7.
Paşa, Sivas’a Gelmiş
Kurt Veli, Bakü’den yaya olarak Mamaş’a
ulaştığında ülkede devlet diye bir şey kalmamıştı. Sivas’ta top kamaları
İngiliz’e-Fransız’a teslim ediliyordu. Aradan birkaç ay geçti geçmedi, Mustafa
Kemal Paşa diye bir paşanın Sivas’a geldiği haberi köyde yayıldı. Paşa asker
topluyor, Seferberliğin kılıç artığı askerlerini yeniden göreve çağırıyordu.
Köyde yeniden seferberlik
heberi korkular yaratırken Paşanın adını duyan Hasan Kâhya’nin gözleri parladı.
Paşa, kendisinin 1905’te Şam’da tanıdığı Kolağası Mustafa Kemal Beydi!
Hasan Kâhya, köyün en
ilginç yaşlılarındandı.
Uzun süren askerliğini
Suriye’de yapmış, Halep, Şam, Hama, Lazkiye’de bulunmuş, o yörede gezip
görmediği yer kalmamıştı. Köyde bol bol askerlik anılarını anlatır, herkesi
ağzına baktırırdı. Halep çarşısını öve öve bitiremez, Halep’i hiç görmediği
İstanbul’la karşılaştırır, Halep’in daha zengin olduğunu söyler, “İstanbul
yıkılsa Halep, onu yaptırır, ama Halep, yıkılsa İstanbul, Halep’i yaptıramaz”
diye Halep’i anlatırdı. Bu nedenle köyde adı Halep’le özdeşleşmişti. Bir gün
çocuklar birbirine bilmece sorarken çocuğun biri karşıdakine “Buradan vurdum
kılıcı, Halep’ten çıktı bir ucu” diye sorunca kaşısındaki çocuk “Bunu
bilmeyecek ne var? Hasan Kâhya” diye yanıt vermişti.
1919 yılına gelindiğinde
Hasan Kâhya, köyde kalan az sayıdaki koca kortudan biriydi ve uzun askerlik
süresi yüzünden gecikmeli doğan çocuklarını büyütüyor, yeni filizlenen kuşağa
anılarını anlatıyor, ilginç benzetme, yalın sözlerle çevrede hayranlık
uyandırıyordu. O günlerde seferberlik bitmiş, ordu dağılmış, ne askerlik ne de
savaş kalmıştı. Dört yıl süren savaşın kılıç artığı askerler, bir deri bir
kemik birer ikişer dönerken Musafa Kemal adını duyan Hasan Kâhya, Sivas’ın
yolunu tuttu.
Hasan Kâhya işin en yoğun
olduğu dönemde işi gücü bırakıp yirmi dört saat süren yayan yolculukla Sivas’a
vardı. Paşa’ya ulaşıp hizmetine girmek istediğini söyledi. Bu eski gazinin
kendisini bulması, böylesine bir vefa örneği sergilemesi Paşa’yı duygulandırdı.
İşte Türk halkı buydu. Onun hamuru değil, hamur ustası kötüydü. En iyi gereç
kötü bir ustanın elinde berbat olurdu. Hasan Kâhya’yı yanına aldı ve en
güvendiği kişi oldu.
Paşa, yaşına başına saygı
nedeniyle ona sıradan bir asker gibi davranmıyor, “Hasan Ede” diyerek
onurlandırıyordu. Zaten Hasan Kâhya asker de sayılmazdı. O vefalı bir
gönüllüydü. Hasan Kâhya, Sivas Lisesinde konaklayan Paşa’nın gölgesi gibi
yanından ayrılmıyor, Lisenin kapısında nöbet tutuyor, Paşa’nın her girip
çıkışında yarı beline dek uzanan sakalına karşın ayağa kalkıp Paşa’yı
selamlıyor, bir emri olup olmadığını soruyordu.
Aynı günlerde Kurt Veli
askere alındı.
Paşa, akşam karanlığında
valilik binası balkonundan halka çözüm yollarını anlatırken Hasan Kahya,
güvenliği sağlama görevi ile halkın arasında bulunuyordu. Akşam karanlığını
aydınlatmak için yanan fenerler ışıkları altında halkın arasında geziniyor,
konuşmalara kulak veriyordu.
Paşa’nın söylediklerine
kimse inanmış gözükmüyordu. Halk “Bu Paşa ne söylüyor, Devlet mi kaldı ki?”
diye söyleniyorlardı. Kurt Veli, O günlerde bir adamla karşılaştı ki, bu adamın
dedikleri inanılır gibi değildi. Divriği’nin Norşun köyünden Baytar Musa Rıza
Bey, Mustafa Kemal Paşa ile aynı görüşleri paylaşıyordu Asker Kurt Veli’ye
şöyle dedi:
“Veli oğlum, yeni bir
devir başlıyor. Göreceksin, Mustafa Kemal Paşa, bütün düşmanı kovacak.
Devletimiz çok güçlü olacak. Güle güle askere git ve bütün benliğinle savaş.
Güzel günler göreceğiz.”
Baytar Musa Rıza Bey’în
ilginç bir yaşam öyküsü vardı. Divriği'nin Norşun köyünde doğmuş, anasının
doğumda ölümü üzerine, bakacak kimse olmadığı için bebekken İstanbul'da bulunan
dayısının yanına gönderilmişti. Komser olan dayısının yanında askeri baytar
mektebinde yüksek öğretimini yapmış baytar olmuştu. Anası yaşasa bir köylü
olarak yaşam koşusunu sürüdürecekken, sahipsiz olduğu için ilk veternerlerden
olmuştu. Kuşağının çoğunda olduğu gibi ateşli bir Türkçü olarak yetişmiş, daha
ilk günlerde Kuvvayı Milliye içinde yer almıştı. 1919 son yazında Musa Rıza
Bey, Sivas’ta Kurt Veli’yle böylesine bir geçmişle ve ulusal bilinçle
konuşuyordu. Bu sözler Kurt Veli’nin kulağında bütün yaşam boyu küpe olacak söz
olarak kaldı
Kurt Veli aynı günlerde
köylüsü Hasan Kâhya’yı teneke ile lise binasına su taşırken görüyor, ak sakalı
Hasan Kâhyaya gülümseyerek selam veriyor, hal hatır ediyordu.
Hasan Kâhya bitimsiz
bağlılıkla Paşaya hizmetini sürdürüyor, Paşa’nın kahvesini götürüyor, her girip
çıkışında ayağa kalkıp selamlıyor, bir emri olup olmadığını soruyordu. Ama Paşa
bir çıkışında onu kapı önünde dalgın oturuken buldu. Hasan Kâhya Paşanın
çıktığını fark etmediği için ayağa kalkıp selam vermemişti. Mustafa Kemal Paşa
anında bu dalgınlığı sezdi, nedenini sordu.
“Hasan Ede neyin var?
Nedir bu düşünceli halin?”
Hasan Kâhya, sevgili
paşasına söylemeye utandığı sorununu anlatmak zorunda kaldı. Köyden
çağrılmıştı, köyde işlerin yoğun olduğu için, kendine gereksinim duyulmuştu.
Sevgili Paşasına durumu nasıl söyleyeceğini bilmiyordu. Dalgınlığı ve düşüngüsü
bu yüzdendi.
Paşa anında durumu anladı.
“Peki, Hasan Ede, köyüne
git işine bak, çoluğunun çocuğunun geçimini sağla. Ama şunu unutma. Ben,
Ankara’da bir hükümet kuracağım, oraya gel. Sen orada da hizmetimde, yanımda ol”
diye Paşa, Hasan Kâhyaya izin verdi. Ayrılmadan önce de anı olarak saklaması
dileğiyle özgün bir kemer hediye etti.
Böyle bir vedanın ardından
Hasan Kâhya Mamaş’a dönüp günlük yaşamını sürdürdü. Bıçak değmemiş aksakalıyla
kağnısına sap yüklüyor, harmanda döven döndürüyor, harman savuruyor, saman
taşıyor, küçük dünyasında çocuklarının geçimini sağlıyordu.
Herkesin
savaştan nefret edip kaçtığı günlerde seferberlik gazileri yeniden askere
alınırken, köyden yaşı onaltıyı yeni bulan bir yeniyetme savaşa gönüllü
katılmak istedi. Bu daha sonra “Gönüllü Ali” adı ile anılacak Hostagilin
Ali’ydi. Bu savaşın yurt savunması savaşı olduğunu söylemişlerdi ve bu saf
Mamaşlı yeniyetme yurt savunmasına gönüllü katılmak istiyordu. Yaşı ve boyunun
küçüklüğüne karşın isteği kabul edilip askere alındı. Komşusu Kurt Veli, Kanber
gibi o da süvari olarak savaşacaktı.
Ve
cepheye yolculuk başladı. Köyde ne kadar eli silah tutan varsa, vatan savunması
yola çıkıyordu. Askere yolcu eski bir gelenekti. Hemen her evden bir kişi
askere alınmıştı. Evlerde ne var ne yoksa ortaya kondu, katmerler, çörekler
yapıldı. Analar kızlar temiz giysilerini giyindi. Yaşlı büyükler önde topluca
köyün çıkışına kadar gidildi, dualar ve gözyaşları arasında gençler yolcu
edildi.
Köylede asker
kaçağı kalmamış, eşkıyalık bitmiş, güvenlik sağamıştı, Ne var ki, ülkenin can
çekiştirdiği o günlerde Koçgiri aşireti ayaklandı. İmranlı’da başlayan kalkışma
doğuda Dersim’e Güneyde Malatya’ya doğru yayılma çabasındaydı. Yıllardır
dağlara sığınmış kitle otorite boşluğunda kendi kimliğini bulmaya çalışıyordu.
Kürt beylerin başlattığı ayaklanma Türkmen Alevileri de yanına çekip
genişlemeyi amaçlıyordu. Ne getireceği bilinmeyen ayaklanma günlerinde Kurt
Veli ve Mamaşlı askerler Batıda Yunan’a karşı ölüm kalım savaşı veriyorlardı.
Artçı olarak Sakarya’ya doğru çekilen ulusal güçlerin güvenliğini sağlarken
Yunan ilerleyişini yavaşlatıyorlardı. Nazım Bey adlı bir subay şehit düşmüş,
komutan sabaha kadar ağlamıştı. Bu ortamda Kürt beyleri birtakım kışkırtmalarla
cepheyi uğraştırıyorlardı.
Kurt Veli,
Koçgiri ayaklanamsını duyunca babası Ali Efendiyi mektupla uyarma gereğini
duydu. Türkmen Aleviler kesinlikle bu ayaklanmada yer almamalıydı.
1921 yılının
kapalı sisli ilkyazında kimin ne olduğu, ne istediği belli değildi. Osmanlı’ya
olan tepki nedeniyle birkaç Türk Alevi köyü de harekete katılma eğilimindeydi.
Derken, Karanlık köyünden tanıdık bir Alevi, omuzunda sırımlı tüfekle, Koçgiri
öncüsü olarak Ali Efendiyi ziyarete geldi. Ali Efendinin desteğini istedi.
Koçgiri fedaisi kapıdan Ali Efendi’ye sordu:
“Dede, kimden
yanasın? Hükümetten mi? Bizden mi?”
Ali Efendi,
adamın perişan haline bakıp gülümsedi. İçinde “Şunlardan devlet olacak ha” diye
geçirdi. Umursamaz biçimde yalın bir yanıt verdi:
“Kim Kangal
Çayı'nın bu yanına geçerse ondan yanayım!”
Aynı
günlerde Kurt Veli, Gönüllü Ali Çavuş ve Kanber Çavuş’un içinde bulunduğu
Süvari birliği Yunan ilerleyişini yavaşlatarak Sakarya’ay doğru çekiliyordu.
Gönüllü Ali deli dolu,
pırıl pırıl bir adamdı. Yaptığına önem vermezdi. Ölüm duygusuna ilgisiz ve bilgisizdi.
Ölümü yaşamak gibi doğal bir olgu sayardı. Kendine verilen ala ata kendi
yaşamından çok önem verir, en iyi biçimde besler, bakardı. Bir süvari için at, yaşam demekti. Cılız bedeni ile atın
üzerinde düşmanı gözetlemek için düşman siperlerine yaklaşır, komutanlara bilgi iletirdi.
Ordunun
Sakarya ırmağı gerisine çekilişi sırasında süvari birliğine Yunan ilerleyişini
yavaşlatıp zaman kazanma görevi verilmişti. Bu çekiliş sırasında bir defasında
cılız bir at üzerindeki Kurt Veli geride kaldı. Yunan birliği, süvarimizi
amansız biçimde izliyordu. Kurt Veli düşman eline
düşmek üzereydi. Gönüllü Ali, köylüsü Kurt Veli’nin arkada kaldığını anlayınca
geri dönüp Kurt Veli’yi terkisine aldı, birliğe yetiştirdi. Boş kalan cılız at
bir türlü yanlarından ayrılmıyor, onlarla birlikte koşuyordu. At bile Yunan
eline düşmek istemiyordu.
Geri
çekiliş bin bir güçlükle sürüyordu. Adım adım süren geri çekilme
umutsuzluğa neden olmuştu. Gönülgücü çöken bir
kısım asker kaçmış tümen zayıflamıştı. Bu umutsuzluk günlerinden bir
bozkır akşamında Kurt Veli bir arkadaşı ile olayları değerlendiriyor, askerden
kaçmanın anlamsızlığını konuşuyorlardı. Arkadaşı:
“Veli çavuş, savaşta en yüce mertebe şehitlik mertebesidir.
Şehitlik mertebesi kutsaldır. Babam Çanakkale'de şehit oldu. İnşallah ben de
şehitlik mertebesine erişirim” diye konuştu.
O günün sabahı düşman çemberinde kalmışlardı. Komutan
askerlere “birbirinizle helalleşin. Çemberi yarmaya çalışacağız. Ölenlerimiz
şehit, kalanlarımız Gazidir” diye seslendi. Bütün erat birbiri ile helalleşti.
Beyaz bayrak çekildi. Çembere doğru yaklaşıldı. Ve tam çembere yaklaşıldığı
anda “Allah, Allah” bağrışları ile yalın kılıç çembere yüklenildi. Çember
yarılmış alay kurtulmuştu, ama onlarca şehit vardı. Kurt Veli’ye akşam şehitlik
mertebesinin kutsallığı
nı söyleyen arkadaşı da şehitler arasındaydı. Kurt Veli,
makinalı tüfek başındaki Yunan askerini kılıçla biçip çemberi yarmayı
başarmıştı. O yarma harekatı sırasında ön safta hücuma geçen tümen komutanı bir
binbaşı şehit düşmüştü. Komutan Fahrettin Paşa, kuşatma sonrası gece sabaha dek
o binbaşı için ağlamış, ağlamıştı.
İki yıllık Kurtuluş Savaşı tüm zorluk ve yoğunluğuna karşın,
anlamlıydı. Kurt Veli ve askerlerin gözünde Mustafa Kemal Paşa gerçek bir
başkomutan olarak benimsenmişti. Beş yıl süren birnci Dünya Savaşı boyunca
yaşanan açlık, çıplaklık tüm yokluklara karşın Kurtuluş Savaşında bir gün yaşanmamıştı.
Açlık görmemiştir, çıplaklık görmemiştir.
Aylarca süren geri çekilişin ardından yorgun ve bitkin
Sakarya önlerine geldiklerinde Mustafa Kemal Paşa gelmiş, süvari alayına şöyle
seslenmişti:
“Süvariler, başarı ile görevinizi yerine getirdiniz. Sağolun.
Şimdi dinlenmeyi hak ettiniz. Bir hafta dinlenin.”
Doğu cephesinde ne kadar açlık çektiyse, Yunan cephesinde o
ölçüde uykusuzluk çekmişti. Doğu cephesinde ekmeğe doyum olmayacağını düşünürdü.
Şimdi uykuya da doyum olmayacağını düşünüyordu. Bir hafta uyuyup dinlenmeyi
hayal ediyordu ki 24 saat sonra göreve çağrıldı.
“Süvariler, kalkın. Yunan bozuldu. Peşini bırakmayın!”
Uykuya doyamadan atlarına binmişler Yunan'ı kovalamaya
başlamışlardı. Yunan ordusunu tüm ağırlıkları ile Sakarya üzerine kurdukları köprüden
karşıya geçerken yakalamışlardı. Yunan askeri donanımını geçirmeye zaman
bulamadan köprüyü patlatmış, yakalanmaktan kurtulmuştu. Bu kez de ırmağın
kaynağını dolaşmaları buyrulmuştu. Üç gün sonra ırmağın kaynağını dolaşıp
Yunan’ı yakaladıklarında Yunan Afyonkarahisar’da korunaklara çekilmişti.
Korunaklardan Yunan’ı söküp atmak kolay değildi. Bir yıllık ateşkes dönemi
başlıyordu. Kurt Veli şimdi uykuya doyabilirdi.
Bu dinlenme sürecinde gönül gücü iyiden iyiye yükseldi.
Askere güven geldi. Mustafa Kemal Paşa’nın cepheyi denetleyip askerle seslenişi
unutulur gbi değilidi:
“Askerler, yıllardır cephedesiniz. Ananızdan babanızdan
eşinizden kardeşinizden uzaktasınız. Tümümüz aynı durumdayız. Ama bu son
savaşaşımız olacak. Ya öleceğiz, ya başaracağız”
Süvari alayının görevi düşmanın arkasına geçip yeniden
direniş için düzene girmesine engel olmaktı. O gece yarısı atların ayaklarına
keçeler sarıldı, gece yarısı yürüyüşe geçilip engebeli dağ bellerinden
Sandıklı’ya varıldı. Artık düşmanın arkasında kalmışlardı. Afyon’un güneyindeki
tepelerin düşman tarafından iyice donatılmış olduğunu görüyorlardı. Yunan,
yalnız Sinan Paşa ovasına inen bir dağ yolunu önemsemediği için tutmamıştı.
Süvari alayı bu patikadan tek sıra halinde ilerleyerek düşman gerilerine iyice
sızmayı başardı. Gün boyu sessiz bekleyiş sürereken, Yunan eline düşme korkusu
askerin içini ürpertiyordu. An, uzadıkça uzuyor, bir türlü zaman geçmek
bilmiyor, cepheden bir haber gelmiyordu. Fahrrettin Paşa askerin tedirginliğini
anladı, askere gönülgücünü yükseltmek gerekiyordu.
“Süvariler endişe etmeyin. Ordumuz mutlak Yunan’ı bozacak.
Bir uğursuzluk olursa biz çete harbi verir, yine çıkarız, korkmayın.”
Bu konuşma yürekler su serpmişti, ama korku sürüyordu.
Sonunda telefon-telsiz düzeneği oluşturuldu, cephe ile bağlantı sağlandı. O
anda Fahrettin Paşa’nın çadırından bir çığlık, kutlama sesi yükseldi.
“Ordumuz Yunan’ı bozmuş, Yunan üstümüze geliyormuş!”
Bu muhteşem haber üzerine İzmir demiryolu ve teklefon hattı
kesildi, Afyon İzmir arasında Yunan bağlantısı koparıldı.
Gelen emir üzerine Fahri Paşa, Kurt Veli’nin içinde bulunduğu
2. Tümeni Çiğiltepe’ye gönderdi. Tümen Yunan'ın kaçış yollarını kesmişti. Veli
Çavuş, şaşırtmak için küçük bir birlikle atışa başladı. Donanımlı Yunan ordusu
için bu küçük şaşırtma birliği çerez gibi hedefti. Yunan topçusu yoğun bir grup
ateşi ile birliğin ateşine karşılık verdi. Top atışları düzenli biçimde elli
altmış metre arkayı dövdü. İkinci bir ateşte bütün birlik yok olacaktı.
Fahrettin Paşa yanlış emirden zaten rahatsızdı. “Eyvah, bütün tümen mahvolacak.
Bir gönüllü gidip kaçmalarını söylesin” diye emir verdi. Gönüllü Ali Onbaşı,
Veli Çavuş olduğu için bu emiri, gönüllü olarak üstlendi. Serseri top
atışlarının gelişigüzel sağa sola düştüğü bir ortamda atı ile tepeye ulaşmayı
başardı. Vadide yerleşmiş tümene seslendi:
“Veli Çavuş, hemen kaçın!”
Anında atını yüz geri edip birliğine ulaştı. 2. Tümen
mevziden çıkıp elli altmış metre uzaklaşmıştı ki, boş korunaklar havaya
savruldu. Veli Çavuş, yine yüzde yüz ölümden kurtulmuştu13 .
Yunan kaçıyor, süvari kovalıyordu, yetiştiği yerde vuruyordu.
Manisa önlerinde atı tökezledi ve attan yuvarlandı. Yeniden atına binip İzmir’e
doğru sürdü.
Kurt Veli, İzmir'e ilk giren askerler arasındaydı. Kafasının
içinden bir anda şimşek hızıyla son dört yılı geçti. 1918'de Baku'dan Hazar'ı
görmüştü. Şimdi İzmir'den Ege'yi seyrediyordu. Azeri söyleyişi ile “Hazar
harda, Ege harda?” dedi. Ve ardından ekledi “Mustafa Kemal Paşa harda, Enver
Paşa harda?” Biri Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuştu, öbürü evdeki
bulguru kurtarmıştı.
Bakü ile İzmir, ne çok benziyordu birbirine? Güzel kentti
İzmir. Savaş bitmişti. Revânî iki madalya kazanmıştı. En güzeli ise kırmızı
şeritli İstiklal madalyasıydı.
Şimdi yüzbaşı olarak orduda kalabilirdi. Komutanı da üsteliyip
duruyordu.
“Yarın sırımlı çarık ayağını kesecek. Tarlada çiftin
arkasında öküzü kovalamakla geçecek yaşamın. Bırak artık dikbaşlığı. Bak savaş
bitti. Kal şu İzmir'de!”
Biraz aklı yatmıştı komutanın söylediklerine. Ciddi ciddi
orduda kalmayı düşünüyordu ki, kendisi gibi üst çavuş rütbesindeki Kanber
geldi:
“Veli, herkes şimdi köyde bulgur öğütüyor, türkü söylüyordur,
bizim ne işimiz var burada?”
Evet, köyde türkü vardı, cem vardı, söyleşi vardı, anılar
vardı. Çocukluk yılları vardı, baba vardı, avrat vardı. Ya İzmir'de ne vardı?
Kanber haklıydı. Komutan ne söylediyse kulağına girmedi. Tezkereyi aldığı gibi
Mamaş'ın yolunu tuttu.
13 Gerçek adı Ali Palancı olan Gönüllü Ali Çavuş 1950'li yılların ortalarında
yoksulluk içinde öldü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder