Yayında Olan Eserlerim

25 Kasım 2017 Cumartesi

Söğüdün Gölgesinde 7

7.
Paşa, Sivas’a Gelmiş
Kurt Veli, Bakü’den yaya olarak Mamaş’a ulaştığında ülkede devlet diye bir şey kalmamıştı. Sivas’ta top kamaları İngiliz’e-Fransız’a teslim ediliyordu. Aradan birkaç ay geçti geçmedi, Mustafa Kemal Paşa diye bir paşanın Sivas’a geldiği haberi köyde yayıldı. Paşa asker topluyor, Seferberliğin kılıç artığı askerlerini yeniden göreve çağırıyordu.
Köyde yeniden seferberlik heberi korkular yaratırken Paşanın adını duyan Hasan Kâhya’nin gözleri parladı. Paşa, kendisinin 1905’te Şam’da tanıdığı Kolağası Mustafa Kemal Beydi!
Hasan Kâhya, köyün en ilginç yaşlılarındandı.
Uzun süren askerliğini Suriye’de yapmış, Halep, Şam, Hama, Lazkiye’de bulunmuş, o yörede gezip görmediği yer kalmamıştı. Köyde bol bol askerlik anılarını anlatır, herkesi ağzına baktırırdı. Halep çarşısını öve öve bitiremez, Halep’i hiç görmediği İstanbul’la karşılaştırır, Halep’in daha zengin olduğunu söyler, “İstanbul yıkılsa Halep, onu yaptırır, ama Halep, yıkılsa İstanbul, Halep’i yaptıramaz” diye Halep’i anlatırdı. Bu nedenle köyde adı Halep’le özdeşleşmişti. Bir gün çocuklar birbirine bilmece sorarken çocuğun biri karşıdakine “Buradan vurdum kılıcı, Halep’ten çıktı bir ucu” diye sorunca kaşısındaki çocuk “Bunu bilmeyecek ne var? Hasan Kâhya” diye yanıt vermişti.
1919 yılına gelindiğinde Hasan Kâhya, köyde kalan az sayıdaki koca kortudan biriydi ve uzun askerlik süresi yüzünden gecikmeli doğan çocuklarını büyütüyor, yeni filizlenen kuşağa anılarını anlatıyor, ilginç benzetme, yalın sözlerle çevrede hayranlık uyandırıyordu. O günlerde seferberlik bitmiş, ordu dağılmış, ne askerlik ne de savaş kalmıştı. Dört yıl süren savaşın kılıç artığı askerler, bir deri bir kemik birer ikişer dönerken Musafa Kemal adını duyan Hasan Kâhya, Sivas’ın yolunu tuttu.
Hasan Kâhya işin en yoğun olduğu dönemde işi gücü bırakıp yirmi dört saat süren yayan yolculukla Sivas’a vardı. Paşa’ya ulaşıp hizmetine girmek istediğini söyledi. Bu eski gazinin kendisini bulması, böylesine bir vefa örneği sergilemesi Paşa’yı duygulandırdı. İşte Türk halkı buydu. Onun hamuru değil, hamur ustası kötüydü. En iyi gereç kötü bir ustanın elinde berbat olurdu. Hasan Kâhya’yı yanına aldı ve en güvendiği kişi oldu.
Paşa, yaşına başına saygı nedeniyle ona sıradan bir asker gibi davranmıyor, “Hasan Ede” diyerek onurlandırıyordu. Zaten Hasan Kâhya asker de sayılmazdı. O vefalı bir gönüllüydü. Hasan Kâhya, Sivas Lisesinde konaklayan Paşa’nın gölgesi gibi yanından ayrılmıyor, Lisenin kapısında nöbet tutuyor, Paşa’nın her girip çıkışında yarı beline dek uzanan sakalına karşın ayağa kalkıp Paşa’yı selamlıyor, bir emri olup olmadığını soruyordu.
Aynı günlerde Kurt Veli askere alındı.
Paşa, akşam karanlığında valilik binası balkonundan halka çözüm yollarını anlatırken Hasan Kahya, güvenliği sağlama görevi ile halkın arasında bulunuyordu. Akşam karanlığını aydınlatmak için yanan fenerler ışıkları altında halkın arasında geziniyor, konuşmalara kulak veriyordu.
Paşa’nın söylediklerine kimse inanmış gözükmüyordu. Halk “Bu Paşa ne söylüyor, Devlet mi kaldı ki?” diye söyleniyorlardı. Kurt Veli, O günlerde bir adamla karşılaştı ki, bu adamın dedikleri inanılır gibi değildi. Divriği’nin Norşun köyünden Baytar Musa Rıza Bey, Mustafa Kemal Paşa ile aynı görüşleri paylaşıyordu Asker Kurt Veli’ye şöyle dedi:
“Veli oğlum, yeni bir devir başlıyor. Göreceksin, Mustafa Kemal Paşa, bütün düşmanı kovacak. Devletimiz çok güçlü olacak. Güle güle askere git ve bütün benliğinle savaş. Güzel günler göreceğiz.”
Baytar Musa Rıza Bey’în ilginç bir yaşam öyküsü vardı. Divriği'nin Norşun köyünde doğmuş, anasının doğumda ölümü üzerine, bakacak kimse olmadığı için bebekken İstanbul'da bulunan dayısının yanına gönderilmişti. Komser olan dayısının yanında askeri baytar mektebinde yüksek öğretimini yapmış baytar olmuştu. Anası yaşasa bir köylü olarak yaşam koşusunu sürüdürecekken, sahipsiz olduğu için ilk veternerlerden olmuştu. Kuşağının çoğunda olduğu gibi ateşli bir Türkçü olarak yetişmiş, daha ilk günlerde Kuvvayı Milliye içinde yer almıştı. 1919 son yazında Musa Rıza Bey, Sivas’ta Kurt Veli’yle böylesine bir geçmişle ve ulusal bilinçle konuşuyordu. Bu sözler Kurt Veli’nin kulağında bütün yaşam boyu küpe olacak söz olarak kaldı
Kurt Veli aynı günlerde köylüsü Hasan Kâhya’yı teneke ile lise binasına su taşırken görüyor, ak sakalı Hasan Kâhyaya gülümseyerek selam veriyor, hal hatır ediyordu.
Hasan Kâhya bitimsiz bağlılıkla Paşaya hizmetini sürdürüyor, Paşa’nın kahvesini götürüyor, her girip çıkışında ayağa kalkıp selamlıyor, bir emri olup olmadığını soruyordu. Ama Paşa bir çıkışında onu kapı önünde dalgın oturuken buldu. Hasan Kâhya Paşanın çıktığını fark etmediği için ayağa kalkıp selam vermemişti. Mustafa Kemal Paşa anında bu dalgınlığı sezdi, nedenini sordu.
“Hasan Ede neyin var? Nedir bu düşünceli halin?”
Hasan Kâhya, sevgili paşasına söylemeye utandığı sorununu anlatmak zorunda kaldı. Köyden çağrılmıştı, köyde işlerin yoğun olduğu için, kendine gereksinim duyulmuştu. Sevgili Paşasına durumu nasıl söyleyeceğini bilmiyordu. Dalgınlığı ve düşüngüsü bu yüzdendi.
Paşa anında durumu anladı.
“Peki, Hasan Ede, köyüne git işine bak, çoluğunun çocuğunun geçimini sağla. Ama şunu unutma. Ben, Ankara’da bir hükümet kuracağım, oraya gel. Sen orada da hizmetimde, yanımda ol” diye Paşa, Hasan Kâhyaya izin verdi. Ayrılmadan önce de anı olarak saklaması dileğiyle özgün bir kemer hediye etti.
Böyle bir vedanın ardından Hasan Kâhya Mamaş’a dönüp günlük yaşamını sürdürdü. Bıçak değmemiş aksakalıyla kağnısına sap yüklüyor, harmanda döven döndürüyor, harman savuruyor, saman taşıyor, küçük dünyasında çocuklarının geçimini sağlıyordu.
Herkesin savaştan nefret edip kaçtığı günlerde seferberlik gazileri yeniden askere alınırken, köyden yaşı onaltıyı yeni bulan bir yeniyetme savaşa gönüllü katılmak istedi. Bu daha sonra “Gönüllü Ali” adı ile anılacak Hostagilin Ali’ydi. Bu savaşın yurt savunması savaşı olduğunu söylemişlerdi ve bu saf Mamaşlı yeniyetme yurt savunmasına gönüllü katılmak istiyordu. Yaşı ve boyunun küçüklüğüne karşın isteği kabul edilip askere alındı. Komşusu Kurt Veli, Kanber gibi o da süvari olarak savaşacaktı.
Ve cepheye yolculuk başladı. Köyde ne kadar eli silah tutan varsa, vatan savunması yola çıkıyordu. Askere yolcu eski bir gelenekti. Hemen her evden bir kişi askere alınmıştı. Evlerde ne var ne yoksa ortaya kondu, katmerler, çörekler yapıldı. Analar kızlar temiz giysilerini giyindi. Yaşlı büyükler önde topluca köyün çıkışına kadar gidildi, dualar ve gözyaşları arasında gençler yolcu edildi.
Köylede asker kaçağı kalmamış, eşkıyalık bitmiş, güvenlik sağamıştı, Ne var ki, ülkenin can çekiştirdiği o günlerde Koçgiri aşireti ayaklandı. İmranlı’da başlayan kalkışma doğuda Dersim’e Güneyde Malatya’ya doğru yayılma çabasındaydı. Yıllardır dağlara sığınmış kitle otorite boşluğunda kendi kimliğini bulmaya çalışıyordu. Kürt beylerin başlattığı ayaklanma Türkmen Alevileri de yanına çekip genişlemeyi amaçlıyordu. Ne getireceği bilinmeyen ayaklanma günlerinde Kurt Veli ve Mamaşlı askerler Batıda Yunan’a karşı ölüm kalım savaşı veriyorlardı. Artçı olarak Sakarya’ya doğru çekilen ulusal güçlerin güvenliğini sağlarken Yunan ilerleyişini yavaşlatıyorlardı. Nazım Bey adlı bir subay şehit düşmüş, komutan sabaha kadar ağlamıştı. Bu ortamda Kürt beyleri birtakım kışkırtmalarla cepheyi uğraştırıyorlardı.
Kurt Veli, Koçgiri ayaklanamsını duyunca babası Ali Efendiyi mektupla uyarma gereğini duydu. Türkmen Aleviler kesinlikle bu ayaklanmada yer almamalıydı.
1921 yılının kapalı sisli ilkyazında kimin ne olduğu, ne istediği belli değildi. Osmanlı’ya olan tepki nedeniyle birkaç Türk Alevi köyü de harekete katılma eğilimindeydi. Derken, Karanlık köyünden tanıdık bir Alevi, omuzunda sırımlı tüfekle, Koçgiri öncüsü olarak Ali Efendiyi ziyarete geldi. Ali Efendinin desteğini istedi. Koçgiri fedaisi kapıdan Ali Efendi’ye sordu:
“Dede, kimden yanasın? Hükümetten mi? Bizden mi?”
Ali Efendi, adamın perişan haline bakıp gülümsedi. İçinde “Şunlardan devlet olacak ha” diye geçirdi. Umursamaz biçimde yalın bir yanıt verdi:
“Kim Kangal Çayı'nın bu yanına geçerse ondan yanayım!”
Aynı günlerde Kurt Veli, Gönüllü Ali Çavuş ve Kanber Çavuş’un içinde bulunduğu Süvari birliği Yunan ilerleyişini yavaşlatarak Sakarya’ay doğru çekiliyordu.
Gönüllü Ali deli dolu, pırıl pırıl bir adamdı. Yaptığına önem vermezdi. Ölüm duygusuna ilgisiz ve bilgisizdi. Ölümü yaşamak gibi doğal bir olgu sayardı. Kendine verilen ala ata kendi yaşamından çok önem verir, en iyi biçimde besler, bakardı. Bir süvari için at, yaşam demekti. Cılız bedeni ile atın üzerinde düşmanı gözetlemek için düşman siperlerine yaklaşır,  komutanlara bilgi iletirdi.
Ordunun Sakarya ırmağı gerisine çekilişi sırasında süvari birliğine Yunan ilerleyişini yavaşlatıp zaman kazanma görevi verilmişti. Bu çekiliş sırasında bir defasında cılız bir at üzerindeki Kurt Veli geride kaldı. Yunan birliği, süvarimizi amansız biçimde izliyordu. Kurt Veli düşman eline düşmek üzereydi. Gönüllü Ali, köylüsü Kurt Veli’nin arkada kaldığını anlayınca geri dönüp Kurt Veli’yi terkisine aldı, birliğe yetiştirdi. Boş kalan cılız at bir türlü yanlarından ayrılmıyor, onlarla birlikte koşuyordu. At bile Yunan eline düşmek istemiyordu.
Geri çekiliş bin bir güçlükle sürüyordu. Adım adım süren geri çekilme umutsuzluğa neden olmuştu. Gönülgücü çöken bir kısım asker kaçmış tümen zayıflamıştı. Bu umutsuzluk günlerinden bir bozkır akşamında Kurt Veli bir arkadaşı ile olayları değerlendiriyor, askerden kaçmanın anlamsızlığını konuşuyorlardı. Arkadaşı:
“Veli çavuş, savaşta en yüce mertebe şehitlik mertebesidir. Şehitlik mertebesi kutsaldır. Babam Çanakkale'de şehit oldu. İnşallah ben de şehitlik mertebesine erişirim” diye konuştu.
O günün sabahı düşman çemberinde kalmışlardı. Komutan askerlere “birbirinizle helalleşin. Çemberi yarmaya çalışacağız. Ölenlerimiz şehit, kalanlarımız Gazidir” diye seslendi. Bütün erat birbiri ile helalleşti. Beyaz bayrak çekildi. Çembere doğru yaklaşıldı. Ve tam çembere yaklaşıldığı anda “Allah, Allah” bağrışları ile yalın kılıç çembere yüklenildi. Çember yarılmış alay kurtulmuştu, ama onlarca şehit vardı. Kurt Veli’ye akşam şehitlik mertebesinin kutsallığı
nı söyleyen arkadaşı da şehitler arasınday­dı. Kurt Veli, makinalı tüfek başındaki Yunan askerini kılıçla biçip çemberi yarmayı başarmıştı. O yarma harekatı sırasında ön safta hücuma geçen tümen komutanı bir binbaşı şehit düşmüştü. Komutan Fahrettin Paşa, kuşatma sonrası gece sabaha dek o binbaşı için ağlamış, ağlamıştı.
İki yıllık Kurtuluş Savaşı tüm zorluk ve yoğunluğuna karşın, anlamlıydı. Kurt Veli ve askerlerin gözünde Mustafa Kemal Paşa gerçek bir başkomutan olarak benimsenmişti. Beş yıl süren birnci Dünya Savaşı boyunca yaşanan açlık, çıplaklık tüm yokluklara karşın Kurtuluş Savaşında bir gün yaşanmamıştı. Açlık görmemiştir, çıplaklık görmemiştir.
Aylarca süren geri çekilişin ardından yorgun ve bitkin Sakarya önlerine geldiklerinde Mustafa Kemal Paşa gelmiş, süvari alayına şöyle seslenmişti:
“Süvariler, başarı ile görevinizi yerine getirdiniz. Sağolun. Şimdi dinlenmeyi hak ettiniz. Bir hafta dinlenin.”
Doğu cephesinde ne kadar açlık çektiyse, Yunan cephesinde o ölçüde uykusuzluk çekmişti. Doğu cephesinde ekmeğe doyum olmayacağını düşünürdü. Şimdi uykuya da doyum olmayacağını düşünüyordu. Bir hafta uyuyup dinlenmeyi hayal ediyordu ki 24 saat sonra göreve çağrıldı.
“Süvariler, kalkın. Yunan bozuldu. Peşini bırakmayın!”
Uykuya doyamadan atlarına binmişler Yunan'ı kovalamaya başlamışlardı. Yunan ordusunu tüm ağırlıkları ile Sakarya üzerine kurdukları köprüden karşıya geçerken yakalamışlardı. Yunan askeri donanımını geçirmeye zaman bulamadan köprüyü patlatmış, yakalanmaktan kurtulmuştu. Bu kez de ırmağın kaynağını dolaşmaları buyrulmuştu. Üç gün sonra ırmağın kaynağını dolaşıp Yunan’ı yakaladıklarında Yunan Afyonkarahisar’da korunaklara çekilmişti. Korunaklardan Yunan’ı söküp atmak kolay değildi. Bir yıllık ateşkes dönemi başlıyordu. Kurt Veli şimdi uykuya doyabilirdi.
Bu dinlenme sürecinde gönül gücü iyiden iyiye yükseldi. Askere güven geldi. Mustafa Kemal Paşa’nın cepheyi denetleyip askerle seslenişi unutulur gbi değilidi:
“Askerler, yıllardır cephedesiniz. Ananızdan babanızdan eşinizden kardeşinizden uzaktasınız. Tümümüz aynı durumdayız. Ama bu son savaşaşımız olacak. Ya öleceğiz, ya başaracağız”
Süvari alayının görevi düşmanın arkasına geçip yeniden direniş için düzene girmesine engel olmaktı. O gece yarısı atların ayaklarına keçeler sarıldı, gece yarısı yürüyüşe geçilip engebeli dağ bellerinden Sandıklı’ya varıldı. Artık düşmanın arkasında kalmışlardı. Afyon’un güneyindeki tepelerin düşman tarafından iyice donatılmış olduğunu görüyorlardı. Yunan, yalnız Sinan Paşa ovasına inen bir dağ yolunu önemsemediği için tutmamıştı. Süvari alayı bu patikadan tek sıra halinde ilerleyerek düşman gerilerine iyice sızmayı başardı. Gün boyu sessiz bekleyiş sürereken, Yunan eline düşme korkusu askerin içini ürpertiyordu. An, uzadıkça uzuyor, bir türlü zaman geçmek bilmiyor, cepheden bir haber gelmiyordu. Fahrrettin Paşa askerin tedirginliğini anladı, askere gönülgücünü yükseltmek gerekiyordu.
“Süvariler endişe etmeyin. Ordumuz mutlak Yunan’ı bozacak. Bir uğursuzluk olursa biz çete harbi verir, yine çıkarız, korkmayın.”
Bu konuşma yürekler su serpmişti, ama korku sürüyordu. Sonunda telefon-telsiz düzeneği oluşturuldu, cephe ile bağlantı sağlandı. O anda Fahrettin Paşa’nın çadırından bir çığlık, kutlama sesi yükseldi.
“Ordumuz Yunan’ı bozmuş, Yunan üstümüze geliyormuş!”
Bu muhteşem haber üzerine İzmir demiryolu ve teklefon hattı kesildi, Afyon İzmir arasında Yunan bağlantısı koparıldı.
Gelen emir üzerine Fahri Paşa, Kurt Veli’nin içinde bulunduğu 2. Tümeni Çiğiltepe’ye gönderdi. Tümen Yunan'ın kaçış yollarını kesmişti. Veli Çavuş, şaşırtmak için küçük bir birlikle atışa başladı. Donanımlı Yunan ordusu için bu küçük şaşırtma birliği çerez gibi hedefti. Yunan topçusu yoğun bir grup ateşi ile birliğin ateşine karşılık verdi. Top atışları düzenli biçimde elli altmış metre arkayı dövdü. İkinci bir ateşte bütün birlik yok olacaktı. Fahrettin Paşa yanlış emirden zaten rahatsızdı. “Eyvah, bütün tümen mahvolacak. Bir gönüllü gidip kaçmalarını söylesin” diye emir verdi. Gönüllü Ali Onbaşı, Veli Çavuş olduğu için bu emiri, gönüllü olarak üstlendi. Serseri top atışlarının gelişigüzel sağa sola düştüğü bir ortamda atı ile tepeye ulaşmayı başardı. Vadide yerleşmiş tümene seslendi:
“Veli Çavuş, hemen kaçın!”
Anında atını yüz geri edip birliğine ulaştı. 2. Tümen mevziden çıkıp elli altmış metre uzaklaşmıştı ki, boş korunaklar havaya savruldu. Veli Çavuş, yine yüzde yüz ölümden kurtulmuştu13 .
Yunan kaçıyor, süvari kovalıyordu, yetiştiği yerde vuruyordu. Manisa önlerinde atı tökezledi ve attan yuvarlandı. Yeniden atına binip İzmir’e doğru sürdü.
Kurt Veli, İzmir'e ilk giren askerler arasındaydı. Kafasının içinden bir anda şimşek hızıyla son dört yılı geçti. 1918'de Baku'dan Hazar'ı görmüştü. Şimdi İzmir'den Ege'yi seyrediyordu. Azeri söyleyişi ile “Hazar harda, Ege harda?” dedi. Ve ardından ekledi “Mustafa Kemal Paşa harda, Enver Paşa harda?” Biri Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuştu, öbürü evdeki bulguru kurtarmıştı.
Bakü ile İzmir, ne çok benziyordu birbirine? Güzel kentti İzmir. Savaş bitmişti. Revânî iki madalya kazanmıştı. En güzeli ise kırmızı şeritli İstiklal madalyasıydı.
Şimdi yüzbaşı olarak orduda kalabilirdi. Komutanı da üsteliyip duruyordu.
“Yarın sırımlı çarık ayağını kesecek. Tarlada çiftin arkasında öküzü kovalamakla geçecek yaşamın. Bırak artık dikbaşlığı. Bak savaş bitti. Kal şu İzmir'de!”
Biraz aklı yatmıştı komutanın söylediklerine. Ciddi ciddi orduda kalmayı düşünüyordu ki, kendisi gibi üst çavuş rütbesindeki Kanber geldi:
“Veli, herkes şimdi köyde bulgur öğütüyor, türkü söylüyor­dur, bizim ne işimiz var burada?”
Evet, köyde türkü vardı, cem vardı, söyleşi vardı, anılar vardı. Çocukluk yılları vardı, baba vardı, avrat vardı. Ya İzmir'de ne vardı? Kanber haklıydı. Komutan ne söylediyse kulağına girmedi. Tezkereyi aldığı gibi Mamaş'ın yolunu tuttu.







13 Gerçek adı Ali Palancı olan Gönüllü Ali Çavuş 1950'li yılların or­talarında yoksulluk içinde öldü. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder