Türk Basınında Hitler
Almanya’sı
Fuat Bozkurt
Yaşanan olaylar genelde tarihsel bakımdan elli yıl sonra değerlendirilir.
Bu, olayın ardından belge ve anıların ortaya çıkması ve elverdiğince nesneliğin
yakalanması açısından gerekli bir süreçtir.
Bu bakış açısı ile günümüzde yakın tarihimiz araştırılmaya başlandı.
Artık 50’li, 60’lı yılları da ele alıyor tarihçilerimiz. Yakın dönem
tarihçiliği, Osmanlıca bilgisini öne çıkarmıyor. Bilgiağı aracılığı ile anında
sayısız bilgi edinme olanağı bulunuyor. Pek
çok yayına kolayca ulaşılabiliyor. Oldukça kolay araştırmacının, tarihçinin
işi.
Ne ki, kolay
gözüktüğünce zor bir uğraş. Olanaklar kolaylık ölçüsünde araştırmacıya belli
güçlükler de getiriyor. Sayısız belge ve kaynağın bulunduğu bir ortamda
araştırmacının bunlar içinde boğulması söz konusu oluyor. Araştırmacının
öncelikle kaynakları arayıp bulması, bunları bir elekten geçirmesi, sağlam,
güvenilir kaynaklarla işe koyulması gerekiyor.
Son yıllarda yakın tarihimiz üzerine yapılan bir
çalışmayı tarihçinin bu yöntemleri bileceği inancı ile okumaya başladım.
Araştırma 2009’da doktora çalışması olarak yapılmış ve büyük olasılıkla
konusunun önemi nedeniyle -pek çok kitabın basım sırası beklediği Türk Tarih
Kurumu’nda- öne çekilerek 2010 yılında yayınlamış. Araştırmacı Sezen Kılıç,
Alman Dili ve Edebiyatı eğitimi görmüş, ardından tarih konusuna yönelip yüksek
lisansını “Türkiye’de Alman Okulları (1852-1945) üzerine yapmış. Ardından da bu
yazımızda irdeleyeceğimiz “Türk Basını’nda Hitler Almanya’sı” başlığı taşıyan
tezini hazırlayıp bilim doktoru sanı kazanmış. Araştırmacının Almanca dili ve
edebiyatı eğitiminden gelmesi, Almanca kaynakları okuması ve değerlendirmesi
bakımından böyle bir çalışma için üstünlük sayılmalı. Yeni yazı ile belgelenmiş
bir dönemi ele alma da kolay olmalı.
Tüm bu olumlu duruma karşın, araştırmayı okurken,
tarihçi olmamama karşın sayısız eksik ve yanlışla karşılaştım. Öncelikle
kitabın kapağında “Türk Basını’nında” yazımı bir şaşkınlığa uğrattı beni.
Araştırmacının hangi mantıkla Türk Basını sözünü ayırdığını ve araştırmayı
inceleyen Türk Tarih Kurumu uzmanlarının –bunların ikisi büyük unvanlı profesör
Prof. Dr. Reşat Genç, Prof. Dr. İzzet Toprak, Yard. Doç. Dr. Yasemin Doğaner-
‘in hangi mantıkla bu yazımı benimsediklerini anlamakta zorlandım. Özel bir ad
olmadığına göre, dönemin önemi vurgulanmak için mi üstten kesme ile ayırmışlar,
buna ne gerek var, kestiremedim.
Bu küçük yazım yanlışını bir yana bırakıp içeriğe
geçelim. Bilimsel araştırmaların yumuşak karnı, kaynakça ve kaynak
kullanımıdır. Böyle bir araştırmayı yürüten doktora yöneticisinin ve sonrasında
elekten geçiren doktora kurulunun en çok dikkat göstermesi gereken noktalardan
biri bu bölümdür. Basımına izin veren kişilerin de bunlara özen göstermeleri
gerekir. Ne yazık ki, üç-dört aşamalı denetimde geçen böyle bir çalışmada ilk
dikkat çeken kaynakça savrukluğu ve bilimsel yöntem yokluğu oluyor. Araştırmacı
kaynakçayı, çalışmayı yapıp bitirdikten sonra, önüne gelen birkaç kitabı
yazarak başından atmışa benziyor. 1933-1945 yıllarını kapsayan bir çalışmanın
kaynakçasına 16. yüzyılda Kanuni döneminde yaşamış, Busbecq’in Türkiye
Mektupları’nın alınması, araştırmacının bu kitabın kapağını açmadığını
gösteriyor. Busbecq’i kaynakçaya alan araştırmacı, en önemli kaynakları
bilmiyor. Bu kaynakları bilmemek ve kitapta kullanamamak da çalışmayı yalınkat,
sıradan bir kitap konumuna sokuyor. Böyle bir araştırma için olmazsa olmaz bir
kaynak olan 1939-1945 arası Almanya’nın Türkiye Büyükelçisi Franz von Papen’ın
anılarından (Türkiye’yi yakından ilgilendiren bu anılar yazık ki henüz Türkçeye
çevrilmedi) Der Wahrheit eine Gasse (1952)’den habersiz gözüküyor. Alman Dili
Edebiyatı bölümünü bitiren ve Almanca bilgisi nedeniyle kendisine böyle bir
çalışma konusu verilen birinin bu kitabı bilmemesini bir yana bırakalım,
kendisinde bu konuda doktora yönetme gücünü bulan bir Profesör bu kitabın
eksikliğini nasıl görmüyor?
Şimdi denebilir ki, “bu doktoranın konusu Türk
basınında Hitler Almanya’sı. Yalnız basınla ilgili çalışmalar dikkate alındı.”
Yalnız gazete sayfalarından çıkarak yapılacak bir
çalışmayı, lise öğrencisi bile başarabilir. Böyle bir doktoranın dönemi
yansıtan bir ayna olması gerekir.
Kitap baştan sona irdelendiğinde ne kaynakların doğru
düzgün okunduğu, ne de düzeltildiği anlaşılıyor. Söz gelimi, çalışmada
kullanılan dergi, gazete ve yazarlar üzerine en küçük bilgi verilmiyor. Seyrek
olarak adı bilinen –söz gelimi Ziyad Ebüzziya (s.50), Zekeriya Sertel (s.59)
gibi- birkaç yazar kısa olarak dipnotlarda açıklanıyor. (Gerçekte bunların
kitabın sonunda bir sözlükte verilmesi gerekirdi, zaten Kılıç, bu açıklamaları
aklına geldiğinde vermiş. Kimileri yazarın adı geçtikten sayfalarca sonra
anlatılmış) Ama birtakım yazarların kim olduğu eğilimleri üzerine en küçük
bilgi bulunmuyor. Pek çoğu günümüzde bilinmeyen Mustafa Nermi, M. Enes, İsmail
Müştak Mayokan, İhsan Yıldırım, Aka Gündüz, Ömer Rıza Doğrul, Ekrem Rıza, Ahmet
Şükrü, Sadri Etem gibi gazetecilerin kim oldukları belli değil. Araştırmacını
Tan Gazetesinde “Adsız Yazıcı” takma adı ile yazan Nazım Hikmet’i bilmemesi
ise, bir kez bile Nazım Hikmet’in toplu eserlerine göz atmadığını gösteriyor.
Kaynakçada gösterilen gazete de dergiler için de aynı
durum söz konusu. Çalışmada adı geçen Milli İnkılap, Ulusal Birlik gibi birtakım
yayın organları ne kaynakçada veriliyor, ne de dizinde geçiyor. Zaten dizin
baştan sona bir yıkım. Sayısız ad dizinde bulunmuyor. Yalnızca birkaç örnek:
Ali Kami Akyüz, Tekin Alp, Hüsamettin Bozok, Abidin Daver, Muharrem Feyzi,
Herbert Melzig, Kazım Özalp, Necmettin Sadak, Trakya, İhsan Yıldırım adları
dizinde yer almıyor.
Böylesine yakın dönem üzerinde çalışan bir araştırmacı
Burhan Oğuz’un Yaşadıklarım
Dinlediklerim Tarih ve Toplumsal Anılar (Simurg y., İstanbul 2000) adlı
anılarını yanında Yüzyıllar Boyunca
Alman Gerçeği ve Türkler (2. Basım, İstanbul 2007) Faşizm, Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler (İstanbul 2000)
kitaplarını duymamış, bilmiyor. Bunlar yanında araştırmacının kaynakçada yer
alan kimi kitapların kapağını bile açmadığı anlaşılıyor. Söz gelimi, araştırmacının
William Shirer’in üç ciltlik Nazi İmparatorluğu kitabına bir kez bile
başvurmadığı görülüyor. (Busbecq’i kaynakçaya alan araştırmacı, Shirer’in Günü Gününe Nazi İmparatorluğu (Cem y,
İstanbul 1977 ve Günü Gününe Nazi
İmparatorluğunun Sonu (Cem y., İstanbul 1982) adlı iki kitaptan oluşan
günlüklerini kaynakçada vermiyor. (Anlaşılan, Nazi İmparatorluğu kitabı ile
aynı sanmış)
Kılıç’ın kaynakçada verdiği Nazi İmparatorluğu
kullanmadığı kitabının kapağını açmadığı çalışma içindeki konuları yeterince
aydınlatamadığından anlıyoruz. Söz gelimi Din Konusu bölümünde (s. 80-84) Almanya’da
Yahudi sorunu, Katolik ve Protestan kiliseleri çekişmesinde Nazizmin konumunu
anlatırken, açıklayamıyor. Kullandığı Almanca kaynaklara dayanarak, olayı
yüzeysel biçimde geçiştiriyor. Oysa Shirer olayı kökenlerini açık ve duru
biçimde şöyle açıklar:
“İki şeyi bilmeden Nazilerin ilk yıllarında Alman
Protestanlarından çoğunun davranışlarını anlamak zordur; bunlardan biri
Protestanlığın tarihi, İkincisi de bu tarihin üzerinde Martin Luther’in etkisidir.
Protestanlığın büyük kurucusu hem büyük bir Yahudi düşmanıydı, hem de siyasi
otoriteye bağlılığın en ateşli taraftarıydı. Almanya’nın Yahudilerden
kurtarılmasını istiyordu. Yahudiler gönderilirken “bütün paralarına,
mücevherlerine, gümüşlerine ve altınlarına” el konulmalıydı. Luther,
Sinagoglarıyla, okulları ateşe verilmeli, evleri yıkılmalı… ve Çingenler gibi
çergilere ya da ahırlara tıkılmalıdırlar… bu sefalet içinde durmadan ağlayıp
sızlayarak bizi Tanrı’ya şikayet etsinler” diyordu. Bu öğütleri Hitler, Goering
ve Himmler dört yüzyıl sonra harfi harfine yerine getirdiler.
Alman tarihinde belki de tek halk isyanı olan 1525
köylü ayaklanması sırasında Luther, prenslere “kudurmuş köpekler” dediği pis,
bayağı köylülere karşı en şiddetli tedbirleri almayı öğütlüyordu. “ (Nazi
İmparatorluğu 1. c., Ağaoğlu yayınevi, İstanbul 1970, s. 376)
Shirer, Alman ulusçuluğunun tohumlarını Luther’in
attığını söyler. Bu nedenle Hitler’in Protestanlığı hiç sevmemesine ve
Protestanlardan uzak durmasına karşın, Protestan kilisesinin Nazizm’i
desteklemesini bu nedene bağlar. Kılıç, Almanca ansiklopedik kaynaklardan olayı
yarım yamalak açıklamak yerine William Shirer’in Türkçeye çevrilmiş kitabını
baştan sona okusa kendisi için çok daha yararlı olurdu.
Doğru düzgün kaynak kullanmayan Kılıç, 1934-37
arasında Türkiye’de yaşanan Yahudi karşıtı eylemleri çözümlemede de yetersiz
kalıyor. Kitapta 1934 Trakya olaylarına değinilmesine karşın olayların
kışkırtıcısı Milli İnkılap dergisi yazarı Cevat Rıfat Atilhan’ın adı bile
geçmiyor. Böylece olaylar aydınlanmıyor. Bu noktada yazarın kaynakçada yer alan
Avner Levi’nin oylumu küçük ama içerik yönünden çok değerli kitabı Türkiye Cumhuriyeti’nde Yahudiler (İletişim
Yayınları 1996) kitabı okumadığı anlaşılıyor. Çünkü Levi, söz konusu kitabında
Türkiye Yahudileri üzerinde oynanan oyunlarda Cevat Rıfat’ın rolünü çok açık
bir biçimde vurgular. Cevat Rıfat Atilhan, 1934 yılında Almanya’ya gidip orada
ünlü Nazi avcısı Julius Streiher ile görüşür. William Shirer’in “Naziler
arasında en aşağılık tiplerden” olarak tanımladığı Streicher’in çıkardığı Der
Strümer dergisinde “Djev” takma adı ile yazılar yazar. Dergi bir sayısında
kapağa Cevat Rıfat’ın görüntüsünü kor. Cevat Rıfat, Almanlardan yüklüce para
sızdırır. Der Stürmer’de çıkan Yahudi karşıtı utanç verici çirkin
karikatürlerin klişelerini alıp Türkiye’ye döner. Bunları Türkiye’de çıkardığı Milli
İnkılap’ta değerlendirir. Trakya olaylarının patlamasında ve Türkiye’de Yahudi
karşıtlığında dergi önemli rol oynar.
Milli Inkılap dergisini hafifçe değinen Kılıç, olayın
boyutlarını yorumlamada yetersiz kalıyor. Ayrıca yazar, Türkiye’de 1934-37
arasında gelişen Yahudi karşıtlığı olayları ile; İsmet Paşa’nın 7 Ağustos
1940’ta Yunus Nadi’yi “Ticari maksatlar uğruna siyasi yazılar yazılmasına
müsaade edemem” diye azarlamasını birleştiriyor. İsmet Paşa’nın bu sözleri
Cumhuriyet gazetesinde Yahudi karşıtı yazılar çıkması nedeniyle söylediğini
sanıyor. Oysa yazar en kolayından Bury Rubin’in İstanbul Entrikaları (Milliyet Yayınları İstanbul 1977) kitabını
okusaydı, 1937’de kapanan bir olayla, 1940’ta geçen bir olayı birleştirmezdi.
Rubin kitabında olayın boyutlarını şöyle anlatır:
“Von Papen, en etkili gazete yayımcılarından biri olan
ve Cumhuriyet’in toparlak yüzlü sahibi Yunus Nadi’ye yanaştı. Kendisi aynı
zamanda milletvekiliydi ve arazilere, madenlere, çiftliklere sahipti. Alman
hükümeti özel ticari ayrıcalıklar tanıyarak Nadi’yi daha da zenginleştirdi.
Alman göçmenler ve müttefik diplomatlar kendisini “Yunus Nazi” diye
adlandırıyordu. (…) 30 Temmuzda Nadi’nin oğlu olan yazı işleri müdürünce kaleme
alınan bir başyazıya yer verdi “Alman gücü Avrupa’da hüküm sürüyor. Avrupa
devletleri bu gerçeği görmeli ve yollarını buna göre seçmelidir” (…)
Birkaç gün sonra Nadi, Ankara Garı’nda İnönü ile
karşılaştı. Nadi “merhaba” der demez, İnönü kızgın ve yüksek bir sesle sözünü
kesip “Alman parası aldığına dair duyduklarım nedir? Neden milli siyasetimize
karşı çıkıyorsun? Böyle giderse seni partiden ihracı düşünmemiz lazım” dedi.” (İstanbul
Entrikaları, Milliyet Yayınları1997, s. 58)
Görüldüğü gibi, Yunus Nadi’ ile İsmet Paşa arasında
geçer olayın nedeni gazetenin genel yayın izlencesidir. Bu genel izlence
gazetenin birkaç hafta kapatılmasına da neden olmuştur.
Gariptir, Sezen Kılıç, Struma Vapuru olayına hiç
değinmiyor. Bu durum araştırmacın dönemin yayın organları da yeterince
taramadığı kuşkusunu doğuruyor. En
azında Çetin Yetkin’in Struma Batılıların Kirli Yüzü (Otopsi y., 2008)
görebilirdi. Bary Rubin’in İstanbul Entrikaları kitabını okusaydı oradan yola
çıkarak daha pek yaşanan pek çok olayı belirleyebilirdi.
Bu türden sayısız önemli kaynağı görmeden yapılan bir
doktora çalışması nasıl kabul edilir? Böylesi bir çalışma Atatürk’ün kurduğu Türk
Tarih Kurumu’nca doğru dürüst denetlenmeksizin nasıl sıcağı sıcağına basılır? Bir
tarih profesörü nasıl bilmediği bir konuda tez yönetir? Türk araştırmacılar
neden Batılı araştırmacıların okuru düzeyini tutturamazlar?
Üniversitelerimiz ve bilim gerçeğimiz yazık ki, bu
nasıl ve neden soruları ile doludur. Kes yapıştır yöntemi ile kotarılmış doktoralar,
evödevi çalışmaları ile şişirilmiş doçentlik ve profesörlük dosyaları ile unvanlar
dağıtılmaktadır.
Üniversite ve bilim geleneğimizi bir yana bırakıp
yeniden kitaba dönelim.
Araştırmacı Alman gizli yazışmalarında geçen Nazi
yandaşı birtakım adları vermesine karşın, Promete örgütünün adını dahi anmıyor.
Sözde incelediği Alman arşivlerinde örgütün gerçek yapısı ve kimliği üzerine
doyurucu bilgi vermiyor. Yazar, Almanca arşivlerde gezinecek (arşivlere doğru
düzgün baktığı da kuşkulu ya, neyse!) yerde, Burhan Oğuz’un Yaşadıklarım
Dinlediklerim adlı anılarına göz atsaydı daha verimli olurdu. Çünkü Burhan
Oğuz, İkinci Dünya savaşı başlarında oluşan Promete örgütünün canlı tanığı konumundadır.
Burhan Oğuz o sıralarda Enver Paşa’nın küçük kardeşi Nuri Paşa’nın Sütlüce’deki
silah fabrikasında çalışıyor. Bir anlamda Promete örgütünün karargahı
konumundaki fabrikaya sürekli örgüt üyeleri geliyor. Burhan Oğuz bunların
konuşmalarına, etkinliklerine tanık oluyor. Alman belgelerinde adları geçen
Şükrü Yenibahçe, Burhan Oğuz’un üvey babası. Bu nedenle günümüze değin pek
aydınlanamayan Promete örgütü üzerine en sıcak bilgiler Burhan Oğuz’un
anılarında bulunuyor. Araştırmacı Sezen Kılıç ise, Promete örgütünü açıklamak
bir yana, kitabında geçen örgüt üyelerini bile tanıtmıyor. O belgelerde geçen
Ahmet Cafer/ Ahmet Caferoğlu adları kargaşasına açıklama gereğini duymuyor.
Olayın özü şu:
Promete Örgütü’nü ilkin Mareşal Pilsudski Polonya’da
kuruluyor. Slav kökenli Bolşevik karşıtlığı üzerine kurulmuş CIA türünden faşist
örgüt, Polonya düşünce genel karargahını İsviçre’ye kaydırıyor. Bu arada örgüt
ikiye bölünüyor. Sikorski kanadı Londra’ya yerleşiyor. Faşist kanat İsviçre’de
konuşlanıyor. Azerbaycan eski Cumhurbaşkanı Mehmet Emin Resulzade ile Profesör
Zeki Velidi Togan Avrupa’daki sürgünlük dönemlerinde örgütün Rus düşmanlığı
üzerine kurulmuş Faşist kanadı ile tanışıyorlar. Mehmet Emin Resulzade örgütten
yüklüce para koparıyor. Savaş sırasında ikisi de Türkiye’ye dönüyor.
Türkiye’de, Almanlara destek olacak örgütü oluşturuyorlar. Von Papen Berlin’e
yazdığı gizli belgelerde örgüt üyesi olarak Enver Paşa’nın küçük kardeşi Nuri
Paşa, Emekli General Hüseyin Hüsnü Erkilet, Mirza Bala, Cafer Ahmet, Şükrü Enis
Yenibahçe, Büyükelçi Hüsrev Gerede, Büyükelçi Memduh Şevket Esendal, Müstecip
Ülküsal, Prof. İdris, Prof. İzzet, (yazık ki kimliği verilmiyor) adları
veriliyor.
Burhan Oğuz’dan şimdiye kadar pek bilinmeyen Promete
örgütü üzerine canlı bilgiler ediniyoruz. Mehmet Emin Resulzade 1939’da Promete
örgütü ile ilişkiye giriyor. Pilsudski fonundan aldığı destek akça ile yaşıyor.
1940’da Londra’da sığınmacı Polonya Hükümet başkanı Sikorski’nin yanına
gidiyor. Bir süre öbür Polanyalı sığınmacılarla Bükreş’te oturuyor. Bu yüzden
olsa gerek Von Papen’ın 1941 Ağustosunda Berlin’e yazdığı gizli belgelerde
“güvenilmez” olarak niteliyor ve Promete örgütünün öbür üyeleri için Almanya’ya
son dönemde düşmanca yaklaştıklarını bildiriyor.
Nuri Paşa, örgütün askeri kanadından fanatik bir kişi
olarak geçiyor. Alman faşizminin yayılması ile Enver Paşa’nın bıraktığı Türk
bayrağını kapmış bekliyor. Adamlarından Türkistanlı Yusuf Kıpçak’a para vererek
İran içlerine yolluyor.
Her yıl Leipzig Fuarına gidiyor. Nazi yöneticileri ile
görüşüyor. Onlara destek sözleri veriyor. Bir defasında Nazi kuramcılarından
Hitler’in ilk akıl hocası düzmece filozof Alfred Rosenberg, şatosunun
bahçesinde bastonuna dayanarak Nuri Paşa’yı “Bizim sizin yardımınıza
ihtiyacımız yok” diye azarlıyor. Bunun üzerine Nuri Paşa büyük hayal
kırıklığına uğramasına karşın Alman yandaşlığından dönmüyor. Paşa, Almanların
Londra’ya en ağır hava saldırını gerçekleştirdikleri 11 Temmuz 1943 günü Moda
Deniz kulübünden İpar kotrasını kiralıyor. Hüseyin Hüsnü Erkilet metresi Yıldız
Hanım’la kotraya davetli geliyor. Nuri Paşa, Londra’nın yok olmasına seviniyor.
Von Papen’ın yazışmalarında Ahmed Cafer (Ahmed Said
Cafer de denir). “Hiçbir şekilde güvenilecek bir insan değildir. Aynı zamanda.
Hükümetin casusudur. Hala General Sikorski’nin Londra’daki Prometheus
teşkilatıyla ilişkileri olduğu söylenir. Türkolog olarak Ahmet Caferoğlu adiyle
tanınır” biçiminde açıklanıyor. (Gizli Belgeler, May y. İstanbul 1968, s. 37)
“Ahmed Said Cafer de denir” açıklaması bir kuşku
doğruyor. Çünkü, o dönemde aynı çevre içinde Seyidahmet Cafer Kırımer de
bulunuyor. Söz konusu kişi Ahmet Caferoğlu gibi anlatılmasına karşın, Kırımer’le
karıştırılmışa benziyor. Niyazi Berkes anılarında, uzun uzun örgütü anlatırken,
Ahmet Caferoğlu’nun Promete ile ilişkisini saklamadığını söylüyor (Unutulan
Yıllar, s. 171). Sezen Kılıç da bu kişinin Ahmet Caferoğlu olduğunu söyleyip
geçiyor. Alman Arşivlerine giren Kılıç, her nedense örgütün sağlam bir çizimini
de vermiyor. Oysa örgüt üyelerinin bu adlar dışında kalabalık bir liste
oluşturduğu biliniyor. Bu adlar ve örgüt Burhan Oğuz’da daha belirgin biçimde
veriliyor. Cevat Rıfat Atilhan ile Sait Şamilbeyoğlu’nun da örgüt içinde
oldukları açık seçik anlaşılıyor. Sait Şamilbeyoğlu’nu Almanlar Berlin’de
ağırlıyorlar. Şamilbeyeoğlu, Kafkas Cumhurbaşkanlığı düşleri içinde geziniyor.
Sezer Kılıç, Burhan Oğuz’un yukarıda adını verdiğimiz
bu kitaplarından yararlanmadığı için, bir dizi olayın gerçek nedenini
göstermede yetersiz kalıyor. Söz gelimi, Emekli general Ali İhsan Sabis’in
tutuklanması olayını, Ali İhsan Sabis’in devleti tehdit eden telyazılarına
bağlıyor. Sabis’in tutuklanma gerekçesi bu olsa bile, asıl nedenin Sabis’in Promete
örgütü ile olan ilişkileri olduğunu bilmiyor. Olayın tümünü Burhan Oğuz tüm
çıplaklığı ile şöyle anlatıyor:
Almanlar Bulgaristan’a girdikten sonra Türkiye’deki
Alman yandaşları ve Promete örgütü her an Almanların Türkiye’ye girmesini
bekliyor. Bu beklenti içinde Promete örgütünden içinde yeni bir cunta
beliriyor. 1941 yılında Emekli Generaller Hüseyin Hüsnü Erkilet ile Ali İhsan
Sabis ve Münir Mustafa bir örgüt kuruyorlar. Cunta, Alman desteği ile darbe
yapıp iktidara gelmeyi planlıyor. Bu arada her nedense Erkilet Paşa’nın ayranı
kabarıyor “Bu iş Türkiye’nin iç sorunudur. Bunu kendi gücümüzle başarmalıyız”
diye karşı çıkıyor. Bu olay ardından Ali İhsan Sabis tutuklanıyor. Arkadaşları
Mümin Mustafa’nın istihbarata bilgi sızdırdığından kuşkulanıyorlar.
Bu olayın bütününü başka kaynaklardaki parçalarla
tamamlayabiliyoruz. Türkiye’de Nazi yanlısı darbe girişimine Alman kazıbilimci
Prof. von der Osten’ın katılmış olduğu anlaşılıyor.
Hans Hening von der Osten, Türkiye’ye sığınmacı olarak
gelen öğretim üyelerinden değil. İlk olarak 1933 yılında Türkiye’ye geliyor.
Atatürk’ün isteği ile Alişar kazılarını yönetiyor. 1936-39 yıllarında Dil ve
Tarih Coğrafya Fakültesi’nde hocalık yapıyor. Kazılar sırasında Osten’a yardımcı
olan Nuri adlı biri var. Bu kişi Bağlarbaşı’ndaki evinin bahçesindeki ceviz
ağaçları üzerine anten gerip bir telsiz düzeneği kuruyor. Buradan Almanlara bilgi ulaştırıyor. Bir gün
bir güvercin sürüsü bahçedeki arpa tanelerini yemek için ağacın üzerine
üşüşünce antenleri yerinden oynatıyor. Nuri evden çıkıp küfrederek güvercinleri
kovalıyor. Bu sırada yakayı ele veriyor. Daha sonra Nuri bu olayı “Almanlar Ege
Adaları yerine, Yunanistan üzerinden Türkiye’ye gelselerdi, bizim iktidar
hazırdı. Erkilet Paşa Alman cephesinden döndükten sonra gizli toplantıda “Almanlar
girdiği an bizim hükümetimiz devrede olacak’ dedi. Fakat olmadı işte. Almanlar
yanlış yol izledi. Mısır’da El Amaneyn, Rusya’da Stalingrad, bozgunları
başladı. Biz de bu güvercinler yüzünden o yılı hapiste geçirdik” diye anlatıyor. (Mehmet Kemal, Sürgün Alayı, Soyut Yayınları, Ankara 1974, s. 212).
Bu arada Sezen Kılıç’ın araştırmasında ilginç bir ad
geçiyor: Herbert Melzig (s.158. Pek çok ad gibi bu ad da dizinde gözükmüyor). Sezen
Kılıç, Tan gazetesinin Türkiye’yi ele geçirmeye yönelik planını yayınladığını
söylüyor. Bu planı daha sonra Herbert Melzig, Yakın Şark’ta Alman Propagandası Hakkında Bir Muhtıra adı ile
yayınlıyor. Bu noktada Sezen Kılıç, yazının ya da kitabın içeriği ve yayınlayan
Herbert Melzig üzerine bilgi vermiyor. Oysa 1939’da Türkiye’ye gelen ve Alman
öğretim üyeleri üzerinde rapor hazırlayan Scurla ve sığınmacı Prof. Dr.
Neumark’ın ağız birliği etmiş gibi bu kişi hakkında çok olumsuz söz ediyorlar.
Scurla, Alman çıkarları için tam bir baş ağrısı olarak tanımlıyor ve bir döviz
sorunu yüzünden Alman Propaganda bakanlığından atıldığını bildirdikten sonra
Türkiye üzerine çok yüzeysel, Türkiye’ye bol bol yağ çeken bir kitap yazıp
Berlin Türk elçiliği aracılığı ile DTCF’ye kapağı attığını yazıyor. Scurla Raporuna göre Melzig Ankara’da
gırtlağına kadar borca batmıştır. Beş çocuklu ailesi yürekler acısı bir yaşam
sürmektedir. (Faruk Şen, Ayyıldız
Altında Sürgün, Günizi y., İstanbul 2008, s. 84)
Neumark’da bu rapora karşı yazdığı eleştirel notlarda
“insanın hayret diyesi geliyor Scurla’nın H. Melzig hakkında söyledikleri
doğrudur. Bu kişi sahiden ahlak açısında tereddüt uyandırıcı birtakım
entrikalarla ve Atatürk üzerine yazdığı bilimsel ve tarihi olmaktan çok duygu
sömürüsü olan bir kitapla Türklere yağ çekmeyi becermiştir” diye bu yargıyı
pekiştiriyor. (Faruk Şen, y. a.g. k., s. 138)
Birbirine taban tabana zıt iki kişinin ortak bir
kanıda birleşmesi Tan gazetesinin bu Yakın
Şark’ta Alman Propagandası Hakkında Bir Muhtıra yazısına kuşkular
doğuruyor. 2 Ekim 1939 tarihinde savaşın daha başlangıcında gazetenin Melzig
aracılığıyla böylesine gizli bir raporu ele geçirmesi pek inandırıcı
gözükmüyor. Büyük olasılıkla bu rapor güvenilmez, tutarsız bir kişi olarak
belirtilen Herbert Melzig’in uydurmasıdır. Çünkü Neumark, Herbert Melzig’in
doktora kaydının da Berlin Üniversitesinde bulunmadığına dikkat çekiyor. Melzig’in
adı ile 1943 yılında Kanaat Kitabevi yayınları arasında çıkan İsmet İnönü
Millet ve İnsaniyet kitabının kapağında karşılaşıyoruz. İsmet Paşa’nın
konuşmalarından oluşan bu kitabın kapağında Prof. Dr. Herbert Melzig İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Profesörlerinden” açıklaması ile geçiyor. Oysa
Herbert Melzig, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde okutmandır. Melzig’in
yayınevini de dolandırdığı anlaşılıyor. Daha sonra Melzig, 1948’de
Sığınmacılara Yardım Örgütü (IRRS) nü dolandırarak Türkiye defterini kapıyor.
Ailesi için verilen biletleri satıp karısı ve beş çocuğunu Türkiye’de bırakarak
Almanya’ya dönüyor. Faruk Şen, Ayyıldız Altına Sürgün (Günizi y.
İstanbul 2008, s. 197).
[Söz sırası gelmişken, Faruk Şen’in Günizi yayınları
arasında 2008’de yayınlanan bu kitabı üzerinde biraz durmak istiyoruz.
Scurla’nın Alman Devlet arşivlerinde bulunan bu raporunu, ayrıntılı
açıklamalarla Cristiana Hoss yayına hazırlamış. Sürgün Yolları bölümünde söz
konusu sığınmacıların kimliklerini ve kısa yaşam öykülerini vermiş. 316 sayfayı
bulan kitabı Fatma Artunkal Türkçeye çevirmiş. Faruk Şen’in iki sayfalık önsöz
ve üç sayfalık “Günümüz Türkiye’sinde Üniversiteler” adlı yazısı dışında bir
emeği bir katkısı bulunmamasına karşın, bütün kitabı kendi yazmış gibi adını
koymuş. Batı bilim geleneğinde bu tür yayınlarda yayıncının adı kitabın iç
sayfasında “yayınlayan” açıklaması ile verilir. İşin garip yanı Faruk Şen
Cristian Hoss’ta geçmeyen Türklerin kimliklerini açıklamak zahmetine de
girmemiş. En azından kitapta geçen Faik Kurdoğlu, Muhlis Erkmen, Ömer Çağlar,
Asım Arar, Engin Bagda, Bedia Bağda, Cemil Birsel, Cevat (Dursunoğlu), Nuran
Gökhan, Hadi (İhsan Gediz), Rüştü,
Sinan, Prof. Sureyya, Vanioğlu, Hasan Ali Yücel, Salih Zeki’nin kim olduklarını
açıklayabilir, böylece bir katkısı olurdu. Yıllarını Avrupa’da geçiren Faruk
Şen gibi birinin bu kuralı bilmemesi düşünülemez. Ama yine de kitabın kapağına
kocaman harflerle adını koymaktan kaçınmamıştır.]
Sezen Kılıç, basında yer alan kimi olayları ise hiç
görmemiş. Sözgelimi İstanbul konsolosluğundan Erich Vermehren ile eşini Kontes
Plettenburg ve William Hamburgerlerin kaçışları, bunlarla ilgili yorumlar
kitapta yer almıyor. Kaynakçada yer alan Ahmet Emin Yalman’ın Yakın Tarihte Gördüklerim Geçirdiklerim
kitabının 1228-34. sayfalarını okusaydı, bu olayın 10 Şubat 1944 günkü
gazetelerde yer aldığını görürdü.
Yazımızın başında bu tür çalışmaların kolaylıklarına
ve zorluklarına değinmiştik. Bilimsel titizlik olmadığı sürece en kolay
konularda bile ne gibi yanlışlar yapılacağını göstermesi açısından Türk Basını’nda
Hitler Almanya’sı ilginç bir çalışma. Son dönemler bu tür çalışmaların
çoğaldığını görüyoruz. İlk baskısı Tarih Vakfınca yapılan 6-7 Eylül Olayları
kitabını okurken de aynı sıkıntıları yaşamıştım. O kitaba da bir eleştiri
yazmayı düşündümse de zaman bulamadım. Bu eleştiriyi genç araştırmacılara uyarıcı
olur düşüncesiyle yazıyı yazarken, asıl üzüldüğüm yan, doktora yöneticisinin ve
jürinin çalışmayı okumaması. Hele üç kişilik Tarih Kurumu denetleyicilerinin
bir kez bile kaynakça, dizin, -kitaba konmayan adlar sözlüğü- gibi eksik ve
yanlışlara bakmadan böyle bir çalışmanın basımına izin vermeleri. Kitabın
neresine dokunsam, parmaklarım geçiyor. Böylesi bir çalışmayı eleştirmek için
tarihçi olmaya gerek yok, sıradan bir okur bu yanlışları görebiliyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder