Osmanlı kaynaklarında adı Zimyan olarak geçen ama hiç kimsenin duyup işitmediği Mamaş köyünün adı 1930'lu yıllarda Şair Suzani'nin uzakgörüşlülüğü ile türkçeleştirilerek Soğukpınar olmuştur.
Mamaş'ta 1950 yılların sonlarında binden çok insan yaşıyordu. Köyden kente göç yeni başlamıştı. Ama buna göç de denemezdi. Belli sürelerle köyden kente giden gençler çalışıp gelirlerdi. Kentlerde sürekli iş tutanların da bir ayakları köyde olurdu. Özellikle yazla köy dolup taşardı. 1970'lere değin köyde gelenekler yaşıyordu. İnsanlar köklerinden kopmamıştı. Kimse geçmişinden utanmıyıyor, ondan kaçmıyordu. Şimdilerde on- onbeş kişinin yaşadığı köyün yaşantısında kimi örnekler kaldı günümüze. İşte onları
Mamaş'ta 1950 yılların sonlarında binden çok insan yaşıyordu. Köyden kente göç yeni başlamıştı. Ama buna göç de denemezdi. Belli sürelerle köyden kente giden gençler çalışıp gelirlerdi. Kentlerde sürekli iş tutanların da bir ayakları köyde olurdu. Özellikle yazla köy dolup taşardı. 1970'lere değin köyde gelenekler yaşıyordu. İnsanlar köklerinden kopmamıştı. Kimse geçmişinden utanmıyıyor, ondan kaçmıyordu. Şimdilerde on- onbeş kişinin yaşadığı köyün yaşantısında kimi örnekler kaldı günümüze. İşte onları
1. Ah Şu Babayiğit Köyde
Olaydı...
Üç
çift öküzün ardında çift süren gençlerin kulakları köyde vurulan davulun
sesindeydi. İkindiyi iple çekiyorlardı. Aralıklarla türkü söylüyorlar, sözü
köydeki düğüne getiriyorlardı. Çifte bir soluk ara verdiler. İçlerinden Kör
Veli durdu. Pala bıyıklarını sıvazladı. Cebinden yuvarlak cep aynasını çıkardı.
Aynada genç yüzüne, bıyıklarına hayran hayran baktı. Suda görüntüsene hayran
olan bir kuğu gibiydi. Yeniden bıyıklarını sıvazladı. Coşmuştu. Yanındakilerin
de duyacağı bir sesle:
“Ah,
şu delikanlı şimdi köyde olaydı!” dedi.
Tümü
aynı özlem içindeydi. Ama kimse duygusunu
böylesine açıklama yürekliğini gösteremiyordu. Ne olmuşsa olmuş tek
gözünü çok sık yumduğu için, "Kör Veli" dedikleri Veli bu sözcükleri
ağzından kaçırmıştı.
İkindide
çift sürme işi bitmiş, köyün bütün çiftçileri düğün evinde toplanmıştı.
Kimsenin yorgunluğa, ezginliğe aldırdığı yoktu. Veli düğüne ilk damlayan
olmuştu. Evde yemek bile yememişti. Biraz sonra arkadaşları da geldiler.
Sürekli bıyık altı gülücüklerini gizliyorlar, Veli'ye bakıp bakıp gülüyorlardı.
Düğün
gerçekten kaçırılacak düğünlerden değildi. Kaza Düğünü denen büyük düğündü. Bu
düğünde ilçenin bütün köylerine çağrılar yollanırdı. Hemen her köyden katılım
olurdu. Oyunlar yarışlar, şakalar birbirini kovalardı. Yaşanması gereken bir
düğündü. Köyün sonradan yetme ağalarından Kara Yusuf, böylesine pahalı bir
düğünü göze almıştı. Alevi ve Sünni köylerin tümünden konuklar karşılanıyor, evlere
dağıtılıyordu. Düğüncüler yeni giysilerinin içinde bir garip duruyorlardı.
Giysiye uyum sağlayamamış bir durumları vardı.
Evden
bir işgücünün gitmesi, yavrunun önündeki yaşamda mutlu olup olmayacağı düşüncesi,
kurulacak hısımlık ilişkisinin getirecekleri. Ama her şeye karşın "kız
yükü tuz yüküdür" Kavgasıyla döğşüyle bir düğün yapılmaktadı. Kavgasız düğün
olmaz. Bu da bir gelenektir. Karşılıklı hediyeler az buluncaktır. Töreler
sındırılmış sayılacaktır. Tartışmalar sürecektir.
Oğlan
babası Kara Yusuf düğünün tüm yükünü omuzlamıştı. Düğünün sorumluluğunu
taşıyacak kişileri de seçmişti. Düğünün en önemli kişileri düğün kahyası ve
bayraktar belirlenmişti. Geleneğe göre bayraktar güveyinin en yakın arkadaşları
arasından seçilmişti.
Sırasıyle
önce bayraktar düğün evine getirilmişti. Sonra düğün kAhyaları ve avratları
çağrılmıştı. Etkin komşular "sen oğlan babasısın" "sen düğün kahyasısın"
diye onurlandırılmıştı. Bayraktar düğün kahyalarının törelerini dağıtmıştı.
Bayrağı getirmişti. Bayrağı saygın bir kişinin önüne koymuş, bahşişini almıştı.
2. Hançer Bağrı
Delikanlıların
oturduğu odada eğlenti başlayacaktı. Bıyık altından gülüşler iyice dikkatleri
çekiyordu. Gençler oyunu başlatmanın gerilimi içindeydiler. Ne oynayalım diye
birbirine sordular ki çiftçilerden biri bağırdı:
“Hançer
Bağrı. Bizim Veli o oyunu iyi oynar!”
Gençler
kendi aralarında fiskos etmeye başladı:
“Ulan
bu Kör Veli biraz delidir. Bıçağı baldıra saplar.”
Hançer
Bağrını Kör Veli'nin oynamasına karar verildi. Yeniyetmelerden Celâl şapkasının
üzerine bir keten örttü. Kız rolü oynayacaktı. Kör Veli onu ortaya çekmek
isteyen hareketler yapmaya başladı. Elinde iki bıçak vardı. Birini baldırının
arka yanına, ikincisini önüne ustalıkla itiyordu. Seyirciler hayret içinde
izlerliyordu. Bıçaklar baldıra ha girdi, ha girecekti.
"Hop"
diye ortaya başka bir genç düştü. Aynı bıçak oyunları ile oyuna katıldı.
Üçüncü, dördüncü erkek oyuncu da oyuna girdi. Bu oyuncular saçlarını
düzeltiyor, bıyıklarını kıvırıyorlardı. Kız rolündeki Celâl yavaş yavaş
yumuşamaya başladı. Sözde öbür oyunculara ilgi göstermiyordu. Yalnız Kör
Veli'ye yüz veriyordu. Kalkıp Kör Veli'nin koluna girdi. Oyun alkışlarla bitti.
3. Atışma
İçeriye
bir haber geldi. Genç kızlar da oyuna katılmak istiyormuş da yabancı var diye
gelmiyorlarmış. Bu delikanlıların aradıkları bir fırsattı. "Aman
aralarında yabancı ne gezerdi? Tümü aynı köyün insanlarıydı. Buyursun gelsinlerdi.
Ne güzel oynarlardı."
Çok
renkli giysileri içinde kızlar biraz utana sıkıla birbirini öne ite ite içeri
girdiler. Kör Veli öne atıldı.
“Bir
halay tutalım.”
Bağlamalar
coştu. Bir sıra kızlardan, bir sıra erkeklerden oluştu. Karşılıklı dizildiler.
Erkekler türküye başladılar. Sürekli hovarda olduklarını belirten türküler
söylüyorlardı. Kızlar da onlardan geri kalmadıkları vurguluyordu. Türkülere
davul zurna eşlik ediyordu. Haylar karşılıkla atışmalarla sürüyordu.
Bir
ara Kör Veli oyundan çıktı. Dışarı gitti. Ama arkadaşlarının gözü Veli'nin
üzerindeydi. Yeniden içeri girdi. Bir eli arkasındaydı. Kızların arkasından
dolaşıp oyuna katılmak istedi. Yerine gelip oyuna katıldı. Arkadaşları karşı
sıradaki bir kıza bağırdılar:
“Zeynep,
ardına bak bakalım bir şey var mı?”
Zeynep'in
arkasına kuyruk bağlanmıştı. Zeynep:
“Kim
bağladı bu çaputu?” diye çıkıştı.
4. Altın Yüzük
Veli
halayı rezil etmişti. Oyun durdu. Kızlar küsüp odadan çıkmak istiyorlar,
oğlanlar engel oluyorlardı. Tam bu sırada içeriye Yusuf girdi. Yusuf'un elinde
iki tabak vardı.
“Şu
iki tabak bakın! Birinde altın yüzük var, öbürü boş. Bu alın yüzüğü okuyup
üfürüp boş tabağa getireceğim. Kim kendine güveniyorsa gelsin, benim sihirimi
bozsun. Bu altın taban olan tepsiyi tutsun” dedi.
Yeniyetmelerden
biri kalktı:
“Tamam
ben kendime güveniyorum. Altın yüzük bulunan tabağı ben tutacağım.”
Kalkıp
o tabağı eline aldı. Yusuf: söze girdi:
“Beni
iyice izle, gözünü gözümden ayırma. Ben ne yaparsam sen de onu yapacaksın-.”
Yeniyetme,
bir yandan Yusuf'u izliyor, bir yandan da yüzüğü gözden kaçırmamaya özen gösteriyordu.
Bu sırada Yusuf parmağını tabağın altında gezdirip yüzüne gözüne sürüyor,
ağzını oynatıyordu. Yüzü ile çeşitli hareketler yapıyordu. Sihir yapıyormuş
gibi karşıdakini oyalıyordu. Oysa yeniyetmenin tabağının altına siyah is
sürülmüştü. Bu haraketleri sırasında sürekli yüzünü gözünü karartmıştı. Yusuf
cebinden bir ayna çıkarıp acemi oyuncuya verdi:
“Şu
yüzüne gözüne bir bak.”
Seyirciler
gösteriyi gülerek alkışladı. Ortam yumuşamıştı. Kızlar gitmekten vazgeçmişti.
5. Yüzük Saklama
Bu
kez de kızlar bir oyun yapacaklardı. Altı kişilik ortaya çıktı. Oyunun
ebeliğini Zeynep üstlenmişti. Ebenin elinde ağzı ters kapatılmış altı fincan
vardı.
“Hadi
bakalım, altın oğlan çıksın da bulsun bakalım yüzüğü”
Ebe
işlevindeki Zeynep, elindeki altı fincanın ağzını açıp kapadı. Elindeki yüzüğü
bunlardan birinin içine gizledi. Altı kişilik oğlan grubu bu saklama işini
ilgi ile izliyordu. Kızlar geri çekildi. Oğlanlar kendi arasında bir durum
değerlendirmesi yaptı. İçlerinden biri, altın yüzüğün gizlendiği fincanı bir
kaldırışta bulmak üzere masaya gitti.
Oğlanlar
yüzüğü bulamamıştı. Kızlar bir ceza verdiler. Oğlanlar ipe asılı bir pancarı
yiyecekti. O altı kişi sıçrayarak pancarı yakalamaya çalışıyordu. İçlerinden
biri yakaladı. Pancarı ağzında tuttu. Öbür beş kişi pancarı kemirip bitirdi.
6. Ez Narinim
Gençler
yeniden hâlây çekmek istediler. Yörenin özgün oyunlarından "Ez
Narinim" oynayacaklardı. El ele tutuşarak oynana girdiler. Sıra ile
dizildiler. Kızlı oğlanlı bir oyuncu topluluğu oluşmuştu. Ama halka biçiminde
değillerdi. Oyun türküsü söylenirken yavaş yavaş ilerleniyordu. Oyunun ağırlaması
bir dizi türkü ile oynanıyordu. Yeldirme bölümünde ise şu türkü söylenmeye
başlandı:
Leylanı gülüm yar da
Pınarları tekneli
Dibine gül ekmeli
Bir kötünün kahrını
Öleneçe çekmeli
Leylanı gülüm yar da
Git gelirim işim var
Gergefte bir eşim var
Yirmiden bir eksik
On dokuz oynaşım var.
"Leylanı
gülüm yar da" dizesi yineleme,
vurgulama olarak söyleniyordu. Oyunun bu ikinci bölümünde
oyunculara devingenlik veriyordu.
7. İnce Düzüm
Halaylar
birbirini izliyordu. Davulcu vuruyor, oyun ona göre sürüyordu. El ele
tutuşulup daire oluşturulmuştu. Oyuncular iki öbek biçiminde karşılıklı türkü
söylüyordu. Bir öbek birinci dizeyi ikinci öbek ikinci dizeyi okuyordu. Oyun
tümüyle yeldirmeydi. Bir yandan türkü okunuyor, bir yandan da oynanıyordu.
Türkünün sözleri şöyleydi:
İnce eleğim duvarda
Bir yar sevdim hovarda
Öyle bir yar sevdim ki
Su doldursun pınarda
Gel kapıdan geç oğlan
İnce çayır biç oğlan
Beni sana vermezler
Beni al da kaç oğlan
İnce elek elek mi olur?
Ak giyen melek mi olur?
İçeri gel sevdiğim
Kapıdan dilek mi olur?
İçeriyi
anason kokusu sarmaya başladı. Oyunların en güzel yerinde burunlar açılıp kapanıyor
herkes birşeyler sezinlenmeye çalışıyordu. Birisi rakı getirmişti ama kimdi.
Gizli gizli içenler vardı aralarında. Bir iki yudum da kendiler içebilirdi
hani...
8. Güley Kız
El
ele tutuşmuş, halka düzeni sürüyordu. Oyunun başında oyuncular yarı bellerine
dek eğiliyorlar, ince bir sesle şu türküyü söylüyorlardı:
Güley kız buralıdır
Kaşları turalıdır
Güley kızın elinden
Kırk yiğit yaralıdır.
Bu
dörtlük bittikten sonra oyuncular doğruluyorlar, yineleme dörtlüğünü söylüyorlardı.
Dörtlüğün söylenişi sırasında ivedi sıçrayışlarla oyun yürüyordu. Sıranın
başını Kör Veli kimse-ye bırakmıyordu. İyiden iyiye coşmuştu.
Ah Güley, Güley, Güley
Elmanın dalı Güley,
Yiğidin yari Güley.
Dörtlüğün
bitiminde oyuncular yeniden yarı bele dek eğildiler. Yavaştan salınarak
türkünün ikinci dörtlüğünü söylüyorlardı. Dörtlükler arasındaki yinelemede
oyun hızlanıyor, hareketli zıplamalarla sürüyordu. Öbür dörtlükler şöyleydi:
Güley gel bize gidek
Dağa nergize gidek
Biz nergizi ne edek
Dolanıp eve gidek
Ah Güley, Güley, Güley
Elmanın dalı Güley
Yiğidin yari Güley
Güley geldi kış idi
On parmak gümüş idi
Güley kızı seyretmeden
Şu ellerim üşüdü
Ah Güley, Güley, Güley
Elmanın dalı Güley
Yiğidin yari Güley
Kör
Veli daha fazla dayanamadı.
“Arkadaşlar
çıkarın şu şişeyi artık. Böyle arkadaşlık olmaz,” dedi. Arkadaşları gülerek
katıldılar:
“Ulan
Veli, ilk kez doğru bir laf ettin!”
“Vallah
kardaş, ne bu yahu!”
Şişe
ortaya çıktı. Küçük çay bardağının içinde birer yudum dağıtılmaya başlarken
gençler gerekli önlemi almaktan geri kalmadılar:
“”Aman
kapıyı sıkın tutun, içeri büyüklerden kimse girmesin! Ve hemen
"Mamaşlıyım" oyunu başladı.
9. Mamaşlıyım
Mamaş'ın
en sevilen oyunu "Ağam da ben Mamaşlıyım" yinelemeleri ile süren
Türkülü oyundu. Oyunun oynanışı ve türkünün söylenişi kolaydı. Türkü
manilerden oluşurdu:
Giderim Sivas üstü
Mendilim suya düştü
Eğildim mendil alam
O yar aklıma düştü
Ağam da ben Mamaşlıyım
Paşam da ben Mamaşlıyım
Kayalar gölgelendi
Güzeller suya indi
Her güzelden bir öpüş
Yine can tazelendi
Kayada keklik öter
Dibinde hurma biter
Nazlı yarin bağında
El değmedik nar biter
Kayaların yılanı
Gel dolanı dolanı
Serdim kutnu döşeği
Yat beleni beleni
Dereler buzbağladı
Avcılar iz bağladı
Beni bir gelin vurdu
Yaremi kız bağladı
Ağırlama
bölümü böylece bitiyordu. İkinci evrede yeldirme bölüm başladı:
Esen yel, esen yel
Estin del(i) ettin beni
Sırma tel ettin beni
Ezelden benim idin
Şimdi el ettin beni
Esen yel, esen yel
Gidenin üçü güzel
Ardında saçı güzel
Saçı başını yesin
Yolda yürüyüşü güzel
Çıktım kerpiç duvara
El ettim eski yare
Eski şöyle dursun
Can kurban yeni yare
10. Sin Sin
Davulcu
tıngır tırgır vuruşlu sin sin havasını çalıyordu. Davul-zurna oyun havasını
çalmaya başlaması ile genç ve orta yaşlılar yuvarlak bir düzende derlendiler.
Gençler birbirini dolduruşa getiriyorlar, bu oyuna sokuyorlardı.
“Veli
ne duruyorsun? Sen olmazsan bu oyun olmaz?”
Kör
Veli hemen ortaya düştü. Önce bıyıklarını büktü, ardından yumruğunu sıktı.
Gençler gülüp duruyorlardı. Öbür eli ile dirseğini sıkıca kavrayıp oradakilere meydan
okuyordu. Yine Veli ile eğleneceklerdi. Birbirlerine göz ettiler. Kör Veli'ni
karşısına Dimit Hasan çıktı. O da benzer biçimde yumruğunu sıkıyordu. Davul
zurnanın çaldığı eziginin vuruşlarına uygun biçimde sekişlerle ortada bir kez
döndü. Kör Veli'nin kalçasına ağır bir yumruk attı. Oyunun kuralına göre,
yumruk omuz ile dirsek arasına ya da kalçaya vurulabilirdi. Bunun dışındaki
yerlere sözgelimi, karın, döş, başa vurmak kesinlikle yasaktı.
Bu
iki kişinin ardından başkaları da oyuna katılıyordu. Oyun belli bir sıra içinde
sürüyordu. Ortada beş kişi oynuyordu. Kör Veli'ye Dimit Hasan, Dimit Hasan'a
Hasan Hüseyin, Hasan Hüseyin'e Kadir, Kadir'e, Yusuf vuruyordu. Kısa süre sonra
oyuncular gelip gidip Kör Veli'ye vurmaya başladılar. Kör Veli'yi iyice
şaşırtmışlardı. Kör Veli küfür ediyordu, kimse aldırmıyordu. Neyse ki Kör
Veli'nin canına yaşlılar yetişti.
Yaşlılar
bu oyunun oynanmasına zaten izin vermezlerdi. Sinsin oynandığını sezdiklerinde
hemen işe karışırlardı. Oyunu kesip hâlâya dönüştürürlerdi. Yaşlılar bu oyunu
"İt oyunu" biçiminde aşağılardı. Davulun sesinden sinsin çalındığını
duyunca koşup gelmişler olası bir kavgaya engel olmuşlardı.
11. Cirit
Düğünün
üçüncü günüydü. Davullu zurnalı hâlâylar tekdüzeleşmişti. Bugün cirit oynanacaktı.
İlçenin bir dizi köyünden gelen düğüncüler ya cirite katılacak, ya da ciriti izleyecekti.
Köyün doğusundaki geniş düzlükte cirit oyunu başladı.
Gençler
Kör Veli'ye takıldılar:
“Ulan
Veli sen neden cirite çıkmıyorsun?”
Veli
anlamazlıktan geldi şakayı. Çok ciddi biçimde yanıt verdi:
“At
var mı, at? Sizin atı getir, hemen çıkayım!”
Kör
Veli'nin atı yoktu. Ama atı olsa da çıkacağı bir cirit değildi. Kendi de
biliyordu, takılanlar da. Ama şakadan geri kalmıyorlardı. Yalnız takılanlar
bıyık altından gülüyorlar, Veli ise çok ciddi bir yüzle keskin biçimde yanıt
veriyordu. Oysa koca ilçenin gençleri toplanmıştı. Bu düğünde, er meydanında
köylerin ünü söylenecekti.
Bir
metre uzunluğunda, 2-3 cm kalınlığında düz ağaç dalından yapılmış ciritler
hazırdı. Atlılar iki bölüme ayrılmıştı. 250- 300 m. uzaklıkta karşılıklı iki
kale oluşturmuşlardı. Seyirciler tanımadıkları oyuncuları birbirine
soruyorlardı:
“Şu
kırmızı gömlekli kim?””
“Kalburveranlı
Gâzi.”
“Ya
onun yanındaki kara atlı”
“Zerkli
Hüseyin.”
Lakaplar,
adlar birbirini izliyordu. Kimin oğlu, kimin yakını anlatıyorlardı. Koca ilçe
birbirini tanıyor gibiydi. Davul, zurna da yerini almıştı. Kara Yusuf düğününe
ünlü zurnacı Ulaşlı Panoğ'u getirmişti. Eni boyundan uzun bir adamdı Panoğ.
Kısa boyluydu. Şişmam dedikçe şişmandı. Gözleri bozuk olduğu için çok kalın
gözlükleri vardı. Gözlüklerin ardından gözleri küçücük gözükürdü. Ama zurna
ustasıydı. Çingene Kahraman'dan sonra onun üstüne o yörede zurna çalan bulunmazdı.
Hem çalıp, hem oynaması ile ünlüydü. Zurna çalarken oyuncularla birlikte
oynardı. Şimdi ise zurna ile koca alanı inletecekti. Davulcusu da inadına
davulu tokmaklayacaktı. Cirit oyununa eşlik edecek belli ezgiler vardı. Onlar
çalınırdı. Bunlar cengi harbi ya da Köroğlu havasıydı. Daha çok Köroğlu havası
çalınırdı.
Sağ
kolda yer alan Unsavuran atının üzerinde heykel gibi duruyordu. Kısaca
"Uncu" adı ile anılan Unsavuran, hevkeliği ile ünlüydü. Daha onbeş
on altı yaşlarındayken en sapr yoldan un çuvalını köye getirmeye kalkmış, çuvalı
bir derenin içine yuvarlamıştı. Koca dev çuvalı dereden çıkarma olanağı
bulunmadığı için küçük seklemlerle köylü yola çıkarıp taşıyabilmişti. O sırda
unun havada savrulması ile Savağın Çolak, gerçek adı "İbrahim" olan
bu gence "Un-savuran" adını takmıştı. Öyle bir yapışmıştı ki bütün
yaşam boyu İbrahim'i bu ad bırakmayacaktı.
Unsavuran,
ilk çıkışı yaptı. Atı iyi bir yarış atıydı. Koca tarlayı boylu boyunca geçti,
karşı öbeğe 20-30 m. yaklaştı. Kangallı bir oyuncunun üzerine ciridini attı.
Bu bir meydan okumaydı. Kangallı'ya karşı cirit atılır mıydı? Atını çevirdi,
kendi kalesine dönmek üzere atını mahmuzladı. Kangallı oyuncu, elindeki çöğenle
ciridi karşıladı. Cirit sıçrayıp uzaklara giderken atını Unsavuran'ın arıdına
sürdü. Kangallının atı da yiğit attı. İki atlı inadına birbirini izliyordu.
İki oyuncu da atlarını göstermek istemiş uzaklara sürmüşlerdi. Sağ koldan Lalaş
atını sürdü. Uncu'ya destek olacaktı. Bu anda izleyicilerin dikkatini bir şey
çekti. Oyuncular daha çok Alevi-Sünni köylüleri biçiminde ayrılmışlardı.
Yaşlılar kendi aralarında Ayıp yahu, olur mu? Neden böyle ayrıldılar? Bir iki
Alevi de karşı tarafta yer alsaydı" diye konuştular.
Oyun
hızlanmıştı. Kovalama başlamıştı. Atlar koşuyor, ciritler havada vızır vızır
uçuyor, çöğenler ciritleri karşılıyordu. İyi oyuncular büyük bir ustalıkla
ciritleri savuşturuyorlardı. Kovalayan atlı, yetiştiği yerde ciriti bindiriyordu.
Yetişemeyenler ciridi atıp kaçıyorlardı. Yaşlılar dört gözle oyunu izliyorlar,
yorumlar yapıyorlardı. Kendi gençliklerini yaşar gibiydiler. Geçmişte oynanan
ciritlerden öyküler anlatıyorlardı.
Atına
güvenen, iyi atı olan kaleye dönmüyordu. Uncu ile Kangallının atları almış
başını gitmişti. Lalaş da onların ardına takılmıştı. Yine bir yığın oyuncu
birbirini izliyordu. Yarış alanı bir anda cehennem meydanına dönmüştü. Herkes
Lalaş'ı iziliyordu. Yaşlılar:
“Ulan,
şu serseri Lalaş'ın ne işi var, şimdi biri bir cirit vurup gebertecek” diye
endişe ediyorlardı. Ciritler dağıldı. Atlar yoruldu. Birer birer oyuncular
kalelerine dönüyorlardı. Mamaşlı izleyiciler bir "oh" çektiler. Bir
iki yeni yetmeye:
“Ulan
gidin şu serseri Lalaş'a söyleyin fazla açılmasın. Onun atı öyle düzlüğe
açılacak cinsten değil” diye haber yolladılar. Düzlüğe açılacak, büyük
kovalamacaya girecek atın ün salmış olması gerekirdi. Binicisi çevik olmalıydı.
Atına cirit vurdurmaması gerekirdi. Oysa Lalaş'ta bu yetenekler yoktu. O bol
bol türkü söyler, köyün içinde yayvan ağızla kadınlarla, kızlarla zevzeklik
ederdi. Bu yüzden boşboğaz anlamında "Lalaş" demişlerdi. Zaten bu
Mamaş köyünde lakapsız kimse yoktu. Yaklaşık tüm köylü gerçek adından çok lakabıyla
anılırdı.
Çocuklar
koşup geldiler.
“Abbas
Emmi, Lalaş Emmi diyor ki "yaşlılar korkmasın, bana birşey olmaz, onlar
karışmasın".
Bu
lafları duyunca Yüzübenli'nin cinleri başına toplandı:
“Aha
babanın canına …” diye başlayan okkalı bir küfür savurdu. Ardından, bırakın
gebersin eşşek oğlu eşşek, dedi. Büyük küçük tüm izleyenler kahkaha ile
gülüyorlardı. Yüzübenli sözünü sürdürüyordu. Yanındaki yaşlılara geçmişten örnekler
veriyordu. Tüm dinleyenlerin gözlerinden yaşlar akıyordu. Ama o ciddiyetle
anlatıyordu.
Her
ciritçinin beş altı ciriti vardı. Ciritler özenle yapılmıştı. Ciritciler, ucu
çengelli çöğenle atlarından inmeden ciritlerini topluyorlar, atın böğründeki
sadaklara yerleştiriyorlardı.
Yeniden
oyun başladı. Dakma atını sürdü. Atı iyi değildi. Ama atın üzerinde
süzülüyordu. Karşı kaleye yaklaştı, ciriti sürdürdü. Cirit yıldırım gibi Cemâl
Koçak'ın başının ucundan sıyrılıp geçit. Cemâl Koçak atını doldurdu. Elindeki
ciriti tartıyor, iyiden iyiye hedefi gözlüyordu. Ciriti fırlattı. Ama
kıyamamıştı. Dakma Sünni taraftaki tek Alevi oyuncuydu. Yoksa Cemâl Koçak'ın
ciritleri sekmezdi. Dakma'nın belinin ortasına yerleştirebilirdi. Cirit Dakma'nın
atına değecekti ki, Dakma çöğenle ciriti savuşturdu. Kangallı yeniden alana
çıkmıştı. Cemâl Koçak'ı kovalıyordu. Yine düzlüğe açılmışlardı. Uncu da bu yandan atını sürdü. Karşı yandan
Kalburveranlı Gâzi çıktı. Lalaş ortaya
düştü. Ortalık yine ana baba günü olmuştu. Yine ciritler savruluyor, göz gözü
görmüyordu. Kangallı Cemâl Koçak'a ciriti savurdu. Ama Cemâl Koçak atın üzenine
kapanınca cirit boşlukta süzülüp gitti. Lalaş karşı saldırıya geçmişti.
Kangallıyı ciritleyecekti. Ancak Kalbulveranlı Gâzi tam adamını bulduğuna karar verdi.
Bu,
Gâzi son derece neşeli bir adamdı.
Düğünlerin gülüydü. Geldiği düğünlerde bin bir maskaralık yapar, bütün halkı kırıp
geçirirdi. Yine bir soytarılık düşündüğü belliydi. Lalaş Kangallı'ya ciriti
attıktan sonra, Gâzi Lalaş'ın ardına
düştü. Gâzi atını yokuşa yukarı kestirmeden Lalaş'ın üstüne sürdü. Atı
güçlüydü. Lalaş' a yaklaşır yaklaşmaz ciriti yerleştirdi. Laşaş kan ter içinde
kaleye dönerken yerinde izleyen Yüzübenli sevindi:
Aha
babanın canına.. diye bastı küfürü. Gördün mü işte böyle eder elin uşağı!”
Çevredekiler
gülmekten kırılıyorlardı. O yakınlardakiler Abbas Dedenin yanına toplanmıştı.
Tam bir eğlence yeriydi. Abbas Dede kızıyor, köpürüyor, küfür ediyor, millet
gülüyordu. ama kendisi son derece ciddi ciriti izliyordu.
Lalaş
yediği ciritin acısını çıkarmak için yeniden ortaya düştü. Kalbulveranlı Gâzi
'nin peşindeydi. Gâzi de inadına onu
düzlüğe çekiyordu. Cirit'i savurdu, ama cirit daha Gâzi'nin yanına
yaklaşmadan yere düştü. Kangallı ise Lalaş'ın ardına düştü. Lalaş'ın güç
durumda kaldığını gören Unsavuran atını sürdü. Çöğenler ciritleri karşılıyor,
takır takır sesler çıkıyordu. Tarla toz duman içindeydi. İnadına bir yarış,
inadına cirit, inadına bir oyundu. Gâzi ise inadına Lalaş'a ciritleri
yerleştiriyor, ardından kahkahalarla gülüyordu. Tam anlamıyla Lalaş'ı deliye
çevirmişti. Uncu'nun kendisine vurduğu ciritlere aldırmıyordu bile. Onun işi
Lalaş ileydi. Abbas Dede ise izlediği yerde deliye dönüyordu. Lalaş'a ver
ediyordu küfürü.
“Ulan
şu Gâzi'ye söylen dursun" öldürecek eşşek oğlu, eşşeği!” diyordu. Lalaş
çılgına dönmüştü, perişandı. Cirit alanından çekilmeye utanıyordu. Gazi'ye bir
türlü gücü yetmiyordu. Kim Gâzi 'ye bir cirit vursa oh diyor "Amanın o
Yezide vurun!" diye bas bas bağırıyordu. Gâzi'nin hakarete, küfüre aldırdığı
yoktu. O istediğini başarmış, Lalaş'ı deliye çevirmişti. Tam adamını bulmuştu.
Cemâl
Koçak'ın attığı cirit Kangallı'nın atına değmişti. O güzelim at birden bire
oyundan ürker, korkar olmuştu. Seyirciler Kangallı'ya ağız dolusu küfür
ettiler:
“Vay
hayvan vay, ata cirit vurdurdu. Daha o at koşar mı?” dediler.
Gençler
sordu:
“At
korkar mı?”
“Atı
kollayacaksın. Atı canından çok koruyacaksın” diye söze başladı Abbas Dede.
Çöğen elinde ne güne duruyor? Kangallı yarış alanından çekilmeye utanıyor,
atını yeniden ortaya sürüyordu. Bu kez Uncu çıktı. Kangallı'ya ciriti vurduğu
gibi attan düşürdü. Seyirciler zaten Kangallı'ya atını korumadığı için
kızgındı. Tümü alkışladı. Yalnız yaşlılar endişe ettiler:
“Aman
bir şey olmasın!”
Yok
bir şey olmamıştı. Ayrıca sarhoş olduğu anlaşıldı. Yeniden ata binmek
istiyordu. Atın ardından koştu. Kuyruğundan tuttu. İzleyiciler bu kez at tekme
vuracak diye korktular. Ama yok, at olduğu yerde durdu. Zavallı ata yılgınlık
çökmüştü. Cemâl Koçak ciriti kasıtlı biçimde ata vurmamıştı. Yoksa oyundan
atılırdı.
Oyun
3-4 saattir sürüyordu. Bir dizi yaralanma kaza olmuştu. Ama kavga çıkmamıştı.
Artık atlar iyiden iyiye yorulmuştu. İzleyiciler oyunun bitmesi gerektiğini
söylediler. Oyuncular dostça ortada toplandı. Ayrılıyorlardı. Mamaşlılar
Kalbulveranlı Gâzi 'den Lalaş'ın boşboğazlığı için özür diliyorlardı. Ama
Gâzi gülüp duruyordu. Umrunda bile
değildi kendisine "Yezit" denmesi. Günün yiğidi Unsavuran'dı. Kangallıyı
atından yuvarlamıştı.
12. Kız Yükü, Tuz Yükü
Önde
salıkçı, ardında düğüncüler kız evinin yolunu tutmuşlardı. Bu arada haberler
de gelmişlerdi. Kız evinin önün çok sıkı biçimde tutulmuştu. Kimseyi içeri
sokmayacaklardı. Büyük ödül istiyorlardı. Düğün kahyaları hazır olmalıydı. Gerçekten
davul zurna eşliğinde dü-ğüncüler köprünün hemen başındaki kız evinin
önlerinde gözüktü. Ama her yan tutulmuştu. Kağnılarla yollar kesilmişti.
Tırpandan dirgene kadar her türlü araç ellerdeydi. Gençlerin gözü dönmüştü.
Düğüne değil de savaş alanına çıkar gibi hazırlanmışlardı. Ölürler de kimseyi
kız evine bırakmazlardı.
Bilmem
kaç köyden gelmiş düğüncüler atın sırtında geçişi bekliyorlardı. Yengeler en
renkli giysiler içinde en yaman atlara binmişlerdi. Sabah serinliği bitmiş,
sıcak çökmeye başlamıştı. Güneş en parlak ışıklarını düğüncülerin gözlerine yöneltir
gibiydi. Davul zurna vuruyor, halk bekliyordu. Ne olacaktı? Eğlenceli bekleyiş
giderek sıkıcı olmaya başlamıştı. Kalın giysiler içinde düğüncüler terliyordu.
Yengelerin alınlarında ter tomurcukları toplanıyordu. Yanaklar kızarmaya başlamıştı.
Salıkçı en gizli yollardan düğün evine adım atmak istiyor, bir türlü
başaramıyordu. Her defasında yakalanıyor, itilip kakılıyor, şaka ile gerçek
arası bir iki yumruk yiyordu. Geçmek olanaksızdı. Aracılar bir türlü razı
edemiyordu. Kabul edilmeyecek ölçüde yüksek bahşiş istiyorlardı. Ne olduysa o
karışıklık anında oldu, düğüncü tarafından Ali Cüre kız evine sızmayı başardı.
Kız evinin eşiğinden içeri atlamış, oyunu kazanmıştı. Gençler çılgına dönmüşlerdi.
Bunca bekleyiş, bunca direniş boşa gitmişti. Onca bahşişe razı olmazlarken,
tümden oyunu kaybetmişlerdi. Şu Ali Cüre'ye etmediklerini bırakmıyorlardı.
Büyükler araya girdi, her şeye karşın biraz bahşiş verildi. Gençler razı
edildi.
Gelinin
geleceği akşam başı bağlanır. Baş bağlamada yalnız kadınlar bulunur. Törelere
göre kızın yakınlarının hediyeleri bu
törende verilir. Kızın bacısına baldız yüzüğü, kardeşine kardeş yolu
verilecektir. Gelinin gelinlik giysileri giydirilecektir. İki kadın gelini
getirir. Güzel türkü söyleyenler burda türkü söylerler. Kadınlar ve gelinin
yakınları ağlaşacaktır. Başbağlama türküleri okuyorlardı:
Kız anam, kız bacım,
Kınan kutlu olsun
Atladı atladı gitti eşiği
Sofrada kaldı kaşığı
Bindirirler atın iyisine,
Çekerler yolun kıyısına
Çağırın şu kıyın vezir
dayısına
Kız anam, kız bacım,
Kınan kutlu olsun
Sabah
erken gelini ata bindirirler. Orda da düğüncüler türkü çağırır. Yine kız evi ve
kızın yakınları ağlayacaktır. Bu arada halkı güldürmek için kimileri:
“Aldık
kızınızı, it yalasın yüzünüzü!”
“Verdik
karayı kurayı, aldık gözleri karayı!”
Türünde
sözler söylerler karşıdakileri çileden çıkarırlardı. Ama düğüncülerin çilesi
henüz bitmemiştir. Kız giderken yoluna ip tutulacaktır. Yolları kesilecektir.
Bunları düğün kAhyaları razı eder. Gerekli bahşişleri o dağıtır. Gelin atın
üzerindedir. Böylece gelin kendi evine gelir. Bu kez de gelin attan
inmez. Ona da bahşiş gerekir. Kayınata ile kayınana bahşiş vereceklerdir.
Yılkıdan at, sığırdan öküz bağışlayacaklardır. Ya da bir altın takacaklardır.
Böylece uzun yolculuk yeni bir yaşam yolculuğunun başlangıçı olarak biter. Düğüncülere
yemek hazırlanmıştır bile. Onlara yemekler verilir. Yine basık yer sofralara
ortalara serilir. Erkekler ayrı, kadınlar ayrı yerlerde yemeğe başlarlar.
Çocukları ise unutmamak gerek. Onlara da bir küçük sofra kurulur.
13. Her Gencin Beyliği Bir
Gün
Gelinin
oğlan evine geleceği gün bey yaşıtlarıyla birlikte bir odada eğlenmektedir. Bu
oda tam bir şenlik yeridir. 13 Yaşını aşmış delikanlılığa yeni bulaşmış tüm
gençler gelmişlerdir. Burda yarışmalar yapılır. Atışmalar yapılır. tüm görkemi
ile eğlenti sürer. Yöre ağzında bu olaya "Bey Donatma" adı verilir.
Kız
oğlan evine gelmeden bayraktar, Beyi bir
komşunun evine ya da kendi evine bir odaya götürür. O, düğünde güveyiye
yardımcı olacak kişidir. Bunu güveyi en güvendiği arkadaşları arasından seçer.
Oda özel olarak donatılmıştır. Duvarlar
el işlemesi örtülerle kaplıdır. Taban halı, kilimlerle örtülüdür. Duvar
diplerinde ya minder ya döşekler atılmıştır. Gençler pek alışmadıkları
böylesine rahat oda içinde eğleneceklerdir.
Zaman
şöyle kuşluk vakti diye tanımlanan sabah ile öğle arasıdır. Bey ile bayraktar
bey donatma odasında yerlerini alırlar. Köyün tüm gençleri nerde bey
donatılacağını bilirler. Sırasıyle ikişer üçer gelirler. Tüm gelenler bir bir
beyi öpüp "hayırlı olsun" diyerek mutluluk dileklerini bildirirler.
Ancak bey donatmaya eli boş gelinmez. Karınca kararınca, kimin neye gücü
yeterse, kimi meyve, kimi içki getirir. Tüm gelen meyveler bir tepsi üzerinde
toplanır. Gençler aralarından bir bahçevan seçerler. Bahcivan gelen meyveleri
tepsi üzerinde harman eder. İçkileri toplar. Bardakları dizer. Tüm dağıtımı
bahcivan yapacaktır. İzinsiz bahçeden bir-şeyler alanlara engel olacaktır.
Bahçeye göz kulak olacaktır. Elindeki çubuğu ile izinsiz uzananlara vuracaktır.
Tüm bunlar eğlentinin kurallarıdır.
Gerçek
oyun ise atışmadır. Burada bey gençlerce iyiden iyiye sözle yıpratılır.
Gençlerden biri beyin savunuculuğunu üzerine alır. Tartışmada onun yanında yer
alacaktır. Uzun bir söyleşi, gerilimli bir eğlencedir bu atışma. Bellekler
zorlanır, hayal gücü işletilir. Tüm bu söyleşi sırasında içkiler içilir,
meyveler yenir. Bayraktarın burada da önemli bir görevi vardır. Beyin aşırı
içki içmesine engel olur. Beyin tüm davranışlarından sorumludur o. Bu sırada
gelin oğlan evine gelmiştir bile. Ama bu gençleri ilgilendirmez. Onların
eğlentisi sürecektir. İkindiye dek, ya da biraz daha sonra eğlence bitecektir.
Zamanın geldiğini anlayan gençler birer birer beyi öpüp ayrılırlar. Bayraktar
yine beyin yanındadır.
Bayraktarın
görevi gerdek odasının kapısına dek sürer. Önce beyin başını ve yüzünü yıkatır.
Böylece beyin günün gerilimli eğlencesindeki yorgunluğu atılmış olur. Sonra arka
sokaklardan beyi gerdek odasına götürür. Töreye göre gerdeğe girecek beyin
açıktan gitmesi ayıptır. Bir yaşam sürecek koşunun başlangıç törenleri
böylece biter. Ama bir dakika: Ertesi gün kadınların çarşafa bakmaları ve para
atmaları vardır. Anadolu'nun birçok yerinde olan bu törene bu satırlarla dokunup
geçsek yetişir sanırız.
Ne
ki, böylesi törenler, büyük eğlentiler mutluluk getirir mi? Kimi eleştirel
dizelere bakarsak getirmez. Sözgelimi, Revânî bakın komşu gelini konusunda
neler yazıyor:
Başlığına beş seksen lira
yatırdık
Üç yüz atlı ile gelin
getirdik
Elimizle ocağımızı
batırdık
Bizim Mehmet Ağanın deli
gelini.
14. Taş Dönmez
1922
yılı. Ozan Revânî suvari astsubay. Kurtuluş savaşı kazanılmış. Askerde kalırsa
yüzbaşı rütbesi alacaktır. Bu aşamada kendi köyünden asker arkadaşı Kamber
şöyle der:
“Veli,
ne işimiz var, bizim buralarda? Herkes şimdi köyde bulgur çekip türkü
söylüyordur.”
Evet.
Kamber haklıdır. Şimdi köyde genç kızlar genç oğlanlar bulgur öğütüyorlardır,
türkü söylüyorlardır. Taş dönmez türkülerinin tadı Revânî'yi İzmir'den Mamaş
dağlarına çekecektir.
Güz
ortalarına doğru harmanlar kalkmış, ürünler derlenmiş, kışa hazırlık son
evrelerine gelmiştir. Şimdi sıra derlenen ürünün işlenmesindedir. Kış için
aşlık yapılacaktır. Çok kez ev dışındaki harmanlara ocaklar kurulur. Kocaman
kara kazanlar eşilen tandırlara yerleştirilir. Tandırlar çoğunluk tezeklerle
ısınır. Odun bulunmaz bu topraklarda. Bulgur kaynatılacaktır. Daha doğrusu
bulgurluk buğday kaynatılıp hedik yapılacaktır. Suyun buharı yavaş yavaş
yükselir. Giderek su tümden şişen hediğin içinde tükenir. Kazanın yarı yerine
ulaşmayan buğday şiştikçe şişer. Kara kazana sığmaz olur. Üzerine doğru
toplanır. Şimdi buğday demlenmektedir. Bu sırada hedik güzel olur. Yemesi hoştur.
Gelip geçenlere hedik ikram edilir. Bir süre sonra burda kaynatılmış bulgur
koca palazlar üzerine yayılır. Kurutma evresi gelmiştir. Güneşin durumuna göre
iki üç günde kurur. Nedir, bitmemiştir köylü kadının işi.
Kaynayan
bulgur soku taşlarında dövülür. Bu da başka bir evresi işin. Beş altı kişi
ellerinde koca tokmaklarla soku kıyısında dizilirler. Sırasının üstüne
tokmaklar ardı ardına inip inip kalkarlar. Hele kimileri vardır, bunlar tokmak
ustalarıdır. İyi soku dövücüleri izlemek ayrı bir zevktir. Tokmaklar, kimi
kez karşılıklı iner kalkar, kimi kez sıra üzerine. Bu iş sırasında türkü
söylendiği de olur. Bir yandan çalışır bir yandan türkü söylerler. O koca
tokmakların ağırlığı, o son derece dikkali yapılması gereken işin sorumluluğu
unutulmuş gibidir. Hani yaşam bu türkü ile renklenmiştir. Yaşlılar seyre
durmuşlardır. Kimileri kendi gençliklerini anlatacaklar, o zamanlar yaptıkları
işlerle övüneceklerdir. Köy içinde gelip geçen gençlerin bir iki tokmak
vurması istenecektir.
Ancak
bu iş kalabalık topluluklarca yapıldığında zevk verir. İşi oyun, oyunu iş olarak
ele aldığında kolay olur. Yoksa her zaman aynı zevki vermez. İşte bu işe kimi
tembel gençlerin bir çözüm bulduklarını da anımsarım. Hele bir Ofa vardı. İri
yarı esmer delikanlıydı. Ama çalışmaya yüzü yoktu. Bu ağır işi yapmıyayım, diye
koluna bir bez sarmıştı. Kolunun incinmiş olduğunu söyleyerek işten
sıyrılıyordu. Ama bu kurnazlığı da uzun sürmedi. Bir köyde ne duyulmazdı ki? O
küçük sahtekârlık da yayıldı. Bu kez omuzuna daha ağır çalışma sorumluluğu
yüklendi.
Sokuda
dövüldükten sonra bulgur kepeğinden ayrılır. Yine kurutulur. Bundan sonraki
evre ise bulgurun övütülmesidir. Küçük el değirmenleri kurulur. Komşular bir
evde toplanır. Hem türkü söylenir hem bu küçük el değirmenleri döndürülür.
İşte bu evrede "Taş Dönmez" türküsü söylenir:
Taş dönmüyor, dönmüyor.
Ağam attan inmiyor.
Ağamın kirli karısı,
Taş dönmezi vermiyor.
Sinilim sinilim varıyor,
Ay kız, sini varıyor
Sinide neler geliyor?
Ağamın kirli karısı
Taş dönmezi vermiyor.
Giden oğlan beri bak
Aldın aklımı bırak
Aferim yar, aferim,
Beni eyledin çırak
Aktır yeleğin oğlan,
Nedir dileğin oğlan?
Üstüne yar seversem,
Ağrır yüreğim oğlan.
Sevgive
özlem iş türküleri arasına gizlenmiştir. Tüm yaşamı saran duygular binlerce yıldır
Anadolu uygarlıklarının kalıntısı iş türküleri. Üstüne yar sevenin yüreğinin
ağrıyıp ağrımadığı bilinmez ama işin geçe yarılarına dek süreceği kesindir.
Nedir, rahat iştir bu iş. Birlikte yapılan, anılar anlatılan, çalışırken
yaşanan bir iş. İşte bulgur çekme bu türküler, anılar arasında biter.
15. Koç Katma
Oğul
anasına ne zaman doğum gününü sorsa, ananın yanıtı aynı olurdu:
“Oğul
senin doğum günün kesin. Sen tam koç katımında doğdun.”
“Koç
katımı ne zaman oluyor?”
“Güzün
oğul. Koç katımı tam güzde olur.”
Yıllarca
ana ile oğul arasında bu doğum günü konusu olmuştu. Oğul yıllar sonra
"Fazilet" kitabının kıyısındaki nottan doğum günün öğrenebildi. 20
Ekimde doğmuştu. Buna göre Koç katımı denen gün de -her yıl değişik günde
olmuyorsa- 20 Ekimde olması gerekirdi. Ne var ki sorun bununla da çözülmedi.
Oğul, daha sonra Koç katımının 12 Kasım olduğunu köyün yaşlı bilgesi Cemal
Dededen öğrendi. Yine ikircikte kaldı. Kitapta yazıldığı gibi 20 İlkteşrinde mi
yoksa 12 Kasımda mı doğmuştu?
Hayvancılığa
dayanan bir toplum yaşamında döllenme dönemi, kuşkusuz önemli bir zaman
kesitiydi. Ve onun adı sık sık anılacaktı.
Koyunlara
koç katımı belli bir törenle olur. Günlerce özlem içinde bekleyen bir hayvan türünün
iki cinsi birbirine böyle bir törenden sonra kavuşacaktır. Koç katımı zamanında
olmazsa koyunlar zamansız kuzulayacak, köylünün başına sorun olacaktır.
Sözgelimi, kara kışta doğan kuzuların beslenmesi, büyütülmesi böyle bir
sorundur. Tek tük olan bu erken kuzular için ağılda özel bir yer ayrılması gerekir.
Öbür hayvanlardan korunur. Çok kez büyük sepetlerin altında gizlenir. Kuzuya
özel ot asılır. doğadakine benzeyen bu otla kuzu çayırlara alışır.
Kadınlar,
kızlar en güzel giysilerini giyinir. Bu tören için gün öncesinden çörekler,
katmerler hazırlanmıştır. Çerez, kuru yemiş alınmıştır. Bunlar sinilere
yerleştirilir. Koçlar süslenir. Beyaz yünleri üzerine türlü boyalarla kalın
çizgiler çizilir. Koçlar önlere katılır. Kadın, kız ve çocuklardan oluşan topluluk
koyun sürüsünün beklediği koyun yatağına doğru yola çıkar. Kimi küçük
çocukların kıvrım kıvrım boynuzlu koca koçlara bindirildiği olur. Bu iş uğurlu
sayılır. Koyunun erkek kuzulaması için erkek çocuklar, dişi kuzulaması için
kız çocuklar bindirilir. Tören de bir tür bayramdır. Orda da küsülüler barışır,
dargınlar biribirini bağışlar. Toplum kaynaşır. Birliktelik bilinci toplumu
kucaklar. Böyle bir hava içinde topluluk çobanın yanına varır. Çobana:
“Hayırlı
olsun, çoban ağa. Koçlar murad aldı”- derler.
Genç
kızlar oyun tutarlar, türkü söylerler. Evde pişirilmiş çörekler, katmerler
yenir. Çerezler dağıtılır. Başladığı gibi biter tören. Tüm kış koyunların
kuzulamasını bekleyecektir köylü.
16.Kış Yarısı:
On
iki Hayvanlı zamandizgesine göre Türklerin yeni yılı karşıladıkları bayram
şubat ayındadır.
“Ana
ya ben ne zaman doğdum?”
Ana
küçük oğluna da kesin doğum günün bildiriyordu:
“Seninki
de belli oğul. Kış yarısında doğdun!..””
Şimdi
iş kış yarısının gününü bulmaya kalıyordu. Yine yıllar sonra aynı kitabın
kıyısında en küçük oğulun da doğum günü belli oluyordu: "5 Şubat".
Buna göre kış yarısı 5 Şubat oluyordu. Kış doksan gün olarak hesaplanıyordu.
Kış yarısı eğlentileri, kışın kırk beşinci günü yapılıyordu. On yaşının
üzerinde, yirmi beş yaşın altındaki gençler bu törenin oyuncularıydı.
Kar
sokakları doldurmuştu ama güneşli bir gündü. Tören kara kış yüzünden
ertelenmişti. Gençler ertelemek istememişlerdi, ama yaşlılar izin vermemişti.
Belki bir daha bir araya gelemezlerdi. Aralarından oyunbozan çıkardı. Ya da
umdukları ilgiyi bulamayabilirlerdi. Aşırların ağılda toplanan gençler kış
yarısı töreni için hazırlığa başlamışlardı. Eğlencenin belli tipleri vardı. Bu
tiplere uygun kişiler seçilecekti.
Koca
kim olacaktı? Eğlencenin ağırlığı kocanın omuzundadır. Koca tüm kafilenin
babası görevindedir. Koca olarak seçilen erkek bu görevi yapacak yetenekte
olmalıdır. Koca üzerine geniş bir aba giyecektir. Bacağına geniş bir şalvar
geçirir. Abanın içine ot doldurulur. Böylece kocaya bir irilik, bir korkutuculuk,
ilk bakışta göze gözükürlük verilmiş olur. Ama Kocanın görüntü değişimi
bitmemiştir. Yüzüne yünden sakal-bıyık yapılır. Başına deriden kocaman bir
külah geçirilir. Eline bir kamçı verilir. Bütün bu giysi içinde zor hareket
edebilen koca, eğlentiye hazırlanmış olacaktır.
Kör
Veli, koca olmayı istediyse de kimse ona bu işi uygun bulmadı. Koca iri yarı
biri olmalıydı. Yüzü asık olmalıydı. Buna uygun biri seçildi.
İşte
Kör Veli'ye göre bir görev. Kör Veli gelinlerden biri olabilirdi. Gençler
geleneksel gelinlik giysileri giydiler. Çok renkli parlak üç etekler,
kutnu-kumaş renkli baş örtüleri köyde ne varsa bu gün için ortaya çıktı.
Eğlenceyi yapacak kişilerin olanaklarına göre bir-iki üç ya da beş gelin
seçilecekti. Ama gelinin fazla olması eğlenceyi düzenleyenlerin başına iş
açabilirdi. Bu nedenle çok kez gelinin çok olmasından sakınılırdı. Anadolu
gelinin yüzünde ince örtü bulunacaktı. Gelinlerin kaçırılmamasına dikkat
edilecekti.
Bir
kişi bu eğlentide Arap görevini üstlenecekti. Eller ve yüzler is ya da kurum
ile kap kara boyanacaktı. Yalnız gözler ve dişler parlayacaktı. Başına şapka
yerine, bakır elleğeni giyecekti.
Gençlerden
biri ise tilki olacaktı. Tilkinin görünümünün de özgün olması gerekirdi. Bu
görev için seçilen kişi, üzerine deriden birşeyler geçirirdi. Arkasına bir
kuyruk bağlardı.
Eğlencenin
tek göstermelik hayvanı deveydi. Ama deve görünümü vermek zor bir işti. Bu
nedenle her kış yarısı eğlencesinde deve yapılmazdı. Bir merdiven üzerine
kilim örtülür. Kafa kesimine bir deri konur. Göz yerine bir cep aynası takılır.
Deveyi taşıyacak üç, dört kişi seçilir. Bu yorucu işi onlar üstleneceklerdir.
Oyunun
tipleri bunlardır. Ama koca tören kafilesinin bir dizi görevlisi daha vardır.
Bunlar köyden derlenecek yardımları toplayacak kişilerdir. Kimi tavuk, kimi
buğday, kimi yağ toplamakla görevlidir. Tören bu görevliler de belirlendikten
sonra başlar.
Sırası
ile köyün tüm evleri ziyaret edilecektir. Bir evden başlanır. Koca ortada,
gelinler çevresinde arap bir yanda, tilki başka bir kıyıda. Davul vuruyor zurna ötüyor. Ala karda boz dumanda kuş uçmaz
kervan girmez Anadolu köyüne bir canlılık gelmiştir. Tilki o yana bu yana kaçıp
oyun oynar. Ama gözü gelinlerin üzerinde. Oyunun kurallarına göre her an
gelinlerin kaçırılması söz konusu. Tilkinin onlara göz kulak olması gerek. Koca
üç dört ya da daha çok kadınla evlenmiş bir kişiyi canlandırır. Yapma sakalı,
pos bıyığı ile tüm eğlentinin yöneticisi durumundadır. Sırasıyla evlerden
yardım toplanır. Yağ, bulgur, un, tavuk, buğday.. kim ne verirse eyvallah.
Kimseye gücenip darılmak yok. Ama zaman zaman daha fazla bağış da istenir.
"Geçen yıl bir tavuk dilek dilemiştin. Dileğin oldu. Hadi bizim hakkımızı
ver" denir. Kış yarıcılara dilek dilendiği de olur. Çoluk çocuk bir sürü
insanın duası ile sorunların çözüleceğine inanılır. Hastaların iyileşeceği düşünülür.
Bu nedenle bir yıldan öbür yıla çeşitli sözler verilir. Hani "oğlum
askerden sağ gelsin gelecek yıla size bir tavuk vereceğim". "Hastam
iyileşsin size bir koyun vereceğim" gibi dilekler dilenir. Kış yarıcılar
dileğin yerine gelmesi için hep bir ağızdan "Allah, Allah" çekerler.
Nedir dileğin yerine geldiği, ancak kişinin sözünden döndüğü olur. Bu
durumlarda kış yarıcıların dirençli olmaları gerekir. Verilen dileği eli sıkı
ev sahibinden koparacaklardır. Kış yarıcıların duaları öyle boşuna değildir.
Ev sahibi kış yarıcıları razı edecektir. Kuzu söz vermişse en azından bir tavuk
verecektir. Yoksa kış yarıcılar kapıda oynayıp dururlar. Bırakmazlar yakasını.
Türküler söylerler. Ve de ev sahibi tüm bunlara karşın vermeyecek olursa
kargış verdikleri de olur. Kendi duaları ile iyileşen hastanın ölmesini
dileyebilirler. Bu törenin düzenleyicileri gençtir. Duygularına kapılmaları
doğaldır. Genç demek atılganlık demektir, duygusallık demektir çoğu kez.
Böylece
köyün tüm evleri dolaşılır. Sonra toplanan bulgur, un, buğday gibi yardımların
bir bölümü satılır. Bunlarla kuru yemiş, şeker, lokum, incir, leblebi, elma
alınır. Bu tür yiyecekler kış
yarıcılara katılmış çocuklara verilir. Bir bölümü ise pişirilir. Bulgur
pilavından, etli yemeğe dek yapıldığı olur. Hep birlikte yenir. Rakı şarap gibi
içkiler içilir. Yemekten sonra yine hâlâylar çekilir. Oyunlar oynanır.
Eğlenmek her yaştan, herkesin hakkı. Ama kış yarısı eğlentileri gençler için
yılda bir kez yapılabilen bir eğlenti. Bu nedenle onun tadı bir başka olur.
17. Leylek Aşı
Karlar
yeni erimiş, doğa uyanmaya başlamıştır. İlkyazın muştucusu leyleklerin gelmesi
yakındır. Çocuklar için de bir eğlenti vardır. Bu leylek aşı pişirmedir. Bir
bahçede çocuklar derlenirler. Küçük bir ateş üstüne kazan konmuştur. Su kaynamaya
başlamıştır. Çocuklar bir ağızdan bağırırlar:
Leylek,
leylek havada, yumurtası tavada
Leylek
pilav pişirdi karnımızı şişirdi
Bu
arada komşulardan bulgur, yağ, un, tuz, soğan, buğday, arpa, kuzu, tavuk
toplarlar. Bulgur ve yağ ile pilav yapılır. Yetişkin biri gelip geri kalan
toplanmış şeyleri satar. Anneleri gelip pilavın yapılmasına yardım ederler.
Ço-cuklar yiyecekleri kapışarak yerler. Büyükler onları gülerek seyredip mutlu
olurlar.
18. Yayla Yolları
İlkyazda
davarlar yaylada kalırdı. Kadınlar sabah erkenden tekneyi, tuluğu alır eşeğe
biner yaylanın yolunu tutarlardı. Sabahtan akşamaça yaylada kalarlardı. İki
kez davar sağarlardı. Kimileyin kuzu çobanı da kuzuları getirirdi. Kuzular
uzaktan emiş akış ederlerdi. Davarlar melerdi. Avratlar her koyuna öz kuzunusu
bulmaya çalışırlardı. Kimi koyunlar başka kuzuyu emzirtmezdi. Başı ile kuzuya
verirdi. Sütler tenekelere, tuluklara doldurulurdu. Kalan zamanlarında kadınlar
eğlenceler düzenlerlerdi. Yün eğirir, örgü örerlerdi. Çocuklar kenger
toplardı. İşin en zor yanı yayla dönüşüydü. Güneşin karşısında akşama kadar
süren iş ve eğlence, akşam bir saati aşkın yaya yolculukla bütünleşince tümden
ezici oluyordu. Ama her güzelliğin bir fiatı vardı. Yaylaya gidenler de bu
yorgunluğu göze alacaklardı.
19. Bir Dilek Dilemek
Tut
da kara taştan tut! derlerdi. İnanmak en eski şifa idi.
Belli
günlerde ziyaretler kutsanırdı. Özellikle yağmur yağmadığı yıllarda Fehlan'a
gitmek gerekirdi. Mamaş Fehlan'ı ziyaret ettiğinde yağmur yağardı. Bu dağ
inancı ile ilgisi olmayan Sünni köyleri de inanırlarındı. Her ev koyun kuzu
alırdı. Burgur, un, ekmek ve bulunursa meyve götürülürdü. Bu dağ köyünde en
değerli yiyecek sebze meyve türü şeylerdi. Yetişmezdi çünkü. Dışardan gelen de
pahalı olurdu. Ne var ne yoksa, heybelere, hurçlara doldurulurdu. Türkü
söylenerek yola düşülürdü. Ziyaret yerine varıldığında, ev ev ocaklar
kurulurdu. Kimileyin birkaç ev birlikte kazan kurardı. Kurbanlar kesilir,
yemekler kazanlara konurdu. Bundan sonra iş rahatlardı. Artık iş eğlenceye
kalırdı. Davullar, zurnalar, bağlamalar çalar, gençler oynarlardı. Yemekler
pişinceye değin eğlence sürerdi. Yemekler pişer pişmez çayırların üstüne çul,
çuval serilirdi. İnce ekmekler yayılır, üzerine yağlı pilav yığılırdı. Komşular
birbirini yemeğe çağırırlardı. Kurban kesenler, kurbandan ülüş dağıtırlardı.
Eğlenti akşama kadar sürerdi. Kimi büyükler dua ederlerdi. Semahlar dönülürdü.
Akşam pılı pırtıyı toplar dönerlerdi.
20. Ekin Türküsü
İşi
oyun ile yapmak çalışmaya zevk verir. Tüm toplumlarda olan bir durumdur bu.
Topluca yapılan, birlikte yapılan işlerde oyunlar yarışlar işin akışını
kolaylaştırır, rahatlatır. Ekin türküleri bu bakımdan ilginçtir. El ile ekin
biçme zor olduğunca yorucu, ağır bir iştir. Bu işin tat ve akıcılık kazanması da türkülerle biçilmesiyle
olur.
Arpalar biçilir hozan
olursa,
Dökülür yaprağı gazel
olursa,
Bir yiğidin yari güzel
olursa,
Ufacık, tefecik naz ile
gelir.
Omuzuna dökmüş bök örgüsü
Ana doğurmamış hak vergisi
Yeşil başlı beytullahın
tanrısı
Ya ver muradımı, ya al
canımı.
Değirmen başı çiçek
Orak getirin biçek
Ya ölüp kurtulak
Ya bu yardan vaz geçek.
Koyun sürülendi indi
harmana
Nazlı yarim dam başında
var m ola?
Kaldırsam yorganı girsem
koynuna,
Acep bana "sefa
geldin" der m ola?
Gülüm gonca gibi hakta
bitersin
Deli gönül ne yanar da
tütersin
Hiçbir zaman ben bu kahrı
çekmezdim
Kömür gözlüm sen boynumu
bükersin.
Görüldüğü
gibi ekin türküleri kökende manidir. Birbirinden bağımsız dörtlüklerdir. Çok
kez aynı dizeler söylenir. Yer yer kimi dizelerde ekleme- çıkarma biçiminde
değiştirmeler yapılır. Tümünün ortak özellikleri bu manilerin kolay söylenir
olmalarıdır. İşin ağırlığının yanı sıra dörtlükler kolayca söylenecek sesler
dağlarda yankılanacaktır. İşte bir örnek daha:
Biçemiyim şu Mamaş'ın
ekinini
Seçemiyim kellesini kökünü
Başını yesin şu dünyanın
geçimi
Güz gelsin de çekem gidem
göçümü.
Göçümü konduram dağlar
ardına
Dayanamam firkatına
derdine
bir zaman çevrineyim
yurduna
Ördeği gitmiş de göller
perişan.
Aşağıdan gelir allı makina
Çekin kır atımı gitsin
ekine
Sevdiğim güzeli verin
terkime
Kır at yorulur da gönül
yorulmaz.
Bir işlik diktirdim yeleği
çiçek
Yarim bir sigara sar,
elinden içek
Biz bu sevdadan nasıl vaz
geçek
Aşağıdan acı poyraz acılar
Yukarıdan çam dalları
gıcırdar
Küleği kolunda gelen
berciler
Benim yarim içinizde var m
ola?
21. Ölüm Ağıdı
Halkbilimci
Sedat Veyis Örnek Türk halkı arasındaki ölüm ile ilgili geleneklere pek az el atıldığını
söyler. Bunu ölümün ürkütücülüğüne bağlar. Oysa ölüm, yaşamın sonu da olsa bir
toplum yaşamının bir bölümüdür.
Yağmur yağar yerleri
kurutur mu ola?
Emanet eylesem kara
toprağa,
Kara toprak seni çürütür
mü ola?
Sinek düşer, yaralarım
kurt olur...
Kara toprak, sarar
yüreğime dert olur...
Güneşe söyleyin erken
doğmasın!
Bugün yolcum var benzi
solmasın.
Allah bu ayrılığı
kimselere vermesin!
Selviye benzettim dallar
içinde.
Kumruya benzettim güller
içinde.
Acep bizim gibi var mı
ola, kullar içinde?
Kapısında kurbanları
yüzülür,
Odasında meclisleri
dizilir,
Babam, sen gidersen
düzenlerin bozulur.
Güver bostanım güver!
Öksüzlük boynum eger,
Öksüzlüğü aramam,
Her gelen beni döver.
Güvereni ekin sandım.
Ekin değil soğan imiş
Dediler kardeşin düğün tutmuş
Düğün değil figân imiş.
Kırık
dökük dizeler, uyumsuz dörtlüklerden oluşan ağıtlarda duygular, özlemler
yansıtılır. Doğanın karşı gelinmez bu gücü karşısında insanın acıları dile
getirilir. Çok kez ölüye o anda özel ağıtlar yakılır. Böylesi özel ağıtlarda
ayrıntılara büyük yer ayrılır. Ölünün konumu anlatılır. Sırasıyla yakınları
sayılır. Yaşamda yaptıklarından, yapamadıklarından söz edilir. Üstü kapalı
düşmanlarına değinilir. Onların ölmüş kimseye yaşarken çok çektirdikleri söylenir.
22. Bir Müthiş Türk
1992
yazında gazetelerde "Müthiş Türk" adı ile bir Türk iş adamının sözü
geçmeye başladı. Bu müthiş Türk şimdiye değin kimsenin adını sanını duymadığı
bir kişiydi. Adı Ali Rıza Bozkurt'tu. İş adamıydı. Kazakistan'da 12 milyar
dolarlık iş almıştı. Bunu Kırgızistan ve
Türkmenistan'daki işler izledi. Gazeteler özel görüşme yapmaya başladılar. Bu
görüşmeler-den ve haberlerden yavaş yavaş yaşamı aydınlanmaya başladı. En uzun
görüşmeyi Kazakistan'daki Cumhuriyet muhabiri yapmıştı. Çok güzel otantik
bağlama çalıyordu. Bağlama çalmasını amcası ozan Revânî'den öğrenmişti. Yine
amcasının kızı Perihan Bozkurt ile evliydi. 1942 yılında Sivas'ın Kangal
ilçesine bağlı Mamaş köyünde doğmuştu. Köyü "Ağam da ben Mamaşlıyım, paşam
da ben Mamaşlıyım" türküsü ile ünlüydü.
Şimdi
Müthiş Türk de öykümüzün kişileri arasında girebilirdi. Bizim açımızdan da
kimliği belirgindi. Ozan bir aileden geliyordu. Eşi Perihan Bozkurt Suzânî'nin
kızıydı. Suzânî, ölümünden kısa bir süre önce yazdığı deyişinde deyişinde
"Tahammül eyler mi, gül yüzlü Peri'm?" diye ondan söz ediyordu.
Ali
Efendi ocağının yok, yok; Şah İbrahim Veli ocağından tek büyük işadamı.
Çalışmak ve başarmak için yaratılmış gibidir. İlkokuldan başlayarak
birinciliklerle dolu bir öğrenim yaşamı vardır. Baba, jandarma Assubayı Abbas
Bozkurt, ilk çocuğuna babası büyük Ali Efendi'nin adını vermiştir. Böylece
ailede iki Ali Rıza Bozkurt vardır. Biri Revânî'nin oğlu, öbürü ise Abbas
Bozkurt'un oğludur.
Müthiş
Türk, çocukluk yıllarında her yaz Mamaş'a gelirdi. Amcası Revânî'nin dizinin
dibinden ayrılmazdı. Bağlama öğrenmeye o günlerde başlamıştı. Kendisinin de
söylediği gibi, çok güzel tırpan biçerdi. Yaptığı her işi sağlam yapardı, iyi
yapardı. Bütün köyü hayran bırakırdı. Köyden düzenli eğitim zincirinde yerini
alan iki kişiden biriydi. Yaşıtı yine bir assubay çocuğu Ziya Sönmez'le
birlikte liseyi bitiren ilk kişi de o olacaktı. Sonsuz bir koşuya yarış atı
gibi hazırlanmıştı. Onun başarılı olacağına çevrede tanıyanlar kesin gözüyle
bakıyorlardı. Giderek yaptıklarıyla ünü artıyordu. 1989 yılında Kuveyt'te
dünyanın en büyük işini almıştı. Ardından Kuveyt'in işgali ile bu iş çöktü. Ama
Ali Rıza Bozkurt yine ayakta kalmayı başardı. Şimdi gazetelerde Türkistan'da
gözüküyordu.
Ali
Rıza Bozkurt'un öyküsünü kitabı baskıya vereceğim günlerde ekledim. İlerde
zaman bulursam tüm bu Türkmen ailesinin soykütüğünü yazacağım. Öykümüzün
kişileri orda daha belirginleşecek. Rejisör Tanyeli Bozkurt -Ali Rıza Bozkurt'un
büyük kızıdır- yazar, Fuat Bozkurt ve yeni kuşaklar anlatılacak. Müthiş Türk,
Ali Rıza Bozkurt'un deyişleri eklenecek. Öykümüzü -şimdilik- diyerek, bir anı
ile burda noktalayacağız:
70'li
yılların başları. Ali Rıza Bozkurt ailesi ile Ankara Kavaklıdere'de oturuyor.
Ama Mamaşlılar ve akrabaları Tuzluçayır'da gecekondularda yaşıyorlar.
Günlerden bir gün Bozkurt ailesi Tuzluçayır'daki köylülerini ziyarete geliyor.
Eş-dost, yakınlar Tanyeli'yi el üstünde tutuyorlar. Yaşıtı, Mamaşlı Reyhan
Yağcı, Tanyeli ile gecekondular arasında gezmeye çıkıyor. Bu gezme sırasında
Tanyeli arkadaşına çok gizli bir sırrını anlatıyor: Tuzluçayır'ı çok sevdiğini
söylüyor. Babası çok para kazandığında kendilerinin de bir gecekondu satın
alacaklarını bildiriyor! Aradan yıllar geçti ve Ali Rıza Bozkurt çok zengin
oldu. Ama, hâlâ Tuzluçayır'da Tanyeli'nin düşlerini süsleyen o gecekondu
alınmadı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder