8.
“Taş Dönmez” Türküsüne Özlem
Kurtuluş savaşının utku ile
bitimi ile askerden köye dönenen gaziler bir bir karşılanırdı. Giderken dönüp
dönmeyeceği bilinmeyen bir anlamda pek dönme olasılığı da olmayan hüzünlü
uğurlamaların yerini dönüşte sevgi ve coşku alırdı. 1922 Yılının o mutlu
güzünde bir bir köyün gençleri karşılanıyor, şenlik düzenleniyordu. Durumu iyi
anabalar kurban kesiyorlardı. Yaşı yirminin üzerinde ne kadar genç varsa
yıllardır savaşıyorlardı. Seferberlik denen ölüm makinası gençleri kıyıp
bitiriyordu. Yıllarca Yemen, köyün gençlerini yiyip bitirmişti. Ardından da
Seferberlik kalanları eritmişti. Şimdi son kılıçartıkları karşılanıyordu. Her
biri deneyimli savaş ustası olmuş, yağız yüzlü genç kuşaktı. Yeniden işe güce
koşacak, düzen kuracaklardı. Köyde on altı, on yedisinde evlenme yaygın olduğu
için çoğunluğu evliydi.
Dönem kış
hazırlıklarının yapıldığı günlere rastlıyordu. Güz ortalarına doğru harmanlar
kalkmış, ürünler derlenmiş, kışa hazırlık son evrelerine gelmişti. Köyde kalan
yaşlılar ve kadınlar son güçlerini kullanarak kış yiyeceğini derlemişlerdi.
Şimdi sıra derlenen ürünün işlenmesi evresine gelinmişti. Kış için aşlık
yapılacaktı. Bulgur türküleri söylemek için köye dönen Kanber Çavuş’un, bulgur
taşını döndürebilmesi için buğdayın uzun bir işlemden geçmesi gerekirdi.
Çok kez
ev dışındaki harmanlara ocaklar kurulur, kocaman kara kazanlar eşilen
tandırlara yerleştirilir, bulgurluk buğday kaynatılıp hedik yapılırdı. Suyun
buharı yavaş yavaş yükselirdi. Giderek su tümden şişen hediğin içinde tükenir.
Kazanın yarı yerine ulaşmayan buğday şiştikçe şişer, kara kazana sığmaz olurdu.
Üzerine doğru toplanır, buğday demlenir, bu sırada gelip geçenlere hedik ikram
edilirdi. Bir süre sonra burda kaynatılmış bulgur koca palazlar üzerine
yayılır, kurutulurdu.
Sokuda
dövüldükten sonra bulgur kepeğinden ayrılırıp kurutulur, bulgurun öğütülmesine
geçiliridi. Komşular bir evde toplanır, küçük el değirmenleri kurulur, türkü
söylenir, küçük el değirmenleri döndürülürdü.
Taş dönmüyor, dönmüyor.
Ağam attan inmiyor.
Ağamın kirli karısı,
Taş dönmezi vermiyor.
Sinilim sinilim varıyor,
Ay kız, sini varıyor
Sinide neler geliyor?
Ağamın kirli karısı
Taş dönmezi vermiyor.
Giden oğlan beri bak
Aldın aklımı bırak
Aferim yar, aferim,
Beni eyledin çırak
Aktır yeleğin oğlan,
Nedir dileğin oğlan?
Üstüne yar seversem,
Ağrır yüreğim oğlan.
Sevgi ve özlem iş türküleri
arasına gizlenmiş olurdu. Binlerce yıllık Anadolu uygarlıklarının kalıntısı iş
türküleri tüm yaşamı kuşatır gibiydi. İş, gece yarılarına dek sürerdi. Bulgur
çekme türküler, anılar arasında biterdi.
1922 güz sonunda bulgurlar çekilirken Ali Efendi’nin
yaşı oldukça ilerlemiş, altmış yediye dayanmıştı. Dört gözle iki oğlunun askerden sağ dönüşünü bekliyordu. Birer ikişer dönen gaziler
arasında oğullarını görme mutluluğu yaşadı.
Gaziler için
dönüş hüzünlü bir mutluluktu. Köyde bir dizi değişiklik olmuş kiminin yaşlı
anası babası ölmüştü.
Askerliğinde büyük
kahramanlıklar gösteren Aşır Çavuş’un dönüşünde hüzünlü olduğunca gülünç
olaylardan biri yaşandı. Karşılanıp evine getirildiğinde babasının nerede
olduğunu sordu. Karşılayanlar “komşuda, şimdi gelecek” diye biraz zaman kazanıp
üzüntüsünü hafifiletmek istedi. “Yok, babam öldü, siz bana söylemiyorsunuz”
diyen Aşır Çavuş, Yaycı dağına doğru koşmaya başladı. Kışın yoğunluğunu
hissettirdiği o günlerde kurtlar açlıktan köyün yakınlarına kadar inerler, ne
bulurlarsa parçalarlardı. Aşır Çavuş böylesine tehlikeli bir dönemde dağa doğru
koşuyordu. “Aşır dağa düştü, kurt parçalayacak” haberi köye yayıldı. Köyde ne
kadar dizi tutan genç varsa Aşırı kurtarmak için ardından koşmaya başladı.
Ulaştıklarında Aşır, köyün kuzeylerine düşen dağa yakın yerdeki kendi
tarlalarının içinde kaynayan bir pınarın başına oturmuş türkü söyleyip
ağlıyordu:
Sılaya vardım ki pederim ölmüş
Pederim ölmüş de haberim yokmuş.
“Aman Aşır, deli misin
nesin, ölenle ölünmez, kendine gel, kalk evine dön.” diye söyleyip eve
getirdiler. Bu olay daha sonraları bir fıkra gibi köyde anlatılacaktı.
Aşır Çavuş, askerliği
sırasında önemli bir ayaklanmayı nasıl bastırdığını bütün içtenliği ile
övünmeden anlatıyordu. Ayaklananlar askeri birliği teslim almış, silahlarını
toplamaya başlamışlar. Aşır Çavuş, tüfeğini namlu eşkıya elebaşına tutarak
uzatmış. Buna sinirlenen elebaşı “Namluyu üzerime doğrultma ulan” diye elindeki
kamçı ile Aşıra vurmuş. O anda Aşır yere düşerken elindeki tüfek patlamış ve
elebaşı ölmüş. Çete reisinin öldüğünü gören eşkıyalar kaçıp dağılmış. Bu önemli
ayaklanmayı bastırdığı için Aşır Çavuşu subay yapmak istemişler. Aşır Çavuş,
ben subaylığı başaramam, bana çavuşluk verin yeter” deyip çavuş rütbesini almış.
Aşır Çavuş, bütün yaşamı
boyu, eşkıya başının vurduğu kamçının yara izini sırtında taşıdı. Her anlatışta
aynı olayı yaşar eşkıya başına küfürler savururdu.
Gençlerin dönüşü ile köyde
düzen yeniden kurulumaya başladı. Tarlalar sürülüyor, bağ bahçe düzene
giriyordu.
Baba Ali Efendi, iyiden
iyiye yaşlanmıştı. Ama çok şükür onu da sağ görebilmişti.
Ülke yeni bir döneme giriyor, yaraların sağalması çabası
veriyordu. Osman Ağanın hükümeti gitmiş Gazinin aydınlık yüzü belirmiş, esenlik
günleri başlamıştı.
Bir güz sabahında baba Ali
Efendi oğul Kurt Veli’ye şöyle seslendi:
“Veli oğlum, bugün bir düş
gördüm.”
“Ede hayrola, anlat
bakalım.”
“Hayra karşı gelesin.
Bizim kızlar beni ziyarete geldi. Önce Güşü ile Güher, sonra Fatma ile Elmas
geldi. Ve ardından bir boz atlı adam gelip beni aldı gitti.”
“Çok güzel görmüşsün ede.”
Kahvaltının ardından Ali
Efendi köyün içinde gezmeye çıktı. Kuşluk zamanı garip biçimde komşu köylere
gelin gitmiş kızlar Baba Ali Efendi'nin söylediği sıra ile bir bir gözükmeye
başladı. Önce Güşü ile Güher geldi. Onları Fatma ile Elmas’ın gelişi izledi.
Her gelen kuşku ile aynı soruyu soruyordu:
“Edem, nasıl, nerede?”
“Çok iyi, köyde gezmede.”
Baba Ali Efendi'nin
sağlığı yerindeydi. Kızlarının endişesine gerek yoktu. Ama kızları düşlerinde edelerini
görmüşler, görmeye gelmişlerdi. Başka bir nedeni yoktu.
Öğle üzeri Ali Efendi eve
geldi. Kızlarıyla topluca yemek yedi. Durumlarını, geçimleri sordu. Geçmişten
anılarından anlattı. Akşam geç saatlere değin söyleşi sürdü. Gecenin ilerleyen
bir saatide ayrı bir odada uyuyan Kurt Veli’yi bacılarından biri uyandırdı:
“Edeme birşey oldu!”
Baba Ali Efendi, cemlerin
yapıldığı eski büyük evlikte yatıyordu. Kurt Veli içeri girdiğinde babası
titriyordu. İyi gelir düşüncesiyle babasına bal şerbeti yaptırdı. Ali Efendi
içti ama titremesi geçmedi. İyiden iyiye yatağa gömüldü. Öleceğini söyledi. Bir
iki vasiyette bulundu. Büyük evliğe toplanan çocukları korkulu gözlerle onu
dinliyorlar,”Ede bir şeyin yok, bizi korkutma” diye teselliye çalışıyorladı ki
Ali Efendi’nin son sözleri içeride yankılandı:
“Ver elini Ya Ali! Ey
Şahımerdan”
Boz atlı adam Ali Efendiyi
alıp sonsuza doğru uçmuştu.
Yaşanan düş müydü, gerçek
miydi?
Kurt Veli, Fazilet
kitabının kıyısına eski yazı ile ölüm gününü yazdı:
“Pederim Ali Efendinin rucu-u vefatı Rumî 1341. (1925) Şah İbrahim Veli
evlatlarından mümin kariyesinden Kurt Velizâde Ali Efendi' nin vefatı
teşrinevvel (ekim).”
Yaşayan üç oğlu
arasında yaratıcı ve etkileyici olan Suzani tapşırması ile deyişler söyleyen
Vahap’tı. Adı Kangal çevresinde “bilgili” olarak anılan iki kişiden biriydi. Kurt Veli ise dedesi
Büyük Kurt Veli’de aldığı dedelik bayrağını sonuna değin o dalgalandıracaktı.
Kurtuluş savaşı sonrasında askerden sağ dönenlerin
öyküleri kendi dünyalarında böylece sürüyordu. Bir de dönemeyenler ya da ölü mü
diri mi olduğu blinmeyenler vardı. Köyde, yakınları komşuları arasında bunların
anıları yaşıyordu. Öyküleri anlatılıyor, yiğitliklerinden söz ediliyordu.
Tokuş Ali bunlardan biriydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder