Yayında Olan Eserlerim

13 Kasım 2017 Pazartesi

10. KIBATEK Şöleninden Esintiler

Onuncu yılını kutlayan, Kıbatek örgütü pek tanınmıyor. Genel anlamda Türk dil ve kültürünü araştıran bir kurum KIBATEK. Adı bir kısaltmaya dayanıyor. Kıbrıs, Balkanlar ve Avrasya Türk kültürünü araştırma örgütü adının kısaltması. On yıl önce Kıbrıs Türk Cumhuriyeti eğitim bakan yardımcısı İsmail Bozkurt ile folklor araştırmacısı, yazar Metin Turan kurmuş. Aralıksız her yıl bir ülkede gerçekleştirdiği etkinliklerle günümüze gelmiş. 2004 yılı etkinliğini, Romanya'nın başkenti Bükreş’te gerçekleştirdi. 26-30 Nisan günlerine sığan toplantı yoğun izlencesi ve titiz bilimsel bildirileri ile kültür tarihimizde iz bırakan etkinliklerden biri oldu.
Azerbaycan’dan, Macaristan'a, Kırım'dan Kıbrıs'a, Türkiye'den Belçika'ya pek çok bilimadamı, şair ve yazarın katıldığı konukları, Romanya Türk Tatar Müslümanları, tarihsel Türk konukseverliği ile kucakladı. Bu yılkı toplantının ev sahipliğini, Romanya Tatarları üstlenmişti. Kıyasettin Uteu, Kıbatekin Romanya temsilcisi olarak, sorumluydu. Romanya parlamentosundaki Türk milletvekili Necat SALİ ve Tatar örgütlerinin desteği ile konuklar ile soydaşlar arasında canlı bağlantılar kuruldu.
Üç gün süren bilimsel konuşmaları, Tatar Türkleri yoğun ilgiyle izledi. En az otuz bildiri sunuldu. Daha sonra Köstence'de yapılan şiir akşamında ise Türk soylu halkların şiirlerinden örnekler sunuldu.
Sempozyum bildirileri ayrı bir değerlendirme konusu. Yakından yayınlanacak bu bildirileri ben bir yana bırakacağım. 'Yediğin içtiğin senin olsun, ne gördüğünü bize anlat' atasözüne uyarak, Romanya izlenimlerimi yazacağım.
Romanya ve Romanya Türkleri ülkemizde pek bilinmez. Osmanlı Devletinden koptuktan sonra, Romanya ile Türkler arasında keskin ilişkiler yaşanmamış. Genellikle pek bilinmez Romanya. Oysa çok yönden ilgi çekici bir ülke. Her şeyden önce geçmişin eski döneminden beri Türklerin uğrak yeri olmasıyla, belli bir Türk azınlığın hemen her dönemde Romanya topraklarında yaşamasıyla, Türkiye'ye hem yakın, hem uzak bir ülke. İstanbul-Bükreş arasının bir saatlik bir uçak yolu uzaklığında olması, birden şaşırdı beni. Yıllardır, gidemediğim, ülke benim bilincimde Çin kadar uzaktı. Oysa zaman zaman bizim balıkçıların kıyı sularına girip yakalandıkları bir ülke.
Komünist dönemde Türk azınlığa en çok hoşgörü gösteren ülkelerden biri. Şimdilere ise bu daha fazla.
26 Nisan 2004
Bükreş'teyiz. Saat 10.10. Güneşli, ılık bir hava. hava alanı önünde sigara tüttürüyorum. Bükreş havaalanında yoğun hava trafiği yok. Toplantıya katılacak arkadaşlar bir bir gümrüğü geçip dışarı çıkıyorlar. Tatar dostlar bizi bekliyorlar. Otobüse binip şehri bolu boyunca geçip Capitol otele geliyoruz. Çantalar otele yerleşiyor ve yeniden bir yolculuk başlıyor. Romanya Türk tatar Birliği evine geçiyoruz. Koca bir bir salon içinde, gıri boyalı eski bir yapı. Ev sahipleri, bahçede toplanmışlar, konukları bekliyorlar. Roman'ya da 35-40 bin arasında Tatar var. Bu dernek Tatar derneği. Bahçede oturanlar arasında tanıdık bir ad var. Bu Dış İşleri bakanı Abdullah Gül'ün kardeşi.İş bağlantısı için Bükreş'e gelmiş.
Biraz sonra iç salona geçip Tatar bayanların yaptığı yemeklerle donanmış, açık sofradan yemekler seçeceğiz. Tatar böreği ve öbür soğuk yemekler, salatalar. Yemek sonrasında içeridekiler kandilerine tanıtacak. Birinci günün karşılama izlencesi böylece sona eriyor.

27 Nisan
Yorgun günün mutlu akşamında yazıyorum. Dolu dolu bildiriler sunuludu. İkinci sırada benim bildirimin yer alıyordu. "Türk Edebiyatında Evrrensellik". Kısa bir zaman dilimde özetliyorum. Ardından Konuşan Kurtuluş Kayalı'nın bildirisi, bemim bildiri ile kimileyin örtüşen, kimileyin çatışan bir içerikte. Genelge ikimizin bildiri bir bütünlük sunuyor. Üçüncü bidiri Cengiz Ertem'in bildirsi "Modernizm Çevresinde Türk Romanı " başlıklı. İlgi çekici bir değerlendirme. Zaliha Güneş: Peyami Safa'nın Attila Romanındaki gerçek kişileri değerlendiriyor.

28 Nisan
16.30'da Çauseşku'nun sarayında, yazmayı ve yaşamayı sürdürüyorum.  Türk, milletvekili Necat Sali'nin desteği ile sarayın kapıları bize açıldı. Çausesku'nun saray olarak düşünüp yaptırdığı dev oylumdaki yapı günümüzde Romanya parlamento'su. Dünya'da Pentagondan sonra ikinci sırada en büyük devlet evi. Bize izin verilen, zemin ve birinci katın tümünü gezdik. Tüm yapı üçü altta olmak üzere 13 kattan oluşuyor.
Öğle yemeğini, bu dev sarayda, Çauseskunun kabul odasında yedik. Yine Tatar dostların ev yemekleri. Kabul salonunda Çauşeskunun giriş kapısı bilinçli olarak küçük yapılmış. Kısa boylu küçük cüsseli olduğu için, televizyon çekimlerinde, öbür kapılarda olduğu gibi dev kapıda küçücük görünmek istememiş. Şu an, sarayın bilardo salonunda notlar alıyorum. Hemen yandaki salonda bildiriler sunuluyor. Bükreş'in büyük bir bölümü sil baştan, yeniden yapılmış. Çauşenku, kentin % 30'unun yıkılmasını buyurmuş. Kentin bu bölümü tümden boşaltılıp yerle bir edilmiş. 1984-85 yıllarında yıkımına başlanıp Çauşesku'dan sonra bitirilen, yeni Bükreş'in öyküsü bu.
19 yy'da yaygın Rokoko ve yeni sitil ile yapılan kent, kılı kılına düşünülmiş bir simetri içeriyor. Aynı simetrik düzenini sarayda da göreceğiz. Sarayın 1. katındaki balkondan şehri izlerken, konuklardan bir "sanırım Çauşesku'da simeri hastalığı vardı" diye bu durumu vurguladı. Karşımızda Paris'in Şanzelizesini andıran 4.5 kmlik dev bulvar, yeni yapılan bölümü ikiye ayırıyor. "Komunizmin başarı Bulvarı" adı düşünülmüş. Günümüzde "Birlik Bulvarı" adını taşıyor. Bulunduğumuz saray, 19 m. yüksekliğinde bir tepe üzerine kondurulmuş. Kentin yenilenmesinde 29 kilise yıkılmış. Yalnız bir kilise 300 m. kaydırılarak kurtarılmış.
Sarayın dört yanını bakanlık yapıları, devlet kurumları çeviriyor. Tümü açık krem rengi ile pırıl pırıl. Hemen arkadaki bir dev yapı gösteriyor, Bükreş Bilimler akademisinde görevleri bir arkada:
"İşte bu yapı, Romen bilimler akademisi. Benim odam şu karşıda yer alıyor."
Akıl almaz, yeni kent dokusu, zamana ve uzama meydan oku gibi, görkemle önümüzde duruyor. İnsanın ölüme ve sonsuza bir direncinin anıtı sanki. Sarayı gezdiren kılavuz, tüm yapı düzenini uzay yolcularına yön gösterecek anıtlara benzetiyor. Gerçekten Mısır sfenkleri gibi bir görüntü sunuyor saray.
1984- 85'lerde yapımına başladılar diyorlar ya, pek sanmam. Türkiye'ye dönüşte, Nazım Hikmet'in şiirlerini karıştırdı. Ve bir şiirinde şöyle diyor Nazım:

Bükreş'te yeni evler gördüm.
Ebem kuşakları
Ve şafakta suydu evler.
Braşov'da çıktılar karşıma
dağlarla beraber.
Ve Karadeniz'de
mamaya'dan Mangalya'ya kadar
Fıskıyelerin sevinci evler
Rahatlığı ütülü, temiz çamaşırların.
Mimarlar sağolun.
Sözüm 57'den sonrakilere.

Sanırım, yalnız sarayın yapımı 1984'e dayanıyor. Kentin yeni bölümü ise daha eskilere iniyor.
Henüz yapımı sürüyor sarayın. Onu uzaktan kuşatan bakanlık yapılarının 4500 odası bulunduğu söyleniyor. Saray milimetrik çizim içindeki dev bir meydanın ortasında ye alıyor. Kmlerce uzayan yollar sarayı kente bağlıyor.
Sarayın bilimler akademisine bakan kapısındaki merdiven başında bol bol toplu fotoğraflar çektirerek içeri giriyoruz. Dev mermer sütunlar üstünde ayakta duran ve insana ürperti veren yapının avlusunda toplanıyoruz. Önce zemin katı turlayacağız. Saray, yer yer eski bir kiliseyi andırıyor. Bu görüntüsü nedeniyle, Kosta Gavras'ın son filmlerinden birine ev sahipşiği yapmış. Yahudi kıyımına, katolik kilisesinin işbirliği yaptığını vurgulayan "Modigan' filmini Gavras, Vatikan'da çekmek istemiş. Vatikan izin vermeyince burada çekmiş. Çevrim sırasında duvarlara çok güzel, dinsel tablolar çizilmiş. Tablolar yerli yerinde. Kiminde Meryyem Ana ağlıyor, kiminde İsa'yı kucağında taşıyor. Arka fonda başka renkli kişiler. Din bilince çizilen görüntü. Benzet benzetebildiğince...
Akademi'ye bakan kapıdan girince hemen solda, yuvarlak bir salon yer alıyor. Ortada en az 100 kişinin bulunabileceği bir yuvarlak masa duruyor. Çevresine sandalyeler dizilmiş. İnsan Hakları salonu burası. Eşitliği vurgulamak için bilinçli biçimde, yuvarlak salaon ve yuvarlak masa seçilmiş. Masanın boş olan orta bölümündeki yer cumhurbaşkanına ayrılmış. İnsan hakları salonu şimdilerde, NATO toplantılarında kullanılıyor.
30 salonlu, 49 asansörlü sarayda klima kullanılmamış. Çauşesku, kılima aracılığı ile zehirlenirim korkusu ile, böyle bir düzeneğe izin vermemiş. Abdülhamit'in elektirik vehimi gibi bir duygu olmalı. Sanki ölüme engel varmış gibi. Nitekim, 1989 yılının son günlerinde, bir gün halk ayaklanacak, yaşadığı eski kral sarayını kuşatacak, bunca emek verdiği yapıda bir gün bile yaşama olanağı bulamadan kendisini devirecektir.
O günleri sıcağı sıcağına yaşamıştım. Eşim ve oğlumla, araba ile yeni yılı dinlencesi nedeniyle Budapeşte'ye doğru yoldaydık. Önümüz sıra Alman Kızılhaç konvoyu ilerliyordu ve Alman radyosundan sürekli haberleri dinliyorduk.
Eşi ile birlikte, helikopterle Bükreş'ten kaçarken, 100 km kuzey batıda indirilmişlerdi. Kurşuna dizilmeden önce eşi Elena yiğitçe yanıt vermişti:
"Bağışlanma dilemiyoruz!"
Bu olayı, Necat Sali'ye anımsatıyorum. Necati Sali şöyle yanıtlıyor.
"Malta buluşmasında, Amerika ile Rusya anlaşmıştı. Çauşesku'ya çekilmesini önerildi. Orduya ve partiye güvenerek Çauşesku direneceğini sanıp bu isteği geri çevirdi. Bunun üzerine Transilvanya'daki Macar azınlık ayaklandı. Kimileri bir papaz ayaklandırdı dedi, kimileri de CIA'ya yükledi. Eylemin nasıl başladığı pek bilinmiyor. Ardından ayaklanma Bükreş’e sıçradı. Saray kuşatıldı. Ordu ve polis yan değiştirdi. En yakınları, savunma bakanı ve öbür yüksek yetkililer, canlarını kurtarmak için Çauşesku'yu ele verdiler. Sözgelimi Çauşesku'nun bindiği helikopterin yerini savunma bakanından başka kimse bilmiyordu. O, Çauşeskuyu ele verip canını kurtardı. Romen halkı böyledir. Öylesine dirençli değildir. 'Gelen ağam, giden paşam' der. Güçlünün yanında yer alır. Halkını tanımama Çauşeskunun sonunu getirdi."
Sarayın merkezinde yer alan salon, Romen Halk meclisi. 18 Azınlık ve Romen çoğunluğun temsil edildiği parlemento çok renkli insan görüntüsünü sunuyor. Transilvanya, Moldavya, Erdel gibi bölge adlarından oluşan bir eyaletler, halklar meclisi gibi. hemen her azınlığa, sosyalist dönemde de belirli haklar tanınmış. Her dönemde ana dillerini kullanma, öz kültürlerini işleme, dinsel inançlarını sürdürme olanağı bulmuşlar.
Bu azınlık haklarından en çok zarar görenler ise Macarlar. 1. Dünya savaşı sonrasında, 3 milyonluk macar kitle Romanya sınırları içinde kalmış. Tüm dönemlerde eritme politikası uygulanmış. Günümüzde 20 milyonluk Romanya'da 1.5 milyonluk sayısı ile yine korkulan bir azınlık. Ülke kültürüne renk kattığı söylenen öbür azınlıklara gösterilen hoşgörü onlardan biraz esirgeniyor. Her an kopacak tehlikeli bir azınlık olarak algılanıyor.
Oysa 70 bin kişilik Türk Tatar azınlık, korunmaya alınmış bir biblo gibi. Ülke insan bileşimine renk katan sevimli bir topluluk olarak görülüyor. İçe dönük yaşamları, müzikleri, dinleri dilleri ile yaşamalı isteniyor. Ayrıca devlet politikası, Türkiye ile ve Türklerle barışık. Bu durum Çauşesku döneminde de böyle olmuş. Rus jeopolitik baskısına karşı, Marksizmi en katı biçimde uygulayarak direnmişler. Rus baskısı yerine, Türk dostluğunu seçmişler. Sözgelimi, birçok Doğu blok ülkesinde Türkoloji bölümü açılmazken, bunlar açmışlar. Türk azınlığa dil, din yasağı konurken, Romenler Türk kültürüne destek olmuşlar. 1990'dan sonra Türk-Tatar azınlık dış dünya ile bağlantı kurma olanağını elde etmiş. Türkiye'den giden birçok işveren işyerleri açmış. Şimdi, 30 bin kişilik yeni göçmen de bu sayıya katılmış durumda. Bükreş, Köstence'de üst üste işyerleri açıyorlar. Çoğunun ailesi Türkiye'de. Sık sık Türkiye'ye geliyorlar. Romanya'daki Türk- Tatar azınlıkla pek kaynaştıkları yok. Romanya'da oturup Türkiye'de yaşıyorlar. Romanya Türkleri ise Romanya'da yaşayıp Türkçe düş görüyorlar! İşte aradaki ayrım.
Bükreş'te karşılaştığım Gaziantepli birine soruyorum. Yedi yıldır mobilye dükkanı işlettiğini ve ailesinin Türkiyede olduğunu söylüyor.
"Çocukların eğitimi yüzünden getiremiyorum. Fethullah'ın okullarında öğrenci başına ayda  $. 2.000. alıyorlar. İki çocuğum var. Nasıl öderim bu parayı" diyor.
Günümüzde parlemetoda üç Türk milletvekili var. Bunların bir Tatar-Türk, ikincisi Oğuz Türk kontenjanından girmiş. Üçüncüsü Sosyal demokrat parti üzerinden.
Müslüman Türk Tatar Türkleri Demokrat  Birliğinin iki gazetesi var. Biri aylık: Karadeniz. Aylık çıkıyor, Romence, Türkçe, Tatarca yazılarla donanmış.
Gazetenin ilkesi Gaspıralı İsmail Bey'in ünlü özdeyişi: "Dilde, fikirde, işte birlik".
8 sayfalık gazete haber yorum ve edebiyat içerikli. Ayrıca iki sayfalık "Kadınlar Dünyası" eki var. Elimde tuttuğum son sayıda örnek analarımız, Dobruca Efsaneleri, adetlerimiz, Mecidiye Kadın kolu raporu gibi yazılar yer alıyor. Küçük dünyasında küçük insanların mutluluk tabloları.
Romanya'da bulunduğumuz sürece hemen her gittiğimiz yerde şiir kitapları uzatılıyor. Küçük olanaklarla basılmış, sevecen emek ürünleri bunlar. Çoğu Kırım/ Dobruca Tatar dilinde. Ne çok seviyoruz şiiri! Bir batılı türkoloğun söylediği bir özdeyiş geliyor aklıma: On sekizine gelip de şiir yazmamış bir Türkle karşılaşamazsınız.
Romanya Tatarlarının Kırım ile kanbağı var.
Eski dönemlerde beri, Dobruca Kırım Türklerinin sığınma alanı olmuş. Kırım'da baskı gören Türkler soluğu Romanya'daki soydaşlarının yanında almışlar. Özellikle 1945'ten sonra çok sayıda Kırım Tatarları gizlice Romanya'ya kaçmış. Romanya'da kimliğini gizleyerek yaşamını sürdürmüş.
Mecidiye Mezarlığıda Kırm'ın ünlü şairi Mehmet Niyazi yatıyor. Mezar taşında "Kırım Tatar Halk Şairi MEHMET NİYAZİ (1878-1931) yazılı. Mezarı Dobruca Türklerinin ünlü dergisi EMEL'in girişimi ile  Cafer Seyit Kırımer yaptırmış. Mezar üstünde ise bir dörtlük yer alıyor:
Yolcu, taptap geçme; tokta tüşün mında bir ölü yatmaz
Yeşil yurtka şavle saçkan kuyaş saklanıp tura
Niyazi dep keçip ketme, aga tarih kün kesmiy
Cav cüregin kaltıratı, o bir attay bir Çorabatır

Ve bir Kırm haritası ile tamamlanmış mezar taşı.
Mecidi'ye Türk Tatar mezarlığında, Genç Türklerin tarihinde önemli yeri olan biri daha yatıyor. İbrahim TEMO. İttihat ve Terakki'nin kurucusu Dr. İbrahim Temo'yu, Türk tarihi ile ilgilenen hemen herkesin bildiği bir kişilik. Arnavut kökenli Dr. Temo, Osmanlı'nın batış yıllarında devleti kurtarmak için, yakın tarihimizin ünlü örgütünü kurmuş. Osmanlı Devleti dağıldıktan sonra, ülkenin parçalarından en dinginini seçip yerleşmiş. Şimdi serin Mecidie mezarlığında ağaçlar arasında ebedi dinlenmesini sürdürüyor. İki Temo daha yatıyor yanında. Üç Temo'nun mezar taşları şöyle: Dr. İbrahim Temo (1865-1945), eşi Nafize Temo (1882-1962), oğlu Dr. Naim Temo (1911-1992). Günümüzde kimse yaşamıyor Temo ailesinden.
Mecidiye, Bükreş-Köstence yolu üstünde 40 bin kişinin yaşadığı yerleşim birimi. Yaşayanları % 70'i Türk. "Tatar Birliği Mecidiye Merkezi" adlı bir örgütleri var. Romen devlet desteği alınmış bir yapıda işlevini sürdürüyor örgüt.
Köstence'ye uzanan yol boyu, serpiştirilmiş Türk-Tatar köylerini geçiyoruz. Hasansı, Nurbat, Tepreş köyleri bunlar.
Otobüste Tatar ev sahipleri bize eşlik ediyorlar. Ev sahipleri arasında şen şakrak bir Tatar ana var: Ceverkan Ahmet. Ceverkan Hanım, Bükreş Türkleri arasında Şeker Hanım adı ile anılıyor. Şeker Hanım bol bol Tatar türküleri söylüyor, anılar anlatıyor, çevre hakkında bilgiler veriyor, içki içiyor ve dolu dolu kahkahalar atıyor. Kendisine şeker sanını kayınanası vermiş. Gerçekten adına uygun şeker gibi bir Tatar ana. Köstence'ye 30 km uzaklıkta Menlibay köyünde doğmuş. Kırım Akçamescit'ten gelen bir ailenin kızı. Öğretmenlik mesleğini seçip bu işten emekli olmuş. İki yıl önce eşi ölmüş. Ailesi Alakapı köyünde yaşıyor. Eskilerde 90 ailenin yaşadığı köyde şimdi 19 ev kalmış.
Yol boyu uzanan yeşil alanları gösteriyor Şeker Hanım. "Gençliğimizde buaralarda piknik yapardık. Aileler at arabaları ile topluca gelirlerdi.Gençler oyunlar opynarlardı. Birbirini sevip kaçarlardı" diye anlatıyor.
Otoyol kıyısını şimdi yalnızca araba gürültüleri dolduruyor. Ağaçlar gençlerin şarkı ve sevdalarının özlemi içinde esiyorlar.
Erdel eyaleti, 360 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmış. 1812 Bükreş Antlaşması ile Beserabya Rus egemenliğine geçmiş. Sınır Tuna'ya dayanmış. Bükreş Antlaşması Bükreş'te pek seyrek olarak bulunan Osmanlı yapılarından birinde HANUL MANUC'da onaylanmış. Hanul Manuc "Manuk'un Hanı" anlamına geliyor. Bu yapıyı Osmanlı yurttaşı Musevi Manuk Bey, görkemli bir han olarak kondurmuş.Bükreş ortalarında yer alan bu güzel yapı günümüzde turistik lokanta, el işleri satılan bir çarşı konumunda.
Kıbrıslı konuklardan Sevil Emirzade ile hanı gezip görüntüler alıyoruz. Osmanlı döneminde kullanılan eski bir at arabası bir kıyıda duruyor.
Türkiye'de gördüğümüz tarihsel hanların yapıçizimi ile büyük benzerlik gösteriyor hanın görünümü. Yalnız bir küçük ayrım var. Romenler bu tarihsel yapıyı bizden çok daha iyi koruyup donatmışlar!
Bir de Osmanlı döneminden kalma cami varmış. 1953 yılında sözkonusu camide Nazım Hikmet, bir kadir gecesi derin yurt özlemleri içinde dinsel dinletiyi izlemiş.
Antlaşma gereği, Osmanlılar Bükreş'e pek el atmamışlar. Türk-Tatar kültürü Köstence'de yoğunlaşmış.
Köstence -son on yıllık turistik yapılaşma dışında- eski dokusunu korumuş. İki katlı evler çoğunluğu oluşturuyor. Bir de cami var: Karol Camisi. Romen kıralı 1. Karol'un akçal desteği ile 1910-12 yıllarında yapılmış. Romen yapıçizimci, cami çizimini Mısır'daki bir camiden almış. Genişliğine oranla yüksekliği çok daha fazla. Biraz kilise çizimini anımsatıyor. Cami hemen her dönemde işlevini sürdürmüş. Günümüzde de dinevi olarak kullanılıyor.
Başka ulusların bize gösterdikleri hoşgörüleri saygı ile anıyoruz. Ama biz, başka inançtan kişilere aynı hoşgörüyü göstermeye neden yanaşmıyoruz diye bir duygu geçiyor içimden. Hadi başka uluslar bir yana, kendi ulusumuzdan insanları bize benzetmek için niye böylesine çaba gösteriyoruz?
Nitekim camiyi gezdikten biraz sonra, Köstence Türk-Tatar birliğinde olacağız. Sorunlar konuşulup durum değerlendirmesi yapılırken, genç bir Macar Türkolog Sandor Szatmar Romanya'da açılan Fetullah Hoca okullarının işlevine değiniyor ve şöyle bir soru yöneltiyor:
"Tatarlara Türkiye Türkçesi öğreterek onları kendi kimliklerinden uzaklaştırıyorsunuz. Türk halkının çokrenkliliğini ortadan kaldırıyorsunuz. Bu uygulama ile ne yapmayı amaçlıyorsunuz?"
Genç meslektaşı ben yanıtlıyorum:
"Hayır, bizim amacımız eritme politikası değil. Tatar, Tatar kaldığı; Gagavuz Hıristiyan olarak kaldığı sürece güzeldir. Ne Tatarca'nın, ne de öbür Türklerin dillerini unutturma niyetindeyiz. Türkiye Türkçesi yalnız ortak iletişim dili olabilir. Ayrıca bizim de öbür Türklerin dillerini öğrenmemiz gerekir."
Evet, ne yapmak istiyoruz?
Devlet politikası mı yapılanlar, yoksa bireysel bir dinadamının çabası mı, bilmiyorum. Ama benim politikam değil.
İki saat sonra öğle yemeğini Mecidiye'de Mustafa Kemal İlahiyat Lisesi yemek salonunda yiyeceğiz.
İslamı yayma izlencesi doludizgin sürüyor. Türk-İslam sentezi politikası en kıyı yerlere dek burnunu sokmuş. Kimi yerde de Atatürk görüntüsünün gölgesine sığınarak.
Nerede kalmıştık? Köstence’deki Karoli Camisine gösterilen hoşgörü getirdi biz buraya. Ama henüz bitmedi cami üzerine söyleyeceklerimiz. Caminin bir kıyısında dürülü dev bir halı duruyor. 400 kg ağırlığında, 6oo m2lik bu el işi halıyı 1870-1880 lerde Osmanlı sultanı günümüzde Bulgar sınırları içinde bulunan Adakale camisine bağışlamış. 1910'larda camiye bir top düşmesi sonucu halının ortası tahrip olmuş. Sonra yeniden onarılmış. 1968'de cami ile birlikte Adakale baraj yapımı nedeniyle sular altında kalacağı için, halı Köstence camisine hediye edilmiş. Şimdi 150 yıllık bu mahzun halı Nazım'ın Vera'nın Uykusu şiirinde olduğu gibi, yummuş nakışlarını uyuyor.
Ve Köstence kıyılarında kat kat oteller yükselmeye başlamış. Kısa süre sonra buralar da bizim kıyılara dönecek anlaşılan.
2004 ilkyazında benim görüntülediğim Romanya bu. Benden sonra görüntüleyeceklere selam!

17. 05.04, Antalya

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder