Yayında Olan Eserlerim

16 Eylül 2017 Cumartesi

Dil - Kimlik İlişkisi

Dil - Kimlik İlişkisi Üzerine
Fuat Bozkurt

Kimi araştırmacılar, bir ulusun dili ile kimliğinin örtüştüğü görüşündedir. Bu bakımdan Türkçe ile Türk kimliği arasında kimi koşutluklar gösterilir.
Türk kültürü üyelerinin ortaklaşa davranışçı dünya görüşü (kollektif kimlik), başka özellikler yanında, tümce yapısında da gözlemlenir. Türkçede, her tümcede özneyi belirtmek için kişi sözcüğünü kullanmak gerekmez. Çünkü yapan, kişi ekleri yoluyla da belirtilebilir. “Ben derse gireceğim” yerine “derse gireceğim” denildiğinde de hiçbir anlam eksikliği olmadan, derse girecek olanın birinci tekil kişi olduğu belirtilmiş olur. Bu dil özelliği, Türkçede sık sık “ben” deme gereğini ortadan kaldırır. Bu yapı, Türk kültürü üyelerinin “ben” demekten sakınmalarına olanak verir. Çünkü, sürekli “ben” diyen bireyler, ortaklaşa davranışçı kültürlerin genel dünya görüşünün ifadesi olan “biz” kavramı ile ters düşerler. Türkiye içinde bile ortaklaşa davranışçılık boyutunda kent kırsal kesim arasında farklılaşma nedeniyle, köylerde “bizim terzi”, “bizim öğretmen” denirken, kentsel kesimde artık “benim berber”, “benim terzi “benim ev” sözleri daha sık işitilir. Bu farklılık ulusal kültür düzeyinde daha açıktır. Alman ve İngiliz dillerinde her tümcenin başında “ben” denir ve bunlar normal karşılanır. Hatta kimi durumlarda, söz gelişi etkileşenin kendi deneyimleri ve başarılardan söz ederken, “ben”den sık yararlanması, onun kendine güvenin ifadesi olarak algılanır. Bireyin kendi kişisel yeteneklerinden, başarılarından ve niteliklerinden söz etmesi ortaklaşa davranışçı kültürlerde olumsuz değerlendirilmesine karşı, bireyci kültürlerde olumsuz görülür.[1]
Nitekim, Türk toplumunda ortaklaşa kimlik egemendir. Toplum bütünleşmiş birlik ve beraberlik içindedir. Bütünleşme sözünün tam karşılığı “biz” olamadır. Biz’likte dirlik, güven, sorumsuzluk, rahat vardır. Türk insanı, “Ben” olmaktan (birey olmaktan) korkan, kendini benlik ve kişilik yarışına sokmaktan kaçınır. Tüm benliğini bizlik içinde eritir. “Biz kavramı içinde sayısız “ben”ler gizlidir.[2] Birey olma savaşımının güçlük ve birikiminden kopup ”biz”e sığınma Türk insanını ”ben”e ait tüm sorunlardan uzaklaştırır. İstekler, tutkular doyumlar, değerler, çıkarlar, dürtüler tepkiler, sevgi ve nefretler “Biz” e yüklenir. Tüm “benlik” değerleri “Bizlik” içinde eritirlir. Varlığını ve benliğin, yokluk ve bizlik içinde eriten Türk insanı aile, aşiret, soy, toplum, ulus, cemaat, örgüt, devlet gibi biçimleriyle bir kollektivzm içinde yok olur. Bu yok olma, bir zorunluktan çok gönüllü seçim gibidir. Türk insanı tek başına (birey) iken bile, bir bütün kitle gibi davranır. Bu yüzden Türk insanını bir araya getirmek zor, ama biraraya getirdikten sonra istenen yere götürmek oldukça kolaydır.[3]
Osmanlı döneminde ilk Türkçe tümcebilgisi kitabı yazarlarından Kütahyalı Abdurrahman Fevzi Beye göre her dilde eylem kiplerinin çekimi, o halkın yaratılış ve doğası ile ahlak özelliklerini yansıtır. Sözgelimi Arapçada bütün eylem çekimleri geçmiş zaman kipi üzerinde yapılır. Bundan Arapların bakışlarının her zaman geçmişe yönelik olması çıkar.
Türklere gelince Türklerin dilinde eylemler buyurum kipinden çekilir. Bu nedenle Türkler her zaman buyurum ve egemenlik altında yaşayan bir ulustur.[4]
Abdurrahman Fevzi’in bu yargısı, kökende Türk toplum yapısını yansıtan bir özlüsözdür. Şevket Süreyya Aydemir’in bizim ulusal toplum özelliğimiz olarak tanımladığı özelliktir. Tarihin akışı, Türklerde bu özelliği geliştirmiştir. Yüzyıllarboıoyu içinde yaşanan yayla ve ordu yaşamı, Türklerde toplumsal buyrum ve sıkıdüzen ilkesini herşeyin üstüne çıkarmıştır. Bu toplum özbilincini (vicdanını) temsil edecek bir otorite bir hakan mı olu, bir şef mi yoksa bir kurultay mı? İradesini bütün millete egemen kılacak bir makamdır bu. O zaman oradan gelecek yasalar tüm yaşam düzenini değiştirse bile buunlar, ulusun ruhunda bir su gibi akarlar.[5]
Batı toplumlarına göre, Türk toplumunda kişiler arası iletişimde, hitap biçiminde ayrım bulunur. Batıya özgü seslenme biçiminde üç ilke geçerlidir. Kişiye soy adı ile seslenilir. Seslenmede bay ya da bayan sözcükleri kullanılır. “Sizli“ tümce kurulur.
Türkçede “sizli“ kulllanım bulunmasına karşın, günlük konuşmada pek başvurulmaz. Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanmak istenen “bay“, “bayan“ sözleri yerleşmemiştir. Bu sözcükler i küçümseyici, iğnelemelerde kullanılır olmuştur. Bu sözcüklerin yerini resmi konuşmalarda „sayın“ sözü almıştır.
Kentlileşme ve uluslaşma sürecinin uygar Batı türü seslenme girişimi tüm çabalara karşın toplumda geniş yayılım bulamamıştır. Sokakta, pazarda, yaşamın tüm alanında, senli-benli bir konuşma egemendir. Toplumda aşağı konumda olan kişiler için “efendi“, üst katman kişiler için “bey“ sanı getirme geleneği yerleşmiştir.
Ne var ki, sokakta, yolda taşıtlarda kişilerin tanımadıkları kişilere amca, dayı, abla, teyze gibi akrabalık adları ile seslenmeleri ayrı bir çelişkidir. Bir yaya yaklaşan çocuk „amca saat kaç“ diye selenir. Taksiye binen bir bayan “Kardeşim beni iskeleye götürür müsün?“ der. Genç kadına bir karpuz uzatan manav, “Yenge bunu al, memnun kalacaksınız“ diye över. Gecenin geç saatinde yaşlı adamı bekçi “Beybaba, geç oldu“ diye uyarır.
Tüm bu örnekler “bey“, “hanım“ gibi seslenme seslenişlerin, çok kez akrabalık yöresinden alınan sözcüklerle yer değiştirdiğini gösterir. Bunlar yanında anne, ana, nine, dede, abi, hacı, hacı amca, amca, oğul, evlat, nine, dede, kardeş, birader yanında bir dizi sözcük günlük yaşamımızda hitap sözü olarak kullanılır.
Alman ve Türk kültürlerini karşılaştıran Felsefeci Nermi Uygur’a göre bütün bu nitelemelerde, dostça bir davranış dile gelir. Tüm konuşanları, içten bir birlik, karşılıklı bir güven ortamı yaratmak amacıyle akrabalık sıcağına bürünen bir anlatım katıyla birbirine bağlamaya yönelir.[6]
Bize özgü bu tür seslenmeler içtenlikli, sıcak gözükmesine karşın kent yaşamı için yadırgatıcıdır. Genelde birbirini tanıyan çevredeki insanların seslenme biçimidir bu. Bir yazarın da vurguladığı, kişinin tanımadığı kimselere karşı, yakınlık sözcükleri kullanması içtenlikten değil, köylülükten kaynaklanır. Batı uygarlığı senli benliliği, yılı­şıklığı hoş karşılamaz. Bu tür seslenme biçim, köylü töreleridir. Uygarlık köylerde değil kentlerdedir.[7]
Batı kültüründe insanlar arasında belli bir uzaklık bulunur. Dil öncesi iletişimde bir insanın bedence başka bir insana fazla yaklaşması iyi karşılanmaz. Halka açık taşıtlarda, kent bahçelerinde lokanta ve kahvelerde uyulan bir töredir bu.
Kent yaşantısı ilkeli insan ilişkisine dayanır. Bireye, zorunlu birliktelik değil, çok seçenekli iletişim olanağı sunar. Birey beğendiği, güvendiği kişi ile ilişkisini yürütür. Aynı yöreden, gelmek, aynı ortak değerlere yaslanmak, hatta aynı ailenin bireyi olmak insan ilişkileri için zorunlu nedenler değildir. Geleneksel toplumda bireylerin üstlendiği dayanışma, kent toplumunda kurumların görevidir. Batı bireyi sağlıksız insan ilişkisi yerine, sağlıklı iletişim kopukluğunu yeğler. Akrabası, yakını ya da hemşehrisi olduğu için, birisiyle ilişkiyi yürütme gereği duymaz.
Türk toplumunda ayılmaz bir hemşehrilik bağı vardır. Hemşehrilik bir tür yerel kimlik olarak algılanır. Kimi kentlere belli özellikler yakıştırılır. Büyük kentlerde, başka kentlerden gelenlerin dernekleri, kahveleri bulunur. İnsalar bu çevre içinde kendilerini mutlu hisseder.
Bu yaşantı biçimi de Batı kültürü ile örtüşmeyen bir kimlik özelliğidir. Aşılmamış yerel kimlik ve aile kimliği, ulusal kimliği engelleyen etkenlerdendir.

2
Doğa yaşam biçimini; yaşam biçimi insan ruhunu biçimlendirir. Bu Biçimlenme sonucunda Kişi bilinci sese, söze dönüşür dile yansır. Türk dili, atlı bozkır yaşamının dile dökülmüş biçimidir. Asya bozkırlarının sonsuz derinliğinde gök ile yer birleştiği çizgide, batmaya hazırlanan yorgun güneş kızarmıştır. Bozkır insanı sonsuzda uzak alanlara ulaşmak için zamanla yarış içindedir. Doludizgin yol alırken, doludizgin düşünür; duygularını, düşüncelerini söze dökmek ister. Böyle bir ortamda doğat Türkçe. Sözcükler yalın, eylemler devingen. Düşünceler en az sözle, en kestirme yoldan anlatılmak zorundadır. Kök sözler en ilkel gereksinimleri karşılayacak sayıdadır.  Bu köklerden düşünce evrenini yansıtacak sözcükler yapılıp düşünce evreninin derinliklerine inilir Buyrum yansıtan  anlamı belirsiz bir eylem köküne, kimi küçük biçimbirimler eklenecek; gereklik, istek gibi kipler oluşturulur, geniş ve gelecek zamanlar yaratılır. Oysa kökeler gibi ekler de sayılıdır. Çok az kural, az gereçle sonsuz kullanım olanağı sunan satranç oyunu düzeneğini andıran bir dilin olanaklarıdır bunlar.. Birbirini tutmayan seslerden dört başı bayındır, kurallı ses düzeni oluşacak.
Kökler dilin sözcük yaratımını sağlayan kay­naklardır. Kök daha küçük birimlere ayrıldığında anlamı bozulur. Kök sözcükler, en ilkel gereksi­nimleri karşıla­ma gereksinimine dayanır. Bu yüzden sayıları sınırlıdır. Köklere üretim bi­rimleri eklenir. Böylece yeni sözcükler türe­ti­lir. Türkçenin iki söz­cük yaratım olanağından biri eklerle söz­cük yapı­mıdır. Öbürü ise bileşik sözcükler türetmedir. Eklerle sözcük yapımı Türkçenin en önemli üretim kaynağıdır.
Kökende dil, ulusal kimliği yansıtan aynayı anımsatır. Alman düşünür Herder, her ulusun ruhu kendi dilinde belirir derken bu gerçeği vurgular. 2. Dünya savaşı yıllarında İstanbul’da Almanca öğretmenliği yapan bir öğretmenin düşünceleri de dil kimlik ilişkisi açısından ilginç sav içerir. Alman öğretmen Türkçenin heyecen veren bir dil olduğunu, buna karşılık Almancanın böyle bir heyecanı tatırmaktan uzak olduğunu söyler. Bu düşüncesini şöyle açıklar: „Türkçede „ben yarın okula gidiyorum“ dersiniz. Oysa Almancada „ben gidiyorum yarın okula“ denir. Türkçede yapılacak iş ancak tümcenin sonunda anlaşılır. Almanca’da ise daha tümcenin başında ortaya çıkar, bir merak uyandırmaz. Türkçede eylem tümcenin sonundadır, oysa Almancada tümcenin başında yer alır.[8]



[1]Asker Kartarı: Farklılıklarla Yaşam, Kültürlerarası İletişim, Ürün y, Ankara 2001, s.136.
[2] Halis Çetin, Türk Toplum Sözleşmesi, Lotus y., İstanbul 2004, s. 175.
[3] Halis Çetin, Türk Toplum Sözleşmesi, Lotus y., İstanbul 2004, s. 175.
[4]Abdurrahman Fevzi’nin Mükyas-ül Lisan ve Kıstas-ül- Beyan kitabı 1882’de İstanbul’da yayınlanmıştır. Yeni dille kitabın adı yaklaşık olarak “Dilin Ölçeği, Söylem Ölçütü” biçiminde söylanabilir. Kitap Ali Ulvi Elöve 1942’de yeni yazı ile ile yayınlamıştır. Kitabın ikinci baskısı 1962’de yapılmıştır. Yapır üzerine Dr. Emrah Adaklı yüksek lisans çalışması yapmıştır. Abdurrahman Fevzi Beyn Türkçenin yapısını iyi kavradığı anlaşılmaktadır. İki bölümden oluşan kitabının yalnız birinci bölümünün yayımlandığı, ikinci bölümünün kayıp olduğu söylenir. Fevzi Beyin bu yargısı, Hüseyin Kazım Kadri Beyin, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Hatıralarım (İletişim y., İstanbul 1991, s. 211) kitabında geçer.
[5] Şevket Süreyya Aydemir, Suyu arayan Adam, s. 375.
[6] Nermi Uygur, Kültür Kuramı, Remzi K., İstanbul 1964, s. 43.
[7]Nurullah Ataç: Günce 2, TDK y., Ankara 1972, s. 554.
[8] Zeyyat Selimoğlu, Yeni Defterden Eski Deftere, Türkiye İş Bankası Yayınları,İstanbul 1999, s., 41.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder