Sivas’ta “Tiyatro“
denince ilk akla gelen adlardan biri Hilmi Atacan olurdu. Tiyatroya gönül
verenlerin başında gelirdi. Bir dönemin, bir kuşağın ilk özgün örneğiydi.
İpek
yolunun çekirdek kentlerinden olan Sivas, Cumhuriyetle birlikte önem
kazanmıştı. Ülkenin kalbi, başkent Ankara’ya uzanan yolun üzerinde yer
alıyordu. Çevre kentler arasında lise eğitimi veren tek merkez konumundaydı.
Lise öğretmenleri dönemin adıbelli eğitimcileriydi. Lise müdürlüğünü Şair Ahmet
Kutsi Tecer, müzik öğretmenliğini Muzaffer Bey (Sarısözen) yönetiyordu. Ülke
Halk Evleri kurumu ile uygar insan ilişkilerini, yurttaşlık bilincini öğrenmeye
hazırlanıyordu. Sivas Halk evi bu görevi yerine getiren kurumlar arasında yer
alıyordu. 1931 yılının soğuk güz günlerinde Halk Aşıkları Bayramı düzenlemiş,
etkinlik ülkede yankılanmıştı. Aşık Veysel’i bir ozan olarak ülkeye
kazandıracak ekinin tohumları bu bayramda atılıyordu. Aşık Veysel o günlerde,
şair değil, bağlama çalan bir aşıktı. Böyle biz düzenleme olmasaydı büyük
olasılıkla Veysel, ünlü bir halk şairi değil, köyden köye gezip saz çalan bir aşık
olarak kalacaktı.
Halkevleri,
bir kuşağın olduğunca onun da yaşamına yön veren öğretmeni oldu. Yaşamın oyunla başlayıp, oyunla bittiğini anlayan
Halkevleri oyunun önemini kavrayan bir kurum olarak öğretici işlevini
üslenmişti. Kendini yetiştirmeye çalışan genç adam, tiyatro denen oyunla
karşılaşıp ona tutuldu. Dönemin olanakları içinde makyajlar yapıyor, dekorlar düzenliyor,
oyunlarda roller üstleniyor, bütün yaşam bir daha kurtulamayacağı sahne tozunu
içine sindiriyordu. O günlerde Cazım Beyden yönetmenlik öğrenmeye başladı.
Derken, Türk Tiyatrosunun kurucularından Muhsin Ertuğrul Sivasa geldi. Atacan ondan
öğrendiği yönetmenlik bilgileri ile deneyimlerini genişletti. Artık o bir
yönetmendi ama yaşamını tiyatrodan kazanmak için değil, tiyatroyu sevdiği için
bir yönetmen, bir tiyatro tutkunuydu. 1930’da tren yolu Sivas’a ulaşmış,
Sivas’ta demir yollarına hizmet verecek altyapı kurumları oluşmaya başlamıştı.
Atacan Demiryollarında bir memur olarak yaşamını kaznıyor, bunun yanında
Halkevlerinde tiyatro ile ilgisini sürdürüyordu. Bir dizi oyunlar sahneye
koyuyor, halk eğitimine katkıda bulunmaya çalışıyordu.
Bu yıllarda
yaşadığı kimi olaylar Atacan için unutulur türden değildi. Yıllar sonra sıcak
bir Antalya gününde öğretmen evinin çınar ağaçları ile kaplı koyu gölgesinde bu
anılarını hazin gülümsemeler arasında anlatacaktı. Bunlardan biri daha sonraları sinema
oyuncusu olarak adını duyuran Talat Gözbak’la ilgiliydi.
Talat
Gözbak, gençlik yıllarında Atacan’ın Halk evlerinde sergilediği
oyunlarda gözüken Sivaslı yakışıklı civan gibi bir oyuncuydu. Ele avuca sığmaz
Talat o yıllarda hızlı solcu, hemen hiçbir şeye de inanmayan tanrıtanımaz asi
bir gençti. Samsun Halkevinde oynanan bir oyun sonrasında Merzifonlu bir genç
kızın kalbini çalmış, onunla birlikte olmuş, ardından onu bırakıp İstanbul’a
kaçmıştı. Sivas’ta Demir yollarındaki işi, Halk evlerindeki tutkusu ile evi arasında
dingin bir yaşam süren Atacan, arkadaşı Talat’ın yaşamını uzaktan izler
olmuştu. Gözbak'ın adını kimileyin film afişlerinde görüyor, kimileyin Anadolu‘yu
gezen tiyatro toplulukları arasında işitiyordu. Gözbak, ışıklı yaşam ortamında
gün bulup gün yiyen, renkli bir yaşam süren bir adamdı artık, Gençlik günleri
hiç bitmeyecekmiş sanıyor, anın tadını çıkarıyordu. Ve, zaman yılları, yıllar
gençliği eritiyor, Gözbak yaşlanıp gözden düşüyor, sinemada sahnede adı
unutuluyordu. Yetmişli yılların sonlarında Gözbak Kıbrıs’ta ülkücü hareketin
içinde yer aldığı duyuldu. İleri solculuktan ülkücülüğe geçmişti. 1985 yılında
soluğu yeniden eski geçmişinde arayıp Hilmi Atacan’la buluştu. Bir belgesel
film projesi düşüncesi ile gelmişti Atacan’ın yanına Birlikte Ata’nın Samsun’da
Anadolu’ya ayak basışından Ankara’ya ulaşıncaya kadarki yaşamını konu edinen
yarı belgesel bir çalışma gerçekleştireceklerdi. Film TRT’nin desteği ile
çekilecekti. İki eski arkadaş, projeyi gerçekleştirmek üzere kolları
sıvamışlar, ön hazırlıklara başlamışlardı. Amasya’da bir otelde gecelerken,
Talat Gözbak, yatağa uzanmış gözlerini tavana dikli bir şeyler mırıldanarak
uyumaya hazırlanıyordu. Atacan, Gözbakı’ın neler mırıldandığına kulak
verdiğinde onun Arapça dualar okuduğunu gördü.
“Aman Tanrım,
zaman neler gösteriyor“ diye düşündü Atacan. Bir zamanların ele avuca sığmaz,
Tanrıtanımaz Talat’ı dine sığınıyordu, Tanrıya bağışlanma duaları ediyordu!
İkinci bir
anısı da ilginçti. Cumhuriyetin okuryazar yetiştirmek için okuma bilen askerde
çavuş rütbesi almış kişileri köylere eğitmen olarak yetiştirme savaşı verdiği o
günlerde kimi solcu aydınlar (ne kadar aydınlarsa!) Atatürk devrimlerini
yetersiz buluyor, aşırı sol devrimlerle ülkeyi kalkındırmanın düşlerini görüyorlardı.
Bu sihirli formülün bir dokunuşu ile ülkenin kalkınacağını sanıyorlardı.
Bunlardan biri de İsmet Paşa İlkokulu Müdürü Ruşen Zeki idi. Komünizm suçundan on yıl tutukluluk cezası almış,
bir süre yattıktan sonra bırakılmıştı. İşsiz güçsüz Ruşen Zeki, Halifelik’te
izbe bir evde yarı aç yaşamını sürdürüyordu. Hilmi Bey bir gün ona etli ekmek
götürerek bir ziyafet çekti. Ve sonra bir gün Ruşen Zeki, bu açık hapishane
yaşamından sıkılıp Sivas’tan ayrılmaya karar verdi. Hilmi Bey, onu bir kamyonun
üstünde bilinmez bir geleceğe yolcu ederken adamın aptalca iyi niyetine, duru
saflığına ağlar gibi gülümsüyordu.
1939
yılında Hilmi Bey, Halkevi tiyatrosunda Tırtıllar
oyununu sahneye koydu. Oyunun bir sahnesinde imam rakı içip sarhoş oluyordu.
Oyunun sahnelendiği günün ertesi Erzincan depremi oldu. Oyunu seyreden kimi yobazların
kışkırtması ile halkın Halkevi binasını taşlaması Hilmi Atacan’ın belleğine
kazınmış unutulmaz anılardandı.
Hilmi
Atacan böylesine güzel anılarla dolu alçakgönüllü bir cumhuriyet eri, Atatürk
devrimcisiydi. Son yıllarını Antalya’da geçirdi. Meltem mahallesinde yapımı on sekiz
yıl süren çimenler içine kurulu bağımsız kooperatif evinde dingin son günlerini
sürdürüyordu. Arada bir yavaş adımlarla Konyaaltı caddesinde yürüdüğünü görüyor,
rahatsız etmemek için selam vermeden sessizce yanından geçiyordum. Şimdilerde o
caddede yürüdüğümde gözlerim onu arıyor, öldüğünü anımsıyorum. Devrim ağacından düşen bir yaprağın hüzünlü eksiğini duyuyorum.
Hilmi Atacan benim kayınpererimdi ,çok muhterem ,çok saygılı bir beyefendi idi,Allah gani gani rahmet eylesin
YanıtlaSilHilmi Atacan bende de aynı izlenimi bıraktı.
YanıtlaSilÇok saygın, beyefendi bir insandı.
Bir süredir bu öykü üzerinde çalışıyorum . Yeniden yazıyorum. Bittiğinde yayınlayacağım. Sizinle görüşelim bilgi alırım. Benimle bağlantı kurun
Fuat Bozkurt