Türküler
sinmiştir yaşamın içine. Türküler, yaşamın günlüğüdür. Deyişlere yansır yaşam.
Deyiş ezgiyle, oyunla, geleneklerle bütünleşir. Doğanın içinde bilinçli ölümlü
varlık insanoğlunun gök boşluğuna attığı imzası olur.
İlkyazdı.
Köyden bir kaç kişi askere gidecekti. Günlerdir sanki şaşırmışlardı. Bir araya
geliyorlar, toplu eğlenceler düzenliyorlar, sabahlara kadar türküler
söylüyorlar, köyün içinde geziyorlardı. Öyle ki, ana babaları da köylü de enikonu
rahatsız olmaya başlamıştı. "Yahu yeter artık, hiç mi askere giden görmedik,
sabaha kadar bizi yatırmıyorlar" diye tedirginliklerini dile
getiriyorlardı.
Kökende
askere gitme bir dizi töreni eğlenceyi birlikte getiriyordu. Yirmi yaşına kadar
dünyanın sınırlarını köyü çevreleyen yüksek dağlar sanan bu insanlar için
yeni bir yaşamdı. Belki de yeniden doğuştu. Hele anılarda askere gitmek yarı
yarıya ölüme gitmek emekti. Çocuklukları, Yemen, Bulgaristan, Arabistan üzerine
anlatılan anılarla doluydu. Dönem değişmişti ama gelenek değişmemişti. Askere
gideni komşular eve çağırırlar, yemeğe alırlardı. Elinde birkaç kuruşu olan
harçlık verirdi. Gideceği gün de çorap gibi, kazak gibi birşeyler verirlerdi.
1940
doğumlu Celâl Baba da bu kuşakla askere gidiyordu. Böylesine bir asker yolculuğu
görmemişti köy. Bunca genç birlikte gidiyordu. Bunca tantana ile oluyordu.
Sanki gençler son asker gidişini yapıyorlardı. Ve öylece gittiler.
İki
yıl sonra askerlik türküleri yakan gençlerin tümü sağlıklı biçimde geri
döndüler. Olgunlaşmışlardı. Sorumluluk bilinci almışlardı. Dünyaları
değişmişti. Artık köyün sınırları onlara dar geliyordu. Köyün beti bereketi
yetmiyordu.
Yağmurlu
ve çamurlu bir güz günü Celâl Baba, Sivas'ta gözüktü. Ekinler kaldırılmış,
buğdaylar satılmıştı. Elde biriken az bir parayla kış gereksinimini
sağlayacaktı. Gaz, tuz, şeker, çay. Kar bastığı günden başlayarak köyün dünya
ile bağlantısı kesilirdi. Ne gerekliyse şimdi sağlamalıydı. Nakışlı heybesinde
biraz peynir, ince ekmek, vardı. Yine on-on beş yumurta almıştı. Sivas
çarşısından bir küçük rakı aldı. Ali Baba mahallesine gidecekti. Yürüyerek
gitmek istemedi. Gerçekte uzak bir yol değildi, ama usuldendi. Bir fayton
tutmak istedi. Faytoncuyla pazarlığa tutuştu. Ama olmadı. Pahalıydı. Nerdeyse
yarım rakı parası istiyordu. Heybesini omuzuna attı, yumurta sepetini eline
aldı, öylece Ali Baba'nın yolunu tuttu. Dede evini ziyarete giderken, dedeye
istediği gibi bir hediye götürememenin sıkıntısını duyuyordu. İçinden
"Tanrım bana bir imkan ver. Çok kazanayım, sevdiğim şu insana istediğim
gibi şeyler götüreyim" diye geçirdi. Tanrı sanki bu sözleri duymuştu. Bir
yıl sonra 1963 yılında Almanya'ya geldi. İlk fırsatta da o özlemini yerine
getirdi. Bir naylon gömlekle dedeyi ziyarete gitti.
1987
yılında Yaycı deyişini Stutgart'ta yazdığı zaman özlemin eski tadı kalmamıştı.
Çeyrek yüzyılda dünya değişmişti. Köy tümden eriyip bitmişti. Geceleri sabaha
dek askerlik türküleri yakan kuşaklar kalmamıştı. 1960'taki o hareketli
askerlik yolculuğu son yolculuk olmuştu. Belki de o yüzden böyle görkemli
kutlanmıştı. Şimdi Mamaş uzaklardaydı, büyükler öbür dünyaya göçmüşlerdi,
Özlemler bitmişti. Köyün yukarısındaki Çal dağını düşündü. Çocukluk yıllarını
anımsadı. O yıllardaki özlemlerini, dünlerini anımsadı. Çal dağına
"Yaycı" adlı bir deme yaktı:
Yaycı senin dumanın var,
karın var
Bilinmedik nice nice halın
var
Çiğdemin var, nergizin
var, gülün var
Yaycı senin yüksek yüksek
ünün var
Yaz geldi mi yaylalara
göçelim
Soğukpınar'ından bir su
içelim
Cemâl Koçak'ı da âşık
seçelim
Bilinmedik daha nice şanın
var
Yüksektir makamın havan
çok serin
Taşların büyüktür,
toprağın derin
Yaycı der ki bütün dünya
hep benim
Bilinmedik daha nice gülün
var
Koyunlar, kuzular işte
karşında
Vahap Kaçar sesleniyor
başında
Cılga cılga yolların var
taşında
Bilinmedik daha nice yolun
var
Sabahın seherinde
bülbüller öter
Yaycı'nın kokusu burnumda
tüter
Yeter Celâl Baba, bu kadar
yeter
Derilmedik daha nice gülün
var
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder