Yayında Olan Eserlerim

16 Eylül 2017 Cumartesi

Türk Basınında Hitler Almanya’sı

Türk Basınında Hitler Almanya’sı
Fuat Bozkurt


Yaşanan olaylar genelde tarihsel bakımdan elli yıl sonra değerlendirilir. Bu, olayın ardından belge ve anıların ortaya çıkması ve elverdiğince nesneliğin yakalanması açısından gerekli bir süreçtir.  Bu bakış açısı ile günümüzde yakın tarihimiz araştırılmaya başlandı. Artık 50’li, 60’lı yılları da ele alıyor tarihçilerimiz. Yakın dönem tarihçiliği, Osmanlıca bilgisini öne çıkarmıyor. Bilgiağı aracılığı ile anında sayısız bilgi edinme olanağı bulunuyor.  Pek çok yayına kolayca ulaşılabiliyor. Oldukça kolay araştırmacının, tarihçinin işi.
Ne ki, kolay gözüktüğünce zor bir uğraş. Olanaklar kolaylık ölçüsünde araştırmacıya belli güçlükler de getiriyor. Sayısız belge ve kaynağın bulunduğu bir ortamda araştırmacının bunlar içinde boğulması söz konusu oluyor. Araştırmacının öncelikle kaynakları arayıp bulması, bunları bir elekten geçirmesi, sağlam, güvenilir kaynaklarla işe koyulması gerekiyor.
Son yıllarda yakın tarihimiz üzerine yapılan bir çalışmayı tarihçinin bu yöntemleri bileceği inancı ile okumaya başladım. Araştırma 2009’da doktora çalışması olarak yapılmış ve büyük olasılıkla konusunun önemi nedeniyle -pek çok kitabın basım sırası beklediği Türk Tarih Kurumu’nda- öne çekilerek 2010 yılında yayınlamış. Araştırmacı Sezen Kılıç, Alman Dili ve Edebiyatı eğitimi görmüş, ardından tarih konusuna yönelip yüksek lisansını “Türkiye’de Alman Okulları (1852-1945) üzerine yapmış. Ardından da bu yazımızda irdeleyeceğimiz “Türk Basını’nda Hitler Almanya’sı” başlığı taşıyan tezini hazırlayıp bilim doktoru sanı kazanmış. Araştırmacının Almanca dili ve edebiyatı eğitiminden gelmesi, Almanca kaynakları okuması ve değerlendirmesi bakımından böyle bir çalışma için üstünlük sayılmalı. Yeni yazı ile belgelenmiş bir dönemi ele alma da kolay olmalı.
Tüm bu olumlu duruma karşın, araştırmayı okurken, tarihçi olmamama karşın sayısız eksik ve yanlışla karşılaştım. Öncelikle kitabın kapağında “Türk Basını’nında” yazımı bir şaşkınlığa uğrattı beni. Araştırmacının hangi mantıkla Türk Basını sözünü ayırdığını ve araştırmayı inceleyen Türk Tarih Kurumu uzmanlarının –bunların ikisi büyük unvanlı profesör Prof. Dr. Reşat Genç, Prof. Dr. İzzet Toprak, Yard. Doç. Dr. Yasemin Doğaner- ‘in hangi mantıkla bu yazımı benimsediklerini anlamakta zorlandım. Özel bir ad olmadığına göre, dönemin önemi vurgulanmak için mi üstten kesme ile ayırmışlar, buna ne gerek var, kestiremedim.
Bu küçük yazım yanlışını bir yana bırakıp içeriğe geçelim. Bilimsel araştırmaların yumuşak karnı, kaynakça ve kaynak kullanımıdır. Böyle bir araştırmayı yürüten doktora yöneticisinin ve sonrasında elekten geçiren doktora kurulunun en çok dikkat göstermesi gereken noktalardan biri bu bölümdür. Basımına izin veren kişilerin de bunlara özen göstermeleri gerekir. Ne yazık ki, üç-dört aşamalı denetimde geçen böyle bir çalışmada ilk dikkat çeken kaynakça savrukluğu ve bilimsel yöntem yokluğu oluyor. Araştırmacı kaynakçayı, çalışmayı yapıp bitirdikten sonra, önüne gelen birkaç kitabı yazarak başından atmışa benziyor. 1933-1945 yıllarını kapsayan bir çalışmanın kaynakçasına 16. yüzyılda Kanuni döneminde yaşamış, Busbecq’in Türkiye Mektupları’nın alınması, araştırmacının bu kitabın kapağını açmadığını gösteriyor. Busbecq’i kaynakçaya alan araştırmacı, en önemli kaynakları bilmiyor. Bu kaynakları bilmemek ve kitapta kullanamamak da çalışmayı yalınkat, sıradan bir kitap konumuna sokuyor. Böyle bir araştırma için olmazsa olmaz bir kaynak olan 1939-1945 arası Almanya’nın Türkiye Büyükelçisi Franz von Papen’ın anılarından (Türkiye’yi yakından ilgilendiren bu anılar yazık ki henüz Türkçeye çevrilmedi) Der Wahrheit eine Gasse (1952)’den habersiz gözüküyor. Alman Dili Edebiyatı bölümünü bitiren ve Almanca bilgisi nedeniyle kendisine böyle bir çalışma konusu verilen birinin bu kitabı bilmemesini bir yana bırakalım, kendisinde bu konuda doktora yönetme gücünü bulan bir Profesör bu kitabın eksikliğini nasıl görmüyor?
Şimdi denebilir ki, “bu doktoranın konusu Türk basınında Hitler Almanya’sı. Yalnız basınla ilgili çalışmalar dikkate alındı.”
Yalnız gazete sayfalarından çıkarak yapılacak bir çalışmayı, lise öğrencisi bile başarabilir. Böyle bir doktoranın dönemi yansıtan bir ayna olması gerekir.
Kitap baştan sona irdelendiğinde ne kaynakların doğru düzgün okunduğu, ne de düzeltildiği anlaşılıyor. Söz gelimi, çalışmada kullanılan dergi, gazete ve yazarlar üzerine en küçük bilgi verilmiyor. Seyrek olarak adı bilinen –söz gelimi Ziyad Ebüzziya (s.50), Zekeriya Sertel (s.59) gibi- birkaç yazar kısa olarak dipnotlarda açıklanıyor. (Gerçekte bunların kitabın sonunda bir sözlükte verilmesi gerekirdi, zaten Kılıç, bu açıklamaları aklına geldiğinde vermiş. Kimileri yazarın adı geçtikten sayfalarca sonra anlatılmış) Ama birtakım yazarların kim olduğu eğilimleri üzerine en küçük bilgi bulunmuyor. Pek çoğu günümüzde bilinmeyen Mustafa Nermi, M. Enes, İsmail Müştak Mayokan, İhsan Yıldırım, Aka Gündüz, Ömer Rıza Doğrul, Ekrem Rıza, Ahmet Şükrü, Sadri Etem gibi gazetecilerin kim oldukları belli değil. Araştırmacını Tan Gazetesinde “Adsız Yazıcı” takma adı ile yazan Nazım Hikmet’i bilmemesi ise, bir kez bile Nazım Hikmet’in toplu eserlerine göz atmadığını gösteriyor.
Kaynakçada gösterilen gazete de dergiler için de aynı durum söz konusu. Çalışmada adı geçen Milli İnkılap, Ulusal Birlik gibi birtakım yayın organları ne kaynakçada veriliyor, ne de dizinde geçiyor. Zaten dizin baştan sona bir yıkım. Sayısız ad dizinde bulunmuyor. Yalnızca birkaç örnek: Ali Kami Akyüz, Tekin Alp, Hüsamettin Bozok, Abidin Daver, Muharrem Feyzi, Herbert Melzig, Kazım Özalp, Necmettin Sadak, Trakya, İhsan Yıldırım adları dizinde yer almıyor.
Böylesine yakın dönem üzerinde çalışan bir araştırmacı Burhan Oğuz’un Yaşadıklarım Dinlediklerim Tarih ve Toplumsal Anılar (Simurg y., İstanbul 2000) adlı anılarını yanında Yüzyıllar Boyunca Alman Gerçeği ve Türkler (2. Basım, İstanbul 2007) Faşizm, Alman Kimliği Türkiye İle İlişkiler (İstanbul 2000) kitaplarını duymamış, bilmiyor. Bunlar yanında araştırmacının kaynakçada yer alan kimi kitapların kapağını bile açmadığı anlaşılıyor. Söz gelimi, araştırmacının William Shirer’in üç ciltlik Nazi İmparatorluğu kitabına bir kez bile başvurmadığı görülüyor. (Busbecq’i kaynakçaya alan araştırmacı, Shirer’in Günü Gününe Nazi İmparatorluğu (Cem y, İstanbul 1977 ve Günü Gününe Nazi İmparatorluğunun Sonu (Cem y., İstanbul 1982) adlı iki kitaptan oluşan günlüklerini kaynakçada vermiyor. (Anlaşılan, Nazi İmparatorluğu kitabı ile aynı sanmış)
Kılıç’ın kaynakçada verdiği Nazi İmparatorluğu kullanmadığı kitabının kapağını açmadığı çalışma içindeki konuları yeterince aydınlatamadığından anlıyoruz. Söz gelimi Din Konusu bölümünde (s. 80-84) Almanya’da Yahudi sorunu, Katolik ve Protestan kiliseleri çekişmesinde Nazizmin konumunu anlatırken, açıklayamıyor. Kullandığı Almanca kaynaklara dayanarak, olayı yüzeysel biçimde geçiştiriyor. Oysa Shirer olayı kökenlerini açık ve duru biçimde şöyle açıklar:
“İki şeyi bilmeden Nazilerin ilk yıllarında Alman Protestanlarından çoğunun davranışlarını anlamak zordur; bunlardan biri Protestanlığın tarihi, İkincisi de bu tarihin üzerinde Martin Luther’in etkisidir. Protestanlığın büyük kurucusu hem büyük bir Yahudi düşmanıydı, hem de siyasi otoriteye bağlılığın en ateşli taraftarıydı. Almanya’nın Yahudilerden kurtarılmasını istiyordu. Yahudiler gönderilirken “bütün paralarına, mücevherlerine, gümüşlerine ve altınlarına” el konulmalıydı. Luther, Sinagoglarıyla, okulları ateşe verilmeli, evleri yıkılmalı… ve Çingenler gibi çergilere ya da ahırlara tıkılmalıdırlar… bu sefalet içinde durmadan ağlayıp sızlayarak bizi Tanrı’ya şikayet etsinler” diyordu. Bu öğütleri Hitler, Goering ve Himmler dört yüzyıl sonra harfi harfine yerine getirdiler.
Alman tarihinde belki de tek halk isyanı olan 1525 köylü ayaklanması sırasında Luther, prenslere “kudurmuş köpekler” dediği pis, bayağı köylülere karşı en şiddetli tedbirleri almayı öğütlüyordu. “ (Nazi İmparatorluğu 1. c., Ağaoğlu yayınevi, İstanbul 1970, s. 376)
Shirer, Alman ulusçuluğunun tohumlarını Luther’in attığını söyler. Bu nedenle Hitler’in Protestanlığı hiç sevmemesine ve Protestanlardan uzak durmasına karşın, Protestan kilisesinin Nazizm’i desteklemesini bu nedene bağlar. Kılıç, Almanca ansiklopedik kaynaklardan olayı yarım yamalak açıklamak yerine William Shirer’in Türkçeye çevrilmiş kitabını baştan sona okusa kendisi için çok daha yararlı olurdu.
Doğru düzgün kaynak kullanmayan Kılıç, 1934-37 arasında Türkiye’de yaşanan Yahudi karşıtı eylemleri çözümlemede de yetersiz kalıyor. Kitapta 1934 Trakya olaylarına değinilmesine karşın olayların kışkırtıcısı Milli İnkılap dergisi yazarı Cevat Rıfat Atilhan’ın adı bile geçmiyor. Böylece olaylar aydınlanmıyor. Bu noktada yazarın kaynakçada yer alan Avner Levi’nin oylumu küçük ama içerik yönünden çok değerli kitabı Türkiye Cumhuriyeti’nde Yahudiler (İletişim Yayınları 1996) kitabı okumadığı anlaşılıyor. Çünkü Levi, söz konusu kitabında Türkiye Yahudileri üzerinde oynanan oyunlarda Cevat Rıfat’ın rolünü çok açık bir biçimde vurgular. Cevat Rıfat Atilhan, 1934 yılında Almanya’ya gidip orada ünlü Nazi avcısı Julius Streiher ile görüşür. William Shirer’in “Naziler arasında en aşağılık tiplerden” olarak tanımladığı Streicher’in çıkardığı Der Strümer dergisinde “Djev” takma adı ile yazılar yazar. Dergi bir sayısında kapağa Cevat Rıfat’ın görüntüsünü kor. Cevat Rıfat, Almanlardan yüklüce para sızdırır. Der Stürmer’de çıkan Yahudi karşıtı utanç verici çirkin karikatürlerin klişelerini alıp Türkiye’ye döner. Bunları Türkiye’de çıkardığı Milli İnkılap’ta değerlendirir. Trakya olaylarının patlamasında ve Türkiye’de Yahudi karşıtlığında dergi önemli rol oynar.
Milli Inkılap dergisini hafifçe değinen Kılıç, olayın boyutlarını yorumlamada yetersiz kalıyor. Ayrıca yazar, Türkiye’de 1934-37 arasında gelişen Yahudi karşıtlığı olayları ile; İsmet Paşa’nın 7 Ağustos 1940’ta Yunus Nadi’yi “Ticari maksatlar uğruna siyasi yazılar yazılmasına müsaade edemem” diye azarlamasını birleştiriyor. İsmet Paşa’nın bu sözleri Cumhuriyet gazetesinde Yahudi karşıtı yazılar çıkması nedeniyle söylediğini sanıyor. Oysa yazar en kolayından Bury Rubin’in İstanbul Entrikaları (Milliyet Yayınları İstanbul 1977) kitabını okusaydı, 1937’de kapanan bir olayla, 1940’ta geçen bir olayı birleştirmezdi. Rubin kitabında olayın boyutlarını şöyle anlatır:
“Von Papen, en etkili gazete yayımcılarından biri olan ve Cumhuriyet’in toparlak yüzlü sahibi Yunus Nadi’ye yanaştı. Kendisi aynı zamanda milletvekiliydi ve arazilere, madenlere, çiftliklere sahipti. Alman hükümeti özel ticari ayrıcalıklar tanıyarak Nadi’yi daha da zenginleştirdi. Alman göçmenler ve müttefik diplomatlar kendisini “Yunus Nazi” diye adlandırıyordu. (…) 30 Temmuzda Nadi’nin oğlu olan yazı işleri müdürünce kaleme alınan bir başyazıya yer verdi “Alman gücü Avrupa’da hüküm sürüyor. Avrupa devletleri bu gerçeği görmeli ve yollarını buna göre seçmelidir” (…)
Birkaç gün sonra Nadi, Ankara Garı’nda İnönü ile karşılaştı. Nadi “merhaba” der demez, İnönü kızgın ve yüksek bir sesle sözünü kesip “Alman parası aldığına dair duyduklarım nedir? Neden milli siyasetimize karşı çıkıyorsun? Böyle giderse seni partiden ihracı düşünmemiz lazım” dedi.” (İstanbul Entrikaları, Milliyet Yayınları1997, s. 58)
Görüldüğü gibi, Yunus Nadi’ ile İsmet Paşa arasında geçer olayın nedeni gazetenin genel yayın izlencesidir. Bu genel izlence gazetenin birkaç hafta kapatılmasına da neden olmuştur.
Gariptir, Sezen Kılıç, Struma Vapuru olayına hiç değinmiyor. Bu durum araştırmacın dönemin yayın organları da yeterince taramadığı kuşkusunu doğuruyor.  En azında Çetin Yetkin’in Struma Batılıların Kirli Yüzü (Otopsi y., 2008) görebilirdi. Bary Rubin’in İstanbul Entrikaları kitabını okusaydı oradan yola çıkarak daha pek yaşanan pek çok olayı belirleyebilirdi.
Bu türden sayısız önemli kaynağı görmeden yapılan bir doktora çalışması nasıl kabul edilir? Böylesi bir çalışma Atatürk’ün kurduğu Türk Tarih Kurumu’nca doğru dürüst denetlenmeksizin nasıl sıcağı sıcağına basılır? Bir tarih profesörü nasıl bilmediği bir konuda tez yönetir? Türk araştırmacılar neden Batılı araştırmacıların okuru düzeyini tutturamazlar?
Üniversitelerimiz ve bilim gerçeğimiz yazık ki, bu nasıl ve neden soruları ile doludur. Kes yapıştır yöntemi ile kotarılmış doktoralar, evödevi çalışmaları ile şişirilmiş doçentlik ve profesörlük dosyaları ile unvanlar dağıtılmaktadır.
Üniversite ve bilim geleneğimizi bir yana bırakıp yeniden kitaba dönelim.
Araştırmacı Alman gizli yazışmalarında geçen Nazi yandaşı birtakım adları vermesine karşın, Promete örgütünün adını dahi anmıyor. Sözde incelediği Alman arşivlerinde örgütün gerçek yapısı ve kimliği üzerine doyurucu bilgi vermiyor. Yazar, Almanca arşivlerde gezinecek (arşivlere doğru düzgün baktığı da kuşkulu ya, neyse!) yerde, Burhan Oğuz’un Yaşadıklarım Dinlediklerim adlı anılarına göz atsaydı daha verimli olurdu. Çünkü Burhan Oğuz, İkinci Dünya savaşı başlarında oluşan Promete örgütünün canlı tanığı konumundadır. Burhan Oğuz o sıralarda Enver Paşa’nın küçük kardeşi Nuri Paşa’nın Sütlüce’deki silah fabrikasında çalışıyor. Bir anlamda Promete örgütünün karargahı konumundaki fabrikaya sürekli örgüt üyeleri geliyor. Burhan Oğuz bunların konuşmalarına, etkinliklerine tanık oluyor. Alman belgelerinde adları geçen Şükrü Yenibahçe, Burhan Oğuz’un üvey babası. Bu nedenle günümüze değin pek aydınlanamayan Promete örgütü üzerine en sıcak bilgiler Burhan Oğuz’un anılarında bulunuyor. Araştırmacı Sezen Kılıç ise, Promete örgütünü açıklamak bir yana, kitabında geçen örgüt üyelerini bile tanıtmıyor. O belgelerde geçen Ahmet Cafer/ Ahmet Caferoğlu adları kargaşasına açıklama gereğini duymuyor. Olayın özü şu:
Promete Örgütü’nü ilkin Mareşal Pilsudski Polonya’da kuruluyor. Slav kökenli Bolşevik karşıtlığı üzerine kurulmuş CIA türünden faşist örgüt, Polonya düşünce genel karargahını İsviçre’ye kaydırıyor. Bu arada örgüt ikiye bölünüyor. Sikorski kanadı Londra’ya yerleşiyor. Faşist kanat İsviçre’de konuşlanıyor. Azerbaycan eski Cumhurbaşkanı Mehmet Emin Resulzade ile Profesör Zeki Velidi Togan Avrupa’daki sürgünlük dönemlerinde örgütün Rus düşmanlığı üzerine kurulmuş Faşist kanadı ile tanışıyorlar. Mehmet Emin Resulzade örgütten yüklüce para koparıyor. Savaş sırasında ikisi de Türkiye’ye dönüyor. Türkiye’de, Almanlara destek olacak örgütü oluşturuyorlar. Von Papen Berlin’e yazdığı gizli belgelerde örgüt üyesi olarak Enver Paşa’nın küçük kardeşi Nuri Paşa, Emekli General Hüseyin Hüsnü Erkilet, Mirza Bala, Cafer Ahmet, Şükrü Enis Yenibahçe, Büyükelçi Hüsrev Gerede, Büyükelçi Memduh Şevket Esendal, Müstecip Ülküsal, Prof. İdris, Prof. İzzet, (yazık ki kimliği verilmiyor) adları veriliyor.
Burhan Oğuz’dan şimdiye kadar pek bilinmeyen Promete örgütü üzerine canlı bilgiler ediniyoruz. Mehmet Emin Resulzade 1939’da Promete örgütü ile ilişkiye giriyor. Pilsudski fonundan aldığı destek akça ile yaşıyor. 1940’da Londra’da sığınmacı Polonya Hükümet başkanı Sikorski’nin yanına gidiyor. Bir süre öbür Polanyalı sığınmacılarla Bükreş’te oturuyor. Bu yüzden olsa gerek Von Papen’ın 1941 Ağustosunda Berlin’e yazdığı gizli belgelerde “güvenilmez” olarak niteliyor ve Promete örgütünün öbür üyeleri için Almanya’ya son dönemde düşmanca yaklaştıklarını bildiriyor.
Nuri Paşa, örgütün askeri kanadından fanatik bir kişi olarak geçiyor. Alman faşizminin yayılması ile Enver Paşa’nın bıraktığı Türk bayrağını kapmış bekliyor. Adamlarından Türkistanlı Yusuf Kıpçak’a para vererek İran içlerine yolluyor.
Her yıl Leipzig Fuarına gidiyor. Nazi yöneticileri ile görüşüyor. Onlara destek sözleri veriyor. Bir defasında Nazi kuramcılarından Hitler’in ilk akıl hocası düzmece filozof Alfred Rosenberg, şatosunun bahçesinde bastonuna dayanarak Nuri Paşa’yı “Bizim sizin yardımınıza ihtiyacımız yok” diye azarlıyor. Bunun üzerine Nuri Paşa büyük hayal kırıklığına uğramasına karşın Alman yandaşlığından dönmüyor. Paşa, Almanların Londra’ya en ağır hava saldırını gerçekleştirdikleri 11 Temmuz 1943 günü Moda Deniz kulübünden İpar kotrasını kiralıyor. Hüseyin Hüsnü Erkilet metresi Yıldız Hanım’la kotraya davetli geliyor. Nuri Paşa, Londra’nın yok olmasına seviniyor.
Von Papen’ın yazışmalarında Ahmed Cafer (Ahmed Said Cafer de denir). “Hiçbir şekilde güvenilecek bir insan değildir. Aynı zamanda. Hükümetin casusudur. Hala General Sikorski’nin Londra’daki Prometheus teşkilatıyla ilişkileri olduğu söylenir. Türkolog olarak Ahmet Caferoğlu adiyle tanınır” biçiminde açıklanıyor. (Gizli Belgeler, May y. İstanbul 1968, s. 37)
“Ahmed Said Cafer de denir” açıklaması bir kuşku doğruyor. Çünkü, o dönemde aynı çevre içinde Seyidahmet Cafer Kırımer de bulunuyor. Söz konusu kişi Ahmet Caferoğlu gibi anlatılmasına karşın, Kırımer’le karıştırılmışa benziyor. Niyazi Berkes anılarında, uzun uzun örgütü anlatırken, Ahmet Caferoğlu’nun Promete ile ilişkisini saklamadığını söylüyor (Unutulan Yıllar, s. 171). Sezen Kılıç da bu kişinin Ahmet Caferoğlu olduğunu söyleyip geçiyor. Alman Arşivlerine giren Kılıç, her nedense örgütün sağlam bir çizimini de vermiyor. Oysa örgüt üyelerinin bu adlar dışında kalabalık bir liste oluşturduğu biliniyor. Bu adlar ve örgüt Burhan Oğuz’da daha belirgin biçimde veriliyor. Cevat Rıfat Atilhan ile Sait Şamilbeyoğlu’nun da örgüt içinde oldukları açık seçik anlaşılıyor. Sait Şamilbeyoğlu’nu Almanlar Berlin’de ağırlıyorlar. Şamilbeyeoğlu, Kafkas Cumhurbaşkanlığı düşleri içinde geziniyor.
Sezer Kılıç, Burhan Oğuz’un yukarıda adını verdiğimiz bu kitaplarından yararlanmadığı için, bir dizi olayın gerçek nedenini göstermede yetersiz kalıyor. Söz gelimi, Emekli general Ali İhsan Sabis’in tutuklanması olayını, Ali İhsan Sabis’in devleti tehdit eden telyazılarına bağlıyor. Sabis’in tutuklanma gerekçesi bu olsa bile, asıl nedenin Sabis’in Promete örgütü ile olan ilişkileri olduğunu bilmiyor. Olayın tümünü Burhan Oğuz tüm çıplaklığı ile şöyle anlatıyor:
Almanlar Bulgaristan’a girdikten sonra Türkiye’deki Alman yandaşları ve Promete örgütü her an Almanların Türkiye’ye girmesini bekliyor. Bu beklenti içinde Promete örgütünden içinde yeni bir cunta beliriyor. 1941 yılında Emekli Generaller Hüseyin Hüsnü Erkilet ile Ali İhsan Sabis ve Münir Mustafa bir örgüt kuruyorlar. Cunta, Alman desteği ile darbe yapıp iktidara gelmeyi planlıyor. Bu arada her nedense Erkilet Paşa’nın ayranı kabarıyor “Bu iş Türkiye’nin iç sorunudur. Bunu kendi gücümüzle başarmalıyız” diye karşı çıkıyor. Bu olay ardından Ali İhsan Sabis tutuklanıyor. Arkadaşları Mümin Mustafa’nın istihbarata bilgi sızdırdığından kuşkulanıyorlar.
Bu olayın bütününü başka kaynaklardaki parçalarla tamamlayabiliyoruz. Türkiye’de Nazi yanlısı darbe girişimine Alman kazıbilimci Prof. von der Osten’ın katılmış olduğu anlaşılıyor.
Hans Hening von der Osten, Türkiye’ye sığınmacı olarak gelen öğretim üyelerinden değil. İlk olarak 1933 yılında Türkiye’ye geliyor. Atatürk’ün isteği ile Alişar kazılarını yönetiyor. 1936-39 yıllarında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde hocalık yapıyor. Kazılar sırasında Osten’a yardımcı olan Nuri adlı biri var. Bu kişi Bağlarbaşı’ndaki evinin bahçesindeki ceviz ağaçları üzerine anten gerip bir telsiz düzeneği kuruyor.  Buradan Almanlara bilgi ulaştırıyor. Bir gün bir güvercin sürüsü bahçedeki arpa tanelerini yemek için ağacın üzerine üşüşünce antenleri yerinden oynatıyor. Nuri evden çıkıp küfrederek güvercinleri kovalıyor. Bu sırada yakayı ele veriyor. Daha sonra Nuri bu olayı “Almanlar Ege Adaları yerine, Yunanistan üzerinden Türkiye’ye gelselerdi, bizim iktidar hazırdı. Erkilet Paşa Alman cephesinden döndükten sonra gizli toplantıda “Almanlar girdiği an bizim hükümetimiz devrede olacak’ dedi. Fakat olmadı işte. Almanlar yanlış yol izledi. Mısır’da El Amaneyn, Rusya’da Stalingrad, bozgunları başladı. Biz de bu güvercinler yüzünden o yılı hapiste geçirdik”  diye anlatıyor.  (Mehmet Kemal, Sürgün Alayı, Soyut Yayınları, Ankara 1974, s. 212).
Bu arada Sezen Kılıç’ın araştırmasında ilginç bir ad geçiyor: Herbert Melzig (s.158. Pek çok ad gibi bu ad da dizinde gözükmüyor). Sezen Kılıç, Tan gazetesinin Türkiye’yi ele geçirmeye yönelik planını yayınladığını söylüyor. Bu planı daha sonra Herbert Melzig, Yakın Şark’ta Alman Propagandası Hakkında Bir Muhtıra adı ile yayınlıyor. Bu noktada Sezen Kılıç, yazının ya da kitabın içeriği ve yayınlayan Herbert Melzig üzerine bilgi vermiyor. Oysa 1939’da Türkiye’ye gelen ve Alman öğretim üyeleri üzerinde rapor hazırlayan Scurla ve sığınmacı Prof. Dr. Neumark’ın ağız birliği etmiş gibi bu kişi hakkında çok olumsuz söz ediyorlar. Scurla, Alman çıkarları için tam bir baş ağrısı olarak tanımlıyor ve bir döviz sorunu yüzünden Alman Propaganda bakanlığından atıldığını bildirdikten sonra Türkiye üzerine çok yüzeysel, Türkiye’ye bol bol yağ çeken bir kitap yazıp Berlin Türk elçiliği aracılığı ile DTCF’ye kapağı attığını yazıyor.  Scurla Raporuna göre Melzig Ankara’da gırtlağına kadar borca batmıştır. Beş çocuklu ailesi yürekler acısı bir yaşam sürmektedir. (Faruk Şen, Ayyıldız Altında Sürgün, Günizi y., İstanbul 2008, s. 84)
Neumark’da bu rapora karşı yazdığı eleştirel notlarda “insanın hayret diyesi geliyor Scurla’nın H. Melzig hakkında söyledikleri doğrudur. Bu kişi sahiden ahlak açısında tereddüt uyandırıcı birtakım entrikalarla ve Atatürk üzerine yazdığı bilimsel ve tarihi olmaktan çok duygu sömürüsü olan bir kitapla Türklere yağ çekmeyi becermiştir” diye bu yargıyı pekiştiriyor. (Faruk Şen, y. a.g. k., s. 138)
Birbirine taban tabana zıt iki kişinin ortak bir kanıda birleşmesi Tan gazetesinin bu Yakın Şark’ta Alman Propagandası Hakkında Bir Muhtıra yazısına kuşkular doğuruyor. 2 Ekim 1939 tarihinde savaşın daha başlangıcında gazetenin Melzig aracılığıyla böylesine gizli bir raporu ele geçirmesi pek inandırıcı gözükmüyor. Büyük olasılıkla bu rapor güvenilmez, tutarsız bir kişi olarak belirtilen Herbert Melzig’in uydurmasıdır. Çünkü Neumark, Herbert Melzig’in doktora kaydının da Berlin Üniversitesinde bulunmadığına dikkat çekiyor. Melzig’in adı ile 1943 yılında Kanaat Kitabevi yayınları arasında çıkan İsmet İnönü Millet ve İnsaniyet kitabının kapağında karşılaşıyoruz. İsmet Paşa’nın konuşmalarından oluşan bu kitabın kapağında Prof. Dr. Herbert Melzig İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Profesörlerinden” açıklaması ile geçiyor. Oysa Herbert Melzig, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde okutmandır. Melzig’in yayınevini de dolandırdığı anlaşılıyor. Daha sonra Melzig, 1948’de Sığınmacılara Yardım Örgütü (IRRS) nü dolandırarak Türkiye defterini kapıyor. Ailesi için verilen biletleri satıp karısı ve beş çocuğunu Türkiye’de bırakarak Almanya’ya dönüyor.  Faruk Şen, Ayyıldız Altına Sürgün (Günizi y. İstanbul 2008, s. 197).
[Söz sırası gelmişken, Faruk Şen’in Günizi yayınları arasında 2008’de yayınlanan bu kitabı üzerinde biraz durmak istiyoruz. Scurla’nın Alman Devlet arşivlerinde bulunan bu raporunu, ayrıntılı açıklamalarla Cristiana Hoss yayına hazırlamış. Sürgün Yolları bölümünde söz konusu sığınmacıların kimliklerini ve kısa yaşam öykülerini vermiş. 316 sayfayı bulan kitabı Fatma Artunkal Türkçeye çevirmiş. Faruk Şen’in iki sayfalık önsöz ve üç sayfalık “Günümüz Türkiye’sinde Üniversiteler” adlı yazısı dışında bir emeği bir katkısı bulunmamasına karşın, bütün kitabı kendi yazmış gibi adını koymuş. Batı bilim geleneğinde bu tür yayınlarda yayıncının adı kitabın iç sayfasında “yayınlayan” açıklaması ile verilir. İşin garip yanı Faruk Şen Cristian Hoss’ta geçmeyen Türklerin kimliklerini açıklamak zahmetine de girmemiş. En azından kitapta geçen Faik Kurdoğlu, Muhlis Erkmen, Ömer Çağlar, Asım Arar, Engin Bagda, Bedia Bağda, Cemil Birsel, Cevat (Dursunoğlu), Nuran Gökhan,  Hadi (İhsan Gediz), Rüştü, Sinan, Prof. Sureyya, Vanioğlu, Hasan Ali Yücel, Salih Zeki’nin kim olduklarını açıklayabilir, böylece bir katkısı olurdu. Yıllarını Avrupa’da geçiren Faruk Şen gibi birinin bu kuralı bilmemesi düşünülemez. Ama yine de kitabın kapağına kocaman harflerle adını koymaktan kaçınmamıştır.]
Sezen Kılıç, basında yer alan kimi olayları ise hiç görmemiş. Sözgelimi İstanbul konsolosluğundan Erich Vermehren ile eşini Kontes Plettenburg ve William Hamburgerlerin kaçışları, bunlarla ilgili yorumlar kitapta yer almıyor. Kaynakçada yer alan Ahmet Emin Yalman’ın Yakın Tarihte Gördüklerim Geçirdiklerim kitabının 1228-34. sayfalarını okusaydı, bu olayın 10 Şubat 1944 günkü gazetelerde yer aldığını görürdü.
Yazımızın başında bu tür çalışmaların kolaylıklarına ve zorluklarına değinmiştik. Bilimsel titizlik olmadığı sürece en kolay konularda bile ne gibi yanlışlar yapılacağını göstermesi açısından Türk Basını’nda Hitler Almanya’sı ilginç bir çalışma. Son dönemler bu tür çalışmaların çoğaldığını görüyoruz. İlk baskısı Tarih Vakfınca yapılan 6-7 Eylül Olayları kitabını okurken de aynı sıkıntıları yaşamıştım. O kitaba da bir eleştiri yazmayı düşündümse de zaman bulamadım. Bu eleştiriyi genç araştırmacılara uyarıcı olur düşüncesiyle yazıyı yazarken, asıl üzüldüğüm yan, doktora yöneticisinin ve jürinin çalışmayı okumaması. Hele üç kişilik Tarih Kurumu denetleyicilerinin bir kez bile kaynakça, dizin, -kitaba konmayan adlar sözlüğü- gibi eksik ve yanlışlara bakmadan böyle bir çalışmanın basımına izin vermeleri. Kitabın neresine dokunsam, parmaklarım geçiyor. Böylesi bir çalışmayı eleştirmek için tarihçi olmaya gerek yok, sıradan bir okur bu yanlışları görebiliyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder