Sevgilisinin evinden ayrılırken
doktor gecenin mahmurluğunu üzerinden atamamış gibi yorgundu. Ayrılmak üzere
arabasına doğru ilerlerken sevgisi yolcu etmek üzere dışarı çıkmış, kapı
önünden uzaklaşmasını bekliyordu. İkisi de ve hem günün yorgunluğu, hem de
hafta sonrasının gerilimi ile tedirginlik içindeydi. Belirsiz bir gelecek
duygusu genç kadını, gereğinden çok tedirgin ediyordu.
Sahiplenme
içgüdüsü kadında hemen her zaman, erkekten çok daha üstün, önde gelen bir
duyguydu. Her şeyini bir anlık heyecan uğruna mahvetmişti, Çevreden soyutlanmış,
eşten dosttan uzaklaşmış, kısır bir Alman meslektaş çevre ile sınırlı kalmıştı.
Bunlar ise çoğu kendisi gibi anlık zevkler uğruna evini yuvasını dağıtmış
mutsuz kadınlardı ve hep “o benden daha kötü” duygusu ile kendini teselli eden
insanlardı. Bütün bir geleceği bir adamın ellerine teslim etmiş, düşlerini
karartmıştı.
Yalancı
gülümsemenin sıkıntılı bekleyişe dönüştüğü anlarda Arabanın yanına doğru
ilerlerken iki sevgili yeniden buluşacakları günün hesabını yapıyorlardı.
Birden sokağın başında motorunu çalıştıran adam dikkatlerini çekti. İki
sevgilinin de bakışları öncelikle adamın üzerinde yoğunlaştı. Ardından birbirinin
gözüne bakıp gülümsediler.
“Ona
benzettin değil mi” diye sordu doktor.
“Gerçekten
ona çok benziyor.”
Doktor
erkekliği gözüne sıçramışçasına efelendi:
“Nerede
onda o yürek!”
Sevgilisi
kadınsı bir içgüdüyle doktora uyarısını pekiştirmek istedi.
“Belli olmaz
yine de sen kendine dikkat et. Kimi dedikodular geziniyor ortalıkta. Ummadığın
taş baş yarar. Gençlik yıllarımızı anlamsız biçimde zehir etmeyelim. Bak ne
güzel bir hafta sonu geçirdik.”
Doktor, güvenli
biçimde gülümseyerek başı ile onayladı “haklısın.”
Porsche
arabasına binip Hamburg’a doğru uzaklaşırken yeniden buluşacakları günün gerilimi
içinde isteksiz biçimde evden uzaklaştı.
“Nerede
onda o yürek” diye efelendiği adam bir zamanlar en yakın arkadaşı, en sevip
güvendiği dostuydu.
Aylara, birkaç yıla uzanan kopmaz dostlukları
hep gizli bir yarış, bastırılmış bir kıskançlık duygusu içinde geçmiş, sonunda
doktorun yasak meyveyi yemesi ile çatlamıştı. Şimdi birbirinin kanını içseler
soğumayacak duruma gelmiş iki düşmana dönüşmüşlerdi. Bir satranç oyunu gerilimi
içinde birbirinin gözlerine bakıyorlar, karşılıklı hamlelerini bekliyorlardı.
Şu anda da öyleydi. Adam lüks motorunu çalıştırmış, yola koyulmayı bekliyordu.
Porsche arabası içinde doktor uzaklaşırken, genç kadın el sallayıp içeri girdi.
Üzerinden bir yük atar gibi rahatlamıştı. Günün yalnızlığı içinde kendisiyle
hesaplaşabilirdi.
Porsche
içindeki doktor ise ayrı bir rahatlık içindeydi. Hafta sonu kaçamağının
rahatlığı içinde olağan dünyasına; evine, düzenine dönüyordu. Kendisi gibi
doktor olar eşi bir süre suskun kalacak, konuşmayacak sonrasında sessiz
iletişim sürecek olağan yaşam sürmeye başlayacaktı. Her hafta en geç iki, üç
haftada bir yaşanan değişiklikti bu. Bitimsiz bir kavuşma özlemi içinde
başlayıp huzursuz pişmanlıkla geçen gerilimli saatler, içki esrikliği, verilen
boş sözler, yalvarmalar, af dilemeler. Kimi zaman ağıt krizleri.
Doktor
bir an kendini özgürmüş gibi geniş otoyolda buldu. Pazar sabahı sakinliği ile
yol boştu. Pek kimse uyanmış gibi gözükmüyordu. Karşı yönden gelen arabaların
sesini duyar gibi oluyordu. Herkeste aynı huzursuzluk yaşıyormuş gibi geldi.
Sabahın bu saatinde yolda olmak için pek bir neden olamazdı. Gününün esenliğini
duymak için zaman erkendi. Arabanın hızı ile önündeki arabaları olanca hızı ile
solluyor, bir an öce evine ulaşmak istiyordu. Şu an eşi oğluyla kahvaltı ediyor
olmalıydı. Kendinin adı geçiyor muydu? Oğlu babasının nerde kaldığını soruyor,
annesi uygun bir karşılık veriyor muydu? Radyo açık olmalıydı. Neşeli müzik
sesi yükseliyordu. O anda kendini korkunç bir yalnızlık içinde hissetti.
Radyonun düğmesine dokundu. Radyodan kıvrak sesler yükselince rahatladı. Bir
anda dış dünyayla bütünleşmiş oldu. İnsanlar sabah yalnızlığını paylaşıyorlardı
kendisiyle. Nasıl sıyrılmalıydı bu bunalımlı kaçıştan?
Yaşanan
bir kaçıştı sanki. Durmak dinlenmek bilmeyen anlamsız bir kaçış. . Otuz beş
yaşında yapacaklarını tümünü yerine getirmiş İyi bir iş, bol kazançlı bir yaşam,
bir eş, bir oğul, Günler amaçsız bir tekdüze yaşama dönüşmüştü. Her sabah
kalkılıp hastaneye gidilecek, akşama kadar sürecek, iş saati bitiminde bara
uğranıp bira ya da cin içilecek, kimileyin oldukça sarhoş eve dönülecekti.
Alman meslektaşları ile bir türlü dostluk kuramıyor, kendini Türk öğrenci
çevresinde mutlu hissediyordu. Onlar daha koşu yolunun başlangıcına tıfıllardı.
Öğrenciler, kendisine ağabey ya da doktor diye sesleniyorlar, onun konumuna
hayranlık duyuyorlardı. Kendileri değişik alanlarda başladıkları eğitimi
bitirip bitiremeyecekleri bilmezlik ve sonrasında iş arama, toplumda yer edinme
kaygısı içinde kavrulurken o, her sorununu çözmüş biriydi. Üniversite eğitimi,
askerlik, iş evlilik gibi yaşam koşusunun tüm engellerini başarıyla aşmış, düze
çıkmıştı.
Belki de
sorun yeni başlıyordu.
Tekdüzeliğin
verdiği sıkıntı ile yeni heyecanlara gereksinim duymuştu. Ne fakülte bitirme,
ne askerlik, ne ev alıp geleceğe önlem alma sorunu kalmıştı. Gökyüzünde bir kuş
gibi uçacak ölçüde rahat ve özgürdü.
Kentin insan
ruhun dolu havasından sıyrılma bir esenlik verdi. Kalabalıklardan uzakta özgürlük
duygusuydu. Dedikodudan uzaklaşmak gibi bir anlam vardı bu duyguda. Bir hafta boyu
süren gerilimi birkaç saat içinde atıp rahatlamıştı. Her defasında böylesi
günlerin sonunda kirlenmişlik duygusu yaşar, evden çıktığı an, zincirlerinden
boşanmış köle gibi özgür bulurdu. Belirsiz bir hazzın yaşanıp bitmiş olmanın
gerilimini iki duşla atardı.
Araba boş
otoyolda rahatça ilerlerken, bu özgürlük duygunsun tadına varmak için bir
sigara yakma gereği duydu. Arabanın önüne uzanıp sigara aldı, sigarayı araba
çakmağından yakarken bir anda Hannover’de sokakta motorunu çalıştıran adamı
arkasında gördü. Şaşırmış biçimde dikkatle motora ve adama baktı.. Aynı motor,
aynı adam arkasındaydı. Başındaki kask nedeniyle yüzü gözükmüyordu. O, olup
olmadığı kesin değildi ama Hannover’de sokaktaki motor sürücüsü olduğu kesindi.
Sigarasından derin bir nefes çekerken kumar masasında rest çekercesine “peki
öyleyse” diye söylendi.
Bol bol
kumar masasında da karşılaşmışlardı ve cesur atakları ile onu korkutmuş perişan
etmişti. Kumarda hemen her zaman cüzdanı dolgun olan kazanırdı. Korkmadan rest
çekiyor, Yaşam da bir kumar oyunundan başka neydi ki?
Madem
öyle işte böyle...
Sigaradan
bir iki nefes çekerken ne yapması gerektiğini düşündü. Aynı motor diye yargıda
bulunmasına karşın, benzer başka bir motor olabilirdi. Aynı motor olsa bile,
kendini izleyip izlemediği kesin değildi. Bir rastlantı olabilirdi. Hele motor
sürücüsü o da belli değildi. Bir sürü olasılık üzerine kurulu bir varsayımdı
tümü. “Yine de bu adamla bir eğlenmeye değer” diye kendi kendine güldü.
Altındaki Porsche araba Formula yarışları kazanmış bir markaydı. Bir motorun gölgesinde
kalacak onun korkusunu yaşayacak bir araç değildi. Kendi kendine gülümsedi.
“Bununla
bir oyun oynamaya değer.”
Kumar
masasında blöf yapmak gibi bir duyguydu içinden geçen.
Bir
gerilim yaşamak, buçuk saate yaklaşan bir yolculuğu daha kısaltır, daha
renklendirirdi. Hemen ağzındaki sigarayı söndürüp bir sakız aldı. Kızgın anlarında
sakız çiğnerdi. Ardından koltuğu öne çekip dikleştirdi. Bu sırada motor yanında
ilerliyordu. Porsche ile burun buruna giden motor sürücüsünü göz ucuyla süzdü.
O olsa ne yazardı, olmasa ne yazardı.
Kendi sağlam araba içinde güvencedeydi, Porsche’ye gaz verdi.
Beş yıla
yaklaşan arkadaşlıklarında hep yarışmışlar, hep kendi kazanmıştı. Kendi
Türkiye’den tıp diploması ile dönmüş doktorken, o Almanya’da tıp bitirmek için
yırtınan bir öğrenciydi. İçki masalarında, yemeklerde üstündü. Aile ilişkilerinde
öndeydi, eşi tıp doktoruydu. Bir oğlu vardı. Eşi ile ilişkisi sayrılı birliktelikti,
Eşi yaptığı serseriliklere dayanamamış, ayrılmış, böylece başının dinlemek
istemişti. Ne var ki, bu olay hem birlikte, hem de ayrı bir ilişki ortamını
getirmiş, kocaya çılgın bir özgürlük, daha rahat hareket ortamı getirmişti.
Aynı ev, aynı soyadını paylaşan karı koca doktor bir erkek çocuklu iyi kazançlı
aile, dışarıdan mutluluk şatosunu, içinde ise içten içe kaynayan kara kazanı
andırıyordu. Tarihsel süreçte kadının çocuk doğurması ve ona bakımla zorunlu
yuvaya kapanıp ikincil konuma getiren eşitsizlik düzeni, yine eşitsizlik ilkesi
ile düzenli biçimde yürüyordu. Eksiksiz bir evlik, mutsuz insan ilişkileri,
sürekli sokranma.
Araba
motoru geride bırakırken, adama sinsi bir bakış attı.
Genç
doktor muhteşem serseriliği içinde mutluydu. İyi para kazanıyor, marka giysiler
giyiniyor, çevresinde kimsenin alamayacağı lüks arabalar kullanıyor,
özgürlüğünün tadını çıkarıyordu. Şu an izlediğini sandığı motorlu adamla da
ilişkileri bu ortamın ürünüydü.
O
İstanbul’da büyümüş bir doktor çocuğuydu. Alman lisesini bitirdiği için iyi bir
Almancası vardı. Kendisinden üstün olduğu tek özelliği de bu sayılırdı. Kendisi
ise sonradan Almanya’ya gelmiş, pratikten Almanca öğrenmeye çalışmış, sıkı
çalışma düzeninden yoksun olduğundan yarım Almanca ile meslek yaşamını sürdürme
zorunda kalmıştı. Motordaki adamın ne Almanca bilgisi, ne de Alman çevresi ile
yarışabilirdi. O da kendisinden hergeleydi. Yıllardır Alman kızla yaşıyor,
Alman bir çevrede bulunuyor, yakaladığı her Alman kızla birliktelikte oluyor,
sessizce öğrenci yurdunda birlikte yaşadığı sevgilisinin yanına dönüyor, belli
belirsiz bir günah çıkarıp kendini aklıyordu. Alman arkadaşının desteği ile
öğrenimini sürdürüyordu.
Ne
olduysa arkadaşının fakülteyi bitirmesiyle oldu. Ani bir kararla Alman
arkadaşından ayrıldı ve bir Türk öğretmenle evlendi. Artık, barlardan, dans
salonlarından, ayağını çekmek düzenli bir aile babası olarak yaşam sürmek
istiyordu. Düzgün bir yaşamla saygın doktor olarak tolumda yerini alacaktı.
Artık akşam sefalarına pek yüz vermiyor, bekarların bulundukları eğlence
alanlarında seyrek gözüküyor yaşamına çekidüzen vermiş havalarda gözüküyordu. Bu
durum yapışık ikizi gibi görünen doktor arkadaşının boşlukta kalmasına neden
oldu. Tek başına takılmanın yalnızlığını yaşıyor sıkıntısını çekiyordu.
Gerçekte
aynı demirden yoğrulmuş iki insan ilişkisi aynı sayrılıkları taşıyordu. Birbiri
ile örtüşen gizli benzerlikler gizli rekabetle sürer gibiydi. O da kendisi gibi
düzenli bir aile görüntüsü vermek için böyle bir evliliği yapmıştı.
Derin
yapıdaki çatlak bu evlilikle su yüzüne çıkar gibi oldu. İki arkadaş yeterince
buluşup birlikte zaman geçiremiyor, dayanışma içinde serserilik yapamıyordu. Bu
durum en çok büyük doktoru tedirgin etmeye başladı. Arkadaşını her almaya
gidişinde bir engelle karşılaşıyordu:
“Bugün
Kadriye hasta”
“Kadriye
ile birlikte bir yere gideceğiz”
Bu türden
gerekçelerle kapıdan geri çevriliyor, yalnız başına başıboş sokakta kalıyordu.
Almanya’da Türkiye’yi yaşamak sıkıcı mı, sıkıcı bir duyguydu. Bir türlü
Almanlarla duygusal bağ kuramıyor, konuşacak ortak konular bulamıyordu.
Kültürel birikimi, kendi düzeyindeki Almanlara göre çok düşüktü. Üç beş tümceyi
aşmayan genel çarpıcı sözlerle sınırlı bilgisi kimseye bir şey söylemiyordu.
Yer almak istediği Alman burjuvazisi kendisi bir yana, Alman doktorları almada bile
seçiciydi. Diplomanın, eğitimin üstünde köklü bir kültürleri vardı. Ruhlarının derinlerine sinmiş bu kültür en
küçük ayrıntılarda seziliyordu. İlişkilerinde sınırı çok iyi koruyorlar, -aile
içinde de bile olsa- belli bir ölçüden sonra kimseyi o sınırlara sokmuyorlardı.
Öncelikle çok kez üç yabancı dili çok iyi bilen, Latince ve Eski Yunancaya
kadar uzanan dil bilgileri yanında yarım yamalak Almancası ile çok cılız
kalıyordu. Ağızdan dolma tüfeği andıran kulaktan dolma sol sözlerine bıyık
altından gülüp geçmişler kendisini çevrelerinden uzak tutmaya başlamışlardı.
Böylesine
bir ortamda, Türkiye’de tıp öğrenimi görmüş bir doktor olarak mesleğine hayran
Türk öğrenci çevre arasında kimliğini buluyor, mutlu oluyordu. Oldukça iyi
kazancı nedeniyle kendisine öğrenci çevresinde bir üstünlük sağlıyor, sosyalist
geçinmesine karşın, işçi kesiminden tümden uzak duruyordu.
Yaşam ne
karmaşık bir olguydu! Olmadığı yerde olabilme çelişkisi, olduğu yeri beğenmeme
çelişkisini içinde barındırıyordu.
Kadın, gemiye
uğursuzluk getirmişti. Suç, kocasını bu adamın pençesinden kurtarmak isteyen
kadında mıydı, yoksa arkadaşında mıydı belli değildi. Neden ne olursa olsun,
sonuç doktor için yalnızlık olmuştu. Çevrede kendine yaraşır düzeyde bulduğu en
yakın arkadaşından uzaklaşma başlamıştı. Özellikle, hafta sonları bu yalnızlık
duygusu doruklara tırmanıyordu. Sokaklar boşalıyor, barlar yalnız işsiz alkoliklerin
ve yaşlı yarı bunak Almanların tünedikleri viranelere dönüşüyordu. Paylaşacak
hemen hiçbir şeyin kalmadığı eşinin yanına kapanıp kalmaya dayanamadığı böyle
günlerde yaşam tümden çekilmez oluyordu. İstanbul’un imrenilerek bakılan
çevresizden görgülü bir tıp öğrencisi ile dostluk öğrenci çevresinde / seçerken
seçilmişlik oluyordu. Tüm çevreyi kıskandıran bir dostluk ağıydı. Evlerinde
yaşanan kıskançlık bunalımları dört duvar arkasında kalıyor, iki dostun
sorunları bir biri ile paylaşılması ile rahatlanıyordu.
Ne ki şu
an otoyoldaki durumda yaşandığı gibi motordaki adamın insan ilişkileri hep bir
adım önceden gidiyordu. Alman lisesinde okuduğu için rahat bir Almancası vardı.
İnsan ilişkilerinde ölçüyü tutmasını bildiği için daha tutarlı sayılırdı.
Onlarca
aracın birbirini kovalarcasına izlediği bir yol düzeninde bir motor sürücüsünü kafaya
takmak anlamsızdı. Belki de yanılıyordu. Genel çizgileri ile ona benzeyen
birisiydi. Almanya gibi iri kıyım insanların bol olduğu bir ülkede bu görünümde
onlarca yüzlerce insan olabilirdi. Kendi kendine işkilleniyordu. Kuşkulu bir
doğası olduğunun bilincindeydi. Her olaydan kuşku duyardı. Şimdi de öyle
olmalıydı. Yanda ilerleyen motora bakmaksızın arabasını dazladı. Motoru
gerilerde bırakıp arayı açtı. Kelebek aynadan motora baktı. İyice küçülmüş,
gerilerde kalmış olarak gördü.
Şimdi
içinde hesaplaşmaya başladı. Yaptığı doğru muydu? Vefa, dostlukta kalıcı söz,
eşine sadakat. İnsan doğasının sadakatsizlik üzerine kurulu olduğu
düşüncesindeydi. Karmaşık iç tartışmaları sürüyordu. Sürekli sorular ve sürekli
yanıtsızlıklar geziniyordu bilincinde. Tüm yaratıklar arasında sevdiğini yok
eden, kendi görüntüsünü tüketen tek varlık belki de insandı. Doğanın en zayıf
yaratığının varlığını sürdürmek için diren gücüydü sayılmalıydı bu. Eşinin
direnme gücü olsa kendini başından atmaz mıydı? Resmi olarak evlilikleri son
bulmasına karşın, bir türlü ayrılamıyor, kendisi ile sayrılı birlikteliği şöyle
böyle sürdürüyordu. Türkiye’deki işini düzenini bırakıp kalkıp peşi sıra
Almanya’ya gelmişti. “Bir gece ansızın gelebilirim” şarkısını telefonda defalarca
çaldırıp çaldırıp telefonu kapamıştı. Onca kavgaların ardından bu bir aşk
mıydı, yoksa çaresizlik içinde çığlık atma saplantısı mı?
Motorda olabileceğini
düşündüğü arkadaşının konumu da kendi eşinin konumunu andırıyordu. Almanya yalnızlığında
o da bir yer arayışı içindeydi. Oturup kalkacak, doğru düzgün düşünce duygu
paylaşacak biri olmadığı için kendisine takılmıştı. Birlikte kendilerince bir
düzey oluşturmuşlardı. İlişkileri, zoraki bir birlikteliğe dayanan dayatmaların
halkalarıydı. Bu koşullarda gemisini kurtaran kaptan kazançlı çıkıyordu.
Kendisi o güne değin hep gemisini kurtaran kaptan olmuştu. Yürütenin arabasına
binerek işini götürmüştü. Çevre, arkadaşları bir dekor olmaktan öte bir anlam
taşımamıştı.
Kelebek
aynasından ve dikiz aynasından arada bir yolu kolaçan ederek yolculuğu
sürdürüyordu. Motorun tümden görüş alanından yitmesi içini rahatlattı. “Ne
şeytanı gör, ne kulfu allahı oku” atasözü geldi aklına. Arada bir çevreye göz
gezdirerek ilerliyordu. Bremen yakınlarındaki otoyol üstü konaklama yerinin
yaklaştığı tabelasını okudu. Konaklama yerine 2 km gibi kısa bir mesafe vardı.
Arabayı sağ çizgiye doğru kaydırmaya başladı. Burada birşey içip, bir şeyler
yiyerek gerilimi üzerinden atmayı düşündü. Aynı zamanda ortalarda gözükmeyen uğursuz
motordan tümden kurtulmuş olacaktı. Hala arkalarda bir yerlerde birileriyle
yarışır durumda yolculuğu sürdürüyor olmalıydı. Böylesi serserilerle dalaşmak
akıl işi değildi.
Konaklama
sapağından çıkıp park yerine girdi. Otoyol üstünden tüm geliş gidiş otoyola ve
çevreye bakar konumdaki yemek salonu neşeli bir hafta sonunun bitimini
yaşıyordu. Evlerine, işyerlerine yetişmek isteyen yolcular anların tadını
çıkarmak istiyorlardı. İşgünü başlaması ile dev bir çark dönmeye başlayacak
hemen herkes o çarkın dişlisi olarak içinde yerini alacaktı. Almanya dönen dev
bir çarktan başka neydi ki?
Ev
yolundaki çocuklar neşe içinde neşe i.inde yiyeceklerini, içeceklerini
alıyorlar, anne babalarına sıcak sözcüklerle teşekkürlerini bildiriyorlar,
mutluluklarını paylaşıyorlardı.
Doktor,
boylu boyunca yürüyüp salonun sol yanında yola bakan bir masaya oturdu.
Üzerindeki pahalı deri ceketi çıkarıp sandalyenin arkasına astı. Gerekli olsun
olmasın marka giysilerini göstererek çevreyi etkilemeyi severdi. Yine öyle
yapmış, bu pahalı deri ceketle içeri girmişti. Masa üzerindeki sunum listesine
göz attı. Canı bir şey yemek istemiyordu. Sabah sevgilisi ile birlikte temiz
bir kahvaltı yapmıştı. Şu an yetmişlik bir bira ile üzerindeki sıkıntıyı
atmaktan başka kaygısı yoktu. Ama alkollü yakalanması durumunda başı polisle
büyük belaya girerdi. Bir büyük bira ile alkol sınırını aşar mıydı? Bir kaza
yapması durumunda daha da büyük tehlike doğardı. Nasıl karar vermeliydi? Gülümseyerek yanına
yaklaşıp isteğini soran sarışın kıza son direncini kullanarak bir kahve
getirmesini söyledi.
Kız
uzaklaşırken, kendisini yenme zaferi ile yolu seyre daldı. Ardından içeriye göz
gezdirdi. Bir masada yoğun bakışlarla kendini izleyen biri dikkatini çekti.
Bu
tanıdık bir yüzdü. Almanya’ya yeni geldiğinde tanıdığı, gençten bir işçiydi.
Sürekli Türk öğrencilerin arasına katılmaya çalışan, onlardan bir türlü yüz
bulamayarak alaya alınan, itilip kakılan bir tipti. Kendisi ile tanışması da
bir garip olmuştu. Bir doktorun ancak İstanbul’dan çıkabileceği düşüncesiyle
doktora İstanbullu olmanın erdemlerini sayıp dökmeye kalkmış, doktorun
İstanbullu değil Balıkesirli olduğunu öğrenince kırdığı potu nasıl
düzelteceğini şaşırmış, saçma sapan konuşmaya başlamıştı. O olaydan sonra,
Doktorun içi bu adama bir türlü içi ılımamış, hemen hiç yüz vermemişti.
Bir an doktorun
içinden “sakın bu işçi oyunun bir parçası olmasın? O -bir zamanlar içtiği ayrı
gitmeyen arkadaşının adını aklına getirip anmak gelmiyordu- peşime takmasın
diye kuşku geçti içinden. Sonra döndü bu düşünceden. Motor gerilerde kalmıştı.
Böyle bir olasılık söz konusu olamazdı.
Aklından
geçenlere başını hafiften sallayarak kendi kendine gülümsedi. Ne olmayacak
şeyler düşünüyordu? O anda ne yapması gerektiğine karara verdi. Çevre cıvıl
cıvıl insan kaynarken O an kalabalıklar içinde yalnızdı. Kendini tanıyıp bilen
önemseyen yoktu. Türkiye’de böyle bir durumda tanıyanlar çıkardı. En azından
giyiminden kuşamından etkilenir, kim olduğunu mesleğini sorarlardı. Almanya’da
kimin umurundaydı, kimin ne olduğu? Kendini unutulmuş yalnız hissettiği o anda
beğenip selamlamadığı işçinin bakışları sıcak bir duygu uyandırdı. Adamın
gözleri hala üzerindeydi. Daha fazla dayanamadı, oturduğu sandalyeden hafifçe
kıpırdayarak başı ile selamladı. Verilen bu yarım selam işçiyi ihya etmiş
gibiydi. Adam ellerini açarak bu selama kalpten karşılık verdi. İyi
karşılayacağını bilse kalkıp yanına gelir, sohbet eder, bir şeyler ikram etmek
isterdi. Ama bu kasıntı doktorun nasıl bir tavır koyacağı belli olmazdı. İğneleyici
sözlerle alaya alacağı, dostça davranacağı bilinmezdi.
Nitekim doktor selam vermekten pişman olmuş
gibi hemen yüzünü çevirip yolu izlemeye koyuldu. Bir anlık sıkıntının verdiği
yalnızlıkla boş bulunup bu sırnaşık adamı selamlamıştı. Gözü, yoldan geçmesi olası
motoru arıyordu. Yolda araba akışı olanca yoğunluğu ile sürüyor, ama motor
gözükmüyordu. “Bir yerde sapmış olmalı” diye içinden geçirdi. Ama geride
bıraktığı noktadan bu yana bir çıkış olmamıştı. Bir ara verip takılacağı benzin
istasyonu, soluklanma yeri de yoktu. Büyük olasılıkla kendisi konaklama yeri
girişine saparken geçip gitmiş olmalıydı. Tümden başından atmakla rahat bir
soluk aldı.
Genç
sarışın kızın önüne koyduğu kahveyle kendine geldi. Tablayı acele ile önüne
çekerken kahve taştı. Garson kız kahveyi yenilemek isteyip istemediğini sordu.
“Kalan bana yeter” diye gülümseyerek teşekkür etti. Kız hesabı ödemesi için kağıdı
uzattığında ani bir karar değişikliği ile “bana bir büyük bira getirin, ikisini
birlikte öderim” dedi. Kız gülümseyerek ayrıldı. Sade kahveyi bir iki yudumda
bitirip önünden uzağa sürdü. Fazla beklemesine fırsat kalmadan koca kılın kupa
bardak içinde köpüklü bira önündeydi. İşte kendisini gerçekten rahatlatacak
buydu. Kıza teşekkür ederek makbuzu bahşiş vererek ödedikten sonra bardaktan
derin bir yudum içti. Yaşamda tüm sıkıntıların çözümü işte bu diye içinden
geçirdi. Özgürlüğüne kavuşmuş gibi hissetti kendisini. Bir bardakla sınırlayıp
kalkıp gitmeliydi. İçkide en çok zorlandığı olay sınırlayamamaydı. Bu
düşünceler içinde gezinirken “Afiyet olsun doktor bey. Yolculuk nereden nereye?
Ben, bizimkini görmek için bir yukarı doğru gideyim dedim” sözleri ile ayıkır
gibi oldu. Konuşan biraz önce sıkıntılı anında istemeyerek selam verdiği
sırnaşık işçiydi. Uzaktan verilen bir selamı bile yakınlaşma vesilesi sayıp
“iyi yolculuklar” dileme gerekçesi ile yanına gelmişti. Sert biçimde adamın
yüzüne bakarak karşılık verdi:
“Teşekkür
ederim. Güle güle. Seni yoldan alıkoymayayım.”
Öğrenciler
arasında Dırakula lakabı ile anılıyordu. Bırakacak olsa, dakikalarca başını
şişireceğini, zamparalıklarından, kadından kızdan söz edeceğini iyi biliyordu.
Zayıf bir anında verdiği bir selam bir dizi sözün kapısını açacaktı.
Drakulan
denen işçi verilen yanıttan afallayıp bir süre olduğu yerde dikili kaldı. Doktor
bira kupasını yeniden dudağına götürürken azarlar gibi sertçe seslendi:
“Güle
güle dedik ya!”
Drakula
bir iki kez yutkundu ne söyleyeceğini bilmeden uzaklaştı. Gelip geleceğine bin
pişman olmuştu. Doktor ise kendi kendine kızıyordu:
“Ben
bunlara selam verecek adam mıydım?”
Bira
bittiğinde hafifi bir mahmurluk hissetti. Bir bira daha içip iyice dinlenir eve
öylece gidebilirdi. Nasıl olsa yeterli zamanı vardı. Ne var ki bu nerede
biteceği belli olmayan bir günün başlangıcı da olabilirdi. En iyisi arabaya atlayıp
bir an önce evde olmaktı. Yeterince serserilik etmiş, iki akşamı eritmişti.
Yarına dinç çıkması gerekiyordu. Deri montunu koltuğun arkasından almış arabaya
doğru ilerlerken üzerinden ağır bir yük atmış gibi rahattı. Özellikle Drakula
denen şu işçiyi başından atması ile özgüven kazanmıştı. “Bunlara böyle gerekli”
diye söylendi. Deri kabanı arabanın arka koltuğuna attı. Bir sigara yakıp bir
süre dışarıları seyre koyuldu. Ağzımım temizlenmesi için bir sakız alıp
gevelemeye başlarken gömleğinin kollarını kıvırıp direksiyona oturdu. Saatine
baktı, yaklaşık bir, bir buçuk saatlik bir yol vardı önünde. İyi bir sürüşle
rahatça bir saat içinde alabilirdi bu yolu.
Araba
Hamburg’a doğru ilerlerken doktor dünü ile bugünü arasında hesaplaşmasını
sürdürüyordu. Otuz beş yaşındaydı. Cahit Sıtkı’nın Otuz Beş Yaş şiirinde
söylediği gibi yaşam koşunun yarısında sayılırdı. Dingin, düzenli bir yaşam
için hemen her şeye sahipti. Ama bir türlü durulmamış olmanın sıkıntısını
yaşıyordu. Günü birlik mekanik ilişkilerin coşkusuna kendini kaptırıyor, sonra
bu yaptıklarının bunalımını yaşıyordu. Birkaç aydır yaşadığı bu ilişki
sonucunda hem en yakın arkadaşını kaybetmiş, hem de bıçak sırtında yürüyen ev
düzenini cehenneme çevirmişti. Her defasında geldiği bu, sözde aşk kafesinden pişmanlık
duyguları içinde ayrılıyordu. “Orgazm aşkı öldürür” sözünün gerçekliğine inanır
olmuştu. Ne var ki her şeyini yerine getirmiş bir yaşamın tekdüzeliği içinde
bunalıyor, yaşamına heyecan katacak bu tür arayışlara yöneliyordu. Bir anlamda
yarın diye bir şey yoktu bu ülkede, günler sonsuza değin sürecek gri, öldürücü
bir tekdüzelik içinde bir arayıştan başka neydi? Böyle bir ortamda maddi
sorunların bittiği bir hiçlik duygusu yaşar olmuştu. Hiçlik, kapkara bir
umutsuzluk ve yokluk yaratıyordu. Çıkış yoktu. Alkol, cinsel arayış bir kaçış
oluyordu. Ancak o da daha derin bir umutsuzluğa sürüklüyordu.
Bu tür
düşünceler arasında gidip gelirken bir an dikiz aynasına göz attı. Motor
arkasında kendisini izliyordu. Kelebek aynadan dikkatle baktı. Evet, aynı motordu.
Yeniden bir gerilim sardı içini. “Hayırdır inşallah” diye mırıldandı. “Gör
Mevla ne eyler, ne eylerse güzel eyler” diye beklemeye koyuldu. Bir saatlik
yolu nasıl aşması gerektiği üzerine planlar düşünmeye başladı. Gerekirse bir
sapakta otoyoldan sıyrılır, izini yitirirdi. Birinci denemesi hem de uzun süre
ortalarda gözükmemesine karşın başarısız olmuştu. Belki de bu rastlantıydı
yalnızca. Arkadaki motor benzer bir Motordu.
Ağzındaki
sakızı sinirli sinirli çiğnediğinin farkına vardı. Dişlerini hırsla sıkıyor, motorcudan
alamadığı hırsını sakızdan alıyordu. Korkusundan mıydı bu yaptıkları Korkaklığı
hiç kendine yakıştıramazdı. Zihin işleten organlar öyle yapılmıştı ki, bir
insan korktuğu zaman boşalan adrenalinin sinir odaklarına inişi o korkuyu
doğuran olayın algılanışı kadar çabuk olmuyordu. Soğukkanlılık denen şey de
buydu. Kahramanların eylemden sonra düşmesi bundan kaynaklanıyordu. Yüz yüze
kavga edecek olsalar, onu haklayacağına inanıyordu. Şu an durum değişikti.
Arabanın camına boya gibi bir şey fırlatıp kaza yapmasına neden olabilirdi.
Gerçi arabanın camları korunmalı sağlam camlardı ama boya türünden bir şey
görüş alanına engel olurdu. Ya da tekerlerin önüne kaygan bir şey atıp kazaya
neden olabilirdi. Eninde sonunda polis yapanı bulur çıkarırdı ama öldükten ya
da sakat kaldıktan sonra suçlunun cezalanması neyi değiştirirdi? Bir sürü
olasılık geçiyordu içinden.
Yeniden
kendisi ile hesaplaşmaya koyuldu. Ne anlamı vardı arkadaşına bu yanlışı
yapmasına? Sanki çevresinde kadın, kız mı yoktu? Belki de yoktu. Bu bir yalanı
kendine itiraf etmek gibi bir duyguydu. Ayrıca yasakların ayrı bir tadı vardı.
Bu yasak ki kutsal kitaplara göre Ademle Havanın cennetten kovulmalarına neden
olmuştu.
Yeniden
pişmanlık geçti içinden. Kendi kendine söz veriyordu. Bu olayı esenlikle atlatırsa
yaşamına yeni yön vermeye ant içti. Zaten metresi ile ipler geriliyordu. Kadın,
geleceğini onda görememe içgüdüsü ile saldırganlaşıyordu. Bir kadında
sahiplenme duygusu erkekle kıyaslanmayacak ölçüde ağır basıyordu. Gerilimli bir
kaçamak gibi başlayan sıradan bir birliktelik sonunda evlilik çıkmazına girip
tıkamıştı. Her buluşmada Kadriye yaşananlardan onu sorumu tutuyor, başının etini
yiyordu.
Yol boyu
yaşadığı gerilim sonrası biranın etkisiyle terlemişti. Kirli birikintiye dalmış
karabatak kuşu gibi kendini kirlenmiş hissetti. Eve vardığında uzunca bir banyo
alıp arınacak, tenini lifle fırçalayarak tüm kiri, pisliği atacaktı. Eşi ile de
arası iyiden iyiye bozulmuştu. Evde cehennem hayatı yaşanıyordu. Varlığı ile
yokluğu belli değildi. Çok kez kahvaltı yapmadan evden selamsız sabahsız girip
çıkıyor, yalnız oğlu ile konuşuyor, akşamları televizyon kanalları arasında
geziniyor, eşinden ayrı odada yılgın geceliyordu. Tüm bunların üstüne bir de
arkadaş düşmanlığı eklenmişti. Bütün bunlara değer miydi? Kendi kendine sözler
veriyordu. Bu belayı atlatıp düzenli yaşama dönecekti. Eşi ile yeniden
ilişkilerini düzeltip nikahlanıp saygın bir doktor olarak toplum içinde yerini
alırdı. Bir zamanlar en yakın bildiği bu arkadaşına sırlarını anlatmış, araları
bozulunca o da bunları başkalarına anlatmış, çevrede önemsenmez duruma
düşmüştü.
Motorun
akan araçlar arasından sıyrılarak yanına yaklaştığını fark etti. Kıvrak
makaslar atarak önündeki araçları geçiyor, artistik gösterilerle yanında oldu.
Doktorun gösterişli Porsche’si ile alay edercesine yarışa koyuldu. Doktorun
sinirleri iyiden iyiye gerildi. Ağzındaki sakızı çıkardı, sigara tablasına
bastırıp ezdi. Bir sigara yakıp sinirlerini yatıştırmayı düşündü.
Göz
ucuyla yanı başında ilerleyen motora baktı. Motor sürücüsünün acayip parmak
işaretini gördü. Orta parmağını çıkarmış “al ananı dercesine işaret ediyordu. Yaşadıkları
bir rastlantı olamazdı. Her şey açık seçik ortadaydı. Hannover’den beri
izleniyordu. Yanılma payını ortadan kaldırmak için daha dikkatle adama baktığı
sırada adam motora gaz verip uzaklaştı. Bu bir meydan okuma gibi geldi doktora.
“Vay orospu çocuğu, bir de benimle alay ediyor” diye söylendi. O anda yüzü
kıpkırmızı olmuştu. Kendi kendine kahkaha ile güldü. “Şimdi gösteririm ben
sana” dedi içinden “El mi yaman, bey mi yaman”. Araba zaten son fitesteydi, ama
önündeki motor araçlara makas atarak süzülüp gitmişti. Kendisinin araçları
geçmek için böyle bir şansı yoktu. Bir an duraksadı, ne yapması gerektiğini
düşündü. Daha yavaşlayıp gerilerde kalır, rahatça yoluna devam edebilirdi. “İte
dalaşmaktan çalıyı dolaşmak daha iyi” dedi kendi kendine. Bu bir kurtuluş olur
muydu? Onun da gerileyip kendini beklemeyeceğine kim güvence verebilirdi? Bütün
yol boyu yaşananlar bunun bir göstergesi değil miydi? Konaklama yerinde
bekleyip atlatmaya çalışmış, yine başarılı olamamıştı. Yeni bir çıkışta yoldan
ayrılıp kurtulmayı deneyebilirdi. Buna da pek olanak yoktu. Yakınlarda bir
çıkış gözükmüyordu.
“Ne
olacaksa olsun” deyip Porsche’ye gaz verdi. Bir anda arabanın inlediğini fark
etti. Arabaya daha yavaş gaz vermeliydi. Ayağını gazdan hafifçe çekti. Yeniden
sigara yakma isteği belirdi içinde. Ama bu konumda tehlikeli olabilirdi. Önce
şu adamla bir hesaplaşmayı bitirmeliydi. Pazar rahatlığı nedeniyle yol akışı
elverişliydi. Arabayı gazlayarak motoru yakalamalıydı. Motor arayı epeyce
açmıştı. Doktor da tıpkı motorda olduğu gibi makas atarak ilerlemeye koyuldu. Birbiri
ardınca önündeki arabaları sollayarak motora yetişmeyi başardı. Motor sürücüsü,
sağını solunu dolduran aynalardan onun gelişini izliyor, hafif yalpalayarak sürüyor,
adeta onunla kafa buluyordu. Bir süre öylesine oyalanmanın ardından Porsche’nin
önüne geçip onu yavaşlattı. Doktor geçmek için zorladığında yana kayıp yol
verir duruma geçti. Doktor hızlanıp geçmek istediğinde yeniden önünde oldu. Her
ne yapsa doktorun betine gidiyor, deliye çeviriyordu. Çarpıp bir kıyıya
fırlatsa yeriydi. Motoru paramparça olmuş, avı içinde kıvrandığını görse içi
rahatlardı. Ne var ki bu kasıtlı trafik suçu sayılır, ağır ceza alırdı. En
iyisi motorun önüne geçip durdurmak bu iti bir iyi pataklamaktı. Bu düşünceye
yoğunlaşarak motorun önünde kıvırta kıvırta gidişine aldırmadan sol şeride
kayıp motorun önüne geçmeyi başardı. “Şimdi gösteririm ben sana sözleri”
yuvarlandı dudaklarından ki, o anda motorun kıvrak bir dönüşle sağ yanına geçtiğini
gördü. Posche’ye at başı yarışırcasına ilerliyordu. Doktor arabaya hız verince
o da hızlanıyor, yavaşlayınca yavaşlıyordu. En yakın konumda doktor dikkatle
bakıyor, eski arkadaşı olup olmadığını kesinleştirmek istiyordu.. Kask
altındaki yüzü gözükmüyor, ama tüm kalıbı ona benziyordu.
“Artık iş
olacağına varırı” diye doktor Porsche’ye son gazı verdi. Aynı anda motor da
hızlandı. İki araç arasında çılgın bir yarış yaşanıyordu. Doktor için yaşanan
bu kovalamaca yarış olmaktan çıkmış, zevke dönüşmüştü. Gülüyor, kahkahalar
atıyor, motoru geride bırakmak için tüm ustalığını döktürmeye çalışıyordu. Dur
durak bilmeyen ruhunun rahatlamasıydı. Sürekli arayışlarla geçen bu gençlik
yıllarının doruklara tırmanan hazzı, tat almasıydı. Sürekli süren koşu bir
çatışmaya dönüşmüştü. Bu yarışın bitmesini istemeyen bir noktaya geldi. Ne
arabanın inlemesini, ne de yandaki motorum sesini duyuyordu. O anda kendi
şahlanan bir at üzerindeki çılgın biniciydi. Önemli olan kazanmak değil, yarışı
sürdürmekti. Ürküntü, kasvet ve tehlikenin verdiği hazzı hemen hiçbir şeyin veremediğini
anlıyordu. Kendisini bu ana taşıyan olaylar zincir de aynı duygular olmuştu.
Bir anda
yandaki motorla kendi Porsche’sini aynı araçmış gibi hissetti. Sanki birbirine
bağlanmış birlikte yol alıyorlardı. Göz ucuyla motor sürücüsünü süzdü. Birtakım
akrobatik hareketlerle kendine hava atıyor gibiydi. Ama bu gördükleri
akrobasinin ötesinde bir gösteriydi. Tekerlekler yerden yükseklerde kendi
kendine dönüyordu. Bakışları motorun üzerinde yoğunlaştı. Zamanın alışılmış
birimleri geliyor, uzuyordu. An an motor üzerindeki sürücü ile birlikte
yükseliyordu. Bu, bir atın şahlanışını andıran olağanüstü bir görüntüydü. İki
yarış atının ipi göğüslemek için kendini öne atışıydı.
Kendisi
de ipi göğüslemek için aynı biçimde tüm gücüyle öne atılmalı mıydı? Yoksa
yarışı kaybettiğini kabullenip yarıştan çekilmeli miydi? Motor kendisinin
önündeydi. Böylesine çılgın bir sürücü ile yarışamazdı. Yarışı kaybettiğine
karar verip tüm gücü ile frene yüklendi. O anda motor tümüyle ön camları
kaplamış üzerine geliyordu.
Bir an
zaman durduğunun sezdi. Her şey durmuştu. Ne motor vardı ne de kendisi. Dünya
tümüyle yok oluyor, içinde engin bir ıssızlık geziniyor, her şey yerli yerinde
duruyor, ama hiçbir şeye dokunamıyor, algılayamıyor, göremiyordu. Bir çakıltaşı
sağanağına dalmış gibiydi. Biri gözlerinin üstüne cam kırmıştı. Bakıyor, ama
göremiyordu. Görmek ürkütücü, görmek kokutucuydu. Bir yaban hayvanının
saldırısına uğramış sırtlan çığlıklarını işitiyordu. Bu ses kendi çığlığıydı. Cam
kırıkları gözkapaklarına saplanıyordu. Üzerinde korkunç bir ağırlık hissetti.
Motorla birlikte sürücü ön cam üzerinden üzerine düşmüştü. Ne bütün yolu
kapatan birbirine katan çarpışmaları, ne klakson çığlıklarını duyuyordu.
İlkyardım helikopterinin yola inişi sırasında derin bir uykuya daldı.
Eşinin
sesini duyduğunda zaman kıpırdar gibi oldu. Direniyor, soluk almaya çalışıyor,
gözlerini açıp çevreyi görmek için çırpınıyor, konuşmak istiyor, bir türlü
başaramıyordu. Başucunda eşinin bitimsiz çırpınışlarını bulanık bir düş gibi
algılayabiliyordu. Yüzü ateşler içinde yanıyor, gözleri sızlıyordu. Tanıdık
sesler geliyordu kulağına. Konuşulanları anlamaya çalışıyordu. Bir gözünün
çıktığını söylüyorlar, sınırlı anestezi ile yaşamda tutmaya uğraşıyorlardı.
Yaşamak için tüm acılara direnmeye çalışıyordu. Acıdan kurtulması zaman durması
demekti. Bütün gücü ile acılara karşı direniyor, konuşmak, bir iki sözcük
söylemek için çabalıyor, dudaklarını kıpırdatmaya zorluyor, bir türlü
başaramıyordu. Gözyaşları arasında eşinin ağlamalı sesini duyuyordu.
“Yüzünün
yarısı gitmiş, tek gözü kör, bu halde nasıl yaşar?” diye ağlıyordu.
Korkunç
bir merakla yüzüne dokunmak, yüzünü görmek istiyor, bir türlü başaramıyordu.
Bilincinde yarısı ezilmiş yüzünü canlandırmaya çalışıyordu. Estetik bir
ameliyatla düzelebilir miydi? Şu an bunların hiç önemi yoktu. Yaşasın yeterdi.
Meslektaşları
eşini teselli ediyorlar, kendisini yaşatacaklarını söylüyorlardı. Eşinin
yazgıya isyan eden sesi yükseliyordu.
“Nasıl
yaşar bu durumdaki bir yaralı? Şansı var mı?”
Ne var ki
şu an merak ettiği motor sürücüsüydü. Kimdi, şu an ne durumdaydı, yaşıyor
muydu?
Düşteymiş
gibi koluna serum takılışını izliyordu. İğnenin koluna girişi sırasında en
küçük acı duymamıştı. Kolunda soğuk damlarlın serinleticiliğini algılamak için
yoğunlaşıyordu. Ateşi yüksek olmalıydı o anlarda. Eşinin arkadaşlarından umut
bekler yakaran sesi yükseliyordu:
“Yaşayacak
değil mi? Beni kandır mıyorsınız?”
Bir
meslektaşının gerçeği yansıtan donuk sesi yükseliyordu:
“Bayan
meslektaş, bu senin alanın sen daha iyi bilirsin.”
Eşi bayan
anestezi uzmanıydı. Komalık hastaların geleceğini en iyi bilen oydu.
Eşinin yakaran
sesi yankılanıyordu.
“Olsun.
Siz de bilirsiniz benim kadar.”
Meslektaşları
susuyorlar, yanıt vermiyorlar, başka konulardan söz açıyorlardı.
“Kaza
nasıl olmuş?”
Polis
raporuna göre olay belirgindi. Bir serseri bir Alman motorcu ile Porsche araba
yarışa tutuşmuş, arabanın çekimi ile motor ön cama düşmüş, motor sürücüsü o anda
ölmüş, ağır yaralı araba sürücü ise ölümcül durumda komadaydı. Kozmik takvime
göre birkaç saliselik zaman dilimi tutan insan yaşam süreci algılandığı sürece
vardı. Doktorun hızlı yaşam süreci, hızlı bir koşu ile bitiyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder