Yayında Olan Eserlerim

22 Kasım 2017 Çarşamba

Halk Ozanı Celal Baba

Türküler sinmiştir yaşamın içine. Türküler, yaşamın günlü­ğüdür. Deyişlere yansır yaşam. Deyiş ezgiyle, oyunla, gele­neklerle bütünleşir. Doğanın içinde bilinçli ölümlü varlık in­san­oğlunun gök boşluğuna attığı imzası olur.
İlkyazdı. Köyden bir kaç kişi askere gide­cekti. Günlerdir sanki şaşırmışlardı. Bir araya geliyorlar, toplu eğlenceler dü­zenliyorlar, sa­bahlara kadar türküler söylüyorlar, köyün içinde geziyorlardı. Öyle ki, ana babaları da köylü de eni­konu rahatsız olmaya başlamıştı. "Yahu yeter artık, hiç mi askere giden görme­dik, sabaha kadar bizi yatırmıyorlar" diye te­dirginliklerini dile getiriyorlardı.
Kökende askere gitme bir dizi töreni eğlenceyi birlikte ge­tiriyordu. Yirmi yaşına ka­dar dünyanın sınırlarını köyü çev­releyen yük­sek dağlar sanan bu insanlar için yeni bir yaşamdı. Belki de yeniden doğuştu. Hele anılarda askere gitmek yarı yarıya ölüme gitmek emekti. Çocuklukları, Yemen, Bulgaristan, Arabistan üzerine anlatılan anılarla doluydu. Dönem değişmişti ama gelenek değişmemişti. Askere gideni komşular eve çağırırlar, yemeğe alırlardı. Elinde birkaç ku­ruşu olan harçlık ve­rirdi. Gideceği gün de çorap gibi, kazak gibi birşeyler verirlerdi.
1940 doğumlu Celâl Baba da bu kuşakla as­kere gidiyordu. Böylesine bir asker yolculuğu görmemişti köy. Bunca genç bir­likte gidiyordu. Bunca tantana ile oluyordu. Sanki gençler son asker gidişini yapıyorlardı. Ve öylece gittiler.
İki yıl sonra askerlik türküleri yakan gençle­rin tümü sağ­lıklı biçimde geri döndüler. Olgunlaşmışlardı. Sorumluluk bi­linci almışlardı. Dünyaları değişmişti. Artık köyün sınırları onlara dar geliyordu. Köyün beti bere­keti yetmiyordu.
Yağmurlu ve çamurlu bir güz günü Celâl Baba, Sivas'ta gö­züktü. Ekinler kaldırılmış, buğdaylar satılmıştı. Elde biriken az bir parayla kış gereksinimini sağlayacaktı. Gaz, tuz, şe­ker, çay. Kar bastığı günden başlayarak köyün dünya ile bağ­lantısı kesilirdi. Ne gerekliyse şimdi sağlamalıydı. Nakışlı heybesinde biraz peynir, ince ekmek, vardı. Yine on-on beş yu­murta almıştı. Sivas çarşısından bir küçük rakı aldı. Ali Baba mahallesine gidecekti. Yürüyerek gitmek istemedi. Gerçekte uzak bir yol değildi, ama usuldendi. Bir fayton tutmak istedi. Faytoncuyla pazarlığa tutuştu. Ama olmadı. Pahalıydı. Nerdeyse yarım rakı parası istiyordu. Heybesini omuzuna attı, yumurta se­petini eline aldı, öylece Ali Baba'nın yolunu tuttu. Dede evini ziyarete giderken, dedeye istediği gibi bir hediye götürememenin sıkıntısını duyuyordu. İçinden "Tanrım bana bir imkan ver. Çok kazanayım, sevdiğim şu insana iste­diğim gibi şeyler götüreyim" diye geçirdi. Tanrı sanki bu söz­leri duymuştu. Bir yıl sonra 1963 yılında Almanya'ya geldi. İlk fırsatta da o özlemini yerine getirdi. Bir naylon gömlekle dedeyi ziyarete gitti.
1987 yılında Yaycı deyişini Stutgart'ta yazdığı zaman öz­lemin eski tadı kalmamıştı. Çeyrek yüzyılda dünya değiş­mişti. Köy tüm­den eriyip bitmişti. Geceleri sabaha dek asker­lik türküleri yakan kuşaklar kalmamıştı. 1960'taki o hare­ketli askerlik yolculuğu son yolculuk olmuştu. Belki de o yüz­den böyle görkemli kutlanmıştı. Şimdi Mamaş uzaklardaydı, büyükler öbür dünyaya göçmüşlerdi, Özlemler bitmişti. Köyün yukarısındaki Çal dağını düşündü. Çocukluk yıllarını anım­sadı. O yıllardaki özlemlerini, dünlerini anımsadı. Çal dağı­na "Yaycı" adlı bir deme yaktı:

Yaycı senin dumanın var, karın var
Bilinmedik nice nice halın var
Çiğdemin var, nergizin var, gülün var
Yaycı senin yüksek yüksek ünün var

Yaz geldi mi yaylalara göçelim
Soğukpınar'ından bir su içelim
Cemâl Koçak'ı da âşık seçelim
Bilinmedik daha nice şanın var

Yüksektir makamın havan çok serin
Taşların büyüktür, toprağın derin
Yaycı der ki bütün dünya hep benim
Bilinmedik daha nice gülün var

Koyunlar, kuzular işte karşında
Vahap Kaçar sesleniyor başında
Cılga cılga yolların var taşında
Bilinmedik daha nice yolun var

Sabahın seherinde bülbüller öter
Yaycı'nın kokusu burnumda tüter
Yeter Celâl Baba, bu kadar yeter
Derilmedik daha nice gülün var

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder