3.
Hak, Muhammet, Ali Dostum...
Dağlar arasına sıkışmış Mamaş’a Kurt Veli, büyük bir evlik
yaptırdı. Büyük evlik yüz evli koca köy halkını içine alacak ölçüde genişti.
Dört sıra direk üzerine kurulmuştu. Odadan kanatlı kocaman bir çadırı
andırıyordu. Yuvarlak bir biçimi vardı. Çatı ortada yükseliyordu. Ortada
kocaman baca vardı. Onun altında ocak yanıyordu. Odunlar kor kordu. Toplum iki
bölüme ayrılmıştı.
Erler bir yanda, bacılar bir
yandaydı. Ocağın çevresinde erenler vardı. Tümü yaşlı insanlardı. Tümünün sakalları
yarı bellerine değin iniyordu. Sakalları apaktı. Yılların yıprattığı buruşuk
yüzler bu sakalların ardına gizlenmişti. Odunların alevleri ortalığı
aydınlattıkça sakallar, bıyıklar yüzler renk renk oluyordu. Yüzler anlam
kazanıyordu. Bu ocak, bir çadırı andıran koca evliği ısıtmıyordu, bir öğretiyi
pişiriyordu. Ocakta söz, ocakta ezgi ile demleniyordu. Toplumsal bellek saza,
sözle yaşıyordu.
Pir postunda Kurt Veli
oturuyordu. Deli Derviş sanı ile ünlenen âşık Feryadi, bağlamayı kucağına
basmış, tellerinde gizemi, arıyordu, varlığı arıyordu, yokluğu arıyordu.
Bu ses söze dönüşüyordu. Ses,
ezgiye dönüşüyordu. Sesler ozanın dilinde deyiş oluyordu. Titreşimler
bağlamanın telinde ezgi oluyordu. Kar inadına yağmıştı. Evler belirsiz olmuştu.
Yollar kapanmıştı. Gidip gelmek için bir kişinin zor geçebileceği ölçüde geçenek
açılmıştı. Bütün köy halkı ala kar, boz dumanda Kurt Veli'nin büyük evliğinde
toplanmıştı.
Evrende ne var ne yoksa tümünün
içi boş bu odun parçasında gizli olduğunu sanıyordu. Öylece tellere dokundukça
derdini unutuyordu. Pir Sultan' dan,
Nesimi'den söylüyordu, Hatayi'den söylüyordu... Dede bir fırsatını yakaladı
Bu kez Kurt Veli Derviş'e döndü:
“Derviş,
herkese nasip dağıtırsın, oğul kız verirsin. Oğlum Ali de senden bir nasip
ister.”
Derviş
cebinden bir elma çıkardı. Ali'yi meydana çağırdı. Bir dua etti.
“Oğlum
Ali senin nasibin tamamdır.”
Ali
Efendi'nin oğlu olmuyordu. Tek dileği buydu. Derviş'in kendisine bir oğul
bağışlamasını istiyordu. Elmayı eşi ile paylaştı. Kendi kendine dualar okudu. O
gece engin bir dinginlik içinde yatağa gitti. Bir düş gördü. Kendisini Sivas'ta
Abdulvahap Gazi tekkesinde görüyordu. Abdulvahap ona istediği dileği
verecekti.
Büyük Kurt Veli’nin İran
ile bağlantısı yaşamı boyu sürmüştü. Eşlerinden birini İran’dan getirmiş, onun
üzerine bir dörtlük söylemişti:
Bir oda yaptırdım
söğüt dalından,
İçini
döşettim, Acem şalından
Bir gelin
getirdim İsfahan elinden
Kimse
anlamıyor onun dilinden
O yılın ramazan
ayında Kurt Veli öldü. Ölümü tüm sevenleri ve talipleri arasında büyük üzüntü yarattı.
Malatya’dan Çorum’a uzanan alandan çevre köylerden, uzaklardan pek çok kişi
ölüm törenine katıldı. Musahibi Hacı Ali, Mezirmeden gelmişti.
Ali Efendi yaşlı
gözlerle kara deri kaplı Fazilet kitabına şunları yazdı:
“Şah İbrahim oğullarından Kurt Veli 1297 20 Ramazan4
senesi Hızır ayının 22
sinde hastalanıp öldü. Ramazan bayramında bayram namazı kılıp ibadetten sonra
Veli Ağa'nın namazını kılıp kaldırdık. Kendisi hacı olmuştu. Ceddi cümlemizi
yarlıgaya. Mekânı cennet ola. Seyyid-i mürsel-i âmin.”
Ali Efendi kara kaplı kitaba ilk ölüm gününü yazıyordu. Bir anlamda ocağın
Mamaş'ta başlayıp sürecek soy kütüğünü başlatıyordu.
Ne var ki uzunca süre Ali Efendi’nin erkek çocuğu olmuyordu. Yaşı oldukça
ilerlemiş otuzu aşmıştı. Ocağın sürmesi için erkek çocuk gerekiyordu. Bir oğlan
çocuğu özlemi içinde dualar ediyor, adaklarda bulunuyordu. Birileri Sivas’ta
buluna Abdülvahap tekkesini salık verdi.
Abdül Vahap Gazi, Urum’a İslam’ı yaymakla görevli evliyalardan biri olarak
biliniyordu. Mezarı Sivas'ın güneylerine düşen bir tekke üzerinde yer alıyordu.
Söylenenlere göre Sivas'ın alınışı sırasında şehit düşmüştü ve bu tekkede
yatıyordu. Bir başka Abdülvahab tekkesi de Malatya'da bulunuyordu. Sivaslıların
inancına göre, asıl Abdül Vahap Sivas'taydı ve Abdülvahap şehit düştüğü sırada
kolu kopmuş, tekkenin önünden akan ırmak kolunu Malatya'ya götürmüştü.
Malatya'da gömülü olan yalnızca Gazi'nin koluydu. Ama Malatyalılar tam
karşıtını savunuyorlardı. Sonuçta her iki tekke de çağlardır kutsal işlevini
sürdürüyordu. Yatan kim olduğu kesin bilinmemesine karşın, inanç yaşıyordu. Ali
Efendinin de son sığınağı Abdülvahabı Gazi tekkesi oldu. Bir oğlu olursa Abdülvahabı
Gazi’ye kurbanlar kesecek, oğluna onun adını verecekti.
Bir süre sonra Ali Efendi’nin bu dileği yerine geldi, bu yaklaşık babası
Kurt Velinin ölümünden on yıl sonra Medine Anadan bir oğlu oldu. Ali Efendi
oğluna Abdülvahap adını verdi. Ali Efendi, babasının ölüm gününü yazdığı kara
kaplı Fazilet kitabını aldı, büyük bir mutluluk içinde şunları yazdı: “Ali Efendi'den Abdülvahab Gazi dünyaya
gelmiştir 1309.” Bu 1890 yılına denk düşüyordu.
Köy geleneğine göre haşıl yapıldı. Haşıl bir tür göçebe helvasıydı.
Türkmen yaşamında mutlu günlerde yapılırdı. Özellikle doğumların şölen
yemeğiydi. Un, yağ ve balın karışımından bir oluşurdu. Kara kazanda un yağ ile
kavrulur, üzerine ballı su dökülerek karıştırılırdı. Şimdi Ali Efendi'nin
evinde görkemli bir haşıl kazanı kaynıyordu. Köyün yaşlı karıları gelmişler,
mutlu biçimde çocuğu sarıp sarmalıyorlar, türküler söylüyorlardı. “Çok şükür
küçük dede doğmuştu. Vahap dede doğmuştu. Abdül Vahap Gazi sultan umutlarını
boşa çıkarmamıştı.”
Büyük Ali Efendi diye anılan dedenin biricik oğluydu. Elini işe güce
sürmezdi. Kuzu kurbanlarla büyütülüyordu. Her fırsatta Abdül Vahap tekkesine
taşınıyorlar, kurbanlar kesiyorlar, yemekler veriyorlardı. Yıllar zor yıllardı.
Savaşlar bir türlü eksik olmuyordu. Tarlalardan elde edilen ekinler ikide bir
toplanıyor, elde avuçta bir şey kalmıyordu. Kıtlık açlık köyleri kasıp
kavuruyordu. Ama Ali Efendi'nin evine kıtlık uğramıyordu. Malatya'dan Çorum'a,
Aydın'a kadar uzanan alanlarda talipleri vardı.
Doğum sonrası yapılan bu şöleni Abdülvahap Gazi tekkesine koyun kuzu
kurban ederek adağını yerine getirme biçiminde sürdü.
Köyde kısa adı ile Vahap diye çağrılıyordu. Büyük Ali Efendi diye anılan
dedenin biricik oğluydu. Elini işe güce sürmezdi. Kuzu kurbanlarla
büyütülüyordu. Her fırsatta Abdül Vahap tekesine taşınıyorlar, kurbanlar
kesiyorlar, yemekler veriyorlardı. Yıllar zor yıllardı. Savaşlar bir türlü
eksik olmuyordu. Tarlalardan elde edilen ekinler ikide bir toplanıyor, elde
avuçta bir şey kalmıyordu. Kıtlık açlık köyleri kasıp kavuruyordu. Ama Ali
Efendi'nin evine kıtlık uğramıyordu. Malatya'dan Çorum'a, Aydın'a kadar uzanan
alanlarda Ali Efendi yanında aşığı ile dedeliğe çıkıyor, talipler görümden
geçiriyor, toplumda düzeni esenliği sağlıyordu.
Beş yıl sonra Ali Efendinin ikinci bir oğlu oldu. 1315 diye anılan
1896-1897 yılında Mamaş'ta doğan bu oğluna Ali Efendi babasının adını vererek ocak
geleneğini yaşatmak istedi ve çocuğun adını “Kurt Veli” koydu.
Çocukların ocak öğretisini sürdürecek bilgiyi edinmeleri, sıkıdenetimi
kazanmaları gerekiyordu. Yaklaşık üm anadolu köylerinde olduğu gibi, Mamaş’ta
da okul yoktu. Bilgiye ve öğrenmeye aç Mamaş, öğrenme sorununu kendi olanakları
ile çözmeye çalışır, varlıklı aileler köyden birini öğretmen tutar, boş geçen
kış aylarında çocuklarının okuma yazma öğrenmesini sağlarlardı. Öyle ki komşu
Sünni Halburveranlılar bir yazı okumaları gerektiğinde ellerinde bir yumurta
ile Mamaş’a okutmaya geliyorlardı.
Böylece komşu Sünni köyü Halburverana gelen bütün mektupları Mamaşlılar
okuyor, mektubu okuyan yazılanları belleğinde tutup köylüsüne aktarıyordu.
Bu ortamda bin dokuz yüzlü yılların başlarında Vahap ile Kurt Veli’nin Köy
odasında okuma yazma dersleri başladı. Köyden yaşıtları ile birlikte özel ders
alıyorlardı. Duvar diplerine dizilen topçularla oturuyorlar, ünlü seslerin pek
az gösterildiği eski yazıyı sökmeye çalışıyorlardı. Bu Daha çok ezbere dayanan
çocuklara gerçek anlamda kök söktüren bir yöntemdi. Okuma yazmanın yanı sıra
Farsça da öğrenmeye çalışıyorlar, şiir olarak yazılmış Farsça sözlüğü ezgi ile
söyleyerek ezberliyorlardı. Çevrede ocağın çocuklarının ayrıcalıklı olduğuna
inanılırdı. Nitekim bu köy odasında eski yazıyı ilk söken onlar oldu. Hele
Vahap başarıları ile seçilmeye başladı. Bütün katılanlar arasında eski yazıyı
ilk söken o olmuş, bunun yanı sıra olağanüstü güzel yazmaya başlamıştı.
Vahap’la birlikte köyde “öğrenme Ali Efendigilin ceddine vergili” sözü
pekişiyordu.
Bunun yanında bağlama öğrenmeleri gerekiyordu. Ali Efendi kendisi bilgili
bir dedeydi, ne var ki saz çalmasını bilmiyordu. Bütün yaşamı boyu bir aşığa
bağımlı olmanın sıkıntısını çekmişti. Çocuklarının da aynı sıkıntıyı çekmesini
istemiyordu. Okuma yazmanın yanı sıra bağlama da öğreneceklerdi.
Bir süre önce köye doludizgin derviş yaşamı süren bir ozan gelmişti. Beğenmediği,
söylemediği özdeyişlerinde bir yanıklık vardı. Acılar gizliydi. Sazda sözde
benzeri bulunmayan bu derviş kimdi, neydi?
Bugün gam
yükünün kervanı geldi
Çekemem
bu derdi bölek seninle
Seni
seven âşık sararıp soldu
Çekemem
bu derdi bölek seninle
Gene gam
yüküne tüccar ben oldum
Bulmadım
lokmanı arada kaldım
Medet
mürvet dedim darına durdum
Çekemem
bu derdi bölek seninle
Seherde
okunur Allahu ekber
Hışmından
titretir ol bab-ı Haydar
Selman'ın
carına yetişen Hayber
Çekemem
bu derdi bölek seninle
Âşık olan
gafletinden uyanır
Muhammet
Ali'nin rengin boyanır
Ancak bu
yaraya Eyüp dayanır
Çekemem
bu derdi bölek seninle
Bağlarıma
gazel düştü güz oldu
Geçti
giden günler, ömür az oldu
Feryâdî'nin
yaraları yüz oldu
Çekemem
bu derdi bölek seninle
Kökeni Divriği
Türkmenleri arasında yaygın Sarı Saltık ocağına dayanıyordu. Babası Yusuf,
Zara’nın Zoğallı köyüne göçmüş, asıl adı Ahmet olan ozan orada doğmuştu. Kendisi
çevresi ormanlarla kaplı, yarı göçebe yaşamı süren Mamaş’a yerleşmişti.
Mamaş’ta oturuyorsa, orada pek durmuyor, oba oba gezen şamanlar gibi köy köy
gezerek derviş yaşamını sürüdürüyordu. Köylerde onulmaz sayrılar, kavuşma
olasılığı olmayan âşıklar, çocuğu olamayan gelinler çevresi sarıyor, ondan umar
bekliyorlardı. Gelinlerin hastaların sırtlarını sıvazlar, dualar ederdi.
Köylüler onun “ermiş” olduğuna inanırlardı. Çocukları olmayanlar ondan çocuk
isterlerdi. Hastaların sağalması için dualar ederdi. Sayrıların sırtını
sıvazlardı. Bir gün gittiği bir köyde yaşadığı gülünç olay halk arasında anlatılırdı.
Derviş gittiği köyde bir
eve konuk olmak üzere otururken, orada kendi halinde oynayan çocuğu önemsememiş
bir gaz bırakmış. Bunun üzerine çocuk “çüşşş” diye seslenmiş. Buna öfkelenen
derviş kalkıp başka bir eve konuk olmuş. Bir süre sonra dervişin geldiğini
duyan köylüler o eve akın etmiş. Biraz önce kendisine “Çüş” diye seslenen
çocuğu da kucakta alıp getirmişler, çocuğun yürümesi için dededen dua istemişler.
Biraz önce yaşadığı olayın etkisinden sıyrılamayan derviş “Ceddim onu
süründüre, süründüre” diye dua etmiş.
Köylüler arasında “Deli
Derviş” adıyla anılırdı. Bir dervişin deli olmasından doğal ne olabilirdi?
Cem törenlerinde
bağlama çalarken esriyip kendinden geçiyor, doğaçlama deyişler söylüyor,
bağlamayı çalmanın ötesinde konuşturuyordu. Bağlamasına bir perde eklemişti.
Bağlamaya yaptığı bu katkı âşıklar arasında büyük ilgi uyandırmış, daha sonra
bu perde Deli Derviş perdesi diye anılır olmuştu. Çılgın bağlama çalması,
doludizgin yaşaması nedeniyle çevre kendisine Deli Derviş deniyordu. Önceleri
babasını adından esinlenerek Kul Yusuf adını kullanmış, daha sonra yaşama,
yazgıya çığlık atarak isyan etmiş Feryadi adını kullanır olmuştu. Derviş
bağlamanın tellerinde gizemi, varlığı, yokluğu arar gibiydi. Evrende ne var ne
tümünün sözde, ezgide, seste gizli olduğuna inanıyordu. Tellere dokundukça
derdini unutuyordu.
Bin dokuzyüzlerin
başlarında Feryadi, Ali Efendinin çocuklarına bağlama öğretmeyecek ölçüde
yaşlıydı. Seksen yaşına yakın olduğu söyleniyordu. Kısa süre sonra 1904’lerde
öldü. Ama bir geleneğin öncüsü olmuş, ardından başka bir ozan yetiştirmişti. Bu
köyde Âşık Hasöğ adı ile anılan Hasan’dı.
Ali Efendi bir
gün karısı Medine'yi çağırdı:
“Avrat, ben şu saz bilmemenin acısını çok çektim. Kimi yanıma âşık
aldıysam başıma bela oldu. Benim uşaklarım da bu sıkıntıyı çeksin istemiyorum.
Vahap'la Kurt Veli'yi götür Aşık Hasan'dan saz dersi alsınlar. Emeği neyse
vereceğim.”
Medine Ana karşı geldi:
“Git sen söylesene!”
“Kız Avrat beni kötü söyletme! Sen bilmiyor musun ki, ben Aşık Hasan'la
konuşmuyorum? O düşkündür.”
Medine ana karşılık verdi:
“Düşkün adamın yanında senin oğlunun ne işi var?”
Âşık Hasan, -ya da köydeki adı ile Âşık Hassöğ- 1870’lerde Mamaş’a yerleşmiş Mehmet Ağanın
oğluydu. Feryadi’den iyi saz dersi almış, onun aratmayan bir ardıl olmuştu. Şah
İbrahim ocağına bağlı taliplerdendi. Şah İbrahim ocağına yürekten bağlıydı.
Deyişler söylüyor, bağlı olduğu ocağın söylencelerini işleyen deyişler
söylüyor, bağlama ile ezgiler yaratıyordu. Şeytana uymuş, aykırı bir evlilik
yapmış, toplumdan dışlanmıştı.
Artık
yetişkinler selam vermekten kaçınıyor, çobanlar malını davarını isteksiz
biçimde sürüye katarken ilenip sokranıyordu. Cemlere çağrılmıyor, uzun kış
gecelerini evinde geçirmek zorunda kalıyordu. Köyde kendisiyle konuşan üçü beşi
geçmiyordu. Toplumdan soyutlanmış, yalnızlığa itilmişti.
Böylesine bir ortamda, o
da yaşama, küskün, yazgıya küskündü.
Konumuna uygun “İsyani” adını seçti. Yazdığı deyişlerde yol ilkelerini işlerken
isyanını dile getiriyordu:
Şaha
giden ben bir bezirgân gördüm
Naşileri
katarına almıyor
Medet
Mürvet dedim darında durdum
Yalvaranın
kusuruna kalmıyor
Yalvar
ki, bizi katara ala
Korkulu
yerlerde kılavuz ola
Metahının
vasfı gelmiyor dile
Değme
tüccar kıymetini bilmiyor
Yükün
tutmuş lale Güher damgalı
Yüz bir
harami kılamaz karı
Bezirgân
başıdır Muhammet Ali
Pakhan
ister viraneye konmuyor.
Perşengin
korusu saf ile nurda
Kendisi
görünmez sedası sırda
Her
nereye varsa pazarı arda
Peşin
almış, veresiye vermiyor
İsyani
kurbanım böyle katara
Bir
mürveti geli bir kana
Ne
bahtılı o katara uyana
O da her
kula nasip olmuyor
Medine ana söyleneni yerine getirip, köyün alt ucundaki Âşık Hasan'ın
yanına gitti. Ali Efendi Dede'nin söylediklerini bildirdi. Âşık Hasan için
dedenin oğluna saz dersi vermek bir mutluluktu. Böylece eline bir fırsat geçmiş
oluyordu.
Âşık Hasan artık her gün iki kardeşe, Vahap ile Kurt Veli'ye saz dersleri
veriyordu. Her fırsatta da söz alıyordu:
“Bakın, siz dede olacaksınız, beni bu düşkünlükten kurtaracaksınız.
Unutmak yok değil mi?”
Bu iki küçük dedeyi razı eder de düşkünlüğünü kaldırırsa, yüzü ak
olacaktı. Şurda kaç günlük yaşamı kalmıştı ki? Öbür dünyaya kul hakkını
üzerinden atmış olarak gidecekti.
İki kardeş bağlama çalarken deyişler ezberliyorlar, deyişlerdeki simgeleri
öğreniyorlar sevi hamurunda yoğruluyorlardı. Vahap’ın üstünlüğü bağlamada da
sezilmeye başladı.
Evleri büyük bir inanç ocak sayılıyordu. Evlerinin eşiği kutsal sayılırdı.
Çocuklar sabah erken uyandıklarında yaşlı kadınların eşiklerinde dua etiklerini
görürdü. Düğünlerde gelinler güveyi evine gitmeden kapılarında iner, Ali
Efendi'nin eşiğini öper sonra yeni yaşama başlayacağı eve giderdi. Eşiğin
uğuruna inanılırdı.
Köyün yakınlarına değin uzanan dağlar ormanlarla kaplıydı. Toprağın
verimli, emeğin ucuz olduğu yıllardı. Alevi köylerinin şehirlerle bağlantısı
yok gibiydi. Yılda bir iki kez elde ettikleri ürünleri satmaya giderler, çok az
sayıdaki gereksinimleri sağlar köye dönerlerdi. Ayakkabı yerine giyilen çarık,
hayvan derilerinden evlerde yapılıyor, şalvar kumaşı evlerde halı tezgâhlarında
dokunuyordu. Çarşıdan alınan kutnu kumaş, yazma kadınların kullandığı ince ve
çok renkli kumaşlardı.
Mahkeme karakol ise, Alevilerin hiç uğramadıkları yerlerdi. Bu gibi
sorunlar cemde çözümlenirdi. Devlet asker ve vergi almaya uğrardı köye. Askere
alınanlar hep Yemen'e giderler, bir daha pek dönmezlerdi. Yemen'e gitmek ölüme
gitmek demekti.
Akşamları isli çam çırasının ışıttığı karanlık damlarda ayı, kurt
masalları, eşkıya öyküleri anlatılırdı. Tüm karmaşıklığına karşın mutlu
yıllardı. Cennet yaşamıydı. Oğlanlar, genç delikanlılar aşık oynarlardı. Dünya
uzaklardaydı. Köyün sınırları, köyü kuşatan üç kutsal dağda bitiyordu. Fehlan,
Kızlar ya da Yaycı ve Yılanlı köyün yaylakları ve kışlakları olduğunca kutsal
dağlarıydı. Dağların kutsallığı üzerine söylenceler anlatılırdı. Kızlar dağının
doruğunda taş yığını biçiminde üç mezar bulunuyordu. Söylenceye göre bunlar üç
bacı erenlerin mezarıydı. Her üç dağa da adaklar adanır, dilekler dilenirdi.
Yağmur beklentisi için topluca Fehlan tepelerine tırmanılırdı.
Dağların eteğindeki yem yeşil vadide yazları yaylaya çıkılır, kışları
davar sürüleri otlatılırdı. Sürüsü olan köylülerin dağda ağılları vardı. Üç-
dört ayı dağda geçiren çobanlar, akşamları davarları ağıllara getirir, orada
gecelerlerdi.
Ali Efendi’nin mutlu günleri çok sürmedi. Yine savaş vardı ve ne var ne
yoksa elinden alınıyordu.
Köyü yine bir haber
sarmıştı. “Seferberlik” çıkmış. Seferberlik, seferberlik... Seferberlik savaşın
adıydı ve hiç bitip tükenmezdi. Daha bitmemişti ki, başlasın. Ama yine başlamıştı.
Osmanlı yine elini köylünün canına uzatıyordu. Oğullar askere alınmaya başladı.
Ambarlar boşaltılıyordu. Mal-davar birer birer götürülüyordu. Genç oğullar
yıkımı adım adım izliyorlar, içlerinden kesit kesit bir şeyler kopuyordu. Ama
Ali Efendi vakurdu. Aldırmıyordu. O ne yıkımlar yaşamıştı... Ağaran upuzun
sakallarında, alnının kırışıklarında yaşamın acıları, tatlıları gizliydi. Her
şeye karşın yüzünden gülücükler eksilmeyecekti. Her şeye karşın yaşam
sürecekti. O salt kendi acılarını yaşam deneyimlerini değil, bin yıllık Anadolu
Türkmen’inin acılarını taşıyordu. Atalarının neler çektikleri kulaklarındaydı.
Nitekim bir çift camızının evden götürüldüğü gün oğluna şöyle seslendi:
“Oğul Vahap, bu bir tufandır. Bu tufan daha çok şeyimizi alacak.
Aldırmayacaksın.”
Ama Ali Efendi bir gün aldırdı. İki oğlunu da askere almışlardı. İşte o
gün onları yollarken gözlerinin pınarı açıldı. Yine vakurdu, ama birkaç damla
yaşın sakallarına doğru yuvarlandığını gördü.
Önce Vahap askere alındı.
Ardından da 1914'te henüz askerlik çağına gelmemiş Kurt Veli'ye yol
gözüktü. Oysa daha yeni evlenmişti. On yedi-on sekiz yaşlarındaydı. Boyuna posuna
bakmışlar, savaş hazırlığının yapıldığı günlerde eli silah tutar bulmuşlardı.
Kurt Veli, Sivas’ın tarihi Kabakyazısı kışlasında eğitime başlamıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder