Yayında Olan Eserlerim

16 Eylül 2017 Cumartesi

Elıf Şafak'ın "İskender" Romanı

İSKENDER ROMANI ÜZERİNE


Nurullah Ataç, bir denemesinde kişileri roman okumayı sevenler ve sevmeyenler diye ikiye ayırır. Roman okumayı sevmeyenleri, kendinden çıkamayanlar, kendini başkasının yerine koyamayanlar olarak değerlendirir.
Ben de severim roman okumasını. Ne ki, son yıllarda yeterince roman okuduğumu söyleyemem. Hele 90 sonrası yazarlarının pek az kitabını okuyabildim. Okuyamamam, deneme, araştırma ve anı türleri yanında, romana az zaman ayırmamdan.
Son yıllarda parlayan romancıları izleyememe eksiklik duygusu uyandırdı. Bu özlemle yeni kuşaktan bir yazarın romanını okumak istedim. Plajlarda ellerden düşmeyen İskender romanını okumaya koyuldum. Bu arada basında sözkonusu roman bir yandan övülüyor, bir yandan da bir İngiliz yazarın İnci Gibi Dişler romanından intihal olduğu söylentileri yayılıyordu. Sıradan bir okur olarak kendi beğenime göre değerlendirmek üzere romanı okumaya başladım. Eleştirmen olmadığım için değerlendirmem, kendim ve romanı okuyan yakınlarımla sınırlı kalacaktı. Ne var ki romanı okumaya başladıktan sonra, düşüncelerimi yazmanın bir sorumluluk olduğu kanısına vardım. Romanda toplumu ve geçmişi bilmemekten kaynaklanan öylesine büyük yanlışlar yapılmış ki, bunlara suskun kalmak, bu suça ortak olmaktan başka birşey değil.
Her şeyden önce roman, bir yazara yakışmayacak ölçüde kötü bir biçemle yazılmış. Birbirini izleyen sayısız kısa, devrik tümcelerle anlatım sıkıcı bir biçim almış. Biçem yaratma kaygısı ile gereksiz ve anlamsız biçimde değişik bölümlerde değişik zaman dilimleri denenmeye girişilmiş. Bir öykülü bileşik zaman, ardından söylentili bileşik zaman, sonra gelecek zaman denenmiş. Bu zaman atlamalar ne bir mantığa, ne bir olaya dayandığı için soyut, sıkıcı bir biçem denemesi olarak kalmış. Romanın girişi konumundaki “Başlarken” başlıklı dört sayfalık bölümde, dört beş kez gereksiz zaman değişimine tanık oluyoruz. Bütün roman boyunca bu bocalama sürüyor. İşte bir örnek:
‘Bazen babasıyle mahalle kahvesine gidermiş Adem; akşam, salep ıhlamur, ya da çay içerek, her yaşta erkelerin tavla ya da dama oyunlarını seyrederek geçirirlermiş. Politika rağbet gören bir konuymuş. Bir o, bir futbol bir de üçüncü sayfa haberleri. Genel seçimlerin yaklaşmasıyla kahvehane hararetli tartışmalara sahne olmaktaymış. Başbakan Menderes, Demokrat Partinin, seçimlerden ezici bir oy üstünlüğüyle çıkacağını iddia ediyormuş. O günlerde kimsenin akılna gelmezmiş iki kere daha seçileceğini ve sonunda darbeciler tarafından asılacağını. (s. 53)
Yazar, anlatılan zaman diliminde bölge insanını ve Türkiye’yi tanımamaktan kaynaklanan sayısız yanlış yapmış. Bu yanlışlar nedeniyle roman inandırıcılığını yitirmiş.
Köyün üç yaşılısı, kambur bedenleri ve kederli çehreleriyle bütün gün kahvede oturup ömür kadar narin, gönül gibi sırça bardaklarla çaylarını yudumlar, Allah’ın hikmetlerine ve siyasetçilerin hilelerine akıl sır erdirmeye çalışırlarmış. Naze’nin sessizlik andı uzayınca onu ziyaret etmeye karar vermişler’”(s. 18).
Olay 1946 yılında, Fırat ırmağı yakınlarında Kürtçe adı Mala Çar Bayan, Türkçe adı Dört Rüzgarın Evi olan kimsenin yeterince Türkçe bilmediği bir köyde geçiyor. Yazar kimsenin uğramadığı bu dağ köyünde köyün üç yaşlısını köy kahvesine yolluyor ve orada ‘ömür kadar narin, gönül gibi sırça bardaklarla’ çay içiriyor. O yıllarda Anadolu köylerinde kahve var mıydı, çay yaygın mıydı, hele hele sırça bardak ne arıyordu, siyaset bu topraklara girmiş miydi, bir kez bunları sorgulama gereğini duymadan 2011 yılı Türkiyesine bakarak, desteksiz atışlarla 1940’ların Doğu köyünü betimliyor. Bırakın 40’lı yılları, 50!li hatta 60!lı yıllarda bile köylerde bardak yapmak için şişelerin yarı yerinde kesildiği gerçeğini bilmiyor. Köylerde kahvelerin bulunmadığından haberi yok. Hele çay Anadolu köylerinde 60’lı yıllarda bile sınırlı ölçüde içilebilen, saygın konuklara sunulabilen bir içecekti. Dünyanın adıbelli kentlerinde büyüyen yazar, bir kez Anadolu gerçeğini bilse, böyle yanlışlara düşmezdi.
Romandan başka bir kesit:
(Naze’nin) ‘Öyle sağlamdı ki inancı, hamileliği boyunca durmadan erkek bebek için patikler, hırkalar, battaniyeler, yelekler ördü. Kimseyi dinlemedi –hatta onu muayene eden ve bebeğin pozisyonunun düzgün olmadığını, şehre gitseler daha hayırlı olacağını söyleyen ebeyi bile. Hala zaman var demişti ebe. Hemen yola çıkarlarsa doğum başlamadan yetişebilirdi hastaneye.’ (s. 101)
40’lı yıllarda Mala Çar Bayan köyünde ebe bulunuyor, ana karnındaki bebeğin pozisyonunu belirliyor ve şehirde doğum öneriyor! Anlaşılan yazar, Paris’in yörekentlerinden biri ile Fırat yakınlarındaki Kürt köyünü karıştırmış. Yine aynı günlerde Naze, erkek bebek için patikler, hırkalar, battaniyeler örüyor. İkinci dünya savaşı sonrasında yokluğun kol gezdiği bir ortamda, bu ne lüks! Hangi ülkedeyiz, neredeyiz kestirmek olanaksız.
1950’lli yılların ortalarında, Baba Berzo, kızları eğitim görsünler diye kırk dakika uzaktaki başka bir köye okula yolluyor. Eşi Naze’nin eleştirlerilerine karşı Berzo’nun haklı bir gerekçesi var. Şu kesit yine romandan: (Romanın bu bölümü ne hikmetse, söylenti kipi ile anlatılmış.)
‘Hergün onca yol gidip geliyorlar. Ayakkabıları eskidi’ diye söylenirmiş Naze. ‘Ne için?’
‘Anayasayı okuyabilmeleri için dermiş Berzo.
‘Anayasa ne ola ki?!
‘Kanun tabii, cahil kadın! Büyük kitap! Müsade edilen şeyler var, yasak olan şeyler var; aradaki farkı bilmiyorsan yanılmışsın demektir.’
Hala ikna olamayan Naze dudaklarını büzermiş. ‘Kızların koca bulmasına ne faydası olacak bunun?’
‘Bir gün kocaları onlara fena muamele ederse sineye çekmeleri gerekmez. Çocuklarını alıp çıkar giderler.’ (s. 61)
İnanın ben uydurmadım bu kesiti, olduğu gibi romandan aldım. Doğru düzgün Türkçe anlamayan Berzo bunları nerden biliyor diye sormayın, bu düşünceleri nasıl anlatıyor diye düşünmeyin, o yıllarda bir kadının çocuğunu alıp çıkması olanağı var mı diye kafa yormayın, bunların tümünü olabilir sayın. Anayasa adının bulunmadığı, anayasanın “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” diye adlandırıldığı bir dönemde Berzo bu terimi nerden öğrendiğine yanıt bulabilir misiniz?
Gittikleri kasabada dilek çeşmesinden para topladıkları için suçluluk duyan Cemile ile Pembe arasında şöyle bir konuşma geçiyor:
Duygusal olma’ demişti Pembe, Cemile kaygılarını ona açınca. ‘onlar zaten paraları atmışlardı, biz de topladık ne var?’
‘Evet, ama o paralara dualarını bağlamışlardı. Birisi senin dileğini çalsa bozulmaz mısın? Ben bozulurum vallahi.’
Pembe  sırıtmıştı. ‘Ee, neymiş bakalım senin dileğin?’
Cemile köşeye sıkıştığını hissederek afallamıştı. Bir gün evlenmek istiyordu –bir gelinlik ve şehirde yaptıkları türden beyaz kremalı pasta harika olurdu- ama o kadar önemli değildi. (s. 44)
Fırat kıyılarında adı verilmeyen kasabaya 50’li yılların ortalarında ilk kez giden çocukların düşleri, konuşmaları bunlar. ‘Duygusal’ sözcüğünü kullanıyor, sonra bir gelinlik ve şehirlerde yapılan türden beyaz kremalı pasta düşlüyor. Strasburg doğumlu yazar, tam anlamıyla ‘Ekmek bulamıyorlarsa pasta börek yesinler diyen’ Maria Antoinette türünden hayaller kurduruyor. 1950’li yıllarda bir dağ köyünde büyüyen çocuğa beyaz kremalı pasta hayal ettiriyor.
Ve derken 1954 yılı İstanbul’undayız. Şu kesit romandan:
‘Baba (sarhoş olan) çöpçülere, belediye başkanına, mebuslara -eski, yeni, sağcı, solcu demeden siyasetçilere söylenirmiş. (s. 55-56)
1954 yılında sağcı solcu kavramları var mıydı? Seçimlerde neler konuşulurdu, yazarın bunlardan bir damlacık bilgisi yok. 2011 yılının kulaktan dolma bilgileri istediği gibi yazıyor. Yakın geçmişi bilmeyen yeni kuşaklarsa Şafak’ın yazdıklarını toplumsal gerçekler sanıyor.
Roman kahramanlarından Pembe’yi bir gün bir köpek ısırıyor. Bölgede kuduz vakası görüldüğünden köyün üç yaşlısı, babasına çocuğu doktora götürmesini salık veriyor. Böylece Pembe, babası ile önce bir minibüse sonra bir otobüse binerek büyük şehre, Urfa’ya gidiyor.
Unutmayalım, 50’li yıllardayız. Burunlu otobüslerin lüks olduğu ve ancak Batıda büyük kentler arasında kullanıldığı yıllardır. Toprak karayollarında binecek bir kamyon yakalamak için saatlerce beklemek gerekir. Böylesine bir ortamda Elif Şafak köyden kente önce minibüs ardından otobüsle yolcu gönderiyor. Elif Şafak birazcık bölge gerçeğini tanıma zahmetine katlanıp değerli öykücü Bekir Yıldız’ı okusa, böyle ipe sapa gelmez şeyler yazmazdı. Minibüsün daha Anadolu’ya girmediği dönemde Pembe’yi minibüsle şehre yolcu etmezdi. Anadolu’da salgın hastalıkların kol gezdiği bir ortamda bir küçük ısırık nedeniyle bir kız çocuğunun doktora götürülmeyeceğini bilirdi. Urfa yöresi bir yana İstanbul’un burnunun dibindeki Zonguldak’ta bile o dönemlerde halkımız böylesine bir bilince sahip değildi. Ahmet Naim’in Kuduz Düğünü öyküsü bu olayın tanığıdır.
Anadolu insanını, toplumsal yapıyı tanımamadan kaynaklanan saçmalar bunlarla da bitmiyor. Hemşire Pembe’nin karnına iğne yapınca, Pembe bağıra bağıra ağlıyor. Çocuğu susturmak için Baba Berzo, eğer ağlamazsa onu sinemaya götüreceğini söylüyor. Bunun üzerine Pembe’nin sesi kesiliyor. “Sinema kelimesi, parlak kağıda sarılı şekerler gibiymiş’ (s. 63)
Delikli, renkli şekerlerin düşlere girdiği dönemde Hamfendi sinemayı Pembe’nin gözünde parlak kağıda sarılı şekerlerle canlandırıyor! Acaba baba Berzo biliyor muydu sinemayı?
Bayan Şafak’ın anlatımına göre anne Naze 50’li yıllarda süt yapsın diye havanda ceviz dövüp yiyor, banyoda saçına bademyağı sürüyor.
Bir kalıp sabunun bulunmadığı; kadınların saçlarını açmak için kil kullandıkları, ahırlarda teşler içinde ayda yılda bir yıkanıldığı dönemlerde, Elif Şafak, Naze’ye banyoda bademyağı sürdürüyor. Bari hazır eli değmişken banyoyu da betimleseydi, gömme banyo mu, duşa kabin miydi Naze’nin çimdiği banyo!
Yazar Batı okurunu şaşırtma düşüncesi ile olsa gerek, gereksiz masal motiflerini kullanmaktan da uzak durmuyor. Anne Pembe’nin batıl inançları yüzünden İstanbul’da bir doğumevinde doğan İskender’e ad konmuyor. –bu da nasıl oluyorsa- Pembe çocuğu köye götürüp ‘köyün artık Ağrı Dağı kadar yaşlı olan (ne benzetme ya!) ama hala bilgelik dağıtmaya devam eden üç yaşlısına danışıyor. Köyün üç yaşlısı, çocuğa adı, ailenin geçmişi konusunda bilgisi olmayan birinin vermesini salık veriyor. Bunun üzerine Pembe, Mala Çar Bayan köyüne birkaç km uzakta kışın cılız akan baharda kuduran bir dere kıyısına gidiyor. Orada karşı kıyıya geçmek için iki yaka arasına gerilmiş bir elektrik teline bağlanmış derme çatma bir tekne kullanılıyor. (Yazar, Pembe’yi on beş yıl önce Urfa’ya minibüsle yolladığını unuttu!) Her yıl birkaç kişinin suya düştüğü, kiminin de kurtarılamayıp boğulduğu bu geçitte Pembe beklemeye başlıyor. Bu arada köyün yaşlıları çalıların arkasına saklanıp, gerekirse müdahale etmek üzere bekliyorlar. (Bu gülünç olayları vallahi ben uydurmadım, Bayan Şafak yazıyor, inanmayan romanın 106. sayfasına baksın!) Sıkıntılı bir bekleyişten sonra ‘kemerli bir burnu, kırışık elmacık kemiklerinin altında çökmüş yanakları, yamuk yumuk dişleri ve rüzgarla gelip giden bir akıl olan’ bunamış bir kadın geliyor. Rüzgarla aklı gelip giden yaşlı kadın:
‘İki tane isim var bilesin. Biri Selim. Vaktiyle böyle bir sultan varmış; hem şairmiş, hem de bestekar. Evladın yumuşak huylu, merhametli vicdan sahibi olsun istersen ona bu ismi ver.’
‘İkincisi, askerlerinin önünde yürüyen, aslanlar gibi savaşan, her muharebeyi kazanan, düşmanlarının yüreklerine korku salan, diyar üstüne diyar, taht üstüne taht fetheden, Doğu ile Batı’yı birleştiren hep daha fazlasını isteyen anlı şanlı kumandan ve hükümdarın adı. Evladın da onun gibi bir ordu insana liderlik etsin dilersen ona bu ismi ver.’ diyor.
Karekterlerin düzeylerine uygun konuşmaması anlatım bozukluklarını geçelim, Fırat kıyılarında sarp geçitte karşılaşılan rüzgarla aklı gelip giden yaşlı kadın, Sultan 3. Selim’i ve Büyük İskender’i nasıl ve nerden biliyor? Bunun mantığını ben anlayamıyorum. Romanı severek okuyan binlerce okur, böyle bir olayın olabilirliğini sorguladılar mı acaba?
50’li yıllarda Pembe ile babasını minibüs ve otobüsle Urfa’ya yollayan yazar, 1962 yılında Adem’i, sınıra yakın bir köye kamyonla ulaştırıyor. Sonra da Adem eşek sırtında Mala Çar Bayan köyüne geliyor. Asker olan kardeşini görmeye gelen ve Mala Çar Bayan köyünde istemeden konuk olan “Adem, Muhtarın evinde midesini taze tereyağı, kaymak ve balla dolduruyor. Muhtar yemek sonrası rehavetiyle kestirirken, kızları ve karısı evdeki bakırları kalaylıyor, oğullar tavla turnuvasına dalıyor.” (s. 188).
Üç-beş satırlık bu kesitin neresini düzeltmeli?
Yazar, yine Maria Antuanet’i aratmıyor. 1962 yılında dağ köyünde konuk yağ bal, kaymakla karnını dolduruyor. (‘Karın doldurmak’ da ne demekse?) O yıllarda Anadolu köylüsü yağ, bal kaymak değil, yavan ekmekle ham çökeleği bulduğuna şükrediyordu.
Elif Şafak bakır kalaylama işini, bulaşık yıkamak gibi sıradan bir iş algılıyor ve şöyle ayaküstü, bir çırpıda yapılıverdiğini sanıyor. Bakır kalaylamanın ustalık isteyen bir el zanaatı olduğundan haberi yok. Kadınlar bir yana erkekler bile beceremezler kap kalaylamayı. O yıllarda köylere yılda bir iki kez gelen kalaycı ustaları yapardı bu işi. Önce kaplar kum ile kazınıp temizlenir, sonra kalaylanırdı ki bu çok zahmetli bir işti.
Olmayacak olaylar dizisi bununla da bitmiyor. Adem köyün köpeklerinden korkup paniğe kapılıyor. Bu durumu gören Cemile köpekleri uzaklaştırıyor sonra Ademle bir sohbete girişiyor. (Bir köylü kızının tanımadığı bir yabancı ile böyle bir sobete girişme olanağı bulunmaz ya, neyse geçelim bunu, olur olur!) Bu sohbet sonrasında Adem kızdan hoşlanmaya başladığına karar veriyor. (s. 192. ‘Hoşlanmaya başladığına karar vermek’ de ne demekse?) Duygularını muhtara açıyor. Muhtar ‘Bir adamın aşkı mizacının devamıdır’ diye Adem’e hak veriyor. (s. 196) Adem, yanında muhtar, kolunun altında baklava kutusu ile –daha önce herhangi bir haber vermeksizin- Cemile’yi babasından istemek üzere çatık kaşlı, donuk bakışlı, somurtkan babanın evine gidiyor. Adem, ‘Efendim sebebi ziyaretim kızınız hakkında konuşmak’ diye söze giriyor. Baba Berzo’dan Cemile’yi istiyor. Berzo, kırık dökük Türkçesiyle (s. 206) (0ysa daha önce kızlarını anayasa okusunlar diye okula yollayacak ölçüde bilinçliydi) Cemile yerine ikizi Pembe’yi öneriyor. Cemile’nin bakire olmadığını ima ediyor. Adem bunu duyar duymaz içini kemiren sorunun yanıtını öğrenmek için ok gibi fırlayıp Cemile’nin halı dokuduğu yere gidiyor. Bu bölümü olduğu gibi romandan okumakta yarar var, yoksa benim uydurduğum sanılır:
“Ama Adem çoktan fırlamış, kovalayan varmış gibi hızla uzaklaşmaya başlamıştı bile. Oysa köpekler yoktu bu kez peşinde. Bir komşunun evinde, her yaştan kadınla halı dokurken buldu Cemile’yi. Ademin penceresinden baktığını görünce kıkırdayıp yüzlerini örttü kadınlar. Cemile derhal ayağa fırlayıp dışarı koştu.
“Ne yapıyorsun burada rezil ettin beni?”
“Rezil ya” diye mırıldandı Adem. “Tam aradığım kelime?”
“Ne diyorsun sen?”
“Sen söyle açıklamak gereken konular var belli ki.”
Cemile’nin bakışları sertleşiverdi birden. “Peki o zaman konuşalım.”
Arka bahçeye doğru yürüdüler. Birileri kısa zaman önce tandırda yufka pişirmiş olmalıydı, ateş sönmüştü ama küllerin arasında kalan birkaç köz hala için için yanmaktaydı. Etraftaki çimen öbekleri yeşil renkleriyle alttan alta baharı haber verir gibiydi.
“Baban bakire olmadığını söyledi dedi Adem. Aslında böyle dosdoğru sormak değildi niyeti ama ağzından çıkmış bulundu.
“Öyle mi dedi sana?” dedi Cemile gözlerini kaçırarak.  (…)
“Peki ya sen” diye sordu Cemile.
“Ben ne?”
“Sen ne dedin?”
Böyle bir soru beklemiyordu Adem. “Ben hakikatı bilmek istiyorum!”
“Sen nasıl görürsen odur hakikat.” (s. 209)
1962 yılında Urfa’nın bir dağ köyünde, köye gelen bir yabancı, koltuğunun altına bir baklava kutusu sıkıştırıp daha önceden haber vermeksizin holayıp kız istemeye gidebilir mi, (Allahtan bir demet çiçeği unutmuş, Bayan Şafak’ın aklına gelse, çiçekçide bir demet çiçek yaptırırdı!) diye kendi kendinize sormayın. Bayan Şafak izin verdiyse gitmiştir! Daha önce anayasa okumaları ve koca baskında kalmamaları için kızlarını okula yollama bilincindeki bir baba, ilk gelişte tanıyıp bilmediği bir isteyiciye ‘Cemile olmaz, Pembe’yi al’ der mi? Bir yabancı, tanıyıp (tanısa da fark etmez ya!) bilmediği bir köyde bir kızın bakire olup olmadığını gidip kızdan sorabilir mi? Bunlar roman sanatı diye bir kitapta yer alabilir mi? İnsaf!
Romanı sürüklemek için ilginç olaylar dizisi yaratma çabası içinde yazar Cemile tipinde anaç bir karekter yaratıyor. Cemile’nin bir tür mabedi, tapınağı konumunda dört metreye- beş metrelik, karanlık rutubetli penceresiz bir mahzeni bulunuyor. (O yörede çok katlı ev, mahzen var mıydı diye düşünmeyin!) Yazar Cemile’nin kutsal sığınağını şöyle betimliyor:
Bütün oda yerden tavana kadar raflarla kaplıydı. Her rafta değişik boylarda kavanoz ve şişeler vardı. Yabani otlar, ağaç kabukları, kokulu yağlar, tohumlar, baharatlar, mineraller, yılan derileri, hayvan boynuzları, kurutulmuş böcekler.’ (s. 244) Cemile son onbeş yıldır hergün, en az yarı gününü geçiriyor burada.
Olay 1978’de anlatıldığına göre, en geç 1963 yılından beri Cemile bu işle uğraşıyor. Tümü bir yana o yıllarda bunca kavanozu nasıl buldu? O yıllarda, kavanoz bir yana rakı şarap şişeleri bile geri verilir parası alınırdı. Bir mahzen dolusu kavanoz o köy için bir servet demektir. Bunların içini Cemile nasıl doldurdu; yılan derileri, hayvan boynuzu gibi alışılmamış şeylerle? Bu kadının başka hiç mi işi yoktu da tüm zamanını böylesi ilginç hobilere ayırdı? Açlıktan nefesi kokan yoksul bir ailenin kızı nasıl oluyor da her günün en az yarı zamanını burada geçiriyor, diye sormayın.
Cemile’nin ilginç özellikleri bununla bitmiyor. Doğumlar yaptıran, sayrıları iyileştiren, yaraları sağaltan maço kişilikli Cemile bir beye iyilik ediyor.  (Bu kesiti olduğu gibi romandan okumakta yarar var)
“Bir  bey armağanıydı. Önünde her türden insanın el pençe divan durmasına alışmış bir adamdı, saygı kadar korku uyandırırdı. Derken tek oğlu amansız bir hastalığa yakalanmıştı, hekimlerin pes ettiği yerde Cemile girmişti devreye. Sessiz sedasız durmaksızın çalışmış, bir kızağı kırk buzun içinden çıkarır gibi, milim milim çekip almıştı çocuğu Azrail’in elinden. Oğlan ilk kez gözünü açıp konuştuğunda ağlamıştı. Bey. Gözyaşına alışık olmayan erkelerin yaptığı gibi, katıla katıla.
Bey ona para teklif etmişti. Cemile kabul etmemişti. Altın. Arsa, çiftlik evi, arı kovanları ipekhane… Her seferinde başını sallamıştı. Tam kalkmış gidiyordu ki, Bey elması çıkarmştı ortaya. Kehribar cariye diyordu ona. Taşın cazibesine kapılmıştı Cemile. Pahası değil, gizlediği bilmecelerdi onu çeken. Sırlarla dolu bir taştı o.”
Bir taş ne bilmece gizler, anlamak zor. Sanırım yazar “gizem” demek istemiş. Bu yanlış sözcük seçimini bir yana bırakırsak, 60’lı yıllarda Doğu’da açlıkla boğuşan bir kişinin, kendine sunulan bunca şeyi geri çevirmesine olanak var mı? Bayan yazar 1968’de Lutfi Akat’ın yönettiği Urfa yöresinde geçen Hudutların Kanunu filmini görse, böyle boş şeylerle romanı doldurmazdı. Sınır kaçakçılığı ile geçinen insanların sakat kalma ve ölümleri pahasına verdikleri yaşam savaşını anlatır o filim. Nitekim, Cemile’nin ailesi ekmek parası için İngiltere’ye gitmek zorunda kalmıştır. Böylesi bir ortamda Cemile’nin kendine sunulan varlıkları geri çevirmesinin mantığı olur mu? Doğu Anadolu’da Bey var mı? Hele, ipekhanenin adını duymuş mudur, o bölgenin insanları?
Romanda yoksulluktan, sıkıntıdan söz edilmesime karşın, yaşanan olaylara göre köyde roman kahramanlarının bir eli yağda, bir eli balda gözüküyor. Hobi gibi gözüken birkaç iş bir yana bırakılırsa, pek bir iş yaptıkları yok. Kahveye gidiyorlar, tavla turnuvesi yapıyorlar, onbeş yıl boyu günün yarısını bir bodrumda hobi ile geçiriyorlar. Sümer mağazalarında karne ile bez alıdığı yıllarda doğacak çocuklarına evde patikler, minderler, giysiler dikiyorlar. Bu değirmenin suyu nereden geliyor belli değil.
Roman gerçek değil kurmacadır, roman hayaldir, bir anlamda roman yalandır. Tamam bunlar doğru, ama yalanın inandırıcı olması gerekir. Yazar, inandırıcı değil anlatısında. Hem bir iki değil, baştan sona olmayacak olaylarlar dolu.
Özetle söylecek olursak İskender kötü bir roman.
Diyaloglar kişilerin düzeyine göre değil. Romanda okuyucunun merakını ayakta tutacak bir anadüğüm yok. Tesbih taneleri gibi birbirine ulanan küçük öykücükler biçiminde sunulmak istenen konu bütünlükten yoksun. (Zaten bütüncül bir konu da yok ya) Öykücükler, eğreti biçimde birbirine ilintilenmiş. Bunların da ne olduğu belli olmayan ana konuya katkısı yok denecek ölçüde az. Sözgelimi Esma’nın eşcinsel eğilimi  (s.252) saçma sapan olaylarla anlatılıyor. Kişi ve olaylar hakkında yazar –sanki okuyucu anlayamazmış gibi- gereksiz açıklama ve yorumlarda bulunuyor. Biçem yaratma kaygısı ile yazar, gereksiz ve sıkıcı biçimde zaman değişikliği yapıyor.
Kökende, roman orientalist bakış açısı ile, Batı okuru hedef alınarak yazılmış. Bu yüzden Batı okuruna çekici gelecek, -üç yaşlıya danışma, ad koyma, kaçakçıların kulak kesmesi türünden- uydurma masal motifleri ile doldurulmuş. Romanda doğru düzgün bir karakter çizilmemiş. Yapay çizgilerle anlatılan karakterler sönük bir gölgeden öteye gidememiş. Tümü bir yana, romana adını veren İskender belli belirsiz bir saman alevi gibi uçup gidiyor. Yazar kendine ilginç gelen Sihirbaz Houdin, salyangozların çift cinselliği gibi bilgileri gereksiz biçimde romana serpiştirmiş.
Yazar kitabını akıl almaz kötü bir biçemle yazmış. Böyle bir yazarın Türkçe bir yana başka bir dili, yazınsal düzeyde bildiğinden kuşku duyulur. İskender’de bu dil yeteneksizliğini gizlemek için, biçem yaratma oyunlarına girişiyor. Ağrı Dağı kadar yaşlı, mantı burunlu, zihinde sızı türünden benzetmeler yapıyor, gereksiz zaman değişikliği yaparak öyküye devingenlik katmak istiyor. Her şeyin ötesinde yazarlık bir dil ustalığıdır. Yazar bu ustalığı gösteremiyor.

Romanın yarısına yakın bölümünde ilk bakışta göze çarpan bağışlanmaz yanlışlar bunlar. Tüm kitap kof bir yığıntı. 2011 Türkiye’sinde 200 bin gibi olağanüstü bir sayıda basılması ve bunun okur bulması şaşırtıcı bir durum. İngiliz yazardan intihal olduğu söyleniyor. İnanmam böyle bir romanın intihal olduğuna. İskender, özellikle biçem arayışı bakımından bana fena halde Ferit Edgü’nün ölümsüz romanı Hakkari’de Bir Mevsim ‘O’ romanını çağrıştırdı. Hakkari’de Bir Mevsim romanının hormanlu, şişirilmiş, kof, kötü bir taklidi gibi geldi bana. Kitaba övgü dizenlerin beğenilerine şaşarım.

2 yorum: