Yayında Olan Eserlerim

4 Eylül 2017 Pazartesi

Doğu ile Batı Arasında TÜRKLÜK UĞRAŞI: Avrupa'da Türkoloji



Türklük uğraşı diye adlandırdığım bilim dalı bilim çevrele­rinde Türkoloji terimi ile karşılanır. Türk dili, tarihi, kültürü, ar­keoloji, folkloru ve edebiyatı ile uğraşan bilim dalı anlamına ge­lir. Bunu, geniş anlamda, Türk kültürünü inceleyen ve tanıtan bilim dalı olarak tanımlayabiliriz. Bu anlamda tanımladığımız türkolojinin başlangıç tarihini kesin olarak söylemek zordur. Ancak ilk Türkolog olarak Kaşgarlı Mahmut'u saymak gerekir.
Türkolojinin yazgısı Türklüğün yazgısına bağlanmıştır. Türk devletleri güçlendiği sürece yabancılar arasında Türkolojiye ilgi artmıştır. Ancak Osmanlı imparatorluğu Türk kimliği ile çıkma­dığı için, Batıda türkoloji incelemeleri İslambilim", "Doğubilim" gibi geniş yelpazeli bilim dalları içinde yapılmıştır. Osmanlı Devletinin kendi içinde ise durum daha da içler acısıdır. Çünkü Osmanlıda Türk, "kaba görgüsüz ve yeteneksiz bir var­lık" demektir. Gerçi İsmail Habib Sevük "Türklük başka türkçü­lük başka. Bütün imparatorluk döneminde türklük var, türkçü­lük yoktu. İslam skolastiği ve İslam kültürü yaşatan medrese yalnızca ümmet düşüncesiyle hareket etti."(1) der ama İmparatorluk döneminde ne Türklük ne de -Sevük'ün türkoloji anlamında kullandığı- Türkçülük olmuştur. Osmanlıda milletin adı "Osmanlı"dır, dili de yaklaşık % 75'i yabancı sözcüklerden oluşan "Osmanlıca"dır. Dilin salt sözvarlığı değil, dil kuralları da yabancı ögelerle doldurulmuştur, bozulmuştur. Osmanlı'da Türklüğe ve Türkolojiye dönüş, 1908 devrimi ile başlayacak, Balkan bozgunundan sonra kuramsal bir çizgiye oturacaktır.
Doğubilim deyince akla, Arap, Fars, Türk gibi doğu toplum­ları ile ilgilenen bilimdalı akla gelir. Bu bilim dalı çok geniş; uğ­raşan ise, özellikle Batı'da azdır. Çünkü bu ülkeler eski dönem Avrupalısı için ulaşamayacak uzak alanlardır. Viyana'dan İstanbul'a hastalıklar, serüvenler arasında aylarca sürecek bir yolculukla varılır. Öte yandan ulusların dillerine ve kültürlerine ilgi, o ulusun konumuna bağlıdır. Dilin yaygın olması yanında, bilim ve yazın dili olarak işlevi önemlidir. Ayrıca ulusun zen­ginliği, dünya siyasasında etkinliği bunu destekleyen ögelerdir. Hele bir dil ilk ve orta eğitim kurumlarında öğretildi mi, postu yırtmış demektir. O dilin eğitimini görmüş kişilerin şansı iş bulma şansı artar. Buna göre de dile ve bilim dalına ilgi artar. Geçmişte Doğu dilleri bu şanstan da yoksun. Pek az sayıda dip­lomat, maceracı, gezgin Doğubilimin ilk araştırmacıları ya da ge­reç derleyicileri olacaklardır.
Günümüzde koşullar Türkoloji açısından oldukça değişmiş­tir. Her şeyden önce Cumhuriyetin kurulması, Atatürk devrim­leri ile birlikte Türk kimliği ortaya çıkmıştır. Türkoloji yavaş da olsa Doğubilimden uzaklaşmaya başlamıştır. Kimi üniversite­lerde kültür akrabalığına dayanan Doğubilim yerine, kök akra­balığına dayanan Altay dilleri içinde incelenmeye başlanmıştır. Çeyrek yüzyıl önce başlayan işçi göçü ile birlikte Avrupa'ya çok sayıda Türk yerleşmiştir. Bu arada Türkçe okullarda eğitim dili olma şansı kazanmıştır. Böylece çağdaş Türkolojinin gidişi de­ğişmeye başlamıştır. Günümüzde Batılı'ları türkoloji eğitimine yönelten üç önemli etken vardır:
1) Şu anda Avrupa'da yaşayan Türkler,
2) Türklerle olan tarihsel, kültürel yakınlıklar,
3) Günümüzde bağımsızlığa kavuşan Türk cumhuriyetleri
Çağdaş Türkiye Türklerine başlayan ilgi türkoloji eğitiminin akışını etkileyen en önemli olaylardan biri olmuştur. Batı Avrupa'da komşusu, müşterisi olan insanın diline kültürüne du­yulan ilgi ile birlikte, Almanya, Hollanda, Fransa ve Belçika gibi ülkelerde türkolojinin fildişi kulesi zorlanmaya başlamıştır. Çünkü geçmişte orkide dal diye tanımlayabileceğimiz türkoloji eğitimi, için böyle bir çevre ve ortam söz konusu değildir. Klasik doğubilim  bölümlerinde bir iki kişilik kadronun yalnız­lık içinde  İstanbul, Kahire, Tahran düşleri vardır. Eski belgeler, anılar, kitaplar üzerine yıllar yılı yapılacak çalışmalar vardır. Ve bu çalışmalar binbir zorlukla yayınlanacak, sayısı 50-60'ı geçme­yen meslektaşları arasında değerlendirilecektir.
Oysa 2000 lere uzanan yıllarda Avrupa'da her türden dört milyon Türk yaşamaktadır. Batı Avrupalılarla evlilikler, arkadaş­lıklar, olmaktadır. Türkiye gezileri bu tür ilginin başlangıcıdır. Üç saat sonra kişi Türkiye'de olmaktadır. Marmarisi, Erzurumludan önce Alman görmektedir. Türkiye'yi gezmek is­teyen her gezgin, gelmeden birkaç sözcük Türkçe öğrenmek istemektedir.
Yugoslavya, Romanya gibi ülkelerde ise, Osmanlı'nın kalıntısı Türkler yaşamaktadır. Makedonya'da Türkçe, Türk azınlığın resmi dilidir. Kebaptan, baklavaya kadar uzanan bir yemek kültürü ortaktır. Dillerinde birçok Türkçe sözcük vardır. Osmanlı Anadolu'dan esirgediği tarihsel anıtları bu topraklara yaptırmıştır. Böylece geçmişle günümüz arasında köprü kurmak isteyen bu ülkelerde türkoloji yaşayan canlı anıları içerir. Kendi geçmişlerinde Türklerle olan ilgi nedeniyle türkoloji önem ka­zanmıştır.
Türkçenin bağlı bulunduğu Ural Altay dil kolundan ulusların ilgisi üçüncü başlıkta ele alacağımız Türkoloji araştırmalarına neden olmuştur. Macaristan, Finlandiya, Kore'de ilgi uyandıran türkoloji çalışmalarını bu başlıkta inceleyebiliriz.
Ama şimdi türkolojiye ilgiyi artıran yeni bir neden doğmuş­tur. Kafkasya'da Orta Asya'ya bağımsızlığını kazanan Türk dev­letleri nedeniyle çok boyutlu bir türkoloji evresi başlayacaktır. Demem şu ki, artık türkoloji tek başına bir bilm dalı olarak ele alınıp incelenecektir. Doğubilimden uzaklaşmaya başlamıştı. Artık Altay içinde incelenmesi de giderek azalacaktır. Türkoloji başlı başına bir bilim dalı, başlı başına bir dil ailesi olarak ele alı­nacaktır. Çünkü türkolojinin kendi uğraş alanı, iş olanakları bunu gerektirmektedir.

Ev Sahipleri ve Konukları
Ama biraz geçmişi dönmemiz gerekiyor. Bir başka pencere­den bakıldığında, Türkoloji bölümleri, bir yerde yurt dışında Türk okur yazarının sığınma evidir. Türkiye'den dışarı çıktıktan sonra Türkiyeli aydının yapacağı iş sınırlıdır. Hangi meslekten olursa olsun, her aydın soluğu türkoloji bölümünde alır. Bu ba­kımdan eski dönemlerden beri türkoloji bölümleri, entellerinin iş kapısı durumundadır. Gazeteciler, siyasiler, modacılar, tiyatro­cular, sinemacılar, ses sanatçıları onun havalı konuklarıdır. Türkolojinin Türkiye'deki renksiz konumu yurt dışında değişir. Türkiye'de türkoloji genellikle yüksek katmanların burun kıvır­dığı önemsiz bir halk bölümü gibi işlev sürdürür. Şiire, öyküye meraklı, biraz yazarlık düşleyen halk çocukları türkolojiye ilgi duyarlar. Çoğu öykücü, yazar olmak niyetiyle bölüme girer, ama kısa sürede hayal kırıklığına uğrar. Çünkü türkolojide o tür şeyler öğretilmez. Türkiye'de kentsoylu ailelerin eğilimi Batı dillerine ya da teknik alanlaradır. Ancak, bu katmanlardan gelen kişiler yabancı bir ülkede yaşamak zorunda kaldıklarında durum değişir. Üst katmanlardan bir İngilizce uzmanı İngilizce bölü­münde iş bulamaz. Bulsa da Batılı bilim adamı ile yarışması ola­naksızdır. Mimardan, ressama kadar hemen hep aynı olumsuz koşullar sürer. Böylesine bir ortamda, yurt dışına çıkan üst dü­zeyden Türk aydınının sığınma kalesi, çokluk yine türkoloji bö­lümü olur. Bu yazımızda Türkolojiden onun siyasal ekonomik konumundan, uğraş edinmiş kişilerden ve isteyerek istemeyerek konuk olmuş kişilerinden söz edeceğiz. Amacımız kimseyi kötü­lemek ya da yüceltmek değildir. Gerçekte yazıda kişiler değil olaylar anlatılacak. Kişiler onun yalnızca oyuncularıdır.
1950 ilkyazında İstanbul Moda'da bir evin balkonunda otu­ran küçük bir topluk akşam serinliğinde kendi arasında konuşu­yordu. Topluluk akşam çayını içmiştir. Sigara dumanları arasında içlerinden biri isteksiz biçimde söze girdi:
-Ben bir iş buldum. Bir arkadaşım evlere su dağıtan kamyo­nunda bana da iş verdi. Şimdi evlere su dağıtacağım-dedi.
Bu, yazar ve çevirmen Adnan Cemgil'dir. Balkona doğru yaklaştığımızda öbür kişileri de seçeriz: DTCF'den atılmış Prof. Niyazi Berkes, Pertev Naili Boratav, Gazeteci Zekeriya Sertel, Sabiha Sertel, ressam Abidin Dino, Güzin Dino. Türkolojinin çağrısız konukları ile yüz yüzeyizdir. Siyasal neden­lerle işlerine son verilen bu aydın, yazar ve sanatçılar kısa süre sonra yurt dışında soluğu alacaklar ve değişik türkoloji bölüm­lerinin konukları olacaklardır. Konukların o andaki konumlarını ev sahibi Sabiha Sertel şöyle betimler:
"Behice Boran'la kocası Nevzat bir tercüme bürosu açmış­lardı. Tüccarların ticaret mektuplarını İngilizceye çeviriyorlardı. Niyazi Berkes, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesindeki görevinden atıldıktan sonra, kardeşinin yardımıyla küçük makinalı bir mat­baa kurmuştu. Polis bu matbaanın çalışmasına dahi imkan ver­medi. Pertev Boratav, ikide bir Ankara'dan İstanbul'a geliyor, iş­sizlik azabıyla kıvranıyordu. Abidin Dino, seramik bir çömlek üzerine yaptığı bir desen yüzünden mahkemeye verilmişti."(2)
Ama türkolojinin bir de -halk söyleyişi ile- havalı konukları vardır. Bunlar eski bakanlar, gözden düşmüş; 'küçük dağları ben yarattım' diyen politikacılardır. Sözgelimi Prof. Tahsin Banguoğlu, Prof. Fuad Köprülü bu türdendir. Belli bir süre, devletin en üst katlarında yer almışlardır. Banguoğlu, 1948-1950 arasında Millî Eğitim Bakanı olarak Hasan Saka ve Şemsettin Günaltay kabinelerinde görev almıştır. 1955-1959 yılları ara­sında Londra'da Türkçe okutmanıdır. Prof. Dr. Fuat Köprülü, uluslararası bilimadamıdır. 1950'den başlayarak altı yıl süreyle Dışişleri Bakanlığını yürütmüştür. 1957 seçimlerinde başarısızlığa uğraması üzerine o da soluğu yurt dışında almıştır. 1958-59 yıl­larında Harward'da görürüz. İki eski politikacının da ortak özel­likleri başarısız birer bakan oluşlarıdır. Tahsin Banguoğlu, köy enstitülerini kapamak, okullarda dinbilgisi dersini zorunlu du­ruma getirmek gibi çağdışı uygulamalar ile eğitim tarihimize gi­recektir. Köprülü ise altı yıl boyunca Türk dış politikasını Batı emperyalizminin denetimine verecek, geri dönülmesi olanaksız bir siyasal yola sokacaktır. Nitekim 4 Ekim 1953'te Türk Fransız görüşmeleri sonucunda yayınlanan bildiride, Türk Hükümeti Kuzey Afrika, Tunus, Cezayir ve Fas'taki milliyetçilik hareketle­rini bastırmayı amaçlayan Fransız politikasını desteklediğini bil­direcektir.(3)
Gerçi oğul Dr. Orhan Köprülü babasının başarılı bir dış poli­tika izlediğini yazar ve şöyle der: "1950 seçimleri sonunda D.P. nin iktidara geçmesi üzerine, Hariciye vekili olan Profesör Fuad Köprülü, 1955'teki kısa bir fasıla hariç olmak üzere, bu vazife­sini 1956 mayısına kadar sürdürmüş ve Türkiye'nin 1952 şuba­tında NATO'ya girişinde kanaatimizce en mühim rolü oynamıştı. Kendi ifadesine göre, Türkiye bütün tarihi boyunca ilk defa ola­rak ve müsavi şartlarla milletlerarası bir teminata kavuşmuş bu­lunuyordu."(4) Ama yazık ki tarih profesörü Köprülü, dışişleri bakanlığı sırasında tarihe ters düşmüştür. Bu konuda Şevket Süreyya Aydemir şöyle yazar: "Fuat Köprülü bir hariciyeci değildi. Hatta gerçek bir politikacı ve Devlet adamı da değildi. Tarihçilik alanındaki ünlü çalışmaları bir yana bırakılırsa, biraz hafif, biraz mütelevvin (dönek, çabuk görüş değiştiren) mizaçlı ve hiç bir konunun üstünde ciddiyetle durmayan, derinliğine inmeyen, fevri karakterli bir insan olarak tanınıyordu. D.P.’nin dört kurucusundan biri olunca Demokrat Parti kabinesinde, ona verilmemesi gereken vazifeler kabul etti. Fevzi Lutfi Karaosmanoğlu da dahil olduğu halde birçok arkadaşlarını Menderes, Fuat Köprülü'nün eli ve kararı ile partiden tasfiye et­tirdi. Ama ona bu işler yaptırıldıktan sonra da bir gün tasfiye sı­rası kendine geldi. Fuat Köprülü D.P. den ömrünün sonuna ka­dar bir kırgınlık ve haysiyet yarası teşkil edecek bir muamele ile tasfiye olundu"(5)
DP.nin kuruluş günleri üzerine Metin Toker şöyle yazar: "Kurucular arasında birbirlerinden hiç ayrılmayanlar Menderes ile Köprülü'ydü. Menderes şimdi Endenozya büyükelçiliğine kiralanmış bulunan, -bu kitabın dizildiği sırada artık bir bankanın malıdır ve büyükelçilik orada yoktur- fakat o günlerde koope­ratif tipi mütevazi bir ev olan evinden, yani Kavaklıdere'den çı­kar, yeni meclisin önüne yürür, oradaki evinden Köprülü'yü alırdı ve beraberce Sümer Sokağa gelirlerdi. Menderes atletik yapılıydı. Köprülü, bastonu ve ağzından hiç eksik etmediği siga­rası, yakalarına sigarasının külleri düşmüş eski, spor ceketi, ütü­süz gri pantolonuyla Şarlo'yu hatırlatırdı."(6)
D.P’nin ileri gelenlerinden Samet Ağaoğlu "Aşina Yüzler" adlı portreler kitabında Köprülü'yü Picasso'nun modeli olarak tanımlar ve şöyle der: "Gururlu idi, anasının kökü, bir büyük Osmanlı vezirine dayanıyordu çünkü! Bu kök, isterse bazılarının iddia ettiği yolda, uydurma olsun, bir gerçek var ortada. Aslî bir otorite ile evine, o vezirin tarih kitaplarına geçmiş, müzelerde asılı resimlerini daha ilk bakışta hatırlatıyordu. Sonra tarih bilgi­sinin bir kolunda tanınmışlığı memleket sınırlarını aşmış, dünya­nın bellibaşlı üniversitelerinin şeref doktoru olmuş, kitapları ile Doğu ve Batının isim yapmış bilginleri arasına girmişti." (7)
Nitekim oğul Dr. Orhan Köprülü'yü de siyasetin ve türkolo­jinin içinde görürüz. Demokrat Partinin İstanbul il başkanı Dr. Orhan Köprülü, Demokrat Partiden ayrılıp Hürriyet Partisine gi­rer. Baba Prof.Köprülü de Ankara'da aynı işi yapmıştır. Seçimde başarısızlığa uğrarlar. Baba- oğul Amerika'nın yolunu tutarlar. Dr. Orhan Köprülü şöyle yazar "1956'da Demokrat Parti'nin iç politikadaki tutumunu tasvip etmediği için Dışişleri bakanlığın­dan istifa eden F. Köprülü, 1957 seçimlerinden sonra fiilen siya­setten çekilmiştir. Harvard Üniversitesi'nin dâveti üzerine 1958-1959 ders yılını Cambridge'de geçiren Köprülü, orada hem ya­bancı neşriyatı yakından takip imkanının bularak, uzun yıllar ek­sik kalan çalışmalarını tamamlamış, hem de Columbia ve Harvard'da bazı konferanslar vermişti."(8) Dr. Orhan Köprülü ise yıllar sonra İndina üniversitesi Osmanlı tarihi öğretim üyeli­ğinden emekli olacaktır.
Şimdiye değin hep konuklardan söz ettik. Peki, türkolojinin ev sahipleri kimlerdir? Özellikleri nelerdir? Yazımız boyunca konuklarla ev sahipleri iç içe anlatılacaktır. Gerçekte bunları birbirinden ayırmak da olanaksızdır. Bir bakıma her yabancı tür­kolog da konuktur. Batı'da Türkler üzerine çalışma yapacak kişi­leri türkolojiye özendirecek bir neden vardır. Kimi savaş tutsak­ları, diplomatlar, serüvenciler, askeri uzmanlar bu alanda at oy­natacaklardır. Ve abartmalı bir söyleyişle "en akıllı türkoloğun kafasında bir tahta eksik olacaktır!
Yurt dışındaki Türkoloji bölümleri ile ilk tanışıklığım 22 yıl öncesine dayanıyor. (Zaman nasıl da çabuk geçiyor yahu!) 1970 Eylülünde, daha sonra başıma gelecek bin bir beladan habersiz, büyük umutlar ve düşlerle- doktora yapmak üzere ilk kez yurt dışına çıktım. Doktorayı türkolojinin bir tür merkezi sayılan Almanya'da yapacaktım. O günlerde yurt dışındaki birtakım Türkoloji bölümünü yakından tanıma olanağı buldum. İkinci kez ise 1983 yılının 20 Haziranında bir gece uçağı ile sessizce ülkemizden uzaklaşmak zorunda kaldım. Böylece türkoloji bö­lümleri ile bir kez daha yüz yüze geldim. Özellikle ikinci geli­şimde Türkoloji bölümlerini yakından tanıma olanağını buldum. Burda anlatılacaklar uzun bir zaman dilimine dayanan anılar, gözlemlerle karışık tarihsel bilgilerdir. Anıların arasına serpişti­rilmiş birikimlerdir. Hani Salâh Birsel ustâdın 1001 gece dene­meleri türünden yazılardır. Anların içinde tarih anlatılır. Zaman zaman tartışmalara girilir.

Sömürgeciliğin Keşif Kolu
Geçtiğimiz yıllarda Edward Said'in Oriyantalizm adlı bir ki­tabında Doğubilim araştırmalarının sö­mürgeciliğe keşif kolu olarak hizmet ettiğini vurgular. Oryantalizm sözcüğünü ilk kez Nischte'nin kullandığını söyler. Şu tümceler Said'indir:
"Doğubilim, doğuyu konu edinen ku­rumların tümüdür. Verilen bildirilerdir. Takınılan tavırlar, yapı­lan benzetmelerdir. Bir tür öğreti, yönetim biçimi ya da hükü­met şeklidir. Kısaca bu tür oriyantalizm, Batının üstünlük sürme taktiğidir. Doğu üzerinde otorite kurma çabasıdır."(9)
Bu savda gerçek payı vardır. Kuşkusuz Batı'nın bir kazancı, bir çıkarı ol­ması gerekir. Bu yazı boyunca yer yer söz konusu kitaba deği­neceğiz.
Türkoloji doğubilim içinde yer alırken çok şey yi­tirmiştir. Bir kez asıl bağlı olduğu dil kökünden uzaklaşmıştır. Eski kültü­ründen kopmuştur. Ulusal bilinç­ten soyutlanmıştır. Doğunun tüm yanlışı eksiği bir kambur gibi -adı Osmanlı bile olsa- Türkün sırtına yüklenmiştir. Bir yandan tüm doğuyu sömürüp geri bıraktı gerekçesi ile Arap'ın düşmanlığını kazanmıştır. Öte yandan, İslam bay­raktarlığı ile çağlarca bütün Avrupa'ya kor­kulu düşler ya­rattığı için Avrupa'nın sevmediği bir ulus olmuş­tur. Sonuçta ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranabilmiştir. Edward Said şöyle der: 7. Yüzyıldan 1571 İnebahtı savaşına değin İslam, ister Arap, İster Osmanlı, ister Kuzey-Afrikalı ve isterse İspanyol şeklinde görünsün Hırıstiyan Avrupa'ya karşı sürekli bir tehlike unsuru olmuştur(10). Edward Said'i okurken insan Nesimi'nin şu dizelerini söylemekten kendini alamıyor:

                   "Zahidin parmağın kessen dönüp Hak'tan kaçar
                   Gör ha şu miskin aşığı ser-pâ soyarlar ağlamaz"

Dizenin öncesi şöyle: Nesimi inançları yüzünden müftü idamına ferman verir. Öylesine lanetli bulur ki kanın sıçradığı yerin de kesilmesini buyurur. Ama Nesimi'nin derisi yüzülürken kanından müftünün parmağına bir damla sıçrar. Verdiği fetvaya göre müftünün parmağının kesilmesi gerekir. Bu anda müftü, verdiği buyruğa karşı çıkar. Nesimi yukardaki dizesini söyler.
Arap yazar, Doğubilim altında işlenen konuları batının do­ğuya üstünlüğü olduğu söyler. Doğrudur. Arap dünyasına yapı­lan haksızlıkları anlatır. Doğrudur. Ama türkoloji açısından bu durum daha acıdır. Ne va ki, kimse çıkıp da bu durumu eleştirme gereğini duymaz.



1
Almanya
Geleneksel türkolojinin anayurdu Almanya sayılır. Alman bilimadamlarının Doğu'ya ve özellikle Osmanlı yönetimindeki ülkelere ilgisi 16. yüzyıla dek uzanrı. Basılmış ilk Türkçe dilbil­gisi kitabını 1612 yılında Alman Mesiger'in latince olarak yaz­mıştır. Bu dönemdeki çalışmaların temelinde daha çok bilimsel ilgi yatar. Sonraları politik ve ekonomik çıkarlar ön plana geçer. Amaç ne olursa olsun, Alman türkologları türkolojinin konula­rını köklü biçimde ele alırlar. Bilinmeyen birçok tarihsel gerçek­ler, tanınmayan kültürler onların sayesinde ortaya çıkar.
19. Yüzyılda Türkiye'ye gelen kimi Alman diplomat ve as­keri uzmanların anıları Alman kamuoyunda, Türkiye'ye ve Doğu'ya ilgiyi artırmıştır. Gerçekte bu dönemde Alman sömür­gecilik düşlerinin Doğu üzerinde yoğunlaştığı evredir. Çünkü Almanya, birliğini 1817'de tamamlamıştı. Güçlü bir Avrupa devleti olarak sömürgeci Avrupa devletleri arasında yerini geç almıştı. 1870-71 savaşında Fransayı bozguna uğrattı. Abdülhamit döneminden başlayarak Osmanlı imparatorluğunun koruyucusu gözükmeye başladı. Ama 1911-12'de İtalyanlar Trablus'a sal­dırdıklarında, İtalya'ya en küçük ses çıkarmadı. Ama Almanya'nın Osmanlı imparatorluğuna ilgisi giderek artıyordu. Bu topraklarda birtakım çıkar düşleri kuruyordu. Sözgelimi, Bağdat hattı üzerinden Irak'a, Kuveyt'e ve sonuçta Hindistan yoluna uzanmayı hesaplıyordu. Oysa İngiltere 1854'te Hindistan egemenliğini tamamlamıştı. 1907'de İran, Rusya ile İngiltere arasında ikiye bölünmüştü. İki etkinlik alanı oluşmuştu. Aynı yıl İngiltere ile Rusya, Hindistan sınırları üzerinde de anlaşmışlardı. Afganistan, İngiliz etkinlik alanı sayılacaktı. Himalyalarda yansız bölge bulunacak, İngilizler ile Ruslar bu sınıra karışmayacak­lardı. Bütün bu tarihsel konumda Almanya yine yanlış ata oy­namıştı. Bir türlü başaramayacağı sömürgecilik oyunları arasında 1. Dünya savaşına girecekti. Osmanlı imparatorluğunu da kendi yanında savaşa sürükleyecekti.
Böyle bir ortamda türkoloji de boş durmuyordu. 1845 te  Leipzig'de Alman Doğuülkeleri (Deutsche Morgenlandische Geselschaft) Kurumu oluşturuldu. Kurumun süresiz bilimsel yayınorganı değerli yazıları ile doğu ülkelerine yöneliyordu. Eski Önasya uygarlıkları, dil, edebiyat, tarih incelemeleri ağırlık kazınıyordu. 1887'de Berlin, 1908'de Hamburg'da Doğubilim seminerleri açılıyordu. Dünyanın en eski yasalarından biri olan, İstem ve sunu (arz ve talep) türkoloji alanında ortaya çkıyordu. Zaten türkolojinin kurucusu da Alman kökenli biriydi. Türkoloji incelemeleri ilk Almanya'da düzenli biçimde başla­mıştı.

Wilhelm Radloff
(1837 Berlin-1918, Petersburg)
Berlin üniversitesini bitirdi. Burada İbrani, Arap, Türk, Mançu ve Çin dilleri ile ilgilendi. 1858'de Jena Üniversitesine sunduğu "Asya Halklarında Dinin Etkisi"adlı tez ile felsefe doktoru oldu. Bu arada Rusça öğrenmeye başlamıştı. 22 yaşın­da Rusların hiz­metine girdi. Batı Sibirya Türkleri arasında dil, halkbilim ve et­noğrafya gereçleri topladı. Orhun anıtlarının bulunması üzerine bunlar üzerine inceleme kuruluna başkanlık yaptı. Orhun anıtları atlasının yayınlanmasını sağladı. Türk halkları arasına sayısız bi­limsel araştıdrma gezileri düzenledi. Eski Uygur metinleri üze­rinde çalıştı. 1838-1930 yılına arasında 138 kitabı yayınlandı. Sibirya'dan (4 cilt olarak Türkçeye çev­rildi)  Türk Diyalekleri Sözlüğü (Dört büyük cilt) Türk Halk Yazını örnekleri (10 cilt) en önemli eserleri arasından kimileri­dir. Bütün bu çalışmaları ile Radloff, türkolojinin kurucusu sa­yılır.

1. Dünya savaşı öncesinde G. Jacob, Türkçe ve Türk halk yazını üzerine yoğun incelemelere yöneliyordu. "Türk Kitaplığı"dizisi 1914'te 18 kitaba ulaşacaktı. 1.Dünya savaşı son­rasında Almanya'da büyük bir türkolog kuşağının doğmasına neden olacak siyasal ve bilimsel ortam hazırlanmıştı. Savaştan sonra Dünyanın en ünlü türkologları Almanlar arasından çıktı. Ama bu türkologlar (ya da doğubilimciler), beklediklerini bu­lamayacaklar, çoğu üniversitelerin tavan aralarına sıkışacak, üç dört kişilik sınıflarda öğretilerini sürdüreceklerdi. Evdeki hesap çarşıya uymamış, Osmanlı imparatorluğu parçalanmış, Türkiye uygar batıyı örnek almış, Arap ülkeleri İngiliz, Fransız sömürge­leri olmuştu. Alman türkologları Türkiye'den yollanan öğrenci­lere türkoloji öğretiyorlar, daha çok Göktürkçe ve Uygurca üzerine yoğunlaşıyorlar, Osmanlıca yanında Arap ve Farsça'ya el atıyorlardı. Kimileyin bir doğubilimcinin, Arapça'dan Sanskritçeye, Eski Türkçeden, Eski Farsçaya uzanan birbirine uzak alanlara el attığı oluyordu. Gerçekte bu da istem ve sunu yasasının bir parçasıydı. Türkiye'de türkolojinin yıldızları olarak sivrilecek, Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Caferoğlu, Saadet Çağatay, Sadettin Buluç, Tahsin Banguoğlu gibi birçok bilimadamı bu doğubilimcilerin yanında yetişecekti. 1970 te ben de bu kervana katılmak üzere Almanya'nın yolunu tutmuştum.
 
Türkolojide Ağırbaşlılık: Göttingen
Göttingen Üniversitesi Doğubilim bölümü ünlü bölümlerin­den biri sayılır. Gerçekte bu Göttingen Üniversitesi için de ge­çerlidir. Pek çok alanda dünyaca ünlü bilginler yetiştirmiştir. Köklü bir bilim geleneği vardır. Türkiye açısında da önem taşır Göttingen Üniversitesi. Özdemir Nutku, Semih Tezcan gibi bir­çok değerli bilim adamı bu üniversitede öğrenim görmüştür. Sevgi Soysal'ın -o zamanlar soyadı Sevgi Nutku'dur- öykülerine esin kaynağı olmuştur.
1972 yılının karlı günlerinden birinde genç bir doktora öğ­rencisi olarak mide sancıları içinde kendimi Göttingen'de bul­dum. Bölüm başkanı Prof.Dr. Doerfer'dir. Ama doğru söylemek gerekirse, bu üniversiteyi bilinçli seçmedim. Würzburg üniversi­tesinde başladığım doktora öğrenciliğini -isteksiz olarak- buraya aldırmak zorunda kaldım. Würzburg'da dersler tümüyle Arapça ve Farsça ağırlıklıydı. Bu nedenle türkoloji üvey evlat konumun­daydı. Bir yanda Arap ülkeleri mirasyedi oğullar gibi petrol zengini olarak palazlanmaktaydı. Öte yandan Rıza Pehlevi'nin İran'ı Batı'da heybetini göstermek için bu tür bölümlere oluk oluk para akıtıyordu. Alman öğrenciler daha çok Arapça ve Farsça bölümlerine yöneliyorlardı. Türkoloji sığınç durumun­daydı. Osmanlı imparatorluğunun mirası çoktan paylaşılmıştı.
Şimdi bu geleneğin en önemli kurumlardan birinde dokto­raya başlayacağım. Yalnız çıkmazdayım. Benim ilgim sürekli yazın dünyasına, Göttingen türkoloji kürsüsünün yazınla ilgisi yok. İkincisi ise Türk Milli Eğitim Bakanlığı adına burslu oku­yorum. Burs sınavını "dilbilim" dalında doktora yapmak üzere kazandım. Oysa burada çağdaş dil kuramları yerine, her ders dö­neminde değişik bir Altay dili öğretiliyor. Bunlar, Evenki, Nanay gibi çoğu birkaç bin kişinin konuştuğu diller. Yaşamımda hiçbir zaman konuşamayacağım, ya da çeviri yapa­mayacağım diller. Bunun yanında Latince, Rusça, Arapça, Farsça öğrenmem gerekiyor. Bunlardan yalnız Rusça çağdaş Rusça öbür diller ölü diller. Sözgelimi, Arapça Muhammet döneminin, Farsça ise Darius döneminin.
Eski ve Orta Farsçayı Prof.Dr. Walter Hinz'den öğreniyorum. Walter Hinz'in Farsça ve Doğubilim tarihinde özgün bir yeri var. Güçlü bir bilim adamı. 1937 yılında çıkan ve gerçek adı "15. Yüzyılda Ulusal Devlet ola­rak İran'ın yükselişi"olan kitabı "Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd" adı ile 1948'de Türkçede yayınlanmış. Hinz, Rıza Pehlevi'nin yakın dostu. O tarihlerde İran demek Rıza Pehlevi demek. İran'ın 2500. kuruluş yılına çağrılan seçkin konuklardan biri. Olağanüstü güzel ders anlatıyor. Çivi yazısı ile yazılmış, eski İran metinlerini özgün fotoğraflardan okuyoruz. Hemen her bölüm "Adam hişayet hışayetya""Ben sultanlar sultanı" sözleri ile başlı­yor. Ardından sürüyor, Lidya, Frigya, Kilikya, Kapadokya, Urartu, Fenike, Medya, Hirkanya, Sogdiya, Baktariya ve öbür ülkeler tümü benimdir. Ön Asya'yı tümüyle eğemenliğine alan Darius'un sözleri bunlar. İsa'dan önceki binli yıllar. Her tümcede egemenlik, her tümcede büyüklük. Bu arada toplumsal yapılara giriyoruz. Eski İran sarayında aile içi evlilik egemen. Baba kızı ile, ana oğlu ile evleniyor. Savaşlar, çarpışmalar tümü metinlerin konusu. Bu metinlerin işlenişi aynı heyecanlı akış içinde sürü­yor. Prof Hinz kimileyin dersi bir an durduruyor ve soruyor: "Yapabilir mi Darius bunları" ve yanıtını yine kendi veriyor. "Yapar. Bu Darius'tur. Ben ancak diyebilirim ki (evinin bulun­duğu sokağın adını söylüyor) otuz metre sokağa açılan ve dipten yirmi metre derinlikte bulunan ev benimdir. Ama bütün bu top­raklar gerçekten Darius'a bakar."
Walter Hinz deyince Alman diplomasisi ve doğubilimin ko­numu gelir aklımıza. Hinz, ikinci dünya savaşı sırasında (1942-45) yıllarında İstanbul Alman konsolosluğunda görev yapmış. Bu yıllarda isteyerek ya da iste­meyerek siyasal olaylara karışmış, başına biz dizi sorun açmış.
1973 yazında ilk doğu gezisine çıkıyorum. Alman Bilim Araştırma kurumunun desteklediği geziyi Göttingen Türkoloji bölümü düzenliyor. Prof. Doerfer'in İran'a yaptı ikinci gezi. Daha önce de o toprakları arşınlamışlar. Halaç dili ortaya kon­muş. Halaççanın bilim dünyasında özgün yeri sergilenmiş. Bu arada Horasanca ortaya çıkmış. Azerice ile Türkmence arasın­daki bu Türk dili üzerine doktora çalışması yapıyorum. Bu ge­ziyi daha sonra Türk Dili dergisinde "Horasan Günlüğü"adı ile anlatacağım ve bu benim ilk yazım olacak.

Hamburg'da Siyasetçi Bir Öğretim Üyesi: Ecevit
Kuzeye çıkan yol, en sonunda bizi Almanya'nın en kuzey­deki illerinden birine dek götürecek. Dünyanın en büyük liman­larından birindeyiz. Hamburg gerçekte başlı başına bir eyalettir. Bir sabah, ders öncesinde, kantinde süzme kahveyi yudumlarken İzmir gözlerimin önüne geldi. Uzaklarda, Ege kıyılarında bu kenti anımsadım. "Ege nere, Atlas okyanusu nere?" diye içimden geçti. YÖK yasasına uygun biçimde görevime son verilen Ege üniversitesi Edebiyat Fakültesi türkoloji bölümü sekreterine bir kart yazdım. Hamburg'da her şeyin güzeldi. Her yer temizdi. Ama burda içilen çay ya da kahve İzmir'de içilen o kötü çayın tadını vermiyordu.' Gerçekte şu güne değin süren Avrupa sür­günlüğümde hep o eksiği duydum. Art arda Avrupa'nın bütün ülkelerine çağrıldım. Konferanslar, seminerler birbirini izledi. Her şey güzeldi ama bir eksik vardır ki o eksiği hiç bir zaman bütünleyemedim. Bu yurt özlemiydi ya da YÖK yenilgisinin verdiği hazin yaranın acısıydı...
Hamburg Üniversitesi türkoloji bölümünde ilk dersimde bü­yük bir şaşkınlık yaşadım. Ben, 70'li yıllarda olduğu gibi kar­şımda üç-dört öğrenci beklerken, 25-30 öğrencinin sınıfı dol­durduğunu gördüm. Dersim Anadolu Alevi kültürüydü. Derse üniversitede Aleviliğe ilgi duyan bir dizi öğrenci katılmıştı. 1970'lerden 1984'lere köprülerin altından çok su geçmiş, Türkoloji bölümlerinde öğrenci sayısı arttıkça artmıştı. Bunların bir bölümü ikinci kuşaktan gençlerdi. Kendi kültürlerine ilgi duyan gençler türkolojiyi ana ya da yan bölüm olarak seçiyor­lardı. Nitekim öbür dersim Almanca Türkçe karşılaştırmalı dil­bilgisi dersine de ilgi aynı düzeyde olmamakla birlikte kalabalık  katılım olmuştu. 1984 yılında Alevilik konusu Türkiye'de tabu durumundaydı. O günlerde Cumhuriyet gazetesinde çıkan kü­çük bir haberde dersin adı "Anadolu Alevi Kültürü" değil de; "Türk Halk Kültürü" biçiminde verilmişti. (Şimdi kimi çevreler Alevilik olayını devletin körüklediğini ileri sürüyorlar. Oysa 7-8 yıl önce Türkiye'de Alevilikten söz açmak kolay bir iş değildi. Günümüzde bu durum biraz yumuşamıştır. Ancak devletin Aleviliği körüklemesi değil, Türk-İslam sentezi içinde köstekle­mesi söz konusudur. Nitekim Alevi kamuoyunun karşı olmasına karşın, Diyanet'te yer almak için, Ankara'ya giden bir grup Alevi, sıcak çay sohbeti sonrasında eli boş dönmüştür.)
Hamburg Üniversitesi türkoloji bölümünde göreve başladı­ğım yıl Bülent Ecevit de aynı bölümde ders veriyordu. Bölümün çağrısı ile ve ancak ikinci kez 1984 yılında Almanya'ya çıkma iznini alabilmişti. Daha önce bir kez daha çağrılmış, Kenan Evren'in" dünyanın en yumuşak askeri yönetimi"izin verme­mişti. Ecevit 12 Eylül sonrasında tutuklanmıştı. Atatürk'ün kur­duğu kapatılan büyük bir partinin genel başkanıydı. Böyle bir ortamda ilk dersi çok görkemli geçti. Dersini İngilizce veri­yordu. Ancak büyük salonu daha çok İngilizce bilmeyen Türk işçiler doldurmuştu. Türkiye'de demokrasi tümden askıya alın­mıştı. Ecevit ne söyleyecekti? Gazeteciler, aydınlar, türkoloji öğ­rencileri Ecevit'in satır aralıklarında söyleceği gizemli sözleri me­rak ediyorlardı. Ama hiç kimse beklediğini bulamıyordu. Ecevit yalnızca bir kez, o da dil sorunu ve yasak sözcükler nedeniyle 12 Eylül'ü eleştirmişti. O günün siyasal ortamında her sözcü­ğünü seçerek konuşuyordu. İlk bir iki ders olağanüstü kalabalık izleyici topladı. Ama kamuoyunun ve gazetecilerin beklentileri boşa çıkmıştı. Üniversite hocası Ecevit, politikacı Ecevit'i unut­turmuştu. Gazetelerde "Ecevit'in dersi aşırı solcuların baskınına uğradı. Taner Akçam ve arkadaşları dersi bastı" gibi haber çıktı. Ama gerçekte Taner Akçam o yıl Hamburg Üniversitesi Türkoloji bölümünde öğrenime başlamıştı. Bölümün resmi öğ­rencisiydi. Düzenli olarak benim derslerimi de izliyordu. Ecevit'in konuşmasını bir köşede sesizce izlemişti. Öyle ki bu haberi yazan gazeteci Taner Akçam'ı tanımıyordu. Nitekim ola­yın ertesi günü Taner Akçam gazetecinin yanına gitmiş, "Merhaba tanışalım, ben Taner Akçam. Daha önce birbirimizin yüzünü gördük mü" diye sormuştu. Bu da gazetecilerin haber yaratma zorunluğunun bir cilvesiydi.
Bu yazıyı hazırlarken yeniden Taner Akçam'la bağlantı kur­dum. Kendisine türkoloji bölümü üzerine ne düşündüklerini sordum. Akçam'ın yazdığı mektuptaki şu satırlar ilginçtir:
"Türkiye tarih ve toplumuna ilişkin bilgi almak üzere Türkoloji bölümüne başlamıştım. Fakat Türkoloji bölümünü çok zayıf bulduğum için devam etmedim. Dersler fazla sığdı, derinlik yoktu. Beklediklerimi bulamadım. Bu anlaşılır birşeydi de. İslamı hiç duymamış bir öğrenciye, islamın 5 şartını anlatmak belki önemlidir ama benim buradan öğreneceğim şey yoktur."
"Ecevit'e bir soru sordum. Fakat anlaşılamadı ve cevapsız kaldı. Bu önemli bir soruydu. Türkiye tarihinde, Mithat Paşa ile Abdülhamit; ittihatçılarla Abdülhamit arasında büyük fark oldu­ğunu anlatan, Mithat Paşayı ve İT'yi demokrat vb. gösteren bir düşünce eğemendir. Ben bunu doğru bulmam. Ecevit'e arala­rında büyük farklar var dediği tüm akımların (Abdülhamit de dahil) aynı hedefe sahip olup olmadıklarını sormuştum. Bilirsin, en büyük Batılılaşma hamleleri Abdülhamit döneminde yapıl­mıştır. Kanaatim, toplumsal kurtuluş modeli olarak, üste görünen tüm farklara rağmen Türk yönetici elitlerinde güçlü bir zihniyet sürekliliği olduğudur... Daha sonra gazete haberleri üzerine, Ecevit'te de bana karşı bir tutumun oluştuğunu duyduğunda, so­rumu yazılı iletmiştim."
"Türkoloji hakkındaki kanaatime gelince, çok zayıf bir bö­lüm. Sebebi öksüz çocuk olmasıdır. Bir tek profesörlük kadrosu dışında başka kadroya yer yok. Biliyorsun,ayrı sınıflar bile yok. 4. sınıf öğrencisi  de ilk başlayan da aynı dersleri izler, aynı sınıfı doldururlar... Bu bizim Anadolu'da öğretmensiz, okulsuz köy­lerde, tüm öğrencilerin bir yere doldurulduğu sistemi andırır. Bu nedenle zayıf bir eğitim var. Ayrıca verilen dersler de çok zayıf. Örneğin, doğru dürüst Osmanlı-Türk tarihi verilmez ve bu tarihi öğrenmeden Türkolog olma imkanı vardır. Öğrenci oldukça kendi başına bırakılmıştır. Ama bunlar dediğim gibi bölüme ye­terli önemin verilmemesinden kaynaklanmaktadır. Ben de bu nedenlerle aradığımı bulamadığım için bölümü bıraktım."
Taner Akçam türkoloji konusundaki görüşlerinde çok hak­lıdır.

Röntgen Işınları ile Giessen
20 Haziran 1983 sabahı biraz karışık duygular içinde Frankfurt havaalanına iniyorum. Kazasız belasız Çiğili hava ala­nını geride bırakmanın mutluluğu içindeyim. Ancak tam anla­mıyla yaşamımda bir macera başlıyor. Nereye gideceği belli ol­mayan, ne kadar süreceği bilinmeyen bir koşudur bu kaçış. Gerçi Türkiye'den ayrılmadan Giessen Üniversitesinden bir çağrı almıştım. Daha yola çıkmadan Üniversitedeki odam düzenlen­mişti. Ne ki, alınan çağırı pek parlak bir çağırı değildi. Bir yıllık, küçük bir projede çalışacaktım. Geriye dönüş ise tümden ola­naksızdı. Türkiye'de ne var ne yoksa tümü darma dağın olmuştu. Sonuçta tam anlamıyla gemiler yakılmıştı ve geri dönüş yolları kapanmıştı. Avrupa'da tutunmaktan başka çıkar yol kalmamıştı.
Giessen Üniversitesi'ne Türkoloji Bölümü Kuzey Afrika Dilleri ile birliktedir. Almanya'nın geleneksel Türkoloji bölüm­lerinden biridir. Uygurca, Orta Asya tarihlerinin öğretilmesine ağırlık verilir. Öğrenci sayısı üç- beş kişidir. Proje biçiminde Eski Türkçenin sözlüğü adlı bir çalışma sürer. Bu sözlük bölüm bö­lüm yayınlanmaktadır. Ne ki, Türkoloji bölümü 80'li yıllarda başlayan Türkçe ve çağdaş Türk kültürü yükünü kaldıramaz olur. Bir anlamda çağın gerisinde kalır. O zaman da işe "Yabancı Dil olarak Almanca" bölümü türkolojiye el atar. Bu bölümde çağdaş Türkçe ve Türk kültürü ile ilgili dersler verilmeye başlar. Almanca öğretmenlerinin ya da öğretmen adaylarının izlediği dersler geniş ilgi uyandırır. Bu olay Türkoloji bölümü ile Germanistik bölümünün arasını açar. Giessen Üniversitesine ge­lişim de bu Germanistik bölümün çağrısı üzerinedir. İlk iş olarak bölümde görevli Alman profesörle (Prof.Dr. Helga Schwenk) karşılaştırmalı Türkçe Almanca Atasözleri semineri veriyorum. Atasözlerinden kültüre geçiş, kültürlerde atasözlerinin önemi ve yeri gibi yepyeni inceleme alanları ortaya çıkıyor.
Prof.Dr. Schwenk'in bu dönemde bir özlemi vardı. Türkçenin didaktiğini kurmak ve Türkçe öğretmeni yetiştirmek istiyordu. Çünkü Alman yasalarına göre türkoloji bölümünü bi­tirenler öğretmen olamıyorlardı. Bu düşüncelerle eyalet bakan­lığında birçok kişinin kapısını aşındırıp projeler sunduk. Ancak Prof.Dr. Schwenk yıllar sonra bu isteğini gerçekleştirebildi. Bu yıl Milliyet gazetesinde okuduğum bir haberde, Helga Schwenk'in söz konusu öğretmen eğitimini başlattığını okudum ve bunca yıl uğraşıp dileğine ulaşmasına büyük saygı duydum. Türkoloji bölüm başkanı Prof.Dr. Klaus Röhrborn, Prof. Dr. Doerfer'in emekli olması üzerine, Göttingen Üniversitesi Türkoloji bölümne geçti. Frankfurt'a 60 km uzaklıkta bulunan bu şehirde Türkoloji bölümünün kalıp kalmayacağı şimdi belli değil. Çünkü Frankfurt'ta da türkoloji bölümü vardır ve şu günlerde yeni bir öğretim üyesi atanacaktır.

Karaormanlar ve Freiburg
Freiburg, Almanya'nın en varsıl eyaletlerinden birinin kenti­dir. Kenti, Eski yapılar süsler. Almanya'nın ünlü Kara Ormanlarının içinde yer alır. 2. Dünya savaşında pek yıkıma uğ­ramadığı için tarihsel anıtlarını korur. Almanya'dan çok İsviçre kentlerini andırır. Zaten İsviçre sınırında yer alır. 1984 yılı gü­zünde ilk kez Freiburg'a gidiyordum. Kent sabahın oldukça er­ken saatlerinde bile İngilizce konuşan gezginlerle dolu idi.
Freiburg'da, Türkoloji Doğubilim bölümü içinde ele alınır. Şimdilerde bölüm başkanı Werner Ende'dir. Prof. Dr. Ende'nin uzmanlık alanı daha çok Osmanlı tarihi ve Osmanlıca'dır. Hamburg'dan başlayan ve bütün Almanya'yı kuzeyden güneye bağlayan tren yolu ile uzun bir gece yolculuğu sonunda gel­miştim. Prof. Ende ile ortak konumuz çıktı: Yakın Türk tarihi ve Abdülhamit dönemiydi bu konu. Konu Prof. Ende'nin alanıdır. Bol bol Abdülhamit üzerine konuştuk. Abdülhamit'in hasta bir kişiliği olduğunu söylüyor, ama imparatorluğu ayakta tutabil­mek için bir dizi cambazlık yaptığını savunuyordu. Benim gibi karamsar bakmıyordu. Tam Orhan Koloğlu gibi bakıyordu Abdülhamit'e: "Ne kızıl sultan, ne de ulu hakan, şark kurnazlık­ları içinde kendine özgü hasta bir adam"diye yargısını bildirdi.
Almanyada türkoloji bakımından öbür önemli kurumlar Frankfurt, Mainz, Münih ve son olarak Bamberg Türkoloji Üniversiteleri içinde yer alıyor. Berlin Üniversitesi içinde Türkoloji bölümü yıllar sonra yeniden açıldı. Eski Doğu Berlin'deki Humbold Üniversitesi içinde zaten küçük bir türko­loji ve Altiyistik bölümü vardı. Bu bölüm şimdilerde de sesizce işlevini sürdürüyor olmalı. Bunlar dışında Almanya'da birçok üniversitede şu ya da bu bölümün içinde Türkçe öğretiliyor, ya da Türkiye ile ilgili dersler veriliyor. Yakın gelecekte dış Türk devletleri ile ilgili bölümlerin ağırlık kazanması bekleniyor.



2
İTALYA

İtalya, Osmanlı devletinin batıda ilk ilişki kurduğu devletler­dendir. Osmanlı 14. yyüzyılın ikinci yarısında Venedik ve Cenova devletler ile ticari, siyasi ilişkilere girmiştir. O dönem­lerde İtalya siyasal bütünlükten yoksundur. Ardından Napoli ve Floransa ile ilişkiler gelmiştir. 1533'te Floransa'nın istanbul temsilcisi "Türkçe konuşma kılavuzu"adlı bir kitap yazmıştır. Bu kitap kendi türünde ilk örnek sayılır. El yazması olan kitabı 1938 yılında ünlü İtaylan türkoloğu Alessio Bombaci yayınla­mıştır. Bunu 1611 yılında Ferrugato'nun yazdığı "Türkçe dilbil­gisi"izlemiştir. Ama bu da el yazması olarak kalmıştır.
Günümüzde Roma, Napoli ve Venedik üniversitelerinde tür­koloji bölümleri vardır. Napoli türkoloji bölümünün eski bir geçmişe dayanır. 1723 yılında kurulan bölüm 1937'ye yeni dü­zen verilmiştir. 1892-1935 yıllarında ünlü doğubilimci L. Bonelli, 1936 yılından sonra (1914 doğumlu) Alessio Bombaci bölüm başkanlığını yürütmüştür. Kendisi de aynı bölümü bitir­miştir. İtalyan arşivlerindeki Türkçe belgeler ve Evliya Çelebi'nin Habeşistan gezileri üzerine çalışmıştır. 1956 yılında ise Türk derli toplu bir Türk Edebiyatı tarihi yayınlamıştır. 1978'de ölümü ile Aldo Galatto bölüm başkanlığına getirilmiştir.
Roma İslam incelemeleri enstitüsü 1627 yılında kurulmuştur. Uzun  bölüm başkanlığını Anna Masala yürütmüştür. Anna Masala, İtalya kamuouyunda bir dizi bilimsel çalışması ile değil de, Ağca davasındaki tercüman olarak bulunuşu ile tanınmıştır. Anna Masala 1934 yılında Roma'da bir gazetecinin kızı olarak doğdu. İlkokulu İspanya'da bitirdi. Roma Üniversitesi Türk dili ve edebiyatı bölümünü bitirdi. Özellikle Mevlana ve Türk halk yazını konuları  üzerinde çalıştı. Yunus Emre, Mehter, Oğuz Kağan Destanı, gibi çalışmaları yayınlandı. Ayrıca Saidi Nursi üzerinde araştırmalar yaptı.

Gondollar Kentinde Türkoloji
Venedik Üniversitesi Türkoloji bölümü 1970 yılında kurulur. Bölümün ilginç bir yazgısı ve gelişimi vardır. Bölüm başkanlı­ğına Prof. Asım Tanış atanır. Asım Tanış İtalya'da eğitim görmüş­tür. Liseyi bitirdiği yıl bir gazetede gördüğü ilan aracılığı ile İtalyan Kültür merkezinin öğretim bursunu kazanmıştır. Kendisi ile birlikte iki kişi daha bu sınavı başarmıştır. Bunlardan biri Bedrettin Cömert öbürü ise bir kız öğrencidir. Yıllar sonra Bedrettin Cömert'le Asım Tanış başladıkları öğrenimi bitirecek­lerdir. Kız arkadaş ise bitiremeyip Avrupa'nın insan seli içinde yitip gidecektir. Ne ki, Türk aydınının yazgısı bununla bitmez. Sınav, İtalya'da eğitim, Türkiye'ye dönüş. Bu dönüşte ancak Bedrettin Cömert Hacettepe Üniversitesine girebilir. Bu üretken bilim adamının yaşamı, 1978 yazında Türk Dil Kurultayına gi­derken üzerine çevrilen kör kurşunlarla noktalanacaktır. Asım Tanış ise tüm çabalarına karşın Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi İtalyan Dili ve Edebiyatı bölümüne giremez ve soluğu yeniden İtalya'da alır. Bu çağrısız konukluk iyi de olur ve Venedik Üniversitesinde açılacak bir türkoloji bölümünün başına gelir. Şimdi gondollar kentinde sessiz bir bölümün yöneticisidir. İtalyanca Türkçe sözlükler, dilbilgisi dil öğretme kitapları yazar.
1983 güzünde Venedik türkolji bölümünde öğretim üyesi­yim. 13. yüzyılda, bu direkler üzerine kurulu kentten ünlü gez­gin Marco Polo'nun kentindeyim. Marco Polo gezdiği yerlerde gördüklerini olduğu gibi yazmıştır. Ben de gördüklerimi olduğu gibi yazacağım. Gözlemlerine önem vermiştir, ben de önem ve­receğim. Marco Asya'yı gezmiş, ben Avrupa'yı gezeceğim. Ama Marco Polo Çin imparatoru Kubilay'ın gözüne girmiş, İç Asya'yı, Çin'i dolaşmıştır. Ben böylesi güçlü bir dayanak bula­mayacağım!
Venedik türkolojisinde o dönemde zaman altı öğrenci vardır. Bunların bir bölümü Türkiye'den gelmiştir. Türkiye'de İtalyanca bölümünü yarıda bırakıp gelmişlerdir. Osmanlıca, Türk Dili Tarihi, Azerice gibi dersler veriyorum. Tam bu günlerde iki yeni öğrenci daha katılıyor. Bunlar ise İtalya'ya tıp öğrenimi için gelmiş hali vakti yerinde aile çocuklarıdır. İtalya, tıp fakültesine girişin en kolay olduğu ülkelerden biridir. Hemen hiç zorlan­madan tıp fakültesine girilir. Ne ki, tıp öğrenimini bitirmek çok zordur. Nitekim bizim gençler de Tıp öğrenimine başlamışlar ama bir türlü bitirememişlerdir. Bu durumda Türkiye'ye tümden boş dönmektense bir Türkoloji diploması ile dönmeyi yeğlemiş­ler ve Türkoloji bölümüne başlamışlardır.
Venedik'te ders yaparken denizin sesini duyarsınız. Denizin ortasında yer alan eski yapıların birinde yer alır bölüm. Ne ki bölümü bulmak öylesine kolay değildir. Tüm sokaklar birbirine benzer. Zaten sokak diye bir şey de bulunmaz. Tümü üç kişinin yan yana geçemeyeceği ölçüde dardır. İnişli çıkışlı köprüler, da­racık yollar yaz kış tüm dünyanın gezgincileri ile dolar. Öğle üzeri bu daracık yollarda yürümek iyice zorlaşır. Hele biraz işi­niz aceleyse yandınız demektir. Bir iki kez gezginleri zorlayıp geçseniz bile fazla zorlayamazsınız ve tıkanıp kalırsınız. Hem yollarda öylesine rahat da yürünmez. Bu kent halkı temizdir, modayı izler ama kötü bir alışkanlığı vardır. Hemen herkes kö­pek besler. Bu yüzden sokaklar köpek pisliği ile doludur. Gözünüzü önünüzde ayırdığınız an ayaklarınız kötü bir görün­tüye bulanır.
Venedik'in Türkiye açısından en ilginç yeri Venedik arşivi­dir. Bilindiği gibi Osmanlı'nın Avurapa'da ilk belâlı karşıtları Venedik ve Cenevizliler olmuştur. Buna bağlı olarak da diplo­matik ilişkiler bu devletlerle başlamıştır. Venedik stanbul elçiliği her hafta ülkesine Osmanlıda olup biteni rapor etmiştir. Osmanlıca ve İtalyanca olarak tutulan bu tutanaklar günümüzde Venedik arşivi olarak korunmaktadır. Türkiye ile ilgili sayısız tarihsel gerçekler bu arşivlerde yatmaktadır. Ülkemizden kimi tarihçiler zaman zaman bu belgelere el atmak gereğini duymuş­lardır.
Venedik aynı zamanda kristalleri ile de ünlüdür. İki büyük kumarevi (biri yazlık/biri kışlıktır) tüm dünya zenginlerini ken­disine çekecek cazibededir.
Venedik ve İtalya'dan aklımda kalan bir de Milano yolcu­luğu var. O yolculuğun tren biletini yazı masamızın üzerindedir. 31 Ekim 1983 günü gidip dönmüşüm.
Bir evrak onayı için Milano konsolosluğuna gidiyorum. Her yerde olduğu gibi burda da konsolosluk sıkı güvenlik içinde. Konsolosluğun bir dışarıya açılan bir orasında bekliyoruz. Tüm bulunanlar bir kaç TIR sürücüsü, bir genç  ve ben. TIR sürücü­leri Milano-İstanbul arasında mal götürüp getiren kişiler. Biraz sonra bu gencin de kim olduğunu öğreneceğim. Temiz yüzlü pırıl pırıl bu genç yanındaki ufacık o İtalyan kızla evlenmek için gelmiş. Kız bir iki adım atınca topal olduğunu da gördüm. O anda içimin sızladığını anımsarım. Yine eğitim amacıyla Avrupa'ya gelip öğrenim yapamayan gençlerden biri. Her ne hikmetse bula bula bu kızı bulmuş. Belki de İtalya'da kalışını daha uzatmak için. Öyle ya askerlik var, Türkiye'de bekleyenler var...
Venedik'te bir pansiyonda kalıyorum. Yaklaşık 10.km uzakta bir yerde. İki saatte bir otobüs geçiyor. Pek çok ülkede otobus­ler gecikir, İtalya'da ise erken geçiyor. Zamanından beş dakika önce otobüs durağında olmazsanız, ikinci otobüsü beklemeniz gerekir. Bir iki kez böyle otobüs kaçırdıktan sonra ben de za­manından önce durakta olmayı öğrendim. Ama asıl konutum Giessen'de. Venedik Giessen arası gidip geliyorum. Venedik- Frankfurt tren bağlantısı çok güzel. Toplam 14-15 saat içinde üç ülke geçiyorum. Tren Avusturya'nın güneyinde ormanlık, dağlık vadiler arasında ilerliyor. Tüm güzelliği ile Tiroller başlıyor. Kuzey Tirol geçildikten sonra güney Tiroller başlıyor. Avusturya bu dünya güzeli toprakları 1. Dünya savaşında mak­yevelist şampiyon İtalya'ya kaptırmıştır. Ama buranın acısı bir türlü içinden çıkmamıştır. 2.Dünya savaşında ise ikisi de Almanya yanında savaştığı için birbirine toprak alış verişi olma­mıştır. Şimdi bu topraklardan trenle doludizgin geçip giderken kış günlerinde karlarla kaplı çam ağaçlarının olağanüstü görün­tüsünü hayran hayran izleyeceksiniz. Uzaklardan küçük çığ parçalarının yuvarlanışını seyre dalıp yaşadığınız anı unutacaksı­nız. Ve bir an bu toprakları elinden çıkaran Avusturya için üzü­lüp ele geçiren İtalya adına mutuluk duyacaksınız.
Nitekim bu gidiş gelişlerde Güney Tirollerde oturanlarla bir­likte yolculuk ettiğim olacak. Hemen tümü nefis Almanca ko­nuşur. Bir genç daha açık görüşlüdür. Sorularımı yanıtlamadan kaçınmaz. İtalya'ya bağlı olmak bize fazla birşey yitirtmedi. Tüm kültürel haklarımız var. Öğrenimimizi Almanca'da yapabi­liyoruz. Ama tek rahatsız olduğumuz olay İtalyan parasının sü­rekli değer yitirmesi ve kötü değişimi. Bunun dışında bizi rahat­sız eden bir şey yok. Tüm haklarımız yüzyılların içinde verilmiş.
Evet, gerçekten İtalya parasının kötü değişimi rahatsız etme­yecek gibi de değil. Şu anda bakıyorum. Milano-Venedik treni bileti için 22.200 Lire ödemişim.
Frankfurt-Roma expresi doğrudan Venedik'e uğramaz. Verona istasyonunda aktarma yapmak gerekir. Bu arada Verona yakınlarından geçerken Shakespeare'nin ünlü Rome-Juliette oyununun geçtiği sarayı uzaktan göreceksiniz. Bütünlüğü içinde İtalya sevgi ülkesi. O günlerde Feliçita (mutluluk) şarkısı diller­den düşmez. Venedik Sen Lucia istasyanuna indiğinizde ilk du­yacağınız sözcük feliçita olacaktır. O günlerde bir başka moda daha vardır. Bu da genç ve güzel bayanların başına giydikleri kara fötr erkek şapkasıdır. Ne ki böylesi modaları izleyemekten çok uzaklardayım. Nitekim ilk gördüğüm günlerde bu güzel İtalyan kızlarının evde babalarından kalan eski şapkayı başlarına geçirdiklerini sanıyorum. Çünkü Frankfurt'ta böyle bir moda henüz yayılmamıştır.



3
Fransa

Fransada türkoloji incelemeleri 16. yüzyılda başlamıştı. Postel, adlı biri doğu gezileri yapmış, dönüşte konferanslarla ilgi­leri Doğuya çekmişti. Türkler ve Türkçe üzerine bilimsel olmasa bile ilk incelemeleri yapmıştı. 1560'ta yazdığı "Türk Devleti"adlı kitabında Müslümanların ahlak ve törelerini anlatmıştı.
Ancak Fransa'da akademik çalışmalırı başlatan Paul Pelliot, Türkeçiye Çince çalışmaları yanında yer veriyor. Ondan sonraki gelişimi ise Türk Fransız ilişkiliren bağlı olarak zaman zaman yükseliyor, zaman zaman duraklıyor. 1983 Güzünde Paris'e doğru yola çıkarken, elimin altında Edward Said'in kitabı bulu­nuyor. Trende yol boyu satırların altını çizerek okuyacağım. Geçmişin olaylarına geleceğin düşlerine dalacağım.

Paris'te Türkiye'yi Yaşamak
Ve derken Paris beni bekliyor. Paris'te bulunan başka bir sürgün profesörü ziyaret edeceğim. Bu sürgün ise 1948 sürü­günüdür. Prof. Pertev Naili Boratav. Boratav hocayı ekim sonla­rında ziyaret ediyoruz. Frankfurt Paris arası 450 kmlik bir uzak­lıktır. Kişi Avrupa'daki bu uzaklıkları Türkiye ile karşılaştırınca bir garip oluyor. Hani, Ankara İstanbul kadar bir yol iki büyük ülkenin iki önemli kentini birbirine bağlıyor. Trenle birkaç sa­atte bu yol alınır. Yine bir gece yarısı eskpresi beni yaşlı bir ho­caya götürür.
Paris, Türkoloji bölümü önem bakımından dünyanın sayılı Türkololoji bölümleri arasında başta gelir. Pariste türkoloji 1795 yılında doğubilim okulu içinde açılır. Venedik ve Cenovalılardan sonra Batıda ilk Osmanlı ilişkisi Fransızlarla olur. Fransa'da do­ğubilimin gelişimi siyasal amaçlıdır. Edward Said bu konuda şöyle der: Kısacası doğubilim, İngiltere ve Fransa'nın Doğuya karşı özel bir ortaklığıdır.(11) Ondokuzuncu yüzyılın ilk on yılı içinde, Paris Sanskritçe üzerine yürütülen çalışmanın tek merkezi olmuştur. Napolyon, İngilizlerin Hindistan'da oynadıkları rolü bildiği için, Doğu araştırmalarına değer vermişti. Uzakdoğuyu ilgilendiren bütün bu çıkar ilişkileri, Fransa'nın Orta Doğu, İslam ve Arap ülkelerindeki çıkarlarını doğrudan doğruya etkilemiş­tir(12).
Doğubilim, güçlü bir üniversite geleneğidir. Gezginler, tüc­carlar, devlet adamları, askerler, egzotik maceraların ve öykülerin okuyucuları, doğa tarihi uzmanları hıristiyan hacılar, bu sofranın çağırısız konuklarıdır. Üniversite hocaları bu alanın beyleridir           Biz çağrısız konuklardan değil de önce çağrılı bir konuktan söz açalım. Bu Baron de Tott'tur. 1757 yılında İstanbul'a gelmiş­tir. 1767'de Fransız hükümetince Kırım konusunda bilgiler ver­mekle görevlendirilmiştir. Ardından Osmanlı devletince, İstanbul ve Çanakkale boğaz istihkamlarının onarılması işine verilmiştir. Baron'un görevi kimileyin Fransa kimileyin Türkiye adına sür­müştür. Sonuçta yazdığı kitapla ünlenmiştir. Bu kitabı ile Türkler üzerine Avrupa'da olumsuz görüşlerin yayılmasına ne­den olmuştur. Peki ne demiş Baron?
"Türkler körükörüne özgüvenli. Son derece cahil. Kendi du­rumlarını kesinlikle anlamıyorlar, anlamayacaklar. Rus savaşına büyük bir fanatizmle girdiler. Ordularında disiplin ve bilgi diye bir şey yoktu. Askerler ve yöneticiler yağmacıydı, hırsızdı. Ne bunu ne de yenilginin nedenini anladılar. Yenilgi karşısında fa­natizme sığındılar. Oysa en büyük düşmanları kendileriydi. Değişen modern teknik ve bilime kayıtsız kalmışlardı. Sonuçta yenilince apışıp kaldılar."
Kitabın özü bunlar. Bunlara bakarak doğubilimin amacını eleştirebilir miyiz? Ama yazarın abartılı sözleri de var. Sözgelimi, yazar Türkleri cahil, sersem, ahlâksız, şeref ve haysiyet duygularından yoksun gösteriyor. Bu kavram­ların Türkçede karşılıklarının bulunmadığını bildiriyor. Nitekim, Fransanın Türkiye konsolonsu Baron'un kitabını eleştiren kitap yazıp yanıtlıyor. Fransa Rusya'ya karşı Osmanlıyı destekliyor, ama dönemin Fransız düşünürleri Rusya'ya yakılık duyuyor. Voltaire ve Didero Rus hayranları. Montesquieu eleştirici, Rousseau tümden düşman.
19. yüzyılda Avurapa romantiklerinin Doğuda heyecanlı arayışları başlar. Fransız gezginleri egzotik, ancak gerçekten göz alacak gerçeklerin peşindedir. Bir dizi edebiyatçı ve gezgin için Doğu sempati sahnesidir. Aşırıkları ve kişisel tabloları ile harika­lar dünyasıdır. Byron, Goethe, Hugo, Musset, Flaubert ve Baudelaire dek belli başlı yazarlarda Doğu tutkusu başlamıştır. Bu arayış Doğubilimden ayrı tutulur. Sözkonusu yapıtlara bi­limdışı yazınsal kurmacalar olarak bakılır.
Bu alanın çağrısız konuklarından biri de Pierre Loti'dir. 1867de deniz akademisini bitiren Loti, otuz yıl deniz subayı ola­rak uzak denizlerde, uzak ülkelerde dolaşır. Türkiye, Japonya, Tahiti, İran, Senegal... ve başkaları. İçtenlikli bir Türk dostu ola­rak ün salmıştır. Türkiye üzerine on beş dolayında kitap yazmış­tır.

Benzer görüşü Nâzım Hikmet marksist açıdan söylemiştir:

"Esrar!
Tevekkül!
Kısmet!
Kafes, han, kervan,
Şadırvan gümüş tepsilerde rakseden sultan
Mihrace, padişah
Minarelerden sallanıyor sedef nalınlar
burunları kınalı kadınlar
ayaklarıyla gergef dokuyor,
rüzgarda yeşil sakallı imamlar ezan okuyor,"
İşte frenk şairinin gönlündeki şark!
lâkin
ne bugün,
ne yarınböyle bir şark yoktu
olmayacak (...)
                              Nâzım Hikmet

Loti, gerçekten bir doğu tutkunudur. Haliç'ten İstanbul'un görünüşüne bayılır. Sarayburnu, Eyüp Sultan'daki kahvalerde oturur. Beykoz'da ezan sesini dinler. 1876 da Selanik'te Müslüman mahallesinde Hatice adlı bir kıza tutulur. Bunun ar­dından "Aziyade"adlı romanını yazar.
Hatice'ye ilk kez kentin üst kesimindeki Türk mahallesinde dolaştığı bir akşam görmüştür. Bir harem kafesinin kalın par­maklıkları ardında, yeşil iki göz ve kızıl saçlar. Hatice İstanbul'a gelmiş bir Çerkez kızıdır. Satıcının biri onu yaşlı bir Türk'e sat­mıştır. Bu Türk oğluna vermek üzere yetiştirmiştir. Oğul da baba da ölmüştür. İstanbul'da tanıyan biri Hatice'yi almıştır. Selanik'te üç karısının bulunduğu eve getirmiştir. Hatice on altı yaşındadır. Durgun bakışlı, iri gözleri, gür kaşları, küçük ağzı ve çenesi, minnacık burunu ile çok güzeldir. Bu genç kadınla hiç Türkçe bilmeksizin gönül bağı kurmayı başarır. Kendine büyük ün sağlayacak Aziyade adlı romanında bu aşkı anlatır.
Pierre Loti, Türk kurtuluş savaşını destekleyen yazılar da yazmasına karşın, Nâzım'ın ağır eleştirilerinden kurtulamamıştır.

Fransız zabiti sen
o üzüm gözlü Azadeyi
bir orospudan
daha çabuk unuttun
Kalbimize diktiğin
Azadenin taşını
bir tahta hedef gibi topa tuttun
Bilmeyenler
bilsin
sen bir şarlatandan başka bir şey değilsin!
Şarlatan!...
Çünkü Fransız kumaşlarını yüzde beş yüzde ihtikarla şarka satan
Pierre Loti, ne domuz bir burjuvaymışsın meğer!

Şiir sürüyor. Tam Edward Said'e göre bir şiir. Said, koca ki­tabı lafa boğacak yerde, daha yalın anlatamaz mıydı? Bakın bi­zim koca ozan nasıl dile getirmiş!
Doğu'nun toz pembe düşlerine kendini kaptıran batılı yazar­lardan biri de Alexander Dumas'tır. Azerbeycan'ı gezisinin ar­dından "Kafkas Seferi" adlı kitabını yazmıştır. (13)
Ankara'nın güzü güzel olur. Paris'in de güzü nefis olur. Sabahın sert bozkır havası bir süre sonra yumuşar ve yerini gü­neşli ılık bir ortama bırakır. Koca Seine ırmağı üzerinde ışıklarını saçar. Norte Dame, San Mischel ayaktadır. Paris kaç bin yıllık uykusundan bir kez daha uyanmıştır. Aceleci metrolar insanları gidecekleri yere ulaştıracaktır. Boyunlarında fotoğraf makinası asılı gezginler bu yalnız kentte mutluluklarını görüntüleyecek­lerdir. Paris uyanmıştır hayır hayır Paris uyumamıştır. Paris uyu­madığı bir geceden uyanık kalkmıştır. Paris sebze pazarı görüle­cek yerdir. Bu pazarı ilk kez bir filimde görmüştüm. Sokak Kızı İrma'da pazarın çok renkliliğine bayılmıştım. Şimdi ise gözler önündedir. Yine bu pazar çevresinde kasaplar vardır. Kimi kasap dükkanlarının kapısında at başı bulunur. Böylece buralarda at eti satıldığı belirtilir.
İşte bu gezi sırasında bir fırsat bulup tüm sen Mişeli, Notre Dame'ı Eifel kulesini gezeceğiz Ve de Şanzalize'de sinemaların tıklım tıklım müşteri bulduğunu görüp şaşacağız Sinemaların önlerine büyük boy afişler asılmıştır. O günlernde Paris sinema­larında iki filim oynar. Jean Paul Belmando'nun Toplum Dışılar ve Yves Montand'ın Garson. Bu görkemli yollarda art arda akan taksiler. Bitip tükenmez trafik yorgunluğu. Bir park yeri bul­mak için uğraşan gençler ve her araba park edilişte muklak tamponlar birbirine vuracaktır. Bu da Fransa geleneği! ve de si­nemaların önünde elleri üstünde yürüdükten sonra bu hünerine karşılık halktan para toplayan gencin mutluluğuna katılacaktır. Paris bambaşka bir kent. Tıpkı ünlü yazar Ernst Hemingway'in dediği gibi gençliğinizde bir kez Paris'te yaşadınız mı tüm ya­şamınız boyu orayı düşleyeceksiniz. Ve Paris'in bir şenlik oldu­ğunu siz de kabul edeceksiniz. Paris böylesine büyülemiştir bizi. Ancak bu gezide bir cahaletimi anlamakta gecikmiyorum. 1983 yılında kızların tıpkı erkekler gibi fötr şapkası giymesi modadır ve Paris'in tüm güzel kızları böyle giyinmiştir. İşte o anda Venedik istasyonunda içinden geçen düşüncelere gülüyorum. Ne ki, bu noktada suçlu da sayılmam. Venedik ve Paris modayı en yakından izleyen ve de yaratan iki kenttir. Öğrencilik ve de­likanlılık yıllarımı Almanya'da geçirmişimdir. Benim için Almanya, Avrupa'nın merkezidir. Oradan üstün bir ülke tanıya­mam.
Paris'in bu güzelliklerinden kopup şimdi İvry'ye doğru yol alacağız. Neden ki, 77 yaşındaki Prof. Pertav Naili Boratav bizi metro istasyonunda beklemektedir. Hocalar hocası Boratav bekletilmeye gelmez. Konukla ev sahibi birbirini hiç görmemiş­lerdir, ama konuk Boratav hocayı resimlerinden iyi tanır. Nitekim metro istasyonunun kalabalığı içinde hemen onu seçe­cektir.
Bir duvarda Abidin Dino'nun resimleri, bir duvarda küçük bir kilim, Türkiye'den getirilmiş küçük el işleri... Kırk yılın Anadolu özlemi sinmiş İvry'deki evin duvarlarına. Tam Abidin Dino'nun "Kırk yıldır Paris'teyim, ama ben hep Türkiye'yi yaşa­dım" sözüne uygun bir ortam. İşte Sorbone Üniversitesinden emekli hocanın yaşamı.
1938 Yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne doçent olarak atanıyor. 1946 yılında profe­sör oluyor. Öğretim üyeliği 1948 yılına değin sürüyor. 48'de Türk Halk edebiyatı kürsüsü kapatılıyor. Boratav'ın görevine son veriliyor. korkunç bir sürgünlük başlıyor.
1946 Haziranında Milli Eğitim Bakanlığına Reşat Şemsettin Sirer gelir. Hasan Ali Yücel döneminde yapılan bir çok olumlu işi baltalama çalışmalarına başlar. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde çalışan Folklor profesörü Pertev Naili Boratav, Sosyoloji Doçenti Niyazi Berkes ve Doçent Behice Boran'ın fa­külteden atılmaları için bir cihat başlar.
Yargı önünde aklanmışlardır. Ancak ilerici öğretim üyeleri­nin yazgısız değişmez. DTCF'den bu profesörlerin kürsüleri kaldırılacaktır. 21 kişinin işine son verilecektir. Yıllar sonra bir başka sürgün Prof.İlhan Başgöz şöyle diyecektir: "DTCF'nin önünden her geçişimde yüzümü karşı yöne çeviriyorum, elimle gözümü kapıyorum. Bakamıyorum..."
Paris'te kırk yıl Türkiye'yi yaşayan Abidin Dino da türkolo­jinin çağrısız konuklarındandır. Sabiha Sertel şöyle yazar: "Zekeriya ile beraber ressam Abidin Dino'yu ziyarete gitmiştik. Dino'nun evi Caddebostan'da, deniz kenarında, büyük bir bah­çenin içinde, zarif bir köşktü. (...) Az sonra Nazım bizi evin alt katındaki bir odaya götürdü. Burda Dino'nun, Nazım'ın yazdığı "Milli Kurtuluş"destanına yaptığı resimler yerde yatıyordu. Nazım bana resimleri gösterdi:
-Bak göreceksin, Dino bir gün milletlerarası bir ressam ola­cak, dedi"(14)
Gerçekten Abidin Dino, uluslararası ressam olmuştur. Eşi Güzün Dino, Paris sürgünlüğünde "Türk Romanının Doğuşu"adlı kitabı ile türkolojinin konukları arasına girmiştir. Nazım Hikmet'in üçüncü eşi Münevver ise Warşova üniversitesi Doğubilim bölümüne kapağı atacaktır. Böylece türkoloji, sahip­siz Türk aydınına ev sahipliği görevini sürdürecektir.
Kırkların cadı kazanı gerçekten acı; acı olduğunca düşündü­rücüdür. Şimdi kişi o günlerin anılarına el attığı zaman, ülkede demokrasi savaşı veren bir avuç insanın yazgısını düşünmektedir. Niyazi Berkes bir kitabında Türkiye'nin bu konumunu Pakistan ile karşılaştırır ve kardeşi Enver Berkes'e yazdığı mektupta şöyle der:

"Düşün bir kere, Enver, eğer günün birinde bu Menderes devri gibi başlangıçlarla gidilir de bu din allamelerinin kafa­sındaki kişiler meydanı alırlarsa Türkiye'de de böyle şeyler ola­cak. Takkeli din politikacıları türeyecek. Şerait devleti lafları başlayacak. Atatürkçülük, laiklik gibi laflar ağıza alnmayacak. Şeriatın dediklerine ayakırı laflar edenler gâvur, kızıl, komunist olacak. Zaten bu gibi kişilere "solcu profesör" denmiyor mu? Bizler iki yıl gazetelerde "solcu profesörler" diye sergilenmedik mi? Bir gün gelecek bütün aydınlar aynı damgayı yiyecekler. Çünkü biliyorum ki nasıl Pakistan'da anlattığım hallerin top­lumda kökleri varsa, bizde de tohumları vardır. Ve bir gün gele­cek bu tohumlar yeşerecek; Pakistan'da olduğu gibi aydınlar saçmalar ya da susarsa bu yeşermeler boy verecek. Artık tahmin et ortalığı kapsayacak hezeyanları."(15)

Moda'da Sertellerin evinin balkonunda Türkolojinin çağrısız konuklarını selamlıyor gibiyizdir. Tümü daha sonra uluslararası üne kavuşacak bu insanlar Avrupa'da türkolojinin kapısını çala­caklardır. Pertev Nailî Boratav önce Amerika'ya gider. 1952 yı­lında ise Fransa'ya geçer.
Yıllarca Türkiye'ye giremeyecektir. Derlemeleri eşine yakınlarına yaptıracaktır. Ancak 1960 yılından sonra 27 Mayıs'ın özgürlük ortamı içinde 1963 yılında Türkiye'ye adımını atabile­cektir. Bu süre içinde derlemeleri eşi yürütecektir. İngilizce Almanca Fransızcada Türk kültürü ile ilgili kitaplar yazacaktır. Türk folklor ve kültürünü dünyaya tanıtma çabaları, uluslararası ün bir birini izleyecektir. Tüm bunlar Hocanın 1975 Haziranında İstanbul'da toplanan Kültür Bakanlığı Milli Folklor Araştırma Dairesince düzenlenen yedi günlük Uluslarası Türk Folklor Kongresine önce çağrılıp ardından da eski asistanı şimdi Amerika'da profesör İlhan Başgöz ile birlikte kapı dışarı edilme­sine yetmeyecektir. Ve kişi bu olayları düşünürken bir kez daha "Türk olmak kolay değil" diyecektir. Ve bir kez daha "Türk bi­limadamı olmak hiç kolay değil" diye içinden geçirecektir.
Kimi oğullar beşik uleması olur, düzenden payını alır, kimi oğular da babanın yazgısını paylaşır. Prof. Korkut Boratav'ı ikinci türe katmak gerekir. 1982 güzünde oğul Korkut Boratav da Siyasal Bilgiler Fakültesinden kapı dışarı edilir. 83 güzünde o da Paris'tetir. Zambia'da iki yıllık bir iş bulmuştur. Kara Afrika yolcusudur. Korkut Boratav'la kapıda karşılaşıyoruz. İki üni­versite sürgünü yüz yüzeyiz. Korkut Boratav "Frankfurter Rundschau gazetesinde çıkar yazıyı siz mi gönderdiniz" diyor. Evet diye karşılık veriyorum. Bir ay kadar önce Almanya'nın ciddi gazetelerinden birinde Türkiye'deki üniversite olayları ile ilgili uzun bir yazı çıkmıştı. "Tıkanan Üniversite" başlığını taşı­yordu. Yazıda Korkut Boratav'ın da adı geçiyordu. Yazının bir fotokopisini yapıp Boratav Hocaya yollamıştım. Korkut Bey bundan sözediyordu.

Hacı Bektaş Veli Strasburg'da
Fransada güçlü türkoloji bölümlerinden bir öteki Strasburg Üniversitesindedir. Başkanı o yıllarda Prof.Dr. İren Melikoff'tur. Hamburg üniversitesinde ders verdiğim günlerde Strasburg Üniversitesinden bir çağrı aldım. O sıralarda Strasburg Üniversitesi Türkoloji bölüm başkanı dünyadaki en iyi Alevilik uzmanıdır. Hatâyi üzerine çalışmaktadır. Emekliliği yakındır. Emekli olmadan önce Hacı Bektaş üzerine bir sempozyum dü­zenlemiştir. Şimdi kırmızı VW arabamızla Strasburg yolundayız.
Alevilik konusunda kitaplarım çıktıktan sonra Prof.Melikoff' la birlikte birçok konferansa katıldım. Bu konfe­raslarda ve özel görüşmelerimde yakından tanıma olanağı bul­dum. Son görüş­meyi bu yazı dizisi için 13 Eylül 1992 günü İsviçre'de Thun gölü kılıylarında yaptım. Aynı gün Basel'da Alevilik üzerine bir konferansa katılmıştık.
Prof.İrene Melikof, Azeri bir baba ile Rus bir anadan geli­yor. 1917 yılında Ekim Devriminin olduğu gün Petersburg'da doğmuş. Petrol zengini baba Melikoff, Çarlık Rusyasında işlerin karıştığını anladığı günlerde Azerbeycan'daki petrol kuyularını bir ingiliz şirketine satıp Baku'dan ayrılmış. Petersburg'a yer­leşmiş. İhtilal olduktan sonra Fransa'ya kaçmış. İren Melikoff Fransa'da büyümüş. Ama ata kültürüne bağlılık onu, Türkoloji dünyasına çekmiş. Paris'te Prof. Dr. Jean Deny'nin yanında Türkoloji eğitimine başlamış. Deny'nin yanında "Danişmend-name" üzerine doktorasını bitirmek üzereyken, ho­casının ölümü üzerine Claude Cahen'in yanında doktorasını ta­mamlamış. İlk iki hocası da Türkoloji dünyasının yıldızlarıdır. Ayrıca Dr. Adnan Adıvar'dan Türkçe öğrenmiş. /Prof. Melikof'un anasının Rus olduğunu söylemiştik, anadili Rusça ya da Fransızcadır. Baba dili Türkçeyi Türkoloji eğitimi ile öğrene­cektir./
Burada bir an durmalıyız ve Dr.Adnan Adıvar'dan söz etmeli­yiz. Çünkü Dr.Adıvar da Türkolojinin çağırısız konuklarından­dır. Kurtuluş savaşı bittikten sonra eşi Halide Edip ile Atatürkle araları açılmıştır. Türkiye'yi terk etmek durumunda kalmıştır. Atatürk'ün ölümüne değin İngiltere ve Fransa'da bir tür sürgün yaşamı sürmüştür. Fransa’daki sürgünlüğü sırasında Türkçe okutmanlığı ile yaşamını kazanmıştır. Prof. Melikoff'un Adıvarlar üzerine canlı anıları vardır. Halide Edip'le pek yıldızları barış­mamıştır, ama Adnan Adıvar'ı sever. Adnan Adıvar'dan "eşine korkunç bir hayranlığı vardı. Bize ilk okuttuğu kitap Halide Edip'in Yol Palas Cinayeti romanıydı. Sürekli "Ne güzel Tütrtkçe, ne güzel Türkçe diye eşine hayranlığını belirtiyordu. Ben ise hayretmler içinde kalıyordum. Çünkü, Yol Palas Cinayeti'nden en küçük zevk almıyordum. İçimden 'bunun ne­resi güzel?' diye soruyordum."diye söz etmektedir. Prof. Melikoff, Halide Edip'in buyurgan kişiliği olduğunu söyler. Gerçekte Halide Edip'in bu kişiliğini en güzel Haldun Taner be­timlemiştir. Haldun Taner "Ölürse Ten Ölür, Canlar Ölesi Değil"adlı kitabında Halide Edip'e ayırdığı bölümde Atatürk'le çatışmalarını da Halide Edip'in bu buyurgan kişiliğine bağlar. Gerçi, Zekeriye Sertel, Hatırladıklarım'da bu çatışmanın nedenini biraz başka türlü gösterir. Kurtuluş savaşı sırasında Hint Müslümanlarının yolladıkları parayla İş Bankasının kurulmasına karşı çıktıkları için Atatürk ile çatıştıklarını ima eder. Bence Haldun Taner'in gözlemleri daha inandırıcıdır. Nitekim Haldun Taner, Sait Faik'in Mark Twain derneğine üyeliğini de Halide Edip'in böyle buyurgan bir biçimde önerdiğini söyler. Sözü fazla uzatmadan yine türkolojiye ve Prof. Melikoff'un yaşam öyküsüne dönelim. Prof. Melikoff'un ilk evliliği Adnan Adıvar'ın yerini alan okutman Faruk Sayan'ladır. Faruk Sayan o sıralarda Paris'te Hukuk doktorası ile uğraşırken türkoloji bölü­münde okutmanlıkla yaşamını kazanmaktadır. Sayan, Halide Edip'in ilk eşi matematikçi Salih Zeki'nin oğludur. Prof. Melikoff yıllar sonra başka bir Salih Zeki ile tanışacaktır. Bu şair ve yazar Salih Zeki Aktay'dır. Melikoff, Aktay'ın Hallac-ı Munsur adlı oyununu Fransızcaya çevirecektir. Hallac-ı Mansur, Melikoff'un söylediğine göre Fransız radyosunda radyo oyunu olarak oynanmış ve büyük ilgi uyandırmıştır. Prof. Melikof Hallac-ı Mansur oyunun hâlâ etkisindedir. Onu çok başarılı bir oyun sayar. Biz bu hayranlığı biraz da Prof. Melikoff'un Aleviliğe olan ilgisine bağlayalım ve yolumuza devam edelim. Çünkü Prof. Melikoff, Danişmendname ile başladığı bilim yol­culuğuna Eba Müslümnâme ile devam edecektir. 1962 yılında basılan bu çalışmasının ardından Aleviliğe karşı özel bir ilgi uya­nacaktır. Türkiye'ye gelip Anadolu Aleviliğini araştırmaya koyu­lacaktır. Aralıklarla Alevilik üzerine Batıda en ciddi yazıları ya­zacaktır. Ve yurt dışındaki her türkoloji bölümü bir tür Türk tekkesidir. Türkoloji bölümünün bulunduğu kente yolu düşen az çok okumuş her Türk'ün uğrak yeridir. Bir de alan çalışması yapan türkologların ayrı bir yazgısı vardır. Alan çalışması yaptık­ları bölgelerde pek çok kimseden yardım görürler. Bunlarla şöyle ya da böyle bağlantıları sürer. Hele kapağı yurt dışına at­mak isteyen pek çok kimse bunların yakasını bırakmaz. Böylece her türkoloğu bir tür derviş saymak yerinde olur. Prof. Melikoff da böylesi dervişlerdendir. Pek çok Türkü konuk etmiştir. Yılmaz Güney'den, Davut Sulari'ye Feyuzullah Çınar'dan Server Tanilli'ye bir çok ünlü ünsüz Türk bu konuklar arasında sayı­labilir. Bunlara son bir iki yılda Sovyetlerin dağılması ile eklenen dış Türkleri katmak gerekir.
Thun gölü kıyısında bir Türkün evinde ses alıcısının makarası dönmekte ve konuşma sürmektedir. Melikoff beni biraz de kendi gençliğine benzetir. Sürekli notlar alan, sorular soran, sü­rekli çalışan bir insan. Son dönemlerde dağılan Sovyetler birli­ğinden sayısız Türk Prof.Melikoff'un kapısını çalmaktadır. Bunlardan Litvanyalı Karaim Galina Hanımın öyküsü ilginçtir. Karaimler hakkında çeşitli yazılarımızda bilgi verdik. Burda, yalnızca Musevi Türkler olduklarını ve tükenme sürecine girdik­lerini belirterek öykümüze gelelim. Galina Hanım Avrupa par­lementosunda Karaim bağımsızlığını savunmak için Strasburg'a uğrar. Kuşkusuz ön görüşmeyi de Prof. Melikoff ile yapar. Melikoff Litvanya'da bağımsızlığı istenen Karayların sayısını so­rar. Galina Hanım "280"der. Melikoff 280 bin mi? diye duy­duğu sayıyı düzeltmek ister. "Yok, yok bağımsızlığı istenen Karay sayısı yalnızca 280 kişidir!"
Prof. Melikoff, emekli olmadan önce tüm yaşamını verdiği Hacı Bektaş ve Bektaşilik üzerine bir sempozyum düzenlemek istemiş. Bunu 1986 yazında başarmış.
29 Haziran- 2 Temmuz 1986 günleri arasında yapılan Bektaşi Tekkesi adlı sempozyuma dünyanın dört bucağından ünlü bilimadamları katılmıştı. İlk gün Almanya'daki Alevilerden küçük bir grup sembolik bir cem yaptı. (Aleviler büyük bir cem yapmayı korkudan göze alamamışlardı!) Semahlar dönüldü. Dualar edildi. Bütün eksiklerine karşın sıcak bir ortam yaşandı. Kalan günlerde ise gerçekten yüsek düzeyde bilimsel bildiriler sunuldu. Bu sempozyumda Prof.Dr. İlhan Başgöz'ü tanıma ola­nağı buldum. İlhan Başgözle kimi ortak yanlarımız vardı. İkimiz de Sivaslıydık. 1986'da 100. kuruluş yılını kutlayan Sivas lisesini bitirmiştik. İkimiz de Üniversiteden atılmıştık. O tarihlerde Başgöz hoca İndina Universitesinde profesörlük yapıyordu. 1924 doğumlu Hoca, emekliliğini bekliyordu. Bin bir sıkıntı ile dolu bilimsel üniversite yaşamı noktalanıyordu. Canayakın ko­nuşkan bir insandı. Sempozyumdan sonra Malatya'ya atalarımın köyüne araştırma gezisi yapacağımı söyledim. O da katılmak is­tedi. Gerçekten bir süre sonra Sivas'ta buluştuk. Malatya'nın eski adı Mezirme olan Ballıkaya köyüne birlikte gittik. Dört gün kaldığımız bu köyden önemli gereçler derledik.
Sempozyumda tanıdığım önemli tiplerden biri de son Bektaşi Babalarından biri Baba Tayyar Gayşi oldu. Tayyar Gayşi (eski) Yugoslavyadaki Sersem Ali Baba Tekkesi halifesiydi. O yıl 71 yaşındaydı. Oldukça rahat Türkçe konuşuyordu. Bu Bektaşiliğin dilinin Türkçe olmasından kaynaklanıyordu. Kendi söylediğine göre 10. baba oluyordu. Amerika'daki Recep Baba ile mektup­laşıyordu. (Arnavutluk'tan kaçan Bektaşiler Amerika'da bir iki yerde tekke kurmuşlardı.) Amerikadaki Kâzım Baba, 1981 yı­lında hakka yürümüştü. Tayyar Gayşi'ye taziye mektubu gel­mişti. Kâzım Baba birtakım emanetler bırakmıştı. Baba'nın Kosova'da 200 talibi bulunuyordu. Ayini cem törenlerini hali­felik erkanı üzerine yürüyordu. Bektaşilikte dört erkan vardı. Bunlar, musahip, derviş, halifelik, mücerretlik erkanlarıydı. Recep Baba mücerretti. Babalıkta erkan bulunmuyordu. Muhiplik, özlemle, istekle tarikata katılmaktı. Kişi kendine bir rehber buluyordu. Rehber kişiye kefil oluyordu. Kurban kesili­yor, Bektaşiliğe katılıyordu. Yugoslavya'da Bektaşilik, Musahiplik, Ayini cem böyle yürüyordu. Tayyar Gayşi'nin ay­rıca İzmir ve İstanbul'da 10 muhibi vardı. Kendisinden başka Yakınova'da Kazim Ali Baba bulunuyordu. Kendisinden sonra bu işlevi o sürdürecekti. Balkanlarda eriyen Bektaşiliğin son ba­balarından Tayyar Gayşi bunları anlatmıştı. 1992 yılında Arnavutlukta kimi özgürlükler tanınmasından sonra, Balkanlarda Bektaşilik nasıl gelişir bilinmez?



4
Macaristan

Budapeşte'te Bahara Hazırlanıyor
1989 yılbaşı öncesinde Macaristan kapısındayız. Tatabanya. Avusturya'yı gerilerde bırakıp adım adım, Macaristan içlerine ilerliyoruz. Gümrükteki asker pasaportumuza bakıp "efendi merhaba" diyor. Bu Macaristan'da ilk dostça selamlama. 160 yıllık Türk eğemenliğinden Macaristan'da yalnızca tatlı anılar kalmış. Süreç içinde acılar unutulmuş. Macaristan da tıpkı Türk ulusunda olduğu gibi dünya yalnızlığında bir ulustur. Avrupa'nın ortalarında yer almasına karşın dört bir yanı İndogermenlerle çevrilidir. Kendisi ise Ural Altay halklarından­dır. Belli bir dönemde Hırıstiyan dinine inanması nedeniyle İndogermenlerle birlik olmuştur. Ama sonuçta ne İsa'ya ne Musa'ya yaranabilmiştir. Ve 20. yüzyıl başlarında Rus yumruğu başına inince tümden acılara boğulmuş, ulusal arayışlara yönel­miştir. Şimdilerde o, Türkiye'den de yalnız. Ve öyle bir yalnızlık ki tümden sessiz bir bekleyiş içinde. Acı çekmeyenin yüreği bütün der bir halk türküsü. Macaristan'da büyük acılar çekmiş bir ülke. Avusturya Macaristan İmparatorluğu, ardından Macaristan, ardından Sosyalist dönem. Her birleşme bir sıkıntı, her ayrılık bir sıkıntı getiriyor. Halkların yazgısı böyle.
Macarlarla Türk dilli halkların ilişkisinin başlangıcı 5. yüzyıla dayanıyor. Macarlarla Türk halklarından sayılan Hunların ilgisi İsanın ilk yıllarından başlıyor. 9-13. yüzyıllarda bu topraklara göçen Uzlar karpat yöresine yerleşiyorlar. Peçenekler, Kumanlar, Türk macar ilişkisini güçlendiriyorlar.
Sosyalizm şimdi ayrı bir sıkıntı yaşıyor. 27 Aralık 1989 gü­nünde Budapeşte'ye doğru ilerlerken, Batı Alman Kızılhaç kon­voyu önümüzde yol alıyor. Kan gövdeyi götürdüğü Romanya'ya sağlık yardımı taşıyor. Temeşvar'da altmış bin kişi­nin öldürüldüğü söyleniyor. Dün Viyana'da gazeteler Çauşevsku'nun vuruluduğunu bildiriyordu. Eşi Elena "biz bağış­lanma dilemiyoruz"demiş.
Budapeşte yabancı gezginlerle dolu. Macaristan gecikmeli özgürlüğünü arıyor. İnsanların yüzü pek gülmüyor. Herkes dö­viz almak istiyor. Mc Donald'larda kuyruk birkaç yüz metreye ulaşıyor. Amerikanın en avam doyumevi burda lüks sayılıyor. Oysa öz yemekleri çok daha nefis ve ucuz, ama insanlar her yerde böyle. Bulunmayan özlem içinde.
Budapeşte eski özelliklerini korumuş. Yer yer, bizim Beyoğlu, İstiklal caddesini anımsatıyor. Hava güneşli ve serin. Türkoloji bölümünü buluyoruz. Giriş kapısında Krösi Cs¢ma yazısını okuyorum. Bu ad bana yabancı değil. Macar türkoloji­sinin kurucusu ya da kurucularından biri. Şimdi Doğubilim bölümünün kapısında adı yazılmış bu kişi 1819 yılında Macarların ilk oturdukları toprakları ziyaret etmek amacıyla Macaristan'dan ayrılıyor. Filibe'ye geliyor. Ancak bu sırada İstanbul'da veba salgını başgösteriyor. Bir Yunan vapuru ile Mısır'a geçiyor. Suriye üzerinden Bağdat'a ulaşıyor. Burda İngiliz elçilik yetkilerinden yardım görüyor. İran'a giden bir kervanla yola düşüyor. 1821 yılında Tahran'a gözüküyor. Orda Ermeni tüccar kılığına giriyor ve Meşhed'e doğru yola devam ediyor. 6 Ocak 1822'de Kabil'e erişiyor. Ordan Hindistan'a doğru yola düşüyor. 1823 te Tibet'teki lama manastırlarının sağ­lığa elverişsiz izbelerinde çalışmaya başlıyor. Tibetçe öğrenerek dilbilgisi ve sözlüğü hazırlıyor. Ama Körösi'nin asıl amacı Macarların eski yurdunu bulmak. Bu Tibetçe işine de İngilizlerden yardım koparmak için biraz da isteksiz bulaşmış. Üzerine aldığı işi bitirdikten sonra verileri Bengal'deki Asya ku­rumuna teslim edip yine yola koyuluyor. "Yugarların ülkesine"! Nedir bu Yugarlar, Krösi'yi çeken ne? Olayın gizemi bir ad ben­zerliğinde ya da ad kalıtında yatıyor. Macarlar kendilerine Ungar diyorlar. Ungar adı ile Türkçe Uygur adları arasındaki benzerlik ortada. İç Asya'nın yeterince bilinmediği dönemde, orda Yugar diye bir halkın yaşadığı söyleniyor. Macar bilgin, kardeş ya da soydaş sandığı bu halkın peşinde düşüyor. Kalküta'dan Yugarlar ülkesine dek sürecek çileli yolculuğu bu ince yapılı yorgun gezginin vucudu kaldırmıyor ve 1842 yılı ni­sanında Darciling'de sıtmadan ölüyor. Krösi, geçen yüzyılda İç Asya'da yaşamını yitiren bilim adamların özgün örneklerinden biri. Ama onun aşamadığı bu çölleri bir zahmet ve sıkıntı ile Vambery geçecektir.
Macarlar kökenlerini araştırmaya çıkarken Türklerle karşıla­şıyorlar. Ama bu uğraş boşa çıkmıyor. Şimdi Macaristan'da iki merkezde Türkoloji öğretiminin saygın bir yeri var. Budapeşte ile birlikte Szeget'te Türkoloji bölümleri işlevini sürdürüyor. Altay dilleri tarihi, ses düzeni, adbilimi, dilbilgisi sevilen araş­tırma konuları. Slav dillerindeki Türkçe gereçler büyük bir ilgi ile ortaya konuyor. Macar dilciler, kendi dillerindeki eski Türk gereçlerini araştıyorlar. Onlardaki ses değişimlerini Macarcaya etkisini sergiliyorlar. Öte yandan eski Macar dilinin sözvarlığını yoğuruyorlar. Türkçe ile bağlantılar üzerinde duruyorlar. Eski Macarca ile birlikte çağdaş Macarcayı sözvarlığı, ses, yapı ve sözdizimi açısından inceliyorlar. Bu bakımdan büyük Macar bilgini Nemeth'in çalışmaları önemle anılmalıdır.
Biz Asya içlerinde sözü fazla uzatmadan yeniden Budapeşte'ye dönelim. Türkoloji bölümü tarihi bir yapının 3. katında yer alıyor. Taş basamaklarla çıkılan yapıda Arapça ve Farsça bölümleri ile birlikte. Bölümü 1870 yılında Vambery kurmuş. Macarların türkolojide saygın bir yerleri var. Nemeth, Fekete, Ligeti gibi büyük türkologlar yetiştirmişler. Hele Nemeth'in bence, ayrı bir özelliği var. Nemeth, 1915'te bir Almanca olarak bir Türkçe dilbilgisi yayınlıyor. Bu küçük dil­bilgisinde o zamanki eski yazının yanı sıra Türkçe sözleri latin yazısı ile de yazıyor. Bu dilbilgisini yanında taşıyan genç teğmen Agop Efendi, Suriye Cephesinde Atatürk'le karşılaşıyor. Atatürk, Nemeth'in Türkçe sözleri latince çevriyazısını pek beğeniyor. Daha sonra gerçekleştireceği yazı devriminin ilk kıvılcımları böylece kafasında çakıyor. Agop Efendi, cumhuriyet döne­minde Dil Kurumunda uzmaklık yapacak ve Dilâçar olarak ün­lenecektir.
Budapeşte türkoloji bölümüne arada bir Türk okutman gidi­yor. En sık giden okutman ise şimdiki Türk Dil Kurumu başkanı Prof.Dr. Hasan Eren. Hasan Eren Vidin doğumludur. Öğrenimini Budapeşte'de yapmış, gençlik yıllarını bu topraklarda geçirmiştir. 1976 yılında Budapeşte'de açılan okutmanlık kad­rosu için başvuran gençler kendileri ile birlikte sınava giren Prof.Dr. Hasan Eren'i görünce şaşırmışlardır. "Hocam siz burda ne arıyorsunuz?" demekten kendilerini alamamışlardır. Prof. Dr. Eren her zamanki mizahi biçemi ile "Ee bura er meydanı, bile­ğine güvenen gelir" diye karşılık vermiştir". Prof.Eren'den sonra Budapeşte'ye okutman gidecek Dr.Turgut Günay ise, acı bi­çimde, Ankara'da bir otel odasında kendi yaşamına son verecek­tir.
Şimdilerde Macaristan'da Budapeşte'den başka Szeget ken­tinde türkoloji ile ilgili çalışma yapılıyor. Burda daha çok Altayistik içinde Türkçe ele alınıyor. Eski Türk anıtları, özellikle Bulgar yazıtları ile Uygur belgeleri sevilerek inceleniyor. Eski Uygur belgelerinin araştırılırmasına ta Vambery başlamış. Bu ünlü kişi Turfan metinleri, Seyfi Sarayı'nın Gülistan'ı el atmış.
Macarlar 1956 yumruğunun korkusu altında. Sütten ağzı ya­nan ayranı üfleyip içiyor. El işleri, yiyecek, içecek ucuz. Kitap ve dergiler de öylesine. Seks dergileri de görüyorum gazete sa­tıcılarında. Bir mezeciye giriyoruz. Nefis mezeler yiyoruz. Tümü 2 DM. Yine satıcı kızın yüzü gülmüyor.
Estengon kalesi, su başı durak. Türkçede Estergon dediğimiz kente Macarlar Estergom diyorlar. Tuna kıyısında Macaristan'ın en kuzey ucunda Çekoslavakya sınırda yer alıyor. Tuna durgun ve dingin akıyor. Küçük bir liman var. Karşıdan ilkel bir feribot, bu kıyıya doğru yaklaşıyor. Çekoslovakya'dan gelen işçileri ge­tiriyor. Sosyalist geleneğe göre karşılıklı geçiş, ve bu ülkeler ara­sında işgücü geçişi kolay. Yalnız, bizim karşıya geçmemiz ola­naksız. Burası sınır kapısı değil. Estergon tarih kenti. Birkaç de­ğişik özgün müzesi var. Hazine, Hırıstiyan ve savaş müzeleri. Yalnızca savaş müzesinde Osmanlı izleri var. Kılıç, kargı gibi Osmanlılardan kalan silahlar sergileniyor. Ve bol bol da at nal­ları saklanmış. Hırıstiyan müzesinin çarpıcı tabloları etkiliyor ki­şiyi. Bütün Macaristanda kozmetik eşya ucuz. Sosyalist gele­neğe göre, nerde alırsan al fiat değişmiyor.
Budapeşte gerçekte iki şehirden oluşuyor. Tuna bu iki şehiri birbirinden ayırıyor. Tuna'nın bir yanı Buda, karış yanı Peşte'yi oluşturuyor. Bu iki kendi 8 köprü birbirine bağlıyor. 2. Dünya savaşında bu sekiz köprü ile birlikte kentin dörtte üçü yıkılmış. Sonra aynı biçimde yeniden yapılmış. Kentin iki istasyonu var: Doğu ve Batı istasyonları.
Macaristan yoksulluğu içinde sanatsever bir ülke. Çok kez sanat sevgisi varlık ve yoklukla ilgili değil. Bu bir kültür sorunu, gelenek sorunu. Sözgelimi, Budapeşte'nin ortalarında bir yerde buz kayağı alanı var. Kahramanlar meydanının yanında yer alı­yor. Yapay buz. Güzel giyimli gençler doldurmuş alanı.
Buda sırtlarında bir tepe üzerinde Hilton'dan Peşte'yi izleye­ceğiz. Hilton, tarihsel Buda Balık Pazarı'nın ortasında bulunan eski bir yapı. 16. yüzyılda bir manastır olarak yapılmış. Yanında bir kule var. O manastırın bir bölümü. Aynı alanda nefis bir ki­lise var. Macar el işlemeleri satılıyor. Ak yazmalara işlenmiş el ve göz nuru. Bul karayı al parayı oynatan üç kağıtçılara raslıyoruz. Macaristan'da bu tür oyunlar yasak. Ama ayak üstü batılı gez­ginlere kıyıda köşede bu oyunlar kuruluyor. Batılı gezginler ka­zanmak için değil utulmak için oynuyorlar. O güzelim çok çok renkli, binbir ilmik, bin bir düğümle süslü bayan giysileri.
Budapeşte Parlementosu 19. yüzyılda İngiliz destek akçası ile yapılmış. Bu yüzden İngiliz parlementosuna pek benziyor. 365 kulesi var. 2. Dünya savaşında yerle bir olmuş, ama yeniden yapılmış. İnsanlar yer küreyi yıkıp yapmakla meşgul.
Macaristan'nın toplam sayısı 10 milyon. Bunun 2 milyonu Budapeşte'de yaşıyor. Bizim İstanbul'un konumundan beter. Hava kirliliği tüm etkisini sürdürüyor. Hilton'un yer aldığı tepe üzerinden aşağıları, Peşte'yi izliyoruz. Tarihsel yapılar, kirlilik bulutlarının altından başlarını uzatmış soluk almak ister gibi diki­liyorlar.
Budapeşte'yi tarih süslüyor. Türk izi ile de karşılaşacağız. Türkler 160 yıl buralara eğemen olmuşlar. Süleyman'a kalma­yan dünya Türklere de kalmamış ve Sultan Süleyman, şimdiki Macaristanın Szeget kentinde ölmüş. Bizim tarihimizde Sigetvar adı ile geçen kale. Macaristan'ın şimdiki Romanya topraklarında olan Transilvanya'nın çok küçük bir bölümü Türk eğemenliği dışında kalmış. Bu eğemenlik günlerinden yalnız pembe anılar kalmış. Türk hamamı, Türk sokağı ve Gül Baba. Gül Baba ile tanışmamız biraz garip oluyor. Buda'da bir öğle yemeği için, lo­kanta arıyoruz. Geleneksel izlenimini veren bir lokantaya giri­yoruz. Ama böylesi basıt bir lokantayı eşimin gözü tutmuyor. Ben diretiyorum ve orda bir yemek yemek istiyorum. Ancak yer bulmak da olanaksız. Bir gün ya da birkaç saat önceden yer ayırtmak gerekiyor. Böylece istemeyerek lokantadan çıkıyoruz. Ama sonra turist kılavuzunda bizim bu beğenmediğimiz lokan­tanın Budapeşte'nin en ünlü lokantalarından biri olduğunu öğ­reniyoruz. Kendi durumumuza gülüp ertesi gün için yer ayırtı­yoruz. Lokantanın özgün yemeği "Gül Baba kebabı" adını taşı­yor.

Gül Baba
Gül Baba tekkesi Buda'da bir tepe üzerinde yer alıyor. Török (Türk) caddesi ile bu tekkeye çıkılıyor. Geniş bir bahçe içinde. Aşağılarda sur gibi yerler bu bahçeyi çevreliyor. Büyük olası­lıkla bunlar tekkenin çeşilti işlevlerini yerine getiren bölümleri. Tekkenin duvarında 1548-1553 tarihleri yazılı. Gül Baba Osmanlı döneminde yayılmış Bektaşi örgütünün dört dedebaba­lık kurumundan biri.
Gül Baba, ünlü savaşçı Bektaşi dervişi. Yaşamı çeşitli söylen­celerle örülmüş. Evliya Çelebi'ye göre, Merzifon doğumludur. Fatih ve Kanuni dönemlerinde birçok savaşa katılmıştır. Elinde büyük bir kılıçla savaşırmış. Başında sürekli bir gül taşıdığı için "Gül Baba"adı verilmiş. Budin'in alınışı sırasında şehit düşmüş (1541) ve oraya gömülmüş. Kanuni ölüm töreninde bulunmuş ve bir söylentiye göre cenazesini taşımış. Budapeşte'deki bu türbe 1543-1548 yılları arasında yapılmış. 60 dervişi barındıran tekkenin zengin vakıfı varmış. Türk egemenliği döneminde Müslümanların ziyaret yeri olmuş.
Macaristan Türk eğemenliğinden çıktıktan sonra ziyaretler kesilmiş. 1690'da türbe kiliseye dönüştürülmüş. Ancak 19. yüzyıl başlarında yeniden ziyaret yeri olmuş.
Sultan Abdülaziz, 1867 haziranında Fransa'ya gösterişli bir geziye çıkar. Fransa'da III. Napolyon imparatordur. Sultan bu gezi dönüşü tekkeyi ziyaret eder. Basiretçi Ali olayı şöyle anla­tır:

"Peşte'de ünlü asma köprü üzerinden geçerek Budin'de bazı Osmanlı yapıtlarını, orada yatan Gül Baba türbesini ziyaret ettim. Adı geçen türbe Nemçeli bir türbedar yönetiminde olup gayet bir kube altında gömülüdür. Bu kişi dokuz yüz kırk sekiz yılında Macaristan savaşında şehit olmuş ermiş sanılan büyük bir zat olup bugün gömülü bulunduğu yere Macarlar Gül Baba mahal­lesi dedikleri gibi Macarların hastaları iyiliğe kavuşması için adı geçen Gül Baba'nın ruhundan yardım dilerler imiş. Sultan Abdülaziz merhum, Avurapa gezisi dönüşünde Peşte'ye geldik­lerinde adı geçen kutsal türbeyi ziyaret edecekleri düşünülerek sayın Viyena elçiliği eliyle en güzel biçimde onarılmıştır."

Ulubey'deki Veliyüddin Baba ailesinde bulunan fermana göre, Gül Baba'nın gerçek adı Seyid Cafer'dir. Savaşçı gâzilerden Veliyüddin Gâzi'nin üç oğlundan biridir. Veli Gâzi, 1538 Preveze savaşında şehit düşmüştür. Bu savaşta büyük kahraman­lık ve kerâmetler göstermiştir. Elinde uzun gürz ile düşman ka­dırgalarına vuruşlar yapmıştır. Uzun demir gürz ağırlığı ve bü­yüklüğü nedeniyle herkesin kullanamadığı bir silahtır. Veli Gâzi bu büyük silah ile her vuruşta bir düşman kadırgasını batırmıştır. Düşmanı perişan ederek büyük yararlıklar göstermiştir.
Gül Baba, Veli Gâzini'nin büyük oğludur ve hicri 904 (1499) doğumludur. Oğullarından Seyid Hüseyin ise Sünbül Baba takma adı ile ünlenmiştir. İkisi de savaşçı gâzidir. Her iki oğul üçüncü Budin kuşatmasına (1541) katılmıştır. Gül Baba burda şehit olmuştur. Hüseyin Sünbül Gâzi, Romanya'nın Ulubey ilçesinde şehit olmuştur. Romanya'ya gömülmüştür.*
Macaristan Türk egemenliğinden çıktıktan sonra ziyaretler kesilmiş. 1690'da türbe kiliseye dönüştürülmüş. 1718'de Pasarofça antlaşması ile tekke bir tür özerklik kazanmış. 19. yüzyıl başlarında yeniden ziyaret yeri olmuş. Sultan Abdülaziz, Avrupa gezisi dönüşü tekkeyi ziyaret etmiş. Türk hükümeti bundan sonra tekke ile yakından ilgilenmiş. 1885'te tekkeyi onartmış. Dedebaba Osmanlı devletince atanmış. Bir tür vakıf olarak 1937 yılına değin tekke işlevini sürdürmüş. Gül Baba'nın şu andaki sandukası üzerindeki örtüyü de 1937 yılında Türk hükümeti yollamış. Peşte İslam toplantılarının ve Türk Macar kardeşlik toplantılarının düzenlendiği bir yer olarak  kullanılmış. 2. Dünya savaşı sonrasında ise tüm kiliselerle birlikte o da kapa­tılmış. Şimdilerde yalnız müze olarak kullanılıyor. Yasal olarak tekkeyi yeniden uyandırmak olanaklı. Tekkenin yasal konumu ve işleyişi üzerine birçok türkolog yazı yazmış.
Macarların iç Asya'ya ve Türklere karşı ilgileri hiç eksilme­miştir. Doğunun gizemli ve büyüleyici güzelliği Vambery'yi de çekmiştir. Viyana'da tanıştığı ünlü Doğubilimci Hammer'in özendirmesi ile türkolojiye yönelmiştir. 1857 yılının ılık bir Mayısında İstanbul'a doğru yol alan vapurun güvertesinde görü­yoruz.  Vapur Tuna'yı katederek Karadeniz'i ulaşacak, ordan İstanbul'a gelecektir. Vambery'nin gemide en çok ilgisini güneş batarken namazını kılan Türk yolcular olur. O dönemde de İstanbul taşı toprağı altın olarak ün salmıştır. Meteliksiz gezgin, 27 yaşında "Reşit Efendi" takma adını almıştır. İç Asya yolculu­ğuna hazırlanıyordur. Ama bu noktada bir iki gözlemine deği­nelim. Vambery'e göre Türkiye'de doğuştan aristokrasi bulun­maz. Aşağı tabakadan bir kişi yetenekleriyle toplumsal basamak­larda yükselebilir. Bir mürşir ya da sadrazam olabilir. Bu İstanbul gezisi sırasında Vambery, üst katmanlardan Türklerle tanışacak, Mithat Paşa'ya Fransızca derseleri verecektir. Vambery, Mithat Paşa'yı zeki, hayalperest ve enerjik olarak ta­nımlar.



5
Romanya
Bükreş
Macaristan'a gelmişken, bir dokunuşta Romanya'daki türko­loji bölümüne de değinelim. 1716 yılında Dimitri Kantemir "Osmanlı İmparatorluğu Tarihi"adlı kitabı ile Romanya'da türko­loji çalışmalarını başlatmış sayılır. Zaten Türkler orta çağda ve Osmanlı imparatorluğu döneminde bu bölgede etkinlikler ya­ratmıştır. Latin kökenli olan Romenler Osmanlı egemenliğinde özerk bir yönetim ile, slavlaşmaktan kurtulmuşlardır. Ulusal kimliklerini korumuşlardır. Bu gerçeğin bilinmesi, Romen ay­dınları arasında Türklere karşı bir saygı uyandırmıştır. Bir Romen türkoloğu "Romen tarihi türkolojisiz düşünülemez"diyerek Türklerin önemini vurgulamıştır. Böylece Romanya'da türkolo­jinin başlangıcı iki nedene dayanıyor: Romanya'da yaşayan Türk azınlık, geçmişte Türk - Romen ilişkileri.
Yas türkoloji bölümünün kuruluşu 1940 yılına uzanır. 1957'de ise Bükreş'te türkoloji bölümü açılır. Ama Bu bölümler açılmadan da Romanya'da türkoloji çalışmaları yapılıyordur. Araştırmacıların büyük bölümü türk kökenlidir. Kimimizin ak­lına "Romanya'da Türkler ne arıyor"diye bir soru gelebilir. Türkler bu topraklara eski dönemlerde gelmişler. Günümüzde Sovyetler Birliği içinde yer alan Moldavya'da bağımsızlık eyle­mine girişen Gagavuzlar, Romenlerle iç içe çağlardır yaşayan Türkler. Romanya'daki Gagavuzlarla ilgili bir anıya değinmek istiyorum: Emekli Büyükelçi Zeki Kuneralp, "Sadece Diplomat" adlı anılarında 1943 yılı Romanya'sını da anlatır. O yıllarda Hamdullah Suphi Tanrıöver Türkiye'nin Romanya büyükelçisi­dir. Kuneralp "Tarıöver'in bir özelliği daha vardı, Gagauzlara çok düşkündü ve bundan dolayı Kançılarya erkânı kendisine "Gagauz metropoliti"adını takmıştı" der. Kuneralp anılarında Gagavuzcadan birkaç örnek sözcük de veriyor. (16)
Romanya'da salt Gagavuz Türkleri yaşamıyor. Dobruca' da yaşayan Tatarlar var.(17) 1936 lara değin Romanya'nın Mecidiye ilçesinde ve Köstence'de Türkçe dergi ve gazeteler çıkmış. Bu bölgeden yavaş yavaş göçler başlamış. Türkçe yayın­lar durmuş. 80'li yıllarda bu kez de Bükreş'te Kriterion" yayınevi Türkçe Tatarca kitaplar çıkarmaya  başlamış. Mehmet Ali Ekrem "Türk Medeniyeti", Enver Mahmut "Bozcayiğit" (Dobruca Tatar Masalları) kitaplarını yayınlamış. Dr. Acıemin Baubek "Türkçe-Romence Konuşma Kılavuzu" hazırlamış. Nasrettin Hoca Fıkraları, Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Halide Edip Adıvar, Aziz Nesin, Necati Cumalı ve kimi çağdaş yazarlar  Türkçenin Romencedeki konukları.
Bükreş Türkoloji bölümünde değişik Türk dilleri verilmeye başlamış. Daha çok Romenceye sözcük alışverişini konu edinen arıştırmalar yapılmaya başlanmış. Burda bir noktaya değineyim: Yurt dışındaki türküloji bölümleri genellikle hep dilbilim ağırlık­lıdır. Bunun iki nedeni vardır: Öncelikle türkologlar dil araştır­maları ile işe başlarlar ve orda yoğunlaşıp kalırlar. İkincisi ise, Türk yazını Batılı geniş okura ulaşamamıştır. Bu bakımdan en ünlü yazarlarımızın yapıtları bile yurt dışında sınırlı okuyucu bu­lur. Doğal olarak türkologlar daha çok dilbilimsel incelemelere ağırlık verirler. Bu bağlamda Romen türkologlardan Vladimir Drimba Kumanlırın dili üzerine ilginç araştırmalar yapmıştır. "Codeks Cumanicizs"u baskıya hazırlamıştır. Kumanlırın dili üzerine yaptığı 1973 yılında yayınlanan bu sözdizimi, yapıbilgisi araştırmarı saygıyla karşılanmıştır. Drimba ayrıca Çin'de yaşayan Salarların dili üzerine de çalışmıştır.
Hollanda'da bir ara çıkardığımız Türkü dergisi aracılığı ile Bükreş Üniversitesinden bir meslektaşla bağlantımız oldu. Prof. Dr. İon Arion, dergimize yaşam öyküsünü yazdı. Çok çalışkan bir meslektaş olan Arion'un Avrupa'da çıkan küçük çaplı birçok dergide yazısı ile karşılaştım. Ayrıca kendisi "Renkler"adlı iki sayı çıkabilen bir dergi yayınladı. Bir mektup yazıp yaşamı ve Türkoloji üzerine kimi sorular yönelttim. Prof. Arion uzun bir mektupla yanıt verdi.
Her yaşam bir roman, her kişinin dünyası ayrı. Prof. İon Arion'da türkolojiye çocukluğunda Türkler üzerinde duyduğu bilgilerle başlıyor. Daha sonraki yıllarda Bükreş Üniversitesi Türkoloji bölümüne girişine böyle bir özendirme neden olmuş. 1956 yılında Bükreş Üniversitesini iki yılda bir 10-12 türkoloji öğrencisi alınmaya başlamış. İon Arion'un öğrencilik yıllarında 8-10 kişi ile dersler yapılıyor. Bunlar sonra değişik mesleklere yönelecek Türkçe meraklılarıdır. Aralarından pek azı başladığı zor koşuyu sürdürecektir. Airon zor koşuyu zor koşullarda sür­dürüyor. Küçük kapsamlı dergiler çıkarıyor, yazıyor, haberleşi­yor. Şimdilerde Bükreş'te yayınlanan aylık Karadeniz dergisinde yazılarını sürdürüyor. Şiirler, çocuk oyunları yazıyor. Karadeniz dergisi Romence, Türkçe ve Tatarca üzerine yazılara yer veriyor.

Kıbatek
Onuncu yılını kutlayan, Kıbatek örgütü pek tanınmıyor. Genel anlamda Türk dil ve kültürünü araştıran bir kurum Kıbatek. Adı bir kısaltmaya dayanıyor. Kıbrıs, Balkanlar ve Avrasya Türk kültürünü aşaştırma örgütü adının kısaltması. On yıl önce Kıbrıs Türk Cumhuriyeti eğitim bakan yardımcısı İsmail Bozkurt kurmuş. Aralıksız her yıl bir ülkede gerçekleştirdiği etkinliklerle günümüze gelmiş. Bu yılki etkinliğini, Romanya'nın başkenti Bükreş’te gerçekleştirdi.26-30 nisan günlerine sığan toplantı yoğun izlencesi ve titiz bilimsel bildirileri ile kültür tarihimizde iz bırakan etkinliklerden biri oldu.
Azerbeycandan, Macaristan'a, Kırım'dan Kıbrıs'a, Türkiye'den Belçika'ya pek çok bilimadamı, şair ve yazarın katıldığı konukları, Romanya Türk Tatar Müslümanları, tarihsel Türk konukseverliği ile kucakladı. Bu yılkı toplantının evsahipliğini, Romanya Tatarları üstlenmişti. Kıyasettin Uteü, Kıbatekin Romanya temsilcisi olarak, sorumluydu. Romanya parlementosundaki Türk milletvekili Necat Sali ve Tatar örgütlerinin desteği ile konuklar ile soydaşlar arasında canlı bağlantılar kuruldu.
Üç gün süren bilimsel konuşmaları, Tatar Türkleri yoğun ilgiyle izledi. En az otuz bildiri sunuldu. Daha sonra Köstence'de yapılan şiir akşamında ise Türk soylu halkların şiirlerinden örnekler sunuldu.
Sempozyum bilidirileri ayrı bir değerlendirme konusu. Yakından yayınlanacak bu birdirileri ben bir yana bırakacağım. 'Yediğin içtiğin senin olsun, ne gördüğünü bize anlat' atasözüne uyarak, Romanya izlenimlerimi yazacağım.
Romanya ve Romanya Türkleri ülkemizde pek bilinmez. Osmanlı Devletinden koptuktan sonra, Romanya ile Türkler arasında keskin ilişkiler yaşanmamış. Genellikle pek bilinmez Romanya. Oysa çok yönden ilgi çekici bir ülke. Her şeyden önce geçmişin eski döneminden beri Türklerin uğrak yeri olmasıyla, belli bir Türk azınlığın hemen her dönemde Romanya topraklarında yaşamasıyla, Türkiye'ye hem yakın, hem uzak bir ülke. İstanbul-Bükreş arasının bir saatlik bir uçak yolu uzaklığında olması, birden şaşırdı beni. Yıllardır, gidemediğim, ülke benim bilincimde Çin kadar uzaktı. Oysa zaman zaman bizim balıkçıların kıyı sularına girip yakalandıkları bir ülke.
Komunist dönemde Türk azınlığa en çok hoşgörü gösteren ülkelerden biri. Şimdilere ise bu daha fazla.

26 Nisan 2004
Bükreş'teyiz. Saat 10.10. Güneşli, ılık bir hava. hava alanı önünde sigara tütürüyorum. Bükreş havaalanında yoğun hava trafiği yok. Toplantıya katılacak arkadaşlar bir bir gümrüğü geçip dışarı çıkıyorlar. Tatar dostlar bizi bekliyorlar. Otobüsa binip şehri bolu boyunca geçip Capitol otele geliyoruz. Çantalar otele yerleşiyor ve yneiden bir yolculuk başlıyor. Romanya Türk tatar Birliği evine geçiyoruz. Koca bir bir salon içinde, gıri boyalı eski bir yapı. Ev sahipleri, bahçede toplanmışlar, konukları bekliyorlar. Roman'ya da 35-40 bin arasında Tatar var. Bu dernek Tatar derneği. Bahçede oturanlar arasında tanıdık bir ad var. Bu Dış İşleri bakanı Abdullah Gül'ün kardeşi.İş bağlantısı için Bükreş'e gelmiş.
Biraz sonra iç salona geçip Tatar bayanların yaptığı yemeklerle donanmış, açık sofradan yemekler seçeceğiz. Tatar böreği ve öbür soğuk yemekler, salatalar. Yemek sonrasında içeridekiler kendilerini tanıtacak. Birinci günün karşılama izlencesi böylece sona eriyor.

27 Nisan
Yorgun günün mutlu akşamında yazıyorum. Dolu dolu bildiriler sunuldu. İkinci sırada benim bildirimin yer alıyordu. "Türk Edebiyatında Evrensellik". Kısa bir zaman dilimde özetliyorum. Ardından Konuşan Kurtuluş Kayalı'nın bildirisi, bemim bildiri ile kimileyin örtüşen, kimileyin çatışan bir içerikte. Genelge ikimizin bildiri bir bütünlük sunuyor. Üçüncü bidiri Cengiz Ertem'in bildirsi "Modernizm Çevresinde Türk Romanı " başlıklı. İlgi çekici bir değerlendirme. Zaliha Güneş: Peyami Safa'nın Attila Romanındaki gerçek kişileri değerlendiriyor.

28 Nisan
16.30'da Çauseşku'nun sarayında, yazmayı ve yaşamayı sürdürüyorum.  Türk, milletvekili Necat Sali'nin desteği ile sarayın kapıları bize açıldı. Çausesku'nun saray olarak düşünüp yaptırdığı dev oylumdaki yapı günümüzde Romanya parlemento'su. Dünya'da Pentagondan sonra ikinci sırada en büyük devlet evi. Bize izin verilen, zemin ve birinci katın tümünü gezdik. Tüm yapı üçü altta olmak üzere 13 kattan oluşuyor.
Öğle yemeğini, bu dev sarayda, Çauseskunun kabul odasında yedik. Yine Tatar dostların ev yemekleri. Kabul salonunda Çauşeskunun giriş kapısı bilinçli olarak küçük yapılmış. Kısa boylu küçük cüsseli olduğu için, televizyon çekimlerinde, öbür kapılarda olduğu gibi dev kapıda küçücük görünmek istememiş. Şu an, sarayın bilardo salonunda notlar alıyorum. Hemen yandaki salonda bildiriler sunuluyor. Bükreş'in büyük bir bölümü sil baştan, yeniden yapılmış. Çauşenku, kentin % 30'unun yıkılmasını buyurmuş. Kentin bu bölümü tümden boşaltılıp yerle bir edilmiş. 1984-85 yıllarında yıkımına başlanıp Çauşesku'dan sonra bitirilen, yeni Bükreş'in öyküsü bu.
19 yy'da yaygın Rokoko ve yeni sitil ile yapılan kent, kılı kılına düşünülmüş bir simetri içeriyor. Aynı simetrik düzenini sarayda da göreceğiz. Sarayın 1. katındaki balkondan şehri izlerken, konuklardan bir "sanırım Çauşesku'da simeri hastalığı vardı" diye bu durumu vurguladı. Karşımızda Paris'in Şanzelizesini andıran 4.5 kmlik dev bulvar, yeni yapılan bölümü ikiye ayırıyor. "Komunizmin başarı Bulvarı" adı düşünülmüş. Günümüzde "Birlik Bulvarı" adını taşıyor. Bulunduğumuz saray, 19 m. yüksekliğinde bir tepe üzerine kondurulmuş. Kentin yenilenmesinde 29 kilise yıkılmış. Yalnız bir kilise 300 m. kaydırılarak kurtarılmış.
Sarayın dört yanını bakanlık yapıları, devlet kurumları çeviriyor. Tümü açık krem rengi ile pırıl pırıl. Hemen arkadaki bir dev yapı gösteriyor, Bükreş Bilimler akademisinde görevli bir arkada:
"İşte bu yapı, Romen bilimler akademisi. Benim odam şu karşıda yer alıyor."
Akılalmaz, yeni kent dokusu, zamana ve uzama meydan oku gibi, görkemle önümüzde duruyor. İnsanın ölüme ve sonsuza bir direncinin anıtı sanki. Sarayı gezdiren kılavuz, tüm yapı düzenini uzay yolcularına yön gösterecek anıtlara benzetiyor. Gerçekten Mısır sfenkleri gibi bir görüntü sunuyor saray.
1984- 85'lerde yapımına başladılar diyorlar ya, pek sanmam. Türkiye'ye dönüşte, Nazım Hikmet'in şiirlerini karıştırdı. Ve bir şiirinde şöyle diyor Nazım:

Bükreş'te yeni evler gördüm.
Ebem kuşakları
Ve şafakta suydu evler.
Braşov'da çıktılar karşıma
dağlarla beraber.
Ve Karadeniz'de
mamaya'dan Mangalya'ya kadar
Fıskıyelerin sevinci evler
Rahatlığı ütülü, temiz çamaşırların.
Mimarlar sağolun.
Sözüm 57'den sonrakilere.

Sanırım, yalnız sarayın yapımı 1984'e dayanıyor. Kentin yeni bölümü ise çok daha eskilere dayanıyor.
Henüz yapımı sürüyor sarayın. Onu uzaktan kuşatan bakanlık yapılarının 4500 odası bulunduğu söyleniyor. Saray milimetrik çizim içindeki dev bir meydanın ortasında ye alıyor. Kmlerce uzayan yollar sarayı kente bağlıyor.
Sarayın bilimler akademisine bakan kapısındaki merdiven başında bol bol toplu fotoğraflar çektirerek içeri giriyoruz. Dev mermer sütunlar üstünde ayakta duran ve insana ürperti veren yapının avlusunda toplanıyoruz. Önce zemin katı turlayacağız. Saray, yer yer eski bir kiliseyi andırıyor. Bu görüntüsü nedeniyle, Kosta Gavras'ın son filmlerinden birine ev sahipşiği yapmış. Yahudi kıyımına, katolik kilisesinin işbirliği yaptığını vurgulayan "Modigan' filmini Gavras, Vatikan'da çekmek istemiş. Vatikan izin vermeyince burada çekmiş. Çevrim sırasında duvarlara çok güzel, dinsel tablolar çizilmiş. Tablolar yerli yerinde. Kiminde Meryem Ana ağlıyor, kiminde İsa'yı kucağında taşıyor. Arka fonda başka renkli kişiler. Din bilince çizilen görüntü. Benzet benzetebildiğince...
Akademi'ye bakan kapıdan girince hemen solda, yuvarlak bir salon yer alıyor. Ortada en az 100 kişinin bulunabileceği bir yuvarlak masa duruyor. Çevresine sandalyeler dizilmiş. İnsan Hakları salonu burası. Eşitliği vurgulamak için bilinçli biçimde, yuvarlak salon ve yuvarlak masa seçilmiş. Masanın boş olan orta bölümündeki yer cumhurbaşkanına ayrılmış. İnsan hakları salonu şimdilerde, NATO toplantılarında kullanılıyor.
30 salonlu, 49 asansörlü sarayda klima kullanılmamış. Çauşesku, kılima aracılığı ile zehirlenirim korkusu ile, böyle bir düzeneğe izin vermemiş. Abdülhamit'in elektirik vehimi gibi bir duygu olmalı. Sanki ölüme engel varmış gibi. Nitekim, 1989 yılının son günlerinde, bir gün halk ayaklanacak, yaşadığı eski kral sarayını kuşatacak, bunca emek verdiği yapıda bir gün bile yaşama olağı bulmadan kendisini devirecektir.
O günleri sıcağı sıcağına yaşamıştım. Eşim ve oğlumla, araba ile yeni yılı dinlencesi nedeniyle Budapeşte'ye doğru yoldaydık. Önümüz sıra Alman Kızılhaç konvoyu ilerliyordu ve Alman radyosundan sürekli haberleri dinliyorduk.
Eşi ile birlikte, helikopterle Bükreş'ten kaçarken, 100 km kuzey batıda indirilmişlerdi. Kurşuna dizilmeden önce eşi Elena yiğitçe yanıt vermişti:
"Bağışlanma dilemiyoruz!"
Bu olayı, Necat Sali'ye anımsatıyorum. Necati Sali şöyle yanıtlıyor.
"Malta buluşmasında, Amerika ile Rusya anlaşmıştı. Çauşesku'ya çekilmesini önerildi. Orduya ve partiye güvenerek Çauşesku direneceğini sanıp bu isteği geri çevirdi. Bunun üzerine Transilvanya'daki Macar azınlık ayaklandı. Kimileri bir papaz kışkırttı dedi, kimileri de CIA'ya yükledi. Eylemin nasıl başladığı pek bilinmiyor. Ardından aytaklanma Bükreşe sıçradı. Saray kuşatıldı. Ordu ve polis yan değiştirdi. En yakınları, savunma bakanı ve öbür yüksek yetkililer, canlarını kurtarmak için Çausşesku'yu ele verdiler. Sözgelimi Çauşesku'nun bindiği helikopterin yerini savunma bakanından başka kimse bilmiyordu. O, Çauşeskuyu ele verip canını kurtardı. Romen halkı böyledir. Öylesine dirençli değildir. 'Gelen ağam, giden paşam' der. Güçlünün yanında yer alır. Halkını tanımama Çauşeskunun sonunu getirdi."
Sarayın merkezinde yer alan salon, Romen Halk meclisi. 18 Azınlık ve Romen çoğunluğun temsil edildiği parlemento çok renkli insan görüntüsünü sunuyor. Transilvanya, Moldavya, Erdel gibi bölge adlarından oluşan bir eyaletler, halklar meclisi gibi. hemen her azınlığa, sosyalist dönemde de belirli haklar tanınmış. Her dönemde ana dillerini kullanma, öz kültürlerini işleme, dinsel inaçlarını sürdürme olanağı bulmuşlar.
Bu azınlık haklarından en çok zarar görenler ise Macarlar. 1. Dünya savaşı sonrasında, 3 milyonluk macar kitle Romanya sınırları içinde kalmış. Tüm dönemlerde eritme politikası uygulanmış. Günümüzde 20 milyonluk Romanya'da 1.5 milyonluk sayısı ile yine korkulan bir azınlık. Ülke kültürüne renk kattığı söylenen öbür azınlıklara gösterilen hoşgörü onlardan biraz esirgeniyor. Her an kopacak tehlikeli bir azınlık olarak algılanıyor.
Oysa 70 bin kişilik Türk Tatar azınlık, korunmaya alınmış bir biblo gibi. Ülke insan bileşimine renk katan sevimli bir topluluk olarak görülüyor. İçe dönük yaşamları, müzikleri, dinleri dilleri ile yaşamalı isteniyor. Ayrıca devlet politikası, Türkiye ile ve Türklerle barışık. Bu durum Çauşesku döneminde de böyle olmuş. Rus jeopolitik baskısına karşı, Marksizmi en katı biçimde uygulayarak direnmişler. Rus baskısı yerine, Türk dostluğunu seçmişler. Sözgelimi, birçok Doğu blok ülkesinde Türkoloji bölümü açılmazken, bunlar açmışlar. Türk azınlığa dil, din yasağı konurken, Romenler Türk kültürüne destek olmuşlar. 1990'dan sonra Türk-Tatar azınlık dış dünya ile bağlantı kurma olanağını elde etmiş. Türkiye'den giden birçok işveren işyerleri açmış. Şimdi, 30 bin kişilik yeni göçmen de bu sayıya katılmış durumda. Bükreş, Köstence'de üst üste işyerleri açıyorlar. Çoğunun ailesi Türkiye'de. Sık sık Türkiye'ye geliyorlar. Romanya'daki Türk- Tatar azınlıkla pek kaynaştıkları yok. Romanya'da oturup Türkiye'de yaşıyorlar. Romanya Türkleri ise Romanya'da yaşayıp Türkçe düş görüyorlar! İşte aradaki ayrım.
Bükreş'te karşılaştığım Gaziantepli birine soruyorum. Yedi yıldır mobilye dükkanı işlettiğini ve ailesinin Türkiyede olduğunu söylüyor.
"Çocukların eğitimi yüzünden getiremiyorum. Fethullah'ın okullarında öğrenci başına ayda  $. 2.000. alıyorlar. İki çocuğum var. Nasıl öderim bu parayı" diyor.
Günümüzde parlemetoda üç Türk milletvekili var. Bunların bir Tatar-Türk, ikincisi Oğuz Türk kontenjanından girmiş. Üçüncüsü Sosyal demokrat parti üzerinden.
Müslüman Türk Tatar Türkleri Demokrat  Birliğinin iki gazetesi var. Biri aylık: Karadeniz. Aylık çıkıyor, Romence, Türkçe, Tatarca yazılarla donanmış.
Gazetenin ilkesi Gaspıralı İsmail Bey'in ünlü özdeyişi: "Dilde, fikirde, işte birlik".
8 sayfalık gazete haber yorum ve edebiyat içerikli. Ayrıca iki sayfalık "Kadınlar Dünyası" eki var. Elimde tuttuğum son sayıda örnek analarımız, Dobruca Efsaneleri, adetlerimiz, Mecidiye Kadın kolu raporu gibi yazılar yer alıyor. Küçük dünyasında küçük insanların mutluluk tabloları.
Romanya'da bulunduğumuz sürece hemen her gittiğimiz yerde şiir kitapları uzatılıyor. Küçük olanaklarla basılmış, sevecen emek ürünleri bunlar. Çoğu Kırım/ Dobruca Tatar dilinde. Ne çok seviyoruz şiiri! Bir batılı türkoloğun söylediği bir özdeyiş geliyor aklıma: On sekizine gelip de şiir yazmamış bir Türkle karşılaşamazsınız.
Romanya Tatarlarının Kırım ile kanbağı var.
Eski dönemlerde beri, Dobruca Kırım Türklerinin sığınma alanı olmuş. Kırım'da baskı gören Türkler soluğu Romanya'daki soydaşlarının yanında almışlar. Özellikle 1945'ten sonra çok sayıda Kırım Tatarları gizlice Romanya'ya kaçmış. Romanya'da kimliğini gizleyerek yaşamını sürdürmüş.
Mecidiye Mezarlığıda Kırm'ın ünlü şairi Mehmet Niyazi yatıyor. Mezar taşında "Kırım Tatar Halk Şairi MEHMET NİYAZİ (1878-1931) yazılı. Mezarı Dobruca Türklerinin ünlü dergisi EMEL'in girişimi ile  Cafer Seyit Kırımer yaptırmış. Mezar üstünde ise bir dörtlük yer alıyor:
Yolcu, taptap geçme; tokta tüşün mında bir ölü yatmaz
Yeşil yurtka şavle saçkan kuyaş saklanıp tura
Niyazi dep keçip ketme, aga tarih kün kesmiy
Cav cüregin kaltıratı, o bir attay bir Çorabatır

Ve bir Kırım haritası ile tamamlanmış mezar taşı.
Mecidi'ye Türk tatar mezarlığında, Genç Türklerin tarihinde önemli yeri olan biri daha yatıyor. İbrahim TEMO. İttihat ve Terakki'nin kurucusu Dr. İbrahim Temo'yu, Türk tarihi ile ilgilenen hemen herkesin bildiği bir kişilik. Arnavut kökenli Dr. temo, Osmanlı'nın batış yıllarında devleti kurtarmak için, yakın tarihimizin ünlü örgütünü kurmuş. Osmanlı Devleti dağıldıktan sonra, ülkenin parçalarından en dinginini seçip yerleşmiş. Şimdi serin Mecidie mezarlığında ağaçlar arasında ebedi dinlenmesini sürdürüyor. İki Temo daha yatıyor yanında. Üç Temo'nun mezar taşları şöyle: Dr. İbrahim Temo (1865-1945), eşi Nafize Temo (1882-1962), oğlu Dr. Naim Temo (1911-1992). Günümüzde kimse yaşamıyor Temo ailesindan.
Mecidiye, Bükreş-Köstence yolu üstünde 40 bin kişinin yaşadığı yerleşim birimi. Yaşayanları % 70'i Türk. "Tatar Birliği Mecidiye Merkezi" adlı bir örgütleri var. Romen devlet desteği alınmış bir yapıda işlevini sürdürüyor örgüt.
Köstence'ye uzanan yol boyu, serpiştirilmiş Türk-Tatar köylerini geçiyoruz. Hasansı, Nurbat, Tepreş köyleri bunlar.
Otobüste Tatar ev sahipleri bize eşlik ediyorlar. Ev sahipleri arasında şen şakrak bir Tatar ana var: Ceverkan Ahmet. Ceverkan Hanım, Bükreş Türkleri arasında Şeker Hanım adı ile anılıyor. Şeker Hanım bol bol Tatar türküleri söylüyor, anılar anlatıyor, çevre hakkında bilgiler veriyor, içki içiyor ve dolu dolu kahkahalar atıyor. Kendisine şeker sanını kayınanası vermiş. Gerçekten adına uygun şeker gibi bir Tatar ana. Köstence'ye 30 km uzaklıkta Menlibay köyünde doğmuş. Kırım Akçamescit'ten gelen bir ailenin kızı. Öğretmenlik mesleğini seçip bu işten emekli olmuş. İki yıl önce eşi ölmüş. Ailesi Alakapı köyünde yaşıyor. Eskilerde 90 ailenin yaşadığı köyde şimdi 19 ev kalmış.
Yol boyu uzanan yeşil alanları gösteriyor Şeker Hanım. "Gençliğimizde buralarda piknik yapardık. Aileler at arabaları ile topluca gelirlerdi. Gençler oyunlar oynarlardı. Birbirini sevip kaçarlardı" diye anlatıyor.
Otoyol kıyısını şimdi yalnızca araba gürültüleri dolduruyor. Ağaçlar gençlerin sarkı ve sevdalarının özlemi içinde esiyorlar.
Erdel eyaleti, 360 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmış. 1812 Bükreş Antlaşması ile Beserabya Rus egemenliğine geçmiş. Sınır Tuna'ya dayanmış. Bükreş Antlaşması Bükreş'te pek seyrek olarak bulunan Osmanlı yapılarından birinde HANUL MANUC'da onaylanmış. Hanul Manuc "Manuk'un Hanı" anlamına geliyor. Bu yapıyı Osmanlı yurttaşı Musevi Manuk Bey, görkemli bir han olarak kondurmuş.Bükreş ortalarında yer alan bu güzel yapı günümüzde turistik lokanta, el işleri satılan bir çarşı konumunda.
Kıbrıslı konuklardan Sevil Emirzade ile hanı gezip görüntüler alıyoruz. Osmanlı döneminde kullanılan eski bir at arabası bir kıyıda duruyor.
Türkiye'de gördüğümüz tarihsel hanların yapıçizimi ile büyük benzerlik gösteriyor hanın görünümü. Yalnız bir küçük ayrım var. Romenler bu tarihsel yapıyı bizden çok daha iyi koruyup donatmışlar!
Bir de Osmanlı döneminden kalma cami varmış. 1953 yılında sözkonusu camide Nazım Hikmet, bir kadir gecesi derin yurt özlemleri içinde dinsel dinletiyi izlemiş.
Antlaşma gereği, Osmanlılar Bükreş'e pek el atmamışlar. Türk-Tatar kültürü Köstence'de yoğunlaşmış.
Köstence -son on yıllık turistik yapılaşma dışında- eski dokusunu korumuş. İki katlı evler çoğunluğu oluşturuyor. Bir de cami var: Karol Camisi. Romen kıralı 1. Karol'un akçal desteği ile 1910-12 yıllarında yapılmış. Romen yapıçizimci, cami çizimini Mısır'daki bir camiden almış. Genişliğine oranla yüksekliği çok daha fazla. Biraz kilise çizimini anımsatıyor. Cami hemen her dönemde işlevini sürdürmüş. Günümüzde de dinevi olarak kullanılıyor.
Başka ulusların bize gösterdikleri hoşgörüleri saygı ile anıyoruz. Ama biz, başka inançtan kişilere aynı hoşgörüyü göstermeye neden yanaşmıyoruz diye bir duygu geçiyor içimden. Hadi başka uluslar bir yana, kendi ulusumuzdan insanları bize benzetmek için niye böylesine çaba gösteriyoruz?
Nitekim camiyi gezdikten biraz sonra, Köstence Türk-Tatar birliğinde olacağız. Sorunlar konuşulup durum değerlendirmesi yapılırken, genç bir Macar Türkolog Sandor Szatmar Romanya'da açılan Fetullah Hoca okullarının işlevine değiniyor ve şöyle bir soru yöneltiyor:
"Tatarlara Türkiye Türkçesi öğreterek onları kendi kimliklerinden uzaklaştırıyorsunuz. Türk halkının çokrenkliliğini ortadan kaldırıyorsunuz. Bu politika ile ne yapmayı planlıyorsunuz?"
Genç meslektaşı ben yanıtlıyorum:
"Hayır, bizim amacımız eritme politikası değil. Tatar, Tatar kaldığı; Gagavuz Hırıstiyan olarak kaldığı sürece güzeldir. Ne Tatarca'nın, ne de öbür Türklerin dillerini unutturma niyetindeyiz. Türkiye Türkçesi yalnız ortak iletişim dili olabilir. Ayrıca bizim de öbür Türklerin dillerini öğrenmemiz gerekir."
Evet, ne yapmak istiyoruz?
Devlet politikası mı yapılanlar, yoksa bireysel bir dinadamının çabası mı, bilmiyorum. Ama benim politikam değil.
İki saat sonra öğle yemeğini Mecidi'yede Mustafa Kemal İlahiyat Lisesi yemek salonunda yiyeceğiz. Bu da Fetullah okullarından biri. İslamı yayma izlencesi doludizgin sürüyor. Türk-İslam sentezi politikası en kıyı yerlere dek burnunu sokmuş. Kimi yerde de Atatürk görüntüsünün gölgesine sığınarak.
Nerede kalmıştık? Köstencedeki Karoli Camisine gösterilen hoşgörü getirdi biz buraya. Ama henüz bitmedi cami üzerine söyleyeceklerimiz. Caminin bir kıyısında dürülü dev bir halı duruyor. 400 kg ağırlığında, 6oo m2lik bu el işi halıyı 1870-1880 lerde Osmanlı sultanı günümüzde Bulgar sınırları içinde bulunan Adakale camisine bağışlamış. 1910'larda camiye bir top düşmesi sonucu halının ortası tahrip olmuş. Sonra yeniden onarılmış. 1968'de cami ile birlikte Adakale baraj yapımı nedeniyle sular altında kalacağı için, halı Köstence camisine hediye edilmiş. Şimdi 150 yıllık bu mahzun halı Nazım'ın Vera'nın Uykusu şiirinde olduğu gibi, yummuş nakışlarını uyuyor.
Ve Köstence kıyılarında kat kat oteller yükselmeye başlamış. Kısa süre sonra buralar da bizim kıyılara dönecek anlaşılan.
2004 ilkyazında benim görüntülediğim Romanya bu. Benden sonra görüntüleyeceklere selam!
17. 05.04, Antalya




6
Hollanda

Bir Demet Lâle ile Başlayan Dostluk: Leiden
"Merhaba değirmeler, tersaneler, inekler" Hollanda'nın dün­yadaki ününü sağlayan bu üç öge günümüzde oldukça çok de­ğişmiştir. Değirmenler tarihe karışmıştır. O eski güzelim yel de­ğirmenleri şimdi birer müze olmuş durumdadır. Yalnız kimileri lokanta ya da benzeri biçimde kullanılmaktadır. Şu anda işlevini sürdüren son değirmen var mı bilmiyorum. 1977 yılında yine böyle gösterime sunulmuş bir değirmeni Lahaye'de gezmişim­dir. Tersaneler ise fabrikaya dönüşmüştür. İnekler yerinde du­ruyor. Tüm Avurapa'yı doyuracak o görkemli rahat inekler yaz kış çayırlarda otluyor. Bunların yanı sıra Türkiye'de Hollanda lâleleri ile ünlü. Oysa 1562 yılında Hollanda'ya Lâle İstanbul'dan gitmiştir. O zamanlar Hollanda'nın olan Andwerpen limanına (günümüzde Belçika sınırları içinde) gitmek üzere bir gemiye lâle soğanları yüklenmiştir. Böylece tüm Avrupa lâleyi öğrenecektir. Bir süre sonra Osmanlı Hollanda ilişkileri de başlı­yor. 1612'de İstanbul'da Hollanda Büyükelçiliği açılıyor. Onu Leiden Üniversitesinde Osmanlıca bölümünün açılması izliyor. Yıl 1650.
Bilim de insanların kişiliğine, ülkelerin yapısına göre ürün veriyor. Sözgelimi türkoloji açısından şöyle benzetmek olanaklı: Türkoloji, Almanya'da ciddi, ağırbaşlı bir bilim dalıdır. Hollanda'da süslü bir lale görünümündedir. İtalya'da pratik bir uğraştır. Türkiye'de ise ulusallıkla ekmek kapısı arasında bir yerde yaşamını sürdürür.
Nitekim Hollanda'da türkoloji çalışmaları gravürlerle süslü kitap biçiminde başlar. Cornelis de Bruyn, 1684 yılına değin Osmanlı İmparatorluğunun birçok yerini geziyor ve 1698 yı­lında Delft'te "Yakın Doğu Gezileri"adlı gravürlerle süslü kitabını yayınlıyor.(18)
Hollanda her şeyden önce bir alışveriş ülkesi. Bilimi bile alış­verişle birlikte yürütmüş. Günümüzde doğubilimin dünyadaki en büyük yayınevlerinden biri olan Brill yayınevi, Leiden'de kü­çük bir dükkan olarak işe başlamış. 1912'de İslam Ansiklopedisini yayınlamaya başlamış. Hollandalıların bu özel­likleri 1939 yılında Lahey'e büyükelçi olarak gelen Yakup Kadri Karaosmanoğlu usta kalemiyle çizer. Zoraki Diplomat'taki şu satırlar ilginçtir:
"Hollanda, Avrupa'nın çekirdeği, Avrupa'nın kökü olduğu için menfaatçılık karekteri, her yerden ziyade Hollanda'da göze çarpar"(19)
Bu sıralarda Leiden Üniversitesinde Doğubilim bölümü içinde türkoloji çalışmaları sürüyor. 1953 yılında ise günümüz­deki türkoloji kürsüsü kuruluyor. Bölümü ilk ziyaretim 1973 yılındadır. Aynı yılı kürsü başkanı Karl Jahn emekliye ayrılmıştır. Karl Jahn da, o zaman bana çok modern gelen üniversite yapısı da beni çok etkilemiştir. Karl Jahn'ın buruk bir anısını daha sonra öğreneceğim. Öykü şöyle:
Türkoloji bölümlerinin bir yazgısı vardır: Geçmişte özellikle diplomatik görevli ve istihbarat ajanı yetiştirmek amacıyla ku­rulmuştur. Bu bakımdan geçmişte büyük türkologların başarılı birer gizli servis elemanı olduklarını da bilmek gerekir. Sözgelimi ünlü düşünür Leibnitz aynı zamanda ajan ve türko­logdur. Kırım Tatarlarından derlemeleri bir gece kaldığı otelde kendini izleyen polisleri atlatarak yapabilir. Hollanda'ya ve Karl Jahn'a dönelim. Karl Jahn 2. Dünya savaşı yıllarında Almanların tercümanı olarak görev yapmış. Bu yanlış bütün yaşamını etki­lemiş. Bir türlü bilimsel bakımdan hak ettiği yerlere getirilme­miş.

Hollanda'da Herşey Para İçin: Brill Yayınevi
Günümüzde Doğubilimin en ünlü yayınevlerinden biri sayı­lan Brill yayınevi 1683 yılında kurulmuştur. Yayınevi Leiden kentinde küçük bir dükkanda açılmıştır. Yayınevine beşiklik eden bu küçük dükkan üç ay önce el değiştirmiştir. Şimdi de aynı işlevde, ama başka ad altında "antika kitapçı" olarak göre­vini sürdürmektedir. Hemen arka sokakta bulunan üç katlı ol­dukça büyük basım ve yayınevi yapısı da küçük gelmiş, 1985 yı­lında şu anda bulundukları yapıya taşınmışlardır. Leiden'ın varoş­larında bir yerde yer alan koca yayınevi beyaz renkli bir binadır. Yayınevinin kapısındaki eski baskı makinası ilk dikkati çeken gö­rüntüdür. Türkoloji bölümleri üzerine bu yazı dizisini hazırlar­ken, Brill yayınevi ile görüşmeye gittik. 300 yılı aşkın süredir iş­levini sürdüren yayınevi dört dalda yayın yapıyor: 1) Doğubilim, 2) Klasik arkoloji, 3) Kilise tarihi, 4) İncil araştırmaları. 5) Avrupa Ortaçağ tarihi, 6) Biyoloji. Böylesine dar okura seslenen bir yayınevinin 300 yıl gibi bir süre yaşaması olanaksız. Oysa şimdi 60-70 kişilik personeli ile yayınevi Dünyanın en ciddi ku­rumlarından biri. Her bölümün başında doktoralı uzmanlar da­nışman olarak bulunuyor. Doğubilim bölümü uzmanı Dr. F. Th. Dijkema. Leiden türkoloji bölümünde doktora yapmış. Kitap seçiminden, yeni çalışma alanlarına değin, tüm konularda danış­manlar kılavuzluk ediyorlar. Yayınlar İngilizce, Almanca ve Fransızca yapılıyor. Bu dillerinden hangisinde basılacağı yazara bağlı. Ama asıl parasal kaynak ilginç. Bu yöntem Türkiye'ye de örnek olabilir. Yazarlar genellikle üniversite profesörleri. Araştırmalarını bitirdikten sonra yayınevine veriyorlar. Yayınevi basıp basmayacağına karar veriyor. Basmaya karar verdikten sonra da bir hesap çıkarıyor. "Şu kadar para bulmanız gere­kir"diyor. Buna göre, İngiltere, Almanya, ya da Fransa'daki va­kıflar, Universiteler, bilim araştırma kurumlarından destek akça sağlanıyor. Böylece bu bilimsel kitaplar basılıyor. Bizdeki gibi Kültür Bakanlığı ya da Milli Eğitim Bakanlığı yayınları yok. Bakanlık doğrudan yayıncıya destek oluyor. Ama düzen iyiden iyiye oturmuş. Bilimsel düzeyi düşük bir çalışmaya destek akça olsa bile Brill yayınları, yayın evinin adına gölge düşürecek böyle bir kitabı yayınlamıyor. Ve bu yayınlar sınırlı sayıda basılı­yor. 500, hadi diyelim en çok 1000 örnek. Zaten söz konusu kitapların okurları da sınırlı. 500 örnek basılan bir kitap dört-beş yılda zor bitiyor. Genellikle ikinci baskısı yapılmıyor. İlgilenenler kütüphanelerden alıp fotokopilerini yapıyorlar. Bizde Bakanlık ya da bankalar gibi kurumların yayınları arasında Türkiye'de okuru 50-100 kişiyi aşmayan kitapların 2500- 5000 basıldığını gördükçe içim sızlamıştır. Sözgelimi bir il ağzını anla­tan inceleme, yıllar önce 2500 örnek basılmıştır. Şu yakın dö­nemde, (Sayın Fikri Sağlar'dan önce) yıllar önce Türk Dil Kurumu'nun yayınladığı Divanü Lügat-it- Türk'ün tıpkı çekim baskısı milyonlarca lira harcanarak, hem de renkli olarak yeni­den basılmıştır. Oysa bu özgün baskıdan anlayan kişi sayısı bütün dünyada en çok 100-150 kişidir. Hele şairlikte en küçük iddiası olmayan saygıdeğer bir doktorun şiirleri, gazetelerden öğrendi­ğimize göre, 10. 000 gibi yüksek sayıda basılmıştır. Sonuçta biz bize benziyoruz. Kurumlarını yerleştiremeyen toplumlarda, parti, arkadaşlık ilişkileri nesnelliği, bilimsel yansızlığı, toplum çıkarlarını süpürüp götürüyor. Adam kayırma, düşünsel yakınlık önplana geçiyor.
Doğubilim bölümü danışmanı Dr. Dijkema'ya Edward Said'in kitabı üzerine ne düşündüğünü soruyorum. "Katılmıyorum Bay Said'in savlarına" diyor. "Doğubilimciler öylesine kötü insanlar değil. Aralarından şöyle ya da böyle kişiler çıkmış olabilir ama bu bütünü bağlamaz. Ayrıca Edward Said İngiliz edebiyatı uz­manı. Bu işten anlamıyor, bilmiyor. Belli bir kinle kitabını ka­leme almış" diyor. Elçiye zeval olmaz. Yanıtı olduğu gibi yazıyo­rum.

Bilimsel Yarışma: Utrecht
Genelde Avrupa'da doğubilim bölümleri nazar boncuğu gi­bidir. Her ülkede bir ya da iki üniversite içindedir. Bu universi­teler de bir birine uzak yerlerdedir. Bu alanlarda çalışan kişiler parmakla sayılacak kadar azdır. Herkes birbirini iyiden iyiye ta­nır, bilimsel eksiklerini, aile yaşamını bilir. Bir tür aile gibidir. Ancak bunun karşı bir örneği var: Ledien ve Utrecht Universitlerinde yer alan doğubilim bölümleri. Utrecht doğubi­lim bölümünün kuruluşu 17. yüzyıla iniyor. Aynı dönemde Osmanlıca ile ilgili çalışmalar da başlamış.
Utrecht ile Leiden'in arası 50 km. var yok. Her ne hikmetse iki üniversite de doğubilimin dolayısı ile türkolojinin geçmişi eskilere iniyor. Kimileyin -Karl Jahn örneğinde olduğu gibi - bir profesörün iki üniversitede birden çalıştığı oluyor. Ama iki üniversite arasında kıyasıya yarış sürüyor. Universitenin kazan­dığı öğretim üyesinin düzeyine göre bir Leiden bir Utrecht üs­tünlüğü kazanıyor. 
Şimdilerde Utrecht doğubilim bölümü daha çok Arapça ve Farsça ağırlıklı. 1985 yılında Prof. Hofmann'ın emekliye ayrıl­ması ile Türk incelemeleri bir süre duraklamış. Bölüm başkanlı­ğına atanan Prof. Frederik de Jong Bektaşilik uzmanı. Çok iyi Arapça biliyor. Dört yıl Kahire El-Ezher Universitesinde çalış­mış. Ardından Norveç'in bergen kentinde Profesör olmuş ve onu 1987 yılında Utrecht'te göreve başlayışı izlemiş. Prof. De Jong'un göreve başlaması ile bölüm yeniden kendini toplamış. Yeni uz­manlarla güçlenme yoluna girmiş. Klasik türkoloji değil de çağdaş türkolojide yoğunlaşmaya özen göstermiş. Ama bu arada Leiden Unviversitesi Utrech'te göre bir atak yapmış. Şimdi -ayaktopu oyunu deyimi ile söyleyelim- iki ezeli rakip arasında kıyasıya yarış sürüyor.
Gerçekte Utrecht türkolojisi Houtsma adı ile ile bütünleşmiş. Şimdilerde bir de Houtsma vakfı var. Bizim de da yönetiminde bulunduğumuz bu vakıf çeşitli öğretim üyeleri çağırıyor, her yıl doğubilim alanında yapılmış bir araştırmaya ödül veriyor, genç kuşakları bilimsel çalışmaya özendiriyor. Peki kimdir Houtsma?

Martin Theodor Houtsma (1851-1943)
Frisland'ın küçük bir köyü olan İrnsum'da doğdu. 1868 de Leiden üniversitesi teoloji eğitimine başladı. Teolojinin yanı sıra doğubilim derslerini izliyordu. Arapça, Ibranice, Farsça ve Türkçe üzerine yoğunlaşmıştı. 1875 yılında İslam'da Al-Aşari'ye değin doğma tartışması adlı tezi ile masterının bitirdi. 1890 yı­lında Utrech universitesine profesör oldu. Türkçe Arapça sözlük adlı ilk büyük araştırması bu yılarda yayınladı (1894). 1906'da çıkmaya başlayan İslam Ansiklopedisinin baş danışmanlığını üstlendi. Brill yayınevince çıkarılan ansiklopidi otuz yılda dört cilt olarak tamamlandı. 1917 yılında kendi isteği ile öğretim üyeliğinden emekliye ayrıldı. Kendini tümüyle bilimsel araştır­malarına verdi. Selçuklu tarihini üzerine yoğunlaşmıştı. Bu ko­nudaki çalışmalarını 1886-1902 yıllarda dört ciltlik bir kitapta topladı. 2. Dünya savaşının bunalımlı günlerinde ölüm onu bi­limsel araştırmaların başında buldu. 1943 yılıydı.

Doğubilim bölümü Utrecht'te merkezde bir eski bir yapıda yer alıyor. Utrecht Hollanda kentlerinden eskiliğini koruyan bir şehir. Yine sokaklar dar, yine kanallar kenti boylu boyunca do­laşıyor, yine her yan bisiklet dolu. Bir nisan günü bölümden Prof. Dr. De Jong ile bölümden birlikte çıkıyoruz. İlkyazın ılık havası Hollanda'yı dolduruyor. Kentin içindeki kanallardan bi­rinin yanında çay bahçesi gibi yerde gençler oturmuşlar, güneş ışınlarının akışına kendilerini kaptırmış öylece dinleniyorlar. Kimse kimseyle konuşmuyor. Bu tatlı ilkyaz havasında herkes kendi iç evrenine dalmış. Yüzlerce insanın içinde herkes yalnız. Herkes bu birliktelikli yalnızlığın mutluluğunu çıkarıyor.



7
Belçika

Brüksel
Belçika yamalı bohçayı andıran bir ülke. Üç dilli bir ulus. Fransızca ile Flamanca baş başa gidiyor. Bu arada küçük bir  Almanca konuşan bölge var. Gerçekte Flamanca baskın dil. Ama Fransızcanın edebiyat ve diplomasi dili olarak üstünlüğü onu öncelikli kılıyor.
Brüssel şimdilerde Avrupa ekonomik topluluğunun iki baş­kentinden biri. Kent -yaklaşık- tüm canlılığını da bu başkent olu­şuna borçlu. Yoksa eski yapıları ile kasvetli bir şehir. Yeraltı tü­neller ile, yoğun trafiği ile. Yakın zamana değin Belçika'da tür­koloji gelişmemiş. 1904 yılında Liege Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde Türkçe dersleri verilmeye başlanmış. 1963 yılında bölüme atanma yapılmadığından söz konusu dersler kapanmış.
5 Ekim 1987. Brüssel'deyim. Bu Brüssel'e ilk gidişim. Bundan sonra, Rotterdam'a 100 km uzaklıktaki bu şehre defa­larca yolum düşecek. Almanya'dan, Türkiye'den gelen konuk­ları ilk bol  bol Brüssel'e götürüceğim ve bir tar başka ülkeyi gezdirmiş olacağım. Ayrıca Avrupa Ekonomik Topluluğu'na kimi projeler sunacağım. Bu bakımdan Brüssel benim için bir tür su yolu olacak. İlk gidişimde günlüğüme şunları yazmışım: "Brüssel güzelden çok kasvetli bir kent. Korkunç bir trafik. Necmi Demir'in dönerci dükkanını kolayca bulduk. Dükkanın üst katında bakımsız bir oda. Oda dağnık. Ortalarda Nokta, 2000'e Doğru, Yeni Gündem, dergileri, Cumhuriyet gazeteleri. İçerde iki sığınmacı var. Esat Ağca ve Antalyalı esmer bir deli­kanlı. Antalyalı genç yakınlarda Belçika'ya sığınmış. Yunanistan üzerinden gelmiş. Çay içerken Belçika üzerine bilgiler alıyo­rum. Verilen bilgiler de Brüssel gibi kasvetli. Belçika'da doğru düzgün türkoloji bölümü yok. Türklere yönelik çalışma yok. Belçika'da toplam seksen bin Türk yaşıyor. Bunun büyük bir bölümü Afyon Emirdağ'dan. Çok tutucu insanlar. Kente yoksul bölümden girmiştik. Başı takkeli sakallı, insanlar sessiz yürüyor­lardı. Bu dünyayı bırakmış gelecek dünyanın hazırlığına bırakmış­lardı kendilerini. Esat Ağca önümüze düşüyor. Katolik ve Flaman üniversitelerini geziyoruz. Esat'ın siyasal çizgisi ilginç. Koyu bir sosyalist olarak gençlik eylemlerine katılmış. 1947 Kuşağından. Aydınlık çizgisini benimsemiş. Şimdi "sosyalizme inancım kalmadı, artık sosyal demokratım"diyor."
"Louvain'e geçiyoruz. Nefis bir universite kenti, ya da kent tümden üniversite. Kimileyin bana İzmir'i anımsatıyor. Beyaz sandalyelere gençler otunmuşlar. Her yeri genç üniversiteliler dolduruyor. Belçika'yı değil ama Louvain'i sevdim. Katolik Üniversitesi içinde bir doğubilim bölümü var. Bu bölümde kimi dönemlerde Türkçe ve Türk kültürü ile dersler veriliyor. Şimdilerde Fransızca bölümünden Bernadet adlı biri Türkçe ile ilgileniyor."
Günümüzde Belçika'da Türkolojinin iki önemli adı var. Birincisi Prof. Robert Anciaux. Brüssel Human Universitesinde doğubilim bölüm başkanlığını yürütüyor. Prof Anciaux ile Avrupa Ekonomik Topluluğinin Erasmus projesi nedeniyle bir kaç kez yüz yüze geleceğim ve ilginç görüşmeler yapacağım. Son görüşmemiz 1992 mayısındadır. Bu görüşmede Metropol kahvesinde buluştuk. Bağımsızlığa kavuşan yeni Türk cumhuri­yetleri ile ilgili bir araştırma enstitüsü ya da seminerinin planı üzerinde görüş birliğine vardık. Plan Türkiye, Hollanda, Belçika, AET ve Nato'ya sunuldu. Prof. Anciaux daha çok Arapça'ya yönelik çalışıyordu. Doktora öğrenciliği döneminde Türkiye'de de bulunmuş ama daha çok islambilimleri ile ile ilgilenmişti. Sonra bir gün Brüssel Unviersitesinde Doğubilim bölüm baş­kanlığını kapınca birden bire önemi ve etkinliği artmıştı. AET'deki Türkiye raporları çoğunluk onun elinden geçiyordu. Bir tür danışmanlık görevi yapıyordu. Türkiye'deki üst düzey­deki kimi iş çevreleri ve politik çevrelerle yakın bağlantısı vardı. Şimdi ise yeni bir dönem başlıyordu. Daha uzaklar, Azerbeycan, Orta Asya, Çin sınırına dayanan topraklara kadar uzanan Türk illerinin uzmanlığı danışmanlığı onu bekliyordu. Projenin tasla­ğını ben hazırlamıştım. İzlenmesini ise birlikte yürütecektik. (Şu günlerde proje üst düzeylerde değerlendirilmektedir.)
Belçika'ya gelmişken, Johann Vandewalle'den söz etmemek olmaz. Stern dergisi "Dil dahisi"başlığı ile ona bir sayfa ayırmış­tır. Çünkü 26 yaşındaki bu delikanlı 22 yaşayan ve 6 ölü dile egemendir. Belçika dünyadaki çok dilli devletlerden biridir. Yaklaşık her Belçikalı 4-5 Batı dilini iyi bilir. Bu bir üstünlük sayılmaz. Hatta bu konuda, -gerçek ya da uydurma- bir fıkra anlatılır. Hollanda'nın önemli gazetecilerinden biri gazeteci ara­maktadır. Başvuranlardan birine patron ne yeteneği olduğunu sorar. Gazeteci beş dili çok iyi bildiğini söyler. Patron ise yanıt verir "Ben garson değil, gazeteci arıyorum."Evet bizde kolej  sı­navlarına hazırlanmak için gençliklerini yaşamayan çocukların bir dili iyi öğrenmek için koş-tukları yarış burda önemsiz, sıra­dan bir olaydır. Ama Vandewalle'nin 28 dil bilmesi bir olaydır. Vandewalle bu dillerden 5-6'sını Belçikalı olmasına, geri kalanı da bir yerde Türkiye'de büyümesine borçludur. Çünkü konuş­tuğu öbür diller Türk dilleridir. Vandewalle gerçekte mimardır. Türkçe için nefis bir benzetme yapmıştır ki, bu benzetmeyi bir kitabımın başına almadan edememişimdir. "Türkçe satranç gibi bir dildir. Pek az kuralı vardır, ama sınırsız kullanım olanağına sahiptir."Gerçekten de öyledir. Türkçeyi bundan güzel tanımla­mak sanırım olanaksızdır.



8
İsveç

Serinkanlı Türkoloji: Uppsala
Yıl 1975. Doktoramı bitirmeme üçü ay var ve İsveç'teyim. Hamburg'da başlayacak ve Malmö'de bitecek bir deniz yolculu­ğunun ardından, İsveç'i boylu boyunca aşacak otobüs yolculuğu ile başkent Stokholm'da olacağım. Otel olarak kullanılan bir geminin kamarasında konaklayacağım ve kuzeyin serin havası içinde durgun yüzlü insanların ülkesinde birşeyler arayacağım.
İsveç'in türkoloji dünyasında özgün bir yeri vardır. Türkoloji biliminin amatör biçimde bile olsa ilk kurucusu İsveçli bir su­baydır: Philipp Jochan Strahlenberg (1676-1747). Poltova mey­dan savaşında (8 temmuz 1709) Ruslara tutsak düşmüştü. Sibirya'da tutsak kaldığı 13 yıl boyunca yöre halklarından dil derlemeleri yapmıştı. Özgürlüğüne kavuşup vatanına döndü­ğünde derlemelerini Avrupa ve Asya'nın Kuzey ve Doğu bölüm­leri adlı kitabında yayınlamıştı. Burda 32 Tatar lehçesinden ör­nekler vermişti. Yapıtını 21 tablo, bir sözcük tablosu ve ve 21 tablo ile süslemişti. Yenisey ırmağı kıyısında mezar taşları gibi birtakım anıtlardan söz etmişti. Türk, Fin-Ugor ve Samoyet dil­lerinin yakınlığını belirtmişti. Böylece Ural-Altayistiğin kurucusu olmuştu. Yine İsveçli gezgin Sven Hedin (1865-1952) dolu dolu gezileri ile Türkolojiye gereçler sunmuştur.
Sergüzeştçi bir ruhla yaratılmış olan Sven Hedin Doğu ile pek genç yaşta tanışmış, tüm yaşamı boyu ona tutkusundan kurtulamamıştır. Aradı arası kesilmeyen kurullarla İç Asya'nın yolunu tutmuştur. Tarım yöresinin, Tibet'in sınırlarını aşmıştır. Onun çeşitli zengin gezinleri, bir yığın kitabı içinde hangisinin önemli olduğuna karar vermek zordur. Anılarının en güzeli ve en ölmezi 1906-1908 Tibet araştırması olmalıdır. Bu gezide Himalya sıradağlarını baştan başa dolaşacak, gözlemlerini bilim­sel biçimde yazacaktır. Bin bir sıkıntı ve yasaklar arasında sınırları aşıyor, atlar ve katırlardan oluşan kervanı ile Batılıların ayak değdiremediği Asya dağlarını, çöllerini arşınlıyordu. Yerliler ona, genellikle güler yüzlü davranıyorlardı. Yollara yığılıyor, gelen yabancıların çevresini sarıyorlardı. Tibet geleneğine göre onları dillerini çıkararak saygı ile selamlıyorlardı. Sven Hedin bu gezi­lerde ilginç geleneklere, dinsel törenlere tanık oluyordu.(20) Sözgelimi Tibet ve Moğolistan lâma manastırlarının özgün yıl­başı geleneğini olan "Şeytan dansını" izliyordu. Lâmalar cin ve hayvan maskeleri ile gülünç ayı hareketleri yaparak dilsiz dans gösterileri yapıyorlardı. Bu gezilerden birinde ustad 1916 yılında Mardin'de Dilaçar ile karşılaşır. İki gün birlikte Mardin'deki Amerikan misyon evinde kalırlar.(21)
Sven Hedin'in İpek yolu gezisi de aynı ölçüde ilginçtir. Aynı adlı kitabı "Noel gecesinden gemiyle San Fransisco'dan ayrıldık! 1933 yılında Honolulu'da girdik!"tümceleriyle başlar.(22) Yalın anlatımı, canlı betimlemeleri ile Çin'i ve Çin Türkistanı'nı gözler önüne serer. Ama biz sözü uzatmadan yine 1974 paskalyasına dönelim. Sven Hedin gibi olmasa bile ona benzer bir yolculukla kuzeyin serin ülkesinde türkoloji izleri sürmekteyizdir.
Her insan kendine örnekler arar. 1960'lı yılların en popüler türkoloğu isveçli Gunnar Jarring'dir. Bizim kuşağa Şemsettin Günlatay, Fuat Köprülü, Tahsin Banguoğlu gibi geçmişin ünlü politikacı türkologları bir şey söylemez. Onların kitapları, kitap­lıklarda zaman zaman baş vurduğumuz kaynaklardır. Ama siya­set sahnesinden silinmiş bu adlar,  genç bir türkoloji öğrencisi­nin düşlerine girecek türden kişiler değildir. Ne ki Jarring o yıl­larda sürekli radyolarda adı geçen, Ortadoğu'nun başkentleri arasında mekik dokuyan bir türkologdur. Bir yerde kabın sığ­mayan her türkoloğun düşü bir Jarring olmaktır.

Gunnar Jarring
1907'de Brunnby'de doğmuştur. Lund Üniversitesinde Gustav Raquette'in derslerini izlemiştir. Doğu Türkçesine ilgi duymuş, bu alanda çalışan ünlü türkologlarla bağlantılar kur­muştur. 1929'da Kaşgar'a gitmiştir. İlk kitabının gereçlerini bu gezide derlemiştir. 1933'te Lund Üniversitesinde Türkçe dersleri vermeye başlamıştır. Ardından Dışişleri bakanlığında göreve başlamış, birçok Doğu (Ankara, Delhi, Bağdat, Tahran, Moskova) ülkesinde büyükelçilik yapmıştır. Bu önemli diplo­matik görevleri sırasında da türkolojiyi ihmal etmemiş, Doğu Türkçesinin en seçkin uzmanlarından biri olarak sivrilmiştir. 60'lı yıllarda İsveç'in birleşmiş milletler temsilcisidir. 1963 yı­lında Kıbrıs olayları başlayınca arabuluculuk görevi ona veril­miştir.
Birçok türkoloğun Jarring hayranlığı bu döneme rastlar. Ama asıl onun özellikle Doğu Türkçesini konu alan yüzlerce araştırmasını pek kimse bilmez. Doğu Türkçesi ağızlarından yap­tığı derlemeler yüzlerce sayfa tutar. Biz dizi Doğu Halk masalını özgün metinle birlikte İngilizce yayınlamıştır. Nitekim bu metin­lerden birini yıllar sonra ben Türkçede yayınlayacağım. Cem Yayınları Güvercin dizisinde "Meyveler Yarışı"adı ile çıkan çocuk kitabı gerçekte Jarring'in Doğu Türkçesinden derlemiş ve İngi­lizce çevirisi ile birlikte yayınlamıştır.

1975 yazında İsveç'te türkolojinin üzerine ölü toprağı ser­pilmiş gibiydi. Uppsala ve Lund türkoloji bölümleri, kısa süre önce art arda kapatılmıştı. Strahlenberg, Swen Hedin çoktan unutulmuştu. Stockholm'da eski kitapçıda Halide Edip'in Sinekli Bakkal romanının çevirisi ile karşılaşmıştım. O da yıllar önce ba­sılmış, eski kitapçıya düşmüştü. Dr.Lars Jochanson daha çok Almanya'da Mainz Üniversitesi doğubilim bölümünde çalışı­yordu. Genç, dinamik bir bilimadamıydı. Bir süre önce Türkçede Aspekt adlı doçentlik tezini sunmuştu. Daha çok Türkiye Türkçesi ve çağdaş dilbilim sorunları üzerine yoğunla­şıyordu. Türk yazınını yakından izliyordu. Nobel akademisine Türk yazarlarını salık veriyordu. Dr. Jochanson'un çağrılısı ola­rak İsveç'teydim. Uppsala üniversiteside kendisini ziyaret ettim. Dr. Jochanson, Sâmi dilleri enstitüsünde küçük bir odaya sıkış­mıştı. Nobel akademisini birlikte gezdik. Söz sözü açtı ve iş Türk yazarlarının Nobel alıp almamasına geldi. Bir süre önce İsveç'te bir dergide Fazıl Hüsnü Dağlarca'yı tanıtan bir yazı yazdığını söyledi. O yazıda Dağlarca'nın Türkçe gibi batı dillerine uzak bir dilde yazmasa Nobel alabilecek güçte olduğunu yazmış. Bu yazı bir süre sonra Türk gazetelerinde 'Dağlarca Nobel'e aday' diye çevrilmiş. Türkiye'de bu tür çarpıtmaların yapıldığından yakındı. Romancı olarak daha çok Kemal Tahir'i beğeniyordu. "Peki Yaşar Kemal'in ya da Fazıl Hüsnü'nün Nobel'e aday oldukları gerçek değil mi?"diye sordum. Garip bir biçimde yüzüme baktı. "Nobele aday olmak ne demek? Yüzlerce kişi Nobel'e aday olu­yor. Bu önemli bir olay değil ki.."diye karşılık verdi. Hay Allah, Batı'da olan kimi olaylar nasıl da büyütülüyordu! Şaşıp kalmış­tım.



9
Finlandiya
Ak zambaklar ülkesinde türkoloji araştırmaları 19. yüzyılda başlıyor. Finler, Hint-Avrupa halkları arasına sıkışmış, Ural-Altay halklarından. Macarlarınkine benzer bir konumları var. Hırıstiyan dinine inanıyorlar, ama dilleri başka kaynaktan geli­yor. 19. yüzyıldaki ulusal uyanış akımı onları da köklerini ara­maya itiyor. Bu bağlamda türkoloji çalışmaları, Fin-Ugr dilleri araştırmalarına koşut biçimde başlıyor. Ulat Altay dil ailesi ku­ramı ciddi olarak ele alınıyor. Bu diller içinde en büyüğü Türkçe. O dönemde tek bağımsız ülke de /adı Osmanlı olsa bile/ Türkiye. Türkçeye ayrı bir önem veriliyor. 19. yüzyıl ortala­rında Türkçe ile Finceyi karşılaştıran çalışmalar yapılıyor. Orhun yazıtları üzerine araştırma yapması için ünlü bilgin Heikel apar topar Orhun vadisine yollanıyor. Ele geçen bütün yazıtların gö­rüntüsü alınıyor. Ardından bu görüntüler bir albüm biçiminde yayınlanıyor. Ulusal arayış hızı ile başlayan Fin türkolojisi iler­deki yıllarda Gustav Ramstedt ve Martti Resenen gibi büyük bi­lim adamları yetiştiriyor. Resenen yaşamının son yıllarında bir de deneme olarak adlandırdığı Türkçe kökenbilim sözlüğü yayınlı­yor.
Günümüzde Finlandiya'da Helsinki Üniversitesi Asya-Afrika dilleri ile kültürleri bölümünde Altayistik kürsüsü vardır. Burada Türkoloji de ele alınır. Ayrıca 1. Dünya savaşından sonra bir bölüm Kazan Tatarı Finlandiya'ya sığınmış ve burada varlıklı bir azınlık topluluğu oluşturmuştur.(23) Daha yakın dönemlerde ise az da olsa Türkiye'den Finlandiya'ya göçler olmuştur. Bunlar Türkolojiyi besleyen kaynaklar durumundadır.



10
Avusturya

Geçmişin Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun toprakları şimdi bir baklava dilimi gibi Almanya ile Avusturya arasında yer alır. Doğası, toplumsal konumu çok renklidir. İkinci Dünya sa­vaşı sonunda Doğu ile batı blokunun ortasında kalmıştır. Dil ola­rak Almanca konuşulur, ama Alman ulusundan sayılmaz. Boylu boyunca uzanan Alplerin son doruk noktalarında yer alır. Dağlar yüksektir. Kışın yapraklarını dökmeyen değişik ağaç türleri ile kaplıdır. Yine doğa canlıdır. Kış sporları gezginlerin göreceği doğası ile Avusturya hem yoksul hem varsıl değişik bir ülkedir. İtalya ile Almanya arasında bir köprü oluşturur. Dar yollardan dağ yamaçlarına tırmanacaksınız. İsviçre'ye doğru uzanan başı karlı Alpleri izleyeceksiniz. Bir zamanlar Osmanlı ordularının Viyana’nın dış mahallelerine değin ilerlediklerini dü­şüneceksiniz. Ve o anda Türklerin konumu gözünüzün önüne gelecek. 1983 yılında, 300 yılı törenlerle anılan son Viyana ku­şatmasını düşüneceksiniz.
Osmanlı'nın adım adım geri çekilmesinden önce Viyena'da Osmanlı araştırmaları başlamıştır. 16. yüzyılda Osmanlı ile Avusturya arasında sıkı diplomatık ilişkiler kurulmuştur. Avusturya bu ilişkilerde, önceleri çevirmen olarak Osmanlı Hırıstiyanlarından yararlanmıştır. Ancak kısa sürede bunlara gü­venilemeyeceğini anlamakta gecikmemiştir. Bunun üzerine Viyana'da Türkçe, Arapça, Farsça öğretimini başlatmıştır. İtalya'da Doğubilim eğitimi görmüş, Meninski 1661 yılında Avusturya'nın İstanbul büyükelçiliğinde görev almıştır. Yedi yıl kaldığı İstanbul'da incelemeler yapmıştır. Viyana'ya döndüğünde "Doğu basımevi"ni kurmuştur. Bu basımevi 1680'de Türkçe-Arapça-Farsça'dan Latinceye sözlük yayınlamıştır. Bunu Türkçe dilbilgisi izlemiştir. Ama basımevi kuruluşundan üç yıl sonra Viyana kuşatmasında yıkılmıştır.
Viyana'da Türkçe öğretimi 1674 yılında başlamıştır. Din adamı Podesta'nın girişimi iledir. Tarihin yetiştirdiği en büyük doğubilimcilerden Joseph von Hammer-Prugstall (1774-1856) bu okulda yetişmiştir. Daha sonra Hammer uzun yıllar İstanbul'daki Avusturya büyükelçiliğinde görev yapmıştır. 1847'de Viyena bilimler akademisini kurmuştur. İki yıl bu aka­demiye başkanlık etmiştir. Yüze yakın kitap yazmıştır. Bunlardan en ünlüsü on ciltten oluşan Osmanlı Tarihi'dir. Sonradan Türkçeye ve Fransızcaya da çevrilen yapıt, Türk kaynaklarına dayanarak yazılan, nesnel nitelikli ilk Osmanlı tarihi sayılır.
Viyena Üniversitesi Doğubilim enstitüsü 1886 yılında açıl­mıştır. Bu enstitü günümüze değin değişe gelişe yaşamını sürdü­recektir. Joseph Karabeck, W. Duda, Andreas Tietze gibi ünlü doğubilimciler enstitünün yöneticisi olacaklardır. Viyena do­ğubilim enstitüsü, kuruluşundan beri daha çok tarih araştırmala­rına yönelik olmuştur. Bu arada 1942 yılında Herbert Jansky'nin yayınladığı "Türkçe öğretme kitabı", bütün eksiklerine karşın, yakın zamana değin alanın en önemli kaynağı özelliğini koru­muştur. Janski'nin 1961 yılında yayınladığı Almanca Türkçe sözlüğünü de aynı biçimde saygıyla anmamız gerekir.
Son dönemde Graz Üniversitesi Dilbilim enstitüsü içinde Çağdaş Türkçe araştırmalarına yer verilmeye başlamıştır. Prof.Dr. Karl Sornig, Türkolojiye yeni bir bakış açısından yakla­şan araştırmacılardandır. Enstitüde Yabancı işçilerin uyum sorun­ları yanında dil yitimi, ikinci dil olarak Türkçe gibi konular üzerinde araştırmalar yapılmaktadır.



11
Danimarka

5 Haziran 1992 Öğle sonrasında Kopenhag havaalanına in­diğim zaman, Türk hamamına girmiş gibi oldum. Nemli, basık bir hava insanı adeta boğuyordu. Yolculuğum Danimarka'nın ikinci büyük kenti Arhüs'e dek uzanacaktı. Denizler üzerine ku­rulu bu ülkede ikinci yolculuğu da hava yolu ile yapacaktım. Dış hatlardan iç hatlara geçtim. İkinci uçağın kalkmasına epeyce zaman vardı. Küçük bir para bozdurup küçük alaşveriş yapmak istedim. 25 mark para değiştirdim. Bir bira içeyim, bir sigara alayım dedim, ama fiatların elimi yakması ile kendime geldim. Bir paket sigara 19 Mark, ısmarladığım bira ise 8 Mark. Sonuçta bir bira ile bir sigara almaya değiştirdiğim para yetmiyordu. "Sigara kalsın" dedim. Sıcak havaalanı ortamında soğuk birayı yudumlarken sessiz duran insanlarla bir iki söyleşiye girişmek istedim
Danimarka'daki günlerimde sürekli kendimi "Jean Paul Sartre'ın "İş İşten Geçti" kitabının kahramanı gibi hissettim. Öykünün kahramanlarının öldükten sonra ikinci bir yaşam şansları vardır. Yalnız bu ikinci yaşamlarında kendileri sokakta, çarşıda gerçek yaşayanları görürler. Onlarla iç içe bulunurlar, ama gerçek yaşayanların onlardan haberi olmaz. Danimarka'da da kişiler öylesine sessiz ve birbirine dokunmadan yaşıyorlardı ki, İş İşten Geçti olayının içindeymişim gibi sanıyordum. Bu pa­halılığa şaşmıştım. Bu insanlar ne kazanıyorlardı? Nasıl yaşıyor­lardı? Danimarka da çok dilli ülkelerden biri. Hemen herkes Almanca, İngilizce ya da Hollandaca biliyor. Bu dillerden bi­rinde anlaşabilirsiniz. Hava alanındaki kimi yolculardan Danimarka üzerine bilgiler almaya başladım. Ama duyduklarım beni daha da şaşırtıyordu. Çünkü gelişmiş ülkelerde kazançla, fiatlar koşut olur. Fiatların yüksek olduğu ülkelerde aylıklar da yüksektir. Danimarka'da ise bunun tersi bir durum egemendi. Fiatlar yüksek, aylıklar düşüktü. Peki burda insanlar nasıl yaşı­yorlardı? Evet durum şimdi anlaşıldı... Sosyal haklar yüksekti. Devlet işsiz bile olsa kimseyi şu ya da bu biçimde besliyordu. Düzen de ona göre oturmuştu.
Bütün Danimarka'da yirmi bin dolayında Türk yaşıyor. Danimarka'ya Almaya'ya ya da Hollanda'ya olduğu gibi resmi yollardan bir işçi göçü olmamış. 60'lı yıllarda Danimarka kaçak turist işçilerin bir tür sığınağı olmuş. Tanıdığı, yakını olan Danimarka'ya geçmiş. O yıllarda iş bulmak da kolaymış. Sonra aileler gelmiş, onu yeni evlilikler izlemiş, derken Danimarka'daki şimdiki küçük Türk /ya da Türkiyeli/ azınlık oluşmuş. Arhus havaalanın'da genç biri beni bekliyordu. Havaalanı kente oldukça uzaktaydı. Sarı, yeşil, mavinin her to­nunda renklerle kaplı düzlükler uzanıyordu. Batı Avurupa'nın sanayi artığı bitmiş, kutuplara yaklaşmıştım sanki. Geniş alan çekimleri yansıtan bir filmin içindeydim. Bütün Danimarka ge­zisi boyu kendimi başka zaman ve yerde hissediyordum. Bir garip duygu.
Danimarka'da Orta doğuya ilgi oldukça eski tarihlerde baş­lar.  Yakın doğuya ilgi 10-12. yüzyılalara iner. 1482 yılında Danimarka'da basılan ilk kitap Fatih'in 1480 Rodos seferini anla­tan kitaptır. 16. yüzyıl ortalarında Doğubilim köklü biçimde ku­rulma yolunu alır. Danimarka'da Türkoloji, Vilhelm Thomsen (1842-1927) adı ile bütünleşmiş gibidir. Thomsen, Finlilerin yayınladıkları Orhun yazıtları atlasından Orhun yazıtlarını çöz­meyi başarır.
Danimarkalı bilginin bu çözümü nasıl başardığı gerçekten il­ginçti. Yazıtların bir yüzünde Çince çevirilerin bulunması bili­madamına büyük kolaylık sağlamıştı. Önce yazının yukardan aşağıya okuyacağını saptadı. Ardından i ve u ünlülerini buldu. Ama bundan sonra büyük bir bunalıma girdi. İşini içinden çı­kamıyordu. Uzun süre yazıtları bir kıyıya bıraktı. 5 Kasım 1893'te yazıtlara yeniden el attı. Bu kez yazıtlarda bir sözcüğün sık sık yinelendiğini gördü. Sözcük daha önce saptadığı i ünlüsü ile bitiyordu. Evet, evet, bu sözcük Türkçe tanrı anlamındaki "tengri"sözü olmalıydı. Ardından Kül-tegin adını çözdü. Söz ko­nusu sözcüklerin yazaçlarını doğru biçimde saptayınca çözüm hızla ilerledi. 25 Kasım 1893 te birkaç saatlik bir uğraş ile bi­linmeyen yazının bütün yazaçları ortaya döküldü: Yazıtlarda 38 im kullanılmıştı. Aynı yılın 15 Aralığında buluşunu "Orhun ve Yenisey Yazıtlarının Çözümü"adlı 16 sayfalık bir bildiri olarak Danimarka Bilimler akademisinin toplantısında okudu. Şaşıp kalan bilim dünyası buluşu "dâhice" diye adlandırdı. Kopenhag Üniversitesi dilbilim profesörü Vilhelm Thomsen, birçok ünlü türkoloğu geride bırakarak, türkoloji alanına bir kurucu olarak adım atıyordu. Türkoloji tarihinde yeni bir yaprak değil, koca bir bölüm başlıyordu. 1919-1931 yılları arasında yayınlanan dört ciltlik tüm yapıtlarının 3. cildi tümüyle türkolojiye ayrılmış­tır.
Vilhelm Grønbech (1873-1948) Thomsen'den sonra Danimarka'da türkoloji öğretisinin en önemli adıdır. Grønbech, Türk dilinin ses düzeni üzerindeki çalışması ile dikkatleri çek­miştir. 1902 de yayınladığı "Türkçenin Ses Tarihi Üzerine Ön Çalışmalar"adlı kitabında özellikle Yakut, Çuvaş, Kuman ve Osmanlıcanın ses düzenini derinlemesine ele almıştır.
Danimarka'da türkoloji geleneği, babadan oğula geçen bir miras gibidir. Vilhelm Grønbech'in oğlu Kaare Gr≥nbech (1901-1957) de ünlü bir türkologdur. 1936'da "Türkçenin Yapısı"adlı çalışması ile doktorasını vermiştir. Türkçenin gelişimi, tarihsel bir sıradizin içinde, sözcük öbekleri, çoğul ekleri, ad öbekleri, eylem tümcesi ve belirtme durumu bakımından ince­lenmiştir. 1938-1939  yıllarında Danimarka bilim araştırma ku­rulu içinde Orta Asya'dadır. Bu arada Moğolistan'a da gidecek­tir. 1942 yılında Kumanca Sözlüğü yayınlar. Bu Codex Cumanicus'un sözcüklerini kapsar. Türçenin Temel kitabı olarak nitelendirilen Fundamenta'nın yazı kurulunda da yer alacak Kaare Grønbech'in 1957 yılında ölür. Fundamenta'nın 1. cil­dinde ölümü ile ilgili şunlar yazılıdır: "Kaare Grønbech Kopenhag'da pek erken olarak ölmüş bulunmaktadır. Ölümü Türk dilinin yapısı ve komanca üzerindeki çalışmaları ile zengin­leştirdiği türkologya için olduğu kadar, paha biçilmez bir üye, faal bir çalışma uzvu ve fakat aynı zamanda pek kıymetli bir dost olmak dolayısiyle Redaksyon Komitesi için de yeri doldurulma­yacak bir kayıptır."
Günümüzde Danimarka'da türkolojiye Altay dilleri içinde yer verilmektedir. Kopenhag Üniversitesi İç Asya enstitüsü Türkoloji araştırmalarının da yapıldığı bir kurumdur. Başkanlığını Prof. Dr. Kaare Thomsen yapmaktadır.



12
Norveç
Çok kez ülkeleri, yazarlarla; daha doğrusu yazın ürünleri ile anımsarız. Norveç deyince Knut Hamsun'un Pan romanı gelir gözümün önüne. Orta yaşını geçmiş, yalnız adamın o ağaçlık doğa ile iç içe aşkını anımsarım. Kuzeyin yeşil ormanları giderek denizin mavisi ile birleşir. Deniz kimileyin en sert biçimde kara ile burun buruna gelir. Ak geceler uzundur. Yel esti mi amansız eser. Yüksek kara ağaçlı ormanlar alabildiğine sonsuzmuş gibi gelir. Kuzey, en kuzey. Daha kuzeyi yok. Yolculuğumuzu burada noktalanmalıyız. Norveç'teyiz.
Norveç'te türkolojinin geçmişi yenidir. Bu ülkede türkoloji araştırmalarını Fin-Ugr dillerinin ünlü uzmanı Konrad Nilsen (1875-1953) başlatmıştır. Türkçe üzerine kimi küçük çalışlam­ları vardır. ne ki, Norveç'te türkoloji 1965 lere kadar rayına oturmamış kimi başka alan uzmanlarının zaman zaman el attık­ları bir hobi olarak kalmıştır. 1792 yılında ise Oslo Üniversitesi içinde Ural-Altay Enstitütüsü alışmıştır. Şimdilerde Oslo üni­versitesinde az sayıda öğrenciye türkolojinin değişik alanlarında her dönem değişen dersler verilir. Eski Türkçe, Karşılaştırmalı çağdaş Türkçe, Moğolca sevilen konulardır.
Günümüzde Norveç'te de az sayıda Türk azınlık vardır. İlk okullarda Türkçe derslerinin verildiği olur. Türkiye'den giden kimi öğretmenler burda az sayıdaki öğrenciye anadili öğret­meye çalışırlar. Türkolog Prof.Dr. Brendemoen, bunlarla ilişki içindedir. Kuramsal türkolojinin yanı sıra günlük sorunlarla da ilgilenmeye çalışır. Türkoloji bölümü Türkiye'den yolu Norveç'e düşenlerin ilk uğrak yeridir. Artistlerin (sözgelimi Ediz Hun), yazarların, az çok mürekkep yalamış Türklerin yurt öz­lemini girderdikleri ilk duraktır.



13
İngiltere
"Güneş batmayan ülke", geçmişin büyük sömürge imparator­luğu, kendisine karşıt, Osmanlı ile yakından ilgilenmek zorun­daydı. Ne insanın, ne de insanlardan oluşan devletlerin hırslarına sınır vardı. Büyük, daha büyük olmak istiyordu. Dünya iki ki­şiye az, bir kişiye çoktu. Böylesine bir ortamda Osmanlı İngiltere ilişkileri başlamıştı. 16. yüzyıl sonlarında İngiltere'de Türkiye ile ilgili kitaplar kitapçı raflarında gözükmeye başla­mıştı. Kimi gezginler, elçilik görevlileri izlenimlerini yazıyor­lardı. Gizemli doğunun esrarlı havasını, buğulu Türk hamamla­rını, feraceli Türk kadınlarını, kararmış ahşap evlerin kafeslerinin ardından bakan haremleri, sisli Britanya halkının gözleri önüne sermeye çalışıyorlardı. İstanbul Büyükelçisi Lady Montaqu 1717-1718 yıllarını yansıtan "Türkiye Mektupları" ile ünleni­yordu. Oysa daha önce, 1603 te Knolles Genel Türk Tarihi'ni yayınlamaştı. 1670'te Seamen'in Türkçe dilbilgisi kitabı basıl­mıştı. Ama İngiltere'de Türk incelemeleri 18. yüzyılda canlanı­yordu. Artık salt meraklıların, maceracıların, çağrılı ya da çağrısız konukların gözlemleri değil; uzmanların araştırmaları söz konu­suydu. Türkoloji yalnız Türkiye ve Osmanlı imparatorluğu ile sınırlı değildi. İngiliz uzmanlar eski kaynaklarla birlikte Orta Asya'ya yöneliyorlardı. 1832 yılında A. L. Davids, Doğu Türkçesinin dilbilgisini inceliyordu. Kutadgu Bilig ve Doğu Türkçesi üzerine bilgi veriyordu. Sir Denis Ross ile D. B. Show aynı konularda kafa yoruyorlardı. Ama türkolojide partiyi ka­zanan başka bir İngiliz oldu: Sir James Redhouse.
 
Sir James Redhouse
(Londra 1811-1892)
1926 da İstanbul'da Bahriye mektebinde İngilizce öğretmeni ve Tophane atölyelerinde teknik ressam olarak işe başlamasıyla yazgısı belirlenmiş gibiydi. İstanbul'da kaldığı sekiz yıl süresinde Türkçeyi iyiden iyiye öğrenmişti. Bu arada Türkçe İngilizce Fransızca sözlük hazırladı. 1834'te sözlüğü yayınlamak üzere İngiltere'ye gitti. Ancak bu sırda başka bir sözlüğün piyasayı tutmuştu. Dört yıl sonra yeniden İstanbul'a döndü. Osmanlı devletinin başbakanlık, dışişleri bakanlığı ve denizcilik bakınlık­larında tercümanlık yaptı. Babıali ile İngiliz büyükelçiliği arasın­daki bütün yazılı ve sözlü ilişkileri yürüttü.

Zaten Osmanlı'da ve özellikle Abdülhamit döneminde dış iş­leri örgütleri ve çevirmenlikler tümüyle yabancıların eline geç­miştir. Sözgelimi 20. yüzyıl başlarında durum şöyledir:
"Düşünelim ki, dış temsilciliklerin en önemlisi olan Londra sefaretinde sefir, Türkçe bilmez! Kadro Türkçe konuşamaz. Sefaret, İstanbul'a Fransızca muhabere eder. Hariciye nezare­tinde bütün muhabereleri elinde toplayan, bir Ermenidir."(24)
Bütün bu ilişkilere karşın, türkoloji İngiltere'de gerçek an­lamda 20. yüzyıl başlarında Üniversitelerde yerini almıştır. 1906-1911 yıllarında Halil Halit Efendi Cambridge Üniversitesinde Türkçe okutmanıdır. Günümüzde Londra, Cambridge, Durham, Edinburg, Oxford ve Manchester Üniversitelerinde türkolojiye yer verilmektedir. Prof. Dr. Tahsin Banguoğlu 1955-1959 yılları arasında Londra'da okutmandır. Sir Gerald Clauson 1972'de yayınladığı Türkçe kökenbilim sözlüğüne giriş işlevindeki çalış­ması ile Türkologlar arasında saygın bir yer edinmiştir. Bernard Lewis tarih alanında çalışmaları ile ünlüdür. "Bir Milletin Yeniden Doğuşu- Atatürk"yazarı Lord Kinross'un konumu ise uzaktan Redhouse'un konumunu anımsatır. Adını geniş Türk okuruna duyurmuş, diplomat kökenli bir tarihçidir. Son olarak ülkemizde "Osmanlı Tarihi"yayınlanmıştır.
İngiltere'de, çoğunluğu Kıbrıs kökenli, küçük bir Türk azınlık yaşamaktadır. Londra'da birkaç ilk ve orta öğretim kurumunda Türkçe dersi verildiği bildirilmektedir. Ancak İngiltere'de yük­sek öğretimin pahalı olması türkolojinin konumunu iyiden iyiye etkilemektedir. Türk kökenli öğrencilerin bu dalı ana bilimdalı ya da yan bilimdalı olarak seçmeleri pek seyrek olmaktadır. Hatta doktora için İngiltere'ye giden Türk öğrenciler bir süre sonra Amerika'ya geçerek doktoralarını orada bitirmektedirler. Bu yüzden geçmiş yıllarda kimi türkoloji bölümleri kapanmış, ya da kapanma tehlkesi geçirmiştir. Yeni Türk Cumhuriyetlerinin kurulması ile türkolojiye yeni bir eğilim dü­şünülebilir. Bu alana daha önceden ilgi de olmuştur. Sözgelimi, Natalie Waterson 1980'de Özbekçe İngilizce sözlük yayınlamış­tır.



14
Polonya
Osmanlı tarihlerinde Polonya, Lehistan adıyla anılır. Topraklar uzaktır. Türk halkıyla Polonya halkının birbiriyle pek alış verişi yok gibi gözükür. Böylesine bir ortamda türkolojinin de Polonya'da gelişmemiş olması gerekir. Ama tüm bu görüntü yanıltıcıdır. Türkiye ile Polanya arasındaki siyasal ilişkiler 15. yüzyıla uzanır. Kimileyin savaş, çok kez de dostluk biçiminde süren bu ilişkiler oldukça zengin belgeler bırakmıştır. İki halk arasında yakınlık doğmuştur. Ruslar ile Almanlar arasında sıkış­mış Polonya halkı tarih boyunca benliğini koruma savaşı ver­miştir. Polonya tarihi sürekli dramatik olaylarla gelişmiş, ülke çeşitli istila ve paylaşımları yaşamıştır. Bu halk, benliğini koru­mada Osmanlı dostluğundan yararlanmaya çalışmıştır. Bu bağ­lamda İstanbul'da görev yapacak Polanya'lılar için Türkçe kurs­ları açılmıştır. Ayrıca oldukça eski dönemlerde Polanya'ya yer­leşmiş Karay Türkleri nedeniyle türkolojiye ilgi doğmuştur. 1. Dünya savaşı öncesinde Polonya'da kimi türkologların adı du­yulmaya başlamıştır. Tadeuz Kowalski (1889-1948) bunların başında gelir. Kowalski,  Türk bilmeceleri, Anadolu ağızları, Dobruca ve Makedonya ağızları üzerine araştırmalar yapmıştır. Karay Türkçesini incelemiştir. Karay Türklerinden Ananjasz Zajanckowski (1903-1970) 1930 yılında "Karayca Dilbilgisi"ile Polanya'da başladığı türkoloji yolculuğunu, eski Türk dilleri ve yapıtları üzerine incelemelerle sürdürerek Amerika'da noktala­mıştır. 1949'da yayınladığı Hazarların dili kitabının türkoloji dünyasında özgün bir yeri vardır.
Osmanlı'da eski Türk tarihi üzerine ilk kitap yazarı Mustafa Celâlettin Paşa da Polanyalıdır. Gerçek adı Kostantin Berjinski'dir. Lehistan ihtilalinden sonra Osmanlı ülkesine sı­ğınmıştır. Dilbilgisi, tarih, haritacılık bilgileri ile Osmanlı oldu­sunda görev almıştır. Paşalığa kadar yükselmiş, çeşitli savaşlara katılmış birçok yara almıştır. "Eski ve Yeni Türkler"adlı kita­bını1869'da Fransızca olarak yazmıştır. Bu kitap ilk Türk tarihi sayılır.  Gerçekte kitap, Osmanlı devletininin kalıcılığı ve halkın mutlulğu için neler yapılması gerektiği üzerine, Abdülazziz Han'a sunulmuş bir raporu andırır. Ancak 362 sayfalık kitap Türklüğe bakış açısından önemli bilgileri içerir. Mustafa Celâlettin Paşa, 1875 Karadağ savaşında şehit düşmüştür.(25)
Günümüzde Polonya'da Krakow ve Warşova üniversitele­rinde türkoloji bölümleri vardır. Bölümlerin öğrencisi sınırlıdır. Daha çok doğubilim bölümleri ile ortak dersler yapılır. Böylece daha geniş bir alana yönelinmiş olunur. Polonya'da Türk edebi­yatı yeterince tanınmaz. Az sayıda yapılan çevirler kısa sürede tükenmekte ve bir daha basılmamaktadır.



15
Yugoslavya

Şu anda bütün bir Yugoslavya'dan söz etmek olanaksız. Ancak yakın zamana değin, değişik uluslardan halkların kar­deşçe yaşadığı Yugoslavya'da Türkoloji oldukça ilgi duyulan bir araştırma dalıydı. Çünkü bu ilgiyi ayakta tutan bütün nedenler vardı. Uzun süre Yugoslavya'yı oluşturan uluslar Osmanlı ege­menliğinde yaşamışlardı. Osmanlı Sırbistan ilişkisi 1. Dünya sa­vaşına değin sıkı biçimde sürmüştü. Ayrıca günümüzde Yugoslavya'da Türk azınlık yaşıyordu ve bu azınlık her tür kültü­rel haklara sahipti. Türk azınlığın konumu açısında Yugoslavya örnek ülkelerden biriydi. İki yüz bin kişilik bu küçük azınlık haftalık gazeteler, aylık ve üç aylık dergiler çıkarabiliyor, kitaplar yayınlıyor, yazarlar, ozanlar yetiştiriyordu. Üsküp ve Priştine gibi Türk azınlığın yoğun bulunduğu bölgelerde radyo ve tele­vizyonda yayın saatleri vardı.
Ama Yugoslavya'da eski bir türkoloji geleneği bulunmu­yordu. Belgrat, Priştine ve Saray-Bosna üniversitelerinde Türkçe öğretimi yapalıyordu. Çok kez bu öğretim doğubilim içinde yapılıyordu. Ancak Yugoslavya dünyada benzeri seyrek görülen bir eğitim kurumu daha vardı: Türk azınlık okulları için, anadili öğretmeni yetiştiren yüksek öğretmen okulu bulunuyordu.
Yugoslavya'da türkolojinin konumunu sürekli "geçmiş za­man" kipi ile anlattık. Türkolojinin günümüzdeki durumu ve geleceği ile belirsiz. Ancak Yugoslavya bölünse bile yeni devlet­lerde türkoloji olacak. Ne var ki, Makedonya'daki Türk azınlığın geleceği kuşku uyundırıcı. Şimdi "Müslüman kardeş"diye daya­nışma yaptığımız halklar bağımsız olduktan sonra Türk azınlığın eski kültürel haklarını da elinden alabilirler. Nitekim Yugoslav Türkleri de gelişmelerden tedirgin, endişeli bir bekleyiş içinde­ler.



16
Bulgaristan
'Uzak komşumuz Bulgaristan' yakın geçmişte Türk azınlık nedeniyle, Türkiye gündemini çok uğraştıran bir ülke oldu. Bütün nüfusu içinde Türklerin sayısı hiç de azımsanacak gibi değildi. Kuramsal olarak 'bütün halkları kardeş sayan' bir dü­zenle yönetiliyordu. Ama bu kocaman azınlığın en küçük hakkı yoktu. Kişilerin adları değiştiriliyordu. Türkçe konuşmaları ya­saklanıyordu. Öte yandan, aynı ülkede Türkçe kitaplar basılı­yordu. Sözgelimi Azeri araştırmacı Ekber Babayef'in baskıya hazırladığı Nâzım Hikmet'in 8 ciltlik "Bütün Eserleri" Sofya'da basılmıştı. İbrahim Tatarlı ile Rıza Mollof "Marksist Açıdan Türk Romanı"nı yayınlıyorlardı. (Bu kitap Habora Yayınevince 1969 yılında Türkiye'de de yayınlanmıştır.) Bu kitapta söylendiğine göre, 1949 yılında Bulgaristan'a sığınan yazar Fahri Erdinç'in ya­ratıcığılı iltica ettikten sonra daha verimli olmuştu. (Tatarlı ken­disi ile yapılan bir söyleşide Halide Edip'ten başlayan bir Türk edebiyatı değerlendirmesi yapar, Türk yazını ve kültürü üzerine yaptığı derin incelemeleri anlatır.(26)
Türkoloji açısından Bulgaristan tam bir çelişkiler ülkesi olma özelliğini koruyordu. 1912 yılında Türkiye'den kesin biçimde kopan ülke, çağlar boyunca Karadeniz'in kuzeyinden ya da Anadolu'dan gelen Türk halklarının geçit yeri olmuştu. Hatta ülkenin adı bile Türkçeydi. (Bulgar adı, Türkçe kökenlidir. "Karışmak, karıştırılmak, karışmış olmak"anlamlarına gelir. Türkçe "bulgur"sözü ile aynı köktendir.) (27) 1973 yılında Bulgaristan'ı boylu boyunca geçerken, Bulgar adında olduğu gibi ben de karmaşık duygular içindeydim. Land Rower araba­mızla Almanya'dan Afganistan'a kadar uzanan bir araştırma ge­zisine çıkmıştık. Düzenli karayollarında sürücüler belli hızı aş­mamaya özen gösteriyordu. Türkiye Almanya arasıdaki işçi gi­diş gelişi Bulgaristan'ı iyiden iyiye şenlendirmişti. Sınır kapısında ya da konsolosluklarda vize alma zorunluğu vardı. Bu vizeler Bulgaristan'a belli bir döviz kazandırıyordu. Enerji üretimi Türkiye'nin birkaç katıydı dışsatımda durumu iyi bir ülkeydi. 'Vay be (o zamanlar) elli yıl önce Türkiye'nin sömürgesi olan ülke nasıl kalkınmıştı!' Böylece Sofya'ya doğru ilerliyoruz. Ama sürekli bir polis baskısı ya da korkusu var. Yol boyu tarlarlara dikilmiş Bulgarca yazıları okuyoruz. "Yaşasın Bulgar Komunist Partisi" "Yaşasın Sovyet Sosyalist Partisi"Birlikte araştırma gezi­sine çıktığım Dr. Adamoviç Sırp olduğu için bu yazıları çok iyi anlıyor. Bana dönüp "İyi, güzel ama Sovyet Komunist Partisinin övgüsünün Bulgaristan'da ne işi var?"diyor.
Sofya, ana caddeleri bal döksen yalanır türünden temiz, pırıl pırıl bir şehirdi. Yabancıların belli caddelerden geçmesine izin veriliyordu. Ne var ki nasıl olduysa, şaşırdık. Ara caddelerden birine gidik ve istemeyerek Sofya'nın arka mahallelerini boyla­dık. O güzelim Sofya yitmiş, bizim gecekondu mahallelerini andıran batak bir şehir çıkmıştı karşımıza. Sosyalizm ilk hayalle­rimi yıkıyordu. (Yazarın 68 kuşağından olduğunu unutmaya­lım!) Neydi, nasıl olmuştu? Bir kentin içinde bile eşitlik sağla­yamayan bir düzen, bütün bir toplumda nasıl sağlardı?
Şimdi bu görüntü ve çelişkilerden biraz uzaklaşarak uzak komşumuzdaki türkoloji çalışmalarına gelelim: 19. yüzyılda Bulgaristan'da Türkçe üzerine birçok ders kitabı yayınlanmış. 20. yüzyıl başlarında Sofya Üniversitesinde düzenli biçimde Türkçe öğretilmeye başlanmış. 1952 yılında Türkoloji kürsüsü açılmıştır. G. Gılıbov, Türkçe dilbilgisi, iki dillden karşılıklı söz­lükler yazmıştır. Seyrek olarak Bulgar türkologlar Bulgaristan'daki Türkler üzerine araştırmalar yapmıştır. 70'li yıl­larda başlayan Türk Bulgar ilişkilerindeki soğuk savaş türkolo­jiyi kötü biçimde etkilemiştir. Bulgaristan'daki Türk azınlığın varlığı yadsınmış, o bölgelerde araştırma yapmak isteyen yabancı türkologların çalışmalarına izin verilmemiştir. Giderek türkoloji kürsüsü de kapatılmış, Türkçe Balkan Dilleri enstitüsünde sığıntı durumuna sokulmuştur.
Ama zaman zaman Bulgaristan'da ilginç kitapların yayınlan­dığına da tanık oluruz. Paraşkev Paruşev'in "Demokrat Diktatör Atatürk" kitabı bu açıdan ilgi ile okunması gereken çalışmalardan biridir. Kitabın öyküsü Paruşev şöyle anlatır: "Atatürk'ün ölü­münün 25. yıldönümünde, Türkiye'den bir röpörtaj istediler benden. konusu Dimitrina Kovecana ile Atatürk'ün dostluğu idi. Bunu yaptım gönderdim. Birçok gazetede çıktı. Bundan sonra bu konu beni çok ilgilendirdi ve uzun bir dökümanter hikaye olarak yazmaya karar verdim. Ama konuyu araştırırken ve de­rinliğine incelerken anladım ki, Atatürk'ü Bulgaristan okuruna yalnız bu açıdan tanıtmak doğru olmaz. İşte o zaman, Atatürk'ün bütün yaşamını anlatan bir kitap yazmaya kalkıştım. Böylece 1973'te kitap çıktı. Sekiz milyonluk Bulgaristan'da yirmi beş bin basılmasına rağmen iki günde tükendi. Bence bu, Bulgaristan'da Atatürk'e karşı büyük bir ilginin olduğunun en iyi kanıtıdır."(28) Paruşev'in bu güzel kitabı (Falih Rıfkı Atay'ın Çankaya adlı kitabı ile bu kitap arasında büyük koşutluk vardır) Bulgaristan'da iki günde bitmiştir, ama Türkiye'de ikinci baskısı yapılan bu kitap on yıldır bitmemiştir! Kitabı okurken, Paruşev'de Atatürk hay­ranlığını sezersiniz. Bir Bulgar'da bu ölçüde Atatürk hayranlığı ilk bakışta beni şaşırtmıştır. Yıllar sonra Paruşev'le yapılan bir gö­rüşmeden Paruşev'in Gagavuz Türklerinden olduğunu öğre­nince sorun benim için çözümlendi. Paruşev, başka bir söyleşide ise Şeyh Bedrettin üzerine kitap hazırladığını söylüyordu. Bu arada söz konusu kitap hazırlandı mı bilmiyoruz. Sanırız, türko­log kökenli gazeteci Paruşev'in yaşamı çeviriler, Türkiye üzerine yazılar yazmakla sürüyordur.
Yakın dönemde başlayan yumuşama ile Bulgaristan'da Türk azınlığa kimi özgürlükler söz verilmektedir. Anadili olarak Türkçe öğretimi, basın ve yayın dili Türkçe, karşılıklı öğrenci değişimi gibi olaylar Bulgaristan'da türkolojinin konumunu değiştirecektir.



17
Rusya
Rusya'da Türkolojinin köklü bir geçmişi vardır. Türk Rus ilişkileri ile birlikte türkoloji de başlamıştır. Bu nedenle Rusya'da türkolojinin başlangıcı Petro dönemine dek iner. Öte yandan türkolojinin babası sayılan Radloff'un bilimsel araştırmalarını Petersburg'da değerlendirmiştir.
Rusya'da Radloff'un başlattığı türkoloji çalışmaları daha çok dil araştırmalarına yönelikti. Alman bilim geleneği Rusya'da tür­kolojinin kurulmasına da öncülük ediyordu. Ağız derlemeleri, Türk lehçelerinde ses ayrılıklarını saptama büyük ilgi alanıydı. Bir de eski kaynakları yayınlama işi eklenince Türkolojinin üç temel çalışma alanı belirlenmiş oldu. 20. yüzyıla değin modern edebiyat zaten söz konusu değildi. Çağdaş dilbilim araştırmaları ise bütün dünyada kurulmamıştı. Ural'dan Sarıdeniz'e değin uzanan geniş alanlarda yaşayan Türkler, bitmez tükenmez araş­tırma konusu olarak araştırmacıları bekliyordu. Göçebe çadırları, toprak damlı köyler, Budist mağraları türkologların araştırma alanları olmuştu. Radlof'un ardından Kâzım-Bek, Savalyef, Grigoryef, Böhtlingk, İlminsy, Budagof, Melioransky, Bartold gibi ünlü türkologlar yetişmişti. Bunlardan Kazım-Bek'in öykü­süne değinmeden edemeyeceğim:
Mirza Mehmet Ali Kâzım Bey, 1802 Derbent doğumlu Azeri bir türkologdur. Bir ahund (şiilikte dede) oğludur. Kâzım Bey, Rus din adamları ile karşılaşır ve din değiştirir. 1836'da Türk dili profesörü olur. Türk Tatar dilinin dilbilgisi adlı yapıtı ile ünlü­dür. Bilimsel olarak da konum olarak da yükselmiştir, ama baba oğlunun din değiştirmesini bir birlü bağışlayamamıştır. Ölünceye değin oğlu ile görüşmemiştir.
Sovyetler Birliği döneminde de Rusya'da türkoloji geniş kap­samlı bir bilim dalı olarak araştırılmıştır. Sovyetlerde bütün halk­lara öz dillerinde eğitim olanağı tanınmıştır, okullarda anadilinin işlenmesine izin verilmiştir. Ama bu özgürlük içinde Rusça, Sovyet halklarının başında demoklesin kılıcı gibi asılı durmuştur. Dikkat çeken bir yan Türkçe hiçbir yerde bilim dili olarak iş­lenmemiştir. Sözgelimi Özbekçede tıp, mühendislik üzerine kaç kitap yayınlanmıştır? Azericede gökbilim ne ölçüde anlatılmıştır? Bu sorulara olumlu yanıt vermek olanaksızdır. Hatta çok kez türkolojinin bilimsel araştırması bile baskı altında tutulmuştur. Ebdülaziz Demircizade (1909-1979) bu bakımdan özgün bir örnektir. 1944 yılında yayınladığı "Azerbeycan Dili Tarihi"ile başını belaya sokmuştur. Oysa kitapta Türk dilinin geçmişi ve dağılımını anlatmış, Türkiye Türkçesi ile kardeşliğini ortaya koymuştur. Bu kitapta "milliyetçilik"yaptığı ileri sürülmüş, kitap dağıtıma sokulmadan tümüyle yok edilmiştir. Yazar yaşamını zor kurtarmıştır. Sütten ağzı yanan ayranı üfleyip içer. Demircizade, Azerbeycan Dili Tarihinde yazdığı düşüncelerini 1959 yılında yayınladığı "Kitab-ı Dede Qorqud Destanlarının Dili"adlı çalışma­sında üstü kapalı biçimde özetlemiştir. Ama "Azerbeycan Dili Tarihi" kitabı günümüzde kütüphanelerde bile bulunmaz. Adı hiçbir kaynakçada verilmez.
Bekir Sıtkı Çobanzâde'nin yaşamı, türkoloji açısından daha acı bir örnektir. 1893'yılında Kırım, Akçamescit'te doğan türkolog 1924'te Bakü'de profesör olarak göreve başlamıştır. 1937 sonla­rına doğru, "vatan haini, halk düşmanı emperyalist devletlerin ajanı" suçlamaları ile tutuklanarak tutuklu kampına sürülmüştür. Bundan sonra yaşamından bilgi alınamamıştır. Oysa Bekir Sıtkı, onlarca eserin yazarı aydın bir bilim adamıdır. Arap yazısına karşı, latin yazısını, milliyetçiliğe karşı ulusal sosyalizmi savun­muştur.
Ne var ki, bu örneklerle Sovyet türkolojisini tümden kötüle­mek olmaz.(29) Moskova ve Lenigrat üniversitlerinde Sovyet türkolojisi çok ilginç konulara yönelmiştir. Osmanlı'da ve Türkiye'de eğitim, Osmanlıda çağdaş akımlar -sözgelimi Jön Türkler ve 2. meşrutiyet, -Osmanlı kuyumculuk sanatı, Türk mutfağı ve daha nice renkli konular Sovyet türkologlarının araş­tırmalarına girmiştir. Sovyetler Birliği çağdaş Türk yazınınını en çok çevrildiği ülkelerden biri belki de birincisi olmuştur. Köy romanları, Sabahattin Ali'ler, Nazım Hikmet'ler türkologlar aracı­lığı ile geniş okur yığınlarına ulaştırılmıştır. Birçok çağdaş Türk yazarı doktora konusu olmuştur. Radi Fish'i Türkiye'de kim ta­nımaz? Bir film kurgusu içinde ama bir bilim adamının derinliği ve titizliği ile yazdığı Nâzım'ın Çilesi, Ben de Halimce Bir Bedreddinem adlı çalışmaları Türkiye de de okunmuş ve sevil­miştir.(30)
Ayrıca Sovyetler'de oldukça çok Türkiye anıları yazılmıştır. Yine bu bağlamda Türkiye tarihinin kimi yönleri, siyasal ilişki­ler ayrıntılı biçimde incelenmiştir. Kononof'un bol bol sözü edi­len Türkçe dilbilgisi kitabı ise aradan yıllar geçmesine karşın Türkçeye çevrilmemiştir.
Yakın zamana değin "Sovyetler Birliği" içinde Türkolojinin ele alınışı önemli olduğunca ilginç bir okul oluştururdu. Şimdi Rusya içinde türkoloji alanı biraz daha sınırlanmış oluyor. Gerçi Sovyetlerde türkoloji merkezi sayılan Moskova, Petersburg, Kazan üniversiteleri günümüzde Rusya sınırları içindedir. Rusya yine geniş topraklar üzerine yayılmıştır. Ama beş Türk cumhu­riyet ülke topraklarından kopmuştur. Bu beş ülkede türkolojinin gelişimi değişik boyutlarda olacaktır.
Günümüzde bu ülkelerde türkolojinin en önemli ödevlerin­den biri latin yazısına dönüşüm sorunudur. Yıllardır kiril yazısı ile yerleşmiş yazımda kimi değişmler yapmak, ayrı lehçeleri bir yazı düzeninde birleştirmek gibi zor uğraşı üstlenmiştir. Bunun ardından dilin eğitim ve bilim dili olarak işlenmesi evresi gel­mektedir. Arapça, Farsça ve Rusça sözcüklerle dolu bu dilleri Türkiye Türkçesi düzeyinde bağımsızlığa kavuşturmak ağır bir görev olarak türkoloğu, aydını, yazarı beklemektedir. Sonuçta siyasal bağımsızlığın insan kimliğine, kişiliğine sinmesi gerek­mektedir. Kağıt üzerindeki bağımsızlıkların kalıcılığı burda yat­maktadır. Şimdi bu evre yaşanacaktır.



18
Amerika
Amerika'da türkoloji çalışmaları 20. yüzyıl başlarına dayanır. Aralıklarla 1950'lere değin türkoloji eğitimi yapılır. Ama asıl iv­meyi 1950'lerde kazanır. İkinci dünya savaşından sonra Amerika'da türkoloji birdenbire yaygınlaşır. İkinci dünya sava­şından büyük başarı ile çıkan Amerika, kendisini birden bire komunist olmayan dünyanın öncüsü olarak bulur. Türkiye ile ilgili çalışmaların gelişmesi için de özel bir neden vardır. 1950'de iş başına geçen Demokrat Parti hükümeti, akıl almaz cömertlikle kapılarını Amerika'ya açmıştır. Özel girişimciler, silah ve eko­nomik yardım uzmanları, Türkiye'de görev yapacak askeri per­sonel uzmanları Türkçeye gereksinim duyarlar. İstem ve sunu kuralı yasalarını işletir. Amerikan üniversitelerinde mantar gibi Türkçe ile ilgili bölümler, birimler kurulmaya başlar. 1950 ile 1965 yılları arasında en büyük ve tanınmış Amaerikan üniversite­lerinden çoğu, izlencelerine türkolojiyi alırlar. Yirmi dolayında üniversitede Türk dil kültürü ve tarihi ile ilgili dersler verilmeye başlar. Genç bir bilim dalı olmasına karşın, güçlü bir bilim dalı olarak karşımıza çıkar. Çünkü Amerikan yararcı dünya görüşü türkolojiye de uygulanmıştır. Türkolojinin kurulması için Türkiye'den ve Avrupa'dan en iyi uzmanlar iyi koşullarla Ameka'ya çekilmiş, böylece yeni bir öğreti okulu oluşturulmuş­tur. 1950'lerden sonra dünyanının en ünlü türkologlarının Amerikan üniversitelerinde kadrolu ya da konuk olarak ders verdiğine tanık oluruz. Türkoloji kütüphaneleri satın alınır. Sürekli yayınlar izlenir. Bir  yandan da yayınlar yapılır, ses bantları, belge arşivleri kurulur, kurultaylar düzenlenir. Salt tür­kolojiye eğilen yayın kurumları oluşturulur. 1965 yılında Türkoloji açısında Amerika doruktaki yıllarını yaşar. Barış gönül­lüleri Türkiye'ye gelirler. Türkiye'de "casus", "CİA ajanı"damgası yiyen bu insanlara Prof. İlhan Başgöz çok olumlu yaklaşır. "Bize gelen öğrencilerin en önemli kaynağı Barış gönüllüleri idi. En iyi öğrencilerimiz de onların arasıdan geldi. Bunlar, Türkiye'deki inanışın aksine, kendi kültürlerine kızgın, onu pro­testo eden, ülkücü gençlerdi. Türkiye'de bir zaman kaldıktan sonra gerçekten Türk halkını ve Türkiye'yi seviyorlar, döndük­ten sonra bu alandaki bilgilerini artırmak istiyorlardı. Yazık ki bu kaynak şimdi kurumuştur."(31)
65'lerden sonra Türk Amerikan ilişkilerindeki gerginlik, Orta Doğu'da petrol üreten ülkelere yöneliş türkolojiyi de doğrudan etkilemiştir. Giderek kimi bölümler kapanmaya başlamış, var olan bölümlerin ödentileri kısılmıştır. Öğrenci sayısı düşmüştür. Bir türlü tanıtılamayan Türk kültürü tümden yalnızlığa itilmiştir. Türkiye'nin kurmak istediği Türk lobisi tüm çabalara karşın oluşturulamamıştır. Böylesine umutsuz bir ortamda, günler bir­birini kovalarken, beklenen bir olay biraz erken gerçekleşti: Sovyetler Birliğinin dağılması ve ardından beş Türk cumhuriye­tinin bağımsızlık kazanması, türkolojiye yeni bir ivme kazandırdı. (Gerçekte Amerika Sovyetlerin dağılacağını çok iyi biliyordu. Ancak dağılmanın bir 20-30 yıl sonra gerçekleşeceği sanılı­yordu. Sovyetlerde yaşayan Türklere yönelik "Bağımsızlık" radyoları aracılığı ile ordaki potansiyel diri tutul­maya çalışılıyordu.) 1992 ilkyazında Amerika'nın dört üniver­sinde yeni bir izlence ile türkoloji bölümleri kurulmuştur. Türk dışişleri bakınının da çağrılı olarak bulunduğu törenlerle bu bö­lümler açılmıştır. Şimdi Amerika yıllardır özlemini çektiği pazar­lara yönelik yeni elemanlar yetiştirmek için, üniversitelerinde bu konulara yer verecektir. Söz konusu ülkelerin dillerinden, inançlarına, doğal kaynaklarından genel yaşamlarına değin her konuya el atacak uzmanlar yetişecektir.



19
Çin
Türkler üzerine ilk bilgilerle Çin kaynaklarında karşılaşırız. Türklerin geçmişteki izini sürmek isteyen kişi, Çin dili ve yazı­sına baş vuma zorluğunu duyar. Ama Çin'te türkoloji bilim dalı olarak geç kurulmuştur. 1985 yılında yayınlanan bir inceleme­den Çin türkolojisi üzerine ayrıntılı bilgileri bulmaktayız.(32) Buna göre Çin türkologları çalıştıkları Çin bilim merkezlerinde türkiye tarihi, ekonomisi, kültürü, edebiyatı ve Türk dili ile ilgili araştırmalar yaparlar. Çin'de Türkoloji ile ilgilenen 15 kurum bilinmaktadır. Türk dil öbeği ile ilgili incelemeler Çin'de epey önceleri başlamıştır. Daha Çin Halk cumhuriyetinin 1949 yılında kurulmasından önce Pekin Üniversitesinde bir Uygurca bölümü vardır. Cumhuriyetin doğuşundan sonra, Pekin'de Azınlık Uluslar Enstitüsünde Uygurca, Kazakça ve Kırgızca bölümleri açılmıştır. Ayrıca Türk dili araştırma kürsüsü de vardır.
Çin bir halklar, insanlar yığınını toplayan karaparçasıdır. Dünya nüfusunun üçte birini oluşturan yığınlar içinde Türkler önemli bir azınlık oluşturur. Araştırmalar ilerledikçe her gün yeni Türk boylarının varlığı saptanır. Aynı gibi gözüken halkın dillerinde, inançlarında, kültüründe ayrımlar olduğu anlaşılır. Çin'de yaşayan Türklerden Uygurlar en ünlü olanlardır. Uygurlar, Çin topraklarının 6'da birini oluşturan Sinkiang Uygur Özerk bölgesinde yaşarlar. Türkçede bu topraklar Doğu Türkistan adı ile anılır. Zaten Sinkiang sözü de Çincede yeni eyalet anlamındadır. Doğu Türkistan'da yedisi Müslüman olan on üç ulus yaşar. 6 milyonluk nüfusu ile Uygurlar en kalabalık ulusu oluştururlar. Uygurlar, İÖ. I. yüzyıldan, İS. 13. yüzyıla değin Orta Asya'da tanrı dağları eteklerinde ve Tarım ırmağı kıyı­larında yaşamışlardır. Değişik devletler kurmuşlardır. Uygarlık ve devlet yönetimi konusunda çağdaş uluslara örnek olmuş bir Türk boyudur. Bugünkü yaşadıkları Doğu Türkistan ise eski çağlardan beri Türk yurdudur. Salt yaşayanlar açısından değil geçmiş Türk uygarlıkları açısından da büyük bir gömü konu­mundadır. Mağralara gizli Budist tapınakları, toprak altında kalmış eski uygarlık izleri ile, bütün türkoloji için bitmez tü­kenmez araştırma alanıdır. Bütün bu konumu ile 19 yüzyıl son­ları ile 20 yüzyılda batılı araştırma kurumlarının yağmasına uğ­ramıştır. Ama bitip tükenmeyen kaynaklar şimdilerde de varlığını sürdürmektedir. Bu bakımdan, Doğu Türkistan'da kazıbilim  araştırmaları ayrı bir yer tutar. Nitekim son yıllarda Kaşgarlı Mahmut'un mezarı yine bu topraklarda bulunmuştur. Halkın çağlardır evliya mezarı diye ziyaret ettiği yerin Kaşgarlı'nın ta­şınmaz malı olduğu bu kazılar sonucu anlaşılmıştır.
Kazaklar, bir milyona yaklaşan sayıları ile Doğu türkistan'da yaşayan ikinci büyük Türk koludur. Muri, Barköl ve Urumçi'de otururlar. Uygurlarla birlikte 1976 yılına değin eski yazıyı kul­lanmışlardır. 1983'e değin latin yazısına dayanan yazı ile yaşam­larını sürdürmüşlerdir. Şimdilerde yeniden Arap yazısına daya­nan eski yazıyı kullanmaktalar.
Çin'de yaşayan Kırgızların sayısı ise yüz bin dolayındadır. Bunların % 80'i Sinkiiang Uygur özerk bölgesinin güney batı­sındaki Kızılsu Kırgız Özerk ilinde yaşarlar. Yazıda belirtildiğine göre geleneksel Kırgız yaşamı aralarında sürer. Oğul evlendikten sonra genel olarak baba evinde kalır. Böylece Kırgız ocağında üç kuşak birlikte yaşar. Kırgızlarda göçebe konukseverliği günlük yaşamın bir kesitidir. Eski on iki hayvanlı Türk yıl düzeni ile zamanı belirlerler. İlk ay çıktığı zaman Nevruz bayramını kutlar­lar. Bu Kırgız yılbaşıdır. Yeni yılda bol ürün dilemek için her evde aşure kaynatılır. Türk kollarının yalnız adlarını vermekle yetinsek yeridir. Özbek, Tatar, Salar, Yugurlar bunlara örnek gösterilebilir. Araştırmalarla, bu büyük insan yığınları arasında yeni Türk oymakları da bulunacaktır.
Çinde yaşayan bu Türk boylarının dillerinde sayılarına göre az ya da çok yayınlar yapılır. Anadili ya da ikinci dil işlevinde bu diller okullarda öğretilir. Türkiye yazınından kimi örnekler, hem bu dillerde hem de Çince de yayınlanır. Giderek değişen dünya düzeninde Çin'deki Türklerin konumunun da değişmesi beklenen olaylardandır. Önümüzdeki dönemde yeni doğumların sancıları yaşanacaktır.



20
Japonya
Altay dil ocağı kuramı kanıtlanırsa Japonca ve Korece Türkçe ile soyca akraba dillerdir. Japonya, Çin yazısını kullanımasına karşın dil yapısı bakımından Türkçeye yakındır. belki de akra­badır. Ama Japonya'da Türk dillerine ve halklarına ilgi 19. yüzyılda başlamıştır. Japonlar Türkler konusundaki ilk bilgileri Çin kaynaklarından edinmişlerdir. Genellikle de tarihsel konu­lara ilgi duymuşlardır. 20. yüzyıl başlarında Japonya'da Altay dillerine ilgi başlamıştır. Bu bir tür soyunu araştırma tutkusu ile birlikte gelişmiştir. Kore, Tunguz, Moğol dilleri ile Türkçe ve Japonca'nın karşılaştırılması yapılmaya başlanmıştır.
Şimdilerde Japonya'da dört üniversitede türkoloji çalışmala­rına yer verilmektedir. Tokyo, Osaka, Kyusyu ve Kiato üniversi­telerinde değişik alanlarda çalışmalar yapılmaktadır. Bunlar daha çok klasik anlamda türkoloji incelemeleridir. Ne var ki şu anda dünya toplukonumunda olan değişme Japonya'daki türkoloji de derinden etkileyecektir. Japon Sermayesi yeni kurulan Türk devletlerine açılmaya başlamıştır. Buna bağlı olarak türkolojinin işlevinde de değişiklikler olacaktır.



21
Kore
Korecenin konumu da Japonca'da olduğu gibidir. Altayca içinde olması gereken bir dildir. Kore Altay halkları içinde en köşeye sıkışmış olanıdır. Rusya ile Çin arasında ulusal benliğini arama savaşımı içindedir. Böylesine bir ortamda Kore'de Türkiye ve Türkolojiye daha sıcak bir yaklaşım olmuştur. Geç başlamasına karşın Kore'de türkoloji büyük ilgi uyandırmıştır. 1972 yılından beri Seul Üniversitesinde Türk incelemeleri ensti­tüsü bulunmaktadır. Yakın dönemde Türkiye'den öğretim üyesi çağrılmıştır. Giderek Türkiye ve türkolojiye ilginin artacağı an­laşılmaktadır.



22

Afrika'dan Güney Amerika'ya, Moğolistan'dan Hindistan, Pakistan'a kadar pek çok ülkede ya küçük birimler olarak ya da başka bölümler içinde Türk incelemelerine yer verilmektedir. Ülkelerde ve üniversitelerde çıkan olanaklara göre kadrolar açı­lıp ya da kapanmaktadır. Devletlerin ulusal politikalarına göre türkoloji önem kazanmaktadır. Bu bakımdan dünyanın öbür ül­kelerinde söz konusu çalışmaları bu başlıkta vermek istedik. Ülkelerdeki türkoloji çalışmalarına verilen ağırlığa göre anlatmak istediğimiz bu çalışmanın eksiksiz olduğu söylenemez. Zaten burada amaç, türklüğe ve türkolojiye genel bir bakış vermektir. Bu konuda Türk Tarih Kurumunca yayınlanan bir çalışmada kurumların adreslerine de yer verilmiştir. Gerektiğinde o çalış­maya başvurulabilir. (33)
Türkolojinin öyküsü, bir yerde, bizim dünyadaki konumu­muzun öyküsüdür. Türkoloji çalışmaları bizim aynamızdır. Aynada kendimizi seyreder gibiyizdir. Üstelik bu aynada ken­dimizi hem Doğulu hem de Batılı gözü ile izleriz. Kendimizi nasıl görürüz, Batılı bizi nasıl değerlendirir tümü türkolojinin acımasız aynasına yansır. Kimileyin görüntüler bulutlanır, sisle­nir. Aynada görüntüyü yitiririz. Kimileyin, tümden küçülür, aşağılık duygusu içinde kıvranırız. Biz bu yazımızda yalnız kimi kesitler verdik. İşin politik derinliklerine, inceliklerine inmedik. Aydınımız, batıda büyüyen genç kuşaklarımız türkolojinin ko­numunu daha iyi değerlendirecektir. Özellikle Batıda büyüyen ikinci kuşaktan aydınlar "Batıya karşı Batı" düşüncesi üzerinde yoğunlaşacaklardır. Doğu ile Batı arasında, bir türlü yerini ala­mayan Türk kimliğinin yeni birleşimlere gereksinimi vardır. Bu bileşimleri yapacak kişiler en çok acı çeken kuşaklar arasından çıkacaktır. O kuşaklara saygılarla...

Dipnotlar

(1) İsmail Habib: Yeni "Edebî Yeniliğimiz" Tanzimattanberi I, Edebiyat Tarihi, İstanbul 1940, s. 305
(2) Sabiha Sertel: Roman Gibi, İstanbul 1978, s.382
(3) Feroz ve Bedia Turgay Ahmad: Türkiye'de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi 1945-1971, Ankara 1976, s. 115
(4) Ord. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü: Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1980, s.xıx (Fuad Köprülü'nün Hayatı ve Eserleri adlı giriş)
(5) Şevket Süreyya Aydemir: İkinci Adam, III, İstanbul 1968, s. 308
(6) Metin Toker: Demokrasimizin İsmet Paşa'lı Yılları, 1944-1973,
Tek Partiden Çok Partiye 1944-1950, Ankara 1990, s. 91
(7) Samet Ağaoğlu: Aşina Yüzler, İstanbul 1965, s. 170
(8) Ord. Prof. M. Fuad Köprülü: a.g.k., s. xıx
(9) Edward Said: Oryantalizm (Doğubilim) Sömürgeciliğin Keşif Kolu, (Çevren: Nezih Uzel) İstanbul 1982, s. 15
(10) Edward Said: a.g.k., s.133
(11) Edward Said: a.g. e., s.18
(12) Edward Said: a.g.e., s 39
(13) Batılı yazarların Doğuyu konu alan yazın ürünleri üzerine Jale Parla'nın Efendilik, Şarkiyatçılık, Kölelik, İstanbul 1985, ki­tabında genel bilgiler verilmiştir.
(14) Sabiha Sertel: Roman Gibi, İstanbul 1978, s. 380-381
(15) Niyazi Berkes: Asya Mektupları, İstanbul 1976, s. 30
(16) Zeki Kuneralp: Sadece Diplomat, İstanbul 1981, s. 41
(17) Bu konuda Müstecib Ülküsal'ın "Dobruca ve Türkler", Ankara 1966 kitabında ayrıntılı bilgi vardır.
(18) Bu kitabın yeni basımı da yapılmıştır. Cornelis de Bruyn'ün Yakın Doğu Gezisi, İstanbul 1974
(19) Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Zoraki Diplomat, İstanbul 1984, s. 201
(20) L. Ligeti: Bilinmeyen İç-Asya II, İstanbul 1970, s.46-50
(21) A. Dilaçar: İskandinav Yurtlarında Türkoloji I,  Türk Dili, Sayı 256, Ankara, Ocak 1973, s. 317
(22) Sven Hedin: İpek Yolu, İstanbul 1974, s.9
(23) Bu konuda çeşitli yazılar yayınlanmıştır. Reşit Rahmeti Arat'ın "Finlandiya Türkleri" Makaleler I, Ankara 1987, s.1003-1006 bunlardan biridir.
(24) Şevket Süreyya Aydemir: Makedonya'dan Ortaasya'ya Enver Paşa, I, İstanbul 1972, s. 231
(25) Prof. Yusuf Akçura: Yeni Türk Devletinin Öncüleri, Ankara 1981, s. 21-27
(26) Türkolog İbrahim Tatarlı İle Bir Söyleşi, Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 5, 1980, İstanbul 1980, s. 634-646 (Söyleşi Sanat Emeği dergisinden alınmış)
(27) Prof.Dr.İbrahim Kafesoğlu: Bulgarların Kökeni, Ankara 1985, s.2
(28) Meral Çelen: "Paraşkev Paruşev: "Son Yirmi Beş Yılda Bulgarcaya Elliye Yakın Türk Yazarı Çevrildi" Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 1, 1976, İstanbul 1976 s. 420
(29) Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 1979, İstanbul 1979, s. 386-450'de "Sovyetler Birliği'nde Türkoloji Çalışmaları" başlıklı ya­zıda konu ayrıntılı biçimde işlenmiştir. Altı türkoloğun yazdığı yazıda beş ana bölümde şu konular işlenmiştir: 1) Sovyetler Birliğinde Türk Kültürünün İncelenmesi, 2) Sovyet Türkolojisinde Türk Ortaçağ Edebiyatı Sorunları, 3) Sovyet Edebiyat Bilimcilerinin Araştırmalarında Yeni Türk Edebiyatının Sorunları, 4) Yeni Türk Edebiyatının Sovyetler Birliği'nde Öğrenilmesi, 5) S.S.C.B.'de Türkiye Türkçesi Dilbiliminin Gelişimi.
(30) Radi Fish (ya da Radi Fiş) 1980 yılında Türkiye'ye geldi­ğinde Türk basınında onunla bir dizi görüşme yayınlanmıştır. Bunlar toplu olarak Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 6, 1981, İstanbul 1981, s.755-763 sayfalarında yer almaktadır.
(31) İlhan Başgöz: Amerika Birleşik Devletlerinde Türk Dili ve Kültürü, Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 2, 1977, İstanbul 1977, s. 384
(32) Wu Shiliang: Çin Halk Cumhuriyetinde Türkoloji ve Türk Edebiyatı, Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı '85, İstanbul 1985, s. 922- 938
(33) İsmail Soysal-Mihin Eren: Türk İncelemeleri Yapan Kuruluşlar (Kılavuz) Ankara 1977

KAYNAKÇA

Akçura, Yusuf: Türkçülük, İstanbul 1978
İlhan Başgöz: Amerika Birleşik Devletlerinde Türk Dili ve Kültürü, Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 2, 1977, İstanbul 1977, s. 384
Berkes, Niyazi: Türk Düşününde Batı Sorunu, Ankara 1975
Berkes, Niyazi: Türkiye'de Çağdaşlaşma, İstanbul
Bozkurt, Mehmet Fuat: Geçmişten Geleceğe Türkolojinin Boyutları, Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı '85, İstanbul 1985
Buran, Ahmet: Kurşunlanan Türkoloji, Akçağ yayınları Anakara 2009.
Caferoğlu, Ahmet: Türk Dili Tarihi I, İstanbul 1970, II, İstanbul 1974
Dilâçar, A.: Türk Diline Genel Bir Bakış, Ankara 1964
: Dil, Diller, Dilcilik, Ankara 1968
:Tarih Boyunca Devlet Dili Olarak Türkçe, Ankara 1961  :Devlet Dili Olarak Türkçe Ankara 1962
Radi Fish (ya da Radi Fiş) 1980 yılında Türkiye'ye geldi­ğinde Türk basınında onunla bir dizi görüşme Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 6, 1981, İstanbul 1981, s.755-763
Eren, Hasan: Türlük Bilim Sözlüğü, TDK, Ankara 1998.
Gürün, Kamuran: Türkler ve Türk Devletleri Tarihi, I-II, İstanbul 1982
Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 1979, İstanbul 1979, s. 386-450'de "Sovyetler Birliği'nde Türkoloji Çalışmaları".
Rasonyı, Laszlo: Tarihte Türklük, Ankara 1971
Soysal, İsmail- Eren, Mihin: Türk İncelemeleri Yapan Kuruluşlar (Kılavuz),  Ankara 1977
TDAY- Belleten, Yazı Kurulu: Türkoloji Çalışmalarına Toplu Bir Bakış ve Ödevlerimiz, Türk Dili Araştırmaları Yıllığı Belleten 1966, s.1 -21
Wu Shiliang: Çin Halk Cumhuriyetinde Türkoloji ve Türk Edebiyatı, Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı '85, İstanbul 1985, s. 922- 938

                                                  5 Ekim 1992 Rotterdam

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder