Dil - Kimlik İlişkisi
Üzerine
Fuat Bozkurt
Kimi araştırmacılar,
bir ulusun dili ile kimliğinin örtüştüğü görüşündedir. Bu bakımdan Türkçe ile
Türk kimliği arasında kimi koşutluklar gösterilir.
Türk
kültürü üyelerinin ortaklaşa davranışçı dünya görüşü (kollektif kimlik), başka özellikler yanında, tümce yapısında da
gözlemlenir. Türkçede, her tümcede özneyi belirtmek için kişi sözcüğünü
kullanmak gerekmez. Çünkü yapan, kişi ekleri yoluyla da belirtilebilir. “Ben
derse gireceğim” yerine “derse gireceğim” denildiğinde de hiçbir anlam
eksikliği olmadan, derse girecek olanın birinci tekil kişi olduğu belirtilmiş
olur. Bu dil özelliği, Türkçede sık sık “ben” deme gereğini ortadan kaldırır.
Bu yapı, Türk kültürü üyelerinin “ben” demekten sakınmalarına olanak verir. Çünkü,
sürekli “ben” diyen bireyler, ortaklaşa davranışçı kültürlerin genel dünya
görüşünün ifadesi olan “biz” kavramı ile ters düşerler. Türkiye içinde bile
ortaklaşa davranışçılık boyutunda kent kırsal kesim arasında farklılaşma
nedeniyle, köylerde “bizim terzi”, “bizim öğretmen” denirken, kentsel kesimde
artık “benim berber”, “benim terzi “benim ev” sözleri daha sık işitilir. Bu
farklılık ulusal kültür düzeyinde daha açıktır. Alman ve İngiliz dillerinde her
tümcenin başında “ben” denir ve bunlar normal karşılanır. Hatta kimi durumlarda,
söz gelişi etkileşenin kendi deneyimleri ve başarılardan söz ederken, “ben”den
sık yararlanması, onun kendine güvenin ifadesi olarak algılanır. Bireyin kendi
kişisel yeteneklerinden, başarılarından ve niteliklerinden söz etmesi ortaklaşa
davranışçı kültürlerde olumsuz değerlendirilmesine karşı, bireyci kültürlerde
olumsuz görülür.[1]
Nitekim,
Türk toplumunda ortaklaşa kimlik egemendir. Toplum bütünleşmiş birlik ve
beraberlik içindedir. Bütünleşme sözünün tam karşılığı “biz” olamadır.
Biz’likte dirlik, güven, sorumsuzluk, rahat vardır. Türk insanı, “Ben” olmaktan
(birey olmaktan) korkan, kendini benlik ve kişilik yarışına sokmaktan kaçınır.
Tüm benliğini bizlik içinde eritir. “Biz kavramı içinde sayısız “ben”ler
gizlidir.[2]
Birey olma savaşımının güçlük ve birikiminden kopup ”biz”e sığınma Türk
insanını ”ben”e ait tüm sorunlardan uzaklaştırır. İstekler, tutkular doyumlar,
değerler, çıkarlar, dürtüler tepkiler, sevgi ve nefretler “Biz” e yüklenir. Tüm
“benlik” değerleri “Bizlik” içinde eritirlir. Varlığını ve benliğin, yokluk ve
bizlik içinde eriten Türk insanı aile, aşiret, soy, toplum, ulus, cemaat,
örgüt, devlet gibi biçimleriyle bir kollektivzm içinde yok olur. Bu yok olma,
bir zorunluktan çok gönüllü seçim gibidir. Türk insanı tek başına (birey) iken
bile, bir bütün kitle gibi davranır. Bu yüzden Türk insanını bir araya getirmek
zor, ama biraraya getirdikten sonra istenen yere götürmek oldukça kolaydır.[3]
Osmanlı
döneminde ilk Türkçe tümcebilgisi kitabı yazarlarından Kütahyalı Abdurrahman Fevzi Beye göre her dilde eylem kiplerinin
çekimi, o halkın yaratılış ve doğası ile ahlak özelliklerini yansıtır.
Sözgelimi Arapçada bütün eylem çekimleri geçmiş zaman kipi üzerinde yapılır.
Bundan Arapların bakışlarının her zaman geçmişe yönelik olması çıkar.
Türklere
gelince Türklerin dilinde eylemler buyurum kipinden çekilir. Bu nedenle Türkler
her zaman buyurum ve egemenlik altında yaşayan bir ulustur.[4]
Abdurrahman
Fevzi’in bu yargısı, kökende Türk toplum yapısını yansıtan bir özlüsözdür. Şevket
Süreyya Aydemir’in bizim ulusal toplum özelliğimiz olarak tanımladığı
özelliktir. Tarihin akışı, Türklerde bu özelliği geliştirmiştir.
Yüzyıllarboıoyu içinde yaşanan yayla ve ordu yaşamı, Türklerde toplumsal buyrum
ve sıkıdüzen ilkesini herşeyin üstüne çıkarmıştır. Bu toplum özbilincini
(vicdanını) temsil edecek bir otorite bir hakan mı olu, bir şef mi yoksa bir
kurultay mı? İradesini bütün millete egemen kılacak bir makamdır bu. O zaman
oradan gelecek yasalar tüm yaşam düzenini değiştirse bile buunlar, ulusun
ruhunda bir su gibi akarlar.[5]
Batı
toplumlarına göre, Türk toplumunda kişiler arası iletişimde, hitap biçiminde
ayrım bulunur. Batıya özgü seslenme biçiminde üç ilke geçerlidir. Kişiye soy
adı ile seslenilir. Seslenmede bay ya da bayan sözcükleri kullanılır. “Sizli“
tümce kurulur.
Türkçede
“sizli“ kulllanım bulunmasına karşın, günlük konuşmada pek başvurulmaz.
Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanmak istenen “bay“, “bayan“ sözleri
yerleşmemiştir. Bu sözcükler i küçümseyici, iğnelemelerde kullanılır olmuştur.
Bu sözcüklerin yerini resmi konuşmalarda „sayın“ sözü almıştır.
Kentlileşme ve
uluslaşma sürecinin uygar Batı türü seslenme girişimi tüm çabalara karşın
toplumda geniş yayılım bulamamıştır. Sokakta, pazarda, yaşamın tüm alanında,
senli-benli bir konuşma egemendir. Toplumda aşağı konumda olan kişiler için
“efendi“, üst katman kişiler için “bey“ sanı getirme geleneği yerleşmiştir.
Ne var ki,
sokakta, yolda taşıtlarda kişilerin tanımadıkları kişilere amca, dayı, abla, teyze gibi akrabalık adları ile seslenmeleri ayrı
bir çelişkidir. Bir yaya yaklaşan çocuk „amca saat kaç“ diye selenir. Taksiye
binen bir bayan “Kardeşim beni iskeleye götürür müsün?“ der. Genç kadına bir
karpuz uzatan manav, “Yenge bunu al, memnun kalacaksınız“ diye över. Gecenin
geç saatinde yaşlı adamı bekçi “Beybaba, geç oldu“ diye uyarır.
Tüm bu
örnekler “bey“, “hanım“ gibi seslenme seslenişlerin, çok kez akrabalık
yöresinden alınan sözcüklerle yer değiştirdiğini gösterir. Bunlar yanında anne,
ana, nine, dede, abi, hacı, hacı amca, amca, oğul, evlat, nine, dede, kardeş,
birader yanında bir dizi sözcük günlük yaşamımızda hitap sözü olarak
kullanılır.
Alman ve Türk
kültürlerini karşılaştıran Felsefeci Nermi Uygur’a göre bütün bu nitelemelerde,
dostça bir davranış dile gelir. Tüm konuşanları, içten bir birlik, karşılıklı
bir güven ortamı yaratmak amacıyle akrabalık sıcağına bürünen bir anlatım
katıyla birbirine bağlamaya yönelir.[6]
Bize özgü bu
tür seslenmeler içtenlikli, sıcak gözükmesine karşın kent yaşamı için
yadırgatıcıdır. Genelde birbirini tanıyan çevredeki insanların seslenme
biçimidir bu. Bir yazarın da vurguladığı, kişinin tanımadığı kimselere karşı, yakınlık
sözcükleri kullanması içtenlikten değil, köylülükten kaynaklanır. Batı
uygarlığı senli benliliği, yılışıklığı hoş karşılamaz. Bu tür seslenme biçim,
köylü töreleridir. Uygarlık köylerde değil kentlerdedir.[7]
Batı
kültüründe insanlar arasında belli bir uzaklık bulunur. Dil öncesi iletişimde
bir insanın bedence başka bir insana fazla yaklaşması iyi karşılanmaz. Halka
açık taşıtlarda, kent bahçelerinde lokanta ve kahvelerde uyulan bir töredir bu.
Kent yaşantısı
ilkeli insan ilişkisine dayanır. Bireye, zorunlu birliktelik değil, çok
seçenekli iletişim olanağı sunar. Birey beğendiği, güvendiği kişi ile
ilişkisini yürütür. Aynı yöreden, gelmek, aynı ortak değerlere yaslanmak, hatta
aynı ailenin bireyi olmak insan ilişkileri için zorunlu nedenler değildir.
Geleneksel toplumda bireylerin üstlendiği dayanışma, kent toplumunda kurumların
görevidir. Batı bireyi sağlıksız insan ilişkisi yerine, sağlıklı iletişim
kopukluğunu yeğler. Akrabası, yakını ya da hemşehrisi olduğu için, birisiyle
ilişkiyi yürütme gereği duymaz.
Türk
toplumunda ayılmaz bir hemşehrilik bağı vardır. Hemşehrilik bir tür yerel
kimlik olarak algılanır. Kimi kentlere belli özellikler yakıştırılır. Büyük
kentlerde, başka kentlerden gelenlerin dernekleri, kahveleri bulunur. İnsalar
bu çevre içinde kendilerini mutlu hisseder.
Bu yaşantı
biçimi de Batı kültürü ile örtüşmeyen bir kimlik özelliğidir. Aşılmamış yerel
kimlik ve aile kimliği, ulusal kimliği engelleyen etkenlerdendir.
2
Doğa yaşam
biçimini; yaşam biçimi insan ruhunu biçimlendirir. Bu Biçimlenme sonucunda Kişi bilinci sese, söze dönüşür dile yansır. Türk dili,
atlı bozkır yaşamının dile dökülmüş biçimidir. Asya bozkırlarının sonsuz derinliğinde
gök ile yer birleştiği çizgide, batmaya hazırlanan yorgun güneş kızarmıştır.
Bozkır insanı sonsuzda uzak alanlara ulaşmak için zamanla yarış içindedir.
Doludizgin yol alırken, doludizgin düşünür; duygularını, düşüncelerini söze
dökmek ister. Böyle bir ortamda doğat Türkçe. Sözcükler yalın, eylemler
devingen. Düşünceler en az sözle, en kestirme yoldan anlatılmak zorundadır. Kök
sözler en ilkel gereksinimleri karşılayacak sayıdadır. Bu köklerden düşünce evrenini yansıtacak
sözcükler yapılıp düşünce evreninin derinliklerine inilir Buyrum yansıtan anlamı belirsiz bir eylem köküne, kimi küçük
biçimbirimler eklenecek; gereklik, istek gibi kipler oluşturulur, geniş ve
gelecek zamanlar yaratılır. Oysa kökeler gibi ekler de sayılıdır. Çok az kural,
az gereçle sonsuz kullanım olanağı sunan satranç oyunu düzeneğini andıran bir
dilin olanaklarıdır bunlar.. Birbirini tutmayan seslerden dört başı bayındır,
kurallı ses düzeni oluşacak.
Kökler dilin sözcük
yaratımını sağlayan kaynaklardır. Kök daha küçük birimlere ayrıldığında anlamı
bozulur. Kök sözcükler, en ilkel gereksinimleri karşılama gereksinimine dayanır.
Bu yüzden sayıları sınırlıdır. Köklere üretim birimleri eklenir. Böylece yeni
sözcükler türetilir. Türkçenin iki sözcük yaratım olanağından biri eklerle
sözcük yapımıdır. Öbürü ise bileşik sözcükler türetmedir. Eklerle sözcük
yapımı Türkçenin en önemli üretim kaynağıdır.
Kökende dil, ulusal kimliği yansıtan aynayı
anımsatır. Alman düşünür Herder, her
ulusun ruhu kendi dilinde belirir derken bu gerçeği vurgular. 2. Dünya savaşı
yıllarında İstanbul’da Almanca öğretmenliği yapan bir öğretmenin düşünceleri de
dil kimlik ilişkisi açısından ilginç sav içerir. Alman öğretmen Türkçenin
heyecen veren bir dil olduğunu, buna karşılık Almancanın böyle bir heyecanı
tatırmaktan uzak olduğunu söyler. Bu düşüncesini şöyle açıklar: „Türkçede „ben
yarın okula gidiyorum“ dersiniz. Oysa Almancada „ben gidiyorum yarın okula“
denir. Türkçede yapılacak iş ancak tümcenin sonunda anlaşılır. Almanca’da ise
daha tümcenin başında ortaya çıkar, bir merak uyandırmaz. Türkçede eylem
tümcenin sonundadır, oysa Almancada tümcenin başında yer alır.[8]
[1]Asker
Kartarı: Farklılıklarla Yaşam,
Kültürlerarası İletişim, Ürün y, Ankara 2001, s.136.
[4]Abdurrahman
Fevzi’nin Mükyas-ül Lisan ve Kıstas-ül-
Beyan kitabı 1882’de İstanbul’da yayınlanmıştır. Yeni dille kitabın adı
yaklaşık olarak “Dilin Ölçeği, Söylem Ölçütü” biçiminde söylanabilir. Kitap Ali
Ulvi Elöve 1942’de yeni yazı ile ile yayınlamıştır. Kitabın ikinci baskısı
1962’de yapılmıştır. Yapır üzerine Dr. Emrah Adaklı yüksek lisans çalışması
yapmıştır. Abdurrahman Fevzi Beyn Türkçenin yapısını iyi kavradığı
anlaşılmaktadır. İki bölümden oluşan kitabının yalnız birinci bölümünün
yayımlandığı, ikinci bölümünün kayıp olduğu söylenir. Fevzi Beyin bu yargısı,
Hüseyin Kazım Kadri Beyin, Meşrutiyet’ten
Cumhuriyet’e Hatıralarım (İletişim y., İstanbul 1991, s. 211) kitabında
geçer.
[7]Nurullah
Ataç: Günce 2, TDK y., Ankara
1972, s. 554.
[8]
Zeyyat Selimoğlu, Yeni Defterden Eski Deftere, Türkiye İş Bankası Yayınları,İstanbul
1999, s., 41.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder