Kara şalvar giymişti. Elinde bastonu
vardı. Kısa boyluydu. Hiç makas değmemiş sakalı yarı beline uzanıyordu. Bacağı
bir yana aksayordu. Topal Hoca köye yukarı yürüyordu.
Hoca Dede'nin
Hangi eve gideceği belli değildi. Gittiği evler belli olduğu için gelişi bildirilmişti.
İskambil, tavla gibi oyun oynanıyor-sa, bunlar saklanmıştı. Hoca Efendiye göre
bunlar günahtı ve oynanmamalıydı. Köylü ona aşırı saygı duyardı. Bu yüzden
kimse onun bulunduğu yerde eğlencelik oyun oynamazdı.
Bir tarihti, bir
görgü ve bilgi birikimiydi Topal Hoca. Osmanlı'nın son dönemini dolu dolu
yaşamıştı. Belleği Balkan savaşı yıllarına uzanıyordu. 1. Dünya savaşına topal
olduğu için katılamamıştı. Ama köyün dağılışını, yıkılışı iz-lemişti. Sonradan
yeniden kuruluşuna tanık olmuştu. Cumhuriyet dönemini, Atatürk devrimlerini
yaşamıştı. İkinci Dünya savaşının bunalımlı yıllarını ruhunda duymuştu. Mamaş
için yüz yıllık çınar sayılırdı. Canlı tarihti bir bakıma. Yaşantısını kitaptan
öğrendikleri ile birleştirmişti. İbrahim Hakkı Mârifetnamesi, Fazilet, Kur'an,
daha onlarca kitap sürekli baş ucunda bulunurdu. Okurdu, düşünürdü, yorumlardı.
Mamaş'ta oluşmuş halk medresesinin son hocasıydı. Feryâdî, Aşık Hasan, Suzânî,
Revânî, Yüzübenli, Figânî tümünün değişik biçimde arkadaşıydı. Herkes
birbiriyle küskün olabilirdi. Ama herkes onunla barışıktı. Saz çalmasını pek
beceremezdi. Zaten Aşık da sayılmazdı. O "hoca" ydı, o
"ozan" dı.
Köyde okul
bulunmadığı dönemde öğretmenlik yapıyordu. En küçüğünden en büyüğüne bir yığın
gencin aynı odada ders görürdü. Günü gününe bunların derslerini izler, kimin
ne yaptığını ne yapacağını bilirdi. Böyle günlerden birinde, öğrencilere ödev
verip kendi paltosunu başına çekmişti. Uyuyordu. İki saat sonra uyanmıştı. Ama
gerçekte Hoca dede uyumamış, uyur gözükmüş, herkesin ne yaptığını izlemişti.
Başka bir gün ise, öğrencilere ödev verip biraz dışarı çıkmıştı. Ama öğrencilerin
ekeleri onun ardından dışarı çıkmışlar, oyuna tutuşmuşlardı. Oysa Hoca, hemen
gelmiş, eline çubuğunu alıp odanın kapısının arkasına gizlenmişti. Öğrenciler
teker teker geliyorlar, kapının deliğinden içeri bakıp, Hoca'nın olmadığını
görünce gönül rahatlığı içinde içeri dalıyorlardı. O anda da çubuğu yiyorlardı.
Böylece Hoca dedeyi atlatmanın olanaksız olduğunu öğreniyorlardı.
Bir kış gecesi
arkadaşları ile içki içmişti. Kar, duman savrulurken oğlu Cemâl sırtına alıp
götürüyordu. Savrulan karlar arasında Hoca dede oğluna seslendi:
“Oğlum Cemâl
beni nereye götürüyorsun?”
Oğlu kurnazca
bir yanıt verdi:
“Seni Ayşe
Bibi'min evine götürüyorum baba.”
Ayşe Bibi, Hoca
Dedenin eski sevgilisiydi. Hoca Dede bu olaya pek mutlu oldu. İçinden gelerek
şöyle yanıt verdi:
“Oğlum Cemâl,
göksünde ak tüyler bite!”
Ne ki, bir süre
sonra kendi evlerine doğru gittiklerini anlayınca oflamaya başlamıştı.
Son yıllarında
elleri titriyordu. Bunun için doktora gitmişti. Doktor sağlıklı yapısına hayran
olmuştu. Bol bol takılmıştı. 1964 yılı Kasım ayının karlı bir gününde yaşamdan
ayrıldı. Uzun ve dolu dolu dolu yaşamıştı. Onurlu bir yaşam sürmüştü.
Kimsenin hakkını yememiş, kimseyi incitmemişti. Alevi toplum düzenine göre
düşkün olmamıştı. Ama bir kez, o da yine yaşamının son yıllarda, kendi kendini
düşkün sanıp ceme gelmeye utanmıştı. Oysa kendisini düşkün saydığı olayla hiç
ilgisi yoktu. Olay şuydu: Kız torunlarından biri evli biriyle kaçmıştı. Bu
durumda düşkün sayılıyordu. Köyde cem vardı. Hoca dedenin canı gidiyordu, ama
ceme gidemiyordu. Köyün kutsal erkân ağacı Hoca dedenin evinde bulunurdu.
Perşembe akşamı erkânın çıkması gerekiyordu. İşte o gün dayanamamış, erkânı
alıp geldi. Cemin başköşesinde yerini aldı. Özeleştirisini yaptı. Bu olayda
kendisinin en küçük sorumluluğu yoktu. Zaten daha önce oğlu, kendini dinlememişti.
Tanrının buyruğunu sındırmış torununun nişanını atmışlardı. Sonra da torun
kaçmıştı. Doksan yaşındaki koca Hoca Dede yumuşak yumuşak toplum önünde bunları
anlatırken ağlamıştı. Halk divanında suçsuzluğunu kanıtlamıştı.
Ölüm töreninde
yaklaşık tüm gençlik arkadaşları bulunuyordu. Yüzübenli, Revânî, Kemteri. Bir
yaşlı çınar devrilmişti. Köy için boşluğu doldurulamayacak bir çınar. Pek çok
deme yazmıştı. Ama yitip gitmişti. Belleklerde yalnız beş demesi kalmıştı.
1
Gönül
ne beklersin gurbet ellerde?
Gidelim
sılaya gayri yaz geldi.
Açılmış
nergizi, susam sümbülü
Bağların
zamanı güllü yaz geldi.
Müddeti
yetince her şey erişir.
Irmaklar
coş edip sular karışır
Enginde
ovada gözler kamaşır
Dağlar
kemha giymiş allı yaz geldi.
Hasretın
firakı figâna başlar
Akıyor
gözümden kan ile yaşlar
Çiçek
devşirmeyi arılar işler
Kovanlar
meydanda ballı yaz geldi.
Tahammül
olunmaz hublar hâline
Güzeller
çıkıyor seyran yerine
Efgânî
de sazın almış eline
Ağlayarak
çalar telli yaz geldi.
İbrahim
Aslanoğlu burayı "Doğrusunu düşün dalma derine" biçiminde vermiştir.
2
Mayil
oldum bir muhabbet nanine
Aldım
kokuladım güllerinizi
Gözüm
görüp kulaklarım dinlese
Ne
perdeden çalar tellerinizi
Eğer
elim erişirse bahara
Deruni
sinemde onulmaz yare
İlahi
mevladan ola bir çare
Fikrim
bir de gezmek ellerinizi
Aşkın
kemendini taktım boynuma
Melâmet
hırkasın giydim eğnime
Türlü
türlü hayal gelir gönlüme
Fikrim
bir de sarmak bellerinizi
Aşıklar
özüne sürem fendimi
Ayırmam
boynumdan aşk kemendimi
Aşkın
seli yıkar polis bendini
Muhkem
yap, taşırma göllerinizi.
Efgânî'yim
yetmiş sekizdir yaşım
İmamlar
aşkına döktüm göz yaşım
Muaviye'yle
aran nasıl kardeşim?
N'olur
beyan eyle hallerinizi.
3
Mürüvvet
yok mu aman basılmaz
Yavrusu
körpedir sesi kesilmez
Bohçası
dürülü sandık açılmaz
Gençken
avladın gelini felek
Soldurmadın
yeşilimi alımı
Taze
fidan iken büktün belimi
Topraklara
serdin telli gelini
Gençken
avladın gelini felek
Yaşı
on yedi yirmiye varmadı
Yavrusunu
sinesine salmadı
Çok
yere başvurduk çare bulmadı
Gençken
avladın gelini felek
Haçça
diye çağırırım duymuyor
Küsmüş
darılmıştır neden gelmiyor
Sabahleyin
el suyumu koymuyor
Gençken
avladın gelini felek
*Efgânî bu
deyişi genç yaşta ölen gelini için yazmış.
4
Ne
kadar met etsem azdır şanında
İnci
sedef dürden güzelsin güzel
Sallandıkça
kara bağrım ezersin
Selviler
dalından güzelsin güzel
Hasret
koyma bir buse ver yanaktan
Eğer
korkar ise yaradan haktan
Ab-ı
zemzem damlar şeker dudaktan
Oğulun
balından güzelsin güzel
Budur
aşıkların gönlünde fendi
Ne
ağayım ne bey ne de efendi
Bir
su ver içeyim yüreğim yandı
Ağustosta
kardan güzelsin güzel.
Kaşların
velvecni alnın vedduha
Öylesi
gözlere yeter mi baha
Ne
desem az gelir gül yüzül maha
On
beşlenmiş aydan güzelsin güzel.
Nesli
resul musun ey serv-i kamet?
Seni
meth etmeye olmaz nihayet
Cemâlin
görenler istemez cennet
Firdevs-i
âlâdan güzelsin güzel.
Göğsüne
kurulmuş taht-ı Süleyman
O
billur memeler her derde derman
Efgânî'nin
canı yoluna kurban
Bayram
günlerinden güzelsin güzel.
5
Doğrusu
çok gezdim aşk sevdasına
Güzeli
gözünden çakarım yahu
Bir
liman bulursam aşk denizinde
Yanaşır
kancayı takarım yahu
Sakın
aşk atını uğratma hana
Hakikat
sırrını söyleme keme
Elime
geçerse kar topu meme
Avcuma
alır da sıkarım yahu
Yaşım
altmış beştir yüze de varsam
Adım
atamayıp takattan kalsam
Gözleri
sürmeli bir güzel görsem
Alıcı
göz ile bakarım yahu
Canım
kurban güzellerin soyuna
Güzeller
içinde güzel huyuna
Ela
gözlerine usul boyuna
Vücudum
temelin yıkarım yahu
Efgânî
bir gördüm, bir daha görsem
Billur
memelere yüzümü sürsem
Başlayıp
da çaprazına sarılsam
O
zaman abayı yakarım yahu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder