Yayında Olan Eserlerim

8 Kasım 2017 Çarşamba

Bir Öykü: Hız Tuzağı

Sevgilisinin evinden ayrılırken doktor gecenin mahmurluğunu üzerinden atamamış gibi yorgundu. Ayrılmak üzere arabasına doğru ilerlerken sevgisi yolcu etmek üzere dışarı çıkmış, kapı önünden uzaklaşmasını bekliyordu. İkisi de ve hem günün yorgunluğu, hem de hafta sonrasının gerilimi ile tedirginlik içindeydi. Belirsiz bir gelecek duygusu genç kadını, gereğinden çok tedirgin ediyordu.
Sahiplenme içgüdüsü kadında hemen her zaman, erkekten çok daha üstün, önde gelen bir duyguydu. Her şeyini bir anlık heyecan uğruna mahvetmişti, Çevreden soyutlanmış, eşten dosttan uzaklaşmış, kısır bir Alman meslektaş çevre ile sınırlı kalmıştı. Bunlar ise çoğu kendisi gibi anlık zevkler uğruna evini yuvasını dağıtmış mutsuz kadınlardı ve hep “o benden daha kötü” duygusu ile kendini teselli eden insanlardı. Bütün bir geleceği bir adamın ellerine teslim etmiş, düşlerini karartmıştı.
Yalancı gülümsemenin sıkıntılı bekleyişe dönüştüğü anlarda Arabanın yanına doğru ilerlerken iki sevgili yeniden buluşacakları günün hesabını yapıyorlardı. Birden sokağın başında motorunu çalıştıran adam dikkatlerini çekti. İki sevgilinin de bakışları öncelikle adamın üzerinde yoğunlaştı. Ardından birbirinin gözüne bakıp gülümsediler.
“Ona benzettin değil mi” diye sordu doktor.
“Gerçekten ona çok benziyor.”
Doktor erkekliği gözüne sıçramışçasına efelendi:
“Nerede onda o yürek!”
Sevgilisi kadınsı bir içgüdüyle doktora uyarısını pekiştirmek istedi.
“Belli olmaz yine de sen kendine dikkat et. Kimi dedikodular geziniyor ortalıkta. Ummadığın taş baş yarar. Gençlik yıllarımızı anlamsız biçimde zehir etmeyelim. Bak ne güzel bir hafta sonu geçirdik.”
Doktor, güvenli biçimde gülümseyerek başı ile onayladı “haklısın.”
Porsche arabasına binip Hamburg’a doğru uzaklaşırken yeniden buluşacakları günün gerilimi içinde isteksiz biçimde evden uzaklaştı.
“Nerede onda o yürek” diye efelendiği adam bir zamanlar en yakın arkadaşı, en sevip güvendiği dostuydu.
 Aylara, birkaç yıla uzanan kopmaz dostlukları hep gizli bir yarış, bastırılmış bir kıskançlık duygusu içinde geçmiş, sonunda doktorun yasak meyveyi yemesi ile çatlamıştı. Şimdi birbirinin kanını içseler soğumayacak duruma gelmiş iki düşmana dönüşmüşlerdi. Bir satranç oyunu gerilimi içinde birbirinin gözlerine bakıyorlar, karşılıklı hamlelerini bekliyorlardı. Şu anda da öyleydi. Adam lüks motorunu çalıştırmış, yola koyulmayı bekliyordu. Porsche arabası içinde doktor uzaklaşırken, genç kadın el sallayıp içeri girdi. Üzerinden bir yük atar gibi rahatlamıştı. Günün yalnızlığı içinde kendisiyle hesaplaşabilirdi.
Porsche içindeki doktor ise ayrı bir rahatlık içindeydi. Hafta sonu kaçamağının rahatlığı içinde olağan dünyasına; evine, düzenine dönüyordu. Kendisi gibi doktor olar eşi bir süre suskun kalacak, konuşmayacak sonrasında sessiz iletişim sürecek olağan yaşam sürmeye başlayacaktı. Her hafta en geç iki, üç haftada bir yaşanan değişiklikti bu. Bitimsiz bir kavuşma özlemi içinde başlayıp huzursuz pişmanlıkla geçen gerilimli saatler, içki esrikliği, verilen boş sözler, yalvarmalar, af dilemeler. Kimi zaman ağıt krizleri.
Doktor bir an kendini özgürmüş gibi geniş otoyolda buldu. Pazar sabahı sakinliği ile yol boştu. Pek kimse uyanmış gibi gözükmüyordu. Karşı yönden gelen arabaların sesini duyar gibi oluyordu. Herkeste aynı huzursuzluk yaşıyormuş gibi geldi. Sabahın bu saatinde yolda olmak için pek bir neden olamazdı. Gününün esenliğini duymak için zaman erkendi. Arabanın hızı ile önündeki arabaları olanca hızı ile solluyor, bir an öce evine ulaşmak istiyordu. Şu an eşi oğluyla kahvaltı ediyor olmalıydı. Kendinin adı geçiyor muydu? Oğlu babasının nerde kaldığını soruyor, annesi uygun bir karşılık veriyor muydu? Radyo açık olmalıydı. Neşeli müzik sesi yükseliyordu. O anda kendini korkunç bir yalnızlık içinde hissetti. Radyonun düğmesine dokundu. Radyodan kıvrak sesler yükselince rahatladı. Bir anda dış dünyayla bütünleşmiş oldu. İnsanlar sabah yalnızlığını paylaşıyorlardı kendisiyle. Nasıl sıyrılmalıydı bu bunalımlı kaçıştan?
Yaşanan bir kaçıştı sanki. Durmak dinlenmek bilmeyen anlamsız bir kaçış. . Otuz beş yaşında yapacaklarını tümünü yerine getirmiş İyi bir iş, bol kazançlı bir yaşam, bir eş, bir oğul, Günler amaçsız bir tekdüze yaşama dönüşmüştü. Her sabah kalkılıp hastaneye gidilecek, akşama kadar sürecek, iş saati bitiminde bara uğranıp bira ya da cin içilecek, kimileyin oldukça sarhoş eve dönülecekti. Alman meslektaşları ile bir türlü dostluk kuramıyor, kendini Türk öğrenci çevresinde mutlu hissediyordu. Onlar daha koşu yolunun başlangıcına tıfıllardı. Öğrenciler, kendisine ağabey ya da doktor diye sesleniyorlar, onun konumuna hayranlık duyuyorlardı. Kendileri değişik alanlarda başladıkları eğitimi bitirip bitiremeyecekleri bilmezlik ve sonrasında iş arama, toplumda yer edinme kaygısı içinde kavrulurken o, her sorununu çözmüş biriydi. Üniversite eğitimi, askerlik, iş evlilik gibi yaşam koşusunun tüm engellerini başarıyla aşmış, düze çıkmıştı.
Belki de sorun yeni başlıyordu.
Tekdüzeliğin verdiği sıkıntı ile yeni heyecanlara gereksinim duymuştu. Ne fakülte bitirme, ne askerlik, ne ev alıp geleceğe önlem alma sorunu kalmıştı. Gökyüzünde bir kuş gibi uçacak ölçüde rahat ve özgürdü.
Kentin insan ruhun dolu havasından sıyrılma bir esenlik verdi. Kalabalıklardan uzakta özgürlük duygusuydu. Dedikodudan uzaklaşmak gibi bir anlam vardı bu duyguda. Bir hafta boyu süren gerilimi birkaç saat içinde atıp rahatlamıştı. Her defasında böylesi günlerin sonunda kirlenmişlik duygusu yaşar, evden çıktığı an, zincirlerinden boşanmış köle gibi özgür bulurdu. Belirsiz bir hazzın yaşanıp bitmiş olmanın gerilimini iki duşla atardı.
Araba boş otoyolda rahatça ilerlerken, bu özgürlük duygunsun tadına varmak için bir sigara yakma gereği duydu. Arabanın önüne uzanıp sigara aldı, sigarayı araba çakmağından yakarken bir anda Hannover’de sokakta motorunu çalıştıran adamı arkasında gördü. Şaşırmış biçimde dikkatle motora ve adama baktı.. Aynı motor, aynı adam arkasındaydı. Başındaki kask nedeniyle yüzü gözükmüyordu. O, olup olmadığı kesin değildi ama Hannover’de sokaktaki motor sürücüsü olduğu kesindi. Sigarasından derin bir nefes çekerken kumar masasında rest çekercesine “peki öyleyse” diye söylendi.
Bol bol kumar masasında da karşılaşmışlardı ve cesur atakları ile onu korkutmuş perişan etmişti. Kumarda hemen her zaman cüzdanı dolgun olan kazanırdı. Korkmadan rest çekiyor, Yaşam da bir kumar oyunundan başka neydi ki?
Madem öyle işte böyle...
Sigaradan bir iki nefes çekerken ne yapması gerektiğini düşündü. Aynı motor diye yargıda bulunmasına karşın, benzer başka bir motor olabilirdi. Aynı motor olsa bile, kendini izleyip izlemediği kesin değildi. Bir rastlantı olabilirdi. Hele motor sürücüsü o da belli değildi. Bir sürü olasılık üzerine kurulu bir varsayımdı tümü. “Yine de bu adamla bir eğlenmeye değer” diye kendi kendine güldü. Altındaki Porsche araba Formula yarışları kazanmış bir markaydı. Bir motorun gölgesinde kalacak onun korkusunu yaşayacak bir araç değildi. Kendi kendine gülümsedi.
“Bununla bir oyun oynamaya değer.”
Kumar masasında blöf yapmak gibi bir duyguydu içinden geçen.
Bir gerilim yaşamak, buçuk saate yaklaşan bir yolculuğu daha kısaltır, daha renklendirirdi. Hemen ağzındaki sigarayı söndürüp bir sakız aldı. Kızgın anlarında sakız çiğnerdi. Ardından koltuğu öne çekip dikleştirdi. Bu sırada motor yanında ilerliyordu. Porsche ile burun buruna giden motor sürücüsünü göz ucuyla süzdü. O olsa ne yazardı, olmasa ne yazardı.  Kendi sağlam araba içinde güvencedeydi, Porsche’ye gaz verdi.
Beş yıla yaklaşan arkadaşlıklarında hep yarışmışlar, hep kendi kazanmıştı. Kendi Türkiye’den tıp diploması ile dönmüş doktorken, o Almanya’da tıp bitirmek için yırtınan bir öğrenciydi. İçki masalarında, yemeklerde üstündü. Aile ilişkilerinde öndeydi, eşi tıp doktoruydu. Bir oğlu vardı. Eşi ile ilişkisi sayrılı birliktelikti, Eşi yaptığı serseriliklere dayanamamış, ayrılmış, böylece başının dinlemek istemişti. Ne var ki, bu olay hem birlikte, hem de ayrı bir ilişki ortamını getirmiş, kocaya çılgın bir özgürlük, daha rahat hareket ortamı getirmişti. Aynı ev, aynı soyadını paylaşan karı koca doktor bir erkek çocuklu iyi kazançlı aile, dışarıdan mutluluk şatosunu, içinde ise içten içe kaynayan kara kazanı andırıyordu. Tarihsel süreçte kadının çocuk doğurması ve ona bakımla zorunlu yuvaya kapanıp ikincil konuma getiren eşitsizlik düzeni, yine eşitsizlik ilkesi ile düzenli biçimde yürüyordu. Eksiksiz bir evlik, mutsuz insan ilişkileri, sürekli sokranma.
Araba motoru geride bırakırken, adama sinsi bir bakış attı.
Genç doktor muhteşem serseriliği içinde mutluydu. İyi para kazanıyor, marka giysiler giyiniyor, çevresinde kimsenin alamayacağı lüks arabalar kullanıyor, özgürlüğünün tadını çıkarıyordu. Şu an izlediğini sandığı motorlu adamla da ilişkileri bu ortamın ürünüydü.
O İstanbul’da büyümüş bir doktor çocuğuydu. Alman lisesini bitirdiği için iyi bir Almancası vardı. Kendisinden üstün olduğu tek özelliği de bu sayılırdı. Kendisi ise sonradan Almanya’ya gelmiş, pratikten Almanca öğrenmeye çalışmış, sıkı çalışma düzeninden yoksun olduğundan yarım Almanca ile meslek yaşamını sürdürme zorunda kalmıştı. Motordaki adamın ne Almanca bilgisi, ne de Alman çevresi ile yarışabilirdi. O da kendisinden hergeleydi. Yıllardır Alman kızla yaşıyor, Alman bir çevrede bulunuyor, yakaladığı her Alman kızla birliktelikte oluyor, sessizce öğrenci yurdunda birlikte yaşadığı sevgilisinin yanına dönüyor, belli belirsiz bir günah çıkarıp kendini aklıyordu. Alman arkadaşının desteği ile öğrenimini sürdürüyordu.
Ne olduysa arkadaşının fakülteyi bitirmesiyle oldu. Ani bir kararla Alman arkadaşından ayrıldı ve bir Türk öğretmenle evlendi. Artık, barlardan, dans salonlarından, ayağını çekmek düzenli bir aile babası olarak yaşam sürmek istiyordu. Düzgün bir yaşamla saygın doktor olarak tolumda yerini alacaktı. Artık akşam sefalarına pek yüz vermiyor, bekarların bulundukları eğlence alanlarında seyrek gözüküyor yaşamına çekidüzen vermiş havalarda gözüküyordu. Bu durum yapışık ikizi gibi görünen doktor arkadaşının boşlukta kalmasına neden oldu. Tek başına takılmanın yalnızlığını yaşıyor sıkıntısını çekiyordu.
Gerçekte aynı demirden yoğrulmuş iki insan ilişkisi aynı sayrılıkları taşıyordu. Birbiri ile örtüşen gizli benzerlikler gizli rekabetle sürer gibiydi. O da kendisi gibi düzenli bir aile görüntüsü vermek için böyle bir evliliği yapmıştı.
Derin yapıdaki çatlak bu evlilikle su yüzüne çıkar gibi oldu. İki arkadaş yeterince buluşup birlikte zaman geçiremiyor, dayanışma içinde serserilik yapamıyordu. Bu durum en çok büyük doktoru tedirgin etmeye başladı. Arkadaşını her almaya gidişinde bir engelle karşılaşıyordu:
“Bugün Kadriye hasta”
“Kadriye ile birlikte bir yere gideceğiz”
Bu türden gerekçelerle kapıdan geri çevriliyor, yalnız başına başıboş sokakta kalıyordu. Almanya’da Türkiye’yi yaşamak sıkıcı mı, sıkıcı bir duyguydu. Bir türlü Almanlarla duygusal bağ kuramıyor, konuşacak ortak konular bulamıyordu. Kültürel birikimi, kendi düzeyindeki Almanlara göre çok düşüktü. Üç beş tümceyi aşmayan genel çarpıcı sözlerle sınırlı bilgisi kimseye bir şey söylemiyordu. Yer almak istediği Alman burjuvazisi kendisi bir yana, Alman doktorları almada bile seçiciydi. Diplomanın, eğitimin üstünde köklü bir kültürleri vardı.  Ruhlarının derinlerine sinmiş bu kültür en küçük ayrıntılarda seziliyordu. İlişkilerinde sınırı çok iyi koruyorlar, -aile içinde de bile olsa- belli bir ölçüden sonra kimseyi o sınırlara sokmuyorlardı. Öncelikle çok kez üç yabancı dili çok iyi bilen, Latince ve Eski Yunancaya kadar uzanan dil bilgileri yanında yarım yamalak Almancası ile çok cılız kalıyordu. Ağızdan dolma tüfeği andıran kulaktan dolma sol sözlerine bıyık altından gülüp geçmişler kendisini çevrelerinden uzak tutmaya başlamışlardı.
Böylesine bir ortamda, Türkiye’de tıp öğrenimi görmüş bir doktor olarak mesleğine hayran Türk öğrenci çevre arasında kimliğini buluyor, mutlu oluyordu. Oldukça iyi kazancı nedeniyle kendisine öğrenci çevresinde bir üstünlük sağlıyor, sosyalist geçinmesine karşın, işçi kesiminden tümden uzak duruyordu.
Yaşam ne karmaşık bir olguydu! Olmadığı yerde olabilme çelişkisi, olduğu yeri beğenmeme çelişkisini içinde barındırıyordu.
Kadın, gemiye uğursuzluk getirmişti. Suç, kocasını bu adamın pençesinden kurtarmak isteyen kadında mıydı, yoksa arkadaşında mıydı belli değildi. Neden ne olursa olsun, sonuç doktor için yalnızlık olmuştu. Çevrede kendine yaraşır düzeyde bulduğu en yakın arkadaşından uzaklaşma başlamıştı. Özellikle, hafta sonları bu yalnızlık duygusu doruklara tırmanıyordu. Sokaklar boşalıyor, barlar yalnız işsiz alkoliklerin ve yaşlı yarı bunak Almanların tünedikleri viranelere dönüşüyordu. Paylaşacak hemen hiçbir şeyin kalmadığı eşinin yanına kapanıp kalmaya dayanamadığı böyle günlerde yaşam tümden çekilmez oluyordu. İstanbul’un imrenilerek bakılan çevresizden görgülü bir tıp öğrencisi ile dostluk öğrenci çevresinde / seçerken seçilmişlik oluyordu. Tüm çevreyi kıskandıran bir dostluk ağıydı. Evlerinde yaşanan kıskançlık bunalımları dört duvar arkasında kalıyor, iki dostun sorunları bir biri ile paylaşılması ile rahatlanıyordu.
Ne ki şu an otoyoldaki durumda yaşandığı gibi motordaki adamın insan ilişkileri hep bir adım önceden gidiyordu. Alman lisesinde okuduğu için rahat bir Almancası vardı. İnsan ilişkilerinde ölçüyü tutmasını bildiği için daha tutarlı sayılırdı.
Onlarca aracın birbirini kovalarcasına izlediği bir yol düzeninde bir motor sürücüsünü kafaya takmak anlamsızdı. Belki de yanılıyordu. Genel çizgileri ile ona benzeyen birisiydi. Almanya gibi iri kıyım insanların bol olduğu bir ülkede bu görünümde onlarca yüzlerce insan olabilirdi. Kendi kendine işkilleniyordu. Kuşkulu bir doğası olduğunun bilincindeydi. Her olaydan kuşku duyardı. Şimdi de öyle olmalıydı. Yanda ilerleyen motora bakmaksızın arabasını dazladı. Motoru gerilerde bırakıp arayı açtı. Kelebek aynadan motora baktı. İyice küçülmüş, gerilerde kalmış olarak gördü.
Şimdi içinde hesaplaşmaya başladı. Yaptığı doğru muydu? Vefa, dostlukta kalıcı söz, eşine sadakat. İnsan doğasının sadakatsizlik üzerine kurulu olduğu düşüncesindeydi. Karmaşık iç tartışmaları sürüyordu. Sürekli sorular ve sürekli yanıtsızlıklar geziniyordu bilincinde. Tüm yaratıklar arasında sevdiğini yok eden, kendi görüntüsünü tüketen tek varlık belki de insandı. Doğanın en zayıf yaratığının varlığını sürdürmek için diren gücüydü sayılmalıydı bu. Eşinin direnme gücü olsa kendini başından atmaz mıydı? Resmi olarak evlilikleri son bulmasına karşın, bir türlü ayrılamıyor, kendisi ile sayrılı birlikteliği şöyle böyle sürdürüyordu. Türkiye’deki işini düzenini bırakıp kalkıp peşi sıra Almanya’ya gelmişti. “Bir gece ansızın gelebilirim” şarkısını telefonda defalarca çaldırıp çaldırıp telefonu kapamıştı. Onca kavgaların ardından bu bir aşk mıydı, yoksa çaresizlik içinde çığlık atma saplantısı mı?
Motorda olabileceğini düşündüğü arkadaşının konumu da kendi eşinin konumunu andırıyordu. Almanya yalnızlığında o da bir yer arayışı içindeydi. Oturup kalkacak, doğru düzgün düşünce duygu paylaşacak biri olmadığı için kendisine takılmıştı. Birlikte kendilerince bir düzey oluşturmuşlardı. İlişkileri, zoraki bir birlikteliğe dayanan dayatmaların halkalarıydı. Bu koşullarda gemisini kurtaran kaptan kazançlı çıkıyordu. Kendisi o güne değin hep gemisini kurtaran kaptan olmuştu. Yürütenin arabasına binerek işini götürmüştü. Çevre, arkadaşları bir dekor olmaktan öte bir anlam taşımamıştı.
Kelebek aynasından ve dikiz aynasından arada bir yolu kolaçan ederek yolculuğu sürdürüyordu. Motorun tümden görüş alanından yitmesi içini rahatlattı. “Ne şeytanı gör, ne kulfu allahı oku” atasözü geldi aklına. Arada bir çevreye göz gezdirerek ilerliyordu. Bremen yakınlarındaki otoyol üstü konaklama yerinin yaklaştığı tabelasını okudu. Konaklama yerine 2 km gibi kısa bir mesafe vardı. Arabayı sağ çizgiye doğru kaydırmaya başladı. Burada birşey içip, bir şeyler yiyerek gerilimi üzerinden atmayı düşündü. Aynı zamanda ortalarda gözükmeyen uğursuz motordan tümden kurtulmuş olacaktı. Hala arkalarda bir yerlerde birileriyle yarışır durumda yolculuğu sürdürüyor olmalıydı. Böylesi serserilerle dalaşmak akıl işi değildi.
Konaklama sapağından çıkıp park yerine girdi. Otoyol üstünden tüm geliş gidiş otoyola ve çevreye bakar konumdaki yemek salonu neşeli bir hafta sonunun bitimini yaşıyordu. Evlerine, işyerlerine yetişmek isteyen yolcular anların tadını çıkarmak istiyorlardı. İşgünü başlaması ile dev bir çark dönmeye başlayacak hemen herkes o çarkın dişlisi olarak içinde yerini alacaktı. Almanya dönen dev bir çarktan başka neydi ki?
Ev yolundaki çocuklar neşe içinde neşe i.inde yiyeceklerini, içeceklerini alıyorlar, anne babalarına sıcak sözcüklerle teşekkürlerini bildiriyorlar, mutluluklarını paylaşıyorlardı.
Doktor, boylu boyunca yürüyüp salonun sol yanında yola bakan bir masaya oturdu. Üzerindeki pahalı deri ceketi çıkarıp sandalyenin arkasına astı. Gerekli olsun olmasın marka giysilerini göstererek çevreyi etkilemeyi severdi. Yine öyle yapmış, bu pahalı deri ceketle içeri girmişti. Masa üzerindeki sunum listesine göz attı. Canı bir şey yemek istemiyordu. Sabah sevgilisi ile birlikte temiz bir kahvaltı yapmıştı. Şu an yetmişlik bir bira ile üzerindeki sıkıntıyı atmaktan başka kaygısı yoktu. Ama alkollü yakalanması durumunda başı polisle büyük belaya girerdi. Bir büyük bira ile alkol sınırını aşar mıydı? Bir kaza yapması durumunda daha da büyük tehlike doğardı.  Nasıl karar vermeliydi? Gülümseyerek yanına yaklaşıp isteğini soran sarışın kıza son direncini kullanarak bir kahve getirmesini söyledi.
Kız uzaklaşırken, kendisini yenme zaferi ile yolu seyre daldı. Ardından içeriye göz gezdirdi. Bir masada yoğun bakışlarla kendini izleyen biri dikkatini çekti.
Bu tanıdık bir yüzdü. Almanya’ya yeni geldiğinde tanıdığı, gençten bir işçiydi. Sürekli Türk öğrencilerin arasına katılmaya çalışan, onlardan bir türlü yüz bulamayarak alaya alınan, itilip kakılan bir tipti. Kendisi ile tanışması da bir garip olmuştu. Bir doktorun ancak İstanbul’dan çıkabileceği düşüncesiyle doktora İstanbullu olmanın erdemlerini sayıp dökmeye kalkmış, doktorun İstanbullu değil Balıkesirli olduğunu öğrenince kırdığı potu nasıl düzelteceğini şaşırmış, saçma sapan konuşmaya başlamıştı. O olaydan sonra, Doktorun içi bu adama bir türlü içi ılımamış, hemen hiç yüz vermemişti.
Bir an doktorun içinden “sakın bu işçi oyunun bir parçası olmasın? O -bir zamanlar içtiği ayrı gitmeyen arkadaşının adını aklına getirip anmak gelmiyordu- peşime takmasın diye kuşku geçti içinden. Sonra döndü bu düşünceden. Motor gerilerde kalmıştı. Böyle bir olasılık söz konusu olamazdı.
Aklından geçenlere başını hafiften sallayarak kendi kendine gülümsedi. Ne olmayacak şeyler düşünüyordu? O anda ne yapması gerektiğine karara verdi. Çevre cıvıl cıvıl insan kaynarken O an kalabalıklar içinde yalnızdı. Kendini tanıyıp bilen önemseyen yoktu. Türkiye’de böyle bir durumda tanıyanlar çıkardı. En azından giyiminden kuşamından etkilenir, kim olduğunu mesleğini sorarlardı. Almanya’da kimin umurundaydı, kimin ne olduğu? Kendini unutulmuş yalnız hissettiği o anda beğenip selamlamadığı işçinin bakışları sıcak bir duygu uyandırdı. Adamın gözleri hala üzerindeydi. Daha fazla dayanamadı, oturduğu sandalyeden hafifçe kıpırdayarak başı ile selamladı. Verilen bu yarım selam işçiyi ihya etmiş gibiydi. Adam ellerini açarak bu selama kalpten karşılık verdi. İyi karşılayacağını bilse kalkıp yanına gelir, sohbet eder, bir şeyler ikram etmek isterdi. Ama bu kasıntı doktorun nasıl bir tavır koyacağı belli olmazdı. İğneleyici sözlerle alaya alacağı, dostça davranacağı bilinmezdi.
 Nitekim doktor selam vermekten pişman olmuş gibi hemen yüzünü çevirip yolu izlemeye koyuldu. Bir anlık sıkıntının verdiği yalnızlıkla boş bulunup bu sırnaşık adamı selamlamıştı. Gözü, yoldan geçmesi olası motoru arıyordu. Yolda araba akışı olanca yoğunluğu ile sürüyor, ama motor gözükmüyordu. “Bir yerde sapmış olmalı” diye içinden geçirdi. Ama geride bıraktığı noktadan bu yana bir çıkış olmamıştı. Bir ara verip takılacağı benzin istasyonu, soluklanma yeri de yoktu. Büyük olasılıkla kendisi konaklama yeri girişine saparken geçip gitmiş olmalıydı. Tümden başından atmakla rahat bir soluk aldı.
Genç sarışın kızın önüne koyduğu kahveyle kendine geldi. Tablayı acele ile önüne çekerken kahve taştı. Garson kız kahveyi yenilemek isteyip istemediğini sordu. “Kalan bana yeter” diye gülümseyerek teşekkür etti. Kız hesabı ödemesi için kağıdı uzattığında ani bir karar değişikliği ile “bana bir büyük bira getirin, ikisini birlikte öderim” dedi. Kız gülümseyerek ayrıldı. Sade kahveyi bir iki yudumda bitirip önünden uzağa sürdü. Fazla beklemesine fırsat kalmadan koca kılın kupa bardak içinde köpüklü bira önündeydi. İşte kendisini gerçekten rahatlatacak buydu. Kıza teşekkür ederek makbuzu bahşiş vererek ödedikten sonra bardaktan derin bir yudum içti. Yaşamda tüm sıkıntıların çözümü işte bu diye içinden geçirdi. Özgürlüğüne kavuşmuş gibi hissetti kendisini. Bir bardakla sınırlayıp kalkıp gitmeliydi. İçkide en çok zorlandığı olay sınırlayamamaydı. Bu düşünceler içinde gezinirken “Afiyet olsun doktor bey. Yolculuk nereden nereye? Ben, bizimkini görmek için bir yukarı doğru gideyim dedim” sözleri ile ayıkır gibi oldu. Konuşan biraz önce sıkıntılı anında istemeyerek selam verdiği sırnaşık işçiydi. Uzaktan verilen bir selamı bile yakınlaşma vesilesi sayıp “iyi yolculuklar” dileme gerekçesi ile yanına gelmişti. Sert biçimde adamın yüzüne bakarak karşılık verdi:
“Teşekkür ederim. Güle güle. Seni yoldan alıkoymayayım.”
Öğrenciler arasında Dırakula lakabı ile anılıyordu. Bırakacak olsa, dakikalarca başını şişireceğini, zamparalıklarından, kadından kızdan söz edeceğini iyi biliyordu. Zayıf bir anında verdiği bir selam bir dizi sözün kapısını açacaktı.
Drakulan denen işçi verilen yanıttan afallayıp bir süre olduğu yerde dikili kaldı. Doktor bira kupasını yeniden dudağına götürürken azarlar gibi sertçe seslendi:
“Güle güle dedik ya!”
Drakula bir iki kez yutkundu ne söyleyeceğini bilmeden uzaklaştı. Gelip geleceğine bin pişman olmuştu. Doktor ise kendi kendine kızıyordu:
“Ben bunlara selam verecek adam mıydım?”
Bira bittiğinde hafifi bir mahmurluk hissetti. Bir bira daha içip iyice dinlenir eve öylece gidebilirdi. Nasıl olsa yeterli zamanı vardı. Ne var ki bu nerede biteceği belli olmayan bir günün başlangıcı da olabilirdi. En iyisi arabaya atlayıp bir an önce evde olmaktı. Yeterince serserilik etmiş, iki akşamı eritmişti. Yarına dinç çıkması gerekiyordu. Deri montunu koltuğun arkasından almış arabaya doğru ilerlerken üzerinden ağır bir yük atmış gibi rahattı. Özellikle Drakula denen şu işçiyi başından atması ile özgüven kazanmıştı. “Bunlara böyle gerekli” diye söylendi. Deri kabanı arabanın arka koltuğuna attı. Bir sigara yakıp bir süre dışarıları seyre koyuldu. Ağzımım temizlenmesi için bir sakız alıp gevelemeye başlarken gömleğinin kollarını kıvırıp direksiyona oturdu. Saatine baktı, yaklaşık bir, bir buçuk saatlik bir yol vardı önünde. İyi bir sürüşle rahatça bir saat içinde alabilirdi bu yolu.
Araba Hamburg’a doğru ilerlerken doktor dünü ile bugünü arasında hesaplaşmasını sürdürüyordu. Otuz beş yaşındaydı. Cahit Sıtkı’nın Otuz Beş Yaş şiirinde söylediği gibi yaşam koşunun yarısında sayılırdı. Dingin, düzenli bir yaşam için hemen her şeye sahipti. Ama bir türlü durulmamış olmanın sıkıntısını yaşıyordu. Günü birlik mekanik ilişkilerin coşkusuna kendini kaptırıyor, sonra bu yaptıklarının bunalımını yaşıyordu. Birkaç aydır yaşadığı bu ilişki sonucunda hem en yakın arkadaşını kaybetmiş, hem de bıçak sırtında yürüyen ev düzenini cehenneme çevirmişti. Her defasında geldiği bu, sözde aşk kafesinden pişmanlık duyguları içinde ayrılıyordu. “Orgazm aşkı öldürür” sözünün gerçekliğine inanır olmuştu. Ne var ki her şeyini yerine getirmiş bir yaşamın tekdüzeliği içinde bunalıyor, yaşamına heyecan katacak bu tür arayışlara yöneliyordu. Bir anlamda yarın diye bir şey yoktu bu ülkede, günler sonsuza değin sürecek gri, öldürücü bir tekdüzelik içinde bir arayıştan başka neydi? Böyle bir ortamda maddi sorunların bittiği bir hiçlik duygusu yaşar olmuştu. Hiçlik, kapkara bir umutsuzluk ve yokluk yaratıyordu. Çıkış yoktu. Alkol, cinsel arayış bir kaçış oluyordu. Ancak o da daha derin bir umutsuzluğa sürüklüyordu.
Bu tür düşünceler arasında gidip gelirken bir an dikiz aynasına göz attı. Motor arkasında kendisini izliyordu. Kelebek aynadan dikkatle baktı. Evet, aynı motordu. Yeniden bir gerilim sardı içini. “Hayırdır inşallah” diye mırıldandı. “Gör Mevla ne eyler, ne eylerse güzel eyler” diye beklemeye koyuldu. Bir saatlik yolu nasıl aşması gerektiği üzerine planlar düşünmeye başladı. Gerekirse bir sapakta otoyoldan sıyrılır, izini yitirirdi. Birinci denemesi hem de uzun süre ortalarda gözükmemesine karşın başarısız olmuştu. Belki de bu rastlantıydı yalnızca. Arkadaki motor benzer bir Motordu.
Ağzındaki sakızı sinirli sinirli çiğnediğinin farkına vardı. Dişlerini hırsla sıkıyor, motorcudan alamadığı hırsını sakızdan alıyordu. Korkusundan mıydı bu yaptıkları Korkaklığı hiç kendine yakıştıramazdı. Zihin işleten organlar öyle yapılmıştı ki, bir insan korktuğu zaman boşalan adrenalinin sinir odaklarına inişi o korkuyu doğuran olayın algılanışı kadar çabuk olmuyordu. Soğukkanlılık denen şey de buydu. Kahramanların eylemden sonra düşmesi bundan kaynaklanıyordu. Yüz yüze kavga edecek olsalar, onu haklayacağına inanıyordu. Şu an durum değişikti. Arabanın camına boya gibi bir şey fırlatıp kaza yapmasına neden olabilirdi. Gerçi arabanın camları korunmalı sağlam camlardı ama boya türünden bir şey görüş alanına engel olurdu. Ya da tekerlerin önüne kaygan bir şey atıp kazaya neden olabilirdi. Eninde sonunda polis yapanı bulur çıkarırdı ama öldükten ya da sakat kaldıktan sonra suçlunun cezalanması neyi değiştirirdi? Bir sürü olasılık geçiyordu içinden.
Yeniden kendisi ile hesaplaşmaya koyuldu. Ne anlamı vardı arkadaşına bu yanlışı yapmasına? Sanki çevresinde kadın, kız mı yoktu? Belki de yoktu. Bu bir yalanı kendine itiraf etmek gibi bir duyguydu. Ayrıca yasakların ayrı bir tadı vardı. Bu yasak ki kutsal kitaplara göre Ademle Havanın cennetten kovulmalarına neden olmuştu.
Yeniden pişmanlık geçti içinden. Kendi kendine söz veriyordu. Bu olayı esenlikle atlatırsa yaşamına yeni yön vermeye ant içti. Zaten metresi ile ipler geriliyordu. Kadın, geleceğini onda görememe içgüdüsü ile saldırganlaşıyordu. Bir kadında sahiplenme duygusu erkekle kıyaslanmayacak ölçüde ağır basıyordu. Gerilimli bir kaçamak gibi başlayan sıradan bir birliktelik sonunda evlilik çıkmazına girip tıkamıştı. Her buluşmada Kadriye yaşananlardan onu sorumu tutuyor, başının etini yiyordu.
Yol boyu yaşadığı gerilim sonrası biranın etkisiyle terlemişti. Kirli birikintiye dalmış karabatak kuşu gibi kendini kirlenmiş hissetti. Eve vardığında uzunca bir banyo alıp arınacak, tenini lifle fırçalayarak tüm kiri, pisliği atacaktı. Eşi ile de arası iyiden iyiye bozulmuştu. Evde cehennem hayatı yaşanıyordu. Varlığı ile yokluğu belli değildi. Çok kez kahvaltı yapmadan evden selamsız sabahsız girip çıkıyor, yalnız oğlu ile konuşuyor, akşamları televizyon kanalları arasında geziniyor, eşinden ayrı odada yılgın geceliyordu. Tüm bunların üstüne bir de arkadaş düşmanlığı eklenmişti. Bütün bunlara değer miydi? Kendi kendine sözler veriyordu. Bu belayı atlatıp düzenli yaşama dönecekti. Eşi ile yeniden ilişkilerini düzeltip nikahlanıp saygın bir doktor olarak toplum içinde yerini alırdı. Bir zamanlar en yakın bildiği bu arkadaşına sırlarını anlatmış, araları bozulunca o da bunları başkalarına anlatmış, çevrede önemsenmez duruma düşmüştü.
Motorun akan araçlar arasından sıyrılarak yanına yaklaştığını fark etti. Kıvrak makaslar atarak önündeki araçları geçiyor, artistik gösterilerle yanında oldu. Doktorun gösterişli Porsche’si ile alay edercesine yarışa koyuldu. Doktorun sinirleri iyiden iyiye gerildi. Ağzındaki sakızı çıkardı, sigara tablasına bastırıp ezdi. Bir sigara yakıp sinirlerini yatıştırmayı düşündü.
Göz ucuyla yanı başında ilerleyen motora baktı. Motor sürücüsünün acayip parmak işaretini gördü. Orta parmağını çıkarmış “al ananı dercesine işaret ediyordu. Yaşadıkları bir rastlantı olamazdı. Her şey açık seçik ortadaydı. Hannover’den beri izleniyordu. Yanılma payını ortadan kaldırmak için daha dikkatle adama baktığı sırada adam motora gaz verip uzaklaştı. Bu bir meydan okuma gibi geldi doktora. “Vay orospu çocuğu, bir de benimle alay ediyor” diye söylendi. O anda yüzü kıpkırmızı olmuştu. Kendi kendine kahkaha ile güldü. “Şimdi gösteririm ben sana” dedi içinden “El mi yaman, bey mi yaman”. Araba zaten son fitesteydi, ama önündeki motor araçlara makas atarak süzülüp gitmişti. Kendisinin araçları geçmek için böyle bir şansı yoktu. Bir an duraksadı, ne yapması gerektiğini düşündü. Daha yavaşlayıp gerilerde kalır, rahatça yoluna devam edebilirdi. “İte dalaşmaktan çalıyı dolaşmak daha iyi” dedi kendi kendine. Bu bir kurtuluş olur muydu? Onun da gerileyip kendini beklemeyeceğine kim güvence verebilirdi? Bütün yol boyu yaşananlar bunun bir göstergesi değil miydi? Konaklama yerinde bekleyip atlatmaya çalışmış, yine başarılı olamamıştı. Yeni bir çıkışta yoldan ayrılıp kurtulmayı deneyebilirdi. Buna da pek olanak yoktu. Yakınlarda bir çıkış gözükmüyordu.
“Ne olacaksa olsun” deyip Porsche’ye gaz verdi. Bir anda arabanın inlediğini fark etti. Arabaya daha yavaş gaz vermeliydi. Ayağını gazdan hafifçe çekti. Yeniden sigara yakma isteği belirdi içinde. Ama bu konumda tehlikeli olabilirdi. Önce şu adamla bir hesaplaşmayı bitirmeliydi. Pazar rahatlığı nedeniyle yol akışı elverişliydi. Arabayı gazlayarak motoru yakalamalıydı. Motor arayı epeyce açmıştı. Doktor da tıpkı motorda olduğu gibi makas atarak ilerlemeye koyuldu. Birbiri ardınca önündeki arabaları sollayarak motora yetişmeyi başardı. Motor sürücüsü, sağını solunu dolduran aynalardan onun gelişini izliyor, hafif yalpalayarak sürüyor, adeta onunla kafa buluyordu. Bir süre öylesine oyalanmanın ardından Porsche’nin önüne geçip onu yavaşlattı. Doktor geçmek için zorladığında yana kayıp yol verir duruma geçti. Doktor hızlanıp geçmek istediğinde yeniden önünde oldu. Her ne yapsa doktorun betine gidiyor, deliye çeviriyordu. Çarpıp bir kıyıya fırlatsa yeriydi. Motoru paramparça olmuş, avı içinde kıvrandığını görse içi rahatlardı. Ne var ki bu kasıtlı trafik suçu sayılır, ağır ceza alırdı. En iyisi motorun önüne geçip durdurmak bu iti bir iyi pataklamaktı. Bu düşünceye yoğunlaşarak motorun önünde kıvırta kıvırta gidişine aldırmadan sol şeride kayıp motorun önüne geçmeyi başardı. “Şimdi gösteririm ben sana sözleri” yuvarlandı dudaklarından ki, o anda motorun kıvrak bir dönüşle sağ yanına geçtiğini gördü. Posche’ye at başı yarışırcasına ilerliyordu. Doktor arabaya hız verince o da hızlanıyor, yavaşlayınca yavaşlıyordu. En yakın konumda doktor dikkatle bakıyor, eski arkadaşı olup olmadığını kesinleştirmek istiyordu.. Kask altındaki yüzü gözükmüyor, ama tüm kalıbı ona benziyordu.
“Artık iş olacağına varırı” diye doktor Porsche’ye son gazı verdi. Aynı anda motor da hızlandı. İki araç arasında çılgın bir yarış yaşanıyordu. Doktor için yaşanan bu kovalamaca yarış olmaktan çıkmış, zevke dönüşmüştü. Gülüyor, kahkahalar atıyor, motoru geride bırakmak için tüm ustalığını döktürmeye çalışıyordu. Dur durak bilmeyen ruhunun rahatlamasıydı. Sürekli arayışlarla geçen bu gençlik yıllarının doruklara tırmanan hazzı, tat almasıydı. Sürekli süren koşu bir çatışmaya dönüşmüştü. Bu yarışın bitmesini istemeyen bir noktaya geldi. Ne arabanın inlemesini, ne de yandaki motorum sesini duyuyordu. O anda kendi şahlanan bir at üzerindeki çılgın biniciydi. Önemli olan kazanmak değil, yarışı sürdürmekti. Ürküntü, kasvet ve tehlikenin verdiği hazzı hemen hiçbir şeyin veremediğini anlıyordu. Kendisini bu ana taşıyan olaylar zincir de aynı duygular olmuştu.
Bir anda yandaki motorla kendi Porsche’sini aynı araçmış gibi hissetti. Sanki birbirine bağlanmış birlikte yol alıyorlardı. Göz ucuyla motor sürücüsünü süzdü. Birtakım akrobatik hareketlerle kendine hava atıyor gibiydi. Ama bu gördükleri akrobasinin ötesinde bir gösteriydi. Tekerlekler yerden yükseklerde kendi kendine dönüyordu. Bakışları motorun üzerinde yoğunlaştı. Zamanın alışılmış birimleri geliyor, uzuyordu. An an motor üzerindeki sürücü ile birlikte yükseliyordu. Bu, bir atın şahlanışını andıran olağanüstü bir görüntüydü. İki yarış atının ipi göğüslemek için kendini öne atışıydı.
Kendisi de ipi göğüslemek için aynı biçimde tüm gücüyle öne atılmalı mıydı? Yoksa yarışı kaybettiğini kabullenip yarıştan çekilmeli miydi? Motor kendisinin önündeydi. Böylesine çılgın bir sürücü ile yarışamazdı. Yarışı kaybettiğine karar verip tüm gücü ile frene yüklendi. O anda motor tümüyle ön camları kaplamış üzerine geliyordu.
Bir an zaman durduğunun sezdi. Her şey durmuştu. Ne motor vardı ne de kendisi. Dünya tümüyle yok oluyor, içinde engin bir ıssızlık geziniyor, her şey yerli yerinde duruyor, ama hiçbir şeye dokunamıyor, algılayamıyor, göremiyordu. Bir çakıltaşı sağanağına dalmış gibiydi. Biri gözlerinin üstüne cam kırmıştı. Bakıyor, ama göremiyordu. Görmek ürkütücü, görmek kokutucuydu. Bir yaban hayvanının saldırısına uğramış sırtlan çığlıklarını işitiyordu. Bu ses kendi çığlığıydı. Cam kırıkları gözkapaklarına saplanıyordu. Üzerinde korkunç bir ağırlık hissetti. Motorla birlikte sürücü ön cam üzerinden üzerine düşmüştü. Ne bütün yolu kapatan birbirine katan çarpışmaları, ne klakson çığlıklarını duyuyordu. İlkyardım helikopterinin yola inişi sırasında derin bir uykuya daldı.
Eşinin sesini duyduğunda zaman kıpırdar gibi oldu. Direniyor, soluk almaya çalışıyor, gözlerini açıp çevreyi görmek için çırpınıyor, konuşmak istiyor, bir türlü başaramıyordu. Başucunda eşinin bitimsiz çırpınışlarını bulanık bir düş gibi algılayabiliyordu. Yüzü ateşler içinde yanıyor, gözleri sızlıyordu. Tanıdık sesler geliyordu kulağına. Konuşulanları anlamaya çalışıyordu. Bir gözünün çıktığını söylüyorlar, sınırlı anestezi ile yaşamda tutmaya uğraşıyorlardı. Yaşamak için tüm acılara direnmeye çalışıyordu. Acıdan kurtulması zaman durması demekti. Bütün gücü ile acılara karşı direniyor, konuşmak, bir iki sözcük söylemek için çabalıyor, dudaklarını kıpırdatmaya zorluyor, bir türlü başaramıyordu. Gözyaşları arasında eşinin ağlamalı sesini duyuyordu.
“Yüzünün yarısı gitmiş, tek gözü kör, bu halde nasıl yaşar?” diye ağlıyordu.
Korkunç bir merakla yüzüne dokunmak, yüzünü görmek istiyor, bir türlü başaramıyordu. Bilincinde yarısı ezilmiş yüzünü canlandırmaya çalışıyordu. Estetik bir ameliyatla düzelebilir miydi? Şu an bunların hiç önemi yoktu. Yaşasın yeterdi.
Meslektaşları eşini teselli ediyorlar, kendisini yaşatacaklarını söylüyorlardı. Eşinin yazgıya isyan eden sesi yükseliyordu.
“Nasıl yaşar bu durumdaki bir yaralı? Şansı var mı?”
Ne var ki şu an merak ettiği motor sürücüsüydü. Kimdi, şu an ne durumdaydı, yaşıyor muydu?
Düşteymiş gibi koluna serum takılışını izliyordu. İğnenin koluna girişi sırasında en küçük acı duymamıştı. Kolunda soğuk damlarlın serinleticiliğini algılamak için yoğunlaşıyordu. Ateşi yüksek olmalıydı o anlarda. Eşinin arkadaşlarından umut bekler yakaran sesi yükseliyordu:
“Yaşayacak değil mi? Beni kandır mıyorsınız?”
Bir meslektaşının gerçeği yansıtan donuk sesi yükseliyordu:
“Bayan meslektaş, bu senin alanın sen daha iyi bilirsin.”
Eşi bayan anestezi uzmanıydı. Komalık hastaların geleceğini en iyi bilen oydu.
Eşinin yakaran sesi yankılanıyordu.
“Olsun. Siz de bilirsiniz benim kadar.”
Meslektaşları susuyorlar, yanıt vermiyorlar, başka konulardan söz açıyorlardı.
“Kaza nasıl olmuş?”
Polis raporuna göre olay belirgindi. Bir serseri bir Alman motorcu ile Porsche araba yarışa tutuşmuş, arabanın çekimi ile motor ön cama düşmüş, motor sürücüsü o anda ölmüş, ağır yaralı araba sürücü ise ölümcül durumda komadaydı. Kozmik takvime göre birkaç saliselik zaman dilimi tutan insan yaşam süreci algılandığı sürece vardı. Doktorun hızlı yaşam süreci, hızlı bir koşu ile bitiyordu.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder