Yayında Olan Eserlerim

25 Kasım 2017 Cumartesi

Söğüdün Gölgesinde 4

4.
Osman Ağanın Devleti
Savaşın başlaması ile yaşamda çöküntü olmuştu. Önce eli iş tutan tüm erkekler askere alındı. Köyde yalnız kadın, çocuk ve birkaç koca kortu erkek kaldı. Bunu tahıl ve hayvanların toplanması izledi.
Tarlalar ekilmez, çayırlar biçilmez olmuş, açlık ortalığı sarmıştı. Zamanın acımasız koşullarına karşı, insan soyu direnmek ve soyunu sürdürmek zorundaydı. İlkel araçlarla yapılan ve zorlu bir insan gücü isteyen işleri bakımsız cılız kadınlar üstlenmek zorunda kalmıştı. Kimi çiftçi kimi çubukçu olmuştu. Böylece üretilecek arpa, buğday, çavdar ile karınlar doyacak, yeni doğmuş bebeklere süt verilebilecekti.
Çok sürmedi, asker kaçakları köyleri doldurmaya başladı. Kaçaklar sürekli, açlıktan ve bakımsızlıktan yakınıyorlardı. O günlerde bir asker kaçağı, toprak damın üzerine çıkmış, eli ceplerinde köye askere erzak götürmek için gelen jandarmaları seyre koyulmuştu.
Tüm gençlerin askere alındığı, köylerde yaşlı ve kadınlardan başka kimsenin kalmadığı, üretimin tümüyle tükendiği günler yaşanıyordu. Köyde kalanlar sürekli orduya gerekli gereci taşıyorlardı. Cepheye iaşe iletilecekti. Dizi tutanlar Kangal'a toplanıyordu. Kangal-Divriği arası askeri donanımı halkın sırtında taşıması gerekiyordu. Ne kadar binek, koşum hayvanı varsa kullanılıyor, genç gelinler, kızlar sırtlarında araç gereç taşıyorlardı.  Osman Ağa savaşa girmişti, ama savaş bir Türk savaşıydı. Kişi başına bir ölçek, bir mucur yükleniyordu. Bu yük Divriği'ye iletiliyordu. Divriği’den sonrası ise Divriği halkının sorunuydu. Ayaklar çarık, şalvar içinde kadınlar yükleniyordu yükü. Karı yararak ilerliyordu topluluk. Kadınlar üst üste uyuyorlar, birbirinin sıcağı ile ısınmak, canlı kalmak istiyorlardı. Bir savanın üzerinde on, on iki kadın uyuyordu. Yol üstünde ölü hayvan leşleri ne bulurlarsa közleyip yiyorlardı. Tuz, ekmek bulmak olanaksızdı. Tuzsuz cıvık un çorbası yapıp yemek bir mutluluk oluyordu. Açlarından köpük kusuyorlardı.
Ali Efendi’nin genç gelini İnsaf, Kara Senem gibi genç yaşlı Mamaş’ın bütün kadınları kızıyla geliniyle Kangal’dan Divriği’ye kadar sırtlarında askere araç gereç, silah taşıyordu
Köyün acıklı durumunu gören asker kaçağı eli ceplerinde damın üzerinden umutsuz bir alaylı bir gülüşle kendi kendine söylendi:
“Yavrum Osman Ağa’nın devleti, kılıcından kan damlıyor! Kadınlar sırtında silah taşıyacak da sen bununla harp kazanacaksın!”
Acıklı durum daha iyi yansıtan bir tümce yok gibiydi. Kağnıların en iyi taşıma aracı olarak kullanıldığı günlerde İpek yolu ile baharat yolunun kesiştiği kesimde bulunan Sivas Malatya arasında akıl almaz süratte araçlar geçiyor, içinde mavi gözlü, kızıl yüzlü bakımlı adamlar gözüküyordu. Bir garip adı olan bu demir yığını araçlar çılgın hızlarla ilerlerken, sırtlarında mermi mühimmat taşıyan kadınlar bir an duruyor, onların geçişini seyre dalıyorlardı. Ve Osman Ağa’nın kılıcından kan damlıyordu.
Tarlalar işlenmez olmuştu. Tüm eli iş tutar erkeği torlayıp toplayıp askere almışlardı. Köyde yalnız yaşlılar, eksik etekler, elinden iş gelmeyen sakatlar kalmıştı. Kadınların kimi çiftçi kimi çubukçu olmuştu.
Köyde kalanlar sürekli orduya gerekli gereci taşıyorlardı. Cepheye iaşe iletilecekti. Dizi tutanlar Kangal'a toplanıyordu. Kişi başına bir ölçek, bir mucur yükleniyordu. Bu yük Divriği'ye iletilecekti. Ayaklar çarık, şalvar içinde kadınlar yükleniyordu yükü. Karı yararak ilerliyordu topluluk. Kadınlar üst üste uyuyorlar, birbirinin sıcağı ile ısınmak, canlı kalmak istiyorlardı. Bir savanın üzerinde on,  on iki kadın uyuyordu. Yol üstünde ölü hayvan leşleri ne bulurlarsa közleyip yiyorlardı. Tuz, ekmek bulmak olanaksızdı. Tuzsuz cıvık herle yapıp yemek bir mutluluk oluyordu. Açlarından köpük kusuyorlardı.
Bu günlerde Mamaş'a yine emir geldi. Bineği olanlar Divriği'ye iaşe taşıyacaklardı. Muhtar, tek öküzü olan Gök Veli'ye gelip damdan bağırdı.
“Hazır ol Veli Ağa sen de iaşe taşıyacaksın!”
Mavi gözlü olduğu için köyde Gök Veli” diye anılan Veli ağa umursamaz biçimde karşılık verdi:
“Olur Muhtar sen var, ben öküzü alır, hemen gelirim.”
Muhtarın uzaklaşmasına kalmadı ki, Gök Veli ahırda kalan tek öküzü kapının önüne çıkardı, bıçağı çaldı. Karısı şaşırmış bağırıyor, öküzün kesilmesine engel olmak istiyordu:
“Dur, herif, kudurdun mu? Ne yapıyorsun?”
Gök Veli, öküzü kesmeyi sürdürürken karşılık verdi:
“Kız avrat, sen karışma, bu öküz ölecek, yanı sıra ben de öleceğim, bırak da şunun etini yiyelim!”
Gök Veli’nin geciktiğini gören muhtar, yeniden damda belirdi.
“Haydi Veli Ağa, öküz hazır mı?”
Gök Veli, kızgın biçimde söylendi:
“Ula Muhtar, aha ben öküzü kestim. Bu yaştan sonra ne silah taşırım ne de yiyecek, Yiğitsen sen de öküzünü kes.”
Ardından dağları eşkıyalar sardı. Asker kaçaklarının kimileri eşkıyaya dönüştü. Eşkıyalar köyleri basıyorlar, ne bulurlarsa alıp gidiyorlardı. Kimse kimseye acımıyordu. Eşkıyalar da bölümlere ayrılmıştı.
İkide bir köyde bir haber yayılıyordu.
“Eşkıya geliyormuş!”
Kadınlar köyü bırakıp dere kıyılarına, mağaralara gizleniyorlar, gizli sığınaklar arıyorlardı. Özellikle akşamüstleri yayılan korkutucu haber dalgası genç kadınları deliye çeviriyordu. Ama karanlık bastıktan sonra nerden sızacağı belli olmayan bu vahşete karşı savunma olanağı kalmıyordu.

Yine böyle korkulu bir söylentinin ardından kadınlar dağa kaçıp dere koyaklarına saklanmışlardı. Sürekli yayılan dedikodulardan yorulan Çeldir lakabıyla anılan Ayşe Metin uyuya kalmış, eşkıyalar köyü bastıklarında eşkıyaların eline düşmüştü. Eşkıyalar, yiyecek içecek ne varsa almışlar, ardından ziynet, para, takı türünden eşyaları vermesini istemişlerdi. Ayşe Karının nesi vardı ki, nesini versin? Ne Ayşe kadında verecek değerli bir eşya, ne de eşkıyada insaf acıma vardı. Bir şeyler sızdırmak için iyice dövmüşler, çenesini kırmışlardı. Kadın bütün yaşam boyu kırık çene ile yaşamak zorunda kalacaktı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder