum. Necati
Sali şöyle yanıtlıyor.
"Malta
buluşmasında, Amerika ile Rusya anlaşmıştı. Çauşesku'ya çekilmesini önerildi.
Orduya ve partiye güvenerek Çauşesku direneceğini sanıp bu isteği geri çevirdi.
Bunun üzerine Transilvanya'daki Macar azınlık ayaklandı. Kimileri bir papaz kışkırttı
dedi, kimileri de CIA'ya yükledi. Eylemin nasıl başladığı pek bilinmiyor.
Ardından aytaklanma Bükreşe sıçradı. Saray kuşatıldı. Ordu ve polis yan
değiştirdi. En yakınları, savunma bakanı ve öbür yüksek yetkililer, canlarını
kurtarmak için Çausşesku'yu ele verdiler. Sözgelimi Çauşesku'nun bindiği
helikopterin yerini savunma bakanından başka kimse bilmiyordu. O, Çauşeskuyu
ele verip canını kurtardı. Romen halkı böyledir. Öylesine dirençli değildir.
'Gelen ağam, giden paşam' der. Güçlünün yanında yer alır. Halkını tanımama
Çauşeskunun sonunu getirdi."
Sarayın
merkezinde yer alan salon, Romen Halk meclisi. 18 Azınlık ve Romen çoğunluğun
temsil edildiği parlemento çok renkli insan görüntüsünü sunuyor. Transilvanya,
Moldavya, Erdel gibi bölge adlarından oluşan bir eyaletler, halklar meclisi
gibi. hemen her azınlığa, sosyalist dönemde de belirli haklar tanınmış. Her
dönemde ana dillerini kullanma, öz kültürlerini işleme, dinsel inaçlarını sürdürme
olanağı bulmuşlar.
Bu azınlık
haklarından en çok zarar görenler ise Macarlar. 1. Dünya savaşı sonrasında, 3
milyonluk macar kitle Romanya sınırları içinde kalmış. Tüm dönemlerde eritme
politikası uygulanmış. Günümüzde 20 milyonluk Romanya'da 1.5 milyonluk sayısı
ile yine korkulan bir azınlık. Ülke kültürüne renk kattığı söylenen öbür
azınlıklara gösterilen hoşgörü onlardan biraz esirgeniyor. Her an kopacak
tehlikeli bir azınlık olarak algılanıyor.
Oysa 70 bin
kişilik Türk Tatar azınlık, korunmaya alınmış bir biblo gibi. Ülke insan
bileşimine renk katan sevimli bir topluluk olarak görülüyor. İçe dönük
yaşamları, müzikleri, dinleri dilleri ile yaşamalı isteniyor. Ayrıca devlet
politikası, Türkiye ile ve Türklerle barışık. Bu durum Çauşesku döneminde de böyle
olmuş. Rus jeopolitik baskısına karşı, Marksizmi en katı biçimde uygulayarak
direnmişler. Rus baskısı yerine, Türk dostluğunu seçmişler. Sözgelimi, birçok
Doğu blok ülkesinde Türkoloji bölümü açılmazken, bunlar açmışlar. Türk azınlığa
dil, din yasağı konurken, Romenler Türk kültürüne destek olmuşlar. 1990'dan
sonra Türk-Tatar azınlık dış dünya ile bağlantı kurma olanağını elde etmiş.
Türkiye'den giden birçok işveren işyerleri açmış. Şimdi, 30 bin kişilik yeni
göçmen de bu sayıya katılmış durumda. Bükreş, Köstence'de üst üste işyerleri
açıyorlar. Çoğunun ailesi Türkiye'de. Sık sık Türkiye'ye geliyorlar.
Romanya'daki Türk- Tatar azınlıkla pek kaynaştıkları yok. Romanya'da oturup
Türkiye'de yaşıyorlar. Romanya Türkleri ise Romanya'da yaşayıp Türkçe düş görüyorlar!
İşte aradaki ayrım.
Bükreş'te
karşılaştığım Gaziantepli birine soruyorum. Yedi yıldır mobilye dükkanı
işlettiğini ve ailesinin Türkiyede olduğunu söylüyor.
"Çocukların
eğitimi yüzünden getiremiyorum. Fethullah'ın okullarında öğrenci başına ayda $. 2.000. alıyorlar. İki çocuğum var. Nasıl
öderim bu parayı" diyor.
Günümüzde
parlemetoda üç Türk milletvekili var. Bunların bir Tatar-Türk, ikincisi Oğuz
Türk kontenjanından girmiş. Üçüncüsü Sosyal demokrat parti üzerinden.
Müslüman
Türk Tatar Türkleri Demokrat Birliğinin
iki gazetesi var. Biri aylık: Karadeniz. Aylık çıkıyor, Romence, Türkçe,
Tatarca yazılarla donanmış.
Gazetenin
ilkesi Gaspıralı İsmail Bey'in ünlü özdeyişi: "Dilde, fikirde, işte
birlik".
8 sayfalık
gazete haber yorum ve edebiyat içerikli. Ayrıca iki sayfalık "Kadınlar
Dünyası" eki var. Elimde tuttuğum son sayıda örnek analarımız, Dobruca
Efsaneleri, adetlerimiz, Mecidiye Kadın kolu raporu gibi yazılar yer alıyor.
Küçük dünyasında küçük insanların mutluluk tabloları.
Romanya'da
bulunduğumuz sürece hemen her gittiğimiz yerde şiir kitapları uzatılıyor. Küçük
olanaklarla basılmış, sevecen emek ürünleri bunlar. Çoğu Kırım/ Dobruca Tatar
dilinde. Ne çok seviyoruz şiiri! Bir batılı türkoloğun söylediği bir özdeyiş
geliyor aklıma: On sekizine gelip de şiir yazmamış bir Türkle
karşılaşamazsınız.
Romanya
Tatarlarının Kırım ile kanbağı var.
Eski
dönemlerde beri, Dobruca Kırım Türklerinin sığınma alanı olmuş. Kırım'da baskı
gören Türkler soluğu Romanya'daki soydaşlarının yanında almışlar. Özellikle
1945'ten sonra çok sayıda Kırım Tatarları gizlice Romanya'ya kaçmış. Romanya'da
kimliğini gizleyerek yaşamını sürdürmüş.
Mecidiye
Mezarlığıda Kırm'ın ünlü şairi Mehmet Niyazi yatıyor. Mezar taşında "Kırım
Tatar Halk Şairi MEHMET NİYAZİ (1878-1931) yazılı. Mezarı Dobruca Türklerinin
ünlü dergisi EMEL'in girişimi ile Cafer
Seyit Kırımer yaptırmış. Mezar üstünde ise bir dörtlük yer alıyor:
Yolcu,
taptap geçme; tokta tüşün mında bir ölü yatmaz
Yeşil
yurtka şavle saçkan kuyaş saklanıp tura
Niyazi dep
keçip ketme, aga tarih kün kesmiy
Cav cüregin
kaltıratı, o bir attay bir Çorabatır
Ve bir Kırım
haritası ile tamamlanmış mezar taşı.
Mecidi'ye
Türk tatar mezarlığında, Genç Türklerin tarihinde önemli yeri olan biri daha
yatıyor. İbrahim TEMO. İttihat ve Terakki'nin kurucusu Dr. İbrahim Temo'yu,
Türk tarihi ile ilgilenen hemen herkesin bildiği bir kişilik. Arnavut kökenli
Dr. temo, Osmanlı'nın batış yıllarında devleti kurtarmak için, yakın
tarihimizin ünlü örgütünü kurmuş. Osmanlı Devleti dağıldıktan sonra, ülkenin
parçalarından en dinginini seçip yerleşmiş. Şimdi serin Mecidie mezarlığında
ağaçlar arasında ebedi dinlenmesini sürdürüyor. İki Temo daha yatıyor yanında.
Üç Temo'nun mezar taşları şöyle: Dr.
İbrahim Temo (1865-1945), eşi Nafize
Temo (1882-1962), oğlu Dr. Naim Temo
(1911-1992). Günümüzde kimse yaşamıyor Temo ailesindan.
Mecidiye, Bükreş-Köstence yolu üstünde 40 bin kişinin yaşadığı
yerleşim birimi. Yaşayanları % 70'i Türk. "Tatar Birliği Mecidiye Merkezi" adlı bir örgütleri var. Romen
devlet desteği alınmış bir yapıda işlevini sürdürüyor örgüt.
Köstence'ye
uzanan yol boyu, serpiştirilmiş Türk-Tatar köylerini geçiyoruz. Hasansı,
Nurbat, Tepreş köyleri bunlar.
Otobüste
Tatar ev sahipleri bize eşlik ediyorlar. Ev sahipleri arasında şen şakrak bir
Tatar ana var: Ceverkan Ahmet. Ceverkan Hanım, Bükreş Türkleri arasında Şeker
Hanım adı ile anılıyor. Şeker Hanım bol bol Tatar türküleri söylüyor, anılar
anlatıyor, çevre hakkında bilgiler veriyor, içki içiyor ve dolu dolu kahkahalar
atıyor. Kendisine şeker sanını kayınanası vermiş. Gerçekten adına uygun şeker
gibi bir Tatar ana. Köstence'ye 30
km uzaklıkta Menlibay köyünde doğmuş. Kırım
Akçamescit'ten gelen bir ailenin kızı. Öğretmenlik mesleğini seçip bu işten
emekli olmuş. İki yıl önce eşi ölmüş. Ailesi Alakapı köyünde yaşıyor. Eskilerde
90 ailenin yaşadığı köyde şimdi 19 ev kalmış.
Yol boyu
uzanan yeşil alanları gösteriyor Şeker Hanım. "Gençliğimizde buralarda
piknik yapardık. Aileler at arabaları ile topluca gelirlerdi. Gençler oyunlar oynarlardı.
Birbirini sevip kaçarlardı" diye anlatıyor.
Otoyol
kıyısını şimdi yalnızca araba gürültüleri dolduruyor. Ağaçlar gençlerin sarkı
ve sevdalarının özlemi içinde esiyorlar.
Erdel
eyaleti, 360 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmış. 1812 Bükreş Antlaşması ile
Beserabya Rus egemenliğine geçmiş. Sınır Tuna'ya dayanmış. Bükreş Antlaşması
Bükreş'te pek seyrek olarak bulunan Osmanlı yapılarından birinde HANUL MANUC'da
onaylanmış. Hanul Manuc "Manuk'un Hanı" anlamına geliyor. Bu yapıyı
Osmanlı yurttaşı Musevi Manuk Bey, görkemli bir han olarak kondurmuş.Bükreş
ortalarında yer alan bu güzel yapı günümüzde turistik lokanta, el işleri
satılan bir çarşı konumunda.
Kıbrıslı
konuklardan Sevil Emirzade ile hanı gezip görüntüler alıyoruz. Osmanlı
döneminde kullanılan eski bir at arabası bir kıyıda duruyor.
Türkiye'de
gördüğümüz tarihsel hanların yapıçizimi ile büyük benzerlik gösteriyor hanın
görünümü. Yalnız bir küçük ayrım var. Romenler bu tarihsel yapıyı bizden çok
daha iyi koruyup donatmışlar!
Bir de
Osmanlı döneminden kalma cami varmış. 1953 yılında sözkonusu camide Nazım
Hikmet, bir kadir gecesi derin yurt özlemleri içinde dinsel dinletiyi izlemiş.
Antlaşma
gereği, Osmanlılar Bükreş'e pek el atmamışlar. Türk-Tatar kültürü Köstence'de
yoğunlaşmış.
Köstence
-son on yıllık turistik yapılaşma dışında- eski dokusunu korumuş. İki katlı
evler çoğunluğu oluşturuyor. Bir de cami var: Karol Camisi. Romen kıralı 1.
Karol'un akçal desteği ile 1910-12 yıllarında yapılmış. Romen yapıçizimci, cami
çizimini Mısır'daki bir camiden almış. Genişliğine oranla yüksekliği çok daha
fazla. Biraz kilise çizimini anımsatıyor. Cami hemen her dönemde işlevini
sürdürmüş. Günümüzde de dinevi olarak kullanılıyor.
Başka
ulusların bize gösterdikleri hoşgörüleri saygı ile anıyoruz. Ama biz, başka
inançtan kişilere aynı hoşgörüyü göstermeye neden yanaşmıyoruz diye bir duygu
geçiyor içimden. Hadi başka uluslar bir yana, kendi ulusumuzdan insanları bize
benzetmek için niye böylesine çaba gösteriyoruz?
Nitekim
camiyi gezdikten biraz sonra, Köstence Türk-Tatar birliğinde olacağız. Sorunlar
konuşulup durum değerlendirmesi yapılırken, genç bir Macar Türkolog Sandor
Szatmar Romanya'da açılan Fetullah Hoca okullarının işlevine değiniyor ve şöyle
bir soru yöneltiyor:
"Tatarlara
Türkiye Türkçesi öğreterek onları kendi kimliklerinden uzaklaştırıyorsunuz.
Türk halkının çokrenkliliğini ortadan kaldırıyorsunuz. Bu politika ile ne
yapmayı planlıyorsunuz?"
Genç
meslektaşı ben yanıtlıyorum:
"Hayır,
bizim amacımız eritme politikası değil. Tatar, Tatar kaldığı; Gagavuz
Hırıstiyan olarak kaldığı sürece güzeldir. Ne Tatarca'nın, ne de öbür Türklerin
dillerini unutturma niyetindeyiz. Türkiye Türkçesi yalnız ortak iletişim dili
olabilir. Ayrıca bizim de öbür Türklerin dillerini öğrenmemiz gerekir."
Evet, ne
yapmak istiyoruz?
Devlet
politikası mı yapılanlar, yoksa bireysel bir dinadamının çabası mı, bilmiyorum.
Ama benim politikam değil.
İki saat
sonra öğle yemeğini Mecidi'yede Mustafa
Kemal İlahiyat Lisesi yemek salonunda yiyeceğiz. Bu da Fetullah
okullarından biri. İslamı yayma izlencesi doludizgin sürüyor. Türk-İslam
sentezi politikası en kıyı yerlere dek burnunu sokmuş. Kimi yerde de Atatürk
görüntüsünün gölgesine sığınarak.
Nerede
kalmıştık? Köstencedeki Karoli Camisine gösterilen hoşgörü getirdi biz buraya.
Ama henüz bitmedi cami üzerine söyleyeceklerimiz. Caminin bir kıyısında dürülü
dev bir halı duruyor. 400 kg
ağırlığında, 6oo m2lik bu el işi halıyı 1870-1880 lerde Osmanlı sultanı
günümüzde Bulgar sınırları içinde bulunan Adakale camisine bağışlamış.
1910'larda camiye bir top düşmesi sonucu halının ortası tahrip olmuş. Sonra
yeniden onarılmış. 1968'de cami ile birlikte Adakale baraj yapımı nedeniyle
sular altında kalacağı için, halı Köstence camisine hediye edilmiş. Şimdi 150
yıllık bu mahzun halı Nazım'ın Vera'nın Uykusu şiirinde olduğu gibi, yummuş
nakışlarını uyuyor.
Ve Köstence
kıyılarında kat kat oteller yükselmeye başlamış. Kısa süre sonra buralar da
bizim kıyılara dönecek anlaşılan.
2004
ilkyazında benim görüntülediğim Romanya bu. Benden sonra görüntüleyeceklere
selam!
17.
05.04, Antalya
6
Hollanda
Bir Demet Lâle ile
Başlayan Dostluk: Leiden
"Merhaba
değirmeler, tersaneler, inekler" Hollanda'nın dünyadaki ününü sağlayan bu
üç öge günümüzde oldukça çok değişmiştir. Değirmenler tarihe karışmıştır. O
eski güzelim yel değirmenleri şimdi birer müze olmuş durumdadır. Yalnız
kimileri lokanta ya da benzeri biçimde kullanılmaktadır. Şu anda işlevini
sürdüren son değirmen var mı bilmiyorum. 1977 yılında yine böyle gösterime
sunulmuş bir değirmeni Lahaye'de gezmişimdir. Tersaneler ise fabrikaya dönüşmüştür.
İnekler yerinde duruyor. Tüm Avurapa'yı doyuracak o görkemli rahat inekler yaz
kış çayırlarda otluyor. Bunların yanı sıra Türkiye'de Hollanda lâleleri ile
ünlü. Oysa 1562 yılında Hollanda'ya Lâle İstanbul'dan gitmiştir. O zamanlar
Hollanda'nın olan Andwerpen limanına (günümüzde Belçika sınırları içinde)
gitmek üzere bir gemiye lâle soğanları yüklenmiştir. Böylece tüm Avrupa lâleyi
öğrenecektir. Bir süre sonra Osmanlı Hollanda ilişkileri de başlıyor. 1612'de
İstanbul'da Hollanda Büyükelçiliği açılıyor. Onu Leiden Üniversitesinde
Osmanlıca bölümünün açılması izliyor. Yıl 1650.
Bilim
de insanların kişiliğine, ülkelerin yapısına göre ürün veriyor. Sözgelimi
türkoloji açısından şöyle benzetmek olanaklı: Türkoloji, Almanya'da ciddi,
ağırbaşlı bir bilim dalıdır. Hollanda'da süslü bir lale görünümündedir.
İtalya'da pratik bir uğraştır. Türkiye'de ise ulusallıkla ekmek kapısı arasında
bir yerde yaşamını sürdürür.
Nitekim
Hollanda'da türkoloji çalışmaları gravürlerle süslü kitap biçiminde başlar.
Cornelis de Bruyn, 1684 yılına değin Osmanlı İmparatorluğunun birçok yerini
geziyor ve 1698 yılında Delft'te "Yakın Doğu Gezileri"adlı
gravürlerle süslü kitabını yayınlıyor.(18)
Hollanda
her şeyden önce bir alışveriş ülkesi. Bilimi bile alışverişle birlikte yürütmüş.
Günümüzde doğubilimin dünyadaki en büyük yayınevlerinden biri olan Brill
yayınevi, Leiden'de küçük bir dükkan olarak işe başlamış. 1912'de İslam
Ansiklopedisini yayınlamaya başlamış. Hollandalıların bu özellikleri 1939
yılında Lahey'e büyükelçi olarak gelen Yakup Kadri Karaosmanoğlu usta kalemiyle
çizer. Zoraki Diplomat'taki şu satırlar ilginçtir:
"Hollanda,
Avrupa'nın çekirdeği, Avrupa'nın kökü olduğu için menfaatçılık karekteri, her
yerden ziyade Hollanda'da göze çarpar"(19)
Bu
sıralarda Leiden Üniversitesinde Doğubilim bölümü içinde türkoloji çalışmaları
sürüyor. 1953 yılında ise günümüzdeki türkoloji kürsüsü kuruluyor. Bölümü ilk
ziyaretim 1973 yılındadır. Aynı yılı kürsü başkanı Karl Jahn emekliye
ayrılmıştır. Karl Jahn da, o zaman bana çok modern gelen üniversite yapısı da
beni çok etkilemiştir. Karl Jahn'ın buruk bir anısını daha sonra öğreneceğim.
Öykü şöyle:
Türkoloji
bölümlerinin bir yazgısı vardır: Geçmişte özellikle diplomatik görevli ve
istihbarat ajanı yetiştirmek amacıyla kurulmuştur. Bu bakımdan geçmişte büyük
türkologların başarılı birer gizli servis elemanı olduklarını da bilmek
gerekir. Sözgelimi ünlü düşünür Leibnitz aynı zamanda ajan ve türkologdur.
Kırım Tatarlarından derlemeleri bir gece kaldığı otelde kendini izleyen
polisleri atlatarak yapabilir. Hollanda'ya ve Karl Jahn'a dönelim. Karl Jahn 2.
Dünya savaşı yıllarında Almanların tercümanı olarak görev yapmış. Bu yanlış
bütün yaşamını etkilemiş. Bir türlü bilimsel bakımdan hak ettiği yerlere
getirilmemiş.
Hollanda'da Herşey Para
İçin: Brill Yayınevi
Günümüzde
Doğubilimin en ünlü yayınevlerinden biri sayılan Brill yayınevi 1683 yılında
kurulmuştur. Yayınevi Leiden kentinde küçük bir dükkanda açılmıştır. Yayınevine
beşiklik eden bu küçük dükkan üç ay önce el değiştirmiştir. Şimdi de aynı
işlevde, ama başka ad altında "antika kitapçı" olarak görevini
sürdürmektedir. Hemen arka sokakta bulunan üç katlı oldukça büyük basım ve
yayınevi yapısı da küçük gelmiş, 1985 yılında şu anda bulundukları yapıya
taşınmışlardır. Leiden'ın varoşlarında bir yerde yer alan koca yayınevi beyaz
renkli bir binadır. Yayınevinin kapısındaki eski baskı makinası ilk dikkati
çeken görüntüdür. Türkoloji bölümleri üzerine bu yazı dizisini hazırlarken,
Brill yayınevi ile görüşmeye gittik. 300 yılı aşkın süredir işlevini sürdüren
yayınevi dört dalda yayın yapıyor: 1) Doğubilim, 2) Klasik arkoloji, 3) Kilise
tarihi, 4) İncil araştırmaları. 5) Avrupa Ortaçağ tarihi, 6) Biyoloji.
Böylesine dar okura seslenen bir yayınevinin 300 yıl gibi bir süre yaşaması
olanaksız. Oysa şimdi 60-70 kişilik personeli ile yayınevi Dünyanın en ciddi kurumlarından
biri. Her bölümün başında doktoralı uzmanlar danışman olarak bulunuyor.
Doğubilim bölümü uzmanı Dr. F. Th. Dijkema. Leiden türkoloji bölümünde doktora
yapmış. Kitap seçiminden, yeni çalışma alanlarına değin, tüm konularda danışmanlar
kılavuzluk ediyorlar. Yayınlar İngilizce, Almanca ve Fransızca yapılıyor. Bu
dillerinden hangisinde basılacağı yazara bağlı. Ama asıl parasal kaynak ilginç.
Bu yöntem Türkiye'ye de örnek olabilir. Yazarlar genellikle üniversite
profesörleri. Araştırmalarını bitirdikten sonra yayınevine veriyorlar. Yayınevi
basıp basmayacağına karar veriyor. Basmaya karar verdikten sonra da bir hesap
çıkarıyor. "Şu kadar para bulmanız gerekir"diyor. Buna göre,
İngiltere, Almanya, ya da Fransa'daki vakıflar, Universiteler, bilim araştırma
kurumlarından destek akça sağlanıyor. Böylece bu bilimsel kitaplar basılıyor.
Bizdeki gibi Kültür Bakanlığı ya da Milli Eğitim Bakanlığı yayınları yok.
Bakanlık doğrudan yayıncıya destek oluyor. Ama düzen iyiden iyiye oturmuş.
Bilimsel düzeyi düşük bir çalışmaya destek akça olsa bile Brill yayınları,
yayın evinin adına gölge düşürecek böyle bir kitabı yayınlamıyor. Ve bu
yayınlar sınırlı sayıda basılıyor. 500, hadi diyelim en çok 1000 örnek. Zaten
söz konusu kitapların okurları da sınırlı. 500 örnek basılan bir kitap dört-beş
yılda zor bitiyor. Genellikle ikinci baskısı yapılmıyor. İlgilenenler
kütüphanelerden alıp fotokopilerini yapıyorlar. Bizde Bakanlık ya da bankalar gibi
kurumların yayınları arasında Türkiye'de okuru 50-100 kişiyi aşmayan kitapların
2500- 5000 basıldığını gördükçe içim sızlamıştır. Sözgelimi bir il ağzını anlatan
inceleme, yıllar önce 2500 örnek basılmıştır. Şu yakın dönemde, (Sayın Fikri
Sağlar'dan önce) yıllar önce Türk Dil Kurumu'nun yayınladığı Divanü Lügat-it-
Türk'ün tıpkı çekim baskısı milyonlarca lira harcanarak, hem de renkli olarak
yeniden basılmıştır. Oysa bu özgün baskıdan anlayan kişi sayısı bütün dünyada
en çok 100-150 kişidir. Hele şairlikte en küçük iddiası olmayan saygıdeğer bir
doktorun şiirleri, gazetelerden öğrendiğimize göre, 10. 000 gibi yüksek sayıda
basılmıştır. Sonuçta biz bize benziyoruz. Kurumlarını yerleştiremeyen
toplumlarda, parti, arkadaşlık ilişkileri nesnelliği, bilimsel yansızlığı,
toplum çıkarlarını süpürüp götürüyor. Adam kayırma, düşünsel yakınlık önplana
geçiyor.
Doğubilim
bölümü danışmanı Dr. Dijkema'ya Edward Said'in kitabı üzerine ne düşündüğünü
soruyorum. "Katılmıyorum Bay Said'in savlarına" diyor.
"Doğubilimciler öylesine kötü insanlar değil. Aralarından şöyle ya da
böyle kişiler çıkmış olabilir ama bu bütünü bağlamaz. Ayrıca Edward Said
İngiliz edebiyatı uzmanı. Bu işten anlamıyor, bilmiyor. Belli bir kinle
kitabını kaleme almış" diyor. Elçiye zeval olmaz. Yanıtı olduğu gibi
yazıyorum.
Bilimsel Yarışma: Utrecht
Genelde
Avrupa'da doğubilim bölümleri nazar boncuğu gibidir. Her ülkede bir ya da iki
üniversite içindedir. Bu universiteler de bir birine uzak yerlerdedir. Bu
alanlarda çalışan kişiler parmakla sayılacak kadar azdır. Herkes birbirini
iyiden iyiye tanır, bilimsel eksiklerini, aile yaşamını bilir. Bir tür aile
gibidir. Ancak bunun karşı bir örneği var: Ledien ve Utrecht Universitlerinde
yer alan doğubilim bölümleri. Utrecht doğubilim bölümünün kuruluşu 17. yüzyıla
iniyor. Aynı dönemde Osmanlıca ile ilgili çalışmalar da başlamış.
Utrecht
ile Leiden'in arası 50 km .
var yok. Her ne hikmetse iki üniversite de doğubilimin dolayısı ile
türkolojinin geçmişi eskilere iniyor. Kimileyin -Karl Jahn örneğinde olduğu
gibi - bir profesörün iki üniversitede birden çalıştığı oluyor. Ama iki
üniversite arasında kıyasıya yarış sürüyor. Universitenin kazandığı öğretim
üyesinin düzeyine göre bir Leiden bir Utrecht üstünlüğü kazanıyor.
Şimdilerde
Utrecht doğubilim bölümü daha çok Arapça ve Farsça ağırlıklı. 1985 yılında
Prof. Hofmann'ın emekliye ayrılması ile Türk incelemeleri bir süre duraklamış.
Bölüm başkanlığına atanan Prof. Frederik de Jong Bektaşilik uzmanı. Çok iyi
Arapça biliyor. Dört yıl Kahire El-Ezher Universitesinde çalışmış. Ardından
Norveç'in bergen kentinde Profesör olmuş ve onu 1987 yılında Utrecht'te göreve
başlayışı izlemiş. Prof. De Jong'un göreve başlaması ile bölüm yeniden kendini
toplamış. Yeni uzmanlarla güçlenme yoluna girmiş. Klasik türkoloji değil de
çağdaş türkolojide yoğunlaşmaya özen göstermiş. Ama bu arada Leiden
Unviversitesi Utrech'te göre bir atak yapmış. Şimdi -ayaktopu oyunu deyimi ile
söyleyelim- iki ezeli rakip arasında kıyasıya yarış sürüyor.
Gerçekte
Utrecht türkolojisi Houtsma adı ile ile bütünleşmiş. Şimdilerde bir de Houtsma
vakfı var. Bizim de da yönetiminde bulunduğumuz bu vakıf çeşitli öğretim
üyeleri çağırıyor, her yıl doğubilim alanında yapılmış bir araştırmaya ödül
veriyor, genç kuşakları bilimsel çalışmaya özendiriyor. Peki kimdir Houtsma?
Martin Theodor Houtsma (1851-1943)
Frisland'ın küçük bir köyü
olan İrnsum'da doğdu. 1868 de Leiden üniversitesi teoloji eğitimine başladı.
Teolojinin yanı sıra doğubilim derslerini izliyordu. Arapça, Ibranice, Farsça
ve Türkçe üzerine yoğunlaşmıştı. 1875 yılında İslam'da Al-Aşari'ye değin doğma
tartışması adlı tezi ile masterının bitirdi. 1890 yılında Utrech
universitesine profesör oldu. Türkçe Arapça sözlük adlı ilk büyük araştırması
bu yılarda yayınladı (1894). 1906'da çıkmaya başlayan İslam Ansiklopedisinin
baş danışmanlığını üstlendi. Brill yayınevince çıkarılan ansiklopidi otuz yılda
dört cilt olarak tamamlandı. 1917 yılında kendi isteği ile öğretim üyeliğinden
emekliye ayrıldı. Kendini tümüyle bilimsel araştırmalarına verdi. Selçuklu
tarihini üzerine yoğunlaşmıştı. Bu konudaki çalışmalarını 1886-1902 yıllarda
dört ciltlik bir kitapta topladı. 2. Dünya savaşının bunalımlı günlerinde ölüm
onu bilimsel araştırmaların başında buldu. 1943 yılıydı.
Doğubilim
bölümü Utrecht'te merkezde bir eski bir yapıda yer alıyor. Utrecht Hollanda
kentlerinden eskiliğini koruyan bir şehir. Yine sokaklar dar, yine kanallar
kenti boylu boyunca dolaşıyor, yine her yan bisiklet dolu. Bir nisan günü
bölümden Prof. Dr. De Jong ile bölümden birlikte çıkıyoruz. İlkyazın ılık
havası Hollanda'yı dolduruyor. Kentin içindeki kanallardan birinin yanında çay
bahçesi gibi yerde gençler oturmuşlar, güneş ışınlarının akışına kendilerini
kaptırmış öylece dinleniyorlar. Kimse kimseyle konuşmuyor. Bu tatlı ilkyaz havasında
herkes kendi iç evrenine dalmış. Yüzlerce insanın içinde herkes yalnız. Herkes
bu birliktelikli yalnızlığın mutluluğunu çıkarıyor.
7
Belçika
Brüksel
Belçika
yamalı bohçayı andıran bir ülke. Üç dilli bir ulus. Fransızca ile Flamanca baş
başa gidiyor. Bu arada küçük bir Almanca
konuşan bölge var. Gerçekte Flamanca baskın dil. Ama Fransızcanın edebiyat ve
diplomasi dili olarak üstünlüğü onu öncelikli kılıyor.
Brüssel
şimdilerde Avrupa ekonomik topluluğunun iki başkentinden biri. Kent -yaklaşık-
tüm canlılığını da bu başkent oluşuna borçlu. Yoksa eski yapıları ile kasvetli
bir şehir. Yeraltı tüneller ile, yoğun trafiği ile. Yakın zamana değin
Belçika'da türkoloji gelişmemiş. 1904 yılında Liege Üniversitesi Edebiyat
Fakültesinde Türkçe dersleri verilmeye başlanmış. 1963 yılında bölüme atanma
yapılmadığından söz konusu dersler kapanmış.
5
Ekim 1987. Brüssel'deyim. Bu Brüssel'e ilk gidişim. Bundan sonra, Rotterdam'a 100 km uzaklıktaki bu şehre
defalarca yolum düşecek. Almanya'dan, Türkiye'den gelen konukları ilk
bol bol Brüssel'e götürüceğim ve bir tar
başka ülkeyi gezdirmiş olacağım. Ayrıca Avrupa Ekonomik Topluluğu'na kimi
projeler sunacağım. Bu bakımdan Brüssel benim için bir tür su yolu olacak. İlk
gidişimde günlüğüme şunları yazmışım: "Brüssel güzelden çok kasvetli bir
kent. Korkunç bir trafik. Necmi Demir'in dönerci dükkanını kolayca bulduk.
Dükkanın üst katında bakımsız bir oda. Oda dağnık. Ortalarda Nokta, 2000'e
Doğru, Yeni Gündem, dergileri, Cumhuriyet gazeteleri. İçerde iki sığınmacı var.
Esat Ağca ve Antalyalı esmer bir delikanlı. Antalyalı genç yakınlarda
Belçika'ya sığınmış. Yunanistan üzerinden gelmiş. Çay içerken Belçika üzerine
bilgiler alıyorum. Verilen bilgiler de Brüssel gibi kasvetli. Belçika'da doğru
düzgün türkoloji bölümü yok. Türklere yönelik çalışma yok. Belçika'da toplam
seksen bin Türk yaşıyor. Bunun büyük bir bölümü Afyon Emirdağ'dan. Çok tutucu
insanlar. Kente yoksul bölümden girmiştik. Başı takkeli sakallı, insanlar
sessiz yürüyorlardı. Bu dünyayı bırakmış gelecek dünyanın hazırlığına bırakmışlardı
kendilerini. Esat Ağca önümüze düşüyor. Katolik ve Flaman üniversitelerini
geziyoruz. Esat'ın siyasal çizgisi ilginç. Koyu bir sosyalist olarak gençlik
eylemlerine katılmış. 1947 Kuşağından. Aydınlık çizgisini benimsemiş. Şimdi
"sosyalizme inancım kalmadı, artık sosyal demokratım"diyor."
"Louvain'e geçiyoruz.
Nefis bir universite kenti, ya da kent tümden üniversite. Kimileyin bana
İzmir'i anımsatıyor. Beyaz sandalyelere gençler otunmuşlar. Her yeri genç
üniversiteliler dolduruyor. Belçika'yı değil ama Louvain'i sevdim. Katolik
Üniversitesi içinde bir doğubilim bölümü var. Bu bölümde kimi dönemlerde Türkçe
ve Türk kültürü ile dersler veriliyor. Şimdilerde Fransızca bölümünden Bernadet
adlı biri Türkçe ile ilgileniyor."
Günümüzde
Belçika'da Türkolojinin iki önemli adı var. Birincisi Prof. Robert Anciaux.
Brüssel Human Universitesinde doğubilim bölüm başkanlığını yürütüyor. Prof
Anciaux ile Avrupa Ekonomik Topluluğinin Erasmus projesi nedeniyle bir kaç kez
yüz yüze geleceğim ve ilginç görüşmeler yapacağım. Son görüşmemiz 1992
mayısındadır. Bu görüşmede Metropol kahvesinde buluştuk. Bağımsızlığa kavuşan
yeni Türk cumhuriyetleri ile ilgili bir araştırma enstitüsü ya da seminerinin
planı üzerinde görüş birliğine vardık. Plan Türkiye, Hollanda, Belçika, AET ve
Nato'ya sunuldu. Prof. Anciaux daha çok Arapça'ya yönelik çalışıyordu. Doktora
öğrenciliği döneminde Türkiye'de de bulunmuş ama daha çok islambilimleri ile
ile ilgilenmişti. Sonra bir gün Brüssel Unviersitesinde Doğubilim bölüm başkanlığını
kapınca birden bire önemi ve etkinliği artmıştı. AET'deki Türkiye raporları
çoğunluk onun elinden geçiyordu. Bir tür danışmanlık görevi yapıyordu.
Türkiye'deki üst düzeydeki kimi iş çevreleri ve politik çevrelerle yakın
bağlantısı vardı. Şimdi ise yeni bir dönem başlıyordu. Daha uzaklar,
Azerbeycan, Orta Asya, Çin sınırına dayanan topraklara kadar uzanan Türk
illerinin uzmanlığı danışmanlığı onu bekliyordu. Projenin taslağını ben
hazırlamıştım. İzlenmesini ise birlikte yürütecektik. (Şu günlerde proje üst
düzeylerde değerlendirilmektedir.)
Belçika'ya
gelmişken, Johann Vandewalle'den söz etmemek olmaz. Stern dergisi "Dil
dahisi"başlığı ile ona bir sayfa ayırmıştır. Çünkü 26 yaşındaki bu
delikanlı 22 yaşayan ve 6 ölü dile egemendir. Belçika dünyadaki çok dilli
devletlerden biridir. Yaklaşık her Belçikalı 4-5 Batı dilini iyi bilir. Bu bir
üstünlük sayılmaz. Hatta bu konuda, -gerçek ya da uydurma- bir fıkra anlatılır.
Hollanda'nın önemli gazetecilerinden biri gazeteci aramaktadır. Başvuranlardan
birine patron ne yeteneği olduğunu sorar. Gazeteci beş dili çok iyi bildiğini
söyler. Patron ise yanıt verir "Ben garson değil, gazeteci
arıyorum."Evet bizde kolej sınavlarına
hazırlanmak için gençliklerini yaşamayan çocukların bir dili iyi öğrenmek için
koş-tukları yarış burda önemsiz, sıradan bir olaydır. Ama Vandewalle'nin 28
dil bilmesi bir olaydır. Vandewalle bu dillerden 5-6'sını Belçikalı olmasına,
geri kalanı da bir yerde Türkiye'de büyümesine borçludur. Çünkü konuştuğu öbür
diller Türk dilleridir. Vandewalle gerçekte mimardır. Türkçe için nefis bir
benzetme yapmıştır ki, bu benzetmeyi bir kitabımın başına almadan
edememişimdir. "Türkçe satranç gibi bir dildir. Pek az kuralı vardır, ama
sınırsız kullanım olanağına sahiptir."Gerçekten de öyledir. Türkçeyi
bundan güzel tanımlamak sanırım olanaksızdır.
8
İsveç
Serinkanlı Türkoloji:
Uppsala
Yıl
1975. Doktoramı bitirmeme üçü ay var ve İsveç'teyim. Hamburg'da başlayacak ve
Malmö'de bitecek bir deniz yolculuğunun ardından, İsveç'i boylu boyunca aşacak
otobüs yolculuğu ile başkent Stokholm'da olacağım. Otel olarak kullanılan bir
geminin kamarasında konaklayacağım ve kuzeyin serin havası içinde durgun yüzlü
insanların ülkesinde birşeyler arayacağım.
İsveç'in
türkoloji dünyasında özgün bir yeri vardır. Türkoloji biliminin amatör biçimde
bile olsa ilk kurucusu İsveçli bir subaydır: Philipp Jochan Strahlenberg
(1676-1747). Poltova meydan savaşında (8 temmuz 1709) Ruslara tutsak düşmüştü.
Sibirya'da tutsak kaldığı 13 yıl boyunca yöre halklarından dil derlemeleri
yapmıştı. Özgürlüğüne kavuşup vatanına döndüğünde derlemelerini Avrupa ve
Asya'nın Kuzey ve Doğu bölümleri adlı kitabında yayınlamıştı. Burda 32 Tatar
lehçesinden örnekler vermişti. Yapıtını 21 tablo, bir sözcük tablosu ve ve 21
tablo ile süslemişti. Yenisey ırmağı kıyısında mezar taşları gibi birtakım
anıtlardan söz etmişti. Türk, Fin-Ugor ve Samoyet dillerinin yakınlığını
belirtmişti. Böylece Ural-Altayistiğin kurucusu olmuştu. Yine İsveçli gezgin
Sven Hedin (1865-1952) dolu dolu gezileri ile Türkolojiye gereçler sunmuştur.
Sergüzeştçi
bir ruhla yaratılmış olan Sven Hedin Doğu ile pek genç yaşta tanışmış, tüm
yaşamı boyu ona tutkusundan kurtulamamıştır. Aradı arası kesilmeyen kurullarla
İç Asya'nın yolunu tutmuştur. Tarım yöresinin, Tibet'in sınırlarını aşmıştır.
Onun çeşitli zengin gezinleri, bir yığın kitabı içinde hangisinin önemli
olduğuna karar vermek zordur. Anılarının en güzeli ve en ölmezi 1906-1908 Tibet
araştırması olmalıdır. Bu gezide Himalya sıradağlarını baştan başa dolaşacak,
gözlemlerini bilimsel biçimde yazacaktır. Bin bir sıkıntı ve yasaklar arasında
sınırları aşıyor, atlar ve katırlardan oluşan kervanı ile Batılıların ayak
değdiremediği Asya dağlarını, çöllerini arşınlıyordu. Yerliler ona, genellikle
güler yüzlü davranıyorlardı. Yollara yığılıyor, gelen yabancıların çevresini
sarıyorlardı. Tibet geleneğine göre onları dillerini çıkararak saygı ile
selamlıyorlardı. Sven Hedin bu gezilerde ilginç geleneklere, dinsel törenlere
tanık oluyordu.(20) Sözgelimi Tibet ve Moğolistan lâma manastırlarının özgün
yılbaşı geleneğini olan "Şeytan dansını" izliyordu. Lâmalar cin ve
hayvan maskeleri ile gülünç ayı hareketleri yaparak dilsiz dans gösterileri
yapıyorlardı. Bu gezilerden birinde ustad 1916 yılında Mardin'de Dilaçar ile
karşılaşır. İki gün birlikte Mardin'deki Amerikan misyon evinde kalırlar.(21)
Sven
Hedin'in İpek yolu gezisi de aynı ölçüde ilginçtir. Aynı adlı kitabı "Noel
gecesinden gemiyle San Fransisco'dan ayrıldık! 1933 yılında Honolulu'da
girdik!"tümceleriyle başlar.(22) Yalın anlatımı, canlı betimlemeleri ile
Çin'i ve Çin Türkistanı'nı gözler önüne serer. Ama biz sözü uzatmadan yine 1974
paskalyasına dönelim. Sven Hedin gibi olmasa bile ona benzer bir yolculukla
kuzeyin serin ülkesinde türkoloji izleri sürmekteyizdir.
Her
insan kendine örnekler arar. 1960'lı yılların en popüler türkoloğu isveçli
Gunnar Jarring'dir. Bizim kuşağa Şemsettin Günlatay, Fuat Köprülü, Tahsin
Banguoğlu gibi geçmişin ünlü politikacı türkologları bir şey söylemez. Onların
kitapları, kitaplıklarda zaman zaman baş vurduğumuz kaynaklardır. Ama siyaset
sahnesinden silinmiş bu adlar, genç bir
türkoloji öğrencisinin düşlerine girecek türden kişiler değildir. Ne ki
Jarring o yıllarda sürekli radyolarda adı geçen, Ortadoğu'nun başkentleri
arasında mekik dokuyan bir türkologdur. Bir yerde kabın sığmayan her
türkoloğun düşü bir Jarring olmaktır.
Gunnar Jarring
1907'de
Brunnby'de doğmuştur. Lund Üniversitesinde Gustav Raquette'in derslerini izlemiştir.
Doğu Türkçesine ilgi duymuş, bu alanda çalışan ünlü türkologlarla bağlantılar
kurmuştur. 1929'da Kaşgar'a gitmiştir. İlk kitabının gereçlerini bu gezide
derlemiştir. 1933'te Lund Üniversitesinde Türkçe dersleri vermeye başlamıştır.
Ardından Dışişleri bakanlığında göreve başlamış, birçok Doğu (Ankara, Delhi,
Bağdat, Tahran, Moskova) ülkesinde büyükelçilik yapmıştır. Bu önemli diplomatik
görevleri sırasında da türkolojiyi ihmal etmemiş, Doğu Türkçesinin en seçkin
uzmanlarından biri olarak sivrilmiştir. 60'lı yıllarda İsveç'in birleşmiş
milletler temsilcisidir. 1963 yılında Kıbrıs olayları başlayınca arabuluculuk
görevi ona verilmiştir.
Birçok
türkoloğun Jarring hayranlığı bu döneme rastlar. Ama asıl onun özellikle Doğu
Türkçesini konu alan yüzlerce araştırmasını pek kimse bilmez. Doğu Türkçesi
ağızlarından yaptığı derlemeler yüzlerce sayfa tutar. Biz dizi Doğu Halk
masalını özgün metinle birlikte İngilizce yayınlamıştır. Nitekim bu metinlerden
birini yıllar sonra ben Türkçede yayınlayacağım. Cem Yayınları Güvercin
dizisinde "Meyveler Yarışı"adı ile çıkan çocuk kitabı gerçekte
Jarring'in Doğu Türkçesinden derlemiş ve İngilizce çevirisi ile birlikte
yayınlamıştır.
1975
yazında İsveç'te türkolojinin üzerine ölü toprağı serpilmiş gibiydi. Uppsala
ve Lund türkoloji bölümleri, kısa süre önce art arda kapatılmıştı. Strahlenberg,
Swen Hedin çoktan unutulmuştu. Stockholm'da eski kitapçıda Halide Edip'in
Sinekli Bakkal romanının çevirisi ile karşılaşmıştım. O da yıllar önce basılmış,
eski kitapçıya düşmüştü. Dr.Lars Jochanson daha çok Almanya'da Mainz
Üniversitesi doğubilim bölümünde çalışıyordu. Genç, dinamik bir bilimadamıydı.
Bir süre önce Türkçede Aspekt adlı doçentlik tezini sunmuştu. Daha çok Türkiye
Türkçesi ve çağdaş dilbilim sorunları üzerine yoğunlaşıyordu. Türk yazınını
yakından izliyordu. Nobel akademisine Türk yazarlarını salık veriyordu. Dr.
Jochanson'un çağrılısı olarak İsveç'teydim. Uppsala üniversiteside kendisini
ziyaret ettim. Dr. Jochanson, Sâmi dilleri enstitüsünde küçük bir odaya sıkışmıştı.
Nobel akademisini birlikte gezdik. Söz sözü açtı ve iş Türk yazarlarının Nobel
alıp almamasına geldi. Bir süre önce İsveç'te bir dergide Fazıl Hüsnü
Dağlarca'yı tanıtan bir yazı yazdığını söyledi. O yazıda Dağlarca'nın Türkçe
gibi batı dillerine uzak bir dilde yazmasa Nobel alabilecek güçte olduğunu
yazmış. Bu yazı bir süre sonra Türk gazetelerinde 'Dağlarca Nobel'e aday' diye
çevrilmiş. Türkiye'de bu tür çarpıtmaların yapıldığından yakındı. Romancı
olarak daha çok Kemal Tahir'i beğeniyordu. "Peki Yaşar Kemal'in ya da
Fazıl Hüsnü'nün Nobel'e aday oldukları gerçek değil mi?"diye sordum. Garip
bir biçimde yüzüme baktı. "Nobele aday olmak ne demek? Yüzlerce kişi
Nobel'e aday oluyor. Bu önemli bir olay değil ki.."diye karşılık verdi.
Hay Allah, Batı'da olan kimi olaylar nasıl da büyütülüyordu! Şaşıp kalmıştım.
9
Finlandiya
Ak
zambaklar ülkesinde türkoloji araştırmaları 19. yüzyılda başlıyor. Finler,
Hint-Avrupa halkları arasına sıkışmış, Ural-Altay halklarından. Macarlarınkine
benzer bir konumları var. Hırıstiyan dinine inanıyorlar, ama dilleri başka
kaynaktan geliyor. 19. yüzyıldaki ulusal uyanış akımı onları da köklerini aramaya
itiyor. Bu bağlamda türkoloji çalışmaları, Fin-Ugr dilleri araştırmalarına
koşut biçimde başlıyor. Ulat Altay dil ailesi kuramı ciddi olarak ele
alınıyor. Bu diller içinde en büyüğü Türkçe. O dönemde tek bağımsız ülke de
/adı Osmanlı olsa bile/ Türkiye. Türkçeye ayrı bir önem veriliyor. 19. yüzyıl
ortalarında Türkçe ile Finceyi karşılaştıran çalışmalar yapılıyor. Orhun
yazıtları üzerine araştırma yapması için ünlü bilgin Heikel apar topar Orhun
vadisine yollanıyor. Ele geçen bütün yazıtların görüntüsü alınıyor. Ardından
bu görüntüler bir albüm biçiminde yayınlanıyor. Ulusal arayış hızı ile başlayan
Fin türkolojisi ilerdeki yıllarda Gustav Ramstedt ve Martti Resenen gibi büyük
bilim adamları yetiştiriyor. Resenen yaşamının son yıllarında bir de deneme
olarak adlandırdığı Türkçe kökenbilim sözlüğü yayınlıyor.
Günümüzde
Finlandiya'da Helsinki Üniversitesi Asya-Afrika dilleri ile kültürleri
bölümünde Altayistik kürsüsü vardır. Burada Türkoloji de ele alınır. Ayrıca 1.
Dünya savaşından sonra bir bölüm Kazan Tatarı Finlandiya'ya sığınmış ve burada
varlıklı bir azınlık topluluğu oluşturmuştur.(23) Daha yakın dönemlerde ise az
da olsa Türkiye'den Finlandiya'ya göçler olmuştur. Bunlar Türkolojiyi besleyen
kaynaklar durumundadır.
10
Avusturya
Geçmişin
Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun toprakları şimdi bir baklava dilimi gibi
Almanya ile Avusturya arasında yer alır. Doğası, toplumsal konumu çok
renklidir. İkinci Dünya savaşı sonunda Doğu ile batı blokunun ortasında
kalmıştır. Dil olarak Almanca konuşulur, ama Alman ulusundan sayılmaz. Boylu
boyunca uzanan Alplerin son doruk noktalarında yer alır. Dağlar yüksektir.
Kışın yapraklarını dökmeyen değişik ağaç türleri ile kaplıdır. Yine doğa canlıdır.
Kış sporları gezginlerin göreceği doğası ile Avusturya hem yoksul hem varsıl
değişik bir ülkedir. İtalya ile Almanya arasında bir köprü oluşturur. Dar
yollardan dağ yamaçlarına tırmanacaksınız. İsviçre'ye doğru uzanan başı karlı
Alpleri izleyeceksiniz. Bir zamanlar Osmanlı ordularının Viyana’nın dış
mahallelerine değin ilerlediklerini düşüneceksiniz. Ve o anda Türklerin konumu
gözünüzün önüne gelecek. 1983 yılında, 300 yılı törenlerle anılan son Viyana kuşatmasını
düşüneceksiniz.
Osmanlı'nın
adım adım geri çekilmesinden önce Viyena'da Osmanlı araştırmaları başlamıştır.
16. yüzyılda Osmanlı ile Avusturya arasında sıkı diplomatık ilişkiler
kurulmuştur. Avusturya bu ilişkilerde, önceleri çevirmen olarak Osmanlı
Hırıstiyanlarından yararlanmıştır. Ancak kısa sürede bunlara güvenilemeyeceğini
anlamakta gecikmemiştir. Bunun üzerine Viyana'da Türkçe, Arapça, Farsça
öğretimini başlatmıştır. İtalya'da Doğubilim eğitimi görmüş, Meninski 1661
yılında Avusturya'nın İstanbul büyükelçiliğinde görev almıştır. Yedi yıl
kaldığı İstanbul'da incelemeler yapmıştır. Viyana'ya döndüğünde "Doğu
basımevi"ni kurmuştur. Bu basımevi 1680'de Türkçe-Arapça-Farsça'dan
Latinceye sözlük yayınlamıştır. Bunu Türkçe dilbilgisi izlemiştir. Ama basımevi
kuruluşundan üç yıl sonra Viyana kuşatmasında yıkılmıştır.
Viyana'da
Türkçe öğretimi 1674 yılında başlamıştır. Din adamı Podesta'nın girişimi
iledir. Tarihin yetiştirdiği en büyük doğubilimcilerden Joseph von
Hammer-Prugstall (1774-1856) bu okulda yetişmiştir. Daha sonra Hammer uzun yıllar
İstanbul'daki Avusturya büyükelçiliğinde görev yapmıştır. 1847'de Viyena
bilimler akademisini kurmuştur. İki yıl bu akademiye başkanlık etmiştir. Yüze
yakın kitap yazmıştır. Bunlardan en ünlüsü on ciltten oluşan Osmanlı
Tarihi'dir. Sonradan Türkçeye ve Fransızcaya da çevrilen yapıt, Türk
kaynaklarına dayanarak yazılan, nesnel nitelikli ilk Osmanlı tarihi sayılır.
Viyena
Üniversitesi Doğubilim enstitüsü 1886 yılında açılmıştır. Bu enstitü günümüze
değin değişe gelişe yaşamını sürdürecektir. Joseph Karabeck, W. Duda, Andreas
Tietze gibi ünlü doğubilimciler enstitünün yöneticisi olacaklardır. Viyena doğubilim
enstitüsü, kuruluşundan beri daha çok tarih araştırmalarına yönelik olmuştur.
Bu arada 1942 yılında Herbert Jansky'nin yayınladığı "Türkçe öğretme
kitabı", bütün eksiklerine karşın, yakın zamana değin alanın en önemli
kaynağı özelliğini korumuştur. Janski'nin 1961 yılında yayınladığı Almanca
Türkçe sözlüğünü de aynı biçimde saygıyla anmamız gerekir.
Son
dönemde Graz Üniversitesi Dilbilim enstitüsü içinde Çağdaş Türkçe
araştırmalarına yer verilmeye başlamıştır. Prof.Dr. Karl Sornig, Türkolojiye
yeni bir bakış açısından yaklaşan araştırmacılardandır. Enstitüde Yabancı
işçilerin uyum sorunları yanında dil yitimi, ikinci dil olarak Türkçe gibi
konular üzerinde araştırmalar yapılmaktadır.
11
Danimarka
5
Haziran 1992 Öğle sonrasında Kopenhag havaalanına indiğim zaman, Türk hamamına
girmiş gibi oldum. Nemli, basık bir hava insanı adeta boğuyordu. Yolculuğum
Danimarka'nın ikinci büyük kenti Arhüs'e dek uzanacaktı. Denizler üzerine kurulu
bu ülkede ikinci yolculuğu da hava yolu ile yapacaktım. Dış hatlardan iç
hatlara geçtim. İkinci uçağın kalkmasına epeyce zaman vardı. Küçük bir para
bozdurup küçük alaşveriş yapmak istedim. 25 mark para değiştirdim. Bir bira
içeyim, bir sigara alayım dedim, ama fiatların elimi yakması ile kendime
geldim. Bir paket sigara 19 Mark, ısmarladığım bira ise 8 Mark. Sonuçta bir
bira ile bir sigara almaya değiştirdiğim para yetmiyordu. "Sigara
kalsın" dedim. Sıcak havaalanı ortamında soğuk birayı yudumlarken sessiz
duran insanlarla bir iki söyleşiye girişmek istedim
Danimarka'daki
günlerimde sürekli kendimi "Jean Paul Sartre'ın "İş İşten Geçti"
kitabının kahramanı gibi hissettim. Öykünün kahramanlarının öldükten sonra
ikinci bir yaşam şansları vardır. Yalnız bu ikinci yaşamlarında kendileri
sokakta, çarşıda gerçek yaşayanları görürler. Onlarla iç içe bulunurlar, ama
gerçek yaşayanların onlardan haberi olmaz. Danimarka'da da kişiler öylesine
sessiz ve birbirine dokunmadan yaşıyorlardı ki, İş İşten Geçti olayının
içindeymişim gibi sanıyordum. Bu pahalılığa şaşmıştım. Bu insanlar ne
kazanıyorlardı? Nasıl yaşıyorlardı? Danimarka da çok dilli ülkelerden biri.
Hemen herkes Almanca, İngilizce ya da Hollandaca biliyor. Bu dillerden birinde
anlaşabilirsiniz. Hava alanındaki kimi yolculardan Danimarka üzerine bilgiler
almaya başladım. Ama duyduklarım beni daha da şaşırtıyordu. Çünkü gelişmiş
ülkelerde kazançla, fiatlar koşut olur. Fiatların yüksek olduğu ülkelerde
aylıklar da yüksektir. Danimarka'da ise bunun tersi bir durum egemendi. Fiatlar
yüksek, aylıklar düşüktü. Peki burda insanlar nasıl yaşıyorlardı? Evet durum
şimdi anlaşıldı... Sosyal haklar yüksekti. Devlet işsiz bile olsa kimseyi şu ya
da bu biçimde besliyordu. Düzen de ona göre oturmuştu.
Bütün
Danimarka'da yirmi bin dolayında Türk yaşıyor. Danimarka'ya Almaya'ya ya da
Hollanda'ya olduğu gibi resmi yollardan bir işçi göçü olmamış. 60'lı yıllarda
Danimarka kaçak turist işçilerin bir tür sığınağı olmuş. Tanıdığı, yakını olan
Danimarka'ya geçmiş. O yıllarda iş bulmak da kolaymış. Sonra aileler gelmiş,
onu yeni evlilikler izlemiş, derken Danimarka'daki şimdiki küçük Türk /ya da
Türkiyeli/ azınlık oluşmuş. Arhus havaalanın'da genç biri beni bekliyordu.
Havaalanı kente oldukça uzaktaydı. Sarı, yeşil, mavinin her tonunda renklerle
kaplı düzlükler uzanıyordu. Batı Avurupa'nın sanayi artığı bitmiş, kutuplara
yaklaşmıştım sanki. Geniş alan çekimleri yansıtan bir filmin içindeydim. Bütün
Danimarka gezisi boyu kendimi başka zaman ve yerde hissediyordum. Bir garip
duygu.
Danimarka'da
Orta doğuya ilgi oldukça eski tarihlerde başlar. Yakın doğuya ilgi 10-12. yüzyılalara iner.
1482 yılında Danimarka'da basılan ilk kitap Fatih'in 1480 Rodos seferini anlatan
kitaptır. 16. yüzyıl ortalarında Doğubilim köklü biçimde kurulma yolunu alır.
Danimarka'da Türkoloji, Vilhelm Thomsen (1842-1927) adı ile bütünleşmiş
gibidir. Thomsen, Finlilerin yayınladıkları Orhun yazıtları atlasından Orhun
yazıtlarını çözmeyi başarır.
Danimarkalı
bilginin bu çözümü nasıl başardığı gerçekten ilginçti. Yazıtların bir yüzünde
Çince çevirilerin bulunması bilimadamına büyük kolaylık sağlamıştı. Önce
yazının yukardan aşağıya okuyacağını saptadı. Ardından i ve u ünlülerini buldu.
Ama bundan sonra büyük bir bunalıma girdi. İşini içinden çıkamıyordu. Uzun
süre yazıtları bir kıyıya bıraktı. 5 Kasım 1893'te yazıtlara yeniden el attı.
Bu kez yazıtlarda bir sözcüğün sık sık yinelendiğini gördü. Sözcük daha önce
saptadığı i ünlüsü ile bitiyordu. Evet, evet, bu sözcük Türkçe tanrı
anlamındaki "tengri"sözü olmalıydı. Ardından Kül-tegin adını çözdü.
Söz konusu sözcüklerin yazaçlarını doğru biçimde saptayınca çözüm hızla
ilerledi. 25 Kasım 1893 te birkaç saatlik bir uğraş ile bilinmeyen yazının
bütün yazaçları ortaya döküldü: Yazıtlarda 38 im kullanılmıştı. Aynı yılın 15
Aralığında buluşunu "Orhun ve Yenisey Yazıtlarının Çözümü"adlı 16
sayfalık bir bildiri olarak Danimarka Bilimler akademisinin toplantısında
okudu. Şaşıp kalan bilim dünyası buluşu "dâhice" diye adlandırdı.
Kopenhag Üniversitesi dilbilim profesörü Vilhelm Thomsen, birçok ünlü türkoloğu
geride bırakarak, türkoloji alanına bir kurucu olarak adım atıyordu. Türkoloji
tarihinde yeni bir yaprak değil, koca bir bölüm başlıyordu. 1919-1931 yılları
arasında yayınlanan dört ciltlik tüm yapıtlarının 3. cildi tümüyle türkolojiye
ayrılmıştır.
Vilhelm
Grønbech (1873-1948) Thomsen'den sonra Danimarka'da türkoloji öğretisinin en
önemli adıdır. Grønbech, Türk dilinin ses düzeni üzerindeki çalışması ile
dikkatleri çekmiştir. 1902 de yayınladığı "Türkçenin Ses Tarihi Üzerine
Ön Çalışmalar"adlı kitabında özellikle Yakut, Çuvaş, Kuman ve Osmanlıcanın
ses düzenini derinlemesine ele almıştır.
Danimarka'da
türkoloji geleneği, babadan oğula geçen bir miras gibidir. Vilhelm Grønbech'in
oğlu Kaare Gr≥nbech (1901-1957) de ünlü bir türkologdur. 1936'da
"Türkçenin Yapısı"adlı çalışması ile doktorasını vermiştir. Türkçenin
gelişimi, tarihsel bir sıradizin içinde, sözcük öbekleri, çoğul ekleri, ad
öbekleri, eylem tümcesi ve belirtme durumu bakımından incelenmiştir.
1938-1939 yıllarında Danimarka bilim
araştırma kurulu içinde Orta Asya'dadır. Bu arada Moğolistan'a da gidecektir.
1942 yılında Kumanca Sözlüğü yayınlar. Bu Codex Cumanicus'un sözcüklerini
kapsar. Türçenin Temel kitabı olarak nitelendirilen Fundamenta'nın yazı
kurulunda da yer alacak Kaare Grønbech'in 1957 yılında ölür. Fundamenta'nın 1.
cildinde ölümü ile ilgili şunlar yazılıdır: "Kaare Grønbech Kopenhag'da
pek erken olarak ölmüş bulunmaktadır. Ölümü Türk dilinin yapısı ve komanca üzerindeki
çalışmaları ile zenginleştirdiği türkologya için olduğu kadar, paha biçilmez
bir üye, faal bir çalışma uzvu ve fakat aynı zamanda pek kıymetli bir dost
olmak dolayısiyle Redaksyon Komitesi için de yeri doldurulmayacak bir
kayıptır."
Günümüzde
Danimarka'da türkolojiye Altay dilleri içinde yer verilmektedir. Kopenhag
Üniversitesi İç Asya enstitüsü Türkoloji araştırmalarının da yapıldığı bir
kurumdur. Başkanlığını Prof. Dr. Kaare Thomsen yapmaktadır.
12
Norveç
Çok
kez ülkeleri, yazarlarla; daha doğrusu yazın ürünleri ile anımsarız. Norveç
deyince Knut Hamsun'un Pan romanı gelir gözümün önüne. Orta yaşını geçmiş,
yalnız adamın o ağaçlık doğa ile iç içe aşkını anımsarım. Kuzeyin yeşil
ormanları giderek denizin mavisi ile birleşir. Deniz kimileyin en sert biçimde
kara ile burun buruna gelir. Ak geceler uzundur. Yel esti mi amansız eser.
Yüksek kara ağaçlı ormanlar alabildiğine sonsuzmuş gibi gelir. Kuzey, en kuzey.
Daha kuzeyi yok. Yolculuğumuzu burada noktalanmalıyız. Norveç'teyiz.
Norveç'te
türkolojinin geçmişi yenidir. Bu ülkede türkoloji araştırmalarını Fin-Ugr
dillerinin ünlü uzmanı Konrad Nilsen (1875-1953) başlatmıştır. Türkçe üzerine
kimi küçük çalışlamları vardır. ne ki, Norveç'te türkoloji 1965 lere kadar
rayına oturmamış kimi başka alan uzmanlarının zaman zaman el attıkları bir
hobi olarak kalmıştır. 1792 yılında ise Oslo Üniversitesi içinde Ural-Altay
Enstitütüsü alışmıştır. Şimdilerde Oslo üniversitesinde az sayıda öğrenciye
türkolojinin değişik alanlarında her dönem değişen dersler verilir. Eski
Türkçe, Karşılaştırmalı çağdaş Türkçe, Moğolca sevilen konulardır.
Günümüzde
Norveç'te de az sayıda Türk azınlık vardır. İlk okullarda Türkçe derslerinin
verildiği olur. Türkiye'den giden kimi öğretmenler burda az sayıdaki öğrenciye
anadili öğretmeye çalışırlar. Türkolog Prof.Dr. Brendemoen, bunlarla ilişki
içindedir. Kuramsal türkolojinin yanı sıra günlük sorunlarla da ilgilenmeye
çalışır. Türkoloji bölümü Türkiye'den yolu Norveç'e düşenlerin ilk uğrak
yeridir. Artistlerin (sözgelimi Ediz Hun), yazarların, az çok mürekkep yalamış
Türklerin yurt özlemini girderdikleri ilk duraktır.
13
İngiltere
"Güneş
batmayan ülke", geçmişin büyük sömürge imparatorluğu, kendisine karşıt,
Osmanlı ile yakından ilgilenmek zorundaydı. Ne insanın, ne de insanlardan
oluşan devletlerin hırslarına sınır vardı. Büyük, daha büyük olmak istiyordu.
Dünya iki kişiye az, bir kişiye çoktu. Böylesine bir ortamda Osmanlı İngiltere
ilişkileri başlamıştı. 16. yüzyıl sonlarında İngiltere'de Türkiye ile ilgili
kitaplar kitapçı raflarında gözükmeye başlamıştı. Kimi gezginler, elçilik
görevlileri izlenimlerini yazıyorlardı. Gizemli doğunun esrarlı havasını,
buğulu Türk hamamlarını, feraceli Türk kadınlarını, kararmış ahşap evlerin
kafeslerinin ardından bakan haremleri, sisli Britanya halkının gözleri önüne
sermeye çalışıyorlardı. İstanbul Büyükelçisi Lady Montaqu 1717-1718 yıllarını
yansıtan "Türkiye Mektupları" ile ünleniyordu. Oysa daha önce, 1603
te Knolles Genel Türk Tarihi'ni yayınlamaştı. 1670'te Seamen'in Türkçe
dilbilgisi kitabı basılmıştı. Ama İngiltere'de Türk incelemeleri 18. yüzyılda
canlanıyordu. Artık salt meraklıların, maceracıların, çağrılı ya da çağrısız
konukların gözlemleri değil; uzmanların araştırmaları söz konusuydu. Türkoloji
yalnız Türkiye ve Osmanlı imparatorluğu ile sınırlı değildi. İngiliz uzmanlar
eski kaynaklarla birlikte Orta Asya'ya yöneliyorlardı. 1832 yılında A. L.
Davids, Doğu Türkçesinin dilbilgisini inceliyordu. Kutadgu Bilig ve Doğu
Türkçesi üzerine bilgi veriyordu. Sir Denis Ross ile D. B. Show aynı konularda
kafa yoruyorlardı. Ama türkolojide partiyi kazanan başka bir İngiliz oldu: Sir
James Redhouse.
Sir James Redhouse
(Londra 1811-1892)
1926 da İstanbul'da
Bahriye mektebinde İngilizce öğretmeni ve Tophane atölyelerinde teknik ressam
olarak işe başlamasıyla yazgısı belirlenmiş gibiydi. İstanbul'da kaldığı sekiz
yıl süresinde Türkçeyi iyiden iyiye öğrenmişti. Bu arada Türkçe İngilizce
Fransızca sözlük hazırladı. 1834'te sözlüğü yayınlamak üzere İngiltere'ye
gitti. Ancak bu sırda başka bir sözlüğün piyasayı tutmuştu. Dört yıl sonra
yeniden İstanbul'a döndü. Osmanlı devletinin başbakanlık, dışişleri bakanlığı
ve denizcilik bakınlıklarında tercümanlık yaptı. Babıali ile İngiliz
büyükelçiliği arasındaki bütün yazılı ve sözlü ilişkileri yürüttü.
Zaten
Osmanlı'da ve özellikle Abdülhamit döneminde dış işleri örgütleri ve
çevirmenlikler tümüyle yabancıların eline geçmiştir. Sözgelimi 20. yüzyıl
başlarında durum şöyledir:
"Düşünelim
ki, dış temsilciliklerin en önemlisi olan Londra sefaretinde sefir, Türkçe
bilmez! Kadro Türkçe konuşamaz. Sefaret, İstanbul'a Fransızca muhabere eder.
Hariciye nezaretinde bütün muhabereleri elinde toplayan, bir
Ermenidir."(24)
Bütün
bu ilişkilere karşın, türkoloji İngiltere'de gerçek anlamda 20. yüzyıl
başlarında Üniversitelerde yerini almıştır. 1906-1911 yıllarında Halil Halit
Efendi Cambridge Üniversitesinde Türkçe okutmanıdır. Günümüzde Londra,
Cambridge, Durham, Edinburg, Oxford ve Manchester Üniversitelerinde türkolojiye
yer verilmektedir. Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu 1955-1959 yılları arasında
Londra'da okutmandır. Sir Gerald Clauson 1972'de yayınladığı Türkçe kökenbilim
sözlüğüne giriş işlevindeki çalışması ile Türkologlar arasında saygın bir yer
edinmiştir. Bernard Lewis tarih alanında çalışmaları ile ünlüdür. "Bir
Milletin Yeniden Doğuşu- Atatürk"yazarı Lord Kinross'un konumu ise uzaktan
Redhouse'un konumunu anımsatır. Adını geniş Türk okuruna duyurmuş, diplomat
kökenli bir tarihçidir. Son olarak ülkemizde "Osmanlı
Tarihi"yayınlanmıştır.
İngiltere'de,
çoğunluğu Kıbrıs kökenli, küçük bir Türk azınlık yaşamaktadır. Londra'da birkaç
ilk ve orta öğretim kurumunda Türkçe dersi verildiği bildirilmektedir. Ancak
İngiltere'de yüksek öğretimin pahalı olması türkolojinin konumunu iyiden iyiye
etkilemektedir. Türk kökenli öğrencilerin bu dalı ana bilimdalı ya da yan
bilimdalı olarak seçmeleri pek seyrek olmaktadır. Hatta doktora için
İngiltere'ye giden Türk öğrenciler bir süre sonra Amerika'ya geçerek
doktoralarını orada bitirmektedirler. Bu yüzden geçmiş yıllarda kimi türkoloji
bölümleri kapanmış, ya da kapanma tehlkesi geçirmiştir. Yeni Türk
Cumhuriyetlerinin kurulması ile türkolojiye yeni bir eğilim düşünülebilir. Bu
alana daha önceden ilgi de olmuştur. Sözgelimi, Natalie Waterson 1980'de
Özbekçe İngilizce sözlük yayınlamıştır.
14
Polonya
Osmanlı
tarihlerinde Polonya, Lehistan adıyla anılır. Topraklar uzaktır. Türk halkıyla
Polonya halkının birbiriyle pek alış verişi yok gibi gözükür. Böylesine bir
ortamda türkolojinin de Polonya'da gelişmemiş olması gerekir. Ama tüm bu
görüntü yanıltıcıdır. Türkiye ile Polanya arasındaki siyasal ilişkiler 15.
yüzyıla uzanır. Kimileyin savaş, çok kez de dostluk biçiminde süren bu
ilişkiler oldukça zengin belgeler bırakmıştır. İki halk arasında yakınlık
doğmuştur. Ruslar ile Almanlar arasında sıkışmış Polonya halkı tarih boyunca
benliğini koruma savaşı vermiştir. Polonya tarihi sürekli dramatik olaylarla
gelişmiş, ülke çeşitli istila ve paylaşımları yaşamıştır. Bu halk, benliğini
korumada Osmanlı dostluğundan yararlanmaya çalışmıştır. Bu bağlamda
İstanbul'da görev yapacak Polanya'lılar için Türkçe kursları açılmıştır.
Ayrıca oldukça eski dönemlerde Polanya'ya yerleşmiş Karay Türkleri nedeniyle
türkolojiye ilgi doğmuştur. 1. Dünya savaşı öncesinde Polonya'da kimi
türkologların adı duyulmaya başlamıştır. Tadeuz Kowalski (1889-1948) bunların
başında gelir. Kowalski, Türk
bilmeceleri, Anadolu ağızları, Dobruca ve Makedonya ağızları üzerine
araştırmalar yapmıştır. Karay Türkçesini incelemiştir. Karay Türklerinden
Ananjasz Zajanckowski (1903-1970) 1930 yılında "Karayca
Dilbilgisi"ile Polanya'da başladığı türkoloji yolculuğunu, eski Türk
dilleri ve yapıtları üzerine incelemelerle sürdürerek Amerika'da noktalamıştır.
1949'da yayınladığı Hazarların dili kitabının türkoloji dünyasında özgün bir
yeri vardır.
Osmanlı'da
eski Türk tarihi üzerine ilk kitap yazarı Mustafa Celâlettin Paşa da
Polanyalıdır. Gerçek adı Kostantin Berjinski'dir. Lehistan ihtilalinden sonra
Osmanlı ülkesine sığınmıştır. Dilbilgisi, tarih, haritacılık bilgileri ile Osmanlı
oldusunda görev almıştır. Paşalığa kadar yükselmiş, çeşitli savaşlara katılmış
birçok yara almıştır. "Eski ve Yeni Türkler"adlı kitabını1869'da
Fransızca olarak yazmıştır. Bu kitap ilk Türk tarihi sayılır. Gerçekte kitap, Osmanlı devletininin kalıcılığı
ve halkın mutlulğu için neler yapılması gerektiği üzerine, Abdülazziz Han'a
sunulmuş bir raporu andırır. Ancak 362 sayfalık kitap Türklüğe bakış açısından
önemli bilgileri içerir. Mustafa Celâlettin Paşa, 1875 Karadağ savaşında şehit
düşmüştür.(25)
Günümüzde
Polonya'da Krakow ve Warşova üniversitelerinde türkoloji bölümleri vardır.
Bölümlerin öğrencisi sınırlıdır. Daha çok doğubilim bölümleri ile ortak dersler
yapılır. Böylece daha geniş bir alana yönelinmiş olunur. Polonya'da Türk edebiyatı
yeterince tanınmaz. Az sayıda yapılan çevirler kısa sürede tükenmekte ve bir
daha basılmamaktadır.
15
Yugoslavya
Şu
anda bütün bir Yugoslavya'dan söz etmek olanaksız. Ancak yakın zamana değin,
değişik uluslardan halkların kardeşçe yaşadığı Yugoslavya'da Türkoloji oldukça
ilgi duyulan bir araştırma dalıydı. Çünkü bu ilgiyi ayakta tutan bütün nedenler
vardı. Uzun süre Yugoslavya'yı oluşturan uluslar Osmanlı egemenliğinde
yaşamışlardı. Osmanlı Sırbistan ilişkisi 1. Dünya savaşına değin sıkı biçimde
sürmüştü. Ayrıca günümüzde Yugoslavya'da Türk azınlık yaşıyordu ve bu azınlık
her tür kültürel haklara sahipti. Türk azınlığın konumu açısında Yugoslavya
örnek ülkelerden biriydi. İki yüz bin kişilik bu küçük azınlık haftalık
gazeteler, aylık ve üç aylık dergiler çıkarabiliyor, kitaplar yayınlıyor,
yazarlar, ozanlar yetiştiriyordu. Üsküp ve Priştine gibi Türk azınlığın yoğun
bulunduğu bölgelerde radyo ve televizyonda yayın saatleri vardı.
Ama
Yugoslavya'da eski bir türkoloji geleneği bulunmuyordu. Belgrat, Priştine ve
Saray-Bosna üniversitelerinde Türkçe öğretimi yapalıyordu. Çok kez bu öğretim
doğubilim içinde yapılıyordu. Ancak Yugoslavya dünyada benzeri seyrek görülen
bir eğitim kurumu daha vardı: Türk azınlık okulları için, anadili öğretmeni
yetiştiren yüksek öğretmen okulu bulunuyordu.
Yugoslavya'da
türkolojinin konumunu sürekli "geçmiş zaman" kipi ile anlattık.
Türkolojinin günümüzdeki durumu ve geleceği ile belirsiz. Ancak Yugoslavya
bölünse bile yeni devletlerde türkoloji olacak. Ne var ki, Makedonya'daki Türk
azınlığın geleceği kuşku uyundırıcı. Şimdi "Müslüman kardeş"diye dayanışma
yaptığımız halklar bağımsız olduktan sonra Türk azınlığın eski kültürel
haklarını da elinden alabilirler. Nitekim Yugoslav Türkleri de gelişmelerden
tedirgin, endişeli bir bekleyiş içindeler.
16
Bulgaristan
'Uzak
komşumuz Bulgaristan' yakın geçmişte Türk azınlık nedeniyle, Türkiye gündemini
çok uğraştıran bir ülke oldu. Bütün nüfusu içinde Türklerin sayısı hiç de
azımsanacak gibi değildi. Kuramsal olarak 'bütün halkları kardeş sayan' bir düzenle
yönetiliyordu. Ama bu kocaman azınlığın en küçük hakkı yoktu. Kişilerin adları
değiştiriliyordu. Türkçe konuşmaları yasaklanıyordu. Öte yandan, aynı ülkede
Türkçe kitaplar basılıyordu. Sözgelimi Azeri araştırmacı Ekber Babayef'in baskıya
hazırladığı Nâzım Hikmet'in 8 ciltlik "Bütün Eserleri" Sofya'da
basılmıştı. İbrahim Tatarlı ile Rıza Mollof "Marksist Açıdan Türk
Romanı"nı yayınlıyorlardı. (Bu kitap Habora Yayınevince 1969 yılında
Türkiye'de de yayınlanmıştır.) Bu kitapta söylendiğine göre, 1949 yılında
Bulgaristan'a sığınan yazar Fahri Erdinç'in yaratıcığılı iltica ettikten sonra
daha verimli olmuştu. (Tatarlı kendisi ile yapılan bir söyleşide Halide
Edip'ten başlayan bir Türk edebiyatı değerlendirmesi yapar, Türk yazını ve
kültürü üzerine yaptığı derin incelemeleri anlatır.(26)
Türkoloji
açısından Bulgaristan tam bir çelişkiler ülkesi olma özelliğini koruyordu. 1912
yılında Türkiye'den kesin biçimde kopan ülke, çağlar boyunca Karadeniz'in
kuzeyinden ya da Anadolu'dan gelen Türk halklarının geçit yeri olmuştu. Hatta
ülkenin adı bile Türkçeydi. (Bulgar adı, Türkçe kökenlidir. "Karışmak,
karıştırılmak, karışmış olmak"anlamlarına gelir. Türkçe
"bulgur"sözü ile aynı köktendir.) (27) 1973 yılında Bulgaristan'ı
boylu boyunca geçerken, Bulgar adında olduğu gibi ben de karmaşık duygular
içindeydim. Land Rower arabamızla Almanya'dan Afganistan'a kadar uzanan bir
araştırma gezisine çıkmıştık. Düzenli karayollarında sürücüler belli hızı aşmamaya
özen gösteriyordu. Türkiye Almanya arasıdaki işçi gidiş gelişi Bulgaristan'ı
iyiden iyiye şenlendirmişti. Sınır kapısında ya da konsolosluklarda vize alma
zorunluğu vardı. Bu vizeler Bulgaristan'a belli bir döviz kazandırıyordu.
Enerji üretimi Türkiye'nin birkaç katıydı dışsatımda durumu iyi bir ülkeydi.
'Vay be (o zamanlar) elli yıl önce Türkiye'nin sömürgesi olan ülke nasıl
kalkınmıştı!' Böylece Sofya'ya doğru ilerliyoruz. Ama sürekli bir polis baskısı
ya da korkusu var. Yol boyu tarlarlara dikilmiş Bulgarca yazıları okuyoruz.
"Yaşasın Bulgar Komunist Partisi" "Yaşasın Sovyet Sosyalist
Partisi"Birlikte araştırma gezisine çıktığım Dr. Adamoviç Sırp olduğu
için bu yazıları çok iyi anlıyor. Bana dönüp "İyi, güzel ama Sovyet
Komunist Partisinin övgüsünün Bulgaristan'da ne işi var?"diyor.
Sofya,
ana caddeleri bal döksen yalanır türünden temiz, pırıl pırıl bir şehirdi.
Yabancıların belli caddelerden geçmesine izin veriliyordu. Ne var ki nasıl
olduysa, şaşırdık. Ara caddelerden birine gidik ve istemeyerek Sofya'nın arka
mahallelerini boyladık. O güzelim Sofya yitmiş, bizim gecekondu mahallelerini
andıran batak bir şehir çıkmıştı karşımıza. Sosyalizm ilk hayallerimi
yıkıyordu. (Yazarın 68 kuşağından olduğunu unutmayalım!) Neydi, nasıl olmuştu?
Bir kentin içinde bile eşitlik sağlayamayan bir düzen, bütün bir toplumda
nasıl sağlardı?
Şimdi
bu görüntü ve çelişkilerden biraz uzaklaşarak uzak komşumuzdaki türkoloji
çalışmalarına gelelim: 19. yüzyılda Bulgaristan'da Türkçe üzerine birçok ders
kitabı yayınlanmış. 20. yüzyıl başlarında Sofya Üniversitesinde düzenli biçimde
Türkçe öğretilmeye başlanmış. 1952 yılında Türkoloji kürsüsü açılmıştır. G.
Gılıbov, Türkçe dilbilgisi, iki dillden karşılıklı sözlükler yazmıştır. Seyrek
olarak Bulgar türkologlar Bulgaristan'daki Türkler üzerine araştırmalar
yapmıştır. 70'li yıllarda başlayan Türk Bulgar ilişkilerindeki soğuk savaş
türkolojiyi kötü biçimde etkilemiştir. Bulgaristan'daki Türk azınlığın varlığı
yadsınmış, o bölgelerde araştırma yapmak isteyen yabancı türkologların
çalışmalarına izin verilmemiştir. Giderek türkoloji kürsüsü de kapatılmış,
Türkçe Balkan Dilleri enstitüsünde sığıntı durumuna sokulmuştur.
Ama
zaman zaman Bulgaristan'da ilginç kitapların yayınlandığına da tanık oluruz.
Paraşkev Paruşev'in "Demokrat Diktatör Atatürk" kitabı bu açıdan ilgi
ile okunması gereken çalışmalardan biridir. Kitabın öyküsü Paruşev şöyle
anlatır: "Atatürk'ün ölümünün 25. yıldönümünde, Türkiye'den bir röpörtaj
istediler benden. konusu Dimitrina Kovecana ile Atatürk'ün dostluğu idi. Bunu
yaptım gönderdim. Birçok gazetede çıktı. Bundan sonra bu konu beni çok
ilgilendirdi ve uzun bir dökümanter hikaye olarak yazmaya karar verdim. Ama
konuyu araştırırken ve derinliğine incelerken anladım ki, Atatürk'ü
Bulgaristan okuruna yalnız bu açıdan tanıtmak doğru olmaz. İşte o zaman,
Atatürk'ün bütün yaşamını anlatan bir kitap yazmaya kalkıştım. Böylece 1973'te
kitap çıktı. Sekiz milyonluk Bulgaristan'da yirmi beş bin basılmasına rağmen
iki günde tükendi. Bence bu, Bulgaristan'da Atatürk'e karşı büyük bir ilginin
olduğunun en iyi kanıtıdır."(28) Paruşev'in bu güzel kitabı (Falih Rıfkı
Atay'ın Çankaya adlı kitabı ile bu kitap arasında büyük koşutluk vardır)
Bulgaristan'da iki günde bitmiştir, ama Türkiye'de ikinci baskısı yapılan bu
kitap on yıldır bitmemiştir! Kitabı okurken, Paruşev'de Atatürk hayranlığını
sezersiniz. Bir Bulgar'da bu ölçüde Atatürk hayranlığı ilk bakışta beni
şaşırtmıştır. Yıllar sonra Paruşev'le yapılan bir görüşmeden Paruşev'in
Gagavuz Türklerinden olduğunu öğrenince sorun benim için çözümlendi. Paruşev,
başka bir söyleşide ise Şeyh Bedrettin üzerine kitap hazırladığını söylüyordu.
Bu arada söz konusu kitap hazırlandı mı bilmiyoruz. Sanırız, türkolog kökenli
gazeteci Paruşev'in yaşamı çeviriler, Türkiye üzerine yazılar yazmakla
sürüyordur.
Yakın
dönemde başlayan yumuşama ile Bulgaristan'da Türk azınlığa kimi özgürlükler söz
verilmektedir. Anadili olarak Türkçe öğretimi, basın ve yayın dili Türkçe,
karşılıklı öğrenci değişimi gibi olaylar Bulgaristan'da türkolojinin konumunu
değiştirecektir.
17
Rusya
Rusya'da
Türkolojinin köklü bir geçmişi vardır. Türk Rus ilişkileri ile birlikte
türkoloji de başlamıştır. Bu nedenle Rusya'da türkolojinin başlangıcı Petro
dönemine dek iner. Öte yandan türkolojinin babası sayılan Radloff'un bilimsel
araştırmalarını Petersburg'da değerlendirmiştir.
Rusya'da
Radloff'un başlattığı türkoloji çalışmaları daha çok dil araştırmalarına
yönelikti. Alman bilim geleneği Rusya'da türkolojinin kurulmasına da öncülük
ediyordu. Ağız derlemeleri, Türk lehçelerinde ses ayrılıklarını saptama büyük
ilgi alanıydı. Bir de eski kaynakları yayınlama işi eklenince Türkolojinin üç
temel çalışma alanı belirlenmiş oldu. 20. yüzyıla değin modern edebiyat zaten
söz konusu değildi. Çağdaş dilbilim araştırmaları ise bütün dünyada
kurulmamıştı. Ural'dan Sarıdeniz'e değin uzanan geniş alanlarda yaşayan
Türkler, bitmez tükenmez araştırma konusu olarak araştırmacıları bekliyordu.
Göçebe çadırları, toprak damlı köyler, Budist mağraları türkologların araştırma
alanları olmuştu. Radlof'un ardından Kâzım-Bek, Savalyef, Grigoryef, Böhtlingk,
İlminsy, Budagof, Melioransky, Bartold gibi ünlü türkologlar yetişmişti.
Bunlardan Kazım-Bek'in öyküsüne değinmeden edemeyeceğim:
Mirza
Mehmet Ali Kâzım Bey, 1802 Derbent doğumlu Azeri bir türkologdur. Bir ahund
(şiilikte dede) oğludur. Kâzım Bey, Rus din adamları ile karşılaşır ve din
değiştirir. 1836'da Türk dili profesörü olur. Türk Tatar dilinin dilbilgisi
adlı yapıtı ile ünlüdür. Bilimsel olarak da konum olarak da yükselmiştir, ama
baba oğlunun din değiştirmesini bir birlü bağışlayamamıştır. Ölünceye değin
oğlu ile görüşmemiştir.
Sovyetler
Birliği döneminde de Rusya'da türkoloji geniş kapsamlı bir bilim dalı olarak
araştırılmıştır. Sovyetlerde bütün halklara öz dillerinde eğitim olanağı
tanınmıştır, okullarda anadilinin işlenmesine izin verilmiştir. Ama bu özgürlük
içinde Rusça, Sovyet halklarının başında demoklesin kılıcı gibi asılı
durmuştur. Dikkat çeken bir yan Türkçe hiçbir yerde bilim dili olarak işlenmemiştir.
Sözgelimi Özbekçede tıp, mühendislik üzerine kaç kitap yayınlanmıştır? Azericede
gökbilim ne ölçüde anlatılmıştır? Bu sorulara olumlu yanıt vermek olanaksızdır.
Hatta çok kez türkolojinin bilimsel araştırması bile baskı altında tutulmuştur.
Ebdülaziz Demircizade (1909-1979) bu
bakımdan özgün bir örnektir. 1944 yılında yayınladığı "Azerbeycan Dili
Tarihi"ile başını belaya sokmuştur. Oysa kitapta Türk dilinin geçmişi ve
dağılımını anlatmış, Türkiye Türkçesi ile kardeşliğini ortaya koymuştur. Bu
kitapta "milliyetçilik"yaptığı ileri sürülmüş, kitap dağıtıma sokulmadan
tümüyle yok edilmiştir. Yazar yaşamını zor kurtarmıştır. Sütten ağzı yanan
ayranı üfleyip içer. Demircizade, Azerbeycan Dili Tarihinde yazdığı
düşüncelerini 1959 yılında yayınladığı "Kitab-ı Dede Qorqud Destanlarının
Dili"adlı çalışmasında üstü kapalı biçimde özetlemiştir. Ama
"Azerbeycan Dili Tarihi" kitabı günümüzde kütüphanelerde bile
bulunmaz. Adı hiçbir kaynakçada verilmez.
Bekir Sıtkı Çobanzâde'nin yaşamı, türkoloji
açısından daha acı bir örnektir. 1893'yılında Kırım, Akçamescit'te doğan
türkolog 1924'te Bakü'de profesör olarak göreve başlamıştır. 1937 sonlarına
doğru, "vatan haini, halk düşmanı emperyalist devletlerin ajanı"
suçlamaları ile tutuklanarak tutuklu kampına sürülmüştür. Bundan sonra
yaşamından bilgi alınamamıştır. Oysa Bekir Sıtkı, onlarca eserin yazarı aydın
bir bilim adamıdır. Arap yazısına karşı, latin yazısını, milliyetçiliğe karşı
ulusal sosyalizmi savunmuştur.
Ne
var ki, bu örneklerle Sovyet türkolojisini tümden kötülemek olmaz.(29) Moskova
ve Lenigrat üniversitlerinde Sovyet türkolojisi çok ilginç konulara
yönelmiştir. Osmanlı'da ve Türkiye'de eğitim, Osmanlıda çağdaş akımlar
-sözgelimi Jön Türkler ve 2. meşrutiyet, -Osmanlı kuyumculuk sanatı, Türk
mutfağı ve daha nice renkli konular Sovyet türkologlarının araştırmalarına
girmiştir. Sovyetler Birliği çağdaş Türk yazınınını en çok çevrildiği
ülkelerden biri belki de birincisi olmuştur. Köy romanları, Sabahattin Ali'ler,
Nazım Hikmet'ler türkologlar aracılığı ile geniş okur yığınlarına
ulaştırılmıştır. Birçok çağdaş Türk yazarı doktora konusu olmuştur. Radi Fish'i
Türkiye'de kim tanımaz? Bir film kurgusu içinde ama bir bilim adamının
derinliği ve titizliği ile yazdığı Nâzım'ın Çilesi, Ben de Halimce Bir
Bedreddinem adlı çalışmaları Türkiye de de okunmuş ve sevilmiştir.(30)
Ayrıca
Sovyetler'de oldukça çok Türkiye anıları yazılmıştır. Yine bu bağlamda Türkiye
tarihinin kimi yönleri, siyasal ilişkiler ayrıntılı biçimde incelenmiştir.
Kononof'un bol bol sözü edilen Türkçe dilbilgisi kitabı ise aradan yıllar
geçmesine karşın Türkçeye çevrilmemiştir.
Yakın
zamana değin "Sovyetler Birliği" içinde Türkolojinin ele alınışı
önemli olduğunca ilginç bir okul oluştururdu. Şimdi Rusya içinde türkoloji
alanı biraz daha sınırlanmış oluyor. Gerçi Sovyetlerde türkoloji merkezi
sayılan Moskova, Petersburg, Kazan üniversiteleri günümüzde Rusya sınırları
içindedir. Rusya yine geniş topraklar üzerine yayılmıştır. Ama beş Türk cumhuriyet
ülke topraklarından kopmuştur. Bu beş ülkede türkolojinin gelişimi değişik
boyutlarda olacaktır.
Günümüzde
bu ülkelerde türkolojinin en önemli ödevlerinden biri latin yazısına dönüşüm
sorunudur. Yıllardır kiril yazısı ile yerleşmiş yazımda kimi değişmler yapmak,
ayrı lehçeleri bir yazı düzeninde birleştirmek gibi zor uğraşı üstlenmiştir.
Bunun ardından dilin eğitim ve bilim dili olarak işlenmesi evresi gelmektedir.
Arapça, Farsça ve Rusça sözcüklerle dolu bu dilleri Türkiye Türkçesi düzeyinde
bağımsızlığa kavuşturmak ağır bir görev olarak türkoloğu, aydını, yazarı
beklemektedir. Sonuçta siyasal bağımsızlığın insan kimliğine, kişiliğine
sinmesi gerekmektedir. Kağıt üzerindeki bağımsızlıkların kalıcılığı burda yatmaktadır.
Şimdi bu evre yaşanacaktır.
18
Amerika
Amerika'da
türkoloji çalışmaları 20. yüzyıl başlarına dayanır. Aralıklarla 1950'lere değin
türkoloji eğitimi yapılır. Ama asıl ivmeyi 1950'lerde kazanır. İkinci dünya
savaşından sonra Amerika'da türkoloji birdenbire yaygınlaşır. İkinci dünya savaşından
büyük başarı ile çıkan Amerika, kendisini birden bire komunist olmayan dünyanın
öncüsü olarak bulur. Türkiye ile ilgili çalışmaların gelişmesi için de özel bir
neden vardır. 1950'de iş başına geçen Demokrat Parti hükümeti, akıl almaz
cömertlikle kapılarını Amerika'ya açmıştır. Özel girişimciler, silah ve ekonomik
yardım uzmanları, Türkiye'de görev yapacak askeri personel uzmanları Türkçeye
gereksinim duyarlar. İstem ve sunu kuralı yasalarını işletir. Amerikan
üniversitelerinde mantar gibi Türkçe ile ilgili bölümler, birimler kurulmaya
başlar. 1950 ile 1965 yılları arasında en büyük ve tanınmış Amaerikan
üniversitelerinden çoğu, izlencelerine türkolojiyi alırlar. Yirmi dolayında
üniversitede Türk dil kültürü ve tarihi ile ilgili dersler verilmeye başlar.
Genç bir bilim dalı olmasına karşın, güçlü bir bilim dalı olarak karşımıza
çıkar. Çünkü Amerikan yararcı dünya görüşü türkolojiye de uygulanmıştır.
Türkolojinin kurulması için Türkiye'den ve Avrupa'dan en iyi uzmanlar iyi
koşullarla Ameka'ya çekilmiş, böylece yeni bir öğreti okulu oluşturulmuştur.
1950'lerden sonra dünyanının en ünlü türkologlarının Amerikan üniversitelerinde
kadrolu ya da konuk olarak ders verdiğine tanık oluruz. Türkoloji kütüphaneleri
satın alınır. Sürekli yayınlar izlenir. Bir
yandan da yayınlar yapılır, ses bantları, belge arşivleri kurulur,
kurultaylar düzenlenir. Salt türkolojiye eğilen yayın kurumları oluşturulur.
1965 yılında Türkoloji açısında Amerika doruktaki yıllarını yaşar. Barış gönüllüleri
Türkiye'ye gelirler. Türkiye'de "casus", "CİA ajanı"damgası
yiyen bu insanlara Prof. İlhan Başgöz çok olumlu yaklaşır. "Bize gelen
öğrencilerin en önemli kaynağı Barış gönüllüleri idi. En iyi öğrencilerimiz de
onların arasıdan geldi. Bunlar, Türkiye'deki inanışın aksine, kendi
kültürlerine kızgın, onu protesto eden, ülkücü gençlerdi. Türkiye'de bir zaman
kaldıktan sonra gerçekten Türk halkını ve Türkiye'yi seviyorlar, döndükten
sonra bu alandaki bilgilerini artırmak istiyorlardı. Yazık ki bu kaynak şimdi
kurumuştur."(31)
65'lerden
sonra Türk Amerikan ilişkilerindeki gerginlik, Orta Doğu'da petrol üreten
ülkelere yöneliş türkolojiyi de doğrudan etkilemiştir. Giderek kimi bölümler
kapanmaya başlamış, var olan bölümlerin ödentileri kısılmıştır. Öğrenci sayısı
düşmüştür. Bir türlü tanıtılamayan Türk kültürü tümden yalnızlığa itilmiştir.
Türkiye'nin kurmak istediği Türk lobisi tüm çabalara karşın oluşturulamamıştır.
Böylesine umutsuz bir ortamda, günler birbirini kovalarken, beklenen bir olay
biraz erken gerçekleşti: Sovyetler Birliğinin dağılması ve ardından beş Türk
cumhuriyetinin bağımsızlık kazanması, türkolojiye yeni bir ivme kazandırdı.
(Gerçekte Amerika Sovyetlerin dağılacağını çok iyi biliyordu. Ancak dağılmanın
bir 20-30 yıl sonra gerçekleşeceği sanılıyordu. Sovyetlerde yaşayan Türklere
yönelik "Bağımsızlık" radyoları aracılığı ile ordaki potansiyel diri
tutulmaya çalışılıyordu.) 1992 ilkyazında Amerika'nın dört üniversinde yeni
bir izlence ile türkoloji bölümleri kurulmuştur. Türk dışişleri bakınının da
çağrılı olarak bulunduğu törenlerle bu bölümler açılmıştır. Şimdi Amerika
yıllardır özlemini çektiği pazarlara yönelik yeni elemanlar yetiştirmek için,
üniversitelerinde bu konulara yer verecektir. Söz konusu ülkelerin dillerinden,
inançlarına, doğal kaynaklarından genel yaşamlarına değin her konuya el atacak
uzmanlar yetişecektir.
19
Çin
Türkler
üzerine ilk bilgilerle Çin kaynaklarında karşılaşırız. Türklerin geçmişteki
izini sürmek isteyen kişi, Çin dili ve yazısına baş vuma zorluğunu duyar. Ama
Çin'te türkoloji bilim dalı olarak geç kurulmuştur. 1985 yılında yayınlanan bir
incelemeden Çin türkolojisi üzerine ayrıntılı bilgileri bulmaktayız.(32) Buna
göre Çin türkologları çalıştıkları Çin bilim merkezlerinde türkiye tarihi,
ekonomisi, kültürü, edebiyatı ve Türk dili ile ilgili araştırmalar yaparlar.
Çin'de Türkoloji ile ilgilenen 15 kurum bilinmaktadır. Türk dil öbeği ile
ilgili incelemeler Çin'de epey önceleri başlamıştır. Daha Çin Halk
cumhuriyetinin 1949 yılında kurulmasından önce Pekin Üniversitesinde bir
Uygurca bölümü vardır. Cumhuriyetin doğuşundan sonra, Pekin'de Azınlık Uluslar
Enstitüsünde Uygurca, Kazakça ve Kırgızca bölümleri açılmıştır. Ayrıca Türk
dili araştırma kürsüsü de vardır.
Çin
bir halklar, insanlar yığınını toplayan karaparçasıdır. Dünya nüfusunun üçte
birini oluşturan yığınlar içinde Türkler önemli bir azınlık oluşturur.
Araştırmalar ilerledikçe her gün yeni Türk boylarının varlığı saptanır. Aynı
gibi gözüken halkın dillerinde, inançlarında, kültüründe ayrımlar olduğu
anlaşılır. Çin'de yaşayan Türklerden Uygurlar en ünlü olanlardır. Uygurlar, Çin
topraklarının 6'da birini oluşturan Sinkiang Uygur Özerk bölgesinde yaşarlar.
Türkçede bu topraklar Doğu Türkistan adı ile anılır. Zaten Sinkiang sözü de
Çincede yeni eyalet anlamındadır. Doğu Türkistan'da yedisi Müslüman olan on üç
ulus yaşar. 6 milyonluk nüfusu ile Uygurlar en kalabalık ulusu oluştururlar.
Uygurlar, İÖ. I. yüzyıldan, İS. 13. yüzyıla değin Orta Asya'da tanrı dağları
eteklerinde ve Tarım ırmağı kıyılarında yaşamışlardır. Değişik devletler
kurmuşlardır. Uygarlık ve devlet yönetimi konusunda çağdaş uluslara örnek olmuş
bir Türk boyudur. Bugünkü yaşadıkları Doğu Türkistan ise eski çağlardan beri
Türk yurdudur. Salt yaşayanlar açısından değil geçmiş Türk uygarlıkları
açısından da büyük bir gömü konumundadır. Mağralara gizli Budist tapınakları,
toprak altında kalmış eski uygarlık izleri ile, bütün türkoloji için bitmez tükenmez
araştırma alanıdır. Bütün bu konumu ile 19 yüzyıl sonları ile 20 yüzyılda
batılı araştırma kurumlarının yağmasına uğramıştır. Ama bitip tükenmeyen
kaynaklar şimdilerde de varlığını sürdürmektedir. Bu bakımdan, Doğu
Türkistan'da kazıbilim araştırmaları
ayrı bir yer tutar. Nitekim son yıllarda Kaşgarlı Mahmut'un mezarı yine bu
topraklarda bulunmuştur. Halkın çağlardır evliya mezarı diye ziyaret ettiği
yerin Kaşgarlı'nın taşınmaz malı olduğu bu kazılar sonucu anlaşılmıştır.
Kazaklar,
bir milyona yaklaşan sayıları ile Doğu türkistan'da yaşayan ikinci büyük Türk
koludur. Muri, Barköl ve Urumçi'de otururlar. Uygurlarla birlikte 1976 yılına
değin eski yazıyı kullanmışlardır. 1983'e değin latin yazısına dayanan yazı
ile yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Şimdilerde yeniden Arap yazısına dayanan
eski yazıyı kullanmaktalar.
Çin'de
yaşayan Kırgızların sayısı ise yüz bin dolayındadır. Bunların % 80'i Sinkiiang
Uygur özerk bölgesinin güney batısındaki Kızılsu Kırgız Özerk ilinde yaşarlar.
Yazıda belirtildiğine göre geleneksel Kırgız yaşamı aralarında sürer. Oğul
evlendikten sonra genel olarak baba evinde kalır. Böylece Kırgız ocağında üç
kuşak birlikte yaşar. Kırgızlarda göçebe konukseverliği günlük yaşamın bir
kesitidir. Eski on iki hayvanlı Türk yıl düzeni ile zamanı belirlerler. İlk ay
çıktığı zaman Nevruz bayramını kutlarlar. Bu Kırgız yılbaşıdır. Yeni yılda bol
ürün dilemek için her evde aşure kaynatılır. Türk kollarının yalnız adlarını
vermekle yetinsek yeridir. Özbek, Tatar, Salar, Yugurlar bunlara örnek gösterilebilir.
Araştırmalarla, bu büyük insan yığınları arasında yeni Türk oymakları da
bulunacaktır.
Çinde
yaşayan bu Türk boylarının dillerinde sayılarına göre az ya da çok yayınlar
yapılır. Anadili ya da ikinci dil işlevinde bu diller okullarda öğretilir. Türkiye
yazınından kimi örnekler, hem bu dillerde hem de Çince de yayınlanır. Giderek
değişen dünya düzeninde Çin'deki Türklerin konumunun da değişmesi beklenen
olaylardandır. Önümüzdeki dönemde yeni doğumların sancıları yaşanacaktır.
20
Japonya
Altay
dil ocağı kuramı kanıtlanırsa Japonca ve Korece Türkçe ile soyca akraba
dillerdir. Japonya, Çin yazısını kullanımasına karşın dil yapısı bakımından
Türkçeye yakındır. belki de akrabadır. Ama Japonya'da Türk dillerine ve
halklarına ilgi 19. yüzyılda başlamıştır. Japonlar Türkler konusundaki ilk
bilgileri Çin kaynaklarından edinmişlerdir. Genellikle de tarihsel konulara
ilgi duymuşlardır. 20. yüzyıl başlarında Japonya'da Altay dillerine ilgi
başlamıştır. Bu bir tür soyunu araştırma tutkusu ile birlikte gelişmiştir.
Kore, Tunguz, Moğol dilleri ile Türkçe ve Japonca'nın karşılaştırılması
yapılmaya başlanmıştır.
Şimdilerde
Japonya'da dört üniversitede türkoloji çalışmalarına yer verilmektedir. Tokyo,
Osaka, Kyusyu ve Kiato üniversitelerinde değişik alanlarda çalışmalar
yapılmaktadır. Bunlar daha çok klasik anlamda türkoloji incelemeleridir. Ne var
ki şu anda dünya toplukonumunda olan değişme Japonya'daki türkoloji de derinden
etkileyecektir. Japon Sermayesi yeni kurulan Türk devletlerine açılmaya
başlamıştır. Buna bağlı olarak türkolojinin işlevinde de değişiklikler
olacaktır.
21
Kore
Korecenin
konumu da Japonca'da olduğu gibidir. Altayca içinde olması gereken bir dildir.
Kore Altay halkları içinde en köşeye sıkışmış olanıdır. Rusya ile Çin arasında
ulusal benliğini arama savaşımı içindedir. Böylesine bir ortamda Kore'de
Türkiye ve Türkolojiye daha sıcak bir yaklaşım olmuştur. Geç başlamasına karşın
Kore'de türkoloji büyük ilgi uyandırmıştır. 1972 yılından beri Seul
Üniversitesinde Türk incelemeleri enstitüsü bulunmaktadır. Yakın dönemde
Türkiye'den öğretim üyesi çağrılmıştır. Giderek Türkiye ve türkolojiye ilginin
artacağı anlaşılmaktadır.
22
Afrika'dan
Güney Amerika'ya, Moğolistan'dan Hindistan, Pakistan'a kadar pek çok ülkede ya
küçük birimler olarak ya da başka bölümler içinde Türk incelemelerine yer
verilmektedir. Ülkelerde ve üniversitelerde çıkan olanaklara göre kadrolar açılıp
ya da kapanmaktadır. Devletlerin ulusal politikalarına göre türkoloji önem
kazanmaktadır. Bu bakımdan dünyanın öbür ülkelerinde söz konusu çalışmaları bu
başlıkta vermek istedik. Ülkelerdeki türkoloji çalışmalarına verilen ağırlığa
göre anlatmak istediğimiz bu çalışmanın eksiksiz olduğu söylenemez. Zaten burada
amaç, türklüğe ve türkolojiye genel bir bakış vermektir. Bu konuda Türk Tarih
Kurumunca yayınlanan bir çalışmada kurumların adreslerine de yer verilmiştir.
Gerektiğinde o çalışmaya başvurulabilir. (33)
Türkolojinin
öyküsü, bir yerde, bizim dünyadaki konumumuzun öyküsüdür. Türkoloji
çalışmaları bizim aynamızdır. Aynada kendimizi seyreder gibiyizdir. Üstelik bu
aynada kendimizi hem Doğulu hem de Batılı gözü ile izleriz. Kendimizi nasıl
görürüz, Batılı bizi nasıl değerlendirir tümü türkolojinin acımasız aynasına
yansır. Kimileyin görüntüler bulutlanır, sislenir. Aynada görüntüyü yitiririz.
Kimileyin, tümden küçülür, aşağılık duygusu içinde kıvranırız. Biz bu yazımızda
yalnız kimi kesitler verdik. İşin politik derinliklerine, inceliklerine
inmedik. Aydınımız, batıda büyüyen genç kuşaklarımız türkolojinin konumunu
daha iyi değerlendirecektir. Özellikle Batıda büyüyen ikinci kuşaktan aydınlar
"Batıya karşı Batı" düşüncesi üzerinde yoğunlaşacaklardır. Doğu ile
Batı arasında, bir türlü yerini alamayan Türk kimliğinin yeni birleşimlere
gereksinimi vardır. Bu bileşimleri yapacak kişiler en çok acı çeken kuşaklar
arasından çıkacaktır. O kuşaklara saygılarla...
Dipnotlar
(1)
İsmail Habib: Yeni "Edebî Yeniliğimiz" Tanzimattanberi I, Edebiyat
Tarihi, İstanbul 1940, s. 305
(2)
Sabiha Sertel: Roman Gibi, İstanbul 1978, s.382
(3)
Feroz ve Bedia Turgay Ahmad: Türkiye'de Çok Partili Politikanın Açıklamalı
Kronolojisi 1945-1971, Ankara 1976, s. 115
(4)
Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü: Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1980, s.xıx
(Fuad Köprülü'nün Hayatı ve Eserleri adlı giriş)
(5)
Şevket Süreyya Aydemir: İkinci Adam, III, İstanbul 1968, s. 308
(6)
Metin Toker: Demokrasimizin İsmet Paşa'lı Yılları, 1944-1973,
Tek
Partiden Çok Partiye 1944-1950, Ankara 1990, s. 91
(7)
Samet Ağaoğlu: Aşina Yüzler, İstanbul 1965, s. 170
(8)
Ord. Prof. M. Fuad Köprülü: a.g.k., s. xıx
(9)
Edward Said: Oryantalizm (Doğubilim) Sömürgeciliğin Keşif Kolu, (Çevren: Nezih
Uzel) İstanbul 1982, s. 15
(10)
Edward Said: a.g.k., s.133
(11)
Edward Said: a.g. e., s.18
(12)
Edward Said: a.g.e., s 39
(13)
Batılı yazarların Doğuyu konu alan yazın ürünleri üzerine Jale Parla'nın
Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik, İstanbul 1985, kitabında genel bilgiler
verilmiştir.
(14)
Sabiha Sertel: Roman Gibi, İstanbul 1978, s. 380-381
(15)
Niyazi Berkes: Asya Mektupları, İstanbul 1976, s. 30
(16)
Zeki Kuneralp: Sadece Diplomat, İstanbul 1981, s. 41
(17)
Bu konuda Müstecib Ülküsal'ın "Dobruca ve Türkler", Ankara 1966
kitabında ayrıntılı bilgi vardır.
(18)
Bu kitabın yeni basımı da yapılmıştır. Cornelis de Bruyn'ün Yakın Doğu Gezisi,
İstanbul 1974
(19)
Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Zoraki Diplomat, İstanbul 1984, s. 201
(20)
L. Ligeti: Bilinmeyen İç-Asya II, İstanbul 1970, s.46-50
(21)
A. Dilaçar: İskandinav Yurtlarında Türkoloji I,
Türk Dili, Sayı 256, Ankara, Ocak 1973, s. 317
(22)
Sven Hedin: İpek Yolu, İstanbul 1974, s.9
(23)
Bu konuda çeşitli yazılar yayınlanmıştır. Reşit Rahmeti Arat'ın
"Finlandiya Türkleri" Makaleler I, Ankara 1987, s.1003-1006 bunlardan
biridir.
(24)
Şevket Süreyya Aydemir: Makedonya'dan Ortaasya'ya Enver Paşa, I, İstanbul 1972,
s. 231
(25)
Prof. Yusuf Akçura: Yeni Türk Devletinin Öncüleri, Ankara 1981, s. 21-27
(26)
Türkolog İbrahim Tatarlı İle Bir Söyleşi, Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 5, 1980,
İstanbul 1980, s. 634-646 (Söyleşi Sanat Emeği dergisinden alınmış)
(27)
Prof.Dr.İbrahim Kafesoğlu: Bulgarların
Kökeni, Ankara 1985, s.2
(28)
Meral Çelen: "Paraşkev Paruşev: "Son Yirmi Beş Yılda Bulgarcaya
Elliye Yakın Türk Yazarı Çevrildi" Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 1, 1976,
İstanbul 1976 s. 420
(29)
Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 1979, İstanbul 1979, s. 386-450'de "Sovyetler
Birliği'nde Türkoloji Çalışmaları" başlıklı yazıda konu ayrıntılı biçimde
işlenmiştir. Altı türkoloğun yazdığı yazıda beş ana bölümde şu konular
işlenmiştir: 1) Sovyetler Birliğinde Türk Kültürünün İncelenmesi, 2) Sovyet
Türkolojisinde Türk Ortaçağ Edebiyatı Sorunları, 3) Sovyet Edebiyat
Bilimcilerinin Araştırmalarında Yeni Türk Edebiyatının Sorunları, 4) Yeni Türk
Edebiyatının Sovyetler Birliği'nde Öğrenilmesi, 5) S.S.C.B.'de Türkiye Türkçesi
Dilbiliminin Gelişimi.
(30)
Radi Fish (ya da Radi Fiş) 1980 yılında Türkiye'ye geldiğinde Türk basınında
onunla bir dizi görüşme yayınlanmıştır. Bunlar toplu olarak Nesin Vakfı
Edebiyat Yıllığı 6, 1981, İstanbul 1981, s.755-763 sayfalarında yer almaktadır.
(31)
İlhan Başgöz: Amerika Birleşik Devletlerinde Türk Dili ve Kültürü, Nesin Vakfı
Edebiyat Yıllığı 2, 1977, İstanbul 1977, s. 384
(32)
Wu Shiliang: Çin Halk Cumhuriyetinde Türkoloji ve Türk Edebiyatı, Nesin Vakfı
Edebiyat Yıllığı '85, İstanbul 1985, s. 922- 938
(33)
İsmail Soysal-Mihin Eren: Türk İncelemeleri Yapan Kuruluşlar (Kılavuz) Ankara
1977
KAYNAKÇA
Akçura,
Yusuf: Türkçülük, İstanbul 1978
İlhan
Başgöz: Amerika Birleşik Devletlerinde Türk Dili ve Kültürü, Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 2, 1977, İstanbul 1977, s. 384
Berkes, Niyazi: Türk Düşününde Batı
Sorunu, Ankara 1975
Berkes, Niyazi: Türkiye'de Çağdaşlaşma,
İstanbul
Bozkurt, Mehmet Fuat: Geçmişten Geleceğe
Türkolojinin Boyutları, Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı '85, İstanbul 1985
Buran, Ahmet: Kurşunlanan Türkoloji, Akçağ
yayınları Anakara 2009.
Caferoğlu, Ahmet: Türk Dili Tarihi I,
İstanbul 1970, II, İstanbul 1974
Dilâçar, A.: Türk Diline Genel Bir
Bakış, Ankara 1964
:
Dil, Diller, Dilcilik, Ankara 1968
:Tarih
Boyunca Devlet Dili Olarak Türkçe, Ankara 1961 :Devlet
Dili Olarak Türkçe Ankara 1962
Radi
Fish (ya da Radi Fiş) 1980 yılında Türkiye'ye geldiğinde Türk basınında onunla
bir dizi görüşme Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 6,
1981,
İstanbul 1981, s.755-763
Eren, Hasan: Türlük Bilim Sözlüğü,
TDK, Ankara 1998.
Gürün, Kamuran: Türkler ve Türk
Devletleri Tarihi, I-II, İstanbul 1982
Nesin Vakfı Edebiyat
Yıllığı 1979,
İstanbul 1979, s. 386-450'de "Sovyetler Birliği'nde Türkoloji
Çalışmaları".
Rasonyı, Laszlo: Tarihte Türklük, Ankara
1971
Soysal, İsmail- Eren,
Mihin:
Türk İncelemeleri Yapan Kuruluşlar (Kılavuz),
Ankara 1977
TDAY- Belleten, Yazı Kurulu: Türkoloji
Çalışmalarına Toplu Bir Bakış ve Ödevlerimiz, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı
Belleten 1966, s.1 -21
Wu
Shiliang: Çin Halk Cumhuriyetinde Türkoloji ve Türk Edebiyatı, Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı '85,
İstanbul 1985, s. 922- 938
5 Ekim 1992 Rotterdam
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder