Yayında Olan Eserlerim

4 Kasım 2017 Cumartesi

Halk Ozanı Efgani

Kara şalvar giymişti. Elinde bastonu vardı. Kısa boyluy­du. Hiç makas değmemiş sakalı yarı beline uzanıyordu. Bacağı bir yana aksa­yordu. Topal Hoca köye yukarı yürüyor­du.
Hoca Dede'nin Hangi eve gideceği belli değildi. Gittiği evler belli olduğu için gelişi bil­dirilmişti. İskambil, tavla gibi oyun oynanıyor-sa, bunlar saklanmıştı. Hoca Efendiye göre bunlar günahtı ve oynanmama­lıydı. Köylü ona aşırı saygı duyardı. Bu yüzden kimse onun bulunduğu yerde eğlence­lik oyun oynamazdı.
Bir tarihti, bir görgü ve bilgi birikimiydi Topal Hoca. Osmanlı'nın son dönemini dolu dolu yaşamıştı. Belleği Balkan savaşı yıllarına uzanıyordu. 1. Dünya savaşına topal olduğu için katılamamıştı. Ama köyün dağılışını, yıkılışı iz-lemişti. Sonradan yeniden kuruluşuna tanık olmuştu. Cumhuriyet dö­nemini, Atatürk devrimlerini yaşamıştı. İkinci Dünya savaşı­nın bunalımlı yıllarını ruhunda duymuştu. Mamaş için yüz yıllık çınar sayılırdı. Canlı tarihti bir bakıma. Yaşantısını kitaptan öğrendikleri ile birleştirmişti. İbrahim Hakkı Mârifetnamesi, Fazilet, Kur'an, daha onlarca kitap sürekli baş ucunda bulunurdu. Okurdu, düşünürdü, yorumlardı. Mamaş'ta oluşmuş halk medrese­sinin son hocasıydı. Feryâdî, Aşık Hasan, Suzânî, Revânî, Yüzübenli, Figânî tümünün deği­şik biçimde arkadaşıydı. Herkes birbiriyle küskün olabilirdi. Ama herkes onunla barışıktı. Saz çalmasını pek beceremezdi. Zaten Aşık da sayılmazdı. O "hoca" ydı, o "ozan" dı.
Köyde okul bulunmadığı dönemde öğretmenlik yapıyordu. En küçüğünden en büyüğüne bir yığın gencin aynı odada ders gö­rürdü. Günü gününe bunların derslerini izler, kimin ne yaptığı­nı ne yapacağını bilirdi. Böyle günlerden birinde, öğrencilere ödev verip kendi paltosunu başına çekmişti. Uyuyordu. İki saat sonra uyanmıştı. Ama gerçekte Hoca dede uyumamış, uyur gözükmüş, herkesin ne yaptığını izlemişti. Başka bir gün ise, öğrencilere ödev verip biraz dışarı çıkmıştı. Ama öğrenci­lerin ekeleri onun ardından dışarı çıkmışlar, oyuna tutuşmuş­lardı. Oysa Hoca, hemen gelmiş, eline çubuğunu alıp odanın kapısının arkasına gizlenmişti. Öğrenciler teker teker geli­yorlar, kapının deliğinden içeri bakıp, Hoca'nın olmadığını görünce gönül rahatlığı içinde içeri dalıyorlardı. O anda da çubuğu yiyorlardı. Böylece Hoca dedeyi atlatmanın olanak­sız olduğunu öğreniyorlardı.
Bir kış gecesi arkadaşları ile içki içmişti. Kar, duman sav­rulurken oğlu Cemâl sırtına alıp götürüyordu. Savrulan karlar arasında Hoca dede oğluna seslendi:
“Oğlum Cemâl beni nereye götürüyorsun?”
Oğlu kurnazca bir yanıt verdi:     
“Seni Ayşe Bibi'min evine götürüyorum baba.”
Ayşe Bibi, Hoca Dedenin eski sevgilisiydi. Hoca Dede bu olaya pek mutlu oldu. İçinden gelerek şöyle yanıt verdi:
“Oğlum Cemâl, göksünde ak tüyler bite!”    
Ne ki, bir süre sonra kendi evlerine doğru gittiklerini an­layınca oflamaya başlamıştı.
Son yıllarında elleri titriyordu. Bunun için doktora gitmiş­ti. Doktor sağlıklı yapısına hay­ran olmuştu. Bol bol takılmış­tı. 1964 yılı Kasım ayının karlı bir gününde yaşamdan ayrıl­dı. Uzun ve dolu dolu dolu yaşamıştı. Onurlu bir yaşam sür­müştü. Kimsenin hakkını yememiş, kimseyi incitmemişti. Alevi toplum düzenine göre düşkün olmamıştı. Ama bir kez, o da yine yaşamının son yıllarda, kendi kendini düşkün sanıp ceme gelmeye utanmıştı. Oysa kendisini düşkün saydığı olayla hiç ilgisi yoktu. Olay şuydu: Kız torunlarından biri evli biriyle kaçmıştı. Bu durumda düşkün sayılıyordu. Köyde cem vardı. Hoca dedenin canı gidiyor­du, ama ceme gidemi­yordu. Köyün kutsal er­kân ağacı Hoca dedenin evinde bulu­nurdu. Perşembe akşamı erkânın çıkması gerekiyordu. İşte o gün dayanamamış, erkânı alıp geldi. Cemin başköşesinde yerini aldı. Özeleştirisini yaptı. Bu olayda kendisinin en kü­çük sorumlu­luğu yoktu. Zaten daha önce oğlu, kendini din­le­memişti. Tanrının buyruğunu sındırmış toru­nunun nişanını at­mışlardı. Sonra da torun kaçmıştı. Doksan yaşındaki koca Hoca Dede yumuşak yumuşak toplum önünde bunları anla­tır­ken ağlamıştı. Halk divanında suçsuzluğunu kanıtlamıştı.
Ölüm töreninde yaklaşık tüm gençlik arka­daşları bulunu­yordu. Yüzübenli, Revânî, Kemteri. Bir yaşlı çınar devrilmiş­ti. Köy için boşluğu doldurulamayacak bir çınar. Pek çok deme yazmıştı. Ama yitip gitmişti. Belleklerde yalnız beş demesi kalmıştı.

                                                  1
Gönül ne beklersin gurbet ellerde?
Gidelim sılaya gayri yaz geldi.
Açılmış nergizi, susam sümbülü
Bağların zamanı güllü yaz geldi.

Müddeti yetince her şey erişir.
Irmaklar coş edip sular karışır
Enginde ovada gözler kamaşır
Dağlar kemha giymiş allı yaz geldi.

Hasretın firakı figâna başlar
Akıyor gözümden kan ile yaşlar
Çiçek devşirmeyi arılar işler
Kovanlar meydanda ballı yaz geldi.

Tahammül olunmaz hublar hâline
Güzeller çıkıyor seyran yerine
Efgânî de sazın almış eline
Ağlayarak çalar telli yaz geldi.

İbrahim Aslanoğlu burayı "Doğrusunu düşün dalma derine" bi­çiminde vermiştir.

              2
Mayil oldum bir muhabbet nanine
Aldım kokuladım güllerinizi
Gözüm görüp kulaklarım dinlese
Ne perdeden çalar tellerinizi

Eğer elim erişirse bahara
Deruni sinemde onulmaz yare
İlahi mevladan ola bir çare
Fikrim bir de gezmek ellerinizi

Aşkın kemendini taktım boynuma
Melâmet hırkasın giydim eğnime
Türlü türlü hayal gelir gönlüme
Fikrim bir de sarmak bellerinizi

Aşıklar özüne sürem fendimi
Ayırmam boynumdan aşk kemendimi
Aşkın seli yıkar polis bendini
Muhkem yap, taşırma göllerinizi.

Efgânî'yim yetmiş sekizdir yaşım
İmamlar aşkına döktüm göz yaşım
Muaviye'yle aran nasıl kardeşim?
N'olur beyan eyle hallerinizi.
             
              3
Mürüvvet yok mu aman basılmaz
Yavrusu körpedir sesi kesilmez
Bohçası dürülü sandık açılmaz
Gençken avladın gelini felek

Soldurmadın yeşilimi alımı
Taze fidan iken büktün belimi
Topraklara serdin telli gelini
Gençken avladın gelini felek

Yaşı on yedi yirmiye varmadı
Yavrusunu sinesine salmadı
Çok yere başvurduk çare bulmadı
Gençken avladın gelini felek

Haçça diye çağırırım duymuyor
Küsmüş darılmıştır neden gelmiyor
Sabahleyin el suyumu koymuyor
Gençken avladın gelini felek

*Efgânî bu deyişi genç yaşta ölen gelini için yazmış.
                                                  4
Ne kadar met etsem azdır şanında
İnci sedef dürden güzelsin güzel
Sallandıkça kara bağrım ezersin
Selviler dalından güzelsin güzel

Hasret koyma bir buse ver yanaktan
Eğer korkar ise yaradan haktan
Ab-ı zemzem damlar şeker dudaktan
Oğulun balından güzelsin güzel

Budur aşıkların gönlünde fendi
Ne ağayım ne bey ne de efendi
Bir su ver içeyim yüreğim yandı
Ağustosta kardan güzelsin güzel.

Kaşların velvecni alnın vedduha
Öylesi gözlere yeter mi baha
Ne desem az gelir gül yüzül maha
On beşlenmiş aydan güzelsin güzel.

Nesli resul musun ey serv-i kamet?
Seni meth etmeye olmaz nihayet
Cemâlin görenler istemez cennet
Firdevs-i âlâdan güzelsin güzel.

Göğsüne kurulmuş taht-ı Süleyman
O billur memeler her derde derman
Efgânî'nin canı yoluna kurban
Bayram günlerinden güzelsin güzel.

              5
Doğrusu çok gezdim aşk sevdasına
Güzeli gözünden çakarım yahu
Bir liman bulursam aşk denizinde
Yanaşır kancayı takarım yahu

Sakın aşk atını uğratma hana
Hakikat sırrını söyleme keme
Elime geçerse kar topu meme
Avcuma alır da sıkarım yahu

Yaşım altmış beştir yüze de varsam
Adım atamayıp takattan kalsam
Gözleri sürmeli bir güzel görsem
Alıcı göz ile bakarım yahu

Canım kurban güzellerin soyuna
Güzeller içinde güzel huyuna
Ela gözlerine usul boyuna
Vücudum temelin yıkarım yahu

Efgânî bir gördüm, bir daha görsem
Billur memelere yüzümü sürsem
Başlayıp da çaprazına sarılsam
O zaman abayı yakarım yahu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder