İSKENDER ROMANI ÜZERİNE
Nurullah Ataç, bir denemesinde
kişileri roman okumayı sevenler ve sevmeyenler diye ikiye ayırır. Roman okumayı
sevmeyenleri, kendinden çıkamayanlar, kendini başkasının yerine koyamayanlar olarak
değerlendirir.
Ben de severim roman okumasını. Ne
ki, son yıllarda yeterince roman okuduğumu söyleyemem. Hele 90 sonrası
yazarlarının pek az kitabını okuyabildim. Okuyamamam, deneme, araştırma ve anı
türleri yanında, romana az zaman ayırmamdan.
Son yıllarda parlayan romancıları izleyememe
eksiklik duygusu uyandırdı. Bu özlemle yeni kuşaktan bir yazarın romanını
okumak istedim. Plajlarda ellerden düşmeyen İskender romanını okumaya
koyuldum. Bu arada basında sözkonusu roman bir yandan övülüyor, bir yandan da
bir İngiliz yazarın İnci Gibi Dişler romanından intihal olduğu söylentileri
yayılıyordu. Sıradan bir okur olarak kendi beğenime göre değerlendirmek üzere
romanı okumaya başladım. Eleştirmen olmadığım için değerlendirmem, kendim ve
romanı okuyan yakınlarımla sınırlı kalacaktı. Ne var ki romanı okumaya
başladıktan sonra, düşüncelerimi yazmanın bir sorumluluk olduğu kanısına
vardım. Romanda toplumu ve geçmişi bilmemekten kaynaklanan öylesine büyük
yanlışlar yapılmış ki, bunlara suskun kalmak, bu suça ortak olmaktan başka
birşey değil.
Her şeyden önce
roman, bir yazara yakışmayacak ölçüde kötü bir biçemle yazılmış. Birbirini
izleyen sayısız kısa, devrik tümcelerle anlatım sıkıcı bir biçim almış. Biçem
yaratma kaygısı ile gereksiz ve anlamsız biçimde değişik bölümlerde değişik
zaman dilimleri denenmeye girişilmiş. Bir öykülü bileşik zaman, ardından
söylentili bileşik zaman, sonra gelecek zaman denenmiş. Bu zaman atlamalar ne
bir mantığa, ne bir olaya dayandığı için soyut, sıkıcı bir biçem denemesi
olarak kalmış. Romanın girişi konumundaki “Başlarken” başlıklı dört sayfalık
bölümde, dört beş kez gereksiz zaman değişimine tanık oluyoruz. Bütün roman
boyunca bu bocalama sürüyor. İşte bir örnek:
‘Bazen
babasıyle mahalle kahvesine gidermiş Adem; akşam, salep ıhlamur, ya da çay
içerek, her yaşta erkelerin tavla ya da dama oyunlarını seyrederek geçirirlermiş.
Politika rağbet gören bir konuymuş. Bir o, bir futbol bir de üçüncü sayfa
haberleri. Genel seçimlerin yaklaşmasıyla kahvehane hararetli tartışmalara
sahne olmaktaymış. Başbakan Menderes, Demokrat Partinin, seçimlerden ezici bir
oy üstünlüğüyle çıkacağını iddia ediyormuş. O günlerde kimsenin akılna
gelmezmiş iki kere daha seçileceğini ve sonunda darbeciler tarafından
asılacağını. (s. 53)
Yazar, anlatılan
zaman diliminde bölge insanını ve Türkiye’yi tanımamaktan kaynaklanan sayısız
yanlış yapmış. Bu yanlışlar nedeniyle roman inandırıcılığını yitirmiş.
“Köyün üç yaşılısı, kambur bedenleri ve
kederli çehreleriyle bütün gün kahvede oturup ömür kadar narin, gönül gibi
sırça bardaklarla çaylarını yudumlar, Allah’ın hikmetlerine ve siyasetçilerin
hilelerine akıl sır erdirmeye çalışırlarmış. Naze’nin sessizlik andı uzayınca
onu ziyaret etmeye karar vermişler’”(s. 18).
Olay 1946
yılında, Fırat ırmağı yakınlarında Kürtçe adı Mala Çar Bayan, Türkçe adı Dört
Rüzgarın Evi olan kimsenin yeterince Türkçe bilmediği bir köyde geçiyor. Yazar
kimsenin uğramadığı bu dağ köyünde köyün üç yaşlısını köy kahvesine yolluyor ve
orada ‘ömür kadar narin, gönül gibi sırça bardaklarla’ çay içiriyor. O yıllarda
Anadolu köylerinde kahve var mıydı, çay yaygın mıydı, hele hele sırça bardak ne
arıyordu, siyaset bu topraklara girmiş miydi, bir kez bunları sorgulama
gereğini duymadan 2011 yılı Türkiyesine bakarak, desteksiz atışlarla 1940’ların
Doğu köyünü betimliyor. Bırakın 40’lı yılları, 50!li hatta 60!lı yıllarda bile
köylerde bardak yapmak için şişelerin yarı yerinde kesildiği gerçeğini
bilmiyor. Köylerde kahvelerin bulunmadığından haberi yok. Hele çay Anadolu
köylerinde 60’lı yıllarda bile sınırlı ölçüde içilebilen, saygın konuklara
sunulabilen bir içecekti. Dünyanın adıbelli kentlerinde büyüyen yazar, bir kez
Anadolu gerçeğini bilse, böyle yanlışlara düşmezdi.
Romandan başka
bir kesit:
(Naze’nin)
‘Öyle sağlamdı ki inancı, hamileliği boyunca durmadan erkek bebek için
patikler, hırkalar, battaniyeler, yelekler ördü. Kimseyi dinlemedi –hatta onu
muayene eden ve
bebeğin pozisyonunun düzgün olmadığını, şehre gitseler daha hayırlı olacağını
söyleyen ebeyi bile. Hala zaman var demişti ebe. Hemen yola çıkarlarsa doğum
başlamadan yetişebilirdi hastaneye.’
(s. 101)
40’lı yıllarda
Mala Çar Bayan köyünde ebe bulunuyor, ana karnındaki bebeğin pozisyonunu
belirliyor ve şehirde doğum öneriyor! Anlaşılan yazar, Paris’in
yörekentlerinden biri ile Fırat yakınlarındaki Kürt köyünü karıştırmış. Yine
aynı günlerde Naze, erkek bebek için patikler, hırkalar, battaniyeler örüyor. İkinci
dünya savaşı sonrasında yokluğun kol gezdiği bir ortamda, bu ne lüks! Hangi
ülkedeyiz, neredeyiz kestirmek olanaksız.
1950’lli
yılların ortalarında, Baba Berzo, kızları eğitim görsünler diye kırk dakika
uzaktaki başka bir köye okula yolluyor. Eşi Naze’nin eleştirlerilerine karşı
Berzo’nun haklı bir gerekçesi var. Şu kesit yine romandan: (Romanın bu bölümü
ne hikmetse, söylenti kipi ile anlatılmış.)
‘Hergün
onca yol gidip geliyorlar. Ayakkabıları eskidi’ diye söylenirmiş Naze. ‘Ne
için?’
‘Anayasayı
okuyabilmeleri için dermiş Berzo.
‘Anayasa
ne ola ki?!
‘Kanun
tabii, cahil kadın! Büyük kitap! Müsade edilen şeyler var, yasak olan şeyler
var; aradaki farkı bilmiyorsan yanılmışsın demektir.’
Hala
ikna olamayan Naze dudaklarını büzermiş. ‘Kızların koca bulmasına ne faydası
olacak bunun?’
‘Bir
gün kocaları onlara fena muamele ederse sineye çekmeleri gerekmez. Çocuklarını
alıp çıkar giderler.’ (s. 61)
İnanın ben
uydurmadım bu kesiti, olduğu gibi romandan aldım. Doğru düzgün Türkçe anlamayan
Berzo bunları nerden biliyor diye sormayın, bu düşünceleri nasıl anlatıyor diye
düşünmeyin, o yıllarda bir kadının çocuğunu alıp çıkması olanağı var mı diye
kafa yormayın, bunların tümünü olabilir sayın. Anayasa adının bulunmadığı,
anayasanın “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” diye adlandırıldığı bir dönemde Berzo bu
terimi nerden öğrendiğine yanıt bulabilir misiniz?
Gittikleri
kasabada dilek çeşmesinden para topladıkları için suçluluk duyan Cemile ile Pembe
arasında şöyle bir konuşma geçiyor:
‘Duygusal olma’ demişti Pembe, Cemile
kaygılarını ona açınca. ‘onlar zaten paraları atmışlardı, biz de topladık ne
var?’
‘Evet,
ama o paralara dualarını bağlamışlardı. Birisi senin dileğini çalsa bozulmaz
mısın? Ben bozulurum vallahi.’
Pembe sırıtmıştı. ‘Ee, neymiş bakalım senin
dileğin?’
Cemile
köşeye sıkıştığını hissederek afallamıştı. Bir gün evlenmek istiyordu –bir
gelinlik ve şehirde yaptıkları türden beyaz kremalı pasta harika olurdu- ama o
kadar önemli değildi. (s. 44)
Fırat
kıyılarında adı verilmeyen kasabaya 50’li yılların ortalarında ilk kez giden
çocukların düşleri, konuşmaları bunlar. ‘Duygusal’ sözcüğünü kullanıyor, sonra
bir gelinlik ve şehirlerde yapılan türden beyaz kremalı pasta düşlüyor. Strasburg
doğumlu yazar, tam anlamıyla ‘Ekmek bulamıyorlarsa pasta börek yesinler diyen’
Maria Antoinette türünden hayaller kurduruyor. 1950’li yıllarda bir dağ köyünde
büyüyen çocuğa beyaz kremalı pasta hayal ettiriyor.
Ve derken 1954
yılı İstanbul’undayız. Şu kesit romandan:
‘Baba
(sarhoş olan) çöpçülere, belediye başkanına, mebuslara -eski, yeni, sağcı,
solcu demeden siyasetçilere söylenirmiş.
(s. 55-56)
1954 yılında
sağcı solcu kavramları var mıydı? Seçimlerde neler konuşulurdu, yazarın
bunlardan bir damlacık bilgisi yok. 2011 yılının kulaktan dolma bilgileri
istediği gibi yazıyor. Yakın geçmişi bilmeyen yeni kuşaklarsa Şafak’ın
yazdıklarını toplumsal gerçekler sanıyor.
Roman
kahramanlarından Pembe’yi bir gün bir köpek ısırıyor. Bölgede kuduz vakası
görüldüğünden köyün üç yaşlısı, babasına çocuğu doktora götürmesini salık
veriyor. Böylece Pembe, babası ile önce bir minibüse sonra bir otobüse binerek
büyük şehre, Urfa’ya gidiyor.
Unutmayalım,
50’li yıllardayız. Burunlu otobüslerin lüks olduğu ve ancak Batıda büyük kentler
arasında kullanıldığı yıllardır. Toprak karayollarında binecek bir kamyon
yakalamak için saatlerce beklemek gerekir. Böylesine bir ortamda Elif Şafak
köyden kente önce minibüs ardından otobüsle yolcu gönderiyor. Elif Şafak
birazcık bölge gerçeğini tanıma zahmetine katlanıp değerli öykücü Bekir
Yıldız’ı okusa, böyle ipe sapa gelmez şeyler yazmazdı. Minibüsün daha
Anadolu’ya girmediği dönemde Pembe’yi minibüsle şehre yolcu etmezdi. Anadolu’da
salgın hastalıkların kol gezdiği bir ortamda bir küçük ısırık nedeniyle bir kız
çocuğunun doktora götürülmeyeceğini bilirdi. Urfa yöresi bir yana İstanbul’un burnunun
dibindeki Zonguldak’ta bile o dönemlerde halkımız böylesine bir bilince sahip
değildi. Ahmet Naim’in Kuduz Düğünü öyküsü bu olayın
tanığıdır.
Anadolu
insanını, toplumsal yapıyı tanımamadan kaynaklanan saçmalar bunlarla da
bitmiyor. Hemşire Pembe’nin karnına iğne yapınca, Pembe bağıra bağıra ağlıyor.
Çocuğu susturmak için Baba Berzo, eğer
ağlamazsa onu sinemaya götüreceğini söylüyor. Bunun üzerine Pembe’nin sesi
kesiliyor. “Sinema kelimesi, parlak kağıda sarılı şekerler gibiymiş’ (s. 63)
Delikli, renkli
şekerlerin düşlere girdiği dönemde Hamfendi sinemayı Pembe’nin gözünde parlak
kağıda sarılı şekerlerle canlandırıyor! Acaba baba Berzo biliyor muydu sinemayı?
Bayan Şafak’ın
anlatımına göre anne Naze 50’li yıllarda süt yapsın diye havanda ceviz dövüp
yiyor, banyoda saçına bademyağı sürüyor.
Bir kalıp
sabunun bulunmadığı; kadınların saçlarını açmak için kil kullandıkları,
ahırlarda teşler içinde ayda yılda bir yıkanıldığı dönemlerde, Elif Şafak,
Naze’ye banyoda bademyağı sürdürüyor. Bari
hazır eli değmişken banyoyu da betimleseydi, gömme banyo mu, duşa kabin miydi
Naze’nin çimdiği banyo!
Yazar Batı
okurunu şaşırtma düşüncesi ile olsa gerek, gereksiz masal motiflerini
kullanmaktan da uzak durmuyor. Anne Pembe’nin batıl inançları yüzünden
İstanbul’da bir doğumevinde doğan İskender’e ad konmuyor. –bu da nasıl
oluyorsa- Pembe çocuğu köye götürüp ‘köyün artık Ağrı Dağı kadar yaşlı olan (ne
benzetme ya!) ama hala bilgelik dağıtmaya devam eden üç yaşlısına danışıyor. Köyün üç
yaşlısı, çocuğa adı, ailenin geçmişi konusunda bilgisi olmayan birinin
vermesini salık veriyor. Bunun üzerine Pembe, Mala Çar Bayan köyüne birkaç km
uzakta kışın cılız akan baharda kuduran bir dere kıyısına gidiyor. Orada karşı
kıyıya geçmek için iki yaka arasına gerilmiş bir elektrik teline bağlanmış
derme çatma bir tekne kullanılıyor. (Yazar, Pembe’yi on beş yıl önce Urfa’ya
minibüsle yolladığını unuttu!) Her yıl birkaç kişinin suya düştüğü, kiminin de
kurtarılamayıp boğulduğu bu geçitte Pembe beklemeye başlıyor. Bu arada köyün
yaşlıları çalıların arkasına saklanıp, gerekirse müdahale etmek üzere
bekliyorlar. (Bu gülünç olayları vallahi ben uydurmadım, Bayan Şafak yazıyor,
inanmayan romanın 106. sayfasına baksın!) Sıkıntılı bir bekleyişten sonra ‘kemerli bir burnu, kırışık elmacık
kemiklerinin altında çökmüş yanakları, yamuk yumuk dişleri ve rüzgarla gelip
giden bir akıl olan’ bunamış bir kadın geliyor. Rüzgarla aklı gelip giden
yaşlı kadın:
‘İki
tane isim var bilesin. Biri Selim. Vaktiyle böyle bir sultan varmış; hem
şairmiş, hem de bestekar. Evladın yumuşak huylu, merhametli vicdan sahibi olsun
istersen ona bu ismi ver.’
‘İkincisi,
askerlerinin önünde yürüyen, aslanlar gibi savaşan, her muharebeyi kazanan,
düşmanlarının yüreklerine korku salan, diyar üstüne diyar, taht üstüne taht
fetheden, Doğu ile Batı’yı birleştiren hep daha fazlasını isteyen anlı şanlı
kumandan ve hükümdarın adı. Evladın da onun gibi bir ordu insana liderlik etsin
dilersen ona bu ismi ver.’ diyor.
Karekterlerin
düzeylerine uygun konuşmaması anlatım bozukluklarını geçelim, Fırat kıyılarında
sarp geçitte karşılaşılan rüzgarla aklı gelip giden yaşlı kadın, Sultan 3.
Selim’i ve Büyük İskender’i nasıl ve nerden biliyor? Bunun mantığını ben
anlayamıyorum. Romanı severek okuyan binlerce okur, böyle bir olayın olabilirliğini
sorguladılar mı acaba?
50’li yıllarda
Pembe ile babasını minibüs ve otobüsle Urfa’ya yollayan yazar, 1962 yılında
Adem’i, sınıra yakın bir köye kamyonla ulaştırıyor. Sonra da Adem eşek sırtında
Mala Çar Bayan köyüne geliyor. Asker olan kardeşini görmeye gelen ve Mala Çar
Bayan köyünde istemeden konuk olan “Adem,
Muhtarın evinde midesini taze tereyağı, kaymak ve balla dolduruyor. Muhtar
yemek sonrası rehavetiyle kestirirken, kızları ve karısı evdeki bakırları
kalaylıyor, oğullar tavla turnuvasına dalıyor.” (s. 188).
Üç-beş satırlık
bu kesitin neresini düzeltmeli?
Yazar, yine
Maria Antuanet’i aratmıyor. 1962 yılında dağ köyünde konuk yağ bal, kaymakla
karnını dolduruyor. (‘Karın doldurmak’ da ne demekse?) O yıllarda Anadolu
köylüsü yağ, bal kaymak değil, yavan ekmekle ham çökeleği bulduğuna
şükrediyordu.
Elif Şafak bakır
kalaylama işini, bulaşık yıkamak gibi sıradan bir iş algılıyor ve şöyle
ayaküstü, bir çırpıda yapılıverdiğini sanıyor. Bakır kalaylamanın ustalık isteyen
bir el zanaatı olduğundan haberi yok. Kadınlar bir yana erkekler bile
beceremezler kap kalaylamayı. O yıllarda köylere yılda bir iki kez gelen
kalaycı ustaları yapardı bu işi. Önce kaplar kum ile kazınıp temizlenir, sonra
kalaylanırdı ki bu çok zahmetli bir işti.
Olmayacak
olaylar dizisi bununla da bitmiyor. Adem köyün köpeklerinden korkup paniğe
kapılıyor. Bu durumu gören Cemile köpekleri uzaklaştırıyor sonra Ademle bir
sohbete girişiyor. (Bir köylü kızının tanımadığı bir yabancı ile böyle bir
sobete girişme olanağı bulunmaz ya, neyse geçelim bunu, olur olur!) Bu sohbet
sonrasında Adem kızdan hoşlanmaya başladığına karar veriyor. (s. 192.
‘Hoşlanmaya başladığına karar vermek’ de ne demekse?) Duygularını muhtara
açıyor. Muhtar ‘Bir adamın aşkı mizacının
devamıdır’ diye Adem’e hak veriyor. (s. 196) Adem, yanında muhtar, kolunun
altında baklava kutusu ile –daha önce herhangi bir haber vermeksizin- Cemile’yi
babasından istemek üzere çatık kaşlı, donuk bakışlı, somurtkan babanın evine
gidiyor. Adem, ‘Efendim sebebi ziyaretim
kızınız hakkında konuşmak’ diye söze giriyor. Baba Berzo’dan Cemile’yi
istiyor. Berzo, kırık dökük Türkçesiyle (s. 206) (0ysa daha önce kızlarını
anayasa okusunlar diye okula yollayacak ölçüde bilinçliydi) Cemile yerine ikizi
Pembe’yi öneriyor. Cemile’nin bakire olmadığını ima ediyor. Adem bunu duyar
duymaz içini kemiren sorunun yanıtını öğrenmek için ok gibi fırlayıp Cemile’nin
halı dokuduğu yere gidiyor. Bu bölümü olduğu gibi romandan okumakta yarar var,
yoksa benim uydurduğum sanılır:
“Ama
Adem çoktan fırlamış, kovalayan varmış gibi hızla uzaklaşmaya başlamıştı bile.
Oysa köpekler yoktu bu kez peşinde. Bir komşunun evinde, her yaştan kadınla
halı dokurken buldu Cemile’yi. Ademin penceresinden baktığını görünce
kıkırdayıp yüzlerini örttü kadınlar. Cemile derhal ayağa fırlayıp dışarı koştu.
“Ne
yapıyorsun burada rezil ettin beni?”
“Rezil
ya” diye mırıldandı Adem. “Tam aradığım kelime?”
“Ne
diyorsun sen?”
“Sen
söyle açıklamak gereken konular var belli ki.”
Cemile’nin
bakışları sertleşiverdi birden. “Peki o zaman konuşalım.”
Arka
bahçeye doğru yürüdüler. Birileri kısa zaman önce tandırda yufka pişirmiş
olmalıydı, ateş sönmüştü ama küllerin arasında kalan birkaç köz hala için için
yanmaktaydı. Etraftaki çimen öbekleri yeşil renkleriyle alttan alta baharı
haber verir gibiydi.
“Baban
bakire olmadığını söyledi dedi Adem. Aslında böyle dosdoğru sormak değildi
niyeti ama ağzından çıkmış bulundu.
“Öyle
mi dedi sana ?”
dedi Cemile gözlerini kaçırarak. (…)
“Peki
ya sen” diye sordu Cemile.
“Ben
ne?”
“Sen
ne dedin?”
Böyle
bir soru beklemiyordu Adem. “Ben hakikatı bilmek istiyorum!”
“Sen
nasıl görürsen odur hakikat.” (s. 209)
1962 yılında Urfa ’nın bir dağ köyünde,
köye gelen bir yabancı, koltuğunun altına bir baklava kutusu sıkıştırıp daha
önceden haber vermeksizin holayıp kız istemeye gidebilir mi, (Allahtan bir
demet çiçeği unutmuş, Bayan Şafak’ın aklına gelse, çiçekçide bir demet çiçek
yaptırırdı!) diye kendi kendinize sormayın. Bayan Şafak izin verdiyse
gitmiştir! Daha önce anayasa okumaları ve koca baskında kalmamaları için
kızlarını okula yollama bilincindeki bir baba, ilk gelişte tanıyıp bilmediği
bir isteyiciye ‘Cemile olmaz, Pembe’yi al’ der mi? Bir yabancı, tanıyıp (tanısa
da fark etmez ya!) bilmediği bir köyde bir kızın bakire olup olmadığını gidip kızdan
sorabilir mi? Bunlar roman sanatı diye bir kitapta yer alabilir mi? İnsaf!
Romanı
sürüklemek için ilginç olaylar dizisi yaratma çabası içinde yazar Cemile
tipinde anaç bir karekter yaratıyor. Cemile’nin bir tür mabedi, tapınağı
konumunda dört metreye- beş metrelik, karanlık rutubetli penceresiz bir mahzeni
bulunuyor. (O yörede çok katlı ev, mahzen var mıydı diye düşünmeyin!) Yazar
Cemile’nin kutsal sığınağını şöyle betimliyor:
“Bütün oda yerden tavana kadar raflarla
kaplıydı. Her rafta değişik boylarda kavanoz ve şişeler vardı. Yabani otlar,
ağaç kabukları, kokulu yağlar, tohumlar, baharatlar, mineraller, yılan
derileri, hayvan boynuzları, kurutulmuş böcekler.’ (s. 244) Cemile son
onbeş yıldır hergün, en az yarı gününü geçiriyor burada.
Olay 1978’de
anlatıldığına göre, en geç 1963 yılından beri Cemile bu işle uğraşıyor .
Tümü bir yana o yıllarda bunca kavanozu nasıl buldu? O yıllarda, kavanoz bir
yana rakı şarap şişeleri bile geri verilir parası alınırdı. Bir mahzen dolusu
kavanoz o köy için bir servet demektir. Bunların içini Cemile nasıl doldurdu;
yılan derileri, hayvan boynuzu gibi alışılmamış şeylerle? Bu kadının başka hiç
mi işi yoktu da tüm zamanını böylesi ilginç hobilere ayırdı? Açlıktan nefesi
kokan yoksul bir ailenin kızı nasıl oluyor da her günün en az yarı zamanını
burada geçiriyor, diye sormayın.
Cemile’nin
ilginç özellikleri bununla bitmiyor. Doğumlar yaptıran, sayrıları iyileştiren,
yaraları sağaltan maço kişilikli Cemile bir beye iyilik ediyor. (Bu kesiti olduğu gibi romandan okumakta
yarar var)
“Bir
bey armağanıydı. Önünde her türden
insanın el pençe divan durmasına alışmış bir adamdı, saygı kadar korku uyandırırdı.
Derken tek oğlu amansız bir hastalığa yakalanmıştı, hekimlerin pes ettiği yerde
Cemile girmişti devreye. Sessiz sedasız durmaksızın çalışmış, bir kızağı kırk
buzun içinden çıkarır gibi, milim milim çekip almıştı çocuğu Azrail’in elinden.
Oğlan ilk kez gözünü açıp konuştuğunda ağlamıştı. Bey. Gözyaşına alışık olmayan
erkelerin yaptığı gibi, katıla katıla.
Bey
ona para teklif etmişti. Cemile kabul
etmemişti. Altın. Arsa, çiftlik evi, arı kovanları ipekhane… Her seferinde
başını sallamıştı. Tam kalkmış gidiyordu ki, Bey elması çıkarmştı ortaya.
Kehribar cariye diyordu ona. Taşın cazibesine kapılmıştı Cemile. Pahası değil,
gizlediği bilmecelerdi onu çeken. Sırlarla dolu bir taştı o.”
Bir taş ne
bilmece gizler, anlamak zor. Sanırım yazar “gizem” demek istemiş. Bu yanlış
sözcük seçimini bir yana bırakırsak, 60’lı yıllarda Doğu’da açlıkla boğuşan bir
kişinin, kendine sunulan bunca şeyi geri çevirmesine olanak var mı? Bayan yazar
1968’de Lutfi Akat’ın yönettiği Urfa
yöresinde geçen Hudutların Kanunu filmini görse, böyle boş şeylerle romanı
doldurmazdı. Sınır kaçakçılığı ile geçinen insanların sakat kalma ve ölümleri
pahasına verdikleri yaşam savaşını anlatır o filim. Nitekim, Cemile’nin ailesi
ekmek parası için İngiltere’ye gitmek zorunda kalmıştır. Böylesi bir ortamda
Cemile’nin kendine sunulan varlıkları geri çevirmesinin mantığı olur mu? Doğu
Anadolu’da Bey var mı? Hele, ipekhanenin adını duymuş mudur, o bölgenin
insanları?
Romanda
yoksulluktan, sıkıntıdan söz edilmesime karşın, yaşanan olaylara göre köyde
roman kahramanlarının bir eli yağda, bir eli balda gözüküyor. Hobi gibi gözüken
birkaç iş bir yana bırakılırsa, pek bir iş yaptıkları yok. Kahveye gidiyorlar,
tavla turnuvesi yapıyorlar, onbeş yıl boyu günün yarısını bir bodrumda hobi ile
geçiriyorlar. Sümer mağazalarında karne ile bez alıdığı yıllarda doğacak
çocuklarına evde patikler, minderler, giysiler dikiyorlar. Bu değirmenin suyu
nereden geliyor belli değil.
Roman gerçek
değil kurmacadır, roman hayaldir, bir anlamda roman yalandır. Tamam bunlar
doğru, ama yalanın inandırıcı olması gerekir. Yazar, inandırıcı değil anlatısında.
Hem bir iki değil, baştan sona olmayacak olaylarlar dolu.
Özetle söylecek
olursak İskender kötü bir roman.
Diyaloglar
kişilerin düzeyine göre değil. Romanda okuyucunun merakını ayakta tutacak bir
anadüğüm yok. Tesbih taneleri gibi birbirine ulanan küçük öykücükler biçiminde
sunulmak istenen konu bütünlükten yoksun. (Zaten bütüncül bir konu da yok ya)
Öykücükler, eğreti biçimde birbirine ilintilenmiş. Bunların da ne olduğu belli
olmayan ana konuya katkısı yok denecek ölçüde az. Sözgelimi Esma’nın eşcinsel
eğilimi (s.252) saçma sapan olaylarla
anlatılıyor. Kişi ve olaylar hakkında yazar
–sanki okuyucu anlayamazmış gibi- gereksiz açıklama ve yorumlarda bulunuyor.
Biçem yaratma kaygısı ile yazar, gereksiz ve sıkıcı biçimde zaman değişikliği
yapıyor.
Kökende, roman
orientalist bakış açısı ile, Batı okuru hedef alınarak yazılmış. Bu yüzden Batı
okuruna çekici gelecek, -üç yaşlıya danışma, ad koyma, kaçakçıların kulak
kesmesi türünden- uydurma masal motifleri ile doldurulmuş. Romanda doğru düzgün
bir karakter çizilmemiş. Yapay çizgilerle anlatılan karakterler sönük bir
gölgeden öteye gidememiş. Tümü bir yana, romana adını veren İskender belli
belirsiz bir saman alevi gibi uçup gidiyor. Yazar kendine ilginç gelen Sihirbaz
Houdin, salyangozların çift cinselliği gibi bilgileri gereksiz biçimde romana
serpiştirmiş.
Yazar kitabını
akıl almaz kötü bir biçemle yazmış. Böyle bir yazarın Türkçe bir yana başka bir
dili, yazınsal düzeyde bildiğinden kuşku duyulur. İskender’de bu dil
yeteneksizliğini gizlemek için, biçem yaratma oyunlarına girişiyor. Ağrı Dağı kadar yaşlı, mantı burunlu,
zihinde sızı türünden benzetmeler yapıyor, gereksiz zaman değişikliği
yaparak öyküye devingenlik katmak istiyor. Her şeyin ötesinde yazarlık bir dil
ustalığıdır. Yazar bu ustalığı gösteremiyor.
Romanın yarısına
yakın bölümünde ilk bakışta göze çarpan bağışlanmaz yanlışlar bunlar. Tüm kitap
kof bir yığıntı. 2011 Türkiye’sinde 200 bin gibi olağanüstü bir sayıda
basılması ve bunun okur bulması şaşırtıcı bir durum. İngiliz yazardan intihal
olduğu söyleniyor. İnanmam böyle bir romanın intihal olduğuna. İskender,
özellikle biçem arayışı bakımından bana fena halde Ferit Edgü’nün ölümsüz
romanı Hakkari’de Bir Mevsim ‘O’ romanını çağrıştırdı. Hakkari’de Bir Mevsim
romanının hormanlu, şişirilmiş, kof, kötü bir taklidi gibi geldi bana. Kitaba
övgü dizenlerin beğenilerine şaşarım.
Helal olsun vallahi hocam, tercüman oldunuz!
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim. Düşüncelerimi yazdım yalnızca.
YanıtlaSil