Çağrışımlar
Güher ana sabah erken, yorganına sarınmış
titreyerek duruyordu. Bir süre karşısında yer yatağında uyuyan gelinine baktı.
Biraz ileride elle yapılmış tahta beşikte bir yaşındaki torunu uyuyordu.
Gelinini uyandırıp durumunu söylese miydi? Torun da uyanır diye kuşku duyuyordu.
Bebeği uyandırmak istemiyordu. Ama üşümenin şiddetine dayanamıyordu. Gelinine
seslendi:
“Leyla, kalk çok üşüyorum. Bana bir şey oldu”
Yün yatağın içinden başını kaldıran gelin, garip
bakışlarla kaynanasına baktı.
“Ne üşümesi ana? İçerisi sımsıcak. Yün yatağın
içindesin.”
“Biliyorum, sımsıcak, ama üşüyorum işte.”
Gerçekten dişleri dişlerine vuruyordu.
Gelin duvarın içine yapılmış ocağa iki loca tezek
attı. Külleri karıştırıp tutuşmasını sağladı. Tezekler çıra gibi tutuşup
yanmaya başladı. Biraz duman içeriyi sardı. Buna alışıklardı. Ocağın üzerinde
sürekli tüten dumanda kalan kara bir iz vardı. Üç kişilik ailenin bütün yaşamı
burada dönüyordu. Evin erkeği birkaç ay önce askere alınmıştı. Odanın bir
kıyısında kışlık yiyecek torbaları duruyordu. Kerpiç duvarlar soğuğa ve sıcağa
karşı korunaklıydı.
Toprak oda iyice ısındı. Güher Ana yün yatağa
sarınmış oturuyor, küçük pencereden dışarıda yağan kara bakıyordu. Küçük bir
ışıklık durumundaki pencere hayvan karın zarı ile kaplıydı.
Karın yağışı karın zarı ile kaplı pencereden pek
belli olmuyordu. Dışarıda korkunç bir kar vardı. Tipi alabildiğine yağıyor, göz
gözü görmüyordu.
Güher ananın dişleri zangırdadı. İçindeki
düğümlenen söz yumağını gizleyemez oldu. İçi yanarak gelinine sordu.
“Bu karda kışta Ali’m ne yapıyordur şimdi?”
Gelin, derin bir nefes aldı. Ne diyeceğini bilmez
biçimde gözünü ykapayıp açtı. Kayın anasının ne soracağı soruyu biliyordu. Ama
ne yanıt vereceğini bilmiyordu. Bir an durd.
“Ne bileyim, umarım kapalı bir yerdedir. Elbet onu
düşünen büyükleri bir çaresine bakarlar. Bu karda kışta sefere sürecek değiller
ya!”
Güher Ana kendini tutamaz oldu. Gözlerinden yaşlar
damlamaya başladı. Güçlükle konuşarak anlatmaya girişti.
“Bu gece düşümde ne gördüm biliyor musun? Ali’im toz
duman esen karda yürüyor, üşüyordu. Çok üşüyordu. İşte o zaman beni de bir
titreme aldı. Bir ana çocuğunun yaşandığını duyar biliyor musun? Sen de
duyarsın. Hele ilerde Zehra’nın başına bir şey gelmeye görsün. Uzakta olsa da
duyarsın. Böyle bir duygu analık duygusu.”
Gözlerinde art arda gelen yaşlan arasında
konuşması belirisizleşti. Konuşup konuşmadığı anşılmaz oldu. Sürekli gelinine
oğlundan söz etmekten yorgundu.Gelinini rahatsız ettiğini biliyordu. Genç
adının da bir suçu yoktu. Daha iki yıllık evliyken kocasını askere almışlardı.
Seferberlik dene insan yeten canavar başlamıştı. Köyde genç ve orta kuşaktan
kimse kalmamıştı. Ali de orta kuşaktandı. Yaşı otuzlardaydı. Daha önce
askerliğini yapmıştı, ama seferberlik çıkınca yeniden askere alınmıştı. Güher
Ana bu acımasız şanssızlığın bunalımını yaşıyordu. Oğlu askerlik yüzünden zaten
geç evlnmişti. Tek kızı bir yaşına gelmişti. Düzen kurup yaşayacağı günlerde
yeniden evini evini ocağını bırakıp gitmişti.
Gelin kaynanasına dikkatle baktı.
“Bir çorba yapsam iyi gelir ana. Bence senin
üşümen korkudan yoksa oda sızcak. Yün yatak da öyle.”
Güher ana başı ile onayladı söylenenleri. Yün
yorganı üzerinden atıp kalmaya çalıştığını gören gelini kuşku ile sordu:
“Nereye ana hani üşüyordun?”
“Üşümemin hiç bir şey. Gidip Ali Efendigilin eşiğe
dua edeceğim. Ali’e yardımcı olsun çağırdığımız yer.”
“Peki” diye onayladı gelin Leyla.
Güher ana üzerine kendi eliyle ördüğü yün kazağı
giydi. Kıyıda duran çarıkları sıkıca ayağna geçirip bağlarını sıkı sıkıya
bağladı dışarı çıktı. Kar savruarak yağıyor, göz gözü görmüyordu. Ali’yi yeniden
askere almışlar, Erzurum taraflarına doğru sefere götürmüşlerdi. Erzurum
kışlarının yaman olduğu söyleniyordu. Güher Ananın yaşadığı köyün kışı onun
yanında hiçti. O soğukta ne yapıyordu biricik oğlu? Üstünde kalın bir şeyler
var mıydı? Kara kışa nasıl dayanırdı?
Kara bata çıka birkaç evin kapsını geçti. Gece
boyu kar tepeleme yağmıştı. Kapıların önü karla doluydu. Henüz dışarı çıkan
olmadığı belli oluyordu. Sabahın erken saatleriydi. Kangal köpekleri avlularda kıvrılmış
yatıyorlardı. Köyde hemen herkes uyuyordu. Bir iki horz sesi, ahırlarda
hayvanların derinden gelen homurtularından başka bir şey duyulmuyordu. Dudağında
bir takım mırıltılar sürüyordu. Arapça bir şey bildiği yoktu. Bunun eksiğini de
duymuyordu. Ali Efendilerin kanatlı kapı kapalıydı. Henüz kimse yanmamıştı.
Kapı eşiğine eğilip niyaz etti. Doğruldu, ellerini açtı, yakarmaya başladı.
“Ey kurban olduğum Hz Hüseyin, ey mübarek ocak,
Ali’me yardım et. Onu sakla bekle. O benim tek çocuğum. Başka yok. Sakla bekle,
onu bana geri getir.”
Tüm sözler bir birini andırıyordu. Tümünde aynı
dilek yankılanıyordu. Kutsal eşik, erenler evliyalar, oğlunu sağ esen kendisine
ulaştırmalıydı. Oğlu zaten daha önce kaç yıl askerliğini yapmış, sırasını
savmıştı. Ey büyük Tanrı hiç mi acıman yoktu Güher Ana’ya? Yıllardır bitip
tükenmeyen seferberliklerde kaç oğlunu almıştı. Tek çocuğunu ona bağışlayamaz
mıydı?
Dileği, duası bitince yeniden eşiği öpüp eve
döndü. O artık Tanrıya söyleyeceği son sözü söylemiş, yakaracağı ölçüde
yakarmıştı. Bundan sonrası çağırdığı yerin sorunuydu.
Titremsi ürpermesi de geçmişti. Genç gelin odanın
içindeki kara ocakta çorba kaynatıyordu. Kışı çıkarmak unu bulguru özenle
kullanıyordu. Zemheri ayına girilmemişti. Kışı başları sayılırdı. Soğuk karlı
sabahlar birbirini izliyordu. Kış için hazırlanan çuvallar eridikçe eriyordu.
Henüz
savaşın başlangıcıydı. Ne zaman biteceğini kimse bilmiyordu. Evdeki un bulgurla
yaza çıkılacaktı ama yazın ne yapılacaktı?
Kıt kanaat yiyip içerek Güher ana üç kişilik aileyi
bahara çıkarmayı başardı. Baharla birlikte doğa yeşerdi. Yoncalarda çayırlarda
mantarlar çıkıyor su kıyılarında madımaklar yeşeriyordu. Bir kazan yeşilliğe
bir avuç bulgur atarak kazanlar kaynıyor, köylü sabırla direnip yokluğu aşmaya
çalışıyordu.
Karların erimesi ile köyün ilçeye ulaşım yolu
açıldı. Askerlerden mektuplar, devlet kapısından haberler ulaşmaya başladı.
Dört beş aydır dış dünyadan tümüyle kopuk köyde uğursuz haberler dolaşmaya
başladı. Söylenenlere göre Doğu yönüne giden askerlerin tümü karda donup
ölmüştü. Dedikodu önce sessizce söylendi. Doğuya giden askerlerin yakınına
duyrulmamaya çalışıldı, ama haber kısa sürede herkese yayıldı. Kimse ne
yapacağını bilmiyordu. Kimi yaşlı analar dualar ederek oğlunun başına bir şey
gelmemiş olmasını diliyor, ağlıyorlardı. Kimsenin kesin bir şey bildiği yoktu.
Çok geçmeden köye künyeler geldiği haberi ulaştı.
Giden askerlerin ölüm bildirimleriydi bunlar. Yüzlerde hüzün ve gerilim bir yaşlı
ana babalar, genç bacılar garip duygular içinde korkunç ateşin kendi
yüreklerine düşmemesini diliyorlardı. Jandarma komutanı çavuş doğuda yaşanan
olayları sakin bir dille anlatmaya girişti.
Gözü yaşlı beli bükük Güher ana elindeki sopaya
dayanarak muhtar Cuma çavuşun elinde oldu. asker yakınları eli yüreğinde
muhtarın evinde toplanıyor, yakınları üzerine bilgi alıyorlardı
Köyde
yayılan dedikoduların doğruluğu anlaşılıyordu. Kahraman askerimiz karda
Ruslarla savaşmış, çok kayıp vermişti. Tümü şehit olmuştu. Doğuya giden
askerlerin adlarını okuyarak künyelerini dağıtmaya başladı. Köyden gbu cepheye
gidenlerin tümünün künyesi ana babasına dağıtıldı. Sokakları ağıt, figan sardı.
Köyü bir yas aldı.
Güher Ana kendi oğlunu sordu.
“Ali’mden bir haber var mı?
Komutan yalnız kendine ulaşan bilgileri iletiyordu
Ali konusunda bir bilgi bulunmuyordu. Ölü mü, sağ mı belli değildi.
Güher Ana sevindi, ama rahatlayamadı. Çelişkili
bir duygu yaşıyordu. Künyenin gelmemesi mutluluktu. Yaşam belirtisiydi, ama
neredeydi, ne durumdaydı, aç mı, susuz mu, yaralı mıydı?
Komşular Ali’nin de öldüğü yargısına vardı. Uzun
süre askerlik yapmış gaziler deneyimlerine dayanarak olayı değerlendiriyor,
böylesine karda kışta bir savaştan sağ çıkılamayacağı yargısına varıyorlardı.
Bir ağaç dibinde, bir kaya koyuğunda ölmüştü. Yemen gazileri kayıp askerlerin
neden bulunamadığı üzerine ilginç anılar anlatıyorlar, Ali’nin de bu tür bir
kayıplardan biri olduğunu söylüyorlardı.
Ne var ki, ortada acı bir durum vardı. Yas yeri
ziyaretine gitseler gidemiyorlar, bilmezden gelseler edemiyorlardı. İçlerinden
yalnız kalmış bir şehit anası duygusu içinde az çok yardımcı olmaya
çalışıyorlar, güç durumlarda işlerine el atıp geçiştiriyorlardı.
Ama Güher Ananın içinde garip bir ferahlık vardı.
Acıklı türküler söyleyip işe güce koşarken, oğlunun esenliği için dualar
ediyor, torunu Zöhre ile oynuyor, torununa “bir gün eden gelecek” diye kendi
kendini teselli ediyordu.
Ve yaşam sürüyordu. Soyunu sürdürme çabası en zor
koşullarda, en acımasız ortamda ayakta kalmayı gerektiriyordu. Elinden iş
gelmeyecek ölçüde güçsüz erkekler ve kadınlar yaşamak için doymak için üretmek
zorundaydı, ama nasıl?
Tarlalar ekilmez, çayırlar biçilmez olmuş, açlık
ortalığı sarmıştı.
Köyün yakınında geçen kara yolunda o güne değin
görülmemiş demir araçlar içlerinde kızıl suratlı, sarı saçlı adamlarla yel gibi
uçarak geçiyorlardı. Cadde diye adlandırılan Halep’e, Bağdat’a, Hac’a doğru
uzanan yoldan geçen bu garip araçları görenler korkulu gözlerle gördüklerini
anlatıyorlardı.
Köye arada bir jandarmalar geliyor, “askere erzak
taşınacak. Kimin ne kadar bineği varsa yola düşecek diye buyrumda bulunuyorlar,
yaşlı, çocuk, kadı kız kim varsa yola vuruyorlardı. Güher Ananın ne bi binek
havanı, ne de sırtında yük taşıyacak gücü vardı. Gelini Leyla ise emziklikte bebeği olduğu için bu görevden uzak tutuluyordu.
Açlığa bakımsızlığa dayanamayan hayvanlar ölüyor,
etleri kapılıp yeniyordu. Kimsenin kimseye acıdığı, üzüldüğü yoktu. Herkes başı
gailesinde gününü akşam etmeye çalışıyordu. Anlarda acılar, anlarda gülünç
olaylar yaşanıyordu. Yaşam anlarda vardı.
Güher Ana aksayan adımlarla arada bir Muhtar Cuma
Çavuş’a uğruyor oğlundan bir mektup, bir bilgi olup olmadığını soruyordu. Yine
bir umut diyerek muhtarın evine gittiğinde muhtarın evinde jandarmalarla karşılaştı.
Oğlum Aliden bir haber var mı diye sordu. Jandarmalar ne biliyorlardı ki ne
söylesinler?
Jandarmalar başka bir sorun nedeniyle gelmişlerdi.
Cepheye
iaşe taşınacaktı. Dizi tutanlar Kangal'a toplanıyordu. Kişi başına bir ölçek,
bir mucur yükleniyordu. Bu yük Divriği'ye iletilecekti. Ayaklar çarık, şalvar
içinde kadınlar yükleniyordu yükü. Karı yararak ilerliyordu topluluk.
Kadınlar üst üste uyuyorlar, birbirinin sıcağı ile ısınmak, canlı kalmak
istiyorlardı. Bir savanın üzerinde on, on iki kadın uyuyordu. Yol üstünde ölü
hayvan leşleri ne bulurlarsa közleyip yiyorlardı. Tuz, ekmek bulmak
olanaksızdı. Tuzsuz cıvık herle yapıp yemek bir mutluluk oluyordu. Açlarından
köpük kusuyorlardı. Güher Ana yaşananları duyuyor, umursamaz dinliyordu. O ne
acılar yaşamamaıştı ki?
Jandarmalar ayran ,çerek bekliyorlardı. Bineği olanlar Divriği'ye iaşe taşıyacaklardı.
Muhtar, tek öküzü olan Gök Veli'ye gelip damdan bağırdı.
“Hazır ol Veli Ağa sen de iaşe
taşıyacaksın!”
Boncuk gözlü olduğu için köyde Gök Veli”
diye anılan Veli ağa umursamaz biçimde karşılık verdi:
“Olur Muhtar sen var, ben öküzü alır, hemen
gelirim.”
Muhtarın uzaklaşmasına kalmadı ki, Gök
Veli ahırda kalan tek öküzü kapnın önüne çıkardı, bıçağı çaldı. Karısı şaşırmış
bağırıyor, öküzün kesilmesine engel olmak istiyordu:
“Dur, herif, kudurdun mu? Ne yapıyorsun?”
Gök Veli, öküzü kesmeyi sürdürüken
karşılık verdi:
“Kız avrat, sen karışma, bu öküz ölecek,
yanı sıra ben de öleceğim, bırak da şunun etini yiyelim!”
Gök Veli’nin geciktiğini gören muhtar,
yeniden damda belirdi.
“Haydi Veli Ağa, öküz hazır mı?”
Gök Veli, kızgın biçimde söylend
“Ula Muhtar, aha ben öküzü kestim. Bu
yaştan sonra ne silah taşırım ne de yiyecek, Yiğitsen sen de öküzünü kes.”Ardından dağları
eşkıyalar sardı. Asker kaçaklarının kimileri eşkıyaya dönüştü. Eşkıyalar köyleri
basıyorlar, ne bulurlarsa alıp gidiyorlardı. Kimse kimseye acımıyordu.
Eşkıyalar da bölümlere ayrılmıştı.
İkide bir köyde bir haber yayılıyordu.
"Eşkıya basacak!"
Kadınlar köyü bırakıp dere kıyılarına, mağaralara
gizleniyorlar, gizli sığınaklar arıyorlardı. Özellikle akşam üzeri yayılan
korkutucu haber dalgası genç kadınları deliye çeviriyordu. Ama karanlık
bastıktan sonra nerden sızacağı belli olmayan bu vahşete karşı savunma olanağı
kalmıyordu.
Yine böyle korkulu bir
söylentinin ardından kadınlar dağa kaçıp dere koyaklarına saklanmışlardı.
Sürekli yayılan dedikodulardan yorulan Çeldir lakabıyla anılan Ayşe Metin uyuya
kalmış, eşkıyalar köyü bastıklarında eşkıyaların eline düşmüştü. Eşkıyalar,
yiyecek içecek ne varsa almışlar, ardından ziynet, para, takı türünden eşyaları
vermesini istemişlerdi. Ayşe Karının nesi vardı ki, nesini versin? Ne Ayşe
kadında verecek değerli bir eşya, ne de eşkıyada insaf acıma vardı. Bir şeyler
sızdırmak için iyice dövmüşler, çenesini kırmışlardı. Kadın bütün yaşam boyu
kırık çene ile yaşamak zorunda kalacaktı.
Günler günlere, aylar
aylara, yıllar yıllara ulanarak sürüyordu. Yaşam, doğayı olduğu gibi olan
ortamda yaşamaktan başka bir şey değildi. Bir bitki, bir hayvan bir böceğin
yaşamı gibi. Ne varsa onunla yetinerek yaşamak gerekiyordu.
Günler günlere, ayalar
aylara, yıllar yıllara ulanarak zaman akıyor, zor koşullarda da yaşam
sürüyordu.
Bir gün “seferberlik bitmiş”
müjdesi yayıldı. Askere gidenlerin dönüşü başladı. Her asker topluca sevinç
gösterisi ile karşılanıyor, bağırlara basılıyordu. Günaşırı köye bir savaş
gazisi dönüyor, ocağına kavuşuyor, çifte çubuğa sarılıyordu. Köy yeniden
canlanıyor, insanlar seviniyordu.
Ali’den haber alınmayalı
yedi yıl olmuş, bütün umutlar kesilmişti. Yine de Güher Ana sabırla oğlunu
bekliyor, bir an önce dönmesi için yolların açılmasa dualar ediyordu. Dul gelin
Leyla’nın ise dayanma gücü kalmamıştı. O yıllar önceden eşinden umut kesmişti. Askerden
dönelerden biriyle evlendi. Ali’nin evine malına mülküne sahiplenecek kimse de
olmadığı için yeni eşini de kendi evine alıp yaşamaya başladı.
Güher ana bir anda kendi
evinde sığınç durumuna düşmüştü. Tarlayı, toprağı işleyecek gücü yoktu. Gelin
ile yeni kocasının eline bakıyordu. Bir türlü gelininin başkası ile evlenmesine
katlanamıyor, kargışlar yağdırıyordu.
“Bu gelin bu gelin, Ali’min
evine koca getirdi. Ali’min üstüne evlendi”
Sessiz çığlığa dönüşmüştü
adeta. Duvar diplerine oturuyor, kendi kendine yanık türküler mırıldanıyor, ağlıyor,
gelinine yazgısına kargışlar veriyor, kendi kendini teselli ediyordu.
“Ali’m gelecek.”
Komşular, haline acıyıp
gerçeği kabullenmesi için kaıl veriyordu:
“Ali askere gideli bunca yıl oldu. Herkes döndü
bak. Sağ olsa şimdiye dönerdi. Gelini boşa suçlama. Genç kadın ne yapsın? Ali
gideli yedi yıl oldu. Daha kaç yıl bekleyecek. “Kız anam, suçlama gelinini
yıllar oldu bir haber ucar gelmedi, Ali’nin şimdi kemiği sümüğü çürümüştür”
diye yatıştırmaya çalışıyorlardı.
Ne var ki Güher Ana’yı inandırmak imkansızdı.
Giderek gözleri de görmez olmuş, adı Kör Güher diye anılmaya başlamıştı. Ağlaya
ağlaya gözlerini kör ettiği söyleniyor, Tanrıya isyan etmemesi gerektiği,
başına gelenlerin Tanrı’ya isyan yüzünden olduğu anlatılıyordu.
Kör Güher sürekli diretiyordu:
“Ali’m ölmedi. Ali’m uca, sapa bir yere düştü,
bakın ben öleceğim, siz kalacaksınız. Bir gün Ali’m gelecek. Bu Leyli, Ali’min
evine koca getirdi” türünden sözlerle gelinini kınıyordu.
Dinleyenler, zavallı ananın olamayacak olaya
inanmasına, kendini kandırmasına acıyorlar, seferberlikten dönmeyenler üzerine
örnekler verip, umut kesmesini öğütlüyorlardı. Ne var ki, yaşlı ananın
gözlerinde yaşlar süzülüyor, “Ali’m yaşıyor, Ali’m yaşıyor” diye diretiyordu.
Günün birinde yaşlı Güher Karı öldü. Gelini de
yeni eşinden doğan çocuğu ile Ali’nin evinde yaşamını sürdürmeye koyuldu. Savaş
sonrasının yaraları sarılmaya çalışılıyor, köylü dirlik düzen kurmak için
yarışıyor, doğal yaşam olağan akışında sürüyordu. Tarlalar kara sabanla
sürülüyor, ekinler elle biçiliyor, kağnılarla taşınıyor, harmanlarda çakmak
taşlı dövenlerle sürüyor, yabalarla savruluyor, kışlık yiyecekler çuvallarda
korunuyordu. Ardıç ağaçlarından yapılmış toprak damlar, kerpiç duvarlar, küçük
pencereli odalar, büyük baş hayvanların kışladığı ahırlar, küçükbaş hayvanların
korunduğu ağıllar insanoğlunun yaşam olanaklarının uzamlarıydı. Yüzlerce yıldır
hiçbir hizmet verilmeyen topraklarda insanlar soylarını sürdürebilmek için her
tür sıkıntıya dayanıyor, doğaya karşı direnme savaşı veriyorlardı. Savaşlar bitmiş,
toplumsal sağalma dönemi başlamıştı.
Savaşlar, yaşanan açlıklar, çekilen sıkıntılar
duvar dibi sohbetlerinde konu oluyor, o olayları yaşamamış yeni kuşağa
anlatılıyordu. Kimler askere gitmiş, kimler ne olaylar yaşamış, kimler ölmüş,
kimler kalmıştı.
Bir sabah Kör Güher’in ölüm haberi köye yayıldı.
Yaşı iyice ilerlemiş olduğu için pek üzülen olmadı. Hatta ele avuca düşmeden
öldüğü için sevinenler de oldu. Kimileri “Kurtuldu, zavallı çok acı çekiyordu.
Şimdi Ali’sine kavuşmuş mutlu olmuştur” diye söylendi. En çok rahatlayan gelini
Leyla oldu. İnsan yükü ağırdı. İşten güçten düşmüş, çenesi düşük bir koca
karıdan kurtulmuştu. Ali’den kalan eve tümüyle yayılıp gelecek günlere
açılacaktı. Bu arada yeni evliğinden bir olu olmuştu.
1927 yılının bir bahar gününde, çobanlar koyunları
otlatırken köyün kuzeyine düşen Kurtkulağı tepesinde bir yolcu belirdi.
Koyunlarını yayan çobana yolcunun yüzü az çok tanıdık geliyordu, ama
tanıyamamıştı. Çoban, selamlaşmanın ardından, kim olduğunu, nere gittiğini
sordu. Yolcu Mamaşlı Tokuş Ali olduğunu söyledi.
Yıllar önce öldü sanılan Tokuş Ali köye dönüyordu.
Üzerinde lacivert bir takım giysi, başında değişik bir şapka vardı. Geçen zaman
diliminde daha olgun bir görüntü almıştı. Buğdaysı yüzü parlıyordu. Yolcu
birkaç tümce ile yıllarlık zaman boşluğunu doldurma gereğini duydu:
Tokuş Ali, 1915’te Sarıkamış’ta Ruslara tutsak
düşmüş, on iki yıl Dağıstan’da bir Rus köyünde yaşamış, evlenmiş, iki oğlu
olmuştu. Sonra köyüne dönmesine izin verilmiş, eşini iki oğlunu bırakmış,
özlemine dayanamadığı Kangal’ın Mamaş köyünün yolunu tutmuştu.
Köydeki evinde eşi, başka biri ile yaşıyordu.
Askere giderken gebe olan eşi doğurmuş, ondan bir kızı olmuştu. Öz kızı Hatice
12 yaşında buğday benizli dal gibi bir kızdı. Kızının öz adı unutulmuş,
“mınnış, mınnış” diye sevilirken, Mınnoğ lakabıyla anılır olmuştu.
Eve vardığında bir yıkım olacaktı. Çoban, Tokuş
Ali’yi lafa tutarken, yamağı ile köye bir haber ulaştırdı:
Tokuş Ali giyinmiş kuşanmış pırıl pırıldı. Rusya
yılları adeta yaramıştı.
Tokuş Ali, özlem içinde kıvranıyor, bir an önce
köye ulaşmak istiyordu. Çobanla ayaküstü söyleşinin ardından yola koyuldu.
Öylesine hızlı yürüyordu ki, önü sıra koşan çoban yamağına yetişecekti. Ama
yamak ondan önce köye girmeyi başardı. Bir anda haber bütün köye yayıldı. Tokuş
Ali askerden dönüyordu!
Eşi Leyla’ya –köyde Leyli diye çağrılıyordu-
haber, köyün üzerindeki Kaşlık düzlüğünde davar sağarken ulaştı. Bu sırada
eyli, ikinci evliliğinden ilk çocuğu ile Tokuş Ali’nin evinde yaşıyordu.
Leyli, eve de haber iletti,
“İsmail’in beşiğini alıp Osman’ın evine
götürsünler.”
Osman hemen yakındaki komşusu oluyordu. Bebeğin
bir an önce evden uzaklaşması gerekiyordu. Kendisi de hemen süt sağma işini
yarıda kesip eve koştu.
İsmail ikinci evliliğinden doğan altı aylık
bebekti, beşikte uyuyordu. Yıllar sonra köye dönen Tokuş Ali’yi adeta bir yıkım
bekliyordu. Yaşananlar kendisine nasıl anlatılacaktı?
Bahçesindeki top söğüdün gölgesinde günün tadını
çıkaran Kurt Veli dedeye olanlar anlatıldı. Kurt Veli, Şah İbrahim ocağı
soyundan delen bir dede çocuğuydu. Beş yıl önce Batı Cephasinden dönmüştü.
Tokuş Ali’den on yaş küçüktü. Ama dede olduğu için Tokuş Ali Kurt Veliyi çok
sever ve sayardı. Kurt Veli, Kaşlık düzlüğünden yaşağı doğru inen Tokuş Ali’yi
yanına çağıdı:
“Ali, Ali buraya gel. Sana anlatacaklarım var.
Birlikte gideriz senin eve.”
Tokuş Ali yılların ardından ne gibi olaylarla
karşılaşacağını bilecek ölçüde zekiydi. İkiletmeksizin Kurt Veli’nin yanına
geldi. Sarılıp kucaklaştıktan sonra cebeinden çıkardığı Rus sigarasını uzattı.
Tokuş Ali köyde bomboş evi ile karşılaştı. 12
yaşına gelen Kızı Hatice, boş gözlerle kendine bakıyordu. Komşular çevresine
toplandı. Olanları yalın sözlerle özetlemeye çalışıyorlardı. Babası, çoktan
ölüp gitmişti, Son dileği Ali’sini kucaklamak olan anası Kör Güher de şu
yakınlarda ölmüştü. Yıllardır kendisin de haber ucar gelmeyince, karısı Leyi,
Numan’la evlenmişti. Kader oyunu karşısında, kimsenin kimseyi suçlayacak durumu
yoktu.
Tokuş Ali’ye gelince: Dal gibi genç olarak gitmiş,
orta yaşlı bir olarak dönmüştü. Ardan on iki yıl zaman geçmişti. O ne yapmıştı?
Asıl merak edilen konu buydu.
Tokuş Ali yılların boşluğunu birkaç sözlük öykü
ile doldurdu: Ruslara esir düşmüş, esirlik döneminden sonra Rusya’da bir Rus
köyünde yaşamıştı. Bir Rus kızı ile evlenmiş, iki oğlu doğmuş, eşinin ölümü
sonrasında, ülkesine dönmesine izin çıkmış, o da dönüp gelmişti.
Kurt Veli ile birlikte içeri girdiklerinde toprak
damlı boş ev sıcağı soğumamış ölü gibi öylece duruyordu. Bir ev için gerekli
herşey yerli yerinde duruyor, ama içeri bomboş bulunuyordu. Avlunun çatısını
tutan ardıç ortadirek koyu kahverengi görünüşü ile yerli yerindeydi. Karşıda
duran tandır ocağının dumanı yeni sönmüş gibiydi. Sabah erken saatlerde tandırda
ekmek pişirilmiş olmalıydı. Ocağın yanındaki duvarda un eleği asılı duruyordu.
İçerisi insan kokuyordu. Hem yaşıyor, hem de ölmüş gibi bir durum yaşanıyordu.
Kurt Veli, hüzünlü gözlerle içeriye bakan Tokuş Ali’ye baktı. Ne söyleyeceğini
bilemez durumda ağzından gelişigüzel sözler kendiliğinden dökülür gibi oldu:
“İnsanın nefesi evin direğidir. Leyli, evi korudu.
Yoksa şimdi on iki yılda yıkılır peğ olurdu. Kadının bir suçu yok Ali.” Dedi.
Sonra ekledi “Bu yazgı Ali”
Neydi yazgı olan? İnsanın istenci ile
yönlendiremediği, gücünün erişmediği bir güç. Yaklaşık her ocağın öyküsü
birbirini andırıyordu. Yıllardır bitip tükenmeyen savaşlar, köyü eritip bitiriyordu.
Anlatmakla bitmeyecek olaylar zamanla unutuluyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder