Yayında Olan Eserlerim

25 Kasım 2017 Cumartesi

Söğüdün Gölgesinde 8

8.
“Taş Dönmez” Türküsüne Özlem

Kurtuluş savaşının utku ile bitimi ile askerden köye dönenen gaziler bir bir karşılanırdı. Giderken dönüp dönmeyeceği bilinmeyen bir anlamda pek dönme olasılığı da olmayan hüzünlü uğurlamaların yerini dönüşte sevgi ve coşku alırdı. 1922 Yılının o mutlu güzünde bir bir köyün gençleri karşılanıyor, şenlik düzenleniyordu. Durumu iyi anabalar kurban kesiyorlardı. Yaşı yirminin üzerinde ne kadar genç varsa yıllardır savaşıyorlardı. Seferberlik denen ölüm makinası gençleri kıyıp bitiriyordu. Yıllarca Yemen, köyün gençlerini yiyip bitirmişti. Ardından da Seferberlik kalanları eritmişti. Şimdi son kılıçartıkları karşılanıyordu. Her biri deneyimli savaş ustası olmuş, yağız yüzlü genç kuşaktı. Yeniden işe güce koşacak, düzen kuracaklardı. Köyde on altı, on yedisinde evlenme yaygın olduğu için çoğunluğu evliydi.
Dönem kış hazırlıklarının yapıldığı günlere rastlıyordu. Güz ortalarına doğru harmanlar kalkmış, ürünler derlen­miş, kışa hazırlık son evrelerine gelmişti. Köyde kalan yaşlılar ve kadınlar son güçlerini kullanarak kış yiyeceğini derlemişlerdi. Şimdi sıra derle­nen ürünün işlenmesi evresine gelinmişti. Kış için aşlık yapılacaktı. Bulgur türküleri söylemek için köye dönen Kanber Çavuş’un, bulgur taşını döndürebilmesi için buğdayın uzun bir işlemden geçmesi gerekirdi.
Çok kez ev dışındaki harmanlara ocaklar kurulur, kocaman kara kazanlar eşilen tandırlara yerleştirilir, bulgurluk buğday kaynatılıp hedik yapılırdı. Suyun buharı yavaş yavaş yükselirdi. Giderek su tümden şişen hediğin içinde tükenir. Kazanın yarı yerine ulaşmayan buğday şiştikçe şişer, kara kazana sığmaz olurdu. Üzerine doğru toplanır, buğday demlenir, bu sırada gelip geçenlere hedik ikram edilirdi. Bir süre sonra burda kaynatılmış bulgur koca palazlar üzerine yayılır, kurutulurdu.
Sokuda dövüldükten sonra bulgur kepeğinden ayrılırıp kurutulur, bulgurun öğütülmesine geçiliridi. Komşular bir evde toplanır, küçük el değirmenleri kurulur, türkü söylenir, küçük el değirmenleri döndürülürdü.
Taş dönmüyor, dönmüyor.
Ağam attan inmiyor.
Ağamın kirli karısı,
Taş dönmezi vermiyor.

Sinilim sinilim varıyor,
Ay kız, sini varıyor
Sinide neler geliyor?
Ağamın kirli karısı
Taş dönmezi vermiyor.

Giden oğlan beri bak
Aldın aklımı bırak
Aferim yar, aferim,
Beni eyledin çırak

Aktır yeleğin oğlan,
Nedir dileğin oğlan?
Üstüne yar seversem,
Ağrır yüreğim oğlan.

Sevgi ve özlem iş türküleri arasına gizlenmiş olurdu. Binlerce yıllık Anadolu uygarlıklarının kalıntısı iş türküleri tüm yaşamı kuşatır gibiydi. İş, gece yarılarına dek sürerdi. Bulgur çekme türküler, anılar arasında biterdi.
1922 güz sonunda bulgurlar çekilirken Ali Efendi’nin yaşı oldukça ilerlemiş, altmış yediye dayanmıştı. Dört gözle iki oğlunun askerden sağ dönüşünü bekliyordu. Birer ikişer dönen gaziler arasında oğullarını görme mutluluğu yaşadı.
Gaziler için dönüş hüzünlü bir mutluluktu. Köyde bir dizi değişiklik olmuş kiminin yaşlı anası babası ölmüştü.
Askerliğinde büyük kahramanlıklar gösteren Aşır Çavuş’un dönüşünde hüzünlü olduğunca gülünç olaylardan biri yaşandı. Karşılanıp evine getirildiğinde babasının nerede olduğunu sordu. Karşılayanlar “komşuda, şimdi gelecek” diye biraz zaman kazanıp üzüntüsünü hafifiletmek istedi. “Yok, babam öldü, siz bana söylemiyorsunuz” diyen Aşır Çavuş, Yaycı dağına doğru koşmaya başladı. Kışın yoğunluğunu hissettirdiği o günlerde kurtlar açlıktan köyün yakınlarına kadar inerler, ne bulurlarsa parçalarlardı. Aşır Çavuş böylesine tehlikeli bir dönemde dağa doğru koşuyordu. “Aşır dağa düştü, kurt parçalayacak” haberi köye yayıldı. Köyde ne kadar dizi tutan genç varsa Aşırı kurtarmak için ardından koşmaya başladı. Ulaştıklarında Aşır, köyün kuzeylerine düşen dağa yakın yerdeki kendi tarlalarının içinde kaynayan bir pınarın başına oturmuş türkü söyleyip ağlıyordu:
Sılaya vardım ki pederim ölmüş
Pederim ölmüş de haberim yokmuş.
“Aman Aşır, deli misin nesin, ölenle ölünmez, kendine gel, kalk evine dön.” diye söyleyip eve getirdiler. Bu olay daha sonraları bir fıkra gibi köyde anlatılacaktı.
Aşır Çavuş, askerliği sırasında önemli bir ayaklanmayı nasıl bastırdığını bütün içtenliği ile övünmeden anlatıyordu. Ayaklananlar askeri birliği teslim almış, silahlarını toplamaya başlamışlar. Aşır Çavuş, tüfeğini namlu eşkıya elebaşına tutarak uzatmış. Buna sinirlenen elebaşı “Namluyu üzerime doğrultma ulan” diye elindeki kamçı ile Aşıra vurmuş. O anda Aşır yere düşerken elindeki tüfek patlamış ve elebaşı ölmüş. Çete reisinin öldüğünü gören eşkıyalar kaçıp dağılmış. Bu önemli ayaklanmayı bastırdığı için Aşır Çavuşu subay yapmak istemişler. Aşır Çavuş, ben subaylığı başaramam, bana çavuşluk verin yeter” deyip çavuş rütbesini almış.
Aşır Çavuş, bütün yaşamı boyu, eşkıya başının vurduğu kamçının yara izini sırtında taşıdı. Her anlatışta aynı olayı yaşar eşkıya başına küfürler savururdu.
Gençlerin dönüşü ile köyde düzen yeniden kurulumaya başladı. Tarlalar sürülüyor, bağ bahçe düzene giriyordu.
Baba Ali Efendi, iyiden iyiye yaşlanmıştı. Ama çok şükür onu da sağ görebilmişti.
Ülke yeni bir döneme giriyor, yaraların sağalması çabası veriyordu. Osman Ağanın hükümeti gitmiş Gazinin aydınlık yüzü belirmiş, esenlik günleri başlamıştı.
Bir güz sabahında baba Ali Efendi oğul Kurt Veli’ye şöyle seslendi:
“Veli oğlum, bugün bir düş gördüm.”
“Ede hayrola, anlat bakalım.”
“Hayra karşı gelesin. Bizim kızlar beni ziyarete geldi. Önce Güşü ile Güher, sonra Fatma ile Elmas geldi. Ve ardından bir boz atlı adam gelip beni aldı gitti.”
“Çok güzel görmüşsün ede.”
Kahvaltının ardından Ali Efendi köyün içinde gezmeye çıktı. Kuşluk zamanı garip biçimde komşu köylere gelin gitmiş kızlar Baba Ali Efendi'nin söylediği sıra ile bir bir gözükmeye başladı. Önce Güşü ile Güher geldi. Onları Fatma ile Elmas’ın gelişi izledi. Her gelen kuşku ile aynı soruyu soruyordu:
“Edem, nasıl, nerede?”
“Çok iyi, köyde gezmede.”
Baba Ali Efendi'nin sağlığı yerindeydi. Kızlarının endişesine gerek yoktu. Ama kızları düşlerinde edelerini görmüşler, görmeye gelmişlerdi. Başka bir nedeni yoktu.
Öğle üzeri Ali Efendi eve geldi. Kızlarıyla topluca yemek yedi. Durumlarını, geçimleri sordu. Geçmişten anılarından anlattı. Akşam geç saatlere değin söyleşi sürdü. Gecenin ilerleyen bir saatide ayrı bir odada uyuyan Kurt Veli’yi bacılarından biri uyandırdı:
“Edeme birşey oldu!”
Baba Ali Efendi, cemlerin yapıldığı eski büyük evlikte yatıyordu. Kurt Veli içeri girdiğinde babası titriyordu. İyi gelir düşüncesiyle babasına bal şer­beti yaptırdı. Ali Efendi içti ama titremesi geçmedi. İyiden iyiye yatağa gömüldü. Öleceğini söyledi. Bir iki vasiyette bulundu. Büyük evliğe toplanan çocukları korkulu gözlerle onu dinliyorlar,”Ede bir şeyin yok, bizi korkutma” diye teselliye çalışıyorladı ki Ali Efendi’nin son sözleri içeride yankılandı:
“Ver elini Ya Ali! Ey Şahımerdan”
Boz atlı adam Ali Efendiyi alıp sonsuza doğru uçmuştu.
Yaşanan düş müydü, gerçek miydi?
Kurt Veli, Fazilet kitabının kıyısına eski yazı ile ölüm gününü yazdı:
“Pederim Ali Efendinin rucu-u vefatı Rumî 1341. (1925) Şah İbrahim Veli evlatlarından mümin kariyesinden Kurt Velizâde Ali Efendi' nin vefatı teşrinevvel (ekim).”
Yaşayan üç oğlu arasında yaratıcı ve etkileyici olan Suzani tapşırması ile deyişler söyleyen Vahap’tı. Adı Kangal çevresinde “bilgili” olarak anılan iki kişiden biriydi. Kurt Veli ise dedesi Büyük Kurt Veli’de aldığı dedelik bayrağını sonuna değin o dalgalandıracaktı.
Kurtuluş savaşı sonrasında askerden sağ dönenlerin öyküleri kendi dünyalarında böylece sürüyordu. Bir de dönemeyenler ya da ölü mü diri mi olduğu blinmeyenler vardı. Köyde, yakınları komşuları arasında bunların anıları yaşıyordu. Öyküleri anlatılıyor, yiğitliklerinden söz ediliyordu.

Tokuş Ali bunlardan biriydi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder