Yayında Olan Eserlerim

22 Kasım 2017 Çarşamba

Mamaş Yaşamından Kesitler 2

Osmanlı kaynaklarında adı Zimyan olarak geçen ama hiç kimsenin duyup işitmediği Mamaş  köyünün adı 1930'lu yıllarda Şair Suzani'nin uzakgörüşlülüğü ile türkçeleştirilerek  Soğukpınar olmuştur. 
Mamaş'ta 1950 yılların sonlarında binden çok insan yaşıyordu. Köyden kente göç yeni başlamıştı. Ama buna göç de denemezdi. Belli sürelerle köyden kente giden gençler çalışıp ge­lirlerdi. Kentlerde sürekli iş tutanların da bir ayak­ları köyde olurdu. Özellikle yazla köy dolup taşardı. 1970'lere değin köyde gelenekler yaşıyordu. İnsanlar köklerinden kopmamıştı. Kimse geçmişinden utanmıyıyor, ondan kaçmıyordu. Şimdilerde on- onbeş kişinin yaşadığı köyün yaşantısında kimi örnekler kaldı günümüze. İşte onları 


1. Ah Şu Babayiğit Köyde Olaydı...
Üç çift öküzün ardında çift süren gençlerin kulakları köyde vurulan davulun sesindeydi. İkindiyi iple çekiyorlardı. Aralıklarla türkü söylüyorlar, sözü köydeki düğüne getiriyor­lardı. Çifte bir soluk ara verdiler. İçlerinden Kör Veli durdu. Pala bıyıklarını sıvazladı. Cebinden yuvarlak cep aynasını çıkardı. Aynada genç yüzüne, bıyıklarına hayran hayran baktı. Suda görüntüsene hayran olan bir kuğu gibiydi. Yeniden bıyıklarını sıvazladı. Coşmuştu. Yanındakilerin de duyacağı bir sesle:
“Ah, şu delikanlı şimdi köyde olaydı!” dedi.
Tümü aynı özlem içindeydi. Ama kimse duygusunu  böylesi­ne açıklama yürekliğini gös­teremiyordu. Ne olmuşsa olmuş tek gözünü çok sık yumduğu için, "Kör Veli" dedikleri Veli bu sözcükleri ağzından kaçırmıştı.
İkindide çift sürme işi bitmiş, köyün bütün çiftçileri düğün evinde toplanmıştı. Kimsenin yorgunluğa, ezginliğe aldırdığı yoktu. Veli düğüne ilk damlayan olmuştu. Evde yemek bile yememişti. Biraz sonra arkadaşları da geldiler. Sürekli bıyık altı gülücüklerini gizliyorlar, Veli'ye bakıp bakıp gülüyor­lardı.
Düğün gerçekten kaçırılacak düğünlerden değildi. Kaza Düğünü denen büyük düğündü. Bu düğünde ilçenin bütün köyle­rine çağrılar yollanırdı. Hemen her köyden katılım olurdu. Oyunlar yarışlar, şakalar birbirini kovalardı. Yaşanması ge­reken bir düğündü. Köyün son­radan yetme ağalarından Kara Yusuf, böylesine pahalı bir düğünü göze almıştı. Alevi ve Sünni köylerin tümünden konuklar karşılanıyor, ev­lere dağıtı­lıyordu. Düğüncüler yeni giysilerinin içinde bir garip duruyor­lardı. Giysiye uyum sağlayamamış bir durumları vardı.
Evden bir işgücünün gitmesi, yavrunun önündeki yaşamda mutlu olup olmayacağı düşüncesi, kurulacak hısımlık ilişkisi­nin getire­cekleri. Ama her şeye karşın "kız yükü tuz yüküdür" Kavgasıyla döğşüyle bir düğün yapılmaktadı. Kavgasız dü­ğün olmaz. Bu da bir gelenektir. Karşılıklı hediyeler az bu­luncaktır. Töreler sındırılmış sayılacaktır. Tartışmalar sü­re­cektir.
Oğlan babası Kara Yusuf düğünün tüm yükünü omuzlamıştı. Düğünün sorumluluğunu taşıyacak kişileri de seçmişti. Düğünün en önemli kişileri düğün kahyası ve bayraktar be­lir­lenmişti. Geleneğe göre bayraktar güveyinin en yakın arka­daşları arasından seçilmişti.
Sırasıyle önce bayraktar düğün evine geti­rilmişti. Sonra düğün kAhyaları ve avratları çağrılmıştı. Etkin komşular "sen oğlan ba­basısın" "sen düğün kahyasısın" diye onur­landı­rılmıştı. Bayraktar düğün kahyalarının tö­relerini dağıtmıştı. Bayrağı getirmişti. Bayrağı saygın bir kişinin önüne koymuş, bahşişini almıştı.
      
2. Hançer Bağrı
Delikanlıların oturduğu odada eğlenti başlayacaktı. Bıyık altından gülüşler iyice dik­katleri çekiyordu. Gençler oyunu başlatmanın gerilimi içindeydiler. Ne oynayalım diye birbi­rine sordular ki çiftçilerden biri bağırdı:
“Hançer Bağrı. Bizim Veli o oyunu iyi oynar!”
Gençler kendi aralarında fiskos etmeye başladı:
“Ulan bu Kör Veli biraz delidir. Bıçağı baldıra saplar.”
Hançer Bağrını Kör Veli'nin oynamasına karar verildi. Yeniyetmelerden Celâl şapkasının üzerine bir keten örttü. Kız rolü oynayacaktı. Kör Veli onu ortaya çekmek isteyen hare­ketler yapmaya başladı. Elinde iki bıçak vardı. Birini baldı­rının arka yanına, ikincisini önüne ustalıkla itiyordu. Seyirciler hayret içinde izlerliyordu. Bıçaklar baldıra ha girdi, ha girecekti.
"Hop" diye ortaya başka bir genç düştü. Aynı bıçak oyun­ları ile oyuna katıldı. Üçüncü, dördüncü erkek oyuncu da oyuna girdi. Bu oyuncular saçlarını düzeltiyor, bıyıklarını kıvırı­yorlardı. Kız rolündeki Celâl yavaş yavaş yumuşamaya baş­ladı. Sözde öbür oyunculara ilgi göstermiyordu. Yalnız Kör Veli'ye yüz veriyordu. Kalkıp Kör Veli'nin koluna girdi. Oyun alkışlarla bitti.

3. Atışma
İçeriye bir haber geldi. Genç kızlar da oyuna katılmak is­tiyormuş da yabancı var diye gel­miyorlarmış. Bu delikanlıla­rın aradıkları bir fırsattı. "Aman aralarında yabancı ne ge­zerdi? Tümü aynı köyün insanlarıydı. Buyursun gel­sinlerdi. Ne güzel oynarlardı."
Çok renkli giysileri içinde kızlar biraz utana sıkıla birbi­rini öne ite ite içeri girdiler. Kör Veli öne atıldı.
“Bir halay tutalım.”
Bağlamalar coştu. Bir sıra kızlardan, bir sıra erkeklerden oluştu. Karşılıklı dizildiler. Erkekler türküye başladılar. Sürekli hovarda olduklarını belirten türküler söylüyorlardı. Kızlar da onlardan geri kalmadıkları vurgu­luyordu. Türkülere davul zurna eşlik ediyordu. Haylar karşılıkla atışmalarla sürüyordu.
Bir ara Kör Veli oyundan çıktı. Dışarı gitti. Ama arkadaş­larının gözü Veli'nin üzerindeydi. Yeniden içeri girdi. Bir eli arkasındaydı. Kızların arkasından dolaşıp oyuna katılmak istedi. Yerine gelip oyuna katıldı. Arkadaşları karşı sıradaki bir kıza bağırdılar:
“Zeynep, ardına bak bakalım bir şey var mı?”
Zeynep'in arkasına kuyruk bağlanmıştı. Zeynep:
“Kim bağladı bu çaputu?” diye çıkıştı.

4. Altın Yüzük
Veli halayı rezil etmişti. Oyun durdu. Kızlar küsüp oda­dan çıkmak istiyorlar, oğlanlar engel oluyorlardı. Tam bu sı­rada içeriye Yusuf girdi. Yusuf'un elinde iki tabak vardı.
“Şu iki tabak bakın! Birinde altın yüzük var, öbürü boş. Bu alın yüzüğü okuyup üfürüp boş tabağa getireceğim. Kim kendi­ne güveniyorsa gelsin, benim sihirimi bozsun. Bu altın taban olan tepsiyi tutsun” dedi.
Yeniyetmelerden biri kalktı:
“Tamam ben kendime güveniyorum. Altın yüzük bulunan tabağı ben tutacağım.”
Kalkıp o tabağı eline aldı. Yusuf: söze girdi:
“Beni iyice izle, gözünü gözümden ayırma. Ben ne yapar­sam sen de onu yapacaksın-.”
Yeniyetme, bir yandan Yusuf'u izliyor, bir yandan da yü­züğü gözden kaçırmamaya özen gösteriyordu. Bu sırada Yusuf parmağını tabağın altında gezdirip yüzüne gözüne sürüyor, ağzını oynatıyordu. Yüzü ile çeşitli ha­reketler yapıyordu. Sihir yapıyormuş gibi karşıdakini oyalıyordu. Oysa yeni­yetmenin tabağının altına siyah is sürülmüştü. Bu hara­ketleri sırasında sürekli yüzünü gözünü karartmıştı. Yusuf cebinden bir ayna çıkarıp acemi oyuncuya verdi:
“Şu yüzüne gözüne bir bak.”
Seyirciler gösteriyi gülerek alkışladı. Ortam yumuşamış­tı. Kızlar gitmekten vazgeçmişti.

5. Yüzük Saklama
Bu kez de kızlar bir oyun yapacaklardı. Altı kişilik orta­ya çıktı. Oyunun ebeliğini Zeynep üstlenmişti. Ebenin elinde ağzı ters kapatılmış altı fincan vardı.
“Hadi bakalım, altın oğlan çıksın da bulsun bakalım yüzü­ğü”
Ebe işlevindeki Zeynep, elindeki altı fin­canın ağzını açıp kapadı. Elindeki yüzüğü bun­lardan birinin içine gizledi. Altı kişilik oğlan grubu bu saklama işini ilgi ile izliyordu. Kızlar geri çekildi. Oğlanlar kendi arasında bir durum değerlendir­mesi yaptı. İçlerinden biri, altın yüzüğün gizlendiği fincanı bir kaldırışta bulmak üzere masaya gitti.
Oğlanlar yüzüğü bulamamıştı. Kızlar bir ceza verdiler. Oğlanlar ipe asılı bir pancarı yiye­cekti. O altı kişi sıçraya­rak pancarı yakalamaya çalışıyordu. İçlerinden biri yaka­ladı. Pancarı ağzında tuttu. Öbür beş kişi pancarı kemirip bi­tirdi.
      
6. Ez Narinim
Gençler yeniden hâlây çekmek istediler. Yörenin özgün oyunlarından "Ez Narinim" oynayacaklardı. El ele tutuşarak oynana girdi­ler. Sıra ile dizildiler. Kızlı oğlanlı bir oyuncu topluluğu oluşmuştu. Ama halka biçiminde değillerdi. Oyun türküsü söylenirken yavaş yavaş ilerleniyordu. Oyunun ağır­laması bir dizi türkü ile oynanıyordu. Yeldirme bölümünde ise şu türkü söylenmeye başlandı:

Leylanı gülüm yar da          
Pınarları tekneli
Dibine gül ekmeli
Bir kötünün kahrını
Öleneçe çekmeli

Leylanı gülüm yar da          
Git gelirim işim var
Gergefte bir eşim var
Yirmiden bir eksik
On dokuz oynaşım var.
      
"Leylanı gülüm yar da" dizesi yineleme,  vurgu­lama olarak söyleniyordu. Oyunun bu ikinci bölümünde oyunculara  devin­genlik veriyordu.

7. İnce Düzüm
Halaylar birbirini izliyordu. Davulcu vu­ruyor, oyun ona göre sürüyordu. El ele tutuşulup daire oluşturulmuştu. Oyuncu­lar iki öbek biçiminde karşılıklı türkü söylüyordu. Bir öbek birinci dizeyi ikinci öbek ikinci dizeyi okuyordu. Oyun tümüy­le yeldirmeydi. Bir yandan türkü okunuyor, bir yandan da oy­nanıyordu. Türkünün sözleri şöyleydi:

İnce eleğim duvarda
Bir yar sevdim hovarda
Öyle bir yar sevdim ki
Su doldursun pınarda

Gel kapıdan geç oğlan
İnce çayır biç oğlan
Beni sana vermezler
Beni al da kaç oğlan

İnce elek elek mi olur?
Ak giyen melek mi olur?
İçeri gel sevdiğim
Kapıdan dilek mi olur?

İçeriyi anason kokusu sarmaya başladı. Oyunların en güzel yerinde burunlar açılıp ka­panıyor herkes birşeyler sezinlen­meye çalışıyordu. Birisi rakı getirmişti ama kimdi. Gizli gizli içenler vardı aralarında. Bir iki yu­dum da kendiler içe­bilirdi hani...

8. Güley Kız
El ele tutuşmuş, halka düzeni sürüyordu. Oyunun başında oyuncular yarı bellerine dek eğiliyorlar, ince bir sesle şu tür­küyü söylüyor­lardı:
Güley kız buralıdır
Kaşları turalıdır
Güley kızın elinden
Kırk yiğit yaralıdır.

Bu dörtlük bittikten sonra oyuncular doğruluyorlar, yine­leme dörtlüğünü söylüyor­lardı. Dörtlüğün söylenişi sırasında ivedi sıçrayışlarla oyun yürüyordu. Sıranın başını Kör Veli kimse-ye bırakmıyordu. İyiden iyiye coşmuştu.

Ah Güley, Güley, Güley
Elmanın dalı Güley,
Yiğidin yari Güley.
      
Dörtlüğün bitiminde oyuncular yeniden yarı bele dek eğil­diler. Yavaştan salınarak türkünün ikinci dörtlüğünü söylü­yorlardı. Dörtlükler arasındaki yinelemede oyun hızlanıyor, hare­ketli zıplamalarla sürüyordu. Öbür dörtlükler şöyleydi:

Güley gel bize gidek
Dağa nergize gidek
Biz nergizi ne edek
Dolanıp eve gidek
           
Ah Güley, Güley, Güley
Elmanın dalı Güley
Yiğidin yari Güley

Güley geldi kış idi
On parmak gümüş idi
Güley kızı seyretmeden
Şu ellerim üşüdü
      
Ah Güley, Güley, Güley
Elmanın dalı Güley
Yiğidin yari Güley
Kör Veli daha fazla dayanamadı.
“Arkadaşlar çıkarın şu şişeyi artık. Böyle ar­kadaşlık olmaz,” dedi. Arkadaşları gülerek katıldılar:
“Ulan Veli, ilk kez doğru bir laf ettin!”
“Vallah kardaş, ne bu yahu!”
Şişe ortaya çıktı. Küçük çay bardağının içinde birer yudum dağıtılmaya başlarken genç­ler gerekli önlemi almaktan geri kalmadılar:
“”Aman kapıyı sıkın tutun, içeri büyüklerden kimse girme­sin! Ve hemen "Mamaşlıyım"  oyunu başladı.

9. Mamaşlıyım
Mamaş'ın en sevilen oyunu "Ağam da ben Mamaşlıyım" yi­nelemeleri ile süren Türkülü oyundu. Oyunun oynanışı ve tür­künün söy­lenişi kolaydı. Türkü manilerden oluşurdu:

Giderim Sivas üstü
Mendilim suya düştü
Eğildim mendil alam
O yar aklıma düştü

Ağam da ben Mamaşlıyım
Paşam da ben Mamaşlıyım

Kayalar gölgelendi
Güzeller suya indi
Her güzelden bir öpüş
Yine can tazelendi

Kayada keklik öter
Dibinde hurma biter
Nazlı yarin bağında
El değmedik nar biter

Kayaların yılanı
Gel dolanı dolanı
Serdim kutnu döşeği
Yat beleni beleni

Dereler buzbağladı
Avcılar iz bağladı
Beni bir gelin vurdu
Yaremi kız bağladı

Ağırlama bölümü böylece bitiyordu. İkinci evrede yeldir­me bölüm başladı:

Esen yel, esen yel
Estin del(i) ettin beni
Sırma tel ettin beni
Ezelden benim idin
Şimdi el ettin beni

Esen yel, esen yel
Gidenin üçü güzel
Ardında saçı güzel
Saçı başını yesin
Yolda yürüyüşü güzel          

Çıktım kerpiç duvara
El ettim eski yare
Eski şöyle dursun
Can kurban yeni yare

10. Sin Sin
Davulcu tıngır tırgır vuruşlu sin sin havasını çalıyordu. Davul-zurna oyun havasını çalmaya başlaması ile genç ve orta yaşlılar yuvarlak bir düzende derlendiler. Gençler birbi­rini dol­duruşa getiriyorlar, bu oyuna sokuyorlardı.
“Veli ne duruyorsun? Sen olmazsan bu oyun olmaz?”
Kör Veli hemen ortaya düştü. Önce bıyıklarını büktü, ar­dından yumruğunu sıktı. Gençler gülüp duruyorlardı. Öbür eli ile dirseğini sıkıca kavrayıp oradakilere meydan okuyordu. Yine Veli ile eğleneceklerdi. Birbirlerine göz ettiler. Kör Ve­li'ni karşısına Dimit Hasan çıktı. O da benzer biçimde yumru­ğunu sıkıyordu. Davul zurnanın çaldığı eziginin vuruşlarına uygun biçimde sekişlerle ortada bir kez döndü. Kör Veli'nin kalçasına ağır bir yumruk attı. Oyunun kuralına göre, yumruk omuz ile dirsek arasına ya da kalçaya vurulabilirdi. Bunun dışındaki yerlere sözge­limi, karın, döş, başa vurmak kesinlik­le ya­saktı.
Bu iki kişinin ardından başkaları da oyuna katılıyordu. Oyun belli bir sıra içinde sürüyordu. Ortada beş kişi oynuyor­du. Kör Veli'ye Dimit Hasan, Dimit Hasan'a Hasan Hüseyin, Hasan Hüseyin'e Kadir, Kadir'e, Yusuf vuruyordu. Kısa süre sonra oyuncular gelip gidip Kör Veli'ye vurmaya başladılar. Kör Veli'yi iyice şaşırtmışlardı. Kör Veli küfür ediyordu, kimse aldırmıyordu. Neyse ki Kör Veli'nin canına yaşlılar yetişti.
Yaşlılar bu oyunun oynanmasına zaten izin vermezlerdi. Sinsin oynandığını sezdiklerinde hemen işe karışırlardı. Oyunu kesip hâlâya dönüştürürlerdi. Yaşlılar bu oyunu "İt oyunu" biçiminde aşağılardı. Davulun sesinden sinsin çalındı­ğını duyunca koşup gelmişler olası bir kavgaya engel olmuş­lardı.
      
11. Cirit
Düğünün üçüncü günüydü. Davullu zurnalı hâlâylar tekdü­zeleşmişti. Bugün cirit oyna­nacaktı. İlçenin bir dizi köyünden gelen düğüncüler ya cirite katılacak, ya da ciriti iz­leyecekti. Köyün doğusundaki geniş düzlükte cirit oyunu başladı.
Gençler Kör Veli'ye takıldılar:
“Ulan Veli sen neden cirite çıkmıyorsun?”
Veli anlamazlıktan geldi şakayı. Çok ciddi biçimde yanıt verdi:
“At var mı, at? Sizin atı getir, hemen çıkayım!”
Kör Veli'nin atı yoktu. Ama atı olsa da çıkacağı bir cirit değildi. Kendi de biliyordu, takılanlar da. Ama şakadan geri kalmıyorlardı. Yalnız takılanlar bıyık altından gülüyorlar, Veli ise çok ciddi bir yüzle keskin biçimde yanıt veriyordu. Oysa koca ilçenin gençleri toplan­mıştı. Bu düğünde, er meyda­nında köylerin ünü söylenecekti.
Bir metre uzunluğunda, 2-3 cm kalınlığında düz ağaç da­lından yapılmış ciritler hazırdı. Atlılar iki bölüme ayrılmış­tı. 250- 300 m. uzaklıkta karşılıklı iki kale oluşturmuşlardı. Seyirciler tanımadıkları oyuncuları birbirine soruyorlardı:
“Şu kırmızı gömlekli kim?””
“Kalburveranlı Gâzi.”
“Ya onun yanındaki kara atlı”
“Zerkli Hüseyin.”
Lakaplar, adlar birbirini izliyordu. Kimin oğlu, kimin ya­kını anlatıyorlardı. Koca ilçe birbirini tanıyor gibiydi. Da­vul, zurna da yerini almıştı. Kara Yusuf düğününe ünlü zurnacı Ulaşlı Panoğ'u getirmişti. Eni boyundan uzun bir adamdı Pa­noğ. Kısa boyluydu. Şişmam dedikçe şişmandı. Gözleri bozuk olduğu için çok kalın gözlükleri vardı. Gözlüklerin ardından gözleri küçücük gözükürdü. Ama zurna ustasıydı. Çingene Kahraman'dan sonra onun üstüne o yörede zurna çalan bulun­mazdı. Hem çalıp, hem oynaması ile ünlüydü. Zurna çalarken oyuncularla birlikte oynardı. Şimdi ise zurna ile koca alanı inletecekti. Davulcusu da inadına davulu tokmaklayacaktı. Cirit oyununa eşlik edecek belli ezgiler vardı. Onlar çalınır­dı. Bunlar cengi harbi ya da Köroğlu havasıydı. Daha çok Köroğlu havası çalınırdı.
Sağ kolda yer alan Unsavuran atının üzerin­de heykel gibi duruyordu. Kısaca "Uncu" adı ile anılan Unsavuran, hevkeli­ği ile ünlüydü. Daha onbeş on altı yaşlarındayken en sapr yoldan un çuvalını köye getirmeye kalkmış, çu­valı bir derenin içine yuvarlamıştı. Koca dev çuvalı dereden çıkarma olanağı bulunmadığı için küçük seklemlerle köylü yola çıkarıp taşı­yabilmişti. O sırda unun havada savrulması ile Savağın Ço­lak, gerçek adı "İbrahim" olan bu gence "Un-savuran" adını takmıştı. Öyle bir yapışmıştı ki bütün yaşam boyu İbrahim'i bu ad bırakmayacaktı.
Unsavuran, ilk çıkışı yaptı. Atı iyi bir yarış atıydı. Koca tarlayı boylu boyunca geçti, karşı öbeğe 20-30 m. yaklaştı. Kangallı bir oyuncu­nun üzerine ciridini attı. Bu bir meydan oku­maydı. Kangallı'ya karşı cirit atılır mıydı? Atını çevir­di, kendi kalesine dönmek üzere atını mahmuzladı. Kangallı oyuncu, elindeki çöğenle ciridi karşıladı. Cirit sıçrayıp uzak­lara giderken atını Unsavuran'ın arıdına sürdü. Kangallının atı da yiğit attı. İki atlı inadına birbirini izliyor­du. İki oyuncu da atlarını göstermek istemiş uzaklara sürmüşlerdi. Sağ koldan Lalaş atını sürdü. Uncu'ya destek olacaktı. Bu anda izle­yicilerin dikkatini bir şey çekti. Oyuncular daha çok Alevi-Sünni köylüleri biçiminde ayrılmışlardı. Yaşlılar kendi aralarında Ayıp yahu, olur mu? Neden böyle ayrıldı­lar? Bir iki Alevi de karşı tarafta yer alsaydı" diye konuştu­lar.
Oyun hızlanmıştı. Kovalama başlamıştı. Atlar koşuyor, ciritler havada vızır vızır uçuyor, çöğenler ciritleri karşılı­yordu. İyi oyuncular büyük bir ustalıkla ciritleri savuşturuyor­lardı. Kovalayan atlı, yetiştiği yerde ciriti bindi­riyordu. Ye­tişemeyenler ciridi atıp kaçıyorlardı. Yaşlılar dört gözle oyunu izliyorlar, yorumlar yapıyorlardı. Kendi gençliklerini yaşar gibiydi­ler. Geçmişte oynanan ciritlerden öyküler anla­tıyorlardı.
Atına güvenen, iyi atı olan kaleye dönmü­yordu. Uncu ile Kangallının atları almış başını gitmişti. Lalaş da onların ar­dına takılmıştı. Yine bir yığın oyuncu birbirini izliyordu. Ya­rış alanı bir anda cehennem meydanına dönmüştü. Herkes La­laş'ı iziliyordu. Yaşlılar:
“Ulan, şu serseri Lalaş'ın ne işi var, şimdi biri bir cirit vu­rup gebertecek” diye endişe ediyorlardı. Ciritler dağıldı. At­lar yoruldu. Birer birer oyuncular kalelerine dönüyorlardı. Mamaşlı izleyiciler bir "oh" çektiler. Bir iki yeni yetmeye:
“Ulan gidin şu serseri Lalaş'a söyleyin fazla açılmasın. Onun atı öyle düzlüğe açılacak cins­ten değil” diye haber yol­ladılar. Düzlüğe açılacak, büyük kovalamacaya girecek atın ün salmış olması gerekirdi. Binicisi çevik olma­lıydı. Atına ci­rit vurdurmaması gerekirdi. Oysa Lalaş'ta bu yetenekler yoktu. O bol bol türkü söyler, köyün içinde yayvan ağızla ka­dınlarla, kızlarla zevzeklik ederdi. Bu yüzden boşboğaz an­lamında "Lalaş" demişlerdi. Zaten bu Mamaş köyünde lakap­sız kimse yoktu. Yaklaşık tüm köylü gerçek adından çok laka­bıyla anılırdı.
Çocuklar koşup geldiler.
“Abbas Emmi, Lalaş Emmi diyor ki "yaşlılar korkmasın, bana birşey olmaz, onlar karışmasın".
Bu lafları duyunca Yüzübenli'nin cinleri başına toplandı:
“Aha babanın canına …” diye başlayan okkalı bir küfür savurdu. Ar­dından, bırakın gebersin eşşek oğlu eşşek, dedi. Büyük küçük tüm izleyenler kahkaha ile gülüyorlardı. Yüzübenli sözünü sürdürüyordu. Yanındaki yaşlılara geçmişten örnekler veri­yordu. Tüm dinleyenlerin gözle­rinden yaşlar akıyordu. Ama o ciddiyetle anla­tıyordu.  
Her ciritçinin beş altı ciriti vardı. Ciritler özenle yapıl­mıştı. Ciritciler, ucu çengelli çöğenle atlarından inmeden cirit­lerini topluyorlar, atın böğründeki sadaklara yerleştiriyor­lardı.
Yeniden oyun başladı. Dakma atını sürdü. Atı iyi değildi. Ama atın üzerinde süzülüyordu. Karşı kaleye yaklaştı, ciriti sürdürdü. Cirit yıldırım gibi Cemâl Koçak'ın başının ucundan sıyrılıp geçit. Cemâl Koçak atını doldurdu. Elindeki ciriti tartıyor, iyiden iyiye hedefi göz­lüyordu. Ci­riti fırlattı. Ama kıyamamıştı. Dakma Sünni taraftaki tek Alevi oyuncuydu. Yoksa Cemâl Koçak'ın ciritleri sekmezdi. Dakma'nın belinin ortasına yerleştirebilirdi. Cirit Dakma'­nın atına değecekti ki, Dakma çöğenle ciriti savuşturdu. Kan­gallı yeniden alana çıkmıştı. Cemâl Koçak'ı kovalıyordu. Yine düzlüğe açılmışlardı. Uncu da  bu yandan atını sürdü. Karşı yandan Kalburveranlı Gâzi  çıktı. Lalaş ortaya düştü. Ortalık yine ana baba günü olmuştu. Yine ciritler savruluyor, göz gözü görmüyordu. Kangallı Cemâl Koçak'a ciriti savurdu. Ama Cemâl Koçak atın üzenine kapanınca cirit boşlukta süzü­lüp gitti. Lalaş karşı saldırıya geçmişti. Kangallıyı ciritle­ye­cekti. Ancak Kalbulveranlı Gâzi  tam adamını bulduğuna karar verdi.
Bu, Gâzi  son derece neşeli bir adamdı. Düğünlerin gülüydü. Geldiği düğünlerde bin bir maskaralık yapar, bütün halkı kı­rıp geçirirdi. Yine bir soytarılık düşündüğü belliydi. Lalaş Kangallı'ya ciriti attıktan sonra, Gâzi  Lalaş'ın ardına düştü. Gâzi atını yokuşa yukarı kestirmeden Lalaş'ın üstüne sürdü. Atı güçlüydü. Lalaş' a yaklaşır yaklaşmaz ciriti yerleştirdi. Laşaş kan ter içinde kaleye dönerken yerinde izleyen Yüzübenli sevindi:
Aha babanın canına.. diye bastı küfürü. Gördün mü işte böyle eder elin uşağı!”
Çevredekiler gülmekten kırılıyorlardı. O yakınlardaki­ler Abbas Dedenin yanına toplan­mıştı. Tam bir eğlence ye­riydi. Abbas Dede kızıyor, köpürüyor, küfür ediyor, millet gü­lüyordu. ama kendisi son derece ciddi ciriti izliyordu. 
Lalaş yediği ciritin acısını çıkarmak için yeniden ortaya düştü. Kalbulveranlı Gâzi 'nin peşindeydi. Gâzi  de inadına onu düzlüğe çeki­yordu. Cirit'i savurdu, ama cirit daha Gâzi'­nin yanına yaklaşmadan yere düştü. Kangallı ise Lalaş'ın ar­dına düştü. Lalaş'ın güç durumda kaldığını gören Unsavuran atını sürdü. Çöğenler ciritleri karşılıyor, takır takır sesler çı­kıyordu. Tarla toz duman içindeydi. İnadına bir yarış, inadı­na cirit, inadına bir oyundu. Gâzi ise inadına Lalaş'a ciritleri yerleştiriyor, ardından kahkahalarla gülüyordu. Tam anla­mıyla Lalaş'ı deliye çevirmişti. Uncu'nun kendisine vurduğu ciritlere aldırmıyordu bile. Onun işi Lalaş ileydi. Abbas Dede ise izlediği yerde deliye dönüyordu. Lalaş'a ver ediyordu kü­fürü.
“Ulan şu Gâzi'ye söylen dursun" öldürecek eşşek oğlu, eşşe­ği!” diyordu. Lalaş çılgına dönmüştü, perişandı. Cirit alanın­dan çekilmeye utanıyordu. Gazi'ye bir türlü gücü yetmiyordu. Kim Gâzi 'ye bir cirit vursa oh diyor "Amanın o Yezide vu­run!" diye bas bas bağırıyordu. Gâzi'nin hakarete, küfüre al­dırdığı yoktu. O istediğini başarmış, Lalaş'ı deliye çevirmiş­ti. Tam adamını bulmuştu.
Cemâl Koçak'ın attığı cirit Kangallı'nın atına değmişti. O güzelim at birden bire oyundan ür­ker, korkar olmuştu. Seyirci­ler Kangallı'ya ağız dolusu küfür ettiler:
“Vay hayvan vay, ata cirit vurdurdu. Daha o at koşar mı?” dediler.
Gençler sordu:
“At korkar mı?”
“Atı kollayacaksın. Atı canından çok koru­yacaksın” diye söze başladı Abbas Dede. Çöğen elinde ne güne duruyor? Kangallı yarış alanından çekilmeye utanıyor, atını yeni­den ortaya sürüyordu. Bu kez Uncu çıktı. Kangallı'ya ciriti vurduğu gibi attan düşürdü. Seyirciler zaten Kangallı'ya atını ko­rumadığı için kızgındı. Tümü alkışladı. Yalnız yaşlılar en­dişe ettiler:
“Aman bir şey olmasın!”
Yok bir şey olmamıştı. Ayrıca sarhoş olduğu anlaşıldı. Ye­niden ata binmek istiyordu. Atın ardından koştu. Kuyruğundan tuttu. İzleyiciler bu kez at tekme vuracak diye korktu­lar. Ama yok, at olduğu yerde durdu. Zavallı ata yılgınlık çökmüştü. Cemâl Koçak ciriti kasıtlı biçimde ata vurmamıştı. Yoksa oyundan atılırdı.
Oyun 3-4 saattir sürüyordu. Bir dizi yaralanma kaza ol­muştu. Ama kavga çıkmamıştı. Artık atlar iyiden iyiye yo­rulmuştu. İzleyiciler oyunun bitmesi gerektiğini söyledi­ler. Oyuncular dostça ortada toplandı. Ayrılıyorlardı. Mamaşlı­lar Kalbulveranlı Gâzi 'den Lalaş'ın boşboğazlığı için özür di­liyor­lardı. Ama Gâzi  gülüp duruyordu. Umrunda bile değildi kendisine "Yezit" denmesi. Günün yiğidi Unsavuran'dı. Kan­gallıyı atından yuvar­lamıştı.

12. Kız Yükü, Tuz Yükü
Önde salıkçı, ardında düğüncüler kız evinin yolunu tutmuş­lardı. Bu arada haberler de gelmişlerdi. Kız evinin önün çok sıkı biçimde tutulmuştu. Kimseyi içeri sokmayacaklardı. Bü­yük ödül istiyorlardı. Düğün kahyaları hazır olmalıydı. Ger­çekten davul zurna eşliğinde dü-ğüncüler köprünün hemen ba­şındaki kız evinin önlerinde gözüktü. Ama her yan tutul­muştu. Kağnılarla yollar kesilmişti. Tırpandan dirgene kadar her türlü araç ellerdeydi. Gençlerin gözü dönmüştü. Düğüne değil de savaş alanına çıkar gibi hazırlanmışlardı. Ölürler de kim­seyi kız evine bırakmazlardı.
Bilmem kaç köyden gelmiş düğüncüler atın sırtında geçişi bekliyorlardı. Yengeler en renkli giysiler içinde en yaman at­lara binmişlerdi. Sabah serinliği bitmiş, sıcak çökmeye baş­lamıştı. Güneş en parlak ışıklarını düğüncülerin gözlerine yö­neltir gibiydi. Davul zurna vuruyor, halk bekliyordu. Ne ola­caktı? Eğlenceli bekleyiş giderek sıkıcı olmaya başlamıştı. Kalın giysiler içinde düğüncüler ter­liyordu. Yengelerin alınlar­ında ter tomurcukları toplanıyordu. Yanaklar kızarmaya baş­lamıştı. Salıkçı en gizli yollardan düğün evine adım at­mak istiyor, bir türlü başaramıyordu. Her defa­sında yakalanıyor, itilip kakılıyor, şaka ile ger­çek arası bir iki yumruk yiyordu. Geçmek ola­naksızdı. Aracılar bir türlü razı edemiyordu. Ka­bul edilmeyecek ölçüde yüksek bahşiş istiyorlardı. Ne olduy­sa o karışıklık anında oldu, düğüncü tarafından Ali Cüre kız evine sızmayı başardı. Kız evinin eşiğinden içeri at­lamış, oyunu kazanmıştı. Gençler çılgına dönmüşlerdi. Bunca bekle­yiş, bunca direniş boşa gitmişti. Onca bahşişe razı olmazlar­ken, tümden oyunu kaybetmişlerdi. Şu Ali Cüre'ye etmedikle­rini bırakmıyorlardı. Büyükler araya girdi, her şeye karşın biraz bahşiş verildi. Gençler razı edildi.
Gelinin geleceği akşam başı bağlanır. Baş bağlamada yal­nız kadınlar bulunur. Törelere göre kızın yakınlarının  hedi­yeleri bu törende verilir. Kızın bacısına baldız yüzüğü, karde­şine kardeş yolu verilecektir. Gelinin gelinlik giysi­leri giydi­rilecektir. İki kadın gelini getirir. Güzel türkü söyleyenler burda türkü söylerler. Kadınlar ve gelinin yakınları ağlaşa­caktır. Başbağlama türküleri okuyorlardı:

Kız anam, kız bacım,
Kınan kutlu olsun
Atladı atladı gitti eşiği
Sofrada kaldı kaşığı
Bindirirler atın iyisine,
Çekerler yolun kıyısına
Çağırın şu kıyın vezir dayısına
Kız anam, kız bacım,
Kınan kutlu olsun

Sabah erken gelini ata bindirirler. Orda da düğüncüler türkü çağırır. Yine kız evi ve kızın yakınları ağlayacaktır. Bu arada halkı güldürmek için kimileri:
“Aldık kızınızı, it yalasın yüzünüzü!”
“Verdik karayı kurayı, aldık gözleri karayı!”
Türünde sözler söylerler karşıdakileri çileden çıkarırlardı. Ama düğüncülerin çilesi henüz bitmemiştir. Kız gi­derken yoluna ip tutu­lacaktır. Yolları kesilecektir. Bunları düğün kAhyaları razı eder. Gerekli bahşişleri o dağıtır. Gelin atın üzerindedir. Böylece  gelin  kendi evine gelir. Bu kez de gelin attan inmez. Ona da bahşiş gerekir. Kayınata ile kayı­nana bahşiş vereceklerdir. Yılkıdan at, sığırdan öküz bağışlaya­caklardır. Ya da bir altın takacaklardır. Böylece uzun yolcu­luk yeni bir yaşam yolcu­luğunun başlangıçı olarak biter. Dü­ğüncülere yemek hazırlanmıştır bile. Onlara yemekler veri­lir. Yine basık yer sofralara ortalara serilir. Erkekler ayrı, kadınlar ayrı yerlerde yemeğe başlarlar. Çocukları ise unut­mamak gerek. Onlara da bir küçük sofra kurulur.

13. Her Gencin Beyliği Bir Gün
Gelinin oğlan evine geleceği gün bey yaşıtlarıyla birlikte bir odada eğlenmektedir. Bu oda tam bir şenlik yeridir. 13 Ya­şını aşmış delikanlılığa yeni bulaşmış tüm gençler gelmişler­dir. Burda yarışmalar yapılır. Atışmalar yapılır. tüm gör­kemi ile eğlenti sü­rer. Yöre ağzında bu olaya "Bey Donatma" adı verilir.
Kız oğlan evine gelmeden bayraktar,  Beyi bir komşunun evine ya da kendi evine bir odaya götürür. O, düğünde güveyi­ye yardımcı olacak kişidir. Bunu güveyi en güvendiği arka­daşları arasından seçer. Oda özel olarak donatılmıştır. Du­varlar  el işlemesi örtülerle kaplıdır. Taban halı, kilimlerle örtülüdür. Duvar diplerinde ya minder ya döşekler atılmıştır. Gençler pek alışmadıkları böylesine rahat oda içinde eğlene­ceklerdir.
Zaman şöyle kuşluk vakti diye tanımlanan sabah ile öğle arasıdır. Bey ile bayraktar bey donatma odasında yerlerini alırlar. Köyün tüm gençleri nerde bey donatılacağını bilirler. Sırasıyle ikişer üçer gelirler. Tüm gelenler bir bir beyi öpüp "hayırlı olsun" diyerek mutluluk dileklerini bildirirler. An­cak bey donatmaya eli boş gelinmez. Karınca kararınca, kimin neye gücü yeterse, kimi meyve, kimi içki getirir. Tüm gelen meyveler bir tepsi üzerinde toplanır. Gençler aralarından bir bahçevan seçerler. Bahcivan gelen meyveleri tepsi üzerinde har­man eder. İçkileri toplar. Bardakları dizer. Tüm dağıtımı bahcivan yapacaktır. İzinsiz bahçeden bir-şeyler alanlara engel olacaktır. Bahçeye göz kulak olacaktır. Elindeki çubuğu ile izinsiz uzananlara vuracaktır. Tüm bunlar eğlentinin ku­rallarıdır.
Gerçek oyun ise atışmadır. Burada bey genç­lerce iyiden iyiye sözle yıpratılır. Gençlerden biri beyin savunuculuğunu üzerine alır. Tartışmada onun yanında yer alacaktır. Uzun bir söyleşi, gerilimli bir eğlencedir bu atışma. Bellekler zorlanır, hayal gücü işletilir. Tüm bu söyleşi sırasında içkiler içilir, meyveler yenir. Bayraktarın burada da önemli bir görevi var­dır. Beyin aşırı içki içmesine engel olur. Beyin tüm davranış­larından sorumludur o. Bu sırada gelin oğlan evine gelmiştir bile. Ama bu gençleri ilgi­lendirmez. Onların eğlentisi sürecek­tir. İkindiye dek, ya da biraz daha sonra eğlence bitecektir. Zamanın geldiğini anlayan gençler birer birer beyi öpüp ayrı­lırlar. Bayraktar yine beyin yanındadır.
Bayraktarın görevi gerdek odasının kapısına dek sürer. Önce beyin başını ve yüzünü yıkatır. Böylece beyin günün geri­limli eğlencesindeki yorgunluğu atılmış olur. Sonra arka so­kaklardan beyi gerdek odasına götürür. Töreye göre gerdeğe girecek beyin açıktan git­mesi ayıptır. Bir yaşam sürecek koşu­nun başlangıç törenleri böylece biter. Ama bir daki­ka: Ertesi gün kadınların çarşafa bakmaları ve para atmaları vardır. Anadolu'nun birçok ye­rinde olan bu törene bu satırlarla doku­nup geç­sek yetişir sanırız.
Ne ki, böylesi törenler, büyük eğlentiler mutluluk getirir mi? Kimi eleştirel dizelere ba­karsak getirmez. Sözgelimi, Revânî bakın komşu gelini konusunda neler yazıyor:
Başlığına beş seksen lira yatırdık
Üç yüz atlı ile gelin getirdik
Elimizle ocağımızı batırdık
Bizim Mehmet Ağanın deli gelini.

14. Taş Dönmez
1922 yılı. Ozan Revânî suvari astsubay. Kurtuluş savaşı kazanılmış. Askerde kalırsa yüzbaşı rütbesi alacaktır. Bu aşamada kendi köyünden asker arkadaşı Kamber şöyle der:
“Veli, ne işimiz var, bizim buralarda? Herkes şimdi köyde bulgur çekip türkü söylüyordur.”
Evet. Kamber haklıdır. Şimdi köyde genç kızlar genç oğ­lanlar bulgur öğütüyorlardır, türkü söylüyorlardır. Taş dönmez türkülerinin tadı Revânî'yi İzmir'den Mamaş dağlarına çe­ke­cektir.
Güz ortalarına doğru harmanlar kalkmış, ürünler derlen­miş, kışa hazırlık son evrelerine gelmiştir. Şimdi sıra derle­nen ürünün işlenmesindedir. Kış için aşlık yapılacaktır. Çok kez ev dışındaki harmanlara ocaklar kuru­lur. Kocaman kara kazanlar eşilen tandırlara yerleştirilir. Tandırlar çoğunluk tezeklerle ısınır. Odun bulunmaz bu topraklarda. Bulgur kay­natılacaktır. Daha doğrusu bulgurluk buğday kaynatılıp he­dik yapılacaktır. Suyun buharı yavaş yavaş yükselir. Gide­rek su tüm­den şişen hediğin içinde tükenir. Kazanın yarı ye­rine ulaşmayan buğday şiştikçe şişer. Kara kazana sığmaz olur. Üzerine doğru toplanır. Şimdi buğday demlenmektedir. Bu sırada hedik güzel olur. Yemesi hoştur. Gelip geçenlere he­dik ikram edilir. Bir süre sonra burda kaynatılmış bulgur koca palazlar üzerine yayılır. Kurutma evresi gelmiştir. Güneşin durumuna göre iki üç günde kurur. Nedir, bitmemiştir köylü kadının işi.
Kaynayan bulgur soku taşlarında dövülür. Bu da başka bir evresi işin. Beş altı kişi ellerin­de koca tokmaklarla soku kı­yısında dizilirler. Sırasının üstüne tokmaklar ardı ardına inip inip kalkarlar. Hele kimileri vardır, bunlar tokmak us­talarıdır. İyi soku dövücüleri izlemek ayrı bir zevktir. Tok­maklar, kimi kez karşılıklı iner kalkar, kimi kez sıra üzeri­ne. Bu iş sırasında türkü söylendiği de olur. Bir yandan çalışır bir yandan türkü söylerler. O koca tokmakların ağırlığı, o son derece dikkali yapılması gereken işin sorumluluğu unutulmuş gibidir. Hani yaşam bu türkü ile renklenmiştir. Yaşlılar seyre durmuşlardır. Kimileri kendi gençliklerini anla­tacaklar, o zamanlar yaptıkları işlerle övünecek­lerdir. Köy içinde gelip geçen gençlerin bir iki tokmak vurması istenecektir.
Ancak bu iş kalabalık topluluklarca yapıldığında zevk verir. İşi oyun, oyunu iş ola­rak ele aldığında kolay olur. Yoksa her zaman aynı zevki vermez. İşte bu işe kimi tembel genç­lerin bir çözüm bulduklarını da anımsarım. Hele bir Ofa vardı. İri yarı esmer delikanlıydı. Ama çalışmaya yüzü yoktu. Bu ağır işi yapmıyayım, diye koluna bir bez sarmıştı. Kolunun incin­miş olduğunu söyleyerek işten sıyrılıyordu. Ama bu kurnazlığı da uzun sürmedi. Bir köyde ne duyulmazdı ki? O küçük sahte­kârlık da yayıldı. Bu kez omuzuna daha ağır çalışma sorum­luluğu yüklendi.
Sokuda dövüldükten sonra bulgur kepeğinden ayrılır. Yine kurutulur. Bundan sonraki evre ise bulgurun övütülmesidir. Küçük el değirmenleri kurulur. Komşular bir evde toplanır. Hem türkü söylenir hem bu kü­çük el değirmenleri döndürülür. İşte bu evrede "Taş Dönmez" türküsü söylenir:

Taş dönmüyor, dönmüyor.
Ağam attan inmiyor.
Ağamın kirli karısı,
Taş dönmezi vermiyor.

Sinilim sinilim varıyor,
Ay kız, sini varıyor
Sinide neler geliyor?
Ağamın kirli karısı
Taş dönmezi vermiyor.

Giden oğlan beri bak
Aldın aklımı bırak
Aferim yar, aferim,
Beni eyledin çırak

Aktır yeleğin oğlan,
Nedir dileğin oğlan?
Üstüne yar seversem,
Ağrır yüreğim oğlan.
      
Sevgive özlem iş türküleri arasına gizlen­miştir. Tüm ya­şamı saran duygular binlerce yıldır Anadolu uygarlıklarının kalıntısı iş türkü­leri. Üstüne yar sevenin yüreğinin ağrıyıp ağ­rımadığı bilinmez ama işin geçe yarılarına dek süreceği ke­sindir. Nedir, rahat iştir bu iş. Birlikte yapılan, anılar anla­tılan, çalışırken yaşanan bir iş. İşte bulgur çekme bu türküler, anılar arasında biter.

15. Koç Katma
Oğul anasına ne zaman doğum gününü sorsa, ananın yanıtı aynı olurdu:
“Oğul senin doğum günün kesin. Sen tam koç katımında doğ­dun.”
“Koç katımı ne zaman oluyor?”
“Güzün oğul. Koç katımı tam güzde olur.”
Yıllarca ana ile oğul arasında bu doğum günü konusu olmuş­tu. Oğul yıllar sonra "Fazilet" kitabının kıyısındaki nottan doğum günün öğrenebildi. 20 Ekimde doğmuştu. Buna göre Koç katımı denen gün de -her yıl değişik günde olmuyorsa- 20 Ekimde olması gerekirdi. Ne var ki sorun bununla da çözülmedi. Oğul, daha sonra Koç katımının 12 Kasım olduğunu köyün yaşlı bilgesi Cemal Dededen öğrendi. Yine ikircikte kaldı. Kitapta yazıldığı gibi 20 İlkteşrinde mi yoksa 12 Kasımda mı doğmuştu?
Hayvancılığa dayanan bir toplum yaşamında döllenme dönemi, kuşkusuz önemli bir zaman kesitiydi. Ve onun adı sık sık anılacaktı.
Koyunlara koç katımı belli bir törenle olur. Günlerce özlem içinde bekleyen bir hayvan tü­rünün iki cinsi birbirine böyle bir törenden sonra kavuşacaktır. Koç katımı zamanında olmazsa koyunlar zamansız kuzulayacak, köylünün başına sorun ola­caktır. Sözgelimi, kara kışta doğan kuzuların beslenmesi, bü­yütülmesi böyle bir sorundur. Tek tük olan bu erken kuzular için ağılda özel bir yer ayrılması gerekir. Öbür hayvanlardan korunur. Çok kez büyük sepetlerin altında gizlenir. Kuzuya özel ot asılır. doğadakine benzeyen bu otla kuzu çayırlara alı­şır.
Kadınlar, kızlar en güzel giysilerini giyinir. Bu tören için gün öncesinden çörekler, katmer­ler hazırlanmıştır. Çerez, kuru yemiş alınmıştır. Bunlar sinilere yerleştirilir. Koçlar süslenir. Beyaz yünleri üzerine türlü boyalarla kalın çizgiler çizilir. Koçlar önlere katılır. Kadın, kız ve çocuklardan oluşan toplu­luk koyun sürüsünün beklediği koyun yatağına doğru yola çı­kar. Kimi küçük çocukların kıvrım kıvrım boynuzlu koca koç­lara bindirildiği olur. Bu iş uğurlu sayılır. Koyunun erkek kuzu­laması için erkek çocuklar, dişi kuzulaması için kız çocuklar bindirilir. Tören de bir tür bayramdır. Orda da küsülüler barı­şır, dargınlar biribirini bağışlar. Toplum kaynaşır. Birlikte­lik bilinci toplumu kucaklar. Böyle bir hava içinde topluluk ço­banın yanına varır. Çobana:
“Hayırlı olsun, çoban ağa. Koçlar murad aldı”- derler.
Genç kızlar oyun tutarlar, türkü söylerler. Evde pişirilmiş çörekler, katmerler yenir. Çerezler dağıtılır. Başladığı gibi biter tö­ren. Tüm kış koyunların kuzulamasını bekleye­cektir köylü.

16.Kış Yarısı:
On iki Hayvanlı zamandizgesine göre Türklerin yeni yılı karşıladıkları bayram şubat ayındadır. 
“Ana ya ben ne zaman doğdum?”
Ana küçük oğluna da kesin doğum günün bildiriyordu:
“Seninki de belli oğul. Kış yarısında doğdun!..””
Şimdi iş kış yarısının gününü bulmaya kalıyordu. Yine yıl­lar sonra aynı kitabın kıyısında en küçük oğulun da doğum günü belli oluyordu: "5 Şubat". Buna göre kış yarısı 5 Şubat oluyordu. Kış doksan gün olarak hesap­lanıyordu. Kış yarısı eğlentileri, kışın kırk beşinci günü yapılıyordu. On yaşının üzerinde, yirmi beş yaşın altındaki gençler bu törenin oyuncu­larıydı.
Kar sokakları doldurmuştu ama güneşli bir gündü. Tören kara kış yüzünden ertelenmişti. Gençler ertelemek istememiş­lerdi, ama yaşlılar izin vermemişti. Belki bir daha bir araya gele­mezlerdi. Aralarından oyunbozan çıkardı. Ya da umduk­ları ilgiyi bulamayabilirlerdi. Aşırların ağılda toplanan gençler kış yarısı töreni için hazırlığa başlamışlardı. Eğlen­cenin belli tipleri vardı. Bu tiplere uygun kişiler seçilecekti.
Koca kim olacaktı? Eğlencenin ağırlığı ko­canın omuzunda­dır. Koca tüm kafilenin babası görevindedir. Koca olarak seçi­len erkek bu gö­revi yapacak yetenekte olmalıdır. Koca üze­rine geniş bir aba giyecektir. Bacağına geniş bir şalvar geçirir. Abanın içine ot doldurulur. Böylece kocaya bir irilik, bir korku­tuculuk, ilk bakışta göze gözükürlük verilmiş olur. Ama Koca­nın görüntü değişimi bitmemiştir. Yüzüne yünden sakal-bıyık yapılır. Başına deriden ko­caman bir külah geçirilir. Eline bir kamçı veri­lir. Bütün bu giysi içinde zor hareket edebilen koca, eğlentiye hazırlanmış olacaktır.
Kör Veli, koca olmayı istediyse de kimse ona bu işi uygun bulmadı. Koca iri yarı biri ol­malıydı. Yüzü asık olmalıydı. Buna uygun biri seçildi.
İşte Kör Veli'ye göre bir görev. Kör Veli gelinlerden biri olabilirdi. Gençler geleneksel gelinlik giysileri giydiler. Çok renkli parlak üç etekler, kutnu-kumaş renkli baş örtüleri köyde ne varsa bu gün için ortaya çıktı. Eğlenceyi ya­pacak ki­şilerin olanaklarına göre bir-iki üç ya da beş gelin seçilecekti. Ama gelinin fazla olması eğlenceyi düzenleyenlerin başına iş açabilirdi. Bu nedenle çok kez gelinin çok olmasından sakını­lırdı. Anadolu gelinin yüzünde ince örtü bulunacaktı. Gelinle­rin kaçırılmamasına dikkat edilecekti.
Bir kişi bu eğlentide Arap görevini üstlene­cekti. Eller ve yüzler is ya da kurum ile kap kara boyanacaktı. Yalnız gözler ve dişler parla­yacaktı. Başına şapka yerine, bakır elleğeni giyecekti.
Gençlerden biri ise tilki olacaktı. Tilkinin görünümünün de özgün olması gerekirdi. Bu görev için seçilen kişi, üzerine de­riden birşeyler geçirirdi. Arkasına bir kuyruk bağlardı.
Eğlencenin tek göstermelik hayvanı deveydi. Ama deve görünümü vermek zor bir işti. Bu nedenle her kış yarısı eğlen­cesinde deve yapılmazdı. Bir merdiven üzerine kilim örtülür. Kafa kesimine bir deri konur. Göz yerine bir cep aynası takı­lır. Deveyi taşıyacak üç, dört kişi seçilir. Bu yorucu işi onlar üstleneceklerdir.
Oyunun tipleri bunlardır. Ama koca tören kafilesinin bir dizi görevlisi daha vardır. Bunlar köyden derlenecek yardım­ları toplaya­cak kişilerdir. Kimi tavuk, kimi buğday, kimi yağ toplamakla görevlidir. Tören bu görevliler de belirlen­dikten sonra başlar.
Sırası ile köyün tüm evleri ziyaret edilecek­tir. Bir evden başlanır. Koca ortada, gelinler çevresinde arap bir yanda, tilki başka bir kıyıda. Davul vuruyor  zurna ötüyor. Ala karda boz dumanda kuş uçmaz kervan girmez Anadolu köyüne bir canlılık gelmiştir. Tilki o yana bu yana kaçıp oyun oynar. Ama gözü ge­linlerin üzerinde. Oyunun kurallarına göre her an gelinlerin kaçırılması söz konusu. Tilkinin onlara göz kulak olması gerek. Koca üç dört ya da daha çok kadınla evlenmiş bir kişiyi can­landırır. Yapma sakalı, pos bıyığı ile tüm eğlen­tinin yöneticisi durumundadır. Sırasıyla evlerden yardım top­lanır. Yağ, bulgur, un, ta­vuk, buğday.. kim ne verirse eyval­lah. Kimseye gücenip darılmak yok. Ama zaman zaman daha fazla bağış da istenir. "Geçen yıl bir tavuk dilek dilemiştin. Dileğin oldu. Hadi bizim hakkımızı ver" denir. Kış yarıcıla­ra dilek dilendiği de olur. Çoluk çocuk bir sürü insanın duası ile sorunların çözüleceğine inanılır. Hastaların iyileşeceği dü­şünülür. Bu nedenle bir yıldan öbür yıla çeşitli sözler verilir. Hani "oğlum askerden sağ gelsin gelecek yıla size bir tavuk vereceğim". "Hastam iyileşsin size bir koyun vereceğim" gibi dilekler dilenir. Kış yarıcılar dileğin yerine gelmesi için hep bir ağızdan "Allah, Allah" çekerler. Nedir dileğin yerine geldiği, ancak kişinin sözünden döndüğü olur. Bu durumlarda kış yarıcıların dirençli ol­maları gerekir. Verilen dileği eli sıkı ev sahibin­den koparacaklardır. Kış yarıcıların duaları öyle boşuna değildir. Ev sahibi kış yarıcıları razı edecektir. Kuzu söz vermişse en azından bir ta­vuk verecektir. Yoksa kış yarıcılar kapıda oynayıp dururlar. Bırakmazlar yakasını. Türküler söylerler. Ve de ev sahibi tüm bunlara karşın verme­yecek olursa kargış verdikleri de olur. Kendi duaları ile iyi­leşen hastanın ölme­sini dileyebilirler. Bu törenin düzenleyici­leri gençtir. Duygularına kapılmaları doğaldır. Genç demek atılganlık demektir, duygusallık demektir çoğu kez.
Böylece köyün tüm evleri dolaşılır. Sonra toplanan bulgur, un, buğday gibi yardımların bir bölümü satılır. Bunlarla kuru yemiş, şeker, lokum, incir, leblebi, elma alınır.  Bu tür yiye­cekler kış yarıcılara katılmış çocuklara verilir. Bir bölümü ise pişirilir. Bulgur pilavından, etli yemeğe dek yapıldığı olur. Hep birlikte yenir. Rakı şarap gibi içkiler içilir. Yemek­ten sonra yine hâlâylar çekilir. Oyunlar oynanır. Eğlenmek her yaştan, herkesin hakkı. Ama kış yarısı eğlentileri gençler için yılda bir kez yapılabilen bir eğlenti. Bu nedenle onun tadı bir başka olur.

17. Leylek Aşı
Karlar yeni erimiş, doğa uyanmaya başlamıştır. İlkyazın muştucusu leyleklerin gelmesi yakındır. Çocuklar için de bir eğlenti vardır. Bu leylek aşı pişirmedir. Bir bahçede çocuklar derlenirler. Küçük bir ateş üstüne ka­zan konmuştur. Su kayna­maya başlamıştır. Çocuklar bir ağızdan bağırırlar:
Leylek, leylek havada, yumurtası tavada
Leylek pilav pişirdi karnımızı şişirdi
Bu arada komşulardan bulgur, yağ, un, tuz, soğan, buğday, arpa, kuzu, tavuk toplarlar. Bulgur ve yağ ile pilav yapılır. Yetişkin biri ge­lip geri kalan toplanmış şeyleri satar. Annele­ri gelip pilavın yapılmasına yardım ederler. Ço-cuklar yiye­cekleri kapışarak yerler. Büyükler onları gülerek seyredip mutlu olurlar.

18. Yayla Yolları
İlkyazda davarlar yaylada kalırdı. Kadınlar sabah er­kenden tekneyi, tuluğu alır eşeğe biner yaylanın yolunu tutar­lardı. Sabahtan akşamaça yaylada kalarlardı. İki kez davar sağarlardı. Kimileyin kuzu çobanı da kuzuları getirirdi. Ku­zular uzaktan emiş akış ederlerdi. Davarlar melerdi. Avrat­lar her koyuna öz kuzunusu bul­maya çalışırlardı. Kimi koyun­lar başka kuzuyu emzirtmezdi. Başı ile kuzuya verirdi. Sütler tenekelere, tuluklara doldurulurdu. Kalan za­manlarında ka­dınlar eğlenceler düzenlerlerdi. Yün eğirir, örgü örerlerdi. Ço­cuklar kenger toplardı. İşin en zor yanı yayla dönüşüydü. Gü­neşin karşısında akşama kadar süren iş ve eğlence, akşam bir saati aşkın yaya yolculukla bütünleşince tümden ezici olu­yordu. Ama her güzelliğin bir fiatı vardı. Yaylaya gidenler de bu yorgunluğu göze alacaklardı.
      
19. Bir Dilek Dilemek
Tut da kara taştan tut! derlerdi. İnanmak en eski şifa idi.
Belli günlerde ziyaretler kutsanırdı. Özellikle yağmur yağmadığı yıllarda Fehlan'a gitmek gerekirdi. Mamaş Feh­lan'ı ziyaret ettiğinde yağmur yağardı. Bu dağ inancı ile ilgi­si olma­yan Sünni köyleri de inanırlarındı. Her ev koyun kuzu alırdı. Burgur, un, ekmek ve bulu­nursa meyve götürülürdü. Bu dağ köyünde en değerli yiyecek sebze meyve türü şeylerdi. Ye­tişmezdi çünkü. Dışardan gelen de pahalı olurdu. Ne var ne yoksa, heybelere, hurçlara doldurulurdu. Türkü söylenerek yola düşülürdü. Ziyaret yerine varıldığında, ev ev ocaklar kurulurdu. Kimileyin birkaç ev birlikte kazan kurardı. Kur­banlar kesilir, yemekler ka­zanlara konurdu. Bundan sonra iş rahatlardı. Artık iş eğlenceye kalırdı. Davullar, zurnalar, bağlamalar çalar, gençler oynarlardı. Yemekler pişinceye de­ğin eğlence sürerdi. Yemekler pişer pişmez çayırların üstüne çul, çuval serilirdi. İnce ekmekler yayılır, üzerine yağlı pilav yığılırdı. Komşular birbirini yemeğe çağırırlardı. Kurban ke­senler, kurbandan ülüş dağıtırlardı. Eğlenti akşama kadar sü­rerdi. Kimi büyükler dua ederlerdi. Semahlar dönülürdü. Ak­şam pılı pırtıyı toplar dönerlerdi.

20. Ekin Türküsü
İşi oyun ile yapmak çalışmaya zevk verir. Tüm toplum­larda olan bir durumdur bu. Topluca yapılan, birlikte yapılan işlerde oyunlar yarışlar işin akışını kolaylaştırır, rahatlatır. Ekin türküleri bu bakımdan ilginçtir. El ile ekin biçme zor ol­duğunca yorucu, ağır bir iştir. Bu işin  tat ve akıcılık kazanma­sı da türkülerle bi­çilmesiyle olur.
           
Arpalar biçilir hozan olursa,
Dökülür yaprağı gazel olursa,
Bir yiğidin yari güzel olursa,
Ufacık, tefecik naz ile gelir.

Omuzuna dökmüş bök örgüsü
Ana doğurmamış hak vergisi
Yeşil başlı beytullahın tanrısı
Ya ver muradımı, ya al canımı.

Değirmen başı çiçek
Orak getirin biçek
Ya ölüp kurtulak
Ya bu yardan vaz geçek.

Koyun sürülendi indi harmana
Nazlı yarim dam başında var m ola?
Kaldırsam yorganı girsem koynuna,
Acep bana "sefa geldin" der m ola?

Gülüm gonca gibi hakta bitersin
Deli gönül ne yanar da tütersin
Hiçbir zaman ben bu kahrı çekmezdim
Kömür gözlüm sen boynumu bükersin.

Görüldüğü gibi ekin türküleri kökende ma­nidir. Birbirinden bağımsız dörtlüklerdir. Çok kez aynı dizeler söylenir. Yer yer kimi dizelerde ekleme- çıkarma biçiminde değiştirmeler ya­pılır. Tümünün ortak özellikleri bu manilerin kolay söylenir olmalarıdır. İşin ağırlığının yanı sıra dörtlükler kolayca söy­lenecek sesler dağlarda yankılanacaktır. İşte bir örnek daha:

Biçemiyim şu Mamaş'ın ekinini
Seçemiyim kellesini kökünü
Başını yesin şu dünyanın geçimi
Güz gelsin de çekem gidem göçümü.

Göçümü konduram dağlar ardına
Dayanamam firkatına derdine
bir zaman çevrineyim yurduna
Ördeği gitmiş de göller perişan.

Aşağıdan gelir allı makina
Çekin kır atımı gitsin ekine
Sevdiğim güzeli verin terkime
Kır at yorulur da gönül yorulmaz.

Bir işlik diktirdim yeleği çiçek
Yarim bir sigara sar, elinden içek
Biz bu sevdadan nasıl vaz geçek

Aşağıdan acı poyraz acılar
Yukarıdan çam dalları gıcırdar
Küleği kolunda gelen berciler
Benim yarim içinizde var m ola?


21. Ölüm Ağıdı
Halkbilimci Sedat Veyis Örnek Türk halkı arasındaki ölüm ile ilgili geleneklere pek az el atıldığını söyler. Bunu ölümün ürkütücülüğüne bağlar. Oysa ölüm, yaşamın sonu da olsa bir toplum yaşamının bir bölümüdür.
Yağmur yağar yerleri kurutur mu ola?
Emanet eylesem kara toprağa,
Kara toprak seni çürütür mü ola?

Sinek düşer, yaralarım kurt olur...
Kara toprak, sarar yüreğime dert olur...

Güneşe söyleyin erken doğmasın!
Bugün yolcum var benzi solmasın.
Allah bu ayrılığı kimselere vermesin!

Selviye benzettim dallar içinde.
Kumruya benzettim güller içinde.
Acep bizim gibi var mı ola, kullar içinde?

Kapısında kurbanları yüzülür,
Odasında meclisleri dizilir,
Babam, sen gidersen düzenlerin bozulur.

Güver bostanım güver!
Öksüzlük boynum eger,
Öksüzlüğü aramam,
Her gelen beni döver.

Güvereni ekin sandım.
Ekin değil soğan imiş
Dediler kardeşin düğün tutmuş
Düğün değil figân imiş.

Kırık dökük dizeler, uyumsuz dörtlüklerden oluşan ağıt­larda duygular, özlemler yansıtılır. Doğanın karşı gelinmez bu gücü karşısında in­sanın acıları dile getirilir. Çok kez ölüye o anda özel ağıtlar yakılır. Böylesi özel ağıtlarda ayrıntıla­ra büyük yer ayrılır. Ölünün konumu anlatılır. Sırasıyla ya­kınları sayılır. Yaşamda yaptıklarından, yapamadıkların­dan söz edilir. Üstü kapalı düşmanlarına değinilir. Onların ölmüş kimseye yaşarken çok çektirdikleri söy­lenir.

      
22. Bir Müthiş Türk
1992 yazında gazetelerde "Müthiş Türk" adı ile bir Türk iş adamının sözü geçmeye başladı. Bu müthiş Türk şimdiye değin kimsenin adını sanını duymadığı bir kişiydi. Adı Ali Rıza Bozkurt'tu. İş adamıydı. Kazakistan'da 12 mi­lyar dolarlık iş almıştı. Bunu  Kırgızistan ve Türkmenistan'daki işler izledi. Gazeteler özel görüşme yapmaya başladılar. Bu görüşmeler-den ve haberlerden yavaş yavaş yaşamı aydınlanmaya baş­ladı. En uzun görüşmeyi Kazakistan'daki Cumhuriyet muha­biri yapmıştı. Çok güzel otantik bağlama çalıyordu. Bağlama çalmasını amcası ozan Revânî'den öğrenmişti. Yine amcasının kızı Perihan Bozkurt ile evliydi. 1942 yılında Sivas'ın Kan­gal ilçesine bağlı Mamaş köyünde doğmuştu. Köyü "Ağam da ben Mamaşlıyım, paşam da ben Mamaşlıyım" türküsü ile ün­lüy­­dü.
Şimdi Müthiş Türk de öykümüzün kişileri arasında girebi­lirdi. Bizim açımızdan da kimliği belirgindi. Ozan bir aile­den geliyordu. Eşi Perihan Bozkurt Suzânî'nin kızıydı. Suzâ­nî, ölümünden kısa bir süre önce yazdığı deyişinde deyişinde "Tahammül eyler mi, gül yüzlü Peri'm?" diye ondan söz edi­yordu.
Ali Efendi ocağının yok, yok; Şah İbrahim Veli ocağından tek büyük işadamı. Çalışmak ve başarmak için yaratılmış gi­bidir. İlkokuldan başlayarak birinciliklerle dolu bir öğrenim yaşamı vardır. Baba, jandarma Assubayı Abbas Bozkurt, ilk çocuğuna babası büyük Ali Efendi'nin adını vermiştir. Böylece ailede iki Ali Rıza Bozkurt vardır. Biri Revânî'nin oğlu, öbürü ise Abbas Bozkurt'un oğludur.
Müthiş Türk, çocukluk yıllarında her yaz Mamaş'a gelir­di. Amcası Revânî'nin dizinin dibinden ayrılmazdı. Bağlama öğrenmeye o günlerde başlamıştı. Kendisinin de söylediği gibi, çok güzel tırpan biçerdi. Yaptığı her işi sağlam yapardı, iyi yapardı. Bütün köyü hayran bırakırdı. Köyden düzenli eğitim zincirinde ye­rini alan iki kişiden biriydi. Yaşıtı yine bir as­su­bay çocuğu Ziya Sönmez'le birlikte liseyi bi­tiren ilk kişi de o olacaktı. Sonsuz bir koşuya yarış atı gibi hazırlanmıştı. Onun başarılı olacağına çevrede tanıyanlar kesin gözüyle bakıyor­lardı. Giderek yaptıklarıyla ünü artıyordu. 1989 yılında Ku­veyt'te dünyanın en büyük işini almıştı. Ardından Kuveyt'in işgali ile bu iş çöktü. Ama Ali Rıza Bozkurt yine ayakta kal­mayı başardı. Şimdi gazetelerde Türkistan'da gözüküyordu.
Ali Rıza Bozkurt'un öyküsünü kitabı baskıya vereceğim günlerde ekledim. İlerde zaman bulursam tüm bu Türkmen ailesinin soykütüğünü yazacağım. Öykümüzün kişileri orda daha belirginleşecek. Rejisör Tanyeli Bozkurt -Ali Rıza Boz­kurt'un büyük kızıdır- yazar, Fuat Bozkurt ve yeni kuşaklar anla­tılacak. Müthiş Türk, Ali Rıza Bozkurt'un deyişleri ekle­necek. Öykümüzü -şimdilik- diyerek, bir anı ile burda nokta­layacağız:

70'li yılların başları. Ali Rıza Bozkurt ailesi ile Ankara Kavaklıdere'de oturuyor. Ama Mamaşlılar ve akrabaları Tuzluçayır'da gece­kondularda yaşıyorlar. Günlerden bir gün Bozkurt ailesi Tuzluçayır'daki köylülerini ziya­rete geliyor. Eş-dost, yakınlar Tanyeli'yi el üstünde tutuyorlar. Yaşıtı, Mamaşlı Reyhan Yağcı, Tanyeli ile gecekondular arasında gez­meye çıkıyor. Bu gezme sırasında Tanyeli ar­kadaşına çok gizli bir sırrını anlatıyor: Tuzluçayır'ı çok sevdiğini söylüyor. Babası çok para kazandığında kendilerinin de bir gece­kondu satın alacaklarını bildiriyor! Aradan yıllar geçti ve Ali Rıza Bozkurt çok zengin oldu. Ama, hâlâ Tuzluçayır'da Tanyeli'nin düşlerini süsleyen o gecekondu alınmadı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder